Top Banner
eylül ekim sayısı 2014 1 Genel Yayın Yönetmeni: Ahmet Melih Karauğuz Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Hüseyin Dikmen Tashih: Ali Akçakaya Ahmet Topbaş Kapak Tasarımı: Samet Samancı Kapak Resmi: m Yayın Aralığı: İki ayda bir yayımlanması umut edilir. Para buldukça basılır. Elektronik Yazışma Adresi: muebbededebiyat @ gmail.com Sosyal Medya Hesapları: twitter: @ MuebbetEdebiyat facebook: / Müebbet Edebiyat Yayımlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Dergi adı anılarak yazılar alıntılanabilir. Müebbet Edebiyat dergi ciddiyetinde çıkan bir fanzindir... Başyazı Rüştü Onur, Necati Cumalı’ya yazdığı bir mektubunda büyük bir heyecanla ‘Şehir’ dergisinden bahsediyor. “Şehir’de buluşacağız. Her ne pahasına olursa olsun Şehir çıkacak.” diyor. Şehir’i çıkarmak Rüştü Onur’a nasip olmuyor. Ömrü vefa etmiyor Şehir’i çıkarmasına. Ama önemli olan derginin çıkıp çıkmaması değil. Rüştü Onur’un içindeki o heyecan, o aşk… Gerekirse elindeki şeyleri bile satabileceğini söylüyor Şehir için. Eşten dosttan para alacağını. Ama diyor, “Şehir büyük iddi- alarla çıkmayacak. Benim anladığım manada ‘yeni’nin bayrağı olacaktır. Evet biz, henüz imza yapmış sayılmayız. … Herhangi birimizin imza ya- pan bir sanatkardan olgun eserler veremeyeceğimizi kim iddia edebilir?” Çok önemli bir şey söylüyor Rüştü Onur. Ya da bana önemli geliyor söylediği şeyler. Bu kadar çok derginin olduğu, hep aynı isimlerin birbi- rini kolladığı bir yerde özellikle anlam kazanıyor söyledikleri. Her dergi kendi mevzisini kazmış ve orada pusuda bekliyor. Başka dergilere bir şeyler fırlatıyor durduğu yerden. Ama sonuç ne? Sonuç koca bir hiç. Herkes otopark değnekçisi. Şu sayısı çıksa da alsak dediğimiz bir dergi yok. Birkaç dergi hariç, imza yapmamış isimlerin pek az görüldüğü yerler dergiler. Garip. Ahmet Melih Karauğuz Müebbet Edebiyat dergisi olarak dördüncü sayımızla karşınızdayız. Dördüncü sayımızla birlikte yeni bir yayın dönemine girmiş bulun- maktayız. Bu yeni dönemde her sayımızda farklı dosya/soruşturmalarla okurumuzun karşısında olmaya çalışacağız. Her geçen sayıda daha çok genç ve yeni isme yer vermeye çalışı- yoruz. Bu sayımızda da elliye yakın isim var ve çoğunluğu genç isimler- den oluşuyor. Bu sayımızın dosya konusunu ‘Şarkılar ve Anılar’ olarak belirle- dik. Çünkü her şarkının bir anısı olduğuna inanıyoruz, dinledikçe bize hatırlattığı. Bu sayımızın şairleri: Yavuz Erdem, Ahmet Avcı, Okan Torun, Bülent Özdaman, Bilal Çağlar, Tugay Kaban, Kadir Akgün, Hüseyin Soylu, Burak Söbüoğlu, Nurgül Koç, Zeki Altın, Ertuğrul Tiryaki, Sabit Çakmaklı, Ebru Aydoğan, Ali Akçakaya, Nurdan Akın Gürkan Metin yazarları: Sıddık Yurtsever, Furkan Sait İpek, Ahmet Topbaş, Hatice Aydın, İsmail Ersöz, Esra İren, Merve Yalçın, Hazar Karib, Caner Almaz, Nacize Oğuz, Hediye Nur Doğru, Kamil Karadeniz, Fatma Kutlu, Aytaş Odacı- lar, Uygar Şimşek, Deniz Çobaner, Talip Yılmaz, Şeyma Subaşı, Hüse- yin Dikmen, Dilek Öksüz, Rahime Kasım Cenap Şahabettin sadeleştirmesiyle Umut Câhid Kitap yazısıyla Ahmet Melih Karauğuz Dosyamızın yazarları: Mithat Tahsin, Bülent Özdaman, Raşit Keskin, Nigar Nas Kocabaş, Ahmet Kemal Ünsaçan, Ahmet Karaca, Emre Şensoy, Alihan Kaplan, Fatma Kutlu, Ahmet Melih Karauğuz Bu sayımıza fotoğraf ve çizimle katkı sağlayanlar: Behnan Balaban, Ali Akçakaya, Şamil Yaşar Taşçı, Bera Nur Tüzen, Emily Sevin, Bayram Kabadayı İlk günden beri bizi yalnız bırakmayan siz değerli okurlarımıza ve bu sayıya verdiği destek için Şükran Alan’a teşekkür ederiz...
56

Dergi 4 sayı baskı

Apr 06, 2016

Download

Documents

Müebbet Edebiyat'ın 4. sayısı
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

1

Genel Yayın Yönetmeni:Ahmet Melih Karauğuz

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:Hüseyin Dikmen

Tashih:Ali Akçakaya

Ahmet Topbaş

Kapak Tasarımı: Samet Samancı

Kapak Resmi:m

Yayın Aralığı:İki ayda bir yayımlanması umut edilir.

Para buldukça basılır.

Elektronik Yazışma Adresi:muebbededebiyat @ gmail.com

Sosyal Medya Hesapları:twitter: @ MuebbetEdebiyat

facebook: / Müebbet Edebiyat

Yayımlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.

Dergi adı anılarak yazılar alıntılanabilir.

Müebbet Edebiyat dergi ciddiyetinde çıkan bir

fanzindir...

Başyazı

Rüştü Onur, Necati Cumalı’ya yazdığı bir mektubunda büyük bir heyecanla ‘Şehir’ dergisinden bahsediyor. “Şehir’de buluşacağız. Her ne pahasına olursa olsun Şehir çıkacak.” diyor. Şehir’i çıkarmak Rüştü Onur’a nasip olmuyor. Ömrü vefa etmiyor Şehir’i çıkarmasına. Ama önemli olan derginin çıkıp çıkmaması değil. Rüştü Onur’un içindeki o heyecan, o aşk… Gerekirse elindeki şeyleri bile satabileceğini söylüyor Şehir için. Eşten dosttan para alacağını. Ama diyor, “Şehir büyük iddi-alarla çıkmayacak. Benim anladığım manada ‘yeni’nin bayrağı olacaktır. Evet biz, henüz imza yapmış sayılmayız. … Herhangi birimizin imza ya-pan bir sanatkardan olgun eserler veremeyeceğimizi kim iddia edebilir?”

Çok önemli bir şey söylüyor Rüştü Onur. Ya da bana önemli geliyor söylediği şeyler. Bu kadar çok derginin olduğu, hep aynı isimlerin birbi-rini kolladığı bir yerde özellikle anlam kazanıyor söyledikleri. Her dergi kendi mevzisini kazmış ve orada pusuda bekliyor. Başka dergilere bir şeyler fırlatıyor durduğu yerden. Ama sonuç ne? Sonuç koca bir hiç. Herkes otopark değnekçisi. Şu sayısı çıksa da alsak dediğimiz bir dergi yok. Birkaç dergi hariç, imza yapmamış isimlerin pek az görüldüğü yerler dergiler.

Garip.Ahmet Melih Karauğuz

Müebbet Edebiyat dergisi olarak dördüncü sayımızla karşınızdayız. Dördüncü sayımızla birlikte yeni bir yayın dönemine girmiş bulun-

maktayız. Bu yeni dönemde her sayımızda farklı dosya/soruşturmalarla okurumuzun karşısında olmaya çalışacağız.

Her geçen sayıda daha çok genç ve yeni isme yer vermeye çalışı-yoruz. Bu sayımızda da elliye yakın isim var ve çoğunluğu genç isimler-den oluşuyor.

Bu sayımızın dosya konusunu ‘Şarkılar ve Anılar’ olarak belirle-dik. Çünkü her şarkının bir anısı olduğuna inanıyoruz, dinledikçe bize hatırlattığı.

Bu sayımızın şairleri:Yavuz Erdem, Ahmet Avcı, Okan Torun, Bülent Özdaman, Bilal

Çağlar, Tugay Kaban, Kadir Akgün, Hüseyin Soylu, Burak Söbüoğlu, Nurgül Koç, Zeki Altın, Ertuğrul Tiryaki, Sabit Çakmaklı, Ebru Aydoğan, Ali Akçakaya, Nurdan Akın Gürkan

Metin yazarları:Sıddık Yurtsever, Furkan Sait İpek, Ahmet Topbaş, Hatice Aydın,

İsmail Ersöz, Esra İren, Merve Yalçın, Hazar Karib, Caner Almaz, Nacize Oğuz, Hediye Nur Doğru, Kamil Karadeniz, Fatma Kutlu, Aytaş Odacı-lar, Uygar Şimşek, Deniz Çobaner, Talip Yılmaz, Şeyma Subaşı, Hüse-yin Dikmen, Dilek Öksüz, Rahime Kasım

Cenap Şahabettin sadeleştirmesiyle Umut CâhidKitap yazısıyla Ahmet Melih Karauğuz

Dosyamızın yazarları: Mithat Tahsin, Bülent Özdaman, Raşit Keskin, Nigar Nas Kocabaş,

Ahmet Kemal Ünsaçan, Ahmet Karaca, Emre Şensoy, Alihan Kaplan, Fatma Kutlu, Ahmet Melih Karauğuz

Bu sayımıza fotoğraf ve çizimle katkı sağlayanlar:Behnan Balaban, Ali Akçakaya, Şamil Yaşar Taşçı, Bera Nur Tüzen,

Emily Sevin, Bayram Kabadayı

İlk günden beri bizi yalnız bırakmayan siz değerli okurlarımıza ve bu sayıya verdiği destek için Şükran Alan’a teşekkür ederiz...

Page 2: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

2

Bekarlar İçin Pratik Ütü Teknikleri

Yavuz Erdem

Omzumdaki kırışıkGömleğimin ütüsüzlüğüyleAçıklanılabilir bir durum değilKokusu duyumsanılabilir bir evliyanınGeçtiği vaki olmayan bu kuyuda,Bekarlık olsa olsa boynu bükük bir sonuçturİnsan insana değdikçe genişlerBu kuyu bir kişiye dar gelir.Omzumdan esaslı bir bahis açılacaksaDişlerimin keskinliğine Bir şerh düşmek lazım gelirSaçların çözüpSaçların tarayıpSaçların toplayıpAma illa ki saçıylaYanıma uzanan her güzeliSabaha saçsız çıkartan dişlerimdir, bendendirOmzumdaki kırışık, biraz bundandır.Duymaya açlığım sesi güzel kıldıAyaklarımın acemiliğine aldırmayıpYalpalama bir halaya koyuldumKalabalıklaştıkça kıyı, derinleşti kuyuSalındıkça yavaşlayan bir ritimleAğır çekim bir ölüm seramonisine dönüştü hayatDüğün bitmeye yakın çekilmişBir fotoğraf karesi olarakGömüldüm toprağa dikineBilmedim, sesin güzelliği duymaktan evveldirOmzumdaki kırışık, biraz da bundandır.Ölüm zamanın kıyısıdırŞimdi şairin kuyusudurYaşayan bilir, yaşayan bilirTüm sesler kesilip de Sesin sahibi çağırınca kendi sesineYaşamdan korkan yerlerimi ölümle teskin ediyorumÇağrıyı işittim koşmam gerek.Ayakta duruşum henüz bir kıyam değilOmzum hala kırışık, alnım kayıpAlnımı bulmam gerekAlnımı bulmam gerekAlnımı bulmam gerekÇağrıyı işittim koşmam gerek.Es-selam aleyküm ve rahmetullahu aleyk.

Page 3: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

3

Bir Deplasman Maçıdır Kulluk

Ahmet Avcı

(Frederick Chopin Sonat No:2 Op.35 Cenaze Marşı)

—Düşler diskalifiye, aşklar boomerangVe şüphe deltasında saatler vasatken Açılıyordu birden perdeler, caddelerdi en acı dekor.Marş başlıyordu, rimelleri akıyordu ilkin felçli kentlerin…Sonra sevdikçe canlanıyordu kalpler Ve dikey tekrarlanıyordu tozpembe akşamlar.Didaktik kavranmış, kavgaya karışan kapris töreninde, Ritim ve biçim yoksunu sözler, mezarlardan taşıyordu.Bir gülüş için yüreğimizde türeyen engebelerden,Yaşayan ölülerin merhamet etmesi ve uzun uzadıya Dağdağalı dünyayı avuçlarcasına kibirlenenler,Kasvetli senfonilere benzeyen ömürdeHayal kırıklığıydı komplike mutlu olmanın…—Şu hayat değil mi ki?Dönüp dolaşan tilkiler kürkçü dükkânına, İlk ve son kez, gasilhaneye gider insanlar.Değil mi ki yasaları çiğneyen kalpler, Zalimce kavgalar peşinde.Biliyorum, Şelale gibi hızla akıp giden günlerin Mahşerle olan randevusunu hatırlatır yaşam.

Ve ölmeden önce iblisle yapılması beklenen bir deplasman maçıdır kulluk.—Hadi! Durmayın göğe bakalım, İçimizde birikmiş şiirlerdir, uzuvlarımızdan taşan!

Page 4: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

4

Saç Kırıklarında Ölü Geceler Geziniyor

Okan Torun

Takvim yapraklarından kaçıp sesinin yoksunluğunda matemli bir geceye uzanıyor ölü güvercinler İki kaşının arasında “yalnızlık şarkıları” sevişiyor sen görmüyorsun…Şemsiyelerin altına sığınıp, notasız gecelerde rüzgârın alaycı sesini dinliyoruz.Uygarlığımızın son “aşk” savaşını da verip, gecelere yaralı uyanıyoruz .Bir kent ıssızlığı düşüyor gamzeli yanaklarına …Sonra, çocukların gözlerinde büyütüyorsun içi yıkık şiirlerin son uyaklarını…Mumlar kırılıyor ağırlaşan uyku törenlerinin başlangıçlarında Mektuplar dolanıyor sarı odaların boş tenhasızlığındaSen “üstüm” oluyorsun sesimi ısıtıyorsun, bu kentsiz şarkısızlıktaDenizler giyinip usulca göğe çalıyorum can kırıklıklarımı …Haziran düşüyor avuçlarımın yarasızlığına, kirpiklerinden duyuluyor çocukların sesleri…Yitik cümlelerden kaçıp, aklımın “sol” köşesinde dönmeni bekliyorum Vakit bugünlerde ağırlaşmış “ayrılık” müebbetlerini soyunuyor “Saç kırıklıklarında ölü geceler geziniyor.” - Sen bilmiyorsun…Yağmurlarla ince ince dökülüyorsun bahar yorgunluklarına Işıklar kapanıyor, sesler rüzgârın sokaklarında adını fısıldıyor yaban çiçeklerine Ve Sen dönmüyorsun……“Hadi biraz daha rakı doldur ”Bu kez saçlarından öpeceğim …Söz veriyorum.

Page 5: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

5Varamıyoruz

Bilal Çağlar

Çokça acı var hamd-ü senalar olsun.Çokça şiir, çokça dua.Yok, kalbimize dönemiyoruz bir türlü.Yola düşüyoruz en çokEn çok yol en çok şarkı.

Kimi zaman gizlice ağlıyoruz, kabulKimi zaman çığlık kahkahalarAh! Dili olsa da konuşsa kalbim..

Varamıyoruz sonra varılacak yerlere.

Şükür!En ziyade şiirimiz bizim.En ziyade duamız..

Ve son.Susuyoruz,En çok konuşulacak şeylere.

Yitiyoruz, yitiriyoruz.

Kavruk Tenli Kadınlara Şiirler

Bülent Özdaman

Kaç kez dinlemeliyim bu şarkıyı,Dokunmak için kavruk tenli kadınların ellerine?

Baş ucumda kırmızı, turuncu, kahverengi,

İhramlı, uzun, zayıf kadınlar görüyorum…

Ne kadar dolaşmalıyım şehrin çeperlerini,

Ulaşmak için Afrika’nın parlak gecelerine?

Ayak ucumda testiler, çamaşır sepetleri,

Asaletini emdiğim nasırlı kadın elleri görüyorum…

Daha kaç adım yürümem gerek,

Bu sancılı şiirin içinden çıkmam için?

Kanatıyorum parmak uçlarımı ne yapayım,

Görünce kavruk tenli bir kadının kocaman gözlerini…

Page 6: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

6

Kaygının Yankısı

Tugay Kaban

Tan ağarmaları yığılır, kanlı nihayetTanrı katından elbet gül kokulu yemişlerGelir, gözünü aç, ölümün rengini seyretYüzünde yankılar, yüzünde atlas seyirlerTan ağarmaları yığılır, kanlı nihayet

Bulutlar dağıldı ve gök alçaldı sonundaNefes nefese kadınlarda, kalmadı takatDoğurgan bacaklar, dizildi ıslak toprağaKalçalarından ağızlarına soluk lûgâtBulutlar dağıldı ve gök alçaldı sonunda

Meyvaların, çekildi ilikleri yavaştanAh o kokular, sanki aklımda derin kuyuVe düştüm, düşülmez ve çıkılmaz olan taştanDerdimi anlattığım ağaçlar da kuruduMeyvaların, çekildi ilikleri yavaştan

Yetişin, küllerim yandı ve aylar yıllandıİnsan, kalbinde kıyametin izine vardıGam dolu mevsimlerim, iğrenç zevklere battıKim söyler, iki deniz arasında şarkımı?Yetişin, küllerim yandı ve aylar yıllandı

Dudaklarıma kadar kusma gibi nefesim-Dudaklarına kadar kusma gibi nefesinYükseliyor, sanki gergin telleri sesimin-Yükseliyor, sanki gergin telleri sesininDudaklarıma kadar kusma gibi nefesim

21.Yüzyılın Sorunu: Mesafe

Kadir Akgün

Ağaçlar, köprüler, taşlar bükülüyor şimdiBir şehrin bakır tellerine nazire yaparak.Birazdan boğazı yaracağımVe kim bilir kaçıncı firavunu boğacak deniz.

Mesafeler yalan!Bunu yolculuk ispatlıyor.Bu cümle şairi haklı çıkartır.Hasreti inkar ediyorVe meydan okuyorum!Mesafeleri temsil eden her cisimTakılıyor şimdi gecenin perişanlığının peşine.Ve perdesine konuyor bir şehrin kelebek

Tırlar, otobüsler, tüm binek araçlarBir hamam böceği familyası feribotun üstünde.Feribot, Nuh’un gemisi.Feribot markalı Nuh’un gemisi dalgalar üstünde.Ve düşünün, tüm insanlığı sırtlanmış vatoz.

Siz bunu henüz okurkenArtık her şair bir firavun.Yüzyılı fark etmeksizin.

Page 7: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

7

Kaderi evine bıraktımAman Tanrı duymasın çok kızarYolumu kaybettiğimden beriMilli şefiyim camilerinNal sesleri tırmalar mü'minlerin gönlünüFelahı unutmuş 18 yıllık ruhsuzluğuSüngülerin, her vakitki kuruntusuAyağını burkmuş ülkemSekerek yürüyor yarınlaraAma kararmadan kalbimUzaklaşmalı bu kamusal alandanDelilleri karartılası bu ömrünEylemleri dumanaltıNe zaman kendime kurulsam 5 dakika daha diyor nefsimİçi geçti, gençliğinDedem "o şimdi rahmetli"derdi de anlamazdım"Mektep nasıl gidiyor" evladımKızma TanrımVahiylerini hep manşetten okudum

Kaderi Evine Bıraktım

Hüseyin Soylu

Sabah namazına kalkamamış bir günleBir takvim yaprağıyla başlıyor senelerGidecek yeri olmayan bazı mutluluklar İçinde yaşadığı pişmanlığın şeklini alıyorSıvıların genel kanunudur buBir sızı, içimde kural ihlali yapıyor

Daha kuracağım çok cümle varEllerinde cennet taşıyan çocuklar görüyorumKorkuyorum, bir gün soracaklarNeredeydin diyecekler ben ölüyordumKuracak daha çok cümlem varAma korkuyorum bir sabah namazı çıkışındaBizi ortak bilip acılarımızdanMutluluğa dönen pişmanlıklarımı bilipSeni tanıyacaklarBiz kurmadık, vurulu bir düzen buDaha vurulacak çok ismim var…

Vurulu Düzen

Burak Söbüoğlu

Çağ Dışı Sessizlik Çığ Gibi Büyüyor İçimde

Rabia Kasadar

Cellatların insafına bırakılmış benim çağımda söylenecek tüm güzel cümleler.

Cümleler ki, hayatın güzelliğinden bahsetmenin diğer anlamıdır. Benim çağım anlam kargaşalarının yaşandığı bir çağdır. Haykırışların sessiz olduğu, gülümsemelerin yalan olduğu bir çağ.

Konuşmalar sessizdir, ağlamalar sahtekar...Benim çağımda bir saniye tam on iki saat

sürer. Kelimeler anlam ifade etmez. Sükutlar yarım, boyunlar bükük, alınlar ak değildir bu çağda.

Benim çağımda kaybetmenin güzelliği dile getirilmez, inanışlar boştur, adanışlar hikayedir, umutlar yerini acıya terk eylemiştir.

Kaybetmenin güzelliğini kaybetmemiş bir çağ arıyorum ey kardeşlerim, fazla mı geç kaldım?.. Kaybetmek güzeldir, ne güzeldir kaybetmek..

Page 8: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

8

İhtilaflı

Nurgül Koç

her istediğimizin olmayacağınıanlayacak kadar büyümüştüksalıncaklar tartmıyordu artık bizive kimse tahammül edemiyordu ağlamalarımızatabağımızda artan yemeğekızacak kimsemiz kalmamıştışimdi hatırıma düştüöğle aralarında yemeğe geldiğimilkokul günlerimyalnız uyuyacak kadar büyümüştükve ninni söyleyecek bir omuz yoktuşimdi kalbimizmisak-ı milli sınırları gibiihtilaflı vekim tutsa elinde kalacak gibi

Sana Rağmen ve Sana Dair

Zeki Altın

yeniliyorum sana rağmen ve sana dair her güniçimde solan bir karanfil çiçeği gibi ömrümsudan ve havadan arta kalanlar ancakyeter mi ki karanfil dışında beni yaşatmaya

az değil, kuşların ömrü kadaryahut bir arının bal yapışı kadar da olabiliryaşamak işte sana rağmen ve sana dairher gün yahut bir gün dahi olabilir

Uç Uca Ölmek/ (K)öksüz Ağaç

Ertuğrul Tiryaki

Dans ederek ölürbütün yapraklar

belli ki cennettenbir müjdeleri var

(K)öksüz Ağaç

Bir düşüntamamı sana ait olan

soğuk bir düşün ardındantoprağa tohum niyetinedondurma külâhlarınıgömen bir çocuğun

umutları kadar parlaktıumutlarım

Page 9: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

9

Nota Kulağa Düştü

Sabit Çakmaklı

Yeşilin suya düştüğü yerler de vardır,Mavinin de yeşilin de sevdasıdır çünkü suAmansızca yarışırlar suyun gönlüne düşmek içinKuralları yok,İkisi de özgürdür çünküve ikisi de bilirler, özgürlükleri suya kadardır

Ya hatıralar,Onlar özgürler mi renkler kadar?Bir kapı kolunun minnetine kalmışManzaranın güzeline saklanmışAğacın gölgesinde yeşermişKorkmuş,İstenmemiş,Ya da çok özlenmiştir hatıralarBazen bir şarkının notasına oturmuş bekler özleyeniniHer bitişte özler,Her başlangıçta özler,Odanın en kuytusuna kadar gider amaÖzlemin kıyısı bile yasaktır ona

Ya notalar,Notalar kaldırabilirler mi anıları?Sözcükler ve şiirler kadar güçlü müdür şarkılar?Hecenin arasından el sallayan umudu kucaklayabilirler mi “Do’lar” ?Ya da acıtmadan sarabilir mi yaraları “Fa” ?

Notalar,Acıtmazlar ama sadece acırlar,Bir özlemin büyüsünü taşırlar kulaklaraYalnızca yalnız olduğunu hatırlarsınBazen “Benzemez kimse sana”dır benzersiz olanBazense “Karadır kaşları”dır içini karartanÖzletir ama dindirmezAhenginden tutarsın,bırakırAma sen bırakamassın;Çünkü anılar,MekandırZamandırO küçücük nota,Dünyadır sana bir an için de olsa Ve biz görmesekte Notalar da ağlarlar

Bayram

Ebru Aydoğan

- Elimde bir kömür, önümde teksir kâğıdı, Çok bilindik bir sokaktan geçiyorum.-

Dünyam avucunda küçücük, Dünyam güneşine pervane, Başka başka memleketlerin hakkı var üstümüzde,Çayır çimen bilmem ben.Yağmur kaşıktan boşanır bizim buralarda.Kâfiye kıtlığım belki bundandır. Ayıramıyorsam gece ile gündüzü, Ve hep bir şeyler kurak kalıyorsa bağışla.Hâlis duygular yeşerttim güzin coğrafyanda.Hakikâtli sağanakmış seninkisi.Yağmur yağar da ıslatmaz mı?Rüzgar eser de üşütmez mi?Sen nerenin bereketi, Hangi bahtsızın kıtlığısın. Kaç zümrüdün yeşili, kaç yakutun ateşisin?Zihnime barınak kurmuş, geceye bir mum olmuşsun. Ben ki Her şiire adını paylaştırdım,Kimse bilmesin diye muhafız yerleştirdim.Yetim iken bey ettim gözlerini. Silkeledim dünyayı, katlayıp cebime koydum. Liberaller bile masum çocuk gözümde.Sen gönlüme düştüğünden beri, Kimin umurunda ki yerçekimi? Ben ki Yedi cihana haber saldım, Turnalara söyledim adını, Ummana ezberlettim. Çocukların dilinde tekerleme, Irgatın elinde ekmeksin artık, Solunmamış nefessin rüzgârın koynunda,Öyle hayati, öyle lazım.Susmuyor, Susturamıyorum içimin sarhoş bülbülünü.Ve biliyorum, Zor geliyorsa diline mahkûm iki kelimeyi söylemek, En geveze gönül sende demektir. Yine de, Sen gönlümün şenlik tellallığı ettiğine bakma, Bunlar hiç gelmeyecek bir bayramın arifesi.

- Hakkını vermek lazım gelecekse bu şiirin, Nasibi bir kibrit çöpünden olsun.

Bilirim, Yanmadan alevi anlatmak zordur.

Ve söylerim, Saçlarıyla sarmaşık bir türkü akmıyorsa dilinden,

Okuyana, bana ve şiire geçmiş olsun. -

Page 10: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

10

Seninle Bir Algida Dondurma Yiyemedik Sevdiğim

Ali Akçakaya

Legalleşmek ontolojik bir kavramAncak yetişiyorum hızına geçmişinİçimde puslu ormanlarAklımdan hazır yemekler geçiyorYıkılıyorum tanıdık yanlarımdanÇıbanlar patlıyor suratımdaSer veriyor sel olamıyorum

Bor’un kısaltması kadar hayatCesaret en değerli maden Üç tarafım kerizlerle çevriliHaylaz kış ağaçları dikiyorum bahçemeİçim güdülüyorKavalye ile şövalye arasında bir yerdeyimBir elimde gül diğerinde tüfekAşama kaydediyorum plaklara

Plaklar; plaka olamamış buruk şeyler

Dikiyorum dilimi, al işte bu da olduTerfi ediyor dudaklarımOrtaya atılmış sus paylarını heykel niyetine tıraşlayıpÖnüme gelen her şeyin cebine öpücük koyduracağım

Ders kitaplarından başlıyorum ölmeye

Cumartesiler Uyumuyor Hiç

Nurdan Akın Gürkan

Bu uykulu gök, sallanan yaprak, dalgın denizin arasındaHuzur bulutların yatağındaYolların da bir sonu var, caddeleri bitimsiz olsa da Ruhum belirsiz acılar içindeyken Ne İzmir’de ne de İstanbul’da Cumartesiler uyumuyor hiç annelerin koynundaNice kayıplar nice ağıtlar nice özlemlerEskiyor her geçen saniyede gözlerin karasındaRuhum belirsiz acılar içindeykenNe İzmir’de ne İstanbul’daCumartesiler uyumuyor hiç annelerin koynundaNedir yerine konacak olanBu kayıpların, yürek yakan özlemlerinNe koyabilirsin bir annenin Koynuna, uyutmak için acısınıHangi yaşam hangi ölümAçar gökyüzüne kollarınıRuhum tarifsiz acılar içindeykenCumartesiler uyumuyor hiçAnnelerin koynunda.

Page 11: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

11

Putperest Leylaları Keşif İçin El Rehberi

Sıddık Yurtsever

‘’Su ver Leyla’m yanıyorum. ‘’İbrahim Tatlıses

Azer Bülbül türküleri gibi savrulmuş bulunuyor-dum. İçinden geçtiğim dünya şerit ihlali hallerimi fişleyip yedi düvele haber salıyordu. Bitkindim. Kafamı iki elimin arasına alıp düşünmeye çalışı-yordum. En iyi yaptığım iş buydu çünkü. Bir çö-zümün bulunmasının hiçbir önemi olmuyordu ben düşünürken, düşerken. Tek başıma yaşadığım için kimseye izah etmiyordum, kendimi. İzahsızdım. Sa-atlerce düşünür bir anda vazgeçerdim düşündükle-rimden. En iyi yaptığım işe bu kadar kafa yormam nazara sebep olabilirdi çünkü. Hem düşündüğüm tek şey vardı zaten. Dolayısıyla tekrara düşmek anlatım bozukluklarına sebep oluyordu. Neyse.

