Top Banner
1 KU dergi sayı:1 TU
52

KUTU Dergi Sayı: 1

Feb 22, 2016

Download

Documents

Kutu Dergi

KUTU dergisi Koç Üniversitesi öğrencileri tarafından çıkarılan, iki aylık kültür, sanat ve yaşam kültürü dergisidir
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: KUTU Dergi Sayı: 1

1

KUdergi

sayı

:1

TUKU dergi

sayı

:1 TU

Page 2: KUTU Dergi Sayı: 1

2

Page 3: KUTU Dergi Sayı: 1

3

Fulya İlkmen

Page 4: KUTU Dergi Sayı: 1

4

KUTU DERGİSİ SAYI: 1

KASIM-ARALIK 2011

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Mert GümrenSorumlu Yazı İşleri Müdürü

Hakan Özyılmaz

Grafik TasarımMert Gümren

KapakNilay Dursun

EditörlerAlper Orhan, Canelif Yılmaz, Kerem Bilek, Aslı Karataş, Nilay Dursun, Oğulcan Açıkel,

Ece İşmenKatkıda Bulunanlar

Murat Gencoğlu, Orhan Can Ceylan, Saadet Işıl Aksoy, Naz Cuguoğlu, Tuğşad

Karaduman, Fulya İlkmen, Özge Özgüleryüz

www.kutudergi.comkutudergi.com/blog

İletişim: [email protected]

Reklam: [email protected]

Koç Üniversitesi öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır.

KUdergi

sayı

:1

TUKU dergi

sayı

:1 TU

Page 5: KUTU Dergi Sayı: 1

5

Page 6: KUTU Dergi Sayı: 1

6

mika bistro

Mika Bistro kapılarını lezzet tutkunları ve canlı performanslarıyla müzik severler için açıyor

[email protected]/mikabistro

Koç Üniv. Batı Kampüsü YakınıZekeriyaköy Mah. Ekin Sokak No:1

paket servis ve rezervasyon

342 42 22

Page 7: KUTU Dergi Sayı: 1

7

MIXTAPEAlper Orhan

2000’lerin En İyi 10 Alternatif Rock Albümü

A Perfect CircleMar de Noms

The Wedding PresentTake Fountain

ColdplayA Rush of Blood to the Head

GorillazGorillaz

WeezerWeezer (Green Album)

Future of the Left Travels with Myself and Another

PlaceboMeds

ElbowThe Seldom Seen Kid

Smashing PumpkinsZeitgeist

Biffy ClyroPuzzle

Page 8: KUTU Dergi Sayı: 1

8

Zagaband – Z RaporuColdplay- Mylo Xylotomixtape

Yıllar yılı Okan Bayülgen’in progra-mında çıkan grup olarak tanıdığım ve Okan Bayülgen’in “Ayılar!” diye hitap ettiği Zagaband, geçtiğimiz dönem programdan ayrılıp hummalı bir şe-kilde albüm çalışmalarına başlamıştı. İzlediğimiz, gördüğümüz kadarıyla grup üyeleri gerek yaptıkları müzikler-le, gerek cover’lara kattıkları yorum-larla izleyicilerin sevgisini ve takdirini kazanmıştı. Ancak Zagaband, ne yazık ki, aynı havayı, aynı coşkuyu veya aynı “ayılığı” albüme bir türlü yansı-tamamış. Televizyonda izlediğimiz, insanlara gaz veren, coşturan ve dik-katleri üzerine toplayan grup, albümde resmen yok olmuş, ezilmiş, büzülmüş ve ülkenin zaten enflasyonunu yaşadığı “ağlamaklı Türkçe rock” janrına el atmış.

Bu belki de grubun bir tercihi, belki de yapımcıların üstü kapalı bir şekil-de yaptığı öneri. Her iki ihtimalde de albüm satışlarını arttırma kaygısı ve şarkıları insanların diline dolama çabası albümün yapımını bariz bir şekilde etkilemiş. Ne yazık ki müzik piyasasına çıkan zorlama işler, kötü damgasını yemekten kurtulamıyor genellikle. Televizyon Makinası’nın sevilen şarkısı “Machine in My Head” albümde iki versiyonuyla yer alıyor. Az çok televizyon seyreden kimseler için

tanıdık sayılabilecek şarkı, albümün belki en sağlam parçası. Gerisi ise ne Okan Bayülgen’in “Ayılar!” diye hitap ettiği grubu, ne de reklama girmeden önce bangır bangır 80’ler çalan grubu yansıtıyor.

Elbette, kaypak ve rock müziğe hala çekingen yaklaşan müzik piyasasına kimse Skid Row veya Anthrax’ın jan-rına benzer bir albümle atılmayı göze alamaz, burası kabul. Ama ülkenin bu gerçeği ağlamaklı Türkçe rock yapmaya da mazeret değil. Rock janrında adam akıllı müzik yapan sayısız Türk grup kendine sağlam bir satış sayısı bulabi-liyor.

Grupta vokali ve elektro gitarı üstle-nen Tuncer Tunceli, tartışmasız bir şekilde Türkiye standartları üzerinde bir gitarist, ancak aynı yorumu vokali adına yapmak hayli zor. Zorlama şarkılar üzerine yapılan zorlama vokaller sadece albümün düşüşünü hızlandırıyor.Zagaband’in üyeleri tek tek ele alındığında, her birinin önemli müzisyenler olduklarını görüyoruz. Bir araya geldiklerinde de başarılı bir hava yakaladıklarını da yıllar boyu gördük. Ama Zagaband’in yayınladığı Z Raporu, ne üyelerin, ne de grubun potansiyelini yansıtamıyor ve senenin en büyük hayal kırıklarından biri ol-maktan kaçamıyor.

Coldplay, beşinci stüdyo albümü Mylo Xyloto’yu geçtiğimiz günlerde yayınla-dı. 2008’de dinleyiciyle buluşan Viva la Vida or Death and All His Friends’in ardından yeni Coldplay albümü dinleyenlere kesinlikle farklı bir hava sunmakta.

Albüm gerçekten ilginç ve farklı bir isme sahip. Ama ilginçlik kısmı burada bitiyor. Ortalama bir müzik dinleyi-cisinin sayısız defa denk geldiği pop-rock tandanslı şarkılar, Mylo Xyloto’yu işgal etmiş durumda. Ne Viva la Vida’nın çiğ ama ağır, ne de A Rush of Blood to the Head’in karanlık havası var Mylo Xyloto’da. Albüm kendi içinde bir kimlik oluşturamıyor ve bu durum şarkıların fena halde havada kalmasına sebep oluyor.

Elbette Mylo Xyloto kesinlikle boş bir albüm değil. Every Teardrop is a Wa-terfall, Major Minus ve Charlie Brown

gibi sağlam ve Coldplay etiketi taşıya-bilecek parçalar albümde yer almakta.

Ama albümle ilgili iyimserlik onun-cu parçaya kadar devam edebiliyor. Rihanna’yla düet yaptıkları Princess of China parçası, Coldplay’in ve Chris Martin’in bu albümde yaratmaya çalış-tığı bütünlüğü, yapıyı, her şeyi resmen yerle bir ediyor.

Mylo Xyloto kesinlikle kötü bir al-büm değil. Albümün geneline yayılan elektronik ve pop öğeler belki de Coldplay’in kendine çizdiği rotada yeni bir adım olabilir ve üyeler iler-leyen çalışmalarda bunun üzerinden başarılı işler ortaya koyabilir. Yine de aradan sıyrılıp, kendini gösteren şarkılar haricinde varlık gösteremeyen ve Coldplay’in öncül albümlerde din-leyiciye yansıttığı ağırlığı gösteremeyen Mylo Xyloto, vasat üstü olarak tanım-lanmaktan kaçınamıyor.

Page 9: KUTU Dergi Sayı: 1

9

Dexys Midnight Runners mixtape-tarihin tozlu sayfalarından

Abuk kapağı, soul müziğe pop doku-nuşuyla, keyifli havası, dans etme isteği uyandırmasıyla, Searching for the Young Soul Rebels uzun zamandır ef-sane albüm ünvanını koruyor. İlk şarkı Burn It Down’da radyoyla gelen Deep Purple, Sex Pistols ve The Specials cı-zırtıları ardından grup şarkıya giriyor. Verdikleri mesaj net; “Bu adamlar bir dönemi kapatıp diğerini açtılar, şimdi biz onların dönemini kapatıp kendi dönemimizi açıyoruz.”

Midnight Runners’ın devir açıp kapa-ma olayı çokça tartışılır, ancak tartışıl-mayacak bir gerçek var: Müzik dün-yasının kendini yavaştan kaybetmeye başladığı, tüketim toplumunun gazı alıp yaşantılarını buna göre yoğurduğu ve punk müziğin gazını hızla kaybetti-ği bir dönemde (80’ler!) kendi başında ayakta kalabilen, mesajını, müziğini ve tavrını açık bir şekilde ortaya koyabilen bir grup.

Pub rock esintileri, pop müziğin keyifli tınıları üzerine bindirilmiş soul ezgileri ve Kevin Rowland’ın garip (abuk?) vokalleriyle Searching for the Young Soul Rebels dinlenesi, yutulası, baştacı edilesi bir albüm. Geno gibi günümüz-de hala soundtrack’lerde kendine yer eden, meşhur bir hit’e yer vermesi bile albümü dönemindeki bir çok işten üste taşıyor.

Eğer daha önce duymadıysanız, dinle-meniz gereken bir grup ve albüm. Eğer soul müziğe ilginiz varsa ve 80’lerin müziğe enjekte ettiği gevşeklikten keyif alıyorsanız, tam size göre Dexys Midnight Runners. En olmadı oturdu-ğunuz yerden minimal dans figürleri yaparak yarım saat geçirirsiniz, ki fena bir fikir değil kanımca.

Iggy Pop – Lust For Life

Yayınlandığı 77 yılından beri bir çok müzisyeni ve grubu etkisi altına almış-tır Lust for Life. The Stooges dönemi sonrasında David Bowie ile çalışmalara başlayan Iggy Pop’un bu işbirliğinden çıkardığı en sağlam albüm belki de bu-dur. İkili çıktıkları Almanya serüvenin-de önce The Idiot’ı yapmışlardı; ancak The Idiot, Lust for Life’a kıyasla daha sanatsal ve elektronik bir çalışmaydı. Bowie ile Iggy arasındaki ipler kopma-dan önce yaptıkları son çalışmadır Lust for Life aynı zamanda.

Döneminde beğenilmiş olmasına rağmen, Iggy’e de Bowie’ye de finan-sal bir getirisi olmamıştır. Albümün değeri yayınlandıktan 20 sene son-ra anlaşılmıştır resmen. Kült film Trainspotting’i açan ve albüme adını veren Lust for Life parçası, albümü yeniden gündeme getirmiş ve yeniden yayımlanmasına ön ayak olmuştu. Daha sonra reklamlarda sık sık kar-şımıza çıkan ve dünyanın en tanıdık melodilerinden biri haline gelen The Passenger ile de bir kez daha dinleyici-lere kendini göstermişti.

Bu iki bilinen ve artık popüler müziğe malolmuş şarkıların dışında da inanıl-maz parçalara yer vermektedir Lust for Life. Neighborhood Threat ve Sixteen gibi istemsiz bir şekilde ayağınızı yere vura vura tempo tutmanıza sebep olan ve Some Weird Sin gibi “Iggy Pop-sal” dans figürleri ortaya koymamızı sağlayan parçalar var. Ama ne yazık ki albümün geri kalanı, The Passenger ve Lust for Life’ın olağanüstü başarıları yüzünden hak ettiği ilgiyi göremedi hiçbir zaman.

Lust for Life, Iggy Pop’un punk kök-lerine hızlı bir dönüş yaptığı, David Bowie sayesinde glam rock dokunuşla-rına yer veren ve döneminin yükselen müzik janrı post-punk’a göz kırpan bir albüm. Birçok sanatçı bu tarzları birleştirip albümler yaptı, ancak David Bowie ve Iggy Pop kimyasını yakalayıp Lust for Life gibi bir şaheser ortaya koyabilen olmadı sanırım. O yüzden müzik camiasının artık önüne gelene dağıttığı kült ünvanını gerçekten hak eden ve bu ünvanı taşıma konusundaki başarısı sorgulanamayacak türden bir albüm.

[email protected]

Page 10: KUTU Dergi Sayı: 1

10

Gulag Orkestar 2006 yılında yayınlandığına kendine inanılmaz bir dinleyici kitlesi edinmişti. Mount Wroclai ve Rhineland gibi belki de tüm zamanların en iyi parçaları arasına girebilecek şarkılar içeren albümün ardından Beirut’un tek ve asıl adamı Zach Condon’dan beklenenler ister istemez yükseldi. 2008’de gelen The Flying Club Cup bu beklentileri kesinlikle karşıladı, ama daha önemlisi Zach Condon’ın albüme dahil ettiği pop ve elektronik öğeler, Beirut’un ilerleyen albümlerinde farklı müzik türlerini görebileceğimiz göster-mekteydi.

The Flying Club Cup’ta Condon’ın müziğini zenginleştirmek ve tek tiplikten kurtulmak adına kattığı pop / elektronik öğeler, The Rip Tide’da albümün garnitürü olmaktan çıkıp, ana yemeğin önemli bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Albümde, Gulag Orkestar’ın çiğ havasına karşılık oldukça sağlam bir elektronik sound mevcut. Bu noktada Zach Condon’ın zekasını takdir etmemek elde değil, bu köklü değişim albüme o kadar güzel giydirilmiş ki, dinleyici kendi

kendine “Evet! Beirut’un üçüncü albümü kesinlikle böyle olmalıydı!” diyebiliyor.

Klasik Beirut-severlerin ilk birkaç dinleyişte değişik bulacağı bir albüm olmasının yanı sıra, bir kesim tarafından reddedilmesi de olası. Port of Call, Vagabond ve East Harlem gibi şahane parçalar barındırmasına rağmen, The Rip Tide diğer iki Beirut şaheseri ya-nında sönük kalan bir albüm. Öncül albümlerinin verdiği heyecanı, duyguyu veya derinliği verme konusunda o kadar da başarılı değil. Bu durumu elektronik öğelerin artmasına ve şarkıların arasındaki akıcılığın azalmasına, veya sadece beklediğimiz, alışık olduğumuz Beirut’tan farklı bir şeyle karşılaşmış olmamıza bağlayabiliriz.

Her ne olursa olsun, The Rip Tide 2011’in güzel süprizlerinden biri. Beirut’un hep aynı müzikleri yapan bir grup olarak kalmayacağını ve farklı şeyleri harmanlayacağını, en önemlisi de bunu sürekli müziğin kalitesini arttırarak yapacağını göstermekte.

MÜZİKOFİLBeirut- The Rip Tide

Red Hot Chili Peppers- I’m With YouJohn Frusciante doksanlı yılların ortasında eroinle boğuşurken yaşanan ayrılık Anthony Kiedis’in sözleriyle “kalp kırıcı ve depresif” olmuştu. Yerine gelen Dave Navarro’yla kimyalar tutmamış, işler ters gitmiş ve ortaya vasat-üstü olarak tanımlanabilecek One Hot Minute albümü çıkmıştı. Ama Frusciante eroinle olan savaşını kazandı, temizlendi ve gruba geri dönerek belki de 90’ların en sağlam albümlerinden biri olan Californication’ın yapımına dahil oldu. Ardından gelen By the Way ve Stadium Arcadium ile Red Hot Chili Peppers efsa-ne olma yolundaki adımlarını kesin bir şekilde sağlamlaştırdı.

Geçtiğimiz sene yaşanan ve tamamen dostane bir şekilde yaşanan ayrılığın ardında Frusciante’nin solo kariyerine ağırlık vermek istemesi ve farklı müzik türlerine olan açlığı ya-tıyordu. Grubun geri kalanı anlayışla karşıladı ve Frusciante giderken yerine veliahtını da bıraktı, Josh Klinghoffer.Böylece Klinghoffer konserlerde yer almaya başladı ve en sonunda grubun onun-cu albümü I’m with You’da kayıtlara dahil oldu.

I’m With You farklı bir albüm, özellikle benim gibi Californication albümüyle büyümüş bir kimse için. John Frusciante’nin yokluğunu ilk şarkı-dan son şarkıya kadar hissedebiliyoruz. John

Frusciante’nin müthiş back vokali ve az-çok seveninin kilometrelerce öteden tanıyabileceği melodileri kendini aratıyor. Yine de Klinghoffer’ın bu boşlukta sırıttığını söylemek yanlış olur. Zira pek tanınmayan bir isim olsa bile, Beck, PJ Harvey ve Ataxia ile çalışmış bir müzisyen.

Gitarist değişimini bir kenara bırakırsak, ilerleyen yaşlarına rağmen yerinde duramayan, inanılmaz keyifli şarkılar yapan RHCP, bu albümde de tavrını ve tarzını değiştirmemiş. Her kenardan fırlayan funk ritimleri, keyifli gitar melodileri ve anlamsız dans hareketleri yaptıra-bilecek şarkılarla dolu I’m With You. Flea hala ve hala bas gitarından inanılmaz keyifli işler çıkarmaya devam ediyor.