Leyla. Otuz küsür yıllık hayatımın ızdırabı. Kaktüs çiçeğim. Ayşen Grudam. Ne yaptıysam yapmamış sayıldım onun için. Uzaktan akraba, asil matmazel, yerli burjuva; Leyla. Onunla hemhal

olalı kaç sene olduğunu hatırlamam gerekiyor ama bunu bir türlü hatırlayamıyorum. Belki de çektiğim çilenin dünyada bir karşılığı olmadığından. Belki de bedenim bu boşluğu dolduramıyordur. Belki de…

Kasabamıza ilk taşındıkları günü hatırlıyorum Leyla’nın. On üç yaşında her zerresiyle isyana meyleden bir oğlan… Kâkülü tüm dünyaya barış mesajları veren bir kız… Siyah çerçeveli gözlükler, kahverengi ceylan gözleri, bellere kadar dökülen saçlar, mavi bir fular, elma yanaklar…

İlk konuşmamızda kadın ruhundan anlayan bir halet-i ruhiyemin olduğunu sezdirmek için elimden geleni yapıyorum:

- Merhaba Leyla eyelinerin kaynak mı?- ….- Rimelinin rengi de tırnaklarına çok yakışmış.- ….- Ojenin de alnına renk getirdiğini söyleme-

den geçemeyeceğim.- …Hiçbir şey söylemiyor. Yüzünde, yeni bir icada

kalkışıp muzaffer olamayan bir bilim adamı asabi-yeti var. O günden sonra uzun bir müddet görmü-yorum onu. Belki kendimden hiç bahsetmediğim için alınmış olabilir diye düşünüyorum. Kendimle, bir sonraki görüşmemizde kendimden bahsede-ceğimi söyleyerek sözleşiyorum. Geliyor. İçimde; deli toynaklı atlar, harbe hazırlanan süvarileri teskin etmeye çalışıyor. Kalbim bağımsızlığı ilan etmek üzere:

- Merhaba Leyla.- Merhaba.O merhaba deyince kelimeler disiplinize edil-

miş bir alay gibi kalıyor içimde. Nereden başlaya-

fotoğraf: behnan balaban

Page 12: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

12

cağımı bildiğim halde panikliyorum. Bir gayretle diyafram nefesi alarak başlıyorum anlatmaya:

- Bir mobilyacının yanında kalfayım. Aslında kendimi usta gibi hissediyorum ama ustam ölme-den onun yerine geçemem. Çeşitli denemeler yap-tım lakin ustam bu dünyayı çok seviyor ve ayrılmak istemiyor. Mengeneyi bir alışı var görmen lazım Leyla. Şarjlı matkapla vidaları suntalara bir atışı var anlatamam. Demem o ki zor işler. Toz, toprak. Ustanın küfürleri. Ama mecburum.

- Anlıyorum.İnsan ferrariden düşmüş gibi hissediyor kendi-

ni. İçimi döküyorum Leyla’ya ama o sadece anlıyor. Ben yakın olmak istedikçe kalbime mıhları vurup ziyan ediyor beni. Adımı ağzına almıyor. Bir vebalı gibi uzak duruyor benden. Ben sana vebalıyım Ley-la, ben bu haldeyken nasıl ödersin bu vebali?

Dünya yıllık hareketlerine devam ederken, monotonluk içinde sıkılırken ay, çobanlar kavalıy-la pop şarkılarına eşlik ederken, yine düşünmeye başlıyorum. Düşüp düşüp kalkıyorum yerimden. Dükkâna ne vakit gitsem şizofren gömleklerini üzerime olduruyorum. Ustam bazen dayanamayıp basıyor kalayı:

- Ulan eşşoğlu ne bu hal. Az daha kolunu kaptıracaktın makineye. İt herif…

- Usta sana da oldu mu bilmiyorum ama adımı hatırlayamıyorum bazen. Kimliksiz ceset torbalarında geziniyor adım. Coğrafyanın küf kokan ayazları sanki halaya kaldırıyor beni. Ama benim mendilim yok. Düşünebiliyor musun usta? Benim mendilim yok.

- Kaybol lan gözüm görmesin seni.Şehre iniyorum. Uhu çeken sübyanlar para isti-

yorlar benden. Mendillerinin olup olmadığını soru-yorum. Olumsuz bir cevap alınca derhal ayrılıyorum yanlarından. Eve doğru giderken mezarlığa uğra-sam mı acaba diyorum. Bir anlık tereddütten sonra geçmişlerimi yâd etmek için giriyorum kapıdan içeri. Ben pek dua falan bilmem. Şimdi düşündüm de hiç bilmiyormuşum. Zaten burada pek tanıdık da yok. Ama olsun en azından birkaçının isimlerini okuyayım yüzlerine. Yoklama çeker gibi bir hale bürünüp derhal vazgeçiyorum bu halden. Edepsiz-lik etmek olmaz. Benim dedem hacıdır. Kendisi bir şeyhten el almış. Hatta bazen cumaya falan gittiği söyleniyor. Bana da öğretmişti bir şeyler.

Mezarlıktan ayrılıyorum. Mahalleye yaklaşır-ken Sarı Vedat karşıma çıkıyor. Oğlanı birkaç aydır görmediğim için hal hatır soruyorum. Meğer bizim Sarı, yeraltı dünyasında nam yapmış bir adama sevdirmiş kendini. Oradan bir yol açmış adam

buna. Bu da yürüyormuş birkaç aydır. Daha gi-decek çok yolu varmış. Ne yolu olduğunu çok iyi bilsem de ses çıkarmıyorum Vedat’a. ‘’Rastgele’’ diyorum devam ediyorum yoluma.

Mahalleye girerken Leyla’yı görme arzusuyla yanıp tutuşan ruhumu teskin etmeye çalışıyorum. Kötü enerjiyi def edip manifaturacı gevezeliğiyle kendimle konuşmaya devam ediyorum. Karşıdan tüm dünyayla ateşkes ilan edip ateşkesi bozmak için bir bahaneye baktığını hal ve hareketleriyle belli eden Leyla geliyor. Allah’ım bana neden böyle olu-yor. Sanki bedenimi asfalta eritip üzerinden silindir-le geçmişler. Yaklaşıyor. Allah’ım yardım et.

Fakat olmuyor. Ne yapsam da konuşamı-yorum Leyla’yla. Tüm kelimeler boğazıma düğüm-lenmiş fakat çözülmüyor. Tam yanımdan geçerken tebessüm buyuruyor. Tebüssüm, bendeki dağıl-mışlıkla birleşince saçma sapan bir yüz ifadesini yapıştırıyorum yüzüme. Öylece evin yolunu tutu-yorum. Ne bitmez bir yolmuş. Kaldırım taşlarının sıcaklığı yüzüme çarpıyor. Nefes nefese giriyorum kapıdan içeri. Dilim dışarıya sarkmış durumda. Artistlik bir hareketle dilimi yerine olduruyorum. Kendimi divana zor atıyorum.

Böyle ne kadar zaman geçmiş olabilir? Zaman geçtiyse gecikmiş sayılır mıyım? Felsefeden hazzetmem zaten evli değilim hepinizin malumu. Kapı çalıyor. Pencerenin kapıya bakan tarafına eğiliyorum. O da ne? Leyla mı o. Rüya mı görü-yorum Allah’ım? Hemen test etmek için kafamı arka arkaya cama gömüyorum. Cam paramparça oluyor. Kanımın rengini hiç beğenmedim. Bir ara doktoruma görünmeliyim. Fakat benim doktorum yok. Sağlık olsun.

Kapıyı açmakla açmamak arasında tereddüt ederken bir anlık sarsılma yaşıyorum. Ardından tek-meler, tokatlar, hiç duymadığım ayıp sözler geliyor. Ustam bu. Ne zaman girmiş içeri. Dışarıya bakı-yorum Leyla. İçerde ustam. İçi dışa aktarsam her şey hallolacak. Ferahlayacağım. Son bir hamleyle ustam kafama çekici yapıştırıyor:

- Ne yapıyorsun lan sandalyenin üstünde kaç saattir? Sayıklamaya mı başladın. Leyla kim oğlum. Bir aydır dükkanda yatıp kalkıyorsun zaten. İnsan gördüğün mü var. Tek gördüğün benim.

- Usta kapıyı açmam lazım.- …….. …… …… …… Ustam bağırmaya başlıyor. Elindeki matkapla

kovalamaya başlıyor beni. Ustam önde ben arka-da? Fakat tam tersi olması gerekiyor.

‘’Bekle Leyla açıyorum kapıyı.’’

Page 13: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

13

Vakkas Okuna Uğrayasıca1 Bilim Adamları

Furkan Said İpek

Sırtını verdiği İlçe Milli Eğitim’den bozma Öğretmenevi binasının duvarından aldığı destek-le doğruldu ve akıp giden kalabalığa kitaplarının sahifelerinin arasından sızan yağmura aldırmaksı-zın, karşıdaki tepeyi yıkmak kastıyla bir iç geçirdi.sonra her sabah yaptığı üzere koynunda dürülmüş bulunan sarı yeşil renkteki, üzerine üstü açık bir spor araba süren sevimli bir çocuğun resmedildiği battaniyesini çıkarıp yere serdi. Bağdaş kurmasıyla her santimetrekaresine yama üstüne yama yapıl-mış entarisinin dizlerinin patlıcan çiçeği gibi ortaya çıkması ve yağmurun kesilmesi bir oldu. Ardından ilk derse geç kaldığı için yarım gün yok yazılacak olmasının verdiği umarsızlıkla isteksiz adımlarını okuluna yöneltmiş delikanlıyı durdurdu ve eline birkaç Bizans altını tutuşturup ilerideki gazete bayi - köy yumurtası distribütörü karması bakkaldan bir simit almasını işaretle rica etti. O simidin yanında çay istemezdi çünkü ice tea denilen zımbırtıyla tanıştığı günden beri simit-çay kombinasyonunu protesto ediyordu. Çayı soğuk içmek çayın doğası-na hakaretti ona göre. Bir yandan simidini yemeye diğer yandan da Mısır’daki antik bir kütüphaneden kotarılmış bir alternatif tıp kitabını andıran kitabını okumaya koyuldu. Her bir sayfaya başlamadan simitten bir ısırık alıyor ve aklıyla okuduklarını,mi-desiyle yediklerini sindiriyor, aynı zamanda sayfa-nın sonuna yaklaştığında serçe parmağını yalayıp kitabın üzerindeki susamları toparlayarak vücut fonksiyonlarını etkin bir biçimde kullanabilme ens-tantanesi sergiliyordu...

O kimine göre bu şehrin saygın delisi, kimine göre yaşayan son gerçek filozof, kimine göre uzay-daki şer güçler tarafından gönderilmiş bir araştırma sondası, kimine göre de Jumanji filminden fırlamış bir figürandı. Yani onun ne olduğuna karar ver-mek belki de yeni bir Paris Barış Konferansı’nın

* ’Vakkas okuna uğrayasıca’: Konyanın yerli-lerinin kullandığı bir deyiştir. Peygamber(as.) döne-mindeki Sa’d b. Ebi Vakkas(r.a) isimli sahabenin iyi ok atmasına atıfta bulunularak türemiştir. Birisini öfkeyle anarken kullanılır

toplanmasını gerektirebilirdi ancak o çağın süper devletleri sömürü yarışından kafasını kaldırama-yacak durumda olduğundan bu konuyu müzakere edememişlerdi. Fakat şu mâlumdur ki, kimse onun konuştuğunu görmemiştir ve her sabah Öğretme-nevi’nin önündeki otobüs durağına ilk gelen kişi, onu ayakta, sırtını taş duvara vermiş ve başını önü-ne eğmiş haldeki konforlu uykusundan uyandırır ve o da gününe ağır sancılı bel ve boyun ağrılarıyla başlardı...

O aslında diğerleri gibi sıradandı bir zaman-lar. Başarılı bir iş adamıydı. Şirketlerin anlaşmaya vardığı ancak sadece imzaların atılmasının kaldığı dev ortaklığı başlatmak üzere uçakla yurt dışına seyahat etmekteydi. Uçağı amansız bir fırtınaya ya-kalandı ve okyanusa çakıldı. O ise uçaktan pinpon topu bile alamadan yüzerek, Robinson Crusoe’nun bile düşmekten çekineceği bir adaya ulaştı. Adada günlerce ananas kabuğu kemirmekten ve deniz suyu içmekten dili pörşümüş bir haldeyken bayıldı.Uyandığında ise kendisini Keops Piramiti’nin inşa-sında çalışan bir işçi olarak buldu. Garipti gerçek-ten. Keops da nereden çıkmıştı ki? İnanması zor ama adadaki sönmüş yanardağın altında laboratu-ardaki bilim adamlarının rölativistik deneyine kobay olmak itmişti onu bu esrarengiz yolculuğa. Tarihin farklı çağlarında farklı karakterler halinde yolculuk ediyordu.

Şu an yaşadığı zaman ise Maya Takvimi’ne göre kıyametin üzerinden epey bir zamanın geçtiği zamanlara rastgelen bir zamandı. Yolculuğundaki son durağı ise, bu öğretmenevi’nin önünde otobüs durağı bulunan, pek de globalleşememiş, geze-genine oranla teknolojide biraz geri kalmış, halen Almanların II. Dünya Savaşı’nda ıskartaya çıkardığı demir yığınlarının ve Çin’deki şölenlerde içine 10-15 kişinin girip hareket ettirdiği ejderhalara benze-yen otobüslerin ulaşım aracı olarak kullanıldığı bir şehirdi.

O, yolculuğun bu aşamasının en zor aşama ol-duğunu düşünüyordu. Çünkü öyle bir zamana ulaş-mıştı ki, bu çağda insanlar gölgeleriyle tanımlanı-yor, hepsi bütünüyle kendi evrenine bürünüyor, çok da eski olmayan zamanlardaki erdemler artık çok eski sayılıyor, herkes ışığa ulaşmak için çabalamak yerine gölgenin zifiri karanlığıyla yetinebiliyordu... ve insanlar logaritmik bir hızla öldürülebiliyordu.

Çocuklar...Kadınlar...Yaşlılar...İşte o ulaştığı bu çağın yadsınmış karanlığına

inat... Susuyordu.

Page 14: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

14

Mülayim Dede Öldü

Ahmet Topbaş

İnsan Alak’tan yaratıldı.. Alakadan... Yani sevgiden...

Devasa çınar ağacının dalları arasından ayın ilk ışıkları düşmeye, gökten basamak basamak ine-rek önce masamızı sonra ruhumuzu aydınlatmaya başladığında henüz Mülayim dedenin öldüğünü bilmiyorduk.

Mülayim dede ölmüştü.Haberi getiren terzi yamağı hararetle konu-

şuyor arada bir kekeliyordu. Uzun uzun çocuğa baktık. Bir şey dememizi bekliyordu. Diyemedik. Çocuk dönüp gitti sonra.

Ellerimi dizlerimin arasına aldım, büzüldüm. Başım yaprakların hışırtısından taraftaydı, çevirdim. Başımı çevirince saksıdaki nanenin kokusu burnu-ma geldi.

Mülayim dede naneyi çok severdi. Pek arsız olur bunlar, domates kasasına bir tane ekersin, çoğalıp gider, derdi. Dükkanın cama yakın yerinde sıra sıra dururdu kasımpatılar, menekşeler, sakızlar, tomurcuklu fesleğenler... Onları özenle büyütürdü. Arada bir ellerini çiçekleri üzerinde gezdirir burnuna götürürdü.

Uzun saatler boyunca ağır kokular soluyan burnu nanenin, fesleğenin o aromasını hissedince kendinden geçerdi. Sırayla bize de koklatır sonra da masanın altından çektiği iskemleleri işaret eder-di. Biz de kan ter içinde, alnımızdan damlayan ter damlacıklarını kolumuzla silerek otururduk. Bilirdik ki bu oturuş, alemler arasındaki perdenin yırtılması-na sebep olurdu.

Heyecandan ve koşturmadan dolayı güp güp atan yüreklerimiz sükut bulurken biz de hep bir ağızdan Mülayim dedenin hacı misi kokan dudak-larından dökülecek sözleri beklerdik.

Gözlerini iki yandan sündürür gibi kısar, küçük bir şeye bakar gibi küçültürdü. Bizi görünce yüzü-ne gelen gamzelerin bir gün bizde de oluşacağını düşlerdik. Gamzeler, en sevimli cilt kusuruydu ona göre.

***Salkım söğüdün altındayız. Vakit epey geç

olmuş. Hafif bir esinti teravihten çıkan cemaati cennetle müjdeliyor. Ruhlarımız yaprakların zikriyle irşad oluyor. Sakinlik, huzur, nargilenin buğulu ko-

kusu... çay şekerinin muhabbetle eriyen nağmesi... şıngırtısı...

Herkes çayını saat yönünde karıştırırdı. Müla-yim dede, yaşasaydı, tavaf yönünde karıştırırdı.

Yüzünde mütebessim bir ışık. Bizi dükkanın penceresinden görür tatlı tatlı bakardı.

Koltukaltımıza sıkıştırdığımız kaleci eldiveni, futbol topu ile ince işlemeli, çift tokmaklı kapıdan girerdik. Bu kapı iki yandan açılırdı.

Kapının girişindeki çatının saçakları vardı. Hafif gölge bir alan oluştururdu. Saçakların ortasında belli aralıklarla kandiller bulunurdu.

O yaşlarda bu kapıdan girmek bizi büyülerdi. Kitaplarda, menkıbelerde anlatılan hanlardan birine girer gibi hissederdik kendimizi. Bu dükkanlar tarihten kopup gelmiş bir çarşının hatırasıydı. Onun sokaklarında kaybolmaya çalışmak, ne tarafa gi-dersek gidelim bütün yolların cami avlusuna çıkıyor olması güzeldi. Mülayim dedenin arada bir gittiği, bizi de götürdüğü sahhaf, çarşının en ilgi çekici yeriydi.

Birbirinden ilginç kitapların, sıra sıra yükselen rafların arasında oldukça keyifli saatler geçirirdik. Mülayim dede, dükkan sahibi İsmail dede ile konu-şurken biz de raflar arasında gezinirdik. Gülmekten ve koridorları arasından “ce’ee” yapmaktan, birbi-rimizi korkutmaya çalışmaktan kitapları incelemeye fırsat bulamazdık. Çocuktuk. Bizi şaşırtan kitaplarla karşılaşınca kitabın başına civcivler gibi üşüşürdük. Sonra o kitabı koyar bir başkasını incelerdik. Müla-yim dede de bizi izlerdi.

Arada bir böyle gezintiler yapmasını, dostlarını ziyaret etmesine yorardık. Çok sonra öğrendik ki kitap ile, kütüphane ile karşılaşan, rafların tozunu soluyan çocukların hayatında kitap her daim ken-dini gösteriyordu. Mülayim dede bize kitabı sevdir-mek istiyordu.

Sahhafta çoğu zamanımızı raflar arasında geçi-rirdik. Sonu gelmeyecekmiş gibi yükselen kitapların dünyası, çarşının içinde akan zamandan bağımsız olarak işleyen bir zamana sahipti.

Kırlarda koşuşturan Avrupalı çocukların anla-tıldığı hikayeler görüyordum. Ellerinde mutlaka bir defter olurdu. Ya resim çizerlerdi ya şiir yazarlardı. Kimisi doğa olaylarına meraklıydı, kimisi çiçeklere böceklere.

Bazılarının köle gibi çalıştırıldığını sonra yetişip büyüdüğünde zengin olduğunu yazıyor hikayeler.

Merak işte. Sokakta gördüğüm çocukların da böyle merakları var mıydı? Bu çarşının, bu sokak-ların bizdeki hikayesi neydi? Bilmiyordum ve hep merak ediyordum. Mülayim dedeye sorular sor-mak, o, elindeki kitabı aralayıp bana gözlüğünün üstünden baktığında gülümsediğini görmek, soru-larımızın devamını tetikliyordu.

Halen raflarda gezen, kitap inceleyen arkadaş-larımı da çağırırdı yanımıza. Sorumu bir de onlara sorardı. Ve bize o soruyu cevaplatmaya çalışırdı.

Page 15: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

15

Bu, bizim bir ritüelimizdi. Soru sormak cevabından önemliydi. Soru sormak Mülayim dededen hikaye-lerimizi dinlememizi sağlıyordu.

Gerek sahhafın rafları arasında gerek Mülayim dedenin dükkanında o, elindeki boncukları bir ipe dizerken sorularımızla yanına koştururduk.

Bir salkımdaki üzümler gibi dizilir otururduk ma-sasında. Bize eski alemlerden bahsederdi. Kadim dönemin hikayelerinden. Şiirden bahsederdi, biz susardık.

Geleceği inşa eden bir ihtiyar düşünün. Çocuk-ların büyülü dünyasına giren ve onları hazırlayan bir ihtiyar... Cami avlusunda, bir söğüdün gölgesinde, dükkanın avluya bakan herhangi bir köşesinde otururdu. Yanında duran kadim dostlarıyla sohbet ederdi. Birbirinin aynısı dükkanların, aynı renk, aynı desen mimarisinin verdiği tekdüzelik; sadece so-kaklarından tanıyabileceğiniz bir benzerlik. Cumba tipli dükkanların ikinci katından izlenen, ortasında havuzu olan cami avlusu...

Biz avluda koşturup oynardık. Soluklanmak için dervişlerin, ilim aşıklarının, peygamberlerin gölge-lendiği kümbete yönelir, gölgesinde dinlenirdik...

Mülayim dede etrafındaki insanları bir yolculu-ğa çıkarırdı. Bir elinde bastonu, bir elinde elimiz... Bazen bir tekkede konaklar, bir dervişin sofrasına misafir olurduk. Bize hikmetli düşünmeyi, ikram etmeyi öğretirdi.

Anlardık ki bağdaş kurmak tevazudandı.Anlardık ki meyve tabağından alınan bu lezzet,

onu ağır ağır tüketmek, biz çocukları mutlu edi-yordu; erdemle, şükürle yenilen yemek bize insan olmayı öğretiyordu. İçimizi dolduran haz, meyveden de tatlıydı. Çünkü bu lezzet, muhabbetin tadıydı. İnsan bir dervişin sofrasında olduğunu ancak o sof-ranın bereketini hissederek tükettiğinde anlarmış...

Mülayim dede öldü.Cenazesini dün kaldırdık.”Yasin okunan, tütsü

tüten çarşılardan geçerek” cenazenin bulunduğu camiye ve bir zamanlar dükkanın bulunduğu çarşı-ya geldik. Çocukluğumuzda omuz omuza olduğu-muz arkadaşlarımızla yine saf saf durduk. İnsan bir dönemi bazen bir sözle kapatır bazen bir diploma ile. Ya arkadaşlık? İnsana muhabbet beslemek ge-rekli evladım derdi Mülayim dede.

“Bu bahçe senindir evladım. Onu bir döşek

gibi altına seren Rabbini düşün. Göğe bak, toprağı selamla. Ufukta beliren bulutlar sana gülümsesin. Nefesin, bakışın, duruşun ile oku kainatı evladım” derdi. Gülümserdim. Sonra da “Sen okuma bilmez-sin, bilirim” derdi. Ben, çimlerin üstünde yatıyor-dum. Ellerim başımın altındaydı. Göğü izliyordum. Bulutları, maviliği, kuşların zikrini hissede hissede...

O ise bastonuna iki eliyle sarılmış bir halde san-dalyesindeydi. Dükkanın avluya bakan köşesinde, eşikteydi. Mülayim dede hep eşikte dururdu zaten. Yüzünde çocukça bir gülümseme. Gülünce ortaya çıkan gamzesi.

“Sana okumayı öğreteyim” dedi. Yine gülümse-dim. O zamanlar okumanın dilimize gelen kelimeler-le olduğunu sanırdım.

Kainatı okumak; bir ağacı, onun suyu bir be-bek gibi emişini, yaprakların rüzgarla dostluğunu, toprağın bir yüreği olduğunu, suyun en temiz çocuk olduğunu, ellerimize bulaşan çamurun bizi okşa-yan toprağın elleri olduğunu çok sonra öğrendim. İnsanın kalbine ekilen sevginin bizim mihenk taşımız olduğunu Mülayim dede ölünce öğrendim.

Mülayim dede yine aynı renkteydi. Yeşilin ve beyazın içinde. Yine aynı avluda, aynı camideydi.

Tekbir ve helallik arasında bir duruşu vardı...Yaratılışa sığınan insanın kıyam duruşu...İmamın kıyam-et çağrısı... kıyama duruşu...Demek ki esaslı bir duruş gerekliydi tekbir ve

helallik arasında...Varlığa ve zamana...Yaratılana ve insana...Ve yaşama...

***Mülayim dededen yadigar bir baston kalma-

dı geriye. Ardında bıraktığı hayat arkadaşı Hacer nenenin sessiz ağlayışını, tülbentine sildiği gözyaş-larının nemini, tabutun ardından sessizce bakışını, daha şimdiden özleyişini de bıraktı.

Bir yağmur selamlamalı salkım söğüdü, çınarı, meyve ağaçlarını. Kırlangıçlar, serçeler, güvercinler yine aynı dallara konmalı yine aynı şarkıyı mırıl-danmalı bize. Yine aynı çimlere uzanıp koklamalı, ellerimi serin toprakta gezdirmeliyim.

Ve Mülayim dede bana yine okumayı öğretme-li...

Page 16: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

16

Utangaç

İsmail Ersöz

Derin bir nefes aldı. Aldığı bu nefes heyecanını bastırmaya yetmedi ve bir derin nefes daha aldı. Salonunu dolduran yaklaşık seksen kişiye iyi ak-şamlar dileyerek konuşmasına başladı. Dört yıldır geldiği bu edebiyat kulübünde ilk defa bir şeyler anlatacaktı. Edip Cansever’i anlatacaktı.

“Aynı kadına âşık üç adam: Cemal Süreya, Turgut Uyar ve Edip Cansever. Üç büyük şair tarafından sevilen bir kadın: Tomris Uyar.” diyerek başladı Edip Cansever’i anlatmaya. “Cemal Süreya bir dönem de olsa sevdiği kadına kavuşabilmiş, ona aşkını söylemişti. Sevdiğine kavuşan her insan gibi şanslıydı Cemal Süreya. Turgut Uyar ise Cemal Süreya’dan daha şanslıydı; Tomris’le evlenebilmişti. Edip Cansever ise; o sadece baktı. Sevdiğini hiçbir zaman söyleyememişti. Sevdiğini açık açık söyle-yemeyen bu utangaç adam, şiir yazarak anlatmaya çalışmıştı hep derdini. Durmadan yazdı, anlata-bilmek için. Durmadan yazdı, konuşamadığı için. Durmadan yazdı, utangaç yüreğine bir damla umut verebilmek için. Kavuşamadan öldü. Zaten büyük sevdaların yazgısında unutulmuştur kavuşmak. Cemal Süreya son görevini yaptığında şair töresin-ce Edip Cansever’i şu dizelerle anlatacaktı: “Her

şeyin fazlası zararlıdır ya/Fazla şiirden öldü Edip Cansever.”Cemal Süreya esasında biliyordu Edip Cansever’in Tomris’e aşkını ve ölümünün nedenini saklıyordu bir şiirin ardına. Fazla şiirin nedeni aş-kıydı utangaç şairin.” Tam buraya kadar konuşma çok güzel gidiyor, salona hâkim bir şekilde konuşu-yordu. Utangaç şair dediği anda arka koltuklardan biri kalktı ve bağırdı: “ Edip Cansever de bizden-dir”. Tüm salon bir anda arka tarafta bağıran bu adama baktı. Bağıran kişi İbrahim adında birkaç yıldır edebiyat kulübüne gelen, hep arka sıralar-da oturan, sohbetlerde genelde susan taraf olan, konuştuğunda çekinerek konuşup, kafası önde yürüyen kırklı yaşlarda bir dinleyiciydi. Salonda bulunanların çoğu İbrahim’in sesini ilk defa duy-muştu. Yasin konuşmasına devam edebilmek için bir şeyler demesi gerektiğini hissetti. Durdu ve o da aynı cümleyi tekrarladı: “Edip Cansever de bizden-dir.” Konuşmasını bu beklenmedik aranın ardından birazcık motivasyonu düşse de güzel bir şekilde devam ettirdi. Konuşmasını bitirdiğinde dinleyiciler tebrik için yanına geliyordu. Gelenlerden biri de konuşma sırasında bağıran İbrahim’di. Göz teması kurmadan “teşekkür ederim” dedi ve yerden başını kaldırmadan gitti. Yasin giden adamın arkasından baktı. “Edip Cansever de bizdendir.”

Eve geldiğinde saat gece yarısını çoktan geç-mişti. Üstünü değiştirip yatağına geçti. Kollarını başının altına alıp tavana gözlerini dikti. Bu gece-yi düşündü. Edip Cansever’i düşündü. Salonda bağıran İbrahim’i düşündü. Düşünmeyi bırakması gereken kişiyi düşündü. Yüzüne hüznün eleğinden geçen bir gülüş kondurdu ve gecenin cümlesini tekrarladı: Edip Cansever de bizdendir.

fotoğraf: behnan balaban

Page 17: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

17

Kısa Mı Cümleli Hikaye

Hatice Aydın

Çıktım bir merdiven. Bir kuş. İndim bir mer-diven. Bir fil. Sahneye çıkmak için bir kuş. İnmek bifiil. Hem de asıl sahnenin altında bir sahne. Kök içinde sahne. Karesini alsam içinden fil çıkardı herhalde.

Çıktım sahneye. Bir kuş. Bir çocuk. İlk önce oturdum sahnenin ucuna ayaklarımı salladım. (Bir çocuk) Ayakkabılarımı sallamadım, gerçekten ayak-larımı salladım. Çünkü ayaklarım gerçekti ayakka-bılarım değil. Kalktım.

Kuşun yanına bir fil oturmuş. Bu hikayeyi he-piniz biliyorsunuz. Evimize dönmek için kuş ile fil. Çöl. Sıcak. Ordu. Taş. Fil ile kuş.

Sahne büyük güzel. Kırmızı bir perde. Çıkarken üç merdiven. İnerken de üç merdiven. Hayalimde belki beş merdiven.

Neyse, Sahnenin altı tahtadan. Bastıkça ayakkabı-

larımın altından’ tık tık’ sesleri geliyor. Bu ses ile sahnenin ortasında buldum kendimi. Herkes beni izliyor. Ne düşündüklerimi bilmiyorlar belki. Ne diyeceğimi herkes merak ediyor. ‘Ihım’ diyorum sesimi düzeltmek istiyorum. Baştan sona tekrar bakıyorum seyircilere. Nerdeyse herkes gelmiş. Ellerimi önümde birleştiriyorum. Üzerimde bir elbise. Şeker mi şeker. Rengi istediğiniz renk olsun. Heyecanlıyım titrediğini hissediyorum bacaklarımın. Herkes beni bekliyor bir şeyler de söylemem lazım. Yahya gelmedi. Bir anda sahnenin dışındayım. Düşünüyorum.

Zaman içinde başka bir zamana gitmek istiyo-rum. Gerçek ayaklarım burada kalabilir. Bu sahne-de. Bu kalabalığın önünde. Herkes benim konuş-mamı beklerken, şeker mi şeker elbisem burada kalabilir. Belki de çoğu insanın yapmak istediği şeyi yapmak istedim. Gitmek istedim. EVİME, şehir-den uzak, yeşillikli, vitrinde güllü lokumları olan evime gitmek istedim. Yer sofrasında doyduğum, gök sofrasında huzur bulduğum evime. Balkonu-na çıktığımda ay. Ayda sallanan çocukların sevinç çığlıklarını duyduğum evime(uzun cümleler). Evime. Evime. Şimdi gidiyorum.