Her şeye rağmen, I’m With You, ortanın üstü bir albüm olmaktan kaçamıyor. Frusciante gruba ilk dahil olduğu Mother’s Milk albümünde görülen tam ortamamış kimyaya benzer bir hava var bu albümde de. Anthony Kiedis, Klinghoffer’ın katılı-mı ardından, “Tartışmaya bile gerek yok, bu bizim için yeni bir başlangıç” demişti. Eğer gerçekten öyle olacak ve Klinghoffer gitarist olarak çalmaya devam edecekse, I’m With You gelecek albümler için bizi fazlasıyla heyecanlandırmaya yetmeli.

Page 11: KUTU Dergi Sayı: 1

11

Kaybedenler Kulübü: Yalnızlar Partisi

“Yalnızlar Partisine Hoş geldiniz”

90’lar, fazlasıyla bağımsız, kendi için-de bir radyo programının doğuşuna şahit oldu, Kent FM’den yayınlanan “Kaybedenler Kulübü”… Kült merte-besinde, gönlümüz rahat, başımızın tacı yaptığımız “Kaybedenler Kulübü” geçen yıl filmleşerek sandıktan çıktı. Şimdilerde kahramanlarımız Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı “bi nevi radyo”da internet yayınına devam ediyor. 22 Kasım tarihinde Ghetto’da Kaybedenler Kulübü’nün hayata dönüşünü bu kez Yalnızlar Partisi ile kutluyoruz.

The Beatles'a Saygı: Meat The Beatles

En sevilen The Beatles klasiklerini du-yacağınız bir saygı gecesi. Çocukluk-larından beri The Beatles hayranı olan bir grup müzisyenden oluşan Meat the Beatles gecede, All My Loving, She Loves You, I Wanna Hold Your Hand, Love Me Do, Yellow Submari-ne, A Hard Day’s Night gibi 40’a yakın klasik seslendirecek. Tam da tarihte bugün, The Beatles ikinc albümleri ile İngiltere’de bir milyon satış rakamına ulaşan ilk grup olmuşken, akşamında GHETTO’da, moptop saçlarımızla, saygılarımızı sunacağız.

Tarih : 30 Kasım ÇarşambaSaat : 21:30Fiyat : Tam 20 TL Öğrenci: 15 TL

Tarih : 24 Kasım PerşembeSaat : 21:30Fiyat : 20 TL

11.11.11 Rakun Gecesi

Bağımsız plak şirketi RAKUN, kata-loğunda albümleri bulunan seslerle GHETTO’da.

Gecenin açılışını bu yılın Haziran ayında kendi ismini taşıyan albüm-lerini RAKUN’dan çıkarmış olan, kalbürüstü müzisyenlikleri, şarkı yazarlıkları ve performanslarıyla tanınmış Nefes yapacak. Ardından, gitar bazlı sert ama melodik tınıları ve sözleriyle Gren sahne alacak. "İçimdeki İz" adlı ikinci albümünü yayınlayan, 10 yıllık maziye sahip, arabesk, melankolik, bekletilmiş, bekledikçe yıllanmış sounduyla Peyk ise gecenin kapanışını yapa-cak Rakun gruplarından.

Tarih : 11 Kasım CumaSaat : 22:30Fiyat : 20 - 30 TL

Jehan Barbur

Hayatın İçinden Masalsı Şarkı-larla Jehan Barbur GHETTO’DA

Beyrut, hayata başladığı nokta. Sonrası şehirlerarası yolculuk… Son durak, bize ses verdiği yer İstanbul. Müzikal yolunu çiz-mesine yardımcı rollerden biri Bülent Ortaçgil’e ait. “Uyan” ve “Hayat” birbirini takip eden başarıyı destekleyici iki albüm. Erkan Oğur, Vedat Sakman, Bir-sen Tezer, Fatih Erdemci, Sum-ru Ağıryürüyen, Pinhani, Gülay, Cengiz Özkan, Jülide Özçelik dinlediği isimlerden sadece birkaçı. Şiirdeki kelimeleriyle ve ruh haliyle Edip Cansever ve filmleriyle Reha Erdem, müzik dışı etkilendikleri arasında. Tüm bunlar Jehan Barbur’a çıkarıyor bizi. Jehan Barbur, hayatın için-den şarkılarıyla 17 Kasım akşa-mı GHETTO sahnesinde olacak.

Tarih : 17 Kasım PerşembeSaat : 21:30Fiyat : 25 TL

Ikı Parti Bir Konser: Gece GHETTO’da Başlar GHETTO’da Biter

Does it Offend You Yeah/ Dan Coop DJ SET/The Red Hood

2010 sezonunda GHETTO sahnesinin altını üstüne getiren Does it Offend You Yeah, bu kez ikinci albümleri “Don't Say We Didn't Warn You” şerefine yine kafa üstünde dön-dürücü enerjileri ile aynı sahnede olacak. Tarih, 26 Kasım 2011.

Tarih : 26 Kasım CumartesiSaat : 23:30Fiyat : Öğrenci: 35 TL Tam: 45 TL

Page 12: KUTU Dergi Sayı: 1

12

Bir Hipster’ın NotlarıKim Bu Hipsterlar?

Ece İşmen

Page 13: KUTU Dergi Sayı: 1

13

Geçen gün geciken yazılarla, matbaa ile ilgili falan şakalaşırken uyku-suzluğun da etkisiyle kendimize kartvizit çıkartmaya karar verdik. Dergimizin meclis başkanı, genç kızların sevgilisi Mert benim ismimin altına Post Hipster yazmayı uygun gördü. Tabii ki gerçekten kartvizit çıkartmayacaktık, herkes gibi biz de haddimizi biliyoruz, (Kenan Doğulu - Herkes Haddini Bilecek) fa-kat şu post hipster meselesini düşünmedim desem yalan olur. Herşeyden önce kendimi asla bir hipster olarak kabul etmediğim gibi, post hipster olmam söz konusu bile değildi, “par nature”. Fakat sonra, uzun bir biyoloji dersi sırasında hipsterlığı reddetmenin hipster olmanın ilk koşulu olduğunu farkedip acı ger-çeği kabullendim. Mert’in ev ödevi olarak dergiye bir hipster dosyası hazırlamamı istemesi ise tabii ki şaşırtmadı.

Peki bu hipster dedikleri hadise nereden çıktı? Bü-tün kaynaklar 1940 ile 1990 yıllarını referans olarak göste-riyor. Ben 1940’lardan pek hazetmiyorum, o yüzden 90’lar-dan itibaren hatırladıklarımı size anlatayım. Tabii bütün dünyada olan biten şeylerden bahsediyoruz, ve kim ne derse desin Ed Banger bir Hülya Avşar olamayacak, ama kısaca bir bahsetmekten zarar gelmez. Olay aslında herkesin kendi key-fine göre müzik yaptığı güzelim 90lı yıllarla başlıyor. Buram buram teen spirit ve riot grrl kokan bu yıllar, tabii Kurt bira-derin intiharıyla başladığı kadar hoş bitmedi. 90ların sonu birçok müziksever için “Kurt Cobain’i karısı mı öldürdü?” başta olmak üzere birçok büyük kavga sebepi barındırıyor-du. Anne babanızın hala genç olduğu, uyuşturucunun ve “do it yourself ” müziğin patladığı şanlı yıllar biterken bir grup kendini bilmez “Grunge is dead” diyerek daha bu gerçeğe alışamamış olanların kalbini kırmaya başlamıştı. Haklılardı da, Cobain ile birlikte koskoca bir müzik türünün içinde birşeyler ölmeye başlamıştı, ama cevaplanması gereken soru, bu ölümün ardın-dan neyin doğacağıydı. Sahte altın küpeli babydoll kızlar, son on yıldır uyku yüzü görmemiş bassçı ağabeyler bu yanıtı ararken tükendi. Bugün hala Kaş’a yerleşip de bar açmamış son birkaç tanesini metroda, Tünel’de görebilirsiniz. En büyük ipucu artık kırklı yaşlarını süren bu efendi insanların kolunda, om-zunda beliren abuk sabuk dövmeler ve yüzlerindeki Lost Generation bakışıdır.