Evde oturuyordum. Akşamın bir vakti. (taa akşamın bir vakti) Iki vakti. Üç vakitte. Hayır, gece-yi saatime bakarak anlamıyorum* . Kısa cümleler kurabilen hikayeciler geceyi saatlerine bakmadan

anlayabilirlermiş. Ya, ben de öyle duydum.(siz de mi öyle duydunuz?) Yahya kapıyı çalmış. Açtım. Yahya annesine babasına iyilik eden, küçüklükten hikmete ermiş bir çocuktu. Şimdi büyüdü yağız bir genç oldu. Onu Yahyacım diye seviyorum.

Sordum ne içersin diye meyve suyu dedi. ( uzun kelime). Getirdim birlikte içtik. Evdeki kaplum-bağa terbiyecisi resmini gördü duvarda.

Güldü, abla dedi şu kaplumbağa terbiyecisini çıkarsan ya şuradan, hayali şeyler yapıyorsun ya.

İlahi Yahya dedim (bana ilahtan geldin şükür), çıkarıp ne yapacağız iki meyve suyumuzu da ona mı kattıralım?

Kafasında bir şeyler parladı, abla dedi biz yat-sıya camilere gideriz o da eve göz kulak olur. Sana yemek yapar.

Yahyacım, sen işi biliyorsun beni de biliyorsun dedim. Güldüm yine. Börek yapmıştım, dur kap-lumbağa terbiyecisi amca bize getirsin de yiyelim değil mi ama? Güldük . (Kısa cümleler)

Yahya’ya lafın arasında yarın akşam konuşma yapacağımı söyledim. O da gelecek. Güllü lokum getiririm dedi. Sahneye çıkmadan önce yeriz. Sev-diğim şeyleri nasıl da biliyor bu çocuk. Ne konu-şacağımı sordu. Bilmiyordum. Konunun üstünde daha fazla durmak istemedim. Yahya’ya da bir şiir okutturulabilirdi belki.

Yahya saçlarında çiğ mi var? Yahya kızarmış gibi yaparak sonra da güldü. Sana hiç şiir okuttu-ramıyoruz zaten, hep ben hep ben dedi.

Yahya hep sen, hep sen. Biliyormuş gibi sanki cebinden gül çıkardı. Gözlerindeki o hal, güle ça-ğırıyordu beni. Ben de buluta içtekini açtım. Sonra okudu:

‘Yeşil pencerenden bir gül at bana, Işıklarla dolsun kalbimin içi.

Geldim işte mevsim gibi kapına Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak, Ben aşkımla bahar getirdim sana;

Tozlu yollarından geçtiğim uzak İklimden şarkılar getirdim sana. Şeffaf damlalarla titreyen, ağır

Koncanın altında bükülmüş her sak. Seninçin dallardan süzülen ıtır,

Seninçin karanfil, yasemin zambak...’Ahmet Muhip Dıranas

SAHNE?Yazarın notu: Benden hikayeci olur mu?

Hikayeci. Allah’ım bana önce bir hikâye lazım. Benden hikayeci olur mu? Allah’ım önce bana bihikaye lazım. Hikaye bu olsun o zaman. Olsuuuuun.(devam edecek)

Page 18: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

18

İstanbul’da Gurbet

Esra İren

İstanbul’dayken ve yağmur yağarken sev-diklerini özlemek zor. İstanbul’dayken ve yağmur yağmazken de sevdiklerini özlemek zor. Ah, gurbet ne içli, ne dolu bir kelime. Ama her şeyin ve her kelimenin olduğu gibi bunun da içini boşaltmışız zamanla, elbirliğiyle. Artık eskisi gibi nadir kişiyi içlendiriyordur belki. Artık kimse mektup beklemi-yor ondandır belki. Son treni kaçırmak gibi heye-canlar nerede kaldı? Sirkeci dertli, Haydarpaşa içli. Gönderilmemek üzere mektuplar yazmadığımı kim söyledi?

Gurbet öyle bir kelime ki nasıl olduğunu an-latmak için İstanbul demek yeterli zannımca. İstan-bul öyle bir yer ki zaman su misali. Ama geç diye bir şey yok sevdiğin geçene dek karşına. Bekle-mek yolcuya yaraşır, bekleyecek bir şey kalmayana dek. Zaman ayırmak değil, zamandan ayrılmak; sevdaya, gurbete dahil.

Ah İstanbul.. Ertelemeler kenti.. Hiçbir şeye şaşırılmaz, yadırganmaz, her şey ihtimal dahilinde-dir burada.” Şuan çok meşgulüm sonra şükrede-rim.” diye geçer içlerimizden(!) Amiyane tabiriyle imanı gevrer adamın. İnsanlar birbirine birbirini ödetir. Kendi kendini zehirlemek değil, kendinden zehirlenmek gibidir burada olmak. Bilmeden, an-latmaya bile kıyamadığın kırgınlıklara talip olunur. İnsanın dertten çayı soğur, buz olur. Üsküdar’dan İstanbul’a şöyle bir derin baksan ruhun sakatlanır.

İnsan İstanbul’u düşünürken haddini aşıyor, yine de insanız işte gönül mutlu olmaya meyl’edi-yor. Sait Faik çok haklı ne güzeldir semtlerinin ismi. Kanlıca, Emirgan, Fatih, Beylerbeyi.. Dualarımı rü-yalarımda İstanbul’da görmek gurbet fikrine ihanet değil mi? Hani kötüydü, hani içli? “Neresi sıla bize, neresi gurbet..Yollar bize memleket.”.Buradan ayrılmak mı ? Ne mümkün, ne münasebet!

Tenhalaştım

Merve Yalçın

Bugün, dünün yarını. Vesselam zaman; saatli bir dizi kum. Ve sen

yine yoksun, ben senden yoksun.Henüz dokunamadım kalbine, kendimi bula-

mamaktır belki de korkum. Bilirim ki dolacak ve donacak gibi olur kanım,

sendeki ‘’ben’’in hiçliği yüreğime çarptığında. Lakin ben derim ki;‘’Ben daha on yedi. Bul bana solunda yarattı-

ğın dünyada bir yer, orada büyüt beni. İndirme gözlerinin perdesini yüreğime, beni

görmezden geldiğin gibi.’’ Ve hislerimde derin hissizlik başlar bu cümle

sonu hatrımın odalarının duvarlarında yankılanır-ken.

Geceyle çöktürdüm hüznümü. Şehrimin bana en uzakta kaldığı yerdeyim. Ücra kıyıma çekilmiş, af diler halde buldum kendimi kendimden.

Buğulu pencereden baktım da fark ettim;Seninkinden güzel değil esen rüzgarın sesi.

Boşansın gök kadehinden yağmur, ıslanacak top-rağın kokusu bir sen değil.

Tenhalaştım.Kendimden çok, senin varlığını diledim.Siyahımla senin gri tonun sevişsin istedim.İnan bana manzaramın gördüğü karşı kıyı ka-

dar renklenmek istedim.Bana renk borçlusun. İnan bana titrer senin sahaben olmuş ellerim

bu satırları cezbetmeye çalışırken.Adını koyamadım henüz, fakat bilirim bu senin

hikayen. İşte bu gelemeyişlerinin öyküsü..Bari çarpma kapıları gönlümün derinine. Zaten

fazlasıyla harab etti hasretin. Çehremi boğuyorsun sükûnete, çehren vurun-

ca gözlerime. Benliğimin tüm müsaadeleri senin olsun, kap-

tan ben iken dümen sana teslim.Ben yine uzun cümlelerle anlatırım seni, sana.

Bil ki önce yokluğundan başlarım.

Page 19: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

19

Şehir Adama Susuyor

Hazar Karib

“Altımızda kayan bu ölü şehri durdursana Ey gücü toprak kadar eski

Ey gücü yer kadar ağır çocuk ..”Erdem BAYAZIT

“Bir halattı sadece. Üstünde sağa sola salla-nanlar, uçlarından çekiştirenler, yakmaya kesmeye kalkanlar, kendini boğmaya yeltenenler olmasa, evet sadece bir halattı. Duyuyor musun sesleri, gıcırdamayı, iplerin sürtüşmesini? Kopacak. Ne zaman? İnsana meçhul.” deseydi biri, popüler bir başlangıç cümlesi olmayabilirdi.

Şehre yürüyen adam susuyor. Kundurasındaki ipin ucunda geldiği yerlerin toprağı birikmiş, yürü-dükçe sallanıyor tozlu ve hala kekik kokan parkta. Kunduranın derisinde oluşan çizgiler, eski dedirt-memek için desenler yapacak kadar sevmiş bu adamı. Ceketinin kopmak üzere olan iki düğmesi ipi sımsıkı tutmuş, görevlerini idame ettiriyorlar, ceketin de omzu düşmüş. Yanından spot lamba-larla aydınlatılmış indirim yazan vitrinler geçerken, camına sureti yansımayacak kadar adama yabancı bu şehir.

Şehre yürüyen adam arıyor. Ağzını her açışında dişlerine güneş vuruyor. Gözlerinin altındaki son hasatın izine hücum ediyor, egzoz dumanlı hava.

Alnındaki tarlalarda hala ekin biçiliyor. Mahcup soruyor belli, mahcubu bilmez ki bu şehirli. Mektup buruşukluğundaki elinden kağıdı alıyorlar, ilk sağ diyorlar.

Şehre yürüyen adam düşünüyor. Yolcuyu ne uzun yollar yormuştu ne de geldiği yer. Yolcuyu yo-ran, vardığı yerdeki ruhların arasında gördüğü uzun mesafelerdi. Bazı yolları koşsa da bitiremiyor, ba-zısında ise yoldan çevriliyordu. Geçim derdi deyip cebinde kalan son sigarayı da yaktı. İçine çektikçe köy kokuyordu, bir de yüzüne vuran rüzgar vardı ki cırcır böceklerinin sesini getiriyordu sanki. Birkaç nefeste bitirdi. Şehir sırtına hangi çuvalı yüklese “tamam” diyecek, hangi sokak lambasının altı-nı gösterse gidecek. Şehir, ellerini ovuşturur gibi şimdi.

Şehre yürümeye başladığından bu yana, çok takvim yaprağı yaktı tenekede meczup Hayri. Ağaçlarkaç sarı entarisini sokağa saldıysa, süpür-gesinin o kadar eskidiğini söyledi Mehmet Amca.Yani çok zaman geçti.

Şehirli adam yürümüyor, arabası var ne de olsa. Kundurasındaki toprakları binaların arasından geçen rüzgarlar savurdu. Şimdi ayakkabısının deri-sinde ne desen var ne de toz. Ya ceketinin omuzları yeri ve göğü dik kesiyor ya da ben fazla geometri dersi dinledim.Vitrinlerin camında sureti, içerdeki aynalarda sireti yansıyor. Ellerinin buruşukluğundan göndermiş tüm mektupları.

Elindeki paketlerle çıkıp bankaya yetişmeye çalışan adımları bir kunduraya çarpıyor, düşecek oluyor. Kunduradaki tozlar gözlerine kaçmış gibi sendeliyor. Çarptığı adam düşünceli geçip gidiyor. Diğeri elinde paketlerle ardından bakakalıyor, bir adam şehre yürüyor..

“Halat koptu. Sura üflendi. İnsan? Meçhul.”

fotoğraf: şamil yaşar taşçı

Page 20: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

20

Haberin Yok Ölüyorum

Caner Almaz

Simsiyah mı demeliyim artık düşlerimin rengine?

Bilinmez sorular meşgul edince zihni, insan kaç gece uykusuz kaldığının farkında olmaz,

olamaz ya hani…

(Derin bir nefes al.)

Zehir zıkkım geçen gecelerin yorgun düşürdü-ğü bedeninin yorgunluğundan bile bihaber kalmış-ken, gündüzlerin anlamını yitirdiği, solumak için, nefes almak için illaki geceyi beklediğin zamanlar-da ne yapacağını bilememek nasıl yorar uyuduğu-nu zannettiğin ama katiyen uyu(ya)madığın gece-lerde bilir misin? Çıkmaz sokaklarda kalmışcasına, çaresizce dizlerin üzerine kapaklanıp, aklındaki çözümsüz sorulara cevap bulmaya çalışmak için; seni değil, etrafındakileri değil, elinde var olan, elinde paralayabilmek için var olan bir tek kendini her gece öldürmek, her gece diriltip hep yeni baş-tan katletmek, nasıl bir duygudur, bilir misin? Bil(e)mezsin…

Ölüyorum ben her gece, haberin yok. Ölüyo-rum… Ve sen benim ölüşlerimden bihaber, yaşan-tına bir yaz güneşinin insanlara bulaştırdığı neşe misali, ertesi gün bu gülüşlerin yenisini bulabilece-ğine emincesine devam ediyorsun. Ben gecelerim-

de kendimi kaybolmaya adamışken, yok oluşlarını gözümde kaybedip, hayalinle yaşantıyı bir adet haline getirmişken, sen kendi yaşantına bir nisan yağmurunun vücuduna hissettirdiği tatlılığın verdiği sorumsuzluk duygusu gibi devam ediyorsun. Ar-dından haykırışlarımdan bihaber, sessiz kalışlarımın sevinçleriyle beni unutarak.

Söksem, boynuma asılmış, benden yüz bula-madıkça sancılanan, benden yoksunluk tattıkça ağrıyan şu paramparça ve kanayan ve katiyen is-temediğim kalbimi söksem yerinden. Sen olmasan onda, seni söksem bedenimden, kanaya kanaya ölsem, çırpına çırpına can versem. Ama kurtulsam senden, adını çalsam dilimden, yerlere yazsam ve çiğnesem seni. Tüm İstanbul çiğnese, ben kur-tulsam senden, her hatırlayışımda yok olmasam, kahrolmasam, yıkılmasam, yıkılışlarımın altında kalmasam. Söksem seni.. Söksem. Göz yaşlarımı bassam yarama ve yavrusunu kaybetmiş bir anne gibi mahzunca boynumu eğip, sussam, konuşma-sam... Lal olsam.

Ölüyorum ben her gece, haberin yok! Şen gülüşlerin eşlik ediyor ölümlerime ama sen yoksun, sadece hayalin var, eşlik ediyor bana. Sen yoksun ama kulaklarımda sesin var ya da ben çıldırıyorum, sen yoksun aklımla beraber beni terk etmişsin ya da ben deliriyorum. Sen yoksun ve ben her gece en yeni baştan kendimi asıyorum. Saatim hep 3’ü 17 geçiyor. Ben her gece kendimi asıyorum ama saatim ilerlemiyor. Ben kendimi her gece, seni ha-tırlayıp, soluksuz bırakıyorum.

Simsiyah düşlerim. Ve ben her gece yeni ölüm-ler, kıpkızıl ölümler keşfediyorum.

(Nefesi bırak)

fotoğraf: behnan balaban

Page 21: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

21

Resme Tersten Bakmak

Nacize Oğuz

Siz hiç ebabil kuşu gördünüz mü? Musa’yı yok etmek umuduyla masum bebekleri katleden Fira-vun’la tanıştınız mı? Kapalı kapılar ardında yahut parmaklıklarla çevrili zindanlarda mahkum edilmiş biçare insanların sesi kulaklarınıza geldi mi peki? “Şükür ki kolu kopmuş; ama evladım hayatta” di-yen bir annenin gözlerine bakabildiniz mi? Sabah uyandığınızda “bugün de ölmemişim” diyerek şükrettiniz mi peki?

Böyle yüzlerce soru dolanıyor aklımda. Ce-vabı “hayır” olan ne çok soru var etrafta. İsrail Gazze’yi vuruyor. Hayır, hayır! Buna vurmak de-nemez. İsrail bir milleti ki o millet ümmettir, katle-diyor. Ne çaresiziz(!)… Klavyelerimizin başında yakarışlarımız, feveran-larımızla destek oluyoruz kardeşlerimize. Hah! Laf işte. Kardeşlerimizmiş! İnsan kardeşinin eline diken batsa irkilir. Bizimkisi lafta kardeşlik. Duamızı bile internete yazıyoruz. “Allah’ım Gazze’deki kardeşimizden yardımını esir-geme! İsrail’e ebabillerini gönder! Âmin!” İyi; ama dua dediğin -her türlü kapıları çalar amenna da- el açıp huzura durarak, içten bir yakarışla yalvarmak değil midir? Rabbimiz nerede? Twitter’ın başında mı? –haşa- Kendimizi kandırmaya gerek yok; biz Gazze bile derken semaya değil takipçilere yazıyo-ruz o notu aslında. Ve hesabımız şu oluyor pek çok zamanda: “Bu Gazze tweetim kaç RT, kaç fav alır acep?

Kırdım mı sizi gençler? Üzgün değilim. Yürekle-rimiz kırılmadıkça hayatları parçalananları anlama-mız mümkün değilse herkes birbirini biraz kırmalı bence. Hatta çokça kırmalıyız birbirimizi başka yolu yoksa…

Son zamanlarda internet ortamında bir resim dolanıyor. Eminim görmüştür pek çoğunuz: Avus-

turalya haritası. Malum, güney yarımkürede olduğu için Avusturalya ezber bozan bir şekilde zihnimiz-deki dünya haritası tam tersine dönmüş duruyor. Ve resmin altında da şunlar yazıyor: “Dünya’ya nereden baktığınız önemlidir.” Ne doğru bir söz ve ne doğru bir bakış açısı hayata. Olaylara, hayata, yaşadıklarımıza ve yaşayamadıklarımıza nereden baktığımız çok önemlidir.

Filistin… Dilde dua, gönle yara. Dört tarafı İsrail ile çevrilmiş açık bir hapis Müslümanlara. Öyle değil mi? Bunu söylemiyor muyuz hepimiz? Şimdi ters çevirin resimleri gençler. Ben çevirdim, birkaç hafta oldu. Çevirdim çevireli bastığım yeri bilmiyo-rum. Korkulu gözlerle Gazze’deki kardeşlerime ve onlara kardeşlik edemeyen bizlere dua ediyorum. Çevirin resimleri. Belki de Filistin, kendi dışındaki tüm alanı çevirmiştir duvarlarla. Belki de hepimiz koca bir hapishanenin içindeyizdir. Belki de uğruna başı dik olarak savaşacak bir davası olanlar, Filis-

tinli Müslümanlardır özgür olan. Nefsine, parasına, ra-hatına, malına, evladına bu kadar bağlı olan bizlerizdir hapiste olan. Hem zaten özgür olsak onlar gibi, tıpkı dini uğruna malını ve canını hiçe sayan o yiğit Filistinli Müslümanlar gibi bizler de kaldırmaz mıydık başımızı klavyelerimizden.

Resmi ters çevirin gençler. Belki de çoktan geldi ebabil kuşları. Evleri, barkları, hayatları yok olan Filistinli analar, babalar, gençler her şeye rağmen; dillerinde dua ile İsrail’in füzelerine karşı, canlarını siper ediyorlarsa… Gök-te aramaya ne lüzum var

ebabilleri. Ebabillerin her biri Filistin topraklarında canlarını yollara serdi…

Resmi ters çevirin gençler. Bizim için artık rakam olmaya başlayan, parmak hesabı yapıp “Filistin’de ölenlerin sayısı …ulaştı” dedirten şehit kardeşlerimiz ölü değil çünkü. Rabbimin “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilakis onlar yaşıyorlar, siz farkında değilsiniz…” –Bakara 2/154- vadi hakkı için onlar ölmediler vallahi. Ölü olanlar bizlerizdir belki. Duamızı bile klavyeden eden, Müslüman kardeşlerimizin şehadetini izleyen, kendi zulmetinde hapsolduğu için onları mahpusluğa mahkum eden bizler…

Resmi ters çevirin gençler… Kıyamet yakın, nefsinizi yakın!

*çizim: Bera Nur Tüzen

Page 22: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

22

Bugün Yağmur Başka Yağdı

Hediye Nur Doğru

Bir yaz akşamıydın, gidiyordun..Yağmur kokusunda bulmuştum seni, toprakta

sen vardın. Islanma korkusuyla, damlaların küçük-lüğü arasındayız. Birden değişebilir her şey. Sırılsık-lam gelebiliriz habersizce karşına..

Bir akşam güneşiydin, gidiyordun. Üstelik sa-bah güneşini bize benzeterek..

Bilmem hatırlar mısın seni usul usul uğurlayan haziran yağmurunu? Gidişinle beraber başlayıp içimizi serinleten o ince yağmuru..

“Sen gittin ve hemen ardından yağmur yağdı”Bir yaz yağmuruydun, gidiyordun. Ansızın baş-

layıp birden biteceksin.. Sonra hiç olmamış gibi bir güneş çıkıp ısıtacak içimizi..

Gökkuşağını arzulayacağız, dağılan bulutların arasında. Bir umut ya çıkarsa?

Bir bahar akşamıydın, gidecektin. Bir umut işte, baharı beklememiş miydik birlikte? Birden parlıyordu dünya baharla. Bir umut işte, sana hayat veremez miydi? Ya verirse..

Bir öyküydün, henüz yazılmamış.. Kelimeler seni anlatırken, güzel olsa da henüz kimse cesaret edememişti, kalemi eline almaya. Kalemi eline alıp adının geçtiği cümleler kurmaya.. Ve ben de cesa-retimi yitirmiştim, çoktan.

Bir yaz akşamında, sakindin. Kim bilir ne fartı-nalar kopuyordu zihninde. Hiçbir zaman öğreneme-yeceğimiz, ne düşüncelerin vardı. Kim bilir...

Bir türküydün. Unutulmuştun. Tanıdık sesler arasında, mırıldanmışlık, bir yerlerden anımsama çabaları. Tanıdık sesler arasında, sesinin kaybolu-şu, arayış, başa sarış.. Yani anımsama çabaları...

Unutulmuştun.. Notalar yabancı değilse de, sözlerle aşinalığı yoktu.

Verdiğimiz sözlerin yerini bulamayacağı gibi, unutulmuştuk..

Bir güz akşamında, özlenmiştin. “Bunlar anı olarak kalacak” dediğin gün, somut

olan her şeyin de anı olarak kalacağını düşüneme-miştik, küçüktük. Seni anlayabilmek için henüz çok küçüktük.

Bir depremdin. Sarstın, yıktın ama öldürmedin. Ve depremden kaçılmayacağını da sen öğretmiştin.

Şükür etmeyi, dua etmeyi, tevekkül etmeyi.. Hepsini ayrı ayrı anılarla bırakmıştın..

Bir yaşanmışlıktın. Geldin, gördün ve gittin. Temkinli olmayı gösterdin. Hayat her zaman güzel-likler sunmazdı, her şeye hazırlıklı olunmalıydı.

Günlük güneşlik bir hava, aniden yağmur geti-rebilirdi yaz akşamında. Fırtınalar ansızın kopardı.

Bir şarkıydın. Enstrümanların yoktu. Notaların yoktu. Farklı bir ahenge sahiptin. Dinlemesi eğlen-celiydi, dinlenmesi huzurlu..

Bir geceydin. Karanlık, ıssız. Bir ay’dın. Dolunay gibi, aydınlatırdın geceyi.Bir sabahtın. Güneş çoktan doğmuş, odam

aydınlanmıştı.Bir gelecektin. Nasıl yaşanması gerektiği bili-

nen.Bir babaydın. Sevilen bir baba, özlenmiştin..

fotoğraf: behnan balaban

Page 23: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

23

Mavi Üzerine

Fatma Kutlu

Çocukluk yıllarımızda; kızlar pembeyi, erkekler maviyi sevmeye mecbur bırakılmıştı sanki. Tabi o zamanlar fuşya pembesi, saks mavisi meşhur de-ğil. Ton olarak açık ve koyu seçenekleri kâfi geliyor-du. Daha bebekken giydiğimiz tulumlarla başlıyor-du bu renklere mahkûmiyetimiz.

Ben gizlice maviyi sevmiştim. Kimse bilmiyor-du, söylemeye de çekindim çocuk ruhumla. Mavi erkek rengiydi ve ben maviye âşık bir kız çocuğuy-dum. Tüm kızlar pembeyi severken, maviyi sevdiği-mi nasıl söyleyebilirdim ki? Ayıp gibi bişeydi kızlar için mavi.

Yıllar geçtikçe mavi de büyüdü benimle. Me-sela deniz oldu. Önce denizi fark ettim. Gökyüzü çok yukarıdaydı o vakitler. Denizi de yalnızca mavi olduğu için seviyordum zaten. Uçsuz bucaksız bir mavilikti deniz, gözümü maviye doyuruyordu sanki. Ömrümde böyle mavilik görmemiştim. Ne muaz-zam şeydi öyle! Dedim ya, göğe bakmıyordum daha.

Çok değil, bir yıl içinde; gözümle değil, kalbim-le göğe baktım ilk kez. Maviymiş! Hem de denizden daha maviymiş! Bu sefer maviden çok göğe âşık oldum. Gökteki her şey nasıl da hürdü öyle; kuşlar, bulutlar ve yıldızlar... Tam da hayalini kurduğum hürriyet! Ha bir de, Zarif Adam şöyle demişti: “Hem boşa değildi ‘Durma, göğe bakalım!’ haykırışları Uyar’ın. Zira, gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir.” Kirlenmesin istedim çocuk yüreğim. Göğe baktım. Âsuman büyüdü, sevda oldu.

Böyle yazdım Mavili Şiir’i. Ummandan çok âsu-mana yazdım. Zaten Uyar’ın dizelerine rastladıkça şiir oldu mavi. Ve ben göğe baktım. Bir âşıktan tavsiyedir ki; göğe bakınız. Âsumanı sizlerle payla-şabilirim inanın. Mavili günler...

Bir Avuç Kağıt

Kamil Karadeniz

Merhaba, ben Rapunzel’in en kısa saç teli. Bazen sırtta yapışlı bazen pencere kenarı bakışlı, bazen de döküldüğüm görüldüğünde küçük bir hüzüncü. Biraz-dan göreceklerinizi ben göstermedim. Zaten kimse inanmaz, bakın girin odaya.

Gece biraz ilerlemiş gündüz çok hareketli olması sebebiyle baya geride kalmıştı. Hayatın kendisine hapsolduğu bir adamdı bu. Öyle ki her geçen gün yüzüne çizik atmış, Derisinin ütüsü bozulmuş buruş buruştu. Sakalı kefenini giymiş, saçlarını beyaz bir toz kaplamıştı. Gövdesini öne eğdiğinde bile gıcırdayan sandalyesinde oturuyor, sanki daha önce yırtmak istediği ama onu durduran bir hisle boğuşurcasına elindeki kağıdı okşuyordu.

Çetele tablosuna dönen suratıyla aklına yılları, yıllanmışlığı simgeleten o ufaklık geldi ve tabaktaki üzümlere baktı...

Dedi ki kendi kendine acaba siyah olmayan üzümler kör mü yoksa bakmayı mı bilmiyorlar. Bun-lara çok takılırdı, insanların zamanında söylediği ama kimsenin doğruluğunu test etmeyip hoşuna gittiği için kabul ettiği klişelere. Yine takılmıştı. Duvarında masası vardı üstünde de saati. Bir isim bulamamıştı ona. Kafa koridorundan geçmiş odasına giderken salondan gelen ses yine yanlış bir şeyler fısıldıyordu: “Bozuk saat bile günde 2 kez doğruyu gösterir.”

Ama bu da yanlıştı bir bulsa bunu ilk söyleyeni saatleri kafasında parçalayacaktı.

Çünkü durması gerekirdi iki doğru için. Saate tekrar baktı. Şişman adamın bıyıklarını andırıyordu sanki: 04.40

Kâğıt elinin teriyle biraz ıslanmıştı ve hafif silin-mişti yazılar.

Derin bir nefes almış vermemişti hala.Ve yelkovan uzundur dedi daha çok hareketli

ama akrep kadar asil değildir...Derken nefesi boşalmış ve başı biraz dönmüştü.

Bir hatırlasaydı doğuşunu, ölümünü de bilecekti ama bu yüzden silinmişti ya doğum hatırası.

Severdi yaşamayı ama biliyordu sevdiceği olan bu hayat elini tutmaya devam etmeyecekti..

Bırakıverdi tutunmayı, dört kolla tutunurken haya-ta, ölüm dört kolluyla almıştı onu.

Elindeki kâğıtta yere düştü. Bu sayede gördük kâğıtta yazanı;

“Gündüzün bittiği yerde ölüm başlar VeÖlüm en canlı yaşam biçimidir.”

Page 24: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

24

Yaşam İradesinin Diyalektiği 1:İntihar

Aytaç Odacılar - Uygar Şimşek

‘Size anlatmaya mecbur olmadığım bazı esbab-dan dolayı terk-i hayata mecburiyet gördüm. Kendi

kendimi öldürdüm.’ Beşir Fuad

Bir çağ düşünün, geçip gitmiş olan, ölmekte olan ya da ölecek olan her şeyin lanetlendiği; piya-sa kuralları uyarınca kendi kendini devamlı yeniden üretmeyen her şeyin yok olduğu bir çağ. Güya ‘aydınlığa doğru’, umut dolu , ne istediğini bilen, doğayı ve insanı çoktan anlamış ve ona ‘rational’ bir düzen verdiğini iddia eden ve bütün dünyaya kendini dayatan bir çağ. Bu çağda her şey çerçe-velenmiş, şeyleşmiştir ve ‘mükemmeldir’. Anlam kaygısı bir hastalık, bir sapma ya da bir üretim hatası (disorder’dır; asla illness değil) olarak görülür .Marksizm onu ekonomik alt yapı düzleminde ince-ler-bulur ve çözeceğini iddia eder. Ellerini yine onun adına, onun için ve ona karşı uzatır. Onu ‘düzelt-meye’ çalışır. Liberalizm ise ona belki de ‘yeterince özgür olmadığını’ söyler; ya da onu ‘hazlara’ davet eder. Nihayetinde elinde ona uzatacak depresyon hapları vardır. Modern inanç sistemleri de onu kabullen(e)mez, ritüellere katıldığında sihirli bir şe-kilde dertlerinin geçeceğini müjdeler, bin bir kılıkta izahlarla kendi bireyselliğinden vazgeçmesi gerekti-ğini ve sorunun ‘salt kendi varlığı’ olduğunu söyler. Burada ele avuca gelmeyen, ölçülemeyen her şeye acıma, şüphe, nefret ve giderek de ‘parazit’ yapıyor gerekçesiyle yok etme isteği vardır.

Wo aber Gefahr ist , wächst das Rettende auch Hölderlin

Tam da bu bunaltıcı derecede mükemmel ve kontrol altında olduğu söylenen çağda çıkar o gözleri sönük, söndürülmüş bir ateş taşıyan, çer-çevelere sığmayan o lanetlenmiş tutunamayan! O meczup!

Hayır der o, büyük bir samimiyetle. Her şeyin kökenindeki o hiçliği ya uzun süre seyre dalmıştır ya da kazara bir ‘sınırdurum’ deneyimiyle yıldırım düşercesine hissetmiştir. Bu tecrübe ontolojik hatta ontoteolojiktir. Jorge Luis Borges’in ‘Aleph’inden dünya tecrübesidir bir nevi. Ve bütün dekor değişir, bütün dünya dekoru. Şato’nun yakınlarına ulaşa-

bilen K.’nın yaşadığı hayal kırıklığı gibi. İnsanların umutlarında ve umutsuzluklarında gezinen o tahak-kümü, o köleliği, sefaleti bilir, en parıltılı görünüşle-re bezenmiş olsa da tanır kolayca. Ve artık ölmek istemekten utanmaz bu utanılası dünyada, tüm çıkmazların ortasında.