Şanslıları ise birer motosiklet edinmişlerdir. Asmalımescit’in arka taraflarında ismini bile bilmediğim, Ankara’da ise (şimdi kapanmış olan) Mono gibi güzi-de mekanlarda güzel müzikler dinleyip çok pis içen bu insanlara neden böyle üzgün olduklarını sormaya gerek yok. Müzikal açıdan büyük umutlarla bek-lenen milenyum, onlar için skater emo, scene ve Avril Lavigne gibi birsürü ıvır zıvır ile geldi. Herkese direttikleri grunge hakikaten ölmüştü. Lost Generation büyük bir üzüntüyle Seattle semalarına geri çekildi. Bizim jenerasyonumuza ise Eminem, bin çeşit one hit wonder, Eurovision ve Vampirefreaks düştü. Bol pantolon ve uzun kolluların üzerine tshirt giyen Justin Timberlake ve köylü gü-

zeli Britney Spears döneminden sizleri üzmemek için bah-setmiyorum. No Doubt’un sabit makyajlı hanımı Gwen Stefani’nin albüm değil fashion line çıkarttığı yıllardı de-yip geçelim. MTV ve Nickoledeon’un paralel bir şekilde döneklik etmesinden sonra yardımımıza internet yetişti de şöyle adam akıllı birşeyler dinleyebildik. Daha sonra hiçbirimizin araştırmaya zahmet etmediği ama (Eline sağlık Steve Jobs) ipodlarımız sayesinde tecrübe ettiğimiz üzere müzikler yavaş yavaş düzeldi. Pete Doherty ve saz ar-kadaşları plak şirketlerine tokat gibi cevaplar verdi, Kate Moss’u kötü yola düşürdü ve arka bahçesinde magic mush-room yetiştirmeye başlamadan önce bize birkaç güzel al-büm bıraktı. Indie dönemini açıyorum. Hepimiz “Geç olsun güç olmasın” dedik, daracık pantolonlarımızı, sıca-cık süeterlerimizi giydik, Fred Perry çantalarımızı kapıp

arkadaşlarımızın konserlerine gittik. Bir arkadaşımın deyimiyle “Saçları düz, notları yüz” çocuklar olduk çıktık. Dikkatinizi çekerim, hala Lindsay Lohan’ın ayık olduğu yıllardayız. Sonra ne oldu bilmiyorum, ya Bloc Party uyduruk bir albüm yaptı, ya biz uslu durmaktan sıkıldık, hevesimiz kaçtı. Düştüğümüz boş-luktan bu sefer de bizi altın renkli Casio saatleri, v yaka tshirtleri ve alevli döv-meleriyle sayısız DJ arkadaşımız kurtardı. Dünya gözüyle bir Justice gördük, Hot Chip olsun, Datarock olsun bunların hepsiyle bir bir tanıştık. Oldu mu, olmadı. Kıpırdamaya korkan indie temposu ile aspirin niyetine extasy yutmuş electro müzikler arka arkaya şok etkisi yarattı. İyice aptala döndükten sonra da diretilen müziğin yerini keşfedilen müzik fikri aldı. Ama her anlamda pasif (ne demek istediğimi anladınız) indie çocuklarından çok bilmiş hipster veletlerine geçişimiz beklediğimizden daha sert ve biraz da dramatik oldu. Gossip Girl’de Time to Pretend çalması içimizin bir hoş olmasına yetiyorken, True Blood izler-ken “Bu ne yahu her dizide teen vampirler yaratıklar bişeyler” diye söylenmek-ten arkada çalan The Kills’i kaçırdık. Çağımızın vebası Twilight felaketinden bahsetmiyorum bile, o nasıl bir işkencedir yarabbi. İki dönem arasında gidip geldiğimiz yetmediği gibi bir de böyle acayip acayip pop kültürü ürünleriyle uğraştık. Haftasonu dışarı çıkıp da Arkaoda’dan sonra İndigo’ya gidip Kristen Steward suratıyla dönen çok kişi bilirim. Sonunda kalabalıkla birlikte hareket etme, kalabalığın gittiği yerlere gidip kalabalığın dinlediği müziği dinleme işi, yani POP, biraz sıkmaya başladı. (Yeri gelmişken tam zamanında yetişen Juli-an Casablancas ve Alex Turner’a hak ettikleri krediyi verelim, The Strokes ve Arctic Monkeys olmasaydı yapılacak iş değildi, ‘You Only Live Once’) Herkes kendi doğrusunu çizme yoluna gitti. Parola olarak “I know the best for myself ” dendi ve bunu yapanlar (küçük bir akım olan Kawaii ile aynı anda) artık hipster olarak adlandırdığımız daha düzgün yaşayan, daha birey, daha yaratıcı, daha toleranslı, daha mesafeli ve sonunda daha cool bir kesim halini aldı. Özellikle İstanbul, New York gibi metropollerde bir arada gezen japon turistler kadar ilgi çekici bir grup olduğu için bir anda birçok benzerleri ortaya çıktı. Ama yeterin-

“Daha ciddi bir açık-lama getirecek olursak, bir hipsterı oluşturmak için dört önemli ele-menti doğru yerleştir-mek gerekir: Öncülük, para, bilinç ve ironi.”

Page 14: KUTU Dergi Sayı: 1

14

ce background verdik. Büyük olasılıkla satır atlayarak okuduğunuz bütün bu tarihi bilgi kuşağından sonra biraz hipster yoldaşlarımızı inceleyelim diyorum.

Bu işlerde yüzde yüz kavramının geçerli olmadığının farkındayım, dolayısıy-la her sakallı nasıl de-demiz değilse her siyah rayban gözlüklü sınıf arkadaşımız da hipster değil, önce bu gerçekle bir yüzleşelim. Evet, o gözlük modeli onlara hiç yakışmıyor ve evet, Woody Allen ile Andy

Warhol’u karıştırdıklarında aile terbiyemiz sayesinde şiddet eğilimi göstermi-yoruz. Ama bu demek değildir ki bu çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı bambaş-ka bir kültüre mal edelim. Bu ayrımı yapabilmek için hipster dedikleri mevzu neymiş, ne değilmiş iyice bir öğrenmek gerek. Öğrenmek derken wikipediadan bahsediyorum.

Sizin için açtım baktım, subculture diye geçiştirdikten sonra 1940 ve 1990larda şöyle bir bahsedip bol bol alıntı koymuşlar. İnanın hipster cemiyeti-nin kutsal web sitesi (who needs books when we have blogs?) www.hipsterru-noff.com size daha iyi fikirler verebilir. Ama hazıra konmadan önce bakalım biz nasıl tespitlerde bulunacağız. Vicky Cristina Barcelona’da donuk suratlı

Scarlett’den de öğrendi-ğimiz gibi, önce ne iste-mediğimize bakmamız gerek. Hipster olduğunu düşündüğünüz insan-ları tekrar gözden geçi-rin. Önce gözlüklerini çıkarın. Sonra (büyük olasılıkla cerrahi bir müdahale ile) ipodunu elinden alın. Hayatınızı riske atıp fotoğraf ma-kinesinden vazgeçme-sini sağlayın. Saçlarını da bozabiliyorsanız sıra bölüm sonu canavarına geldi demektir: Konuş-ma. Bir hipsterı daha o farketmeden hipster yapan en önemli detay-lardan biri bilinçtir ve

siz yanınızdaki denek ile konuşurken bu bilinci hissedemiyorsanız aradığımız kişi o değil. Eğer son yarım saatte adını duymadığınız bir gruptan (cliché) veya az önce içtiğiniz redbull’un çevreye ne kadar zararlı olduğundan bahsetmemiş-se, son Bienal’in ne kadar banal olduğundan şikayet edebilmesi için kendisine son bir on dakika daha verebilirsiniz. O kadar bile değilse sizinle konuştuktan sonra Firuzağada bir arkadaşı ile buluşup antika masa lambası alacaksa hala bir şansı var.

Daha ciddi bir açıklama getirecek olursak, bir hipsterı oluşturmak için dört önemli elementi doğru yerleştirmek gerekir: Öncülük, para, bilinç ve iro-ni. Bir hipster doğası gereği herkesle ortak bir paydada bulunamaz, ve asla, asla bir kültürel aktivitede bulunmak için diğerlerini bekleyemez. Artık bir hips-ter atasözü haline gelmiş olan catchphrase’i hepiniz duymuşsunuzdur: “I liked ______ before it was cool.” Bu boşluğu herhangi birşeyle doldurabiliriz, Kings of Leon, Mary Jane, Hilal Cebeci, duj. Önemli olan hipster kişisinin öncülüğü-nü hissettirebilmesidir. Siz yokken o oradadır ve sizin yeni keşfettiğiniz o hari-ka müzik grubunun tshirtlerini iki yıl önce giymiş olan hipster dostunuz artık onları bulaşık bezi olarak kullanıyordur. Bir adım önde olma kuralı aslında göründüğünden çok daha kilit bir kuraldır, bu, cemiyetten birçok hipsterın ala-ya alınıp elenmesi sonucunu doğuran en pratik kurallardan biridir. En önemli ahlak bekçisi ise hipster kişinin herkesden önce keşfettiği bulguyu (grup, film, kitap,mekan) asla ve katiyen kimseyle paylaşmaması gerektiğidir. Başka bir de-yişle, Do not talk about Fight Club kuralı.

Bir başka önemli nokta satın alma gücü yani paradır. XOXO The Mag veya Radio Adidas Originals’dan da tanıyabileceğimiz Cihan Şerbetcioğlu’nun bugun bana söylediği gibi, “Parasız Hipster olunmaz. Bohemsen bile olamaz-sın.” Sizin paranız, ya da ailenizin parası, bir şekilde cüzdanınıza giren para hipsterlık yolunda iyi bir koz olacaktır. Varlığı hoş bir artı olduğu gibi sizi büyük yerlere götürmez, ama yokluğu sizi listeden silecektir. Çünkü o konsere gitme-niz, o tatile çıkmanız, o applicationu indirmeniz gerekmektedir. Telefonunuz-da Hipstamatic yoksa dünya üzerindeki hiç-bir gözlük sizi onlardan biri gibi göstermez. Hipster olma-nın masrafla-rı Sex Pistols dinleyip grup tshirtu almak-la kıyaslana-maz. Organik yemekler, iyi şaraplar ve na-dir plaklar için b i r i k t i r d i ğ i -niz paralar dağ olsa yine de dayanmayacak-tır. Fakat tabii çılgınlar gibi

Page 15: KUTU Dergi Sayı: 1

15

para harcayıp, Reina’ya gidip bir öğretmen maaşını içmediğiniz kötü içkilerle dolu bir masaya bırakmaktan bahsetmiyorum. Zaten buraya kadar okuduysa-nız Reina’nın no-no bir hadise olduğunu anlamışsınızdır. O paranın (büyük bir kısmı eğitiminize gitmek üzere) nasıl harcanacağını iyi bilmeniz gerekecek, yoksa küçük bir Helin Avşar’a dönüşmeniz an meselesi.

Bu da bizi kritik bir maddeye getiriyor: Bilinç. Bir hipster ne yaptı-ğını, neden yaptığını çok iyi bilmelidir. Mainstream nef-retini size açıklayamadığı sürece yatacak yeri yoktur. Lady Gaga yerine gay icon olarak Robyn’i görüyor ola-bilirsiniz, bu tahmin edi-lebilir olmakla beraber size büyük bir bonus getirecektir fakat Gaga’yı tercih etme-me sebebinizi ve Robyn’in Call Your Girlfriend öncesi dönemi ile kıyaslanmasını etkili bir arguman ile suna-mıyorsanız arkadaş ortamı-nızdan MTV Cribs kamera-manları gibi kovulursunuz. Bir daha da statusunuz like yüzü görmez. Bu bir hipster ile normal, tarz sahibi aklı selim bir vatandaşı ayıran en ince çizgidir. Neden ve-jetaryan olduğunuzu bilmi-yorsanız hergün Steakhouse Burger yeseniz de farketmez. Elinizdeki parayı nasıl har-cayacağınızı bilmiyorsanız bu durum sizi arkadaşlarıy-la otururken masaya aniden arabasının anahtarını koyan dallama haline getirir. Hips-ter veya değil, medeniyetin bir parçası olmak için artık adam olmak konseptini ka-fanıza yerleştirmiş olmanız gerekmektedir. Her hipster gibi siz de işinize gücünüze bisikletle gittiğinizde, bisikleti kenara atıp bir taksi tutmamanızı sağlayan irade işte bu bilinçten gelir. Sağlığınıza ve çevrenize yaptığınız katkının bilinci size takside “Bu Fener’in hali ne olacak ağbi?” muhabbeti yapmayı çok görür. Neyi neden yaptığınız kendinize açıklayabildiğiniz an ise evrenle barışık, karması nispeten düzgün bir insan haline gelirsiniz, ki, çoğu hipster kardeşimize surat-larındaki “Look at all the f*cks I give” bakışını kazandıran da yine aynı bilinçtir.

Gelelim anlaması, açıklaması en zor şıkkımıza: İroni. Gerçek bir hips-ter, buraya kadar okuduğunuz şeyleri yaparken, büyük olasılıkla bunların hiç-

birini ciddiye almayarak sizi azıcık çıldırtır. “İroni olsun diye” giyilen Nirvana tshirtleri insana Courtney Love’ın Madonna’nın kafasına ayakkabı fırlattığı sahneyi hatırlatır. “Şakadan” bir haftasonu için gidilen Reina’da hipster diye gönül bağladığınız arkadaşınız Black Eyed Peas ile sarhoş olmuştur. Okulunuz-daki hipster kız “olduğundan fakir” (çevresel bilinç) görünmek için harcadığı parayla bir başka arkadaşını burslu okutabilir. Kızcağız eski görünsün diye yeni sezon Birkin çantasını paralarken siz kan ağlarsınız. Galata’da modacı tanı-

dıklarınızın yeni kreasyon-larını da “ironi” olsun diye çıkarttıklarını düşünmek istersiniz, ama malesef bu sefer yanılmışsınızdır. Bir süre sonra kafanız karışır, neyin ciddi, neyin saçmalık olduğunu ayırt etmeniz zor-laşır. Bu gibi zamanlarda bir Jager shot öneriyorum. Be-lirtiler devam ederse sizi her zaman rakı kurtaracaktır, bir büyük açınız.

Bu dört altın ku-raldan alınacak büyük ders, öncülüğün ve ironinin hips-terlık müessesesini ayakta tuttuğudur. Hipster cemi-yeti olarak isimlendirebile-ceğimiz bu grup, kendi ara-larında homojenleşmeyi en büyük şikayet sebebi haline getirirken ait oldukları coğ-rafyanın büyük pastasında küçücük bir (light) kremalı dilim olduklarının farkında değildir. Dönem olarak bir objeyi herkesten önce bulup, elde edip, kendisi ve çevresi için maksimum entellektüel verimi almaya odaklanan bu aziz dostlarımız, bilinçal-tında rekabetin aşırılaşması (sonuçta bütün hipster hem-şerileri aynı arayıştadır) ile bu geziden eli boş dönmeye

mahkum hale gelir. Bu noktada kısır döngünün önlenmesi amacıyla ironi unsu-ru devreye girer. Böylece hipster arkadaşımız herkesin gittiği filmlere giderken kendisini suçlu hissetmediği gibi, daha sonra kimsenin duymadığı bir film ile bu filmi kıyaslayarak bütün arkadaşlarını uyuz edecektir. İronik olarak tabii.

Eğer hipster nedir, ne değildir gibi konuları azıcık da olsa aydınlatabil-diysek ben kendi olmazsa olmaz hipster özelliklerimi listelemeyi tercih ederim, just for the fun of it.

Page 16: KUTU Dergi Sayı: 1

16

Page 17: KUTU Dergi Sayı: 1

17

Organik yemek yeme alışkanlığı. Gerçek bir hipster içinde ne oldu-ğunu bilmediği bir yiyeceği asla tüketmez.

Telefonunuza Whatsapp’dan önce Instagram yüklediğinize emin olun.

Bira yalanı. Bira dandik bir içecektir.

Dil Bilgisi. Düzgün konuşmayan bir hipster dü-şünülemez.

Fotoğraf makinesi . Özellikle analog ise, hele bir elinden almayı de-neyin.

Politika. Politikayla aşırı ilgilenmesine rağmen apolitik olmayı seçen hipster-lar kuşağı, ironi mi değil mi bilinmez.

Altın Madde: TUMBLR. O olmadan bir hiçsiniz ve bunu bi-liyorsunuz.

Hazır başlamışken Tumblrda kendi gore blogunuzu oluşturup kendi GIFlerinizi yapabilirsiniz, gerçekten çok keyifli. Ama blog

url’nizi kimseye söylemeyin.

Gece hayatı. Haftaiçi Küçük Otto, haftasonu Minimüzikhol. Repeat.

Kültür. Özet geçmek gerekirse, Facebook’ta Movies kısmına Inception ve Eat, Pray and Love filmlerini koyan arkadaşlarınızı hipster

olsun olmasın, silin. Onun yerine iphoneunda imdb applicationu olan arkadaşlar edinin.

Yeri gelmişken sosyal ağlar: Facebookta saçma sapan video paylaşa-nı engellemek serbest. Twitter’da yerli yersiz mention yapanı engel-

lemek serbest. (Klasik internet kuralları geçerli)

Ayakkabı ve giyimde iyi malzeme kul-la-nı-la-cak. Eğer olur da H&M giymeye karar verirseniz, bu Türkiye mağazasın-dan olmasın. (Berlin tercihiniz artı puan kazandıracaktır.)