Modern dünyanın bu protestocularını iki karak-ter üzerinden inceleyeceğiz. Birincisi, bu sayımızda inceleyeceğimiz, Bergman’ın ünlü Winter Light filmindeki Bay Jonas , ikincisi -bir sonraki sayımız-da inceleyeceğimiz- ise Dostoyevski’nin Ecinniler romanındaki- Andrzej Wajda’nın filmindeki- Alek-sei Kirilov. İki bezgin…

Winter Light 1963 yapımı teolojik tartışmalarla dolu bir Bergman filmi. Filmin ilk sahnelerinde bir kilise ayininde bir grup insanla birlikte Bay Jonas ve eşi dua etmektedirler. Papaz Tomas durgun ve ‘kendinden emin’ tavırlarla ayini yönetmektedir. Küçük bir çocuk – varoluşun en saf imgesi- ayin sırasında ayine kayıtsızdır. Kilise orgçusu ‘işim bitse de gitsem’ der gibi bir yandan org çalar bir yandan saatine bakar. Bu sahnelerin içinde sanki gizli bir manasızlık saklıdır. Gizli bir gönülsüzlük, çeşitli yerlerden kendini belli eden bir durumdur bu: ibadetin ‘Âdet’ e dönüşmesi.

Bu sahte dekoru ayin sonrasında papaz ve Bay Jonas’ın konuşmaları sarsmaya başlar.

Bay Jonas’ın karısı eşinin ‘bunalım’ından bahseder papaza. Bay Jonas bu halinin ilk başlan-gıcını Çin ile ilgili okuduğu bir makale ile başladığını söyler: ‘Çinliler nefretle büyüyor! Çin yakında atom bombasına sahip olacak!’ Hepimizin günlük yaşan-tılarımızda karşılaştığı ‘basit’ bir haberdir oysa bu. Bundan daha vahim yüzlerce haber ile karşılaşırız ve ya sayfayı çeviririz ya da televizyon kanalını değiştiririz. Fakat Bay Jonas‘ın hayatını tümüyle değiştiren bir ‘sınırdurum’, bir ‘bardağın taşması’

Page 25: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

25

anıdır bu. Gizli gizli kendini hissettiren ‘kriz’ , tüm ‘rasyonelleştirmelerin’ altında yüzen korku kamu ta-rafından olağan karşılanan ya da kanıksanan ufacık bir olayda, durumda, haberde, yaşantıda kendini tüm ağırlığı ile hissettirmeye başlar. Artık ‘vicdan’ devrededir. Dünyaya miktarcı gözlüklerle bakamaz, kötülüğün büyüğü küçüğü yoktur artık. Belki de bilinçte saklı duran büyük bir çağrışımlar zinciriyle duyulan haber, yaşantı ya da yaşanan ufacık bir kötü deneyim bütün dünyanın aslında nasıl bir yer olduğunu ve nereye yuvarlandığını ‘sezmesine’ neden olur.

Papaz bu sahnelerde onu teskin ve teselli etmeye çalışır, kendi de inanmayarak. Teskin edici cümleleri kurarken kamera papaza döner ve papaz Bay Jonas’ın gözlerine bakamaz. Yine de ‘Seni anlıyorum fakat yaşamaya devam etmeliyiz’ der papaz. ‘Neden devam etmeliyiz, gücümüz yok’ der Jonas. Hiçbir yere varmayan gereklilik ya da rol cümleleri artık hiçbir şeyi kurtarmamaktadır. Bu nokta artık gündelik teskin edici dilin yaşamın hiçbir anına dokunmadığı noktadır. Kelimeler, totoloji cümleleri, önermeler hiçbir anlam ifade etmez.

‘Tanrının sessizliği’ ve ‘zavallı Jonas’. Papaz, Jonas’ın nasıl bir hiçliğin (bu asla yokluk değildir) içine battığını çok iyi sezmiştir. Kelimelerin önemli olduğunu fakat kelimenin altında yatan derin ses-sizliğin Jonas’ı elegeçirdiğini bilir. Kendisi de sanki gizli bir ölüm arzusuymuşçasına esner ve geriye kalan tek bir bulantıdır: kendimi iyi hissetmiyorum. Papaz bir kez de baş başa konuşmak ister Jonas’la.

İkinci konuşmanın başlangıcında papaz me-ta-narkozun (herkeste geçerli olan beylik lafların) işe yaramadığını görüp bu sefer bir psikanalist tavrı takınır ve Jonas vakasının maddi temellerini sor-gulamak için ona hayatıyla ilgili sorular sorar: iş, para, boş zamanda yapılan işler, hayatında somut bir sorun olup olmadığını. Bu sorular Jonas’ı hiçlik-ten yokluğa çekme çabalarıdır. Halbuki bir yandan

papaz da bilir ki bunlar boş konuşmalardır, Jonas’ın durumunda bu tür gizli maddi nedenler yoktur. Jo-nas kendini öldürme düşüncesini çok uzun zaman-dır aklında geçirmektedir ve Çin haberi bu isteği ve gerilimi daha dayanılmaz hale getirmiştir: dünya dayanılmaz bir yerdir ve bu dünyayı dayanılır kıla-cak hiçbir tanrı iradesi yoktur. Jonas tanrı hakkında bir açıklama yapmaz fakat onun bezginliğinden ve gözlerinden fışkıran donuk ateş, inançsızlık papazın dahi nasıl bir inançsızlık içinde olduğunu itiraf et-mesini sağlar. Papaz belki de hayatındaki en sami-mi adamla, büyük olumsuzlayıcıyla karşı karşıyadır ve inançsızlığını anlatmada tereddüt etmez.

Jonas kiliseden ayrılır. Fakat nasıl ayrılır? Belki de hayatındaki tek umutsuz umudu da yitirerek. Zaten çoktan yitmiş bir şeyi yitirerek. Kilise, tanrı, ritüeller onun derin inançsızlığı içinde irrasyonel bir umuttu belki de. İsteksiz bir istek, amaçsız bir amaç. İnanmaya çalışmanın ve inanamamanın acısı. Kurtuluş olup olmadığı bile muallakta olan tek bir imkan vardır önünde: uzun süredir düşündüğü intihar. Kitabında intiharın sosyolojik bir sorun oldu-ğunu ispatladığını düşünerek sosyolojinin bilimliği-ni(pozitivist tanrı) ilan eden Emile Durkheim yanıl-mıştır: Jonas kiliseden çıktığı gibi bir tüfekle canına kıyar. Tam da papazın, Jonas ayrıldıktan sonra bir bulantı içinde yaratıcının(teolojik tanrı), tasarımın olmadığını itiraf ettiği için artık özgür olduğunu söy-lediği anlarda.

Jonas’ın ölümden beklediği hiçbir mana yok-tur. Dünya edebiyatında ölümün manasını kalgıtan öyle bir karakter vardır ki, yeni bir çağın habercisi gibidir: Aleksei Kirilov. Bir sonraki sayıda Krilov’un kaderine bakmak dileğiyle, güzel kalın…

Not: Krilov Dostoyevski’nin ünlü romanıEcinniler’de bir karakterdir. Bu roman Andrzej Wajda tarafında 1998 yılında sinemaya uyarlanmış-tır. Krilov ile ilgili yazımızı okumadan önce Krilov`u görmek yazımızı daha bir hissetmenizi sağlayacaktır.

Page 26: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

26

Önüne Gelen İlk Trene Atlayıp Gitme İsteği Uyandıran Film:Night Train to Lisbon

Deniz Çobaner

Çok sevdiğim bir filmi anlatmak her zaman daha zor gelmiştir bana. Anlatımda tarafsız olmanın gerekliliği ile öznel beğenilerin dürtülerini denge-leyip en “doğru” şekilde filmi potansiyel izleyiciye aktarabilmek -hem de film henüz kendini anlatma fırsatını bulamamışken- takdir edersiniz ki kolay iş değildir. Potansiyel izleyicinin beklentisini çok yükseltip filmden alacağı zevki azaltmak ya da hiç dikkatini çekemeyip filmden uzaklaştırmak isteme-sek de olasılık dâhilindedir.

İşte Night Train to Lisbon bu açıklamaları yap-mamı gerektirecek filmlerden biri. Bille August’un yönetmenlik koltuğuna oturduğu filmin castında Jeremy Irons, Mélanie Laurent, Jack Huston gibi tanınmış oyuncular yer almış. Türkiye’de vizyon fırsatı bulamamış film fakat 32. İstanbul Film Festi-vali’nde gösterime girmiş. Vizyonda vasatın altında bu kadar film var iken, böyle kaliteli ve keyifli film-lerin vizyon şansı bulamaması da aslında bizlerin şanssızlığı.

Filmin konusundan bahsetmeden önce bir kitap uyarlaması olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kitap uyarlaması filmlerde görülen handikapların bu filmde de yer alması tahminen kaçınılmaz. “Tah-minen” diyorum çünkü ben kitabını okuma fırsatı

bulmadan filmi izleyenlerdenim. Okuyucuların geri bildirimleri de tahminimi doğrular nitelikte, fakat önce filmi izleyenleri kitabını okumaya yönlendirme gibi de güzel bir özelliği var filmin.

Filmin konusuna gelirsek; yaşlı ve yalnız bir öğretmen olan Raimund bir gün okula giderken kendini köprüden atmak üzere olan genç bir kadını kurtarır ve yanında okula götürür. Beraber sınıfa girerler, kadının ve kendisinin paltoları asıp hâ-lihazırda geç kaldığı dersine başlar. Fakat kadın sessizce sınıftan ayrılıp uzaklaşır. Raimund kadının unuttuğu paltosunu alıp sınıfı olduğu haliyle bırakıp kadının peşine düşer. Paltonun cebinde bulduğu kitap ve içindeki Lizbon tren biletiyle kendinden ve monoton hayatından beklenmeyen bir maceraya çıkar. Onun tren yolculuğunun başlamasıyla bizim de filmin derinliklerine doğru yolculuğumuz başla-mış olur.

Bu noktadan sonra film macera, gizem, gerilim türlerinin başarılı bir kokteyline dönüşür. Elindeki kitabın yazarı Amadeu’yu arayan Raimund; tatlı te-sadüflerle, 1974 Portekiz Devrimi(Karanfil Devrimi) sürecinde yazarın ilişkide olduğu farklı ve zengin karakterlerin hikayeleriyle karşılaşır.

Bu hikâye adeta bir tablonun puzzle’ı gibidir. Her karakter hikayenin kendilerine düşen payını kendi özgün ve eşsiz renkleriyle anlatarak ta-mamlar bu puzzle’ı. Böylelikle film bazen tarihi bir otobiyografik devrim filmi, bazen “romantik” kent imajıyla bezenmiş bir aşk filmi, bazen de bir adım sonrasını tahmin edemediğiniz bir gerilim/gizem filmine dönüşür. Bana kalırsa filmin en güçlü yanı da iyi bir senaryo ile yola çıkan bu anlatım yöntemi.

Sinemanın en yaygın görsel sanatlardan biri ol-duğunu düşünürsek sahne ve mekan kurgularından bahsetmeden geçmek yavan bir görüş belirtmek olur kanımca. Yer yer dönem filmi kılıfına bürünen hikâye zamanda yolculuk yaparken; görselliğe, sahne ve mekan tasarımlarına, kıyafet seçimine ve-rilen önem ile bizleri izleyici konumundan alıp bire bir “yol arkadaşı” koltuğuna yerleştirmiş. İsviçre’nin

Lizbon’un sergilenen güzelliği

Doktor ve Raimund’un vedalaşma sahnesi

Page 27: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

27

yağmurlu, gri, depresif atmosferinden Portekiz’in güneşli, sarı/turuncu, retrografik atmosferine ge-çiş izleyiciye göz kırpan bir ayrıntı olmuş. Lizbon gibi itinayla korunmuş, ruhsuz florsan lambaları yerine sıcak sarı ışıkların altında açık hava müzesi gibi sergilenen bir orta çağ kenti örneği, gökde-lenlerden uzak keyifli bir metropol, şeftali/turuncu tonlarının yumuşak kullanımı gibi olumlu detaylar biz fark etmesek de içten içe filmin zihnimizdeki imajını ve bize yaşattığı duyguları değiştirebilecek güce sahip. Bunun yanı sıra iç mekân kurguları da o anki ruh halini bize yansıtmakta oldukça başarılı ince detaylarla bezenmiş. Örneğin; filmin girişinde Raimund’un loş ışık ve gri tonlarının hakim oldu-ğu, düzensiz kalabalık eşyalarla ve bolca kitaplarla döşenmiş evinde kendine karşı satranç oynaması ya da çayının kalmadığını fark edip çöpten aldığı bir gün öncesinin poşet çayını yüksünmeyen bir tavırla içmesi gibi ayrıntılar Raimund’un entelektüel yapı-sının yanı sıra monoton hayatını ve kabullenilmiş yalnızlığını iliklerimize kadar hissetmemizi sağlamış.

Şimdiye kadar olumlu özelliklerinden bahset-sem de filmin olumsuz ya da zayıf yönleri de yok değil. Burada yine bazı olumsuzluklar kitap uyar-lamasının aslında tam da uyarlanamamış olmasın-dan kaynaklı bana göre. Örneğin; sayıca fazla ve birbirinden çok farklı karakterlerin betimlemeleri kitaptaki kadar ayrıntılı olmadığı için silik kalmış. Pascal Mercier’in orijinal romanının felsefik bir roman olduğu göz önünde bulundurulursa, karak-terlerin bir yerden sonra anlamsız gelen noktasal tavırları, hikâyede göze batan ufak tefek boşluk ve atlamalar, detay eksiklikleri filmin zihnimizde çok daha derinlere inebilmesinin önünde engel oluştur-muş. Oyunculuklar genelinde oldukça başarılıyken Mélanie Laurent’in yer aldığı önceki filmlerinde(Ing-lorious Basterds, Enemy, Now You See Me) de göze çarpan melankolik/depresif tavırları, bu film-deki karakterinin çok güçlü bir kadın imajı çizmesi gereken bölümlerinde bile öne geçmiş ve yer yer inandırıcılığını kaybettirmiş.

Bütün bu olumlu ve olumsuz özelliklerin yanı sıra filmin çok daha etkileyici bir özelliğinden de bahsederek yazımı noktalamak istiyorum. Night Train to Lisbon hemen bir bilet alıp Lizbon’u ya da onun da ötesinde, daha önceden hiç gitmediğimiz bir yeri keşfetme isteğimizi karşı konulamaz kılı-yor. “Şimdi değilse, ne zaman?” sorusunu belki de hiç bu kadar güçlü sormamışızdır kendimize daha önce. Raimund’un sıradan, heyecandan uzak haya-tını bir anda bırakıp bir bilinmezin peşine düşmesi ve bunun onun deyimiyle “uzun süreden sonra yaşadığını hissetmesi” ile sonlanması bizim de cesaretimizi kamçılar nitelikte. Raimund’un yolculu-ğunun sadece Lizbon’a değil, aynı zamanda kendi iç dünyasına olması detayı da gözden kaçmamalı bu noktada. Sonuç olarak sırf bu etkisi için bile izlenilebilecek hatta izlenilmesi gereken, keyifli, ken-dine has bir huzur duygusuna sahip başarılı bir film Night Train to Lisbon.

Köprüdeki kadını intihar etmekten kurtardıktan sonra Raimund ve Lizbon Kasabının Torunu

Direniş grubunda Amadeu, Estafania, Jorge ve Joao

Raimund ve Jorge tanışmaları

Page 28: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

28

Yalnız Adamın İsyanı

Talip Yılmaz

Sınıf arkadaslarının yemeğe çıkma teklifini, ya-kışıklı çoçuğun ilan-ı aşkını, oda arkadaşının kare-okeye gitme önerisini aynı gün içerisinde reddeden genç kız, aslında ne kadar yalnızım diye düşündü kahvesinden son yudumu alırken. Kimse halinden anlamıyordu çünkü. Üst üste yaşadığı travmaların etkisinden kurtulamamıştı. Hayatı birden alt üst olmuş, dünyasının güç dengeleri değişmişti. Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Bazen hayatın hiçbir anlamı kalmazdı böyle ama sözde arkadaşları onun acısını paylaşmaktansa eğlence peşindeydi.

*** Çiçeği burnunda yazar, yalnızlık temalı kitabını

çıkaralı henüz iki ay olmustu. Kısa sürede çok sa-yıda fan kazanmıştı. Kitabının yüksek satış rakam-larına bakarken, insanların kaçınılmaz yalnızlığına acıdı. Ama o hepsinden daha yalnızdı. Sanki kadın giderken adamı baska bir gezegene atıp, onun dün-yasını da götürmüstü yanında. Ama o kadar insafsız da değildi, yalnızlığa emanet etmişti adamı.

*** Üç erkek arkadaş, eğlence mekanına gireli

yarım saat kadar olmuştu. Yan taraftaki kızlarla bir süre kesiştikten sonra, kendi aralarında yüksek sesle konuşmaya başladılar. Ne kadar yalnız olduk-larından bahsettiler, yalnızlıktan ölmek üzere olduk-larından. Karşı tarafın tepkileri olumluydu, geceyi tek başlarına geçirmeyeceklerdi.

*** Yalnız adam, gözlerini tavana dikmiş öylece

uzanıyordu. Tek başına gece yürüyüşünü yapıp eve yeni gelmişti. Müzik de dinlemişti. İnternette dolaş-ma faslını da tamamlamıştı. Şimdi gecenin ilerleyen saatlerine, yalnızlığını hatırlama, onu kabullenmeye çalışma anlarına gelmişti sıra. Bu yalnızlık nasıl bir şeydir diye düşündü birden, yatakta kıvranmak yeri-ne bunun üzerine kafa yormaya karar verdi. Nedir yalnızlık? Herkesin dilinde olan popüler bir kavram. Bir ajitasyon bahanesi mi? O’nsuzluğun tercümesi mi? Anlaşılamamanın derinliklerinde bir kör nokta mı? Hayır tabii ki de. Yalnızlık, kimsenin seni tercih etmemesi durumudur. O’nsuzlukla çok karıştırılır. Çok fazla da suistimal edilir.

Popüler kültürün sözde yalnızları; kimi zaman, kimsenin kendilerini anlamadığını söyleyerek yal-nız olduklarını ilan etmişlerdir. ‘’Kuraklık’’tır belki o yasadıkları hissin adı, fakat kendilerini anlayama-

salar da yanlarında yürüyen insanları görmezden gelip, yalnız olduklarını söylemek, hem o insanlara hem de yalnızlara saygısızlıktır. Kimi zaman da bu kişiler, çevrelerinde onlarcası varken sırf ‘’O’’ olma-dığı için yalnız olduklarını iddia etme küstahlığında bulunmuşlardır. Halbuki yaşadıkları O’nsuzluk, diğer bir adıyla ‘’yalınlık’’tır. Kimseyi hayatına dahil etme-me tercihi. Asıl ironi de burada ortaya çıkmaktadır. Sözde yalnızlar yaptıkları bir tercih sonucu yalnız olduklarını iddia ederler, fakat yalnızlık bir tercih yapamama durumudur.

Yalnızlık kimsenin seni tercih etmemesi üzeri-ne, seçme ve seçilme hakkının elinden alınmasıdır. Üniversite tercih sonuçları açıklandığındaki boş kalan bölüm kontenjanlarıdır. İki veya daha fazla kişiyle oynanacak oyunları tek başına oynamaktır. Tek başına yapılabilecek yeni uğraşlar icat etmektir. İnsanların arasında dolaşmak ama farkedilmemek-tir. Önceleri tuhaf görünse de, daha sonra garip-senmemekir, yeni bir kimlik kazanmaktır. İnsanların, arkadaşlarıyla, senin yanında planlar yaparken seni hesaba katmamasıdır, daha acısı bunu normal bir davranış gibi görmeleri ve senin kırıldığını fark etmemeleridir. Mesaj gelmemesidir, dahası atılan mesaja cevap gelmemesidir. Hiçbir organizasyonda hiçbir zaman düşünülmemektir. Yalnızlık, şımarık çocukların canı sıkıldığında seni yanına çağırması, keyfi yerine gelince tekmeyi sallamasıdır. İnsanların sana uzaktan kumandalı araba muamelesi yapma-sıdır. Yalnızlık, sonbaharda düşen yapraklar gibi oradan oraya savrulmaktır. Kendini bile sevemez-ken, sevgiye el açmaktır. Fırtınalı bir kış gününde, denize düşüp damlaya sarılmaktır.

Şimdi size sesleniyorum sözde yalnızlar! Siz, bizi sevmediniz. Hor gördünüz, dalga gectiniz. Siz bize bir şans vermediniz. Hatalarımızı yüzümüze vurup yaftaladınız. Haklıyken haksız duruma dü-şürdünüz. Güneş batmayan imparatorluklar kurup, duyguları sömürdünüz. Engizisyon mahkemelerinde saf sevgiyi giyotine götürdünüz. Kalp hırsızlarını be-raat ettirirken, sevgi dilencilerine müebbet verdiniz.

*** Yalnız adam durup bir nefes aldı. Kendini nasıl

kaptırdığına şaşırmıştı. Bu kadarını o da bekle-miyordu. Döküldükçe rahatladığını hissediyordu. Buruk bir tebessüm etti ve sonra devam etti.

*** Efendi oldunuz, köle yaptınız. Aldınız, sattınız.

Her şeyi sahiplendiniz. Ama, n’olur, yalnızlığımızı bize bırakın. Ona da ortak olmayın. Bırakin ki, bizim de başımızı sokacağımız bir yuvamız olsun. Bırakın da bizim de kendi aramızda paylaşabileceğimiz bir soframız olsun yalnızlığımız. Bırakın da, güz yağ-murlarımız yağdığında altına sığınabileceğimiz bir çatımız olsun.

Bırakın, bari yalnızlık bizim olsun…

Page 29: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

29

Güneşten Yansıyan Işığa Vurulan Kişinin Hikayesi YahutRavza Puder’den Mektuplar

Şeyma Subaşı

Mail adresinin şifresi ‘allahimbenisev’ olan biri vardı. Allah’a ulaşamadan düştü. Ve “Yarına sesinin yankısı kaldı.” ‘İnşirah Suresi neşesi’ndeyken her şey, etraf ‘Yasin sessizliği’ne büründü…

“Korkarım ki hepimiz koparılmış bir çiçeğe solacağını söyleyemeyen kelebekleriz.” der Gökhan Özcan. Koparılmış bir çiçeğin hikayesi bu biraz da…

YASİN SESSİZLİĞİGİRİŞŞu okunan ezanla yeni dualar asıyorum ipe. Belki

kururlar. Biri kurudu da ayrılık oldu sonu. Ama kim bilir? Üstad kaderin üstünde kader var derken, ka-derin üstünde keder var diyemem ben. Allah’ım! Ne olur küllerimden doğmama izin ver. Ama bu şarkılarla değil, senin kelamınla olsun. Gözlerim de kelamınla dolsun. Aşka da o kelamı işitince geleyim. Biliyorsun aslında mesele Mecnun değil, sensin. Hani Mecnun dedimse zaten sensin de çoğu zaman. (Tamam Sezai Karakoç’tan çok kopya çekmemeliyim.) Hani o içime atıp imtihan ettiğin koca yalnızlık. Bilirdin benim istidadlarımı, hayallerimi. İstesem ne kadar güzel yazılar yazıp, ne temiz filmler çekip seni anlatabile-ceğimi,senin dinini anlatabileceğimi, başarılı olabile-ceğimi. Ama ben bu küçük dünyayı, tedirgin adımları seçtim üç dört sene önce. O insanlar keşke beni böyle ağlak yakalamasaydı demek için çok geç de olsa artık vardır bildiğin. Biz bilmesekte. Hani demişti ya benim için bu tekerlek tümsekte kalmaz diye. İşte ben bu söze güveniyorum. Geçmişime güveniyorum. Bir lamba gibi yanan, orada duran geçmişe. Belki ellerimden tutarsın yeniden diyorum. Çünkü “Allah, yeniden başlayanların yardımcısıdır.”

İKİNCİ GİRİŞGelmeyen insanların gitme ihtimali diye bir şey

var. Sadece rüyalarda gelir onlar. Ona da gelmek de-nirse. Ne şüphe edilir rüya olduğundan. Öyle gerçek gelir. Gerçek gelir, o gelmez.

En hüzünlü cümle “Hicran’la ne konuştun?” cümlesidir. Hicran’la bir şey konuşmadım ama senin hicranınla öyle konuştum ki... Naber Hicran dedim. Mutlu musun dedim. Niçin ağlıyorsun hicran, mutlu değil miyiz? dedim. Kavuşmamış bizi ayırdın. Kavuş-mamıştık ama çikolata vermişti bir keresinde bana. Evin en güzel yerine çerçeveletip asacaktım çikola-tayı. Bütün cümleleri zaten kalbimde asılı. Bağırmak

istemiyorum deyişi bile, çay içelim mi der gibi asılı. Bir kere de mesela dur basma demişti yürürken. Ben görmüştüm gerçi yerdeki şeyi. Farkettim demiştim. Ama ne alakaysa ne romantik gelmişti o hareketi bana.

Peki şimdi sen söyle ey okuyucu: Herkes gider mi?

“Bazen en sevdiğinizle aranıza kalın bir duvar girer. Yanlış anlamalardan oluşmuş zihnin kuytu köşe-lerinden beslenen bir duvardır bu. Gölgelerle artar yo-ğunluğu. Ve gölgelerin karanlığı sizi görünmez kılar.”

Alphan Akgül

“Bir kuş bana nazire –keşke bize olsaydı- alıp başını gidiyor uzaklara.”

Ah Muhsin Ünlü I.Gölgelerin karanlığının beni senin gözünde

görünmez kıldığı şu günlerde, sana yazmak ne ka-dar anlamlı bilmiyorum. Ama yazıyorum; yılmadan, bıkmadan yazıyorum. Seni dünya gözüyle görmeyeli belki dört ay oldu. Ama sanki dört asır. Dört asır dememe bakma bunlar hep edebiyat. Ki aslında sen hiç “aldanma, şair sözü elbette… (yalandır.)” Sana dair anılardan kalma bir fotoğraf buldum dolapta. Erguvanlar içinde sen. Hemen o parka gitmeliyim. Bir fotoğraf da ben çektirmeliyim orada…

II. Parka geldim. Burada erguvanlar yok. O ergu-

vanların açtığını bile fark etmedim her gün önünden geçerken. Seni çokça farketmek bazen çok şeyi far-ketmemekse bu kötü. Beş Şehir filminde “kȃğıttan eli gerçek kılmaya çalışırken hiçe saydığı kendini hiçliğe götüren çocuk” gibi günden güne ölmek kötü. Gü-neşten yansıyan ışığa takılıp kalmak onu neredeyse güneş bilmek de kötü. Hȃşȃ ama. O ışığı Güneş’ten bilmek gerek.

III. Ben sana seslenip dururken aslında O’na ses-

leniyorum. Ben aslında her derde kedere sen kılı-fını giydiriyorum. Bu duygulanıp (Allah’ın) hediyesi sandığım cezaların imtihanların orta yerinde sen diye bağırmak gülünç bazen. Yani keşke mesele sen ol-saydın. Ama herşey bir manik depresife bakıyor abi, bakma o nasıl da sevgili olmuşlar dediğin kızlara.

Ellerimden tut. Yoksa mesele Muhammed Yasin Efendi değil biliyorsun. Aslında “sevmek de yorulur.” Bunu da biliyorsun.

Sonra elimde gül olmadığı halde gül dağıtmaya çalışmak…

Ben ȃşık olduğumda tüm dünyada meşru bir şey olmuştu ȃşık olmak. Herkes ȃşık olabilirdi artık. Hani bilmezdimya bir zamanlar günah olmadığını. Sonra hȃşȃ dine yeni hurafeler sokuşlarım. Kendi korkula-rım yüzünden. M.Kutlu’nun o “İçimdeki yalnızlıktan kendime davalar aradım.” sözü misali. Hani hep günah cereyan ederdi etrafta böyle şeyler. Hani radi-kaldik. “Ve güldün, rengȃrenk yağmurlar yağdı.” gibi cümlelerin karşılığı yoktu zihnimizde. “Biz yağmamış

Page 30: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

30

yağmurlarız. Ama çocuğum birgünandolsunyağaca-ğız”ın vardı ama. Sonra nasıl atladım level’ları. Bilmi-yorum. Bildiklerim de var gerçi. Ama kalubela’da ben seni gördüm de sen beni görmedin mi acaba?

IV. Minibüsteyim. Sen seversin minibüsleri. Belki de

lafın gelişi sevdiğini söylemiştin. Yazmaya öyle daldım ki, adam inince kayar mısınız dedi kadın, pardon de-dim. Hiçbişey demedi. O değil de çok yaşlı bir adam telefonu açıp “Efendim baba?” dedi. Çok tuhafıma gitti. Sen olsaydın şöyle söylerdin burada: “Vay canı-na” ya da “Güzelmiş.” Bir de ayet gibi ezberledimya cümlelerini, Allah affetsin.

V.Farklı model gemi gelecek senin için diyorlar.

Üzülüyorum. Benim o hayal sandıklarım varya, koca bir hiçler aslında. Böyle çaresizliğimden tutunduğum o peşinden koştuğum hayaller. Belki ulaştığımda tuzla buz olacak zaman aşımına uğrayacak hayaller. Bun-lardan bahsetmek istedim bugün sana...

VIYeşil montlara olan sevgimi bir bilseniz.Ama

ben çok yoruldum artık.Bu zihnimde ağırlık yapan cümleler. Hiçbir zaman muhatabını bulamayacak o cümleler. Bulsa ne değişirse…Şeytan konuşuyor ama bazen. Sonuçta her zaman Hz.Hatice’yi örnek alama-yız.

Ben takılıp kalmasaydım güneşten yansıyan o ışı-ğa. O filmdeki gibi “Yaratılan bu kadar güzelse kimbi-lir kaynağı nasıldır?” deyip O’na varaydım. Ne olurdu sanki? Ve ne olurdu sanki ile bitmeseydi cümleler…

VII. Sonra birgün hastalandım. Doktora gittim.

Sonra bir daha gittim doktora. Sonra bir kez daha… Günlerin geçtiğini biten ilaçlardan anladım. Amel defterini de doktorun hakkımda tuttuğu notlardan… İnanmazsın, doktor ünlü mütefekkir,müfessir Muham-med Yasin Kutub’un adı verilmiş olan sokaktaydı. Hergün senin adının geçtiği sokakta tedavi olmak ne de manidar gelmişti bana… O’nu da Allah’tan hedi-ye bellemiştim. Ben işte böyleyim biraz. Boşluklarda yüzerim, “küfre yaklaştıkça imanım artar” şairin dediği gibi, ama senin adınla başlayan bir sokakta tedavi olunca duygulanırım…

VIII.. Anneme “Yakın zamanda ders çalışacağım.”

diyorum. Ve ekliyorum o konuşmaya başlayınca: “O zaman neden şimdi olmasın di mi?” Sonra seni çok seviyorum. Bu beni mesut ettin sen de olasın demek aslında. Sonra sana benim yerime de baksınlar… Ya da bakmasınlar. Gözümüzü haramdan sakınmalıyız. Beni gülümsettinya, sen daha fazla gülümse. Senin yanında güldüğüm için çok özür dilerim. (Aslında Allah’tan) Bir de keşke beni tembel bilmeseydin. Ya da şu cümleden kaynaklı olduğunu bilseydin: “Aklım-dan çıkmıyorsun dedim, başka türlüsünü yorgunum anlatmaya.”

IX.Yazarın biriyle konuşuyorum. Hem ateistmiş,

hem islamcılar hakkında roman yazmış. Eski devrimci derviş hallerimi özlüyorum. Şimdi ilginç bir biçimde -ben evet hem de ben- namazları da bırakmışken bir süredir, ne söylesem onu düşünüyorum adama. Söyleyecek birşeyim kalmamış, o tadı, o güzelliği anlatamıyorum artık. Sadece İslam, İslamcıların , nurcuların, şuncuların buncuların, ilahiyatçıların eline bırakılmayacak kadar değerli diyebiliyorum. o kadar... Ben senden sonra o hallerimi de kaybettim. Ki sen de böyle düşünceleri hayal olarak görüyordun zaten değil mi? Ya da fazla düşünmemem gerektiğini bu konular üzerine...

Yazara peki böyle mutlu musunuz dedim. Bir yandan da içimden, kendime sen çok mu mutlusun sanki diye kızdım tabii.

Mutluymuş. Üzülüyorum ama diyecek söz bula-mıyorum.

X.Misal sen bazen bir ağacın altında dikildin diye-

lim. Ben de çok sonraları kendimi o ağacın altında buluyorum. Ama bir türlü bir daha gelmiyorsun.

En çok da “abi seviyorsan git konuş bence” cileri değil, “haram, helal” diyen arkadaşlarımı seviyorum. Evet, çok seviyorum hem de.

Ah o benim içimde onca görüntüye rağmen, yıkılamayan radikal yanım. O radikal yanım ki... Bir zaman beni delilikle dȃhilik arasındaki çizgide sürük-lemişti. Sen bilmezsin. Sen benimle ilgili neyi bilirsin ki?

XI.Aslında anlatacak o kadar büyük bir hikȃyem

var ki. Bir yandan anlatarak tüketmek istemiyorum o hikȃyeyi. Bir yandan da anlatmak istiyorum. Acaba anlar mıydın? Yoksa yine bir yığın hatalı düşüncem mi var benim? Ama kendi içinde safiyane.

XII.Sen zahire takıldığımı düşün. Ben zahire yalnızca

senin yüzünde takıldım ki onun da batına açılan bi manası vardı. Allah’ı hatırlatıyordu. Çok şeyi hatırlatı-yordu.

Halbuki ne biçim anlamıştım zahir-batın olayını. İnsanın bazen ateşler içinde yanmayabildiğini mesela. Soğuklar içinde ise üşümeyebileceğini. Özgürlüğün getirdiği rehaveti. İnsanın bazen tutsaklıklar içinde yakaladığı özgürlüğü...

Sonra bilemeyeceğimizi hiçbir zaman…Anlatmak zor…

XIII.Araba beni görmeden ezerse, annem üzülür.Araba beni görse de ben atlasam önüne, annem

üzülür.gibi “annemin üzülmesi” ortaklığını taşıyan cüm-

leler geçerken aklımdan...Bir de ne göreyim. Yasin’in annesi. Bana el sal-

lıyor. Yasin de bir keresinde el sallamıştı bana dedim içimden. Hani genetik olabilir bunlarda el sallamak. Gerçekten Yasin’in annesi olabilir. Önce gözlerime inanamadım. Gözlerimi ovuşturdum bikaç kere. Sonra yaklaştım. Gerçekten Yasin’in annesi. Ama sanki yüzünü buruşturmuş bakıyor bana. “Ey kız...” dedi. “Bugün Asımhoca’nın dersindeki kızın söylediklerini

Page 31: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

31

işitmedin mi?” Ne alaka dedim içimden, böyle söze “ey” ile başlamak falan. Hem bu teyze nereden biliyor olabilir Asım hocanın derste söylediklerini. Neyse dedim bunların ailecek içine doğuyor herhalde bişey-ler. Yasin de bazen çoktevafuklu cümleler kurmuştu. “İşittim...” dedim utanarak. Burdabi şerh düşmem ve konuyu anlatmam gerek.

Asım hoca derste “Hep erkekler bayanlara böyle şeyler yazmış. Hiç kızlar erkeklere böyle şeyler yazmamış. Neden?” gibi bir cümle kurar. Ardından tahtaya kalkan kız arkadaş da “Çünkü edepsizlik olur kızların yazması. Ayıptır” der. Ve ben kendi içimde yerin dibine girerim. Kısaca olay böyleydi.

“O zaman bi daha öyle saçma sapan şeyler yaz-ma.” dedi teyze.

Ben de “olur” dedim. Ve hızlı adımlarla ordan uzaklaştım. Bir de ne göreyim. Bu sefer de karşıma Muhammed Yasin çıktı. Hiçbişey demeden yürü-düm... Ne de olsa kendi çapımda ona kırılmakla meşgulüm.

Ah dedim, Muhammed Yasin gibi annesi de sevmedi beni. “Ya nolacaağğdıya?” deyip içimden, gülümsemeye çalıştım...

XIV.“Ben seni gizli sevdim bilmedim ȃlem duyar.”

diyor. Bu parçayı kimden dinlemeliyiz? Sen bilirsin.Benim de yazmaya çalıştığım bi şiir vardı. Sonu

şöyle bitiyordu: “Ama ben seni seçtim be pikaçu” Anneannem olsaydı “Seçmekle olsaydı.” değil de

“Her seven kavuşsaydı kızım.” derdi. Benim de yüre-ğime ok saplanırdı. Bu aralar en çok kurduğum cüm-leler arasında birincilik “Çok üzgünüm.” cümlesine ait, ikincilikse “Yüreğime ok saplandı.” cümlesine...

Bu haftasonu gidersek, anneanneme belki seni anlatırım. Ona da anlatırım. O da muhtemelen “Her seven kavuşsaydı kızım.” der bana. En acısı da “Sen onu, ellerin olsun, diye mi sevdin?” der belki. An-neannemi de hor görme,harabat ehlini hor görme zahid, o ayaklı kütüphane gibidir. Daha da doğrusu, böyle hayatı çözmüş bi insandır. Fatih’te oturmakta olup çok çevik oluşuyla da ünlüdür. Çevikliğini yaptığı yürüyüşlere borçlu olduğunu her fırsatta dile getirir. Ve “Darbe yiyen insan, insanlardan hoşlaşmaz.” gibi garip bir cümle kurmuşluğu vardır. Bak aslında bir anneannem bir de teyzem için sevebilirdin beni. Öyle şekerdir ki ikisi de. Yani o derece şekerdirler.

XV.Sen de Capitol’deki dua odası mıdır bahçesi mi-

dir değişik bir adı vardı unuttum, oraya git. Sinemanın arasında git oraya. Kapitalizme ya da o sekülerleşti-rilmiş alanlara, dini hatra getirmeyecek kadar insanı oyalayan türlü karmaşaya bir tekme vur. Namazını ihmal etme sakın. Hatta sinemayı arasında terketme benim gibi bir takım sahnelerden ötürü. Bir takım sah-ne çıkınca terket ki, sinemada o an bulunan kişilerin de kalbinde birşeyler uyansın. Buğz etmekle yetinme. Elinle düzelt. (İlgili hadisi biliyoruz hepimiz)

Bize asıl “ezelde Rabbimiz sundu merhabayı, öyle mest olduk ki gayrın merhabasın bilmedik.” Ama Allahım affet, dün canıma bir merhaba sundu Mu-

hammed Yasin. Öyle mest oldum ki gayrın merhaba-sın bilmedim. Fakat bugün afiyet olsun demedi. Gerçi onu görünce başka yerlere bakınıyorum ben. Ondan mıdır acaba? Yanlışlıkla oluyor bu.

Ah! Bu dünya ve bu dünyanın bi oyun ve eğlen-ceden ibaret oluşu. Bizimse kim için harcadığımız o sayılı nefesler? Üzülme dedim, belki öteki tarafta sever seni.

Halbuki Yunus “Bana seni gerek seni.” demiş.Dedim Yunus kadar olamasak da, Yunus’un ya-

nında dolana dolana belki ona benzeriz. Dolana dola-na bu kadar Fuzuli’lerin Taşlıcalı Yahya’ların etrafında.

Sen de Mevlana’nın etrafında dolan. Ya da Kant. Bilmiyorum İbn Haldun da olabilir.

Bir kere de sana kitap hediye etseydim. Valla ar-kadaşça. Zaten sen beni arkadaşçada sevsen yeter bana. Burnum mu uzadı bu noktada Pinokyo misali? Klasiklere de çok güzel atıf yapılır.

XVI.Bugün önümden bir adam koşuyordu. O zaman

mı farkettim çok yavaş olduğumu? Hayr konusunda yarışmakta falan mesela? İyi işler, güzel işler yapma-da, iyi kul olmada, yavaş olduğumu, zamanın su gibi akıp gidişi karşısında hiçbir şey yapamadığımı...

Aslında ondan önce arkadaşın anlattıklarından farkettim belki de. ‘Sen bu muhabbetlerin adamı de-ğilsin Ravza, özüne dön!’ diye içimden geçen düşün-celer eşliğinde...

Çok ağlayasım geldi, halimize. Ama ağlamaya bile vakit yok. Ali Şeriati’nin dediği gibi hem, Allah’ın izniyle öyle bir yola koyulmalıyız ki, hayatımızın bir saniyesini bile kişisel mutluluğumuz için harcamama-lıyız.

Bir de şöyle bir şarkı sözü vardı: “Keşke yanımda olsaydın, kolay olurdu o zaman.”

Yanımda olsaydı daha kolay olabilirdi. Daha kuv-vet bulabilirdim. Belki de yanılıyorum.

Ama yüzü öyle Allah’ı hatırlatıyor ki. Bende mi bu yüzlerde Allah’ı görme istidadı var, bilmiyorum.

XVII.Sonra bir de bakıyorum o şiirin o dizesi üşüşüyor

aklıma: “Bence şimdi sen de herkes gibisin”.Güneş, batıyor.Güneşin batan bir şey olması

güzel. Hz.İbrahim değil mi? Hz.İbrahim’in yıldızlara, güneşe,aya karşı takındığı tavır güzel. Ben de görebil-sem artık bunların hep “batan,kaybolan” olduğunu.

Bir şarkı bozmasın sonra herşeyi.XVIII.Belki ötelerin izi var yüzünde… Ama aradığımız

da sen olsan aslında keşke değil mi? Sende ise O’nu aramayacak mıyım? Seni bulduğum vakit gerçekten aradığımı sandığım şeyi bulacak mıyım? Yoksa bilge haklı mı?:

“Kavuşunca olmuyor be çocuk, kavuşmak ötelerde…”

Page 32: Dergi 4 sayı baskı

dosya:

Şarkılar ve Anılar

çoktan unuturdum ben seni çoktanah bu şarkıların gözü kör olsun

Page 33: Dergi 4 sayı baskı
Page 34: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

34 Mahallenizden Geçerken Çalan

Şarkı

Mithat TahsinSilence like a cancergrows*

Paul Simon – Sounds of Silince**

İçinde’n şarkıların geçeceği bir yazıya başla-manın birçok yolu vardır. İlk cümlenizde “Ahmet Kaya” da diyebilirsiniz; “Victor Démé” de. Birinci olasılık için çağrışım, imge ve melodiler hızlanırken zihnimizde, ikinci olasılık için duraksarız biraz. Çün-kü her zaman ya da “hep sonradan” bilinmeyene karşı bir tereddüt vardır içimizde. Bir şeyin bilinir olmasının ilk kuralıysa belki de başta hiç kimse tarafından bilinmemesidir. Daha önce bilmediğimiz bir yolda arabayla ilerlerken; radyoda gönülden bağlı olduğumuz bir şarkının çalması, o an gitti-ğimiz yola karşı mecburi bağlılığımızı değiştirir. O şarkının çaldığı yoldur artık orası, gittiğimiz ya da içinden geçtiğimiz her nereyse.

O şarkıların çaldığı yolların hikâyesi bir mola versin. Victor Démé’nin pek bilinmeyen bir ülke olan Burkina Faso’da doğduğu 60’lı yıllarda Ahmet Kaya Malatya’da ilkokula yeni başlamış bir çocuk-tu. Biri terzi dükkânında çalıştı, diğeri bir kasetçi-de. Her ikisi de farklı hayat hikâyeleri içinde kendi

ülkelerinin protest müziğini ürettiler. Sivas’ta her-hangi bir evde Ahmet Kaya’nın “Karanlıkta” parçası çalarken, aynı anda Savanes’te Victor Démé’nin “MaaGaafora” sı yükselmekteydi. Biri şarkısın-da “Doğacak güneşi göresim gelir” derken diğeri “Giderim güneş doğduğunda” sözlerini kulaklara göndermekteydi.

Farklı coğrafyalarda değişmeyen tek şey el-bette güneşin her sabah doğması değildir. Güneş ışınlarının geliş açısı değişse de, düştükleri yerde yaşanan hikâyeler hep aynı günü deviriyor. Sesler, sözler, anılar yükselirken her bir yerde, herkes gece olduğunda aynı sükûneti yorgan yapıyor üzerine. Ya da gerçekten öyle mi? Gerçeğin bizim algıla-dıklarımızla mı gerçek olduğunu bir kenara bırakıp, daha farklı nasıl algılarsak “gerçek” olacağı üzerin-de duralım. Değirmende doğan farenin gök gürül-tüsünden korkmadığını söyleyen bir atasözümüzün bize ne öğütlediğini fareye değil göğe de sormak gerekir. Vereceği muhtemel cevaplardan biri “be-nim sükûnetim gürültümdür” olabilir. Hangi hava-larda gidilip gidilmeyeceğini sıraladığı parçasında “Güneşli günde gidilmez” diyen Nazan Öncel’in kulakları çınlasın. Hangi havanın bizi nerelere götü-rüp götürmeyeceği sorusu zihnimizdeyken, göğün gürültüsünden daha tatlı melodi bırakamayan sükûnetimize bürünelim.

Paul Simon, işiten ama dinlemeyen insan-lardan bahsettiği Sounds of Silince parçasının sözlerini yazarken nasıl bir ortamdaydı bilinmez. Fakat “sükûtun sesini rahatsız etmeye kimsenin cüret etmediği” söylenen bu şarkıyla; İsmet Özel’in, “insan hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine

Page 35: Dergi 4 sayı baskı

şarkılar ve anılar dosyası

35

sağır” cümlesini “aynı safta” tutabiliriz. Hz. Âdem ile Hz. Havva’dan bu yana sevda üzerine birçok sözün söylendiğini fakat hepsinin “aynı” dertle demlendiğinden bahseden Barış Manço’nun bir şarkısını açalım. “Davulu dengi dengine vurmak gerek” sözlerinin yükseldiği şarkıda kastedilen belki de; birbirimizi dinlediğimizi sandığımız şu dünya üzerinde hepimizin elinde bir tokmak olduğu gerçe-ğidir. Gerçekten bahsetmenin böylesi bir yolunda, bu şarkı bizi yine menzile ulaştırır mı bilinmez. Gelip geçmekten ziyade içinde durmak gerekiyordur belki de.

Peki, şimdi bunca sözden sonra hemen so-ralım: Durup geçemediğimiz, kalıp gidemediğimiz şarkılarda neyi arıyoruz? Ya da “bulanlar” için mi durup duraksamadan sürekli pop şarkılar üretil-meye devam ediyor? Leyla ve Mecnun’un kitabını yazanların Sümmani’yi bir kenara yazmasından, ayrı yazalım bu soruları. Yanıt bulma “makamında” bestelenen bir şarkı sözüne aday değiller. Rahmetli İlhami Çiçek “göğe bezgin bakanlardan” bahseder-ken, gürültüyü de hesaba katmış olmalı. Bu hesabın “yerle bir” ilişkisi var. Doğanın sesine kulak ver-memizi öğütleyen ya da “doğadan kalbe” diyenler değirmende doğan fareden bihaber. En güzel aşk şarkıları listelerinin bir sonu var. Aşkın kendisinin değil.

Yazının burasında; bir daha şarkı patlatmak gerekir gürültünün boynuna desek, sessizliği bulu-ruz belki. 80’lerin sonunda TRT Radyosunda çalan şarkılarla, aynı tarihte dünyaya gelen bebeklerin ağ-lamalarının birbirine karışması normal karşılanabilir.

Fakat değirmendeki farenin göğün gürültüsünden sükûn bulması için aradığımız yolda bir hikâye de “doğurmak” gerekir. 80’lerin sonunda ana rahmine düşen çocuklar hala çocuk mudur bilinmez. Fakat o tarihlerde radyoda çalan “Sessizliğin Sesi**”, yıllar sonra o çocukların mahallesinden geçerken; yağmurlu bir havada radyodan aynı sesi bırakmaya devam ediyorsa, dünya kundağa sarılmaya devam ediyor demektir. Birbirimizden ziyade kendimize “söylemenin” cinayet sebebi olacağını söylemedik belki ama gürültü sebebi olduğunu baştan söyledik. İster pop olsun, ister “sus”; kendimizden ziyade bir-birimize “dinleyelim” demek, belki Burkina Faso’da yankı bulur diye ummaya devam edelim. Her sene bize doğadan -reklam tabiriyle- karşılıksız verilen Malatya kayısılarını umduğumuz gibi...

Gidilecek havamızı bulduğumuzda gitmeli-yiz. Çünkü hayat bize Nazan Öncel’e “aslında bu şarkıda ne demek istediniz” sorusunu sorma şansı sunmaz. Başlarda bahsettiğimiz neyi üzerimize yorgan yapmamız gerektiği “gerçeği” için aşağıdaki sözlerden sonra radyoyu kapatıp gidelim:

“Suskunluk kanser gibi büyüyor* Dinleyin sözlerimi, belki size öğretebilirler Uzanın kollarıma, belki size ulaşabilirler Fakat sözlerim sessiz yağmur damlaları gibi

düştüler Ve sükûtun dalgalarında yansıdılar”

fotoğraf: emily sevin

Page 36: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

36 Şarkılar ve Anılar -

Kazım Koyuncu /Ben

Bülent Özdaman

‘BEN’Baba ben yıkıcıyım amaKendini bilmez değilim

Yaşamak istiyorum sadeceKendi savaşlarım uğrunda

Ben sadece ben olmak istiyorum…

Işık hızıyla geçen zamanıYaşamak belki de çok zor

Korkuyorum ben geçmiştenKorkuyorum gelecekten

Ben sadece ben olmak istiyorum…

Dünyadan ‘şair ceketli bir çocuk’ geçti… Ve ben henüz onu tanımıyordum, bu şarkıyı da

hiç duymamıştım…Zuğaşi Berepe’nin lazca olduğunu ve ‘Denizin

Çocukları’ demek olduğunu da bilmiyordum.Sadece 15 yaşın verdiği bir ben’likle yürüyor-

dum Erzurum’un soğuk ve ıssız caddelerinde.Okuldan çıkmıştım, tek sığınağım olan kitapçı-

ya koşuyordum: Üniversite Kitabevi ! Bu bıçkın ve karizmatik adamı ilk kez orada

gördüm.Bu resme dakikalarca baktığımı hatırlıyorum.Resmin ardındaki şiiri ve şairini görmüştüm,

gitarın ardındaki tınıyı-ezgiyi iliklerime kadar duy-muştum…

Kitapçıdaki amcaya mahcup ve bir o kadar da istekli bir şekilde soruverdim:

- Amca posterdeki bu adam kim? - O Kazım Koyuncu’dur, Karadeniz’li şarkıcı

ama; geçen yıl vefat etti; ama albümü var bizde, istersen vereyim, dedi.

Ama diyordu, amca… Ama… - Tabi tabi, alayım, dedim. Ve ruhumdaki hayret kendini bir anda hüzne

bıraktı ama artık tevafukun cilvesiyle tanımıştım bu asi çocuğu, peşine düşecektim, bırakmayacaktım.

Hayatımda şiirin, müziğin, sanatın yer etmesin-de gerçekten önemli katkıları olan bu ‘şair ceketli çocuğu’ böyle bir günde bu şekilde tanımıştım işte.

İlk dinlediğim şarkısı da ‘BEN’ idi..Ben de yıkıcıydım ama; kendini bilmez değil-

dim, yaşamak istiyordum, sadece kendi savaşlarım uğrunda…

Evet, gerçekten ‘Ben sadece ben olmak istiyor-dum.’

Bu şarkının tınısı, ritmi, sözleri bende öyle ufuk-lar açmıştı ki, Erzurum gibi muhafazakâr ve milli-yetçi bir yerde çok hızlı bir şekilde birden müziğe, ‘devrime’, Lazcaya sürüklenecektim…

Page 37: Dergi 4 sayı baskı

şarkılar ve anılar dosyası

37

Kazım, derdi ki: ‘Birileri plajlarda şarkılar söyler-ken, biz yıldızların altında başka şeyler yapıyorduk!’

Ben de yaşadığım yeri ve çağı sevmiyordum ve en az bu uzun saçlı, lazca-rock yapan adam kadar marjinaldim.

Kürt idim, gençtim ve umarsız bir arayışın için-deydim, hiçbir şey açlığımı gidermiyordu, susamış-tım.

Kazım’ın hayatına, şarkılarına, sözlerine kapıl-mıştım ama saplanıp kalmamıştım, Kazım şairane yaşantısıyla beni Batı Klasikleri’ne, kitaplara, şiirlere götürecekti…

Lazca şarkılar ezberlemeye başladım, hatta bunları söyledim de, kendi sesimin de az buçuk güzel olduğunu o dönem farkettim, ben de şarkılar söyledim…

Şiirler yazdım…Müziğin bu denli kuşatıcı olduğunu o dönemde

gördüm…Zaman çok hızlı geçiyordu ve ‘şair ceketli ço-

cuk’ bu dünyadan erken göçmüştü…Bir anda hayatımın merkezine giren, bana gitar

aldıran, rock müziğe, etnik müziğe, özgün müziğe dahası Lazca şarkılar ezberlemeye kadar götüren bu adam zamansız ve amansız ölmüştü:

Akciğer kanseri ve Çernobil faciası! Kazım’ı öylesine benimsemiştim ki, Gözlerini, saçlarını, sözlerini…Onu, onunla yaşamış gibi kaybetmiştim… O yüzden öyle sahiplenmiştim ki şarkılarını ken-

di şarkılarım gibi…

‘’Işık hızıyla geçen zamanıYaşamak belki de çok zorKorkuyorum ben geçmiştenKorkuyorum gelecektenBen sadece ben olmak istiyorum…’’Ruhuma dokunuyordu bu sözler ve gitarın

tınıları…Acı çekerken de, aşık olurken de, yalnızken de

bu sözler vardı yanımda, kulağımda ve ruhumda…Yıllar geçti hâlâ dinlerken kendi geçmişime bir

kapıdan içeri girercesine dalıp gidiyorum, anılar düşüyor peşime, uyumaz oluyorum, uymaz oluyo-rum…

‘Ben’ diyorum, yutkunuyorum, gülümsüyo-rum…

Kocaman yılları anımsıyorum, Lise yıllarını, arkadaşlarımı, yalnızlığımı,derü-

venimi, sürüklenişimi, şiirleri, yazıları, posterleri, şarkıları, kitapları…

Bir adam bu kadar mı kocaman olur, bu kadar mı sağaltıcı olur?

Bir şarkı bu kadar mı ‘ben’ olur ? Bir tespihin taneleri gibi hayatımız, bir zincirin

halkaları gibi, Kazım ve ‘BEN’ şarkısı hayatımın ilk boncuğu gibi, zincirdeki ilk halka gibi…

Seni unutmadım ‘şair ceketli çocuk’‘Ben sadece ben olmak istiyorum!’ hâlâ…Ümitle ve özlemle hâlâ…

fotoğraf: ali akçakaya

Page 38: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

38

Şiirler Şarkılar Anılar

Raşit Keskin

Kıştı, soğuktu. Oturma odamın penceresin-den dışarı bakar, yağan kar tanelerine dalar, şiirler yazardım ayrılık üstüne.

Karın yağışındaki musikiyi hissetmek, Cenap Şahabettin’e selam göndermek isterdim kendi dizeleriyle:

“Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş, Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi karlar Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar…”Kar; tarhana çorbasını, babamı ve bir Mahzuni-

türküsünü hatırlatırdı.Çocukluğumda karlı günlerde tarhana çorba-

sı pişirirdi anam. Biz yedi kardeş, burun kıvırırdık çorbaya; kahvaltı isterdik. Şalgamlı tarhana çorbası bulunmaz bir nimetti babam için. Faydasını say say bitiremezdi. Çorba içilip herkes kendi köşesine çe-kilince sobanın arkasındaki yerine geçer -babaları-mızın oturduğu özel yerleri olurdu eskiden- uzandı-ğı yerden hep aynı türküyü mırıldanırdı babam:

“Dumanlı dumanlı oy bizim ellerOturup ağlasam delidir derler”

****Oturup ağlamıyordum belki ama yalnız oldu-

ğum bir gerçekti. Şarkı, türkü, ilahi ve şiir kaset-lerim vardı. Ne zaman yalnızlığım üşüse bir kaset

seçerdim kaset koleksiyonumdan. Ben uzak hatıra-larda dolaşırken üşüyen yalnızlığım uykuya dalardı.

“Şarkıların bu kadar güzel kelimelerinse kifa-yetsiz olduğunu” öğreneli epey olmuştu. Papatya falına bakmıyordum artık; ama şarkılardan fal tut-maya devam ediyordum:

“… gözlerin var ya” diyordu İbrahim Tatlıses. “Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın” çıkı-

yordu bazen.Şarkılara karşı bağışıklık kazanmıştı kalbim.

Şiire durmuştu dallar. “Bir gün gözlerimin içine bak / Anlarsın ölüler

niçin yaşarmış” limanına demirlemiştim artık.Şiirler yazıyordum uzaklara bakıp, şarkılar din-

liyordum bir parçası olmadan. Aşk şiirlerine otopsi yapıyordum derslerimde.

Şarkılara sinen hatıralar kalmıştı geriye. Bir aşktan geriye ne kalırdı ki zaten.

Şirin bir İç Anadolu kasabasında öğretmenlik yapıyordum. Okuldan eve, evden okula rutin bir ha-yatım vardı. Mektuplar, öyküler, denemeler yazdırı-yordum öğrencilerime. İbrahim Sadri kasetlerinden şiirler dinletiyordum. En çok da “Buyur Usta” şiirini seviyordu öğrenciler.

Bekârdım, iki odasını kullandığım 4 odalı bir evde yaşıyordum. Okul çıkışı kasabanın tek cadde-sinde sanki yetişmem gereken bir yer varmış gibi hızlı adımlarla yürürdüm.

Caddenin iki yanına serpiştirilmiş dükkânla-rın önünden geçerken kasabanın ruhuna işleyen ezgiler eşlik ederdi. Neşet Ertaş’la “Gönül Dağı”na çıkar, “Acem Kızı”na bakardım “uğrun uğrun”.

“Zülüf dökülmüş yüzeKaşlar yakışmış gözeUsandım bu canımdan aman amanDert ile geze geze”nin hüznüne dalarken Ekrem

fotoğraf: ali akçakaya

Page 39: Dergi 4 sayı baskı

şarkılar ve anılar dosyası

39

Çelebi yetişirdi imdadıma. “Fidayda”yla ritim katardı yürüyüşüme.

Kasabalı için hayat, “bozlak”la “misket” arasın-da bir yerdeydi ve ben bozlağa daha yakındım.

Caminin yanındaydı evim. İkindi namazına mü-teakip çay suyu koyardım ocağa. Çay demlenirken Münir Nurettin Selçuk dinlerdim hep.“Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan” kısmında eşlik ederdim üstada. Yudumladığım her damla çay, huzur katardı ruhuma.

Akşam olunca perdeleri çeker, kitaplarıma da-lardım. Kitapların kendi musikisi vardı ve ben kitap okurken dinlenen müziğin kitaba ihanet olduğunu düşünürdüm. Müziğe, sessizlik eşlik edebilirdi an-cak.

Gece, kendi sessizliğini taşırdı terkisinde. Ki-taplar, öğrenci ödevleri, günlük planlar bitince Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu’na gelirdi sıra:

Pencereden kar geliyor aman annemGurbet bana zor geliyor aman annemGurbet bana zor geliyor ben öleyimSevdiğimi eller almış aman annemO da bana ar geliyor aman annemO da bana ar geliyor ben öleyim

“Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram”, “Allı Zeynep”, “Dağlar”…

“Divane Âşık Gibi”ye sıra gelince gözlerim ka-panmaya başlardı.

Hayallerim vardı; bir edebiyat dergisi çıkaracak-tım bu kasabada. Öğrencilerime metinler yazdırıyor, Konya’daki arkadaşlarla görüşüyordum.

Ah, aynı dertten mustarip biri daha olsaydı. Bu küçük kasaba genişlerdi belki. Belki birlikle şiirler yazardık. Şiir okuyacağımız, yuva kuracağımız bir hatun kişi olsa ona da razıydım; gelenler hep “şiir-sizdi”…

***Sıcak bir eylül sabahıydı. Şeref çıkageldi. Yeni

edebiyat öğretmenimiz, dediler. Birkaç gün misafir ettim evimde. Sessizdi. Sigara içerken adeta transa geçerdi. Şiir, öykü deyince gözü parlardı. Üniver-sitede çıkardıkları bir fanzinleri vardı. Heyecanla anlatırdı“Wakkas”ı nasıl çıkardıklarını.

Duam kabul olmuştu.“Bir hatun kişi” kısmı için şarkılardan fal tutmaya, mübarek gecelerde dua etmeye devam ediyordum.

Geceler boyu konuşuyorduk çıkaracağımız dergiyi. Yorulunca konuşmaktan, benim evde isek M. Nurettin, Erkan Oğur ya da Muazez Ersoy, Barış Manço eşlik ederdi sessizliğimize.

Onun evindeysek “Olanlar Olmuş”, “Konuşamı-yorum” “İşte Hayat” dinlerdik İlhan İrem’den; Nazan Öncel: “Gidelim Buradan”ı söylerken kalemimizi, kâğıdımızı ve maceramızı alır başka şehirlere gider-dik.