Alison Mosshart’ın giyim hakkında söylediklerini hatırlayın, baştan aşağı Givency giyinmiş birisi yalnızca çok para, az

hayalgücü anlamına gelir. Düz olmayınız.

Çoğunluk kürk giyimine tamamen karşı ama ben burada tavşan kürkümden vazgeçemiyorum ve “ironi” joker hakkımı

kullanıyorum.

Orhan Gencebay dinleyin.

Herhangi bir yerde Rihanna klibi paylaşaca-ğınıza Posta gazetesine aşk şiiri yazıp gön-

derin.(Yapan arkadaşlarım yok değil.)

Biliyorum, o gri Chanel oje her kıyafete uyuyor, ama hem her-kesde var, hem de Chanel yeni seri çıkardı. Yeni favori renk çok

acayip, sarılı yeşilli allı pullu ama yine de güzel. Like it before it gets cool.

Sanat hakkında bol bol konuşsanız bile namedropping yapmayın.

Icanteachyouhowtodoit dendiğinde boş boş bakmayın, Tho-ughtcatalog dendiğinde favori yazarınızı belirtin.

One Word: Apple. Mac, Pro, şu, bu farketmez. Apple olsun bizim olsun.

Abuk kısaltmalardan kaçının. Asmalımescit’e Asmalı, Facebook’a Face diyeceğinize hiç konuşmayın.

Moleskine. Küçük, çizgisiz bir kırmızı ciltli moleskine defteriniz olsun. Ve bu defteri yanınızda taşıyın.

Şartlar ne olursa olsun, camsız gözlük kullan-mayın. Gerekirse numarasız cam kullanın.

Her konsere sevgilinizi götürmeyin, götürürseniz de ilk/son sevgi-linizmiş gibi davranmayın.

En az iki dil öğrenmeye çalışın.

Festivallerde stage access edinin.

Lokal grupları dinleyin. (Nekizm, Büyük Ev Ab-lukada vb) ve lokal dergileri takip edin. (XOXO,

Size vb)

Davetler. Orada olun. Tek başınıza koskoca galeride dikil-seniz bile. Hatta, tek başınıza olmanız daha bile iyi.

Asla, ama asla, ama asla Ugg giymeyin. Asla. Çıplak ayak gezmeniz daha saygıdeğer bir davranış olacaktır.

Hipsterness 101:eceism

[email protected]

Page 18: KUTU Dergi Sayı: 1

18

PANOPTİSİZMBiri Sizi Gözetliyor

Ali Yasin Gürcan

Page 19: KUTU Dergi Sayı: 1

19

İştahla mideye indirilen bir öğün sonrası yakılan sigaranın hissettirdiği doymuşlukla girdim o gün yarı açık kapıdan odama. Ekim rüzgarının diken diken ettiği tüylerimi yatıştırmak adına geçtiğim cenin pozisyonuna bir de odayı boydan boya dolaşmam eklenirse, kendimi bile utandıracak bir vaziyet içerisindeydim. Dışarıda sigaramın keyfini sürerken, kapımın açıklığını fırsat bilip gizlice dolabıma sızan birbirinden muzip iki arkadaşımın da benimle aynı düşünceleri paylaştıklarını, ancak hazırladık-ları sürprizden sonra ögrenebilirdim. İki kişinin bir dolapta ne kadar komik pozisyonlar alabileceğini bile hiç düşünmeden, komik vaziyetime bahaneler uydurma absürdlüğünde bulmuş-tum kendimi. Birbiri ardına patlatılan kahkahalardan sonra, aktöre demirbaşı Aisopos edasıyla söylemlediğim “Gözetlen-mek istemediğin alanın, özelindir” tümcesiyle olayı tatlı anılar defterime düştüm.

Çalılığa uzanmış, avını dikkatle izleyen çöl aslanı misali, bilinçaltımın bir yerlerinde pusuya yatmış başkaldırı potansiyeli, avı olan “müdahale”nin, kendi alanına girmesini bekliyordu harekete geçmek için. İnsanın, öznelliği üzerinde tahakküm kurarak, onu nesnesi haline getirmeye çalısan her türlü toplumsal araca karşı, tarihin başından beri savaşım ver-diğini okumuştum biryerlerde. Sonucunda bütün tarihi sonlandıracak bir savaşım...Yukarıda bahsi geçen küçük olaylar üzerine pek kafa yoran bir insan değilim ama bazen, bu küçük olaylar, bilinçaltımın bir yerlerindeki o “başkaldırı” potansiyelini tetikliyor ve ben de avına atılan aslanmışçasına saldırganlaşıveriyorum. Nihayetin-de, nesnelleşmek istemeyen atalarımın evladıyım. Bayrağı taşımanın zorunlulu-ğundan değil ama “birey” olmak isteyen insan evladının varoluş çabasının yegane silahını, başkaldırı ruhunu taşıdığım için bu saldırganlığım. Çağdağlaşmayla bir-likte, ilerleme endişesi taşıyan toplumların tektipleştirdiği üyelerinin isyanlarından anlaşılacağı üzere, pek çok insanın bu ruhu taşıdığına kani oldum. Çağdaş top-lumda, zenginleşmeye kadar indirgenmiş kalkınma ve ilerleme hırsı araçsallaşmış, insanların en yüce duygularını bile baskılar hale gelmiş hatta, her gün tanıklığını edebilecekleri şekilde anıtsallaşmıştır. Uygarlıklar tarihinin en başından beri mimari şölen, tahakkümün, özne-nesne ilişkisindeki aracı rolünü üstlenmiştir.

Akademik olarak, panoptisizm kavramı, Michel Foucault tarafından, Jeremy Bentham’ın panoptik hapishane dizaynından ilham alınarak irdelenmişir. Ortası boş bir daire çizilir ve kenarlarına duvarları, hücreleri alacak şekilde bir bina dizayn edip, boş dairenin ortasına da bir gözlemci kulesi dikilirse, istenen panoptik hapishane inşa edilmiş olur. Konseptin amacı ise gözlemciye, mahkumlara hakim olabileceği net bir gözlem alanı yaratırken, mahkumların gözlemciyi farketmemele-rini sağlamak. Bu sayede mahkumlar, izlenildiklerinin farkında fakat, izleyenin kim olduğundan habersiz, kendi otokontrol mekanizmalarını geliştirmeye başlarlar. Ku-rallara karşı gelme korkusunu içselleştiren mahkumların, yetke tarafından disipline edilerek, bilinçaltındaki başkaldırı potansiyeli yok edilmeye çalışılır. Normlarının bilincinde olan astlarla ve her daim tam hakimiyet kuran üstlerle, hiyerarşi yaratıl-mış olur. Son kertede, özneleşen üstler, astları kendi nesneleri haline getirirler. Hiye-rarşi ve disiplinin, modern toplumların gelişiminde temel bir yer edindiğini söyler Foucault ve panoptik hapishane modern insanın bunalımını anlamada sağlam bir prototip oluşturur.

Toplumsal gelişimin temellerinin sağlandığı şartlar, beraberinde ekono-mik kalkınmayı da getiriyor şüphesiz. Kişinin ussal aydınlaması olmaksızın zengin-leşme ise bireyi sadece fazla doyurulan köleler haline getiriyor. Ekonomi politiğinin sadece alış-veriş özgürlüğünden ibaret olduğu çağdaş toplumlarda çalışanlarını

maliyet kaleminden farksız gören kurumlar nezdinde, ussal aydınlanma fazla önem arz etmiyor. Tam verimle çalışan top-luluktan daha fazla arzu edilir bir kitle istenmediğine göre, çağdaş mimarinin panoptik işaretler taşıması şaşılası değildir.

Bahsedilen şey, sadece şirketlerin insanları tektipleş-tirmesi, yabancılaştırması değil fakat, ekonomik ihtiyaçların yoğunlukla şirketlerce karşılandığı veya şirketlerin devletleştiği çağdaş toplumda, panoptik mekanizmaların uygulanışının genellikle bu kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilmesi. Bir ofiste, beyaz yakalıların küçük masalarına hapsedilmesi ve diğerlerinden paravanlarla ayırılması, ayrıca patronlarının daha yüksek noktada, bütün çalışan masalarına hakim bir pozisyonda konumlandırılması, bu sistemin aşikar örneklerin-den biridir. Orta öğrenimimi geçirdiğim bir devlet okulunda öğretmenimin, bütün sınıfı öğretmene gösterebilen ayna dö-şeme düşüncesi bile hafızamda yer eder bu hususta. Özellikle

son günlerde, yükselişte olan condominium, veya rezidans kültüründe camekan yapılar, (veya plazalar) hem ikamet edeni hem de bina dışındakileri hapseden bir otokontrol mekanizması yaratıyormuş izlenimini veriyor bana. Belki de sadece ben, oturduğum apartman dairesinin perdelerini çekme ihtiyacı hissediyorum veya göz-leniyormuşum hissine kapılmadığım bir çalışma ortamı arıyorum. Fakat, bir gün bir yerlerde bütün bir sokağın hakim olduğu bir otel odasında kalırsanız veya eğitmen-leriniz tarafından rahatça gözlemlenebildiğiniz bir okul meydanında gezinirseniz, benimle ortak duyguları paylaşabilirsiniz.