Kahvaltıda bir araya gelmişsek Abdussamet okurdu ruhumuzun gıdasını.

Şiir kokuyordu evimiz, yaşadığımız mekânlar uğrak yeri olmuştu, Necip Fazıl’ın, Tanpınar’ın, Cemil Meriç’in, Mustafa Kutlu’nun. Çehov, Gogol, Dostoyevski eksik olmazdı soframızdan.İsmet Özel celladına gülümserken biz de gülümsüyorduk cella-dımıza.

İbrahim Tenekeci Perihan’ı terk edemezdi. Barış Manço’nun “Rüya”sı çalardı fonda ve biz şiiri okur-ken “sığınırdı gece kanatlarım/ız/ın altına”.

“Fellini sen bana bir rol vermedinSuyu çarmıha pekâlâ gerebilirdimGözümü kırpmadan âşık olurTrenlere küfredebilirdimŞeyhim sen bana bir el vermedinGüneşli havalar hariçPekâlâ itaat edebilirdimÇözmeye kalkmazdım şifresini ölümünEzberlerdim karınca duasını bilePerihan’ı terk edebilirdim.Tekrar düşündümYoksullaştım düşündükçeSonra oturup bu şiiri yazdım Şehri yakmadan az önce.Sığındı kanatlarımın altına gece.”

Halka genişliyordu zamanla. Çay içiyor, mene-men yiyor, türkü dinliyor, şiirler okuyorduk. Yazdı-ğım bir şiiri okumuştu bir keresinde Adnan Hoca. Susmuştuk, gözlerimiz de susmuştu. O kelimeleri yaşadığını hepimiz biliyorduk, okunan şiir değildi, belki de şiire bürünmüş gözyaşıydı.

“Cihangir, Nazım’dan okurdu:

“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmakta Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değilBütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte yani yürek-

te....”Serkan, resimler yapardı. Bağlamasıyla gelir-

diEmirdağlı Ramazan. Ne güzel söylerdi Emirdağ türküsünü:

“Emirdağı birbirine ulalıAltın yüzük parmağına dolalı”

***Muhabbet, dostluk ve samimiyet meyvelerini

veriyordu. Öğrencilerin öykülerinden oluşan bir öykü seçkisi yayımladık o yıl. Türkiye’de örneği yoktu. Edebiyat dergisi çıkardık. “Gemi”, hayal-lerimizi taşıyordu uzak iklimlere. Belediye düğün salonunda şiir geceleri düzenliyor, Gogol’ün Pal-to’sunu sahneliyorduk düğün salonu sessizliğindeki seyirciye.

Her etkinliğimizin bir müziği vardı. Bir şarkının on beş saniyelik giriş kısmını arka arkaya kaydedip üç dakikalık parçalar oluşturduğumuz olurdu.

Şimdi o seslerle devşiriyorum hatıralarımı, unut-tuğum yerde bir şarkı yetişiyor imdadıma…

Page 40: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

40

Dostoyevski Tır Şoförü Olmalıydı

Ahmet Melih Karauğuz

Ben, bu dünya kökten değişir sanmıştım; kanmıştım, yanılmıştım!

Oysa değişen tek benim çöken omuzlarım!Barikat & Şahsenem - Geceler Günlerimi Gömer

Liseye hazırlandığım yıllardı. Hangi liseyi hedef-liyorsun sorusunun herkes tarafından sorulduğu ve tatmin edici bir cevap beklendiği anların zorluğunu fazlasıyla üzerimde hissediyordum. Aklımda birkaç lise vardı elbet ama deneme sınavlarımın sonuçları ortadaydı. Aklımdaki liseleri söylesem, hemen kaç net yaptığım sorulacaktı. Netlerimi söyleyince de ne kadar ekmek o kadar köfte, bu ekmeklerle o köfte-leri alamazsın diyeceklerdi. İnsanların sorularını ge-çiştirecek cevaplar bulmuştum ama kendi kendime de soruyordum: “Ne olacak benim bu halim?”

Bir gün durdum ve kendi kendime ‘Ben Dos-toyevski okuyan bir tır şoförü olacağım!” dedim ve gayet ciddiydim. Dostoyevski okumuş muydum? Hayır. Ama olsundu, elbet okurdum. Peki tırlara alakam var mıydı? Evet. Test çözmem gereken va-kitleri 18 Wheels of Steel Haulin oynayarak ‘değer-lendiriyordum.’ Evimizin balkonuna çıkıp İstanbul yolundan geçen tırları izliyor, markaları ve modelleri hakkında kendimle konuşuyordum. Yani bu iş için biçilmiş kaftandım.

İlk başlarda bu kararımı kendimden başka kimseye söylemedim. Tır simülasyonunu oynarken, solladığım her tırla birlikte bu kararım pekişiyordu. Ne kadar artistik bir meslekti ‘Dostoyevski okumuş tır şoförü olmak.’ Pek tabi bunun için iyi bir lise-de okumaya gerek de yoktu. Genelde tır şoförleri ilkokul mezunu adamlardı. Ben de ilkokulu bitirmeye çok yakındım. Bir de Dostoyevski okuduk mu bu iş tamamdı.

Ne zaman yollara çıksak tırlara bakıyordum. Markası ne, modeli ne? Yurtdışından mı gelmiş yoksa şehiriçi taşıma yapan bir tır mı? Çünkü her tır kendi hikayesini de saklıyordu kasasında bunu öğrenmiştim. Hepsinin ayrı bir hikayesi vardı. Tır şoförlerinin geride bıraktığı insanlar vardı, Allah’a emanetti her şey. Tırı da ailesi de kendisi de... Paragraf sorularını bu kadar iyi ve ayrıntılı okuyup, yorumlayamıyordum ama gördüğüm her tırda, yeni bir hikaye okuyor ve o hikayenin karşısında eziliyor-dum. Her yola çıkış yeni bir hikaye demekti ve bunu anlamak için iyi bir lise okumaya gerek yoktu, öyle

demiştim kendime. Bunu dediğimde 100 soruluk sınavda 63 netim vardı.

Ne olacaktı bu halim? Bu netlerle hangi lise-de okuyacaktım? O kadar insan giriyordu ve bir Anadolu lisesi kazanamazsam halim nice olacaktı. Düz liselerin durumu ortadaydı, imam hatiplerde de kat sayı problemi vardı. Tek yol ‘Anadolu Lisesi’ kazanmaktı. Kurtuluş oradaydı. Nereden kurtuluş ve kimden? Ben Raskolnikov değildim ki neden kurtulacaktım? Her köşe başında peşime takılan bir vicdan azabım da yoktu benim. Ama bunu dersane-deki rehber hocama anlatamazdım ki. Ona tır şoförü olacağımı söylesem kim bilir ne derdi bana. Ben de söylemedim zaten. Babama da söylemedim. Ona annem söyledi. Anneme gelip, “Anne ben Dostoyev-ski okumuş tır şoförü olacağım.” dediğimde, annem, tamam ol, demişti. Bu kadar. Ama demişti bir de, tır şoförlüğü sana göre bir meslek değil ki, hem hiç bir tır şoförü kitap falan da okumaz, dedi. Annem beni anlamıştı, hiçbir şey dememişti. Çünkü babası da bir kamyon şoförüydü. Sonra babama demişti tır şoförü olacağımı. Babam sadece gülmüştü, o kadar. Ve mesaj alınmıştı.

Günler geçiyordu. Sınava bir hafta kalmıştı. Seri denemeler arka arkaya aparkat vurmaya devam edi-yordu ve ben ringde nakavt olmamak için direniyor-dum. Bir şekilde liseyi okuyacaktım elbette. Hangi lisenin olduğu da çok önemli değildi. Dostoyevski okuyacak ve bir de üstüne üstlük tır şoförü olmak isteyen birisi hayatta elbet başarılı olacaktı. Bunu bana Rocky filmindeki Sylvester Stallone söyleme-mişti elbette. Bunu bana kelebek gibi uçan ve arı gibi sokan siyah tenli bir adam söylemişti. Birçok insanın hayatına bembeyaz bir ışık olduğu yıllarda attığı yumruklarla.

Sınava girmiştim. Sınavdan iyi bir yumruk yemiştim ama nakavt olmamıştım. Yıkılmamış ve ayaktaydım. Eve gittiğimde yine açtım tır simülasyo-nunu. Sağ elim klavyedeydi, sol elim ise Dostoyevs-ki’nin ‘Bir Yufka Yürekli’ kitabında.

Sınav sonuçları açıklandı. Korkulan ve de as-lında beklenen şey oldu ve Anadolu Lisesi kazana-madım. 1 puanla kaçırmıştım. Ama yine de bir lise okudum. Hem de okunabilecek ve elde edilebilecek en iyi şeyleri elde edilebilecek yerde. Bunları elde ederek de bitti lise. Peki ne oldu? Tır şoförü olabil-dim mi? Bugün ne yapıyorum?

Bugün öyküler yazıp dergilere gönderiyorum ve gelen ret cevaplarını okuyorum tek tek. Yoldan ge-çen tırlara bakmayı da ihmal etmiyorum elbet. Bütün bunları anlatmama da o yıllarda çokça dinlediğim ve bu yazıyı yazarken de arka fonda bana eşlik eden Şahsenem ve Barikat’ın düeti olan Geceler Günle-rimi Gömer şarkısı sebep oldu. Şarkının sonunda şöyle diyordu:

Bırak, döne dursun akbabalar. Bırak, dibe vursun alttakiler!

Çabaları boşuna; ancak ölü bedenime sahip olacaklar!

Page 41: Dergi 4 sayı baskı

şarkılar ve anılar dosyası

41

Sürgün

Nigar Nas Kocabaş

Bir özge sürgünüm yüreğimle ben Kim duyar kim dinler kim anlar beni…

Bu ezgi hayatımın değer taşlarından biri olan

cihat kavramını yerleştirdi benliğime. İmam Abdul-lah Harun. Zaman zaman teknoloji sayesinde ula-şabildiğim bant tiyatrosonu tekrar tekrar dinlerim. Unuttuğumuz hayatın anlamını, niye yaşadığımızı hatırlatır.

Akşamın bu vakitlerinde hep burada olu-rum, salonumuzun en güzel yeri. Pencere kena-rında ki o eski büfenin önünde. Büfede ne var? Büfenin içindekiler değil, üstündekiler beni ken-dine çekiyor. Burada sanki günün muhasebesini yapıyorum. O zamanlar muhasebe ne, bilmem, düşünüyorum. Arkadaşlarım niye öyle davrandı, Neşe niye öyle söyledi, ben niye ağladım da bir şey söylemedimlerle arkası hıçkırığa dönen düşün-meler. Ağlıyorum ama kimseye göstermem, kimse görmesin, bilmesin. Ağlarsam ağlarım işte, banane. Kaprisli küçük bir kız olduğum zamanlar. Büfenin üstündekiler demiştim, büfe kadar büyük koca-man bir akvaryum var büfenin üstünde. İçinde renk renk lepistesler. Sanki elbise giymiş gibiler, mavi-li, kırmızılı, isimlerini değiştirmiştim, babam yüz kerede söylese bence onlar kız balığı. Onları çok seviyorum ama en çok çöpçü balığını seviyorum. Siyah bir balık, kocaman bıyıkları var. Akvaryumu temizliyormuş, diğer balıkların batırdığı akvaryu-mu temizlediği için ona merhametim daha çok. Her gördüğümde şefkatle bakıyor ve fısıltıyla “seni diğerlerinden daha çok seviyorum” diyorum. Adını tabi yine ben koydum, aslında adı değil yaptığı iş beni ilgilendiriyor. Zaman zaman “bırak kendileri te-mizlesin, dinlen biraz” diye kızıyorum. Henüz okula

başlamadığım, neyin ne için yaratıldığını bilmedi-ğim yıllar.

Seyit Amca’m vardı bir tane, hala var ama yok. Nasıl mı? Uzun hikaye, başka zaman anlatırım inşallah. Mahalledeki arkadaşlarla Allah ne kadar büyük kavgasına giriştik. Yaşımızın küçük gönlü-müzün kocaman olduğu yıllar. Seyit amcam sade-ce benim amcamdı sanki diğer çocuklarla hatta kardeşimle bile paylaşamazdım onu. O benim için ikinci Abdullah Harun’du çünkü. Hikayeyi de az buçuk anlamış oldunuz Abdullah Harun’u biliyorsa-nız. Ona dedim ki “Seyit amca kaldırımlar bize çok yüksek geliyor ya, Allah için yol gibidir değil mi? O hiç zorlanmaz çünkü O kocaman.” Biraz minyon biraz da çocuk olunca kaldırımlar çok sinir bozu-cu oluyordu çok kızardım varlıklarına. Seyit amca bana baktı, güldü ve “Evet, Allah çok büyük ama O’nun kaldırımlara, yollara dünyadaki hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O çok büyüktür,” dedi. Hmm, dedim tamam o zaman. Aslında anlamamıştım tam ola-rak. Ne zaman arkadaşlardan başım sıkışsa benim nerde olduğum belli, hep mütebessim hep şefkatli ve çocuklara her zaman vakti var, anlamış gibi yaptığım pek çok sorumu cevaplamaya hazır Seyit Amca’m.

Her şey tüm taşlar yerine sonra oturdu. Bosna savaşı Seyit Amca yok ortalarda. Herkes ağlıyor bu sefer, akvaryumun başındayım ve ben de ağlıyo-rum. Allah’ı, özgürlüğü, Abdullah Harun’u, cihadı düşünüyorum, ve sanırım anlıyorum artık. İçimde bir çiçek var karlar altında kalmış, güneşi görünce açmaya hazırlanan, bir küçük mücahit var “hadi kı-zım seni de Bosna’ya götüreceğiz” deseler, taşlarla zalime saldırmaya bilenen, içimde bir yürek var özgürlüğü arzulayan.

Küçüktüm o zamanlar, büyüdüm hala büyüme-yen ve hala değişmeyenlere inat. İçimdeki tohumlar da büyüyüp meyveye durdu, çiçeğim ilk Kardelen oldu açıldı.İçimde ki taşlar satırlarla atıldı, yüreğim-se hala tutsak dünya zindanına.İşte o yüzden…

Bir özge sürgünüm yüreğimle benKim duyar kim dinler kim anlar beni…

Çizim

: Bera Nur Tüzen

Page 42: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

42

Geleceği Anımsamak

Ahmet Kemal Ünsaçan

Mûsiki’nin ritminde bir sır saklıdır;Eğer onu ifşa etseydim,dünya altüst olurdu.

Şems

Bir şarkı insana çok şey hatırlatır. Peki ya bin-lercesi?

İnanması güç ama benim için hepsi aynı. Rock, klasik, Suzinak, arabesk, kızıl derili tamtamları ve benzeri ilhamsı esintiler... Sanki hepsi aynı şeyi söylüyor ve yine hepsi bana aynı şeyi hatırlatmak için bestelenmiş, ya da yazılmış.

Tüm şarkılar; ben’in ben olmaktan çıkıp başka bir varlığın cismaniyetine bürünüşümün, yani koca evrendeki tek bir dakikanın içine hapsolmuş sıra-dan bir şarkının klonları yalnızca. Sevinçli şarkılar, üzünçlü şarkılar, intihara zorlayanlar, aşık edenler, zoraki gülümsetenler... Zaman geçtikçe ve eskiyi anımsadıkça, dünyaya ait değilmiş gibi duran o garip anlarda duyduğum müziğe dönüştü hepsi.

Aslında burada asıl özne şarkı bile değil, şar-kıya eşlik eden insan. Müzik yalnızca ateşi besle-mekle yükümlüydü. Ama hem şarkı, hem insan, hem de zaman o an için özdeşti. Tüm bunlara rağmen, anımsanan şey anımsatandan tamamen bağımsız. Bazen şair ve şeytan kadar, bazen de su ve yağmur kadar...

***Dört yılımı tükettiğim okulun bahçesinde ilk

defa duyduğum şarkıdan sonra aradan aylar geç-mişti. Ama ben durmadan, içindeki sihri bir kez daha keşfederim umuduyla o şarkıyla yaşıyordum. Asıl bulmak istediğim müziğin ritmindeki insandı aslında. Çünkü onu o gün oraya hapsetmiştim. Bu sayede o şarkıyı her dinlediğimde onun ruhuyla konuşabiliyordum.

Önceleri sadece birinde, ama zamanla hepsin-de birden yaşamaya başladı. O ilk şarkıya başkaları da eklenmişti. Hastalıklı, ama iyi huylu bir hücre gibi şarkıdan şarkıya atlıyordu. Fakat ilk şarkının mahremiyetine hiç bir zaman zarar gelmemişti. Onu çoğunlukla o ilk müzikte buldum. Ritme göre bazen gülümsüyor, bazen ağlıyor, ama genellikle başını sallıyordu.

Sıralanmış şarkıların en başında hep o olurdu. İlk şarkıdaki sihir, sonrakine, sonrakine ve ondan sonrakine atlardı. Değişmez ritim ve anımsattıkları hep aynı. Bazen gaddarca ve ciddiyetle hepsini öl-dürmeyi istiyorum. Mesela tüm yadsıma ve ayrım-samaları silip süpürecek metal bir müzikle (üstelik bilmediğim bir dilde) tüm şarkılardan kurtulabilirim. Müzik denen kapandan temelli firar ederim. Ama olmuyor. Orman yanarken ağaçlarla birlikte kele-beklerin de tutuşacak olması beni ürkütüyor.

Saatler, eski bir şarkıyı mırıldanır gibi ilerliyor. Yolda yürürken tanımadığım insanlar geçiyor; sa-ğımdan, solumdan, bazen içimden, bazen kalbim-den. Kulağımda hep aynı ezgi. Şems’in sözlerini hatırlıyorum birden ve ona hak veriyorum. Çünkü benim içsel dünyam çoktan altüst olmuştu.

***İspat edilesi bir soru ve bir teori geliyor aklıma.İnsan yalnızca geçmişi mi anımsar? Eğer be-

nim gibi geçmişini tıka basa hatıralarla doldurduysa doğal olarak geleceği yaşamaya başlıyor.

fotoğraf: ali akçakaya

Page 43: Dergi 4 sayı baskı

şarkılar ve anılar dosyası

43

Yolu düşen herkes tarafından aşkın çok yanlış tanımlandığı lise yıllarımdı. Belki de hayatımın en karmaşık yıllarıydı. Bir cebimden geçmişi boşaltır-ken diğer cebime geleceği dolduruyordum. Bazen kafamın karıştığı anlar oluyor, elimdekileri sağ yerine sol veya sol yerine sağ cebime koyuyordum. Sanki ruhumdaki, isyanları, intiharları ve karmaşayı dizginleyecek bir mesih bekliyordum.

Böyle böyle yılları birbirine eklemiş; okula baş-ladığım birinci yılla, bitmesine sayılı ayların kaldığı dördüncü yıl arasında göz açıp kapama gibi za-mansal bir farklılık bırakmıştım.

Sınavdan yeni çıkmış, son dört dersi birden işgal eden, önemli bir günün seneyi devriyesini kutlamaktaydık. Bir zamanlar ülkemiz için önem-li, fakat şimdi ne olduğunu anımsayamadığım bir gün de olabilirdi, sıradan bir günde. Belki yalnızca bir şeyleri kutluyorduk. Sınavların ya da bizim için lisenin bitmesi olabiliridi mesela. Sağolsunlar, ders-lerle pek arası olmayan gençlerin kanına girmesiyle sevgili müdürümüz arada sırada yapardı böyle ka-çamaklar. Kaçamak dediysem, bizim okulda İstiklal Marşı’nın kabulü kutlanmıyordu da bizim haylazlar kutlattı demiyorum. Öyle günler her zaman kutlanır-dı fakat bizim okuldaki süreleri başka okuldakiler-den uzun sürerdi. Derslerden kaytarma bahanesiyle bize de eğlence çıkardı.

Çıktığımız sınav muhtemelen geometri sınavıy-dı. Yanlış hatırlıyor da olabilirim. Çünkü en sevdi-ğim ve en çok ilgilendiğim ders geometri olduğu için sanki bütün lise hayatım boyunca şekillerle uğ-raşmış gibiydim. Sınav sonrası arkadaşlarla sınıfta oturmuş, doğru ve yanlış cevap paslaşması yapı-yorduk. Bu sırada yan sınıftan biri geldi ve “Gençler dışarıda toplaşıyormuşuz,” dedi. Arkadaşlardan biri, “Ne o, yine mevzu mu var lan,” diye takıldı. “Hayır tören varmış.” Anlaşılan ortak sınavlar her-kesin beynini ortaklaşa işgal etmişti ve bu gün bir tören olabileceğini ortaklaşa unutmuştuk.

Sanırım önce bir kaç kişi çıkıp günün anlam ve önemine binaen şiirler okudu. Sonra şarkılar, marşlar filan. Provası yapılmış kutlamalar zaman geçtikçe seyreldi ve bir süre sonra bitti. Tören biter bitmez, adet olduğu üzere tespih taneleri gibi dizelenmiş sınıf sıraları havai fişek parlamaları gibi bir anda bahçenin her tarafına dağılmaya başladı. Ben de bir kaç arkadaşımla birlikte hodbince okulu tavaf ediyor, beyhude voltalar atıyorduk. Hoparlör-lerden az önceki müziklere nazaran daha popüler şarkılar çalmaktaydı.

Mönüde öyle bir tanesi vardı ki ne eski ne ye-niydi. Eski bir şarkının sözleri yeniden bestelenmiş, postmodern bir bakış açısı yakalanmıştı. Ruhumda bestenin kıpırdanmalarını hissedebiliyordum. Sanki şarkıyla birlikte içimde ikinci bir benlik belirmişti. Daha saf, daha sade, daha cesur, daha idil... Son-rasıysa çok karmaşık. Bir parçam gibi duyumsadı-

ğım o varlığı hissetmenin ötesine geçip görmeye başladım. Herkesinkinden ve dünya üzerindeki herşeyden daha tanıdık gelen bir yüz vardı kar-şımda. Biz soldan soğa dönerken o ve arkadaşları sağdan sola dönmekteydi. Aramızda elli metre kala tek taraflı bir karşılaşma oldu. Sınavın da etkisiyle, başlangıç noktası olan ve her iki yönde sonsuza dek uzanan beynimdeki kader doğruları ilk defa ya-rıda kesilmişti. Ya da aslında bir tane olan doğruya zıt yönlü ikinicisi eklenmişti. O an ölmüş ve yeniden dirilmiş de olabilirim. Dedim ya çok karışık diye, karışıktı işte.

Şarkı susmamıştı. Müziği hissedebiliyordum fakat kulaklarımla duyar gibi değil, bir tatın işaret dilini algılar gibi... Bahçe durduğu yerde duruyor-du fakat ben içinde değil gibiydim... O ve ben her şeyden soyutlanmış vaziyette aynı şarkının içinde nefes almaktaydık. Ama aramızdaki uzaklık de-ğişmemişti. Kalbinin ritmini kendiminkiyle beraber duyabiliyordum. Öyle bir kabullenmiştim ki bu du-rumu, sanki öncesinde hiç yaşamamış, o an doğu-vermiştim. Şarkının kendisi olmuştum. Unutulmuş bir şiir olmuştum. Şarkıların da aşık olabileceğini alnımda biriken terlerden anlayabiliyordum. O ise benden habersizce başıyla ağır ağır şarkıya eşlik etmekteydi.

Zaman hem durup hem ilerliyordu. Birinci da-kika bitince ikinci, sonra üçüncü dakikalar başlamı-yordu. Hepsi birlikte hareket ediyor gibiydi. İlkinin sonuna eklenecek, ikinci, üçüncü, onuncu, kırkıncı hatta rakamsız sayılar adedince milyonuncu daki-ka aynı anda ilerlemeye başlamıştı. Geleceğe dair anılarımda eş zamanlı bir devinim söz konusuydu. Bir nevi zaman genişlemişti. Ve bu genişlemiş za-manda yalnızca o ve ben vardık. O an oracıkta onu seviverdim. Hemen oracıkta onu şarıkya hapsettim. Ve oracıkta ona şarkının içinden bir isim seçiver-dim. Yağmur...

Kendimi alamıyordum, ona bakmaktan ve bir-likte varolduğumuz şarkı atmosferinden kurtulmak-tan. Saatse hiç ilerlemiyordu. Buna rağmen zihnim-deki zamana yılları sığdırıyor, kendimi Yağmur’la başka başka yerlerde görüyordum.

Kaç dakikadır tuttuğumu bilemediğim nefesimi zar zor verebildim. Ve gerisi kendiliğinden geldi.

Sarı bağcıklı bir ayakkabısı vardı Yağmur’un. Demekki en sevdiği renk buydu. Ne de güzel yakı-şıyordu ona. Kimseye belli etmeden gülümsedim ve gizlice geleceği anımsadım.

Elimdeki sarı çiçeklerle (muhtemelen zambak) bir apartmanın giriş kapısını açmaktaydım. Aylar-dan nisandı ve her yer ismine boyanmıştı. Oldukça serindi. Ama apartmana girer girmez bir sıcaklık dalgası içeri gireni karşılamaktaydı. Nihayet çiçek-leri arkama saklayarak evin ziline basıyorum. Tanış-mamızın üzerinden on yıl geçmişti. Koskoca on yıl bile aramızdaki sevgide en ufak bir toprak kayma-

fotoğraf: ali akçakaya

Page 44: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

44

sına neden olmamıştı. İlk günkü gibi seviyorduk birbirimizi. Bana kapıyı tombul yanaklı oğlumuz açıyor. Daha beş yaşında. Kısacık boyuyla hemen belime sarılıyor. Çiçeklere zarar gelmesin diye kolu-mu iyice kasıyorum. İçeriden harika yemek kokuları ve tanışmamızda aracılık eden müziğin sesi geliyor. Anlıyorum, bu günü sen de unutmamışsın. Bir an önce sana sarılmak istiyorum...

Bir an için sevgiyle ve özlemle gülümsedim...

Bu sırada Yağmur’un en yakınındaki arkadaşı Yağmur’un sağ koluna girdi ve kendine doğru çek-ti. Baş hareketlerini müziğin çerçevesinden kur-tarmıştı. Bilmediğim bir sebepten ötürü elli metre ilerimde arkadaşına gülümsüyordu. Ve aniden ök-sürmeye başladı. Durmaksızın öksürüyor, bir eliyle ağzını kapatırken diğer eliyle arkadaşını kendinden uzaklaştırıyordu. Demek ki hastaydı. Ya önemli bir şeyse? Bu kez farklı bir geleceği anımsadım.

Elimde yine sarı zambaklar vardı. Fakat bu kez gizlemiyor, bir an önce Yağmur’a vermek istiyor-dum. Bulunduğum yer sıcak apartman dairelerinin çok uzağındaydı. Sabır yüklü hastane asansörü işi ağırdan alarak ulaştı beşinci kata. Sekizinci ve dokuzuncuların olduğu gibi, tanışmamızın onuncu yılını da yine bir hastane odasının neşeden yok-sun sönük atmosferinde kutlayacaktık. Tabi buna kutlamak denirse. Eğer hemşireler izin verirse havayı değiştirmek için telefonumdan postmodern şarkımızı da açarım. Evet, aslında her şeyi kutla-yabilirdik. Sen hala yaşıyordun ve seninle birlikte her an kutlanmaya değerdi. Beşinci ameliyatından bu sabah çıktın. Muhtemelen şimdi baygınsındır fakat ben yine de senin yanında olmak istiyorum. O çok sevdiğin kısa kesilmiş siyah saçların hâlâ sana aitlermiş gibi hissettirmek istiyordum. Ruhen ve be-denen ellerini ellerimin içine alarak kemoterapinin acılarını silmek istiyordum...

Bir an için umudu emziren bir acımayla baktım rüzgarda dalgalanan saçlarına...

Bu sırada öksürmesi durmuştu. Yanlarından geçen tanımadığım bir erkek (fakat Yağmur’un onu tanıdığı her halinden belliydi) Yağmur’un öksür-düğünü görmüş, kendi elindeki yarısı içilmiş su şişesini ona uzatmaktaydı. Nazikçe reddetti onu Yağmur. Ama gülümsemesini hiç beğenmemiştim. Bana karşı gülümsemiş olsa belki oracıkta ölebi-lirdim. Ama şimdi sanki içimden sıcak bir şeyler akmaktaydı. Gelecek bu kez kıskançlıklarla şekil-lendi gözümde.

Banyoya girmesini fırsat bilmiş, hemen çanta-sından telefonunu almıştım. Şimdiki okuduklarımla beraber beşinci oluyordu bu mesaj. Aynı kişiden benzer cümleler... Gönderen kısmında bir kadının ismi yazmasına karşın onun gerçekten bir kadın olduğuna inanmıyordum. Üstelik böylesine sami-mi bir arkadışından bahsettiğini daha önce Yağ-mur’dan hiç duymamıştım. Son günlerdeki tavırları

da bana eskisi kadar sıcak gelmiyordu artık. Bu gün tam onuncu yılımızdı fakat son bir ayda bu sayı beşe katlanmış gibiydi. Birdenbire, sevgisi tüken-miş yıllanmış çiftlere dönmüştük. Alışılmış davra-nışlardı birbirimize karşı sergilediğimiz. Ama bu böyle olmayacak. Banyodan çıksın konuşacağım onunla. Ah bir çocuğumuz olabilseydi belki...

Bir an için nefretle baktım, elanın en güzel tonunu hapsetmiş umarsız gözlerine...

Sonra yeniden öksürmeye başlayınca tüm anımsamalar birbirine karışarak yeniden canlandı.

Fakat bu kez üstünde isminin yazılı olduğu bir mermer taşın önündeydim. Gözlerim doldu. Aradan on yıl geçmesine rağmen ben seni bit-meyen bir aşkla sevmeye devam ederken, soğuk mermer sanki gözüme sokmak ister gibi beş yıl öncesinin tarihini vurguluyordu. Ve birlikte geçen kısacık günlerimizin sonunu yok sayılması imkansız bir parantezle kapatıyordu. Sana çok benzeyen; seninkiler gibi lepiska kirpikli, sevecen bakışlı, al yanaklı kızımızın elinden tutuyorum. Senden aldığı gamzeleriyle bana gülümseyerek elini elimden ayı-rıyor. Yüzünü yalnızca resimlerinden hatırlıyor fakat herşeyin farkında. Yanında getirdiği pembe suluğun kapağını açarak mezarının üstündeki sarı zambak-ları suluyor. Keşke yaşarken seni ne kadar çok sev-diğimi daha fazla söyleyebilseydim. Belki o zaman hiç gitmezdin. Onuncu yılımızda da ilk günkü gibi yanyana olurduk. Keşke daha sakin olabilseydim, o akşam taksiye binip gitmeseydin... Alışkın değildik ki birbirimizi kırmaya. Ben bağırdım, sense çektin gittin. Arkandan, “Geçer bunlar,” demiştim. Geç-medi. Sen gidince daha bir ağırlaştı hepsi.