Modern mimarinin tahakkümvari heybetine bir isyan değil fakat bunu oluşturmaya çalışan bilinçli art niyete bir sitem benimkisi. Elbette insanların, bu-lunduğu mekanlar-da önlerini görebil-meleri şart. Ancak, en azından insan-lara kendilerini herkese ifşa etmek zorunda olmadığı, yani kendi olduğu bir alan yaratmak için, pencerelerine çekebilecekleri bir perde vermektir, benliği duvarlara hapsetmek değil. Aksi durumda, öz-nelliğin verilmediği her ortam, özgürlük sevdalısı her birey için Bastille oluve-rir.

“Özellikle son günlerde, yükselişte olan condo-

minium, veya rezidans kültüründe camekan ya-

pılar, (veya plazalar) hem ikamet edeni hem de bina dışındakileri hapseden bir otokontrol mekanizması yaratıyormuş izlenimini

veriyor bana.”

[email protected]

Page 20: KUTU Dergi Sayı: 1

20

TREVANIANAz Bilinip Çok Sevilen Sanatçı:

Nam-ı Diğer Trevanian

Oğulcan Açıkel

Page 21: KUTU Dergi Sayı: 1

21

Hakkında kolay ve kesin bir fikir yürütebileceğiniz şeyler vardır. Ya beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz. Midye, ice tea limon, vapur yolculukları ya da Trevanian gibi... Yoksa Nicholas mı demeliydim? Belki de Rodney... Neyse, her şey sırayla. Ne diyordum ben? ...hah! Trevanian da işte hakkında böyle kolay bir fikre sahip olabileceğiniz bir yazardır. Onu okuyanlardaki genel görüş ise ne olursa olsun onun okun-maya değer bir yazar olduğudur. Yazıları kadar hayatının da ilgiye değer olduğunu düşündüğümden Kutu’da bu yazarı tanıtmak istedim.

Hayatına geçmeden önce yazıları ve kişi üzerinde yapabileceği etkilerden bahsedelim en iyisi. Trevanian’la tanışmam tesadüfi bir şekilde oldu ve gönüllü bir şekilde devam etti.

Trevanian genelde polisiye-macera türünde yazar. Eserlerindeki olaylar kurmaca olsa da mutlaka keşfedilecek gerçek parçaların, yazısına ilginç detaylar şekilde yerleştiril-miş olduğunu görürsünüz. Yazılarında hep farklı kültürler, farklı yerler, fark-lı uğraşların detayları hikayeyi götürür. Karakterler de bulunduğu ortama en insancıl şekilde uyum sağlamış insanlardan oluşur. Sanki Trevanian, eserle-rindeki kişileri daha esere başlamadan önce birer birer yetiştirip incelemiş, yazılarına onları birer birer tanıdıktan sonra koymuş. “Katya’nın Yazı”ndaki doktorun gençliğinden gelen ve ana hikayeye pek bir katkısı olmayan ilgi çekme merakı bu duruma güzel bir örnektir. Şöyle diyeyim bir filmde gerek olmadığı bir durum dışında hiç bir karakter öksürmez, Trevanian’ın eserle-rinde ise öksürür.

Yazılarında tespitler önemli bir yer taşır. Yarattığı karakterlerin en basit olaya vereceği tepkilerin nedenlerini açıklar. Bu nedenler genelde hep bildiğimiz ama düşünmeya gerek duymadan atladığımız şeylerdir. En bek-lenmedik anda hikayeyle bağlantıyı kesmeden tespitini yapar ve okuyucuda bir “Vay be! Gerçekten de...” hissi yaratır. Olayları daha fazla hissettiren bu teknik aynı zamanda karakterleri yanlış yorumladığımda utançla karışık bir şaşkınlık yaratır beynimde.

Eserlerindeki bir diğer özellik ise olaylar ne kadar dramatik, ne kadar ciddi olursa olsun rastlayabileceğiniz ve ilginç bir şekilde ortamın melankonisini bozmayan komikliklerdir. Burada mizahını bir espriler dizi-sinden çok beklenmedik karakterlerin söylediği beklenmedik sözler şeklinde özetlemek daha doğru olur.

Buraya kadar bu insanın yazılarının yarattığı hissiyattan bahsedip, elimden geldiğince “okumuş kadar olduk” durumuna getirmeye çalıştım şu ana kadar okumamış olanları. Hayatı, yaşamı, yaptıklarından bahsetmek işin formalitesi olsa da bir kaç takma isimle yazmış olması gene de biyografisini

ilginç kılıyor.

İsterseniz sonlandırmadan önce de biraz ya-şamından bahsedeyim. Gerçek adı Rodney William Whitaker olan nam-ı diğer Trevanian Amerika’nın New York eyaletinde doğdu. Eserlerini pek çok isimde yazdı. (Eserler kısmında buna daha çok değineceğim) Bir yerden sonra coğrafyasına aşık olduğu Amerika’nın toplumsal olarak yozlaşmakta olduğunu hissetti ve ülke-yi terk edip Avrupa’ya yerleşti. Bask dağlarına bakan bir evde yazılarına devam etti. Farklı isimlerde yazdığından bahsetmiştik. Yazılarının isimleri değiştikçe yazdığı ko-nular ve tarzı da değiştiğini belirtmek gerekli. Bu kadar ünlü bir yazarın kimliğini gizli tutmak için yaptığı küçük

numaralar elbette vardı. Bunlardan biri yakın bir arkadaşınını onun yerine geçmesine izin vermekti. Hatta yazarın kendi söylediğine göre “Rolünü çok iyi yapıyordu ve çok geniş bir hayal gücüne sahipti. Çünkü kitaplarımın hiç-birini okumamıştı. Şanslıydım ki gazeteciler de okumamıştı.” Trevanian’ın işini kolaylaştıran diğer bir olaysa bir sahtekarın New York Times’ı kendini Trevanian olduğu konusunda ikna etmesi. Ancak Trevanian’ın da dediği gibi onların Trevanian’ı bilmediği çok belli. Çünkü eğer onu gerçekten tanı-salardı, onun kimliğini asla açık etmeyeceğini de bilirlerdi...

Sadece yazmak uğruna yazan bir yazardı Trevanian. Yazmanın getirdiği saf mutluluk onu pek çok günümüz yazarından üstün tutar bence. Kullandığı diğer takma isimler ise, Nicholas Seare, Benat LeCagot idi. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim yayınladığı ilk eser İnfazcı beyaz perdeye aktarıldı. Aynı zamanda ise resmi sitesinde baş eserlerinden sayılan Şibumi ve Katya’nın Yazı’nın da filmlerinin çekilmesi bekleniyor.

14 Aralık 2005 tarihinde İngiltere’de kronik bir akciğer rahatsızlığından ölen yazarın mezar yeri vasiyetine bağlı kalınarak açıklanmamıştır.

Bu harikulade ve okunmayı kesinlikle hakeden yazarı okumanızı tavsiye ederim. Onu okudukça her şeyi gizli olan bu yazarının aslında hayatının kitaplarda saklandığını fark edeceksiniz.

Hakkında kolay ve kesin bir fikir yürütebi-leceğiniz şeyler vardır. Ya beğenirsiniz ya da

beğenmezsiniz. Midye, ice tea limon, vapur

yolculukları ya da Tre-vanian gibi...