Bir an için ağlayacak gibi oldum, kendimi zor tuttum...

Yürürken durdu ve yere eğilip çözülmüş bağ-cıklarını yeniden bağlamaya başladı. Fakat sarı değil yeşildiler. Güneşte öyle gözüküyordular. O ayakkabısıyla uğraşırken biri hariç diğer arkadaşları ilerlemeye devam etti. Yanındaki kız parmaklarını sayarak Yağmur’a bir şeyler soruyor, Yağmur’da her seferinde başını kaldırıp ona kısa kısa cevaplar veriyordu. Dudaklarından anladığım kadarıyla bu cevaplar yalnızca harflerden oluşmaktaydı. Bilge-ce ve kendinden emin gülümsemesine bakılacak olursa Yağmur’da kendisi gibi geometriden hoşla-nıyordu. Belki çok daha başarılıydı.

Tıp alanında yaptığı katkılarından dolayı, Türkiye Genç Akademisyenler ödülü bu sene canımdan çok sevdiğim Yağmur’uma verilecekti. Salondaki herkes onu ayakta alkışlarken ben bir yandan Yağmur’la gurur duyuyor, diğer yandan da sabırsızlanıyorum. Farklı farklı kurumlardan aldığı beşinci ödüldü bu. Bunu ikimiz de biliyorduk fakat onun bilmediği, sadece benim hatırladığım bir şey daha vardı aklımda. Bundan tam on yıl önce bugün karşılaşmıştık. Yağmur beni hep candan bir dost olarak görse de ben uzun zamandır bu anın gelme-

Page 45: Dergi 4 sayı baskı

şarkılar ve anılar dosyası

45

sini bekliyordum. Plaketini alınca bunu kutlamak için akşam yemeğinde lüks bir restoranta gidecek-tik. Orada şarkımız eşliğinde önünde diz çökecek ve ona cebimdeki kadife kutuyu uzatacaktım. Eğer teklifime evet derse kutunun içindeki zümrüt taşlı yüzüğü parmağına takacaktım.

Bir an için gelecekteki başarısına saygıyla eğilir gibi oldum...

Müziğin sesinde tüm anımsamalarım bulan-maya başlarken can sıkıcı düşünceler geldi aklıma. Belki de bunların hiçbiri olmayacaktı. Bakışlarındaki yakıcı etki bana değer değmez dilim kilitlenecek-ti. Ve ben, yüreğim haykırırken susacaktım. Hiç tanışamayacaktık. Bir kez olsun ellerimiz birbirine değmeyecekti. Sesim Yağmur’un sesinde kaybol-mayacaktı. Yalnızca ben kaybolacaktım yıllar yılı, aynı müzik eşliğinde kendimi yollara vuracaktım. Kulağımda kulaklıkla yolda yürürken tanımadığım insanlar geçecekti; sağımdan, solumdan, bazen içimden, bazen kalbimden. Kulağımda hep aynı ezgi bana bu günü anımsatacaktı. Şems’in sözle-rini hatırlayacaktım birden ve ona hak verecektim. Çünkü benim içsel dünyam çoktan altüst olmuştu.

Bir an için hiç dokunamama korkusuyla narin ellerine ve bembeyaz tenine baktım, ardındam derin bir ızdırapla başımı öne eğdim...

Hepsi bir an sürmüştü. Tüm bir anları aynı dakikaya sığdırmıştım. Bir yaz akşamı esintisi gibi geldi geçti. Bu süre içerisinde birbirimize yaklaş-mıştık fakat ben Yağmur’a hâlâ onu ilk gördüğüm uzaklıktan bakıyordum. Paylaştığımız tek ortak şey olan şarkı ve aramızdaki elli metrenin sayısal değerleriyle örtüşen hayaller kuruyordum.

Şarkının hafiflediği bir an olacak ki sesini duy-dum. Hayallerimin de ötesinde bir sesi vardı. Fakat söyledikleri beni olduğum yerden beş yüz metre yukarı kaldırıp yüzüstü yere bıraktı.

“Dün gece de aramadı,” diyordu içerlemiş bir sesle. “Dün gece de.” Eğer o yanımda olsaydı bırak dün geceyi, bir saniyenin içinde binlerce kez arardım Yağmur’u. Bir yolunu bulur yapardım bunu. Ama asıl o bana bunu nasıl yapmıştı. Salt ihanet, affedilemez bir terkedişti bu. Birden karşıma çık-mış, bir dakikanın içerisinde; ölmüş, çocuğumuz olmuş, beni terk etmiş, affetmiş, yeniden sevmiş ve neticesinde ihanetlerin en gaddarcasıyla, sanki tüm bunlar yaşanmamış gibi filancanın dün gece neden aramadığından yakınıyordu. Anlaşılan dün gece aranmak daha kıymetliydi onun için. “Yalnızca gece değil, gündüz de aramaz inşallah. Buna ay ve güneş tutulması da dahil.” Ben ona ne yapmıştım? Şarkının içinden çıkıp gelmiş sonra işlemediğim bir suçtan ötürü tüm anımsamalarımı yıkarak beni cezalandırmıştı. Ya çocuklar. Ben şimdi tombul ya-

naklı oğlumuzla senin gibi gamzeli kızımıza ne di-yecektim. Annemiz nerde diye sorarlarsa, dün gece filanca aramadığı için küstü gitti mi. diyecektim...

“Aptalsın kızım sen aptal. Fazla kafaya takıyor-sun,” dedi yanındaki kız yavan bir teselliyle. “Sen dememiş miydin M...” İsimlerin zikredileceğini far-kettiğim sırada hızla elimi kaldırdım ve kulaklarımı tıkadım. Kimlerdi anımsayamıyorum şimdi, yanım-daki arkadaşlarım bana şaşkın şaşkın bakıyorlardu. Umursamadım. Hızla oradan uzaklaştım.

-----Daha sonra çok kereler kendi beynimle tartış-

tım. Bazen ben kazandım, bazen o kazandı. Belki de hükmettiğim gibi değildi durum. Küsüp kavga ettiği bir kız arkadaşından bahsediyordu. Ya da abisi veya ablasından. Babası da olabilir. O yaş-lardaki gençler için gayet sıradandı bu kaprisler. Normal olmayan benim yaptığımdı. Aptalcaydı. Ahmakçaydı. Rezilceydi. Ve daha herşeyceydi.

Şimdi bazen bu pişmanlıklarla boğuşurken tanımadığım insanlar geçiyor; sağımdan, solum-dan, bazen içimden, bazen kalbimden. Kulağımda hep aynı ezgi. Şems’in sözlerini hatırlıyorum birden ve ona hak veriyorum. Çünkü benim içsel dünyam çoktan altüst olmuştu. Kaybettiğim şeyleri düşün-menin acısıyla her an için kendimden nefret ediyo-rum

Peki hangisi oldu? Düşsel olarak hiçbiri, dolaylı olarak hepsi.

Epey uzaklaşınca arkama döndüm ve biraz da bu açıdan izledim Yağmur’u. Bir süre sonra köşeyi döndüğümde (sonsuza kadar) gözden kaybul-muştu. Saat kaldığı yerden ilerlemeye devam etti. Ama ben onu son gördüğüm yere bakmaya devam ediyordum. Daha sonraları Yğmur’u sadece rüya-larımda gördüm. Bu olaydan sonra onu bir daha gerçekten mi görmemiştim, yoksa o matruşka misali sonsuz dakikalarda gördüğüm gibi mi göre-memiştim, bilemiyorum. Daha önce gözüme nasıl görünmemişse sonrasında yine aynı şekilde göl-gelerde kaybolmuştu. Gidişinin ardından bu şarkıyı her duyduğumda saygı ve sevgiyle ayağa kalktığımı bilirim. Neticede tam on yıl önce bugün köşenin ardında gözden kaybolmuştu. Tüm hayallerimi alıp kaybolmuştu.

Ondan geriye; bir şarkı, bir isim ve bir anı kaldı yadigar. Ve bunlara eş sayısız gözyaşı... Belki beş, belki beş yüz, belki beş üssü beş yüz kere beş.

Bir yerlerde sert bir kapı kapandı. Bende müziği kapattım. Saksıdaki solmuş zambaklara buruk bir gülümsemeyle bakarak geleni karşılamak için ye-rimden kalktım.

Page 46: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

46

Vardık Ki Ölmüş

Ahmet Karaca

Ben, bu dünya kökten değişir sanmıştım; ‘’Yüce dağlar başında mavi başlı kuş idim

Felek beni şaşırdı ot köküne düşürdü’’

Şarkılar Şark’ındır, türküler Türk’ün. Türk’ün şarklı oluşu gözlerden kaçamaz. Gözlerinde hep şarktan biri gibi bir bakış, üstünde başında şark-tan biri olduğunu ele veren bir nakış vardır onun. İşlemesinin işleyeni epey uğraştırdığı bir nakış… Bizi yordukça yığan ve çoğaltan, usul usul en güzele gittiği için sabır dediğimiz: her şeyimizde o nakış ve her bir’imizde o bakış… Bunların hepsi birer şiir.

Ben belki çocuk denecek yaştayken gör-düm onu ve gözüm tuttu. Gözüm onu öyle tuttu ki bırakamazdım. Ne olursa olsun, bir şekilde, kim ne derse desin -çelmeleyeceklerse varsınlar çelmelesinler- belki düşüp kalkamayacağım fakat o yana doğru varmalıydım. Bir kere duyduğum ve bir daha unutmadığım için şiir dediğim o beyit bir yol işlemişti bana…

‘’Yüce dağlar başında mavi başlı kuş idimFelek beni şaşırdı ot köküne düşürdü’’ Bu beyit gençken köyde çobanlık yapmış,

ihtiyarlayınca da-kendi deyişiyle ‘’ot köküne düşer düşmez’’- ırgatlıkla ekmek yemiş Hüseyin Em-mi’nindir. Bu beyiti ırgatlıkta ot ayıtlarken söyler-miş. Kendisiyle konuşmuşluğum yok değildi fakat kendisinden -bizzat- hiç duymamıştım bu şiiri. Sonradan babam onun böyle bir şiiri olduğunu söylemişti. Gene sonradan anladım ki kocamaz-lığıyla meşhur gönüldür böyle söyleten Hüseyin Emmi’yi. Yüce dağlar başındaki mavi başlı kuş ki uçup konmak ister… Heyhat elden ayaktan düştükten sonra gönül isterse ferman dinlemesin. Uçsan uçamazsın, kaçsan kaçamazsın…

Şiirler söyletiyor mu varabildiğimiz yerler?Vardık ki ölmüş. Vardık ki ölmüşler.

Es’ti Başımda Mazi

Emre Şensoy

Her şarkının yaşadığı bir hayat vardır farklı farklı kişilerin anılarında. Hayatın kilitlediğin za-manlarda, bir sol anahtarının dokunuşuyla açılır kapıları. Şarkının sesi gittikçe yükselir ve anılar alabildiğine özgürdür yeryüzünde.

Benimde böyle bir şarkım var. Akreple yel-kovanın saatleri sıkıştırdığı zamanlarda, ayağımı yerden kesip anılara uçuracak kadar özgür bir şarkı hemde.

Daha ortaokula gidiyordum ve şarkı dinlemek yeni yeni dolaşıyordu damarlarımda. Her gece, her gündüz, her boşluk bir fırsattı şarkı dinlemek için. Yine iki ders arası bir boşluktu, hoca da birazcık geç kalmıştı derse. Bende fırsatı kaçırmadım tabi. Kulaklığımpeş peşe dizilmiş şarkıları fısıldarken ku-lağıma, daha baskın bir ses geldi kulaklık ötesin-den. Arkadaşım “Hangi şarkıyı dinliyorsun?” diye sordu. Bende “Leman Sam’dan Gönül” dedim. Arkadaşım “Bende seviyorum o şarkıyı” dedi ve yıllar sürecek bir sohbet başladı.

Şarkı hakkında konuştuk biraz. Sonrada ben-den şarkının sözlerini istedi. Tam o sırada sanki ayarlanmış gibi başka birisi sohbette yer edindi kendine. “Bende var o şarkının sözleri, istersen sana verebilirim.” dedi. Sohbette olduğu yerde bitiverdi. Yani ben öyle zannediyordum.

Yıllar sonra sevgilimle eski anılardan bahse-derken sevgilim “O şarkının sözlerini seninle biraz daha sohbet edebilmek için istemiştim.” dedi. Öyle hoşuma gittiki. Yıllar öncesine saklanmış bir anıbende mutluluk olarak tekrar doğdu sanki.

Şimdi bunları yazmak çok kolay geliyor kale-me ama o zamanlar birbirinin hayalinde gezen iki sınıf arkadaşıydık sadece. Birbirimize ulaşmak için gidilecek çok yolumuz vardı. Biz de sahipsiz bir şarkı tutturduk dilimize ve yılları notalarla doladık ikimize.

Page 47: Dergi 4 sayı baskı

şarkılar ve anılar dosyası

47

Bak Yine Batıyor Akşam Güneşi

Alihan KaplanAnnem, babamla evlenmeden önce Gence-

bay’a aşıkmış, hala ne zaman duysa Gencebay’ın sesini duygusallığa kapılır başlar ağlamaya. Özler gençlik günlerini. Gencebay’ın onun hayatındaki yeri çok başkadır, ve babamın anneme olan ilk he-diyesidir Gencebay kasedi. İşte böyle bir annenin oğluysanız erken yaşta başlarsınız Gencebay din-lemeye.

9 yaşındaydım, mevsimlerden yaz, aylardan temmuzdu, sokakta deli gibi top koşturmuşum kan ter içinde gelmiştim eve. O kadar hüzünlü bir melo-di duymuştum ki bilgisayarımızın olduğu odada, ilk defa duymama rağmen sanki yıllardır bildiğim, duy-duğum bir parça gibi gelmişti o bana. 9 yaşında bir çocuk hüzünlü gelen seslere pek aldırış etmez, et-memeli. Ben etmiştim işte. Dinlemeye başlamıştım hiç ses çıkarmadan, soluk almadan, “anneciğim; çok susadım” demeden, şarkı bitmişti, anneme bu şarkıyı söyleyenin kim olduğunu sormuştum, Orhan Gencebay demişti buruk, hüzün kırıntıları barın-dıran o sesiyle. Şarkının etkisiyle, ve Gencebay’ın onun hayatındaki yeriyle hüzünlenmişti besbelli. Yaşarmıştı gözleri bana döndüğünde. 9 yaşında bir çocuk annesinin gözlerinin yaşardığını görmemeli, ben görmüştüm işte.

Aradan bir-iki ay kadar süre geçti, ve sürekli ola-rak dinlemeye başlamıştım artık Akşam Güneşi’ni. Herkes hareketli hit parçalar dinlerken sıcak yaz ge-

celeri, Gencebay’dan Akşam Güneşi’ni dinleyen o mahallede sadece bendim. Kahretsin, nasıl başla-dıysa öyle gider. Hiç kulak vermemeliydim belki o melodiye.

Sigara içen bir arkadaşım vardı, adı Mustafa, ‘Musti’ derdik biz ona. Arkadaşlığın en büyük payı bulaşıcı olmasıydı bağımlılıkların. Onun yüzünden başladım ben de sigaraya. Çok fırlama bir çocuktu, çok kavga ederdi, korkmazdı dayak yemekten, ya-şıtlarından büyüklere kafa tutardı. Doğal anarşistti. Günler sigara ve Akşam Güneşi ile geçmeye başla-mıştı artık benim için.

Ve artık babamdan arakladığım sigaralarla be-raber terasa çıkmaya başlamıştım. Bursa manzaralı o terasa. Gün batımlarında özellikle, o parça biraz daha anlam kazansın diye. Mp3 çalarıma dahi yük-lemiştim Akşam Güneşi’ni. Geceli gündüzlü dinler olmuştum artık. Uzaklara dikmeye başlamıştım göz-lerimi, sigaramı yerleştirmeye başlamıştım dudakla-rımın kıyısına, ateşlemeye başlamıştım kibriti, kay-bettiğim bir şeyleri arar gibi bakmaya başlamıştım öylece gün batımına. Malesef çarklar dönüyor her yaşta. 9 yaşında olsanız bile. Kimse de sormuyordu bu yaşta ne bu Gencebay dinlemeler diye, 9 yaşın-da bir çocuğa böyle şeyler sorulmaz, 9 yaşındaki bir çocuğun tek derdi mahalle maçlarında fazladan gol atmak olabilir çünkü.

Ben hayatımın golünü yemiştim 9 yaşında, Akşam Güneşi’ni dinleyerek.

9 yaşındaydım o zaman, şimdi 19. Ne Akşam Güneşi’ni dinlemekten vazgeçebildim, ne de dinler-ken sigara yakmaktan. Ne uzaklara dikmekten göz-lerimi, ne de seyredebilmekten gün batımlarını.

“Bak batıyor yine, akşam güneşi!...”

fotoğraf: şamil yaşar taşçı

Page 48: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

48

Baba

Fatma Kutlu

Ferhat Kutlu’ya...

Sabah aydınlığını beklerken, ansızın babam düşüyor hatrıma. Günlerdir kalbimi saran baba öz-lemi, geçmeyen bir sivrisinek ısırığı tesirinde şimdi. Bir âh çekiyorum yüreğimin ta içinden.

Çoğu çocuğun vazgeçilmezi annesidir hal-buki. Yerine kimsenin konulmadığı, eşsiz insandır anne. Her yarasını saran ilaç gibidir. O çocukları hiç anlayamıyorum. Nedeni de basit; ben hiç annesinin kuzusu olmadım ki.. Annem beni layık gördüyse de bu unvana, ben gözümü babasının caniçi olmaya dikmiştim. Canım yansa baba diye ağlayan bir çocuktum ben. Her yılın dokuz ayı ayrı kaldığım annemi özlemezdim de, babamı özlerdim daha ayrılmadan. Hâlâ öyle gerçi. Daha otobüs kalk-madan ağlamaya başlıyorum, babam uzaktayken olur diye. Belki de çocukken dinlediğim o şiire çok kaptırdım kendimi; “Hayatta ben en çok babamı sevdim.” Şiirden öteydi benim için. O şiirle daha da bağlanıvermiştim babama. Hissettiğim her eksikliği babam tamamlıyordu sanki. Ben hayatta en çok babamı sevdim.

Annem sımsıkı sararken, babam başımı bile okşamazdı oysa. Onun bir içten bakışında, dünyayı

saracak kadar sevgi vardı. O sazının telindeki ‘Mih-riban’la kucaklardı herkesi ve her şeyi. Her duasıyla o koca kalkanın altına alırdı bizi, hatta onun duası var diye gördüğüm kabuslardan bile korkmaz ol-muştum. Babaların duası kabul oluyormuş.

Hatta babam için türkü bile yakılmıştı yıllar önceden. “Bu adam benim babam..” Ne zaman ku-lağıma çalınsa bu parça, contası bozulmuş musluk gibi oluyor gözlerim. ‘Benim babam mert adamdır’ diyorum, devam ediyorum ağlamaya.

Babamın gözpınarından akan yaşa da da-yanamıyorum ki. Dünya derdiyle çöken omzuna yaslanıp ‘Ağlama’ bile diyemiyorum ona; ‘Bir kapıyı kapayan yine açar..’ diyemiyorum ağzımı açıp. Ça-resizliğinin çaresi olamıyorum, belirsizliğine çözüm bulamıyorum. Bir köşeye çekilip ağlıyorum durma-dan.

Bir de yazıyorum babamı sayfa sayfa. ‘Benim babam’ diyorum, ‘mert adamdır’. Koca bir orman gibidir yüreği, uçsuz ve bucaksız. Hayatı yüzündeki çizgilere aksetmiş; omuzları dik, boynu bükük bir Elif’tir babam.

Bana sorsalar; âlimler sofrasında büyümüş gibidir, evliyaların eteğinden öpmüş gibidir, bilgeler suyundan içmiş gibidir, Mecnun’dan çok çöl aşmış gibidir, Ferhat’ın dağını delmiş gibidir. Diyarlar gezmiş de, yüreğinin yangınına su bulamamış bir ‘adam’dır babam. Benim babam, mert adamdır. Te-pemizdeki gök gibidir, babasız kuşlarla bile paylaşı-labilir diyorum. Varsın bağrına basmasın da babam, bir yetimin başını okşasın. Ve ben yazayım sayfa sayfa; ‘Bu adam benim babam.’

DOSYA SONU

fotoğraf: bayram kabadayı

Page 49: Dergi 4 sayı baskı

şarkılar ve anılar dosyası

49

Dark Quartz

Hüseyin Dikmen

BÖLÜM 1

Balıklarda her zaman ayrı bir hüzün sezmişim-dir. Ağızlarını sürekli açıp kaparlar da hiçbir şey söyleyemezler ya. Bin kişilik bir ordu tarafından ku-şatılmayı beklerken dört cepheden hızla yaklaşan on biner kişi gören ve haber vermek için saraya koşan şehrin gözcüsü gibi heyecanlı, şokun etki-siyle dili tutulmuş; yahut sarhoş kocasının dayağına sırf çocuklarının ana babasız büyüyecek olmasına gönlü elvermediğinden katlanan bir kadıncasına. Elinizi suya sokup bir tanesini çıkarsanız – ürkek bir ceylan misali sıyrılıp siz daha ne olduğunu farkede-meden gözden kaybolmazlarsa – ve bıçakla pulla-rını tek tek sökseniz, gözlerini oysanız, daha birçok canilik yapsanız gıkları çıkmaz; birkaç narin debe-lenmeden başka bir şey yapmazlar. Beş yaşım-dan beri ara ara balıkların bu hali aklıma geldikçe hüzünlenip ağladığımı hatırlıyorum.

Bu balıkların kaçacak yerleri yoktu. Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm küçük bir akvaryumda ikişer parmak büyüklüğündeki iki süs balığıydı. Loş bir odada uyandım, kalkıp perdeyi araladım ve yabancı bir evde olduğumu farkettim. Kapının yanında iri yarı bir adam yatıyordu, kim olduğunu bilmediğim bir adam. Buraya nasıl geldiğim hak-kında da hiçbir fikrim yoktu. Bilinmezliğin içime dolan tedirginliği aklımdaki hiçbir soruyu cevap-landırmama izin vermiyordu. Kapıya atılıp kolu çevirdim; yüzüme çarpan ayazla birlikte kapıyı geri kapatıp vestiyere yöneldim ve üzerime oradaki iki kabandan birini geçirdim; tüm bunlar birkaç sani-ye içerisinde yaşanmıştı. Bu üzerime geçirdiğim kaban benim miydi bilmiyordum – zira üzerimde biraz genişçe duruyordu – lakin şu vaziyette bunu düşünecek halim yoktu, pek önemsemiyordum da. Dışarı çıktım ve dizime kadar gelen karda güç bela yürümeye başladım. Ayrıldığım ev, bulunduğu tepede tek yerleşkeydi ve yaklaşık bir kilometre aşağıda ufak bir köy vardı. Oraya ulaşırsam belki nerede olduğumu öğrenir, niye burada olduğumu anlayabilirdim.

Sıcak bir şehirde büyümüştüm. Gördüğüm karlı gün sayısı belki de bir elin parmağını geçmez, onlar da birkaç parmak boyundan fazla değillerdi. Karın içinde bata çıka yürürken bunlar geçti içim-

den. Başlarda adım atmakta zorlandım lakin bir süre sonra nasıl yürüyaceğimi öğrenmiştim. Yolu neredeyse yarıladım derken soğuğun ayaklarımdan başlayarak vücuduma yayıldığını fark ettim. Ken-disini saran yılanın sıcaklığını anne sıcaklığı zanne-den bir yavru misali ben de bacaklarımı esir alan soğuktan garip bir mutluluk duyuyor ve mayışıyor-dum. Bu hisle ne kadar olduğunu kestiremediğim bir süre yürüyüp köy meydanına ulaştım. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Köy kahvesine benzeyen ancak camında herhangi bir şey yazmayan bir dükkana yöneldim. O sabahın en büyük şokunu dükkanın camında kendi aksimi görmem sonucu yaşadım, birden irkildim. Henüz yirmi bir yaşımda olmama rağmen, en az otuz beşimde gösteriyordum. Bu nasıl olabilirdi? İçeriden bana seslenildiğini duyun-ca kendimi toplayıp girdim içeri, belki bu da hafıza kaybına dahildi; koskoca on küsür sene...

“Soğuktan yüzü kızarır insanın, seninse yüzündeki kan çekilmiş gibi delikanlı; hayrolsun?” dedi ihtiyar kahveci elindeki gazetesini katlarken. Erken bir vakit olmalıydı; zira kahvede ondan başka kimse yoktu, kahveci olduğunu da buradan anla-mıştım.

“Seni babama benzettim amca” dedim; gerçekten de yüz tipi, hele de gözleri babama çok benziyordu. “Bu yüzden olan biteni sana tüm sami-miyetimle anlatacağım. Normalde tanımadığım in-sanlarla muhabbet etmek pek adetim değildir. Hoş, anlatacaklarım keyfi bir konuşmadan öte içerisinde bulunduğum müşkül durumu çözmek gerekliliğinin getirdiği bir zaruret.”

“Yılın bu zamanları buralarda çok az insan olur. Seni görünce mutlu oldum aslında – laflaya-cak biri çıktı bana da – anlat her ne anlatacaksan evlat. Bolca vaktim var benim, merak etme. Sana yardımcı olabilirsem ne âlâ.”

Kalktı, ocağın arkasına geçip iki çay doldurdu. Getirip birini önüme koydu, diğeri elindeyken karşı-ma oturdu. Söze başladım:

“Şu tepedeki evden geliyorum.” Elimle duva-rın sol üst köşesini gösterdim, “Ancak oraya nasıl geldiğim, uyandığımda yanımda olan adamın kim olduğu hakkında fikrim yok. Burası neresi ve o adam kim? Tanır mısın, bilir misin kimin nesidir?”

“Öncelikle, bahsettiğin adamı tanımıyorum.” diye söze başladı ihtiyar adam. “ Tek bildiğim bu-raya birkaç ay önce yerleştiği, ev de o yerleşip de şu anki kılığına sokana kadar harabeden farksızdı yıllarca.”

“Peki burası neresi?” “Slav İmparatorluğu’nun Batı Karadeniz Eyale-

ti’ndesin delikanlı.” dedi adam. Benimle alay ediyor olmalıydı. Zira bildiğim

ne böyle bir eyalet vardı ne de böyle bir yerde işim olabilirdi. Slav İmparatorluğu diye bir imparatorluk da yoktu. Rüya görüyor olmalıydım. Hiç bozma-dan devam ettim, en iyisi de buydu; rüyayı akışına

Page 50: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

50

bırakacaktım. “Hiçbir şey hatırlamıyor olman üzücü.” dedi

adam. “Aslında,” dedim, “Hiçbir şey hatırlamıyor

değilim. Hatta gereğinden fazla şey hatırlıyorum.” Doğumumu hatırlıyordum, üç yaşıma kadar birçok kesit hatırlıyordum. “Hatta...”

“Hatta?” Tüm detayları hatırlıyordum. Şöyle bir düşün-

düm: Günü gününe, olayı olayına her şey hafızamda uçuşuyor, herhangi birini anımsamak istediğimde dev ve düzenli bir kitaplığın raflarından bir kitabı çekip alıyormuşçasına onlarca, yüzlerce yaşantının içerisinden istediğimi çekip çıkarıyor; gözümün önüne getirebiliyordum. Biraz daha düşündüm.

“Yirmi bir yaşıma kadar herşeyi hatırlıyorum. Yirmi yedi Temmuz iki bin yirmi ikiye kadar.”

“Otuzlu yaşlarında gösteriyorsun.” dedi, “Eğer benimle kafa bulmuyorsan – ki çok yetenekli bir oyuncu değilsen gerçekleri söylüyor gibisin – ha-fızanı onca şeyle doldurduktan sonra sanki daha fazlasına yer kalmamış da yaşadığın her şeyi unutu-yormuşsun gibi. Adın ne peki?”

“Selim, Selim Haydar.” “Ben de Memduh Malazgirt, emekli tarih öğret-

meni. Ve bu da hatırlamadığın yeni dünya oğlum.” dedi dışarıyı göstererek, “Söylediğin tarihten itiba-ren yaşanan olanları hatırlamıyorsan eğer, işin epey zor olacak.”

“Peki şimdi ne olacak?” dedim. Eğer bu bir rüyaysa artık bir yere bağlanması gerekmez miydi?

“Evinde uyandığın adam,” dedi, “Her sabah sekiz buçuk gibi dükkanın önünden geçer ve şu aşağıdaki ormana doğru gider. Eğer senin ortadan kaybolman düzenli olarak yaptığı bu yolculuğu aksatmazsa ya da seni aramaya bu tarafa gelecek olursa ona başına ne geldiğini sorup öğreniriz.”

“Ya kötü niyetli biriyse?” Duvarda saatin yanında asılı duran tüfeği gös-

terdi bakışıyla. Saat sekizi dört geçiyordu.“Çaylarımızı tazeleyeyim.” Dedi Memduh amca.

Biz konuşurken, dükkana ilk girdiğimde doldurduğu çaylar soğumuştu galiba. Ya da konuşmamız kısa sürmüştü ve ne diyeceğini bilmediğinden yapacak fiziksel bir iş aramıştı kendine.

Saate tekarar baktım. Akrep ve yelkovan yer-lerine çakılı duruyorlardı. Gözümü kapattım, kafamı dükkanı aydınlatan güneş ışığının yansıdığı engin kar yatağına çevirdim ve tekrar açtım. Sonra gözü-mü her kırpışımda köy meydanındaki berrak be-yazlığın içerisinde şekilden şekle giren bir akrep ve bir yelkovan gördüm. Lakin akrep silüetinin ardına gizlenmiş karaltıyı farkedebilmem için Memduh am-canın sesiyle irkilip kendime gelmem gerekti.

“Evlat birisi buraya doğru geliyor, senin adam olabilir.”

Karın içindeki karaltı yavaş ancak istikrarlı bir şekilde büyüdü. Sanki beyazın yerini siyah alacak,

dört bir yanı karizmatik ve koyu bir atmosfer kapla-yacaktı bu küçük noktadan başlayarak.

Memduh amcaya baktım. Tüfeği duvardan in-dirmiş, eline de bir bez almış; temizleyecekmiş süsü veriyordu. Ben yaklaşan adamımızı izlerken kovanı yerleştirmiş olduğundan neredeyse emindim.

Kapı açıldı ve kapını üzerine asılı olan çıngı-raklardan ses geldi. Ben girerken içerisinde bulun-duğum şokun etkisiyle bu çıngırakları farketmemiş olmalıydım. Herneyse, kapıda duran adam uyan-dığım odada gördüğüm iriyarı adamdı ve saatlerce çınlayıp da insanı çileden çıkartma kapasitesine sahip iki çıngıraktan daha tehlikeli olabilirdi.

“Bir şey söylemeden önce bunu oku,” dedi adam kabanının içinden bir defter çıkarıp oturdu-ğum masaya atarken – o sırada Memduh amca da fark ettirmeden masanın üzerinde yatay vaziyette duran tüfeği adama doğrultmuştu – , “üzerine öyle yazmışsın. Yatarken yanına koymuştun ve sabah kalktığında herhangi bir huzursuzluk çıkartacak olursan bu defteri okumamış olacağın anlamına ge-leceğini, ve bunu sana vermemi söylemiştin. Şans bu ya benden erken uyanmışsın, üstelik uyurken bunu yere düşürmüş ve sonradan da farketmemiş olmalısın. Neyse ki ayak izlerin sayesinde seni bul-mam zor olmadı.”

Defteri elime aldım. Üzerinde büyük harflerle ve el yazımla – bu karmaşık ancak karakteristik harfleri nerede görsem tanırdım – şunlar yazılıydı: “GÜNE BAŞLAMADAN ÖNCE BU DEFTERİ MUT-LAKA OKU, HAYAT MEMAT MESELESİ!”

Merak ve heyecan kaplamıştı içimi. Bu deftere kendi ellerimle yazdığım ne olabilirdi ki hayatımı bu denli etkileyecek?

Kapağı çevirdim, ilk sayfada alt alta şunlar yazılıydı:

“Dünya değişti.” “Sistemler değişti.” “Yönetim, savaşlar eğitim, ticaret ve daha bir

sürü şey hatırladığım gibi değil.” “Yirmi bir yaşımda bir rahatsızlığa yakalandım

ve o günden sonrasını hatırlamıyorum.” “Her sabah rahatsızlığımdan habersiz uyanı-

yorum ve uyuduğum zaman o gün yaşadıklarım hafızamdan siliniyor.”

“Sanki yirmi yedi Temmuz iki bin yirmi ikiyi uy-kumdan her uyanışımda tekrar tekrar yaşıyorum.”

“O tarihten itibaren neler olduğunu öğrenmek için bu defteri okumaya devam et!”

“Ve sakın..” bu kısımlar büyük harflerle yazılıy-dı, “..BU DEFTERİ YANINDAN AYIRMA!”

Ne hissedeceğimi bilemez bir halde ikinci sayfaya geçtim. Hiçkimse, hayatında bir kitabı; benim bu defteri okuduğum hızla okumamış ve onu bulduğum kadar akıcı bulmamıştır sanırım.

Page 51: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

51

Hüseyin Rahmi’yi Niçin Severim?

Cenap ŞahabettinSadeleştiren: Umut Câhid

“Kendi düşündüklerimizi, kendi bildiklerimizi bütün cihânın hakikatleri için bir mihver-i esâsî zannetmeyip

herkesin de kendisine göre meşrû birtakım ihtisâsât ve mütâlaâtı olabileceğini kabul eder, bize hoş gelmeyen şeylerin çok kişilere hoş gelebileceğini zihnimize yer-leştirir isek beyhûdemücâdelelerin birçoğuna nihâyet

vermiş oluruz.”(‘Kavgalarım’ın Kapak Sayfasından)

* * *Uzun bir yaz döneminden sonra çıkacak olan bu

sayıya daha farklı bir metin kazandırmak niyetindey-dim. Fakat aşağıdaki metne rastladıktan sonra büyük bir heyecanla bu metnin transkripsiyonuna ve sade-leştirmesine karar verdim. Metin, edebiyatla alâkası bulunan hemen herkesin âşinâ olduğu bir kalemden, Cenap Şahabettin’in kaleminden çıkma. Kendisi Ser-vet-i Fünûn devri edebiyatımızın en önde gelen edip-lerinden. Aslında tıp doktoru olmasına rağmen edebi-yatın çeşitli türlerinde eserler vücuda getirmiş bir edip. Hem de bu eserleriyle bir dönemi şekillendirebilmiş birisi. Kimileri tarafından desteklenen kimileri tarafın-dan ise eleştirilen Yeni Edebiyât-ı Cedîde’nin belki de en uç örneklerini vermiş olması da kayda değer. Çeşitli ülkeleri ve şehirleri dolaşıp gittiği yerlerden etkilendi-ğini de atlamamak lâzım. Sultan Abdülhamid’e ve Millî Mücâdele’yemuhâlif olmasına rağmen eserleri bireye dönük. Hem devrinde hem de daha sonra bireye dö-nük eserleri sebebiyle eleştiri oklarından kurtulamadı-ğını da belirtmek gerek.

Metni ilginç kılan şey sadece yazarının Cenap Şahabettin olması değil. Hakkında yazılanın da Hüse-yin Rahmi olması. “Hüseyin Rahmi’yi Niçin Severim?” başlıklı metinde Cenap Şahabettin, Üstâd diye nite-lendirdiği Hüseyin Rahmi hakkında birkaç tespitini ve fikrini dile getirmiş. Yazının objektif ve katı olduğunu iddia etmek biraz zor. Gayet samimî bir biçimde kale-me alınan yazı çok değerli birkaç tespitle beraber ya-zarın Hüseyin Rahmi hakkında ne düşündüğünü ihtivâ etmesi bakımından bizim için çok kıymetli. Bir edibin başka bir edip hakkındaki fikirlerini sansürlemeden ifâde ettiği yazıların nâdir olmasından dolayı da kıymeti bir kat daha artan bir yazı.

Edebiyatımızın en önemli kalemlerinden olan Hü-seyin Rahmi’yi değerlendirmek yazımızın harcı değil. Bu yüzden değerlendirmeleri ediplerimize, edebiyat tarihçilerimize ve bitmek bilmeyen tezlere bırakmak durumundayız. Dolayısıyla biz sadece aşağıdaki metne ufak bir ışık tutmakla görevliyiz.Metin, Hüseyin Rahmi

hakkında bu güne kadar yapılan değerlendirmelerin bir nev’i özü. Birçok değerlendirmede aşağıdaki metnin genişletilmesi ve temellendirmeleriyle karşılaşmanın gayet tabii olması da bundan kaynaklı.

Metni yeni harflere ve dile aktarırken ifâdeleri sadeleştirmek zorunda kaldık ve bir yerine müdahale etmemiz gerekti. Metnin aslında “kravat, ayakkabı ve kostüm”ler için devrin meşhur mağaza ve markaları kullanılmıştı fakat biz metnin herhangi bir çevirisine rastlayamadığımızdan ve üslûbu bozmak istemediği-mizden o meşhur marka ve mağaza isimlerini çıkar-tarak metnin üslûbuna sâdık kalmaya çalıştık. Bunun dışında yaptığımız herhangi bir müdâhale ise mevzu-bahis değildir. Sözü fazla uzatmadan sizleri metinle başbaşa bırakmak isterim. Buyrun;

“Geçenlerde Üstâd Hüseyin Rahmi’nin hikâyevârî bir makalesini okudum ki açlıkla ahlâk düşüklüğünün ilişkisinden bahsediyordu. Yazar bu küçük hikâyesiyle de her zamanki gibi toplumsal yaralardan birini de-şiyordu. Hem de gülmeyen ve ağlamayan ve ancak düşünen bir felsefe neşteri ile… Hüseyin Rahmi benim keyfimce bir filozoftur; yalnız nedensellik kanununu arayan ham filozof değil, La Bruyère’in tarifine uygun bir filozof: Çevresindeki toplumu tetkik ve tahlil edip mahiyetimizi özellikle çirkinlikleriyle ortaya koyan bir filozof…

Bir kitap meraklısı bana sorsa:—Kütüphânemde Hüseyin Rahmi’nin eserlerini

nereye koyayım?Derim ki:—Kant’ın ve Descartes’ın yanına değil hattâ, yeri-

ne!.. Zirâ içerisinde yaşayacağım âlemi bana onlardan iyi öğretir.

Ve ilâve ederim:—Onların yerine ve Schopenhauer’ın yanına! Çün-

kü Hüseyin Rahmi’nin zekâsı, açıkça görüldüğü gibi, gülen ve fakat içinde ağlayan kötümser bir filozoftur: İyi yönlerden ziyâde eksiklikleri görür ve meziyetler-den ziyâde beğenilmeyen yönleri şerh eder. Üstâd’ın oluşturduğu sayısı yüzlerle ifâde edilen karakterleri arasında bir tanesi olsun güzel bir insanlık örneği ol-mak üzere gösterilemez. Kahramanlarının elbisesini ve cildini deler, bütün gizli pürüzlerini meydana çıkarır, ne yaptıracağınız en kıymetli kostüm, ne alacağınız kaliteli ayakkabılar, ne de mükemmel mağazalardan getirte-ceğiniz kravat, hiçbir şey onun bakışlarının nüfuzuna engel olamaz. O size bir kere baktı mı bütün varlığınız soyunmaya mecburdur; ve o artık biraz zâlimâne ve bi-raz sanatperestâne sizi ve ruhunuzu didikler ve didik-leyişi “alay”a benzer fakat ince bir “toplumsal hiciv”dir. Olay kişilerini bir usta “hayalci” maharetiyle karşınızda oynatır; onları birbirinden gülünç vaziyette görürsünüz ve sanatkâr onlara bu vaziyetleri öyle ustalıkla verir ki kişiler vaziyetleri ya isteyerek ya da olayların akışıyla kendileri aldılar zannolunur.

Bir toplumu dağıtmaksızın ve kızdırmaksızın bütün organlarını hicivde ve paylamada Hüseyin Rahmi’den ziyâde başarılı olmuş bir hikâye ve roman yazarı tanı-mıyorum.”

[Zamanımızda Usûl-i İnşâ ve Muhâbere, M.Cevdet, Matbaa-i Ebuzziyâ, 1341, Sf. 272, Hüseyin Rahmi’yi Niçin Severim?]

Page 52: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

52

Referandumlar Edebi Yapılsın!

Rahime Kasım

efendim gaza gelip böyle bir başlık attığıma bakmayın, bir kere bunu güzide memleketimiz ve insanları kaldıramaz. zira ne gündemimiz ne de git-tikçe bir türlü globalleşemeyen dünyamız; bu tip bir girişimden ciddi manada uzak. ben, kaleme almaya hala ısrarla devam ettiğim yazımda, iktidar (eşittir güç) ve edebiyat kavramlarını aşırı yoğun istekler üzerine karşılaştıracağım. belki de alakadarlıklarını, birbirlerine etkilerini de konuşabiliriz. çünkü ikisi de hayata dair ve hayatı yönlendiren unsurlardan. ortak noktalar üzerinden hareketle başta söyleyebi-leceğim en net şey: herhangi bir güç, herhangi bir şairin şiirine hükmedemez. yalnızca hükmettiğini sanır. haydi bunu tartışalım.

dörtte üç buçuğu mavi olan dünyamızın her ülkesinden; her kesimden binlerce kişi, parti, grup ve hareket gelip geçmiştir. dünyayı ateşe verip yahudilere mangalda sucuk muamelesi yapan hitler’den, her topuklu ayakkabısı olay olan ingiltere kraliçelerinden, fransız sömürgesinin ultra mutluluk verici bir şeymiş gibi gösterildiği fakat sürekli prob-lemlerin baş gösterdiği arap ülkelerinden tutun; gazze’yi yemek ismi sanan humanistlere kadar bir yerlerde bir şeyler “hakim”. destekleyip destekle-mediğimizi tartışmayacağım; dikkat çekmek iste-diğim nokta, bütün bunların altına imzasını atanın yalnızca bir düşünce olduğudur. iyi veya kötü. bu kelimenin altı çizilmeli. dü-şün-ce-dir. kimisi düşün-mez, körü körüne yola düşer, o ayrı.

gelelim bizim olayımıza, yani edebiyata. şiir, ki-tap, dergi, türkü, satır, mısra, kıt’a, mani mani mani. aklınıza ne gelirse. bir düşünün bakalım bütün bun-larda etkin olan şey ne? yine bir düşünce. yollara düşünce, avcuna bir yağmur düşünce, çoğunlukla size sadece bir duyguyla ahu gözlü kesilen hanım kızın hayali düşünce... kabul ediyorum, editöre sümüklü duygusallığımdan bahsedip ciddi mese-lelerle ilgili yazmamam gerektiğini söylemeliydim. ama güzel bir noktayı açıklığa ulaştırdık. bir dü-şünce insanlara bunları yaptırıyor, evet. peki siyasi yaptırımların, gelmiş ve gelecek bütün iktidarların edebiyata yaptırdıkları? ya da yaptıramadıkları? işte bütün mesele bu.

her iki kavramında ortak paydasını, kendi çiçekli tencerelerinde kavurduğumuza göre, mese-leye dönüyoruz.

şimdi edebiyatı bir şair, siyasi gücü de bir kral temsil etsin (bu dergiyi okuduğunuza göre, seversi-niz böyle şeyleri)...

kral, o yıl ülkedeki bütün mandalinaların reçel yapılıp papua yeni gine’ye ihraç edilmesini emredi-yor diyelim. bu ülkede geçiminin çoğunu tarımdan elde eden bir ülke olsun. yaşlılar meclisi de dillerin-deki tat alma dokularının etkisini kaybetmesinden de kaynaklı bir fikirle onuyorlar bu kararı. uygula-maya koyuveriyorlar sorgusuz sualsiz. fakat bizim şair, şair ya işte, yaz mevsiminde mandalina edebi-yatından dem vuruyor. öyle bir dem vuruyor ki, artık turuncu yağmurlar yağıyor o ülkeye. şair bütün şehirlerde ünleniyor ve yapılan ticaretten bir hayli kar elde etmiş krala kadar gidiyor. adam artık nasıl edebiyat patlatmışsa halk bu olaylara isyan ediyor, hamileler kışın karpuz değil, her mevsim mandalina aşeriyor. ülke karışıyor gördünüz mü? kral bu duru-mu çözünce şairi uyarıyor. oysa krallar nerden bilir ki, şairler söz dinlemeyen çocuklardan seçiliyor. bu sefer de papua yeni gine’de reçel yiyenlere kafayı takıyor şair. hobaaaa! kral dışişleri bakanı’nın ısrarcı tavrından etkilenerek bu şairin şiirlerini toplatıyor. şiirleri ezberleyen, not defterine not edenleri hesa-ba katamaz tabi. en sonunda şair hapiste! hapis yüzü görmemiş has şair yoktu bir zamanlar. şimdi o zamandan, o ülkeden sıyrılın. size bir kaç sorum var:

1- şair zindanda dahi olsa o mandalinaları hatı-ralarında yetiştirip, şiirlerine konu etmez mi?

2- üzerine bazı kelimeleri örtmüş bile olsa anla-yan anlar mı?

3- kralın istediği doğrultuda şeyler yazmış olsa o şaire şair diyebilir miydik?

“istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz, başarılar” demeyeceğim. zor değil. çünkü kral istediği kadar daraltsın şairin alanını zindanlarla, şairin içinde öz-gürce istediğini söylediği bir dünyası vardır. yazdık-ları bu dünyadan çıkma... ve kral isterse tüm aleme hükmetsin, o dünyanın bir sokağında bile emirlerini geçiremez. ha şaire yaşattıklarıyla, her olayın şaire yaptığı gibi, o dünyaya farklı günler yaşatabilir, hat-ta şairin şiirinde kullandığı hiciv, kinaye gibi bilimum sanatlardan nasibini de alabilir. ama hükmü orda geçmez. geçene şair denmez. şiir dediğin hüküm geçirilememişlerin, hükmünü geçiremeyenlere ka-nıtıdır özgürlüklerini. unutmayın, edebiyat özgürdür, özgür kalmalıdır. sosyal mesajımı verdiğime göre toplamam gerekiyor galiba konuyu. zira pek bir hikayemsi oldu.

örnekte anlatmaya çabaladığım gibi krallar, şa-irlere hükmettiğini sanabilir. sanmakla kalırlar zaten. mandalinalardan da reçel yapılmamalıdır. iktidar olanların hepsi kötüdür, ıyy’dır, böğğ’dür demiyo-rum, yanlış anlaşılmasın. ama gücün edebiyattaki yeri, çevresel faktörlerden de beslenmesi kadardır. ya da öyle bir şeydir.

sevgili müebbet meraklıları;

Page 53: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

53

edebiyatın iktidarı, edebiyatı yapandadır. siyasi iktidar ise halka faydası dokunabilenindir. şairler, yazarlar da halktandır fakat her güç sahibi şairler-den, yazarlardan değildir. olabilenlere, gönüllere girebilenlere selam olsun.

bu arada bence cumhurbaşkanı pepee bile olabilir, yeterki şehirlerin duvarlarına şiir yazmak farz olsun ve çocuk katilleri, sadece doğal döngüye uyan sevgili vahşi hayvancıklara kurban bayramı

hediyesi olsun. arkadaşlar özür dilerim, kafanızı karıştırmış olabilirim. alengirli cümleler kurmamış edebiyatçılara selam olsun!

not: müebbet yazın, 123456’ya gönderin, kime oy verdiğim mesaj olarak cebinize gelsin.

not2: bence de kime ne kimin kime oy verdiğin-den, kitapçılar 24 saat açık kalsın.

Dedemin evine bayramlaşmaya gittiğimde alçak boylu kapı alnımı her öptüğünde, boyumun uzun oluşundan şikayet ederim. Alnım kıpkırmızı olur da öyle gezerim diğer akrabalarımı. Nasıl olu-yor da giderken sürekli tekrarladığım bu tehlikeyi tam kapının eşiğinde unutuyoru? Hayret ediyorum kendime her yıl. Boyumun uzun oluşundan, bay-ramlık alışverişlerinde de şikayet ederim. Yaşıtları-mın giyebileceği pantolonların hiçbirini alamadığım için boynum bükülür ve annem boynum büküldüğü için hep üzülür. Daha fazla para öder babam, bana uygun bir pantolon getirtir satıcı amca. Benim bay-ramlık sevincim bu yüzden hep sönük kalır. Sönük kalır neşe dolu gözlerim; çünkü babamın boynunu büker benim boynumu kaldırışım.

Dev olduğumu söyler kaçardı arkadaşlarım oyuna geldiğimde. Ayaklarıma bakardı gözlerim, ayaklarım kocaman. Ellerim hele... Daha da büyük arkadaşlarımın ellerinden.

Ağzım burnuma, burnum gözlerime güler.. Büyük bir kavga, döner durur bedenimde. Hele bir başıma bir odada sessizce otursam yığılır beyni-me düşüncelerin en ağırı. Dünyaya sığamamaktan kaynaklanan, insanların bakışlarından kaçıp kendi-ne saklanan her uzvumun içimde kavgası duyulur herkesin uyuduğu vakitlerde. Kocaman kulaklarım yorgan olur, örtü olur saklar sırrını beynimin, çıkar-maz dışarı gürültüleri.

Durumuma hep üzülmüyorum elbette. Sadece boyu kısa olan arkadaşlarımın yanında seviniyorum dev gibi oluşuna bedenimin. Keşke diyorlar, keşke bizim de boyumuz uzun olsa senin gibi. İstemedi-ğim bir durumun başkasının hayali olması... İşte bu düşünce barıştırıyor tüm hücrelerimi. Bayram günü küs kalmıyor onlar bile. Bu yüzden bugün gülüm-süyor kapıya çarpan alnım. Her

halimize bin şükür hasılı. Ne zaman ötekileştirilsem sessizce bir köşede

dalar gözlerim.Ben her şehri kavga ile dolu olan ülkeler gibi,

içi kan ağlayan ama herkesin yerime geçmek istediği bir toprak parçası gibiyim. Denize kıyıları var yüreğimin, üç tarafıyla. Yollara çıkarım deniz-ler boyu... Semâda yürür dururum. Gözlerim şeref duyar, dizlerim aksamaz çıktığım yolda. Şikayet etsem de vazgeçmem, severim şikayet ettiğim ellerimi bir gün yeniden. Dedemin eline kavuşunca elim, dedem demez ki hiç, çok büyük ellerin.De-dem der ki; ‘’El öpenlerin çok olsun evladım, nice bayramlara eresin’’

Kocaman ellerim yorgan olur yaralı kuşlara, korur ellerim küçük balıkları büyüklerinden. Ellerim siler şerefimle akıttığım terimi alnımdan. Döner do-laşır şükre vurur alnım. Zaten alnım ya bayrağıma değer öptükten sonra ya bayramda ellerine sarıldı-ğım dedemin kapısına ya dönüp dolaşıp şükre ya da seccademe vurur herkesin uyuduğu vakitlerde. Alnım ile gurur duyarım bu kara parçasında. Çünkü ben onu zulmedenlerin ayaklarına değdirmedim asla, paspas etmedim. Benim alnım Hak rızası yolunda kızarsın, Hak rızası yolunda toprak olsun vesselâm.

Benim Alnım

Dilek Öksüz

Page 54: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

54

William Shakespeare: Dahi BirHırsızın Çalıntı Eserleri

Ahmet Melih KarauğuzKadim dost İsa aşkına,

Dağıtma bu mezarın tozunuBu mezar taşını koruyan Tanrı korusun

Ve kemiklerimi yerimden oynatana lanet olsunW. Shakespeare’in mezar kitabesi

W. Shakespeare tüm zamanları gelmiş geçmiş en iyi hırsızı...

Hamlet, Romeo ve Juliet gibi eşsiz oyunların ve muhteşem sonelerin yazarı Shakespeare diye biri yok dese-ler, tepkiniz ne olurdu?

İngiliz edebiyatının en önem-li ve şüphesiz en çok konuşulan isimlerinden birisidir Shakespe-are. Kimisi ona dahi diyor, kimisi de bir hırsız. Bazılarına göre yaşadı bazılarına göreyse o hiç hayatta olmadı. Ya da sadece takma bir isimdi Shakespeare.

Yazdıklarıyla, döneminde ve daha sonraki zamanlarda kitlele-rin hayranlığını kazanmış, birçok takdire layık görülmüş Shakes-peare hakkında herkes aynı düşünmüyor.

Çağdaşı Robert Greene, ‘A Groatsworth of Wit’ adlı kita-bında Shakespeare için ‘sah-ne sansar’ lakabını kullanıyor. Yazdığı öykülerde ise bir kargaya benzetiyor yazarımızı. Ona göre Shakespeare bir hırsız. Hatta cahil, köylü ve kendi-sini beğenmiş bir hırsız.

“Evet kendisi bizim tüylerimizle güzelleştiren ve oyuncu postunun arkasına saklanmış kaplan kalbiyle sizin kadar gösterişli mısralar döktürebil-diğini zanneden, sonradan görme bir Karga var; bu yüzden onlara asla güvenmem.” diyor Greene Shakespeare hakkında.

Amerikalı yazar Mark Twain’se, kendi hayatını anlattığı otobiyografik eserinin ilk orijinal baskısın-da Shekaspeare için ayrı bir bölüm ayırıyor. Twain Shakespeare’i şeytanla eş tutuyor, Shakespeare isminin bir takma ad olduğunu öne sürüyor.

“Biyografik yetersizlikleri göz önüne alındığında

Şeytan ve Shekaspeare’in birbirine bu kadar çok benziyor oluşu ne kadar garip ve ilginç bir tesadüf-tür.”

Twain ilerleyen bölümlerde Shakespeare için farklı iddialarını sıralıyor:

“Okuryazar olmayan, hatta bir imza bile ata-mayan çiftçi bir alinenin çocuğu olarak 23 Nisan 1564’te dünyaya geldi. Straford varoş, pis ve nüfu-sun büyük kısmının eğitimsiz olduğu bir köydü...

... 1597’de Straford’da New Palace dediği bi ev satın aldı. Devamında 13, 14 yıl para biriktirerek oyuncu ve yönetmen unvanlarına sahip oldu.

... “Daha sonra 1610-11’de Stratford’a döndü ve temelli buraya yerleşerek, faizle borç para ver-me, arsa ve ev satın alımı gibi işlerle uğraştı. diyor Twain Shakespeare için.

Shakespeare ile ilgili tartışılan bir diğer nokta ise, Sheakspeare’in vasiyeti. Vasiyetinde hiçbir kitabı hakkında bir bilgi vermemiş yazarımız. Oysa o dönemde kitap sahibi olmak en önemli şeylerden bir tanesiymiş. Ve yazarlar kitaplarını vasiyetlerinde bildirirlermiş. Twain’in bir diğer iddiasıysa, Shakes-

peare’in takma ad olduğudur. Peki Shakespeare takma adsa eğer kimdir gerçek kişi?

Üzerinde en çok tartışı-lan ve Shakespeare olacağı düşünülen Cristopher Mar-lowe mu? Bu iddia ilk baş-larda Shakespeare uzmanları tarafında çürütülüyor. Çünkü Marlowe’un ölüm tarihinden sonra Shakespeare eser ver-meye devam ediyor.

Peki Marlowe gerçekten 1593 yılında mı öldü? Mar-lowe’u öldürenler neden krali-çe tarafından serbest bırakıldı ve cinayete dair soruşturmada geçenler ve Marlowe’un öldü-rülme şekli ne kadar gerçek?

Marlowe Kraliçe’nin ajan-larından birisi. Çok iyi Latince bilgisine sahip ve yaptığı çe-virilerle olsun ortaya koyduğu

eserlerle olsun döneminde hep övülmüş bir isim. II. Edvard, Faust, Maltalı Yahudi bu eserlerin başında geliyor. Peki gerçekten Marlowe Shakespeare’in kendisi olabilir mi?

MARLOWE: (Ovid’in Mersiyesi’nin Çevirisin-den) : Ay her gün Endymion’la uyanır.

SHAKESPEARE: (Venedik Taciri’nden) : Ses-

sizlik. Ay Endymion’la uyuyor.

Page 55: Dergi 4 sayı baskı

eylül ekim sayısı 2014

55

MARLOWE: (Timurlenk’ten) : Selam size, As-ya’nın şımarık yosmaları. Hanginiz günde otuz iki kilometre gidebilir?

SHAKESPEARE (IV. Henry, II. Perdeden) : As-ya’nın riyakar, şımarık yosmaları. Hanginiz günde kırk sekiz kilometre gidebilir?

Peki Oxford Dükü Edward Vere kimdir?Cecil’lerin James’i tahta getirmesini engellemek

için halkı galeyana getirecek bir oyun yazıyor Edward Vere. Oyunun adı III. Rİchard. Ancak oyunu kendi adıyla yayınlatamayan Edward takma ad kullanıyor. Ve Shakespeare’nin karakterleri direk Edward Ve-re’nin hayatından kesitler barındırıyor.

Peki bu takma ad Shakespeare mi?

***Yukarıda yaptığım alıntılar 2012 yılında Arkad-

ya yayınları tarafından basılan ‘Şeytan ve Şair’ adlı romana ait. Romanda Profesör Desmond Lewis, Ca-lifornia’da vereceği konferansla tüm dünyayı yerinden oynatacak bir gerçeği açıklamanın peşindedir. Kon-ferans öncesi Jake Fleming’le irtibata geçer ve ona basıma hazır olan kitabı okumasını istediğini söyler. Ancak profesör Amerika’ya indikten hemen sonra ortadan kaybolur ve gerçekleri açıklayacağı kitap da.

Gazeteci Jake Fleming sır bir şekilde ortadan kaybolan dostunun ve kayıp kitabın peşine düşer. İngiltere’ye gider ve profesörün takip ettiği yolları, yararlandığı kitapların bir kısmını bulur. Kitap sonlara yakın gerçekte Shakespeare’nin kim olduğunu aslın-da açıklıyor.

Her bölümünde ayrı bir heyecan barındıran kitap belgelere dayalı bir şekilde yazılmış. Yazarı John Underwood kitabı İngilizce olarak bastıramamış. İlk baskısı İtalyanca yapılan kitap İtalya’da çok satanlara girmiş. Daha sonra farklı dillere çevrilen kitap satıldığı her ülkede satış rekorları kırarak herkesin beğenisini kazanmış. Benim tamamen rastlantı sonucu gördü-ğüm ve elde etmek için bir yıla yakın beklediğim bir kitap Şeytan ve Şair.

Okuduğum romanlar arasında en iyilerinden birisi buydu. Çevirisi çok güzel, anlatımı akıcı ve heyecan dolu. Her sayfasında ayrı bir sır var. Polisiye, cinayet ve gizem dolu kitaplar için zor bulunacak kalitede bir eser.

Bir Meselemiz Olmalı...

Ahmet Topbaş

Günümüzün aceleci ve tüketici ortamında tatmin edilmeyi ve beklentilerinin karşılanmasını is-teyen insanların edebiyattan ve daha özelinde der-gilerden bu beklentiyi karşılayacak bir içerik bekle-mesi, sanat ürünlerinin, okuyucuyu tatmin etmeye yönelik çabalarını da gündeme getirmiştir. Ne var ki, yaşanılan dönemin nabzını tutan ve toplumsal olayların birer şahidi olan dergilerin ticari kaygılarla toplumsal görevini aksatması beklenemez.

Nasıl ki, sanat metninden hoşnut kalmak iste-yen okur sanat ürününün kendisini şaşırtmasını, bir farkındalık oluşturmasını isterse, metin sonunda bir duygu yoğunluğuna, düşünsel yolculuğa çıkarma-sını da bekler.

Edebiyatımızın ve toplumsal hayatımızın nab-zını tutan dergilerin de bu amaçla kendilerine bir gündem belirlemesi, farkındalığını ortaya koyması, toplumun kanayan yaralarını kimi zaman gün yüzü-ne çıkararak kimi zaman da ön planda tutarak canlı kılması elzemdir.

İkinci dünya savaşından sonra iyiden iyiye belirginleşen, insanları ve daha özelde masumla-rı katleden terör konusunu gündemimize almaya karar verdik.

Çünkü dünyanın birçok yerinde Müslüman oldukları için işkence gören, katledilen insanlarımız var.

Çünkü acılarının sona ermesini isteyen, evine ellerinde mermilerle giren askerler yerine ekmeği ile giren babasını bekleyen çocuklar var. Gözlerini kapattığında bir bombanın kulağında çınladığı gün-lerin son bulmasını isteyen anneler var.

Yaşadığımız günlere tanıklık ediyoruz. N’eşhe-dü diyoruz. Yani biz şahidiz.

Peki ne yapmalıyız?Bilinçlerimiz pas tuttu, görebiliyoruz.Toplum olarak kendimizi yenilemeyişimiz, özü-

müzü ve varlık hikmetimizi unutuşumuz, bunun yol açtığı iç ve dış buhranlar, tarihsel ve kültürel çö-zülüş sebebiyle yaşadığımız umutsuzluk ve panik havası yüzünden sustuk ve kabullendik.

O eski cesaretimiz ve iman gücümüz nerede?Şu bir gerçek ki, bahanelerin arkasına sığınarak

vicdanımızın kanamasını durduramayız. Bunun için dergilere ayrı bir görev düşüyor. Dergiler nezdinde okura belki de. Ancak okuyarak bir bilince varabilir ve yaşadığımız zamana tanık olabiliriz.

Page 56: Dergi 4 sayı baskı

müebbet edebiyat kültür sanat dergisi

56