[email protected]

Page 22: KUTU Dergi Sayı: 1

22

Filin Seyir Defteri ve LüferlerSanat ve Yaratıcılık Hakkında

Naz Cuguoğlu

Page 23: KUTU Dergi Sayı: 1

23

O aralar fil olmak kolay değil ama neyse ki lüferler var diye düşünü-yorum. Düşüncelerimle ilişkimiz inişli çıkışlı ama seviyeli. Ta ki lüfer bana dönüp “bu sanat mı?” diye sorana kadar. Duymamış gibi yapıyor, karpuz hey-keli çok ilgimi çekmişçesine uzaklaşıyorum. Düşünce-lerimle olan ilişkimizi gözden geçirme kararı alıyoruz. Lüferler yerdeki kurşunların sanat değerini tartışırken, ben aylar öncesine gidiyorum. O aralar insanların bir sandviç alabilmeleri için yüzlerce karar vermeleri ge-reken bir ülkede seyrediyorum. “Tavuk mu ton balık mı? Parmesan mı mozarella mı? ” diye düşünüyoruz. Soğuktan burnumun düşme tehlikesini göze alarak Boston Sanat Galerisi’ne gidiyorum. Çünkü düşünce-lerimle hemfikiriz o zamanlar, biz sanatın her halini çok seviyoruz. Her şey iyi gidiyor, burnum düşmüyor mesela. Fakat galeride gezerken tek tek düşüncelerim ceplerimden düşmeye başlıyor. En son Antonio “Lopez Garcia’nın Musluk ve Ayna”sına bakarken bir de bakı-yorum ki hepsi gitmiş, yapayalnız kalmışım. Bildiğin bizim evdeki musluk, bizim evdeki ayna diye haykır-mak isteyen düşünceleri kışkışlıyorum kapıda. İşte ben sanat hakkında düşünce travmamı ilk böyle yaşıyorum. Artçı şoklar, karar gerektirmeyen sandviçlerin olduğu, martıların vapurlarla yarıştığı o ülkede yaşanıyor. Lü-fer bana Kanadalı kareograf Dave St-Pierre’in “un peu de tendresse bordel de merd”ini izletiyor. Bana göre açı-lımı, birkaç arkadaş bir araya gelip çırılçıplak soyunup bir güzel yağ-lanıp yerlerde yuvarlanmak. Lü-ferle birbirimize bakakalıyoruz. “Ne diyorsun? ” diyor. “Bilmiyo-rum” diyorum, bir de “özgürlük” gibi bir şeyler çıkıyor ağzımdan. İki saat tartışıyoruz. Hiçbir yere varamıyor, acıkıyor, ton balıklı sandviç yeme kararı alıp konuyu kapatıyoruz.

Gece yatmadan ben tek-rar Erika Janunger’in “Weigtless” vidyosunu izliyorum. Yine, yeni-den, tekrar, defalarca kendimden geçiyorum yerçekimi kurallarını hiçe sayan dansı karşısında. Ne-den diye soruyorum kendime, cevap bulamıyorum. Uykumda yağlı vücutlarıyla yerçekimine

karşı gelen çırılçıplak lüferlerin saldırısına uğruyorum. Uyanınca biraz Fre-ud hakkında düşünüyor, hayatıma devam ediyorum.

Birkaç ay sonra travma sanrıları tekrar baş gösteriyor. Sınıfta David Shields’ın Reality Hun-ger’ını tartışıyoruz. Shields edebiyat alanında uy-gulanmış kuralları ihlal ediyor. Bilgi hırsızlığı bir yaratıcılık aracıdır diyor, oradan buradan aldığı kısa ve kışkırtıcı düşünceleri sıralayıp kimseye referansta bulunmuyor. Bence Shields sadece sıkılıyor. Sadece o da sıkılmıyor. Mesela “What Every Man Thinks About Apart From Sex” kitabının yazarı Sheridan Simove da sıkılıyor. O kadar sıkılıyor ki kitabın say-falarını bomboş yapıyor. İnsanların çaylarını sütlü içtiği bir ülkedeki sıkılan muhtelif ölümlüler de ki-tabı çok satanlar listesine taşıyor. 4’33’’ün bestecisi John Cage de sıkılıyor mu acaba ki müzisyenlerin üç bölüm boyunca enstrümanlarını hiç çalmama-larını istiyor ? Bilemiyoruz. Belki onlar da bir gün bir sanat galerisinde sergilenen musluğa bakıp, sa-nat nedir yaratıcılık nedir diye çıldırıyor. Onu da bilemiyoruz. Bu düşünceler beynimin bir lobundan öbür lobuna heycanla zıplarken rehber “Bu karpuz insan kellesini simgeliyor” diyor, anlıyorum tekrar 12. İstanbul Bienali’nde seyretmekteyiz. Lüferin bi-

raz önce gösterdiği Simryn Gill’in “Benim Özel Angkor”um eserine tekrar bakıyorum. Sanatçı Kuala Lumpur’da inşaatı tamamlan-mamış evlerde hırsızlar tarafında duvarlara dayalı halde bırakılmış camların fotoğraflarını çekmiş. Yapılan röportajda neden diye sorulduğunda, ışık ve camın gü-zelliğinden, bir de keşfetmeye duyduğum hazdan demiş. Lüfer-lerle dakikalarca tekrar tekrar tar-tışıyoruz. Ben aslında çok başka şeyler söylüyor ama hep tek bir şey söylemek istiyorum: Sıkılmışlar ve haklılar. Biz de sıkılmadık mı? Çıkıp vapurları seyredip çamlıca gazoz içiyoruz. Filin seyir defteri-ni bugünlük sonlandırıyoruz. He-pimize iyi sıkılmalar ve sanatlar.

[email protected]

Page 24: KUTU Dergi Sayı: 1

24

HAYALİFENER Kynodontas: Köpek dişiniz düştüğünde evden

ayrılabilirsiniz

Hakan Özyılmaz

Page 25: KUTU Dergi Sayı: 1

25

Üç genç beyaz bir banyoda beyaz kıyafetler içerisinde oturmaktadır ve kasetçalarda “günün kelimeleri” sıralanmaya başlar. Kasetteki ses “deniz”i tahta kollukları olan deri bir koltuk, “otoyol”u sert bir rüzgar, “tüfek”i de güzel beyaz bir kuş diye tanımlar. Şehir dışında hiçliğin ortasında yüksek duvarlarla korunan cennetvari bir evde yaşayan bu çocukların aslında aile-leri tarafından kasıtlı olarak yanlış kelimelerle, dış dünyayla iletişime tamamen kapalı bir şekilde sadece kendilerinin uygun gördükleri değerlere göre yetiştirildiğini anlamamızı sağlayacak süreç böylece başlamış olur.

Her ebeveyn çocuğu için en iyisini ister ama en iyi denilen şey ailenin ve aslında toplumun belirlediği sınırlar içerisindeki görece “en iyi”dir. Çocuklarını iyi yetiştirmek adı altında onlara işkence eden burjuva ailelerle bir çok ortak noktası olan fakat bu gruptan keskin bir şekilde ay-rılmayı başaran bir aile var karşımızda. Yunanistanlı yönet-men Lanthimos’un isimsiz ailesi çocuklarının “iyiliği” için totaliter olmakla kalmayıp çocukları için farklı bir gerçeklik -hatta buna ayrı bir evren bile diyebiliriz- yaratıyor. Sonuç ise üzerlerinden geçen uçakların maket olduğunu zanneden, kedinin insan yiyen vahşi bir yaratık olduğunu düşünen, gece kabus gördüğünde hala anne babasının arasına yatıp onlara sarılarak uyuyan, cinselliğin ne olduğuna d air hiçbir fikri bulunmayan, kendi kendilerine tehlikeli oyunlar yaratan bir grup yetişkin çocuk oluyor. Ebeveynler çocuklarının masumiyetlerini kaybetme-meleri, çocuk kalmaları için ellerinden geleni yapıyorlar fakat çocuklar tam da bu amaçla gördükleri şiddetin yansıması olarak şiddete eğilimli, dengesiz

davranışlar sergileyen, kişiliksiz bir türe dönüşüyorlar.

Film gerçek anlamda bir kara mizah örneği. Ailelerin geciktirmekte ısrar ettiği bu dış dünyaya maruz kalma olayının kaçınılmazlığı ve gereklili-ğini ortaya koymak amacıyla absürd olma pahasına bu konuyu en uç nok-

tasından ele alıyor. Masumiyete gönderme yapmak için kullandığı aşırı beyazı üzerine sıçrayan kanlarla resmedi-yor yönetmen. Yirmilerini aşmalarına rağmen sürekli iç çamaşırlarıyla dolaşan çocuklar birbirlerine zarar vermek-te ya da cinsel temasta bulunmakta sakınca görmüyorlar. Ne kadar dış dünyadan bağımsız dursalar da kendi çatışmalarını ve şiddetlerini yaratarak dış dünyadan çok da farklı bir yerde konumlanmadıklarını göstermeye çalışıyor yönetmen.

Dikey olarak uzatılmış çekimlerle karakterleri bir insandan ziyade uzun boylu bir primat olarak görü-yoruz. Yönetmenin güzel oyuncular seçmesi yine fiziksel olarak farklı bir insan türü yaratma çabasından kaynak-

lanıyor muhtemelen. Oyuncuların ekseriyetle “kafasız” olarak görüntülen-mesinin de sadece itaat etmesi öğretilen ve beklenen bu çocukların içinde bulunduğu acınası hali vurgulamakta kullanılan zekice bir taktik kesinlikle.

Bir çok prestijli film festivalinden ödül ve adaylıklar alan film 2009’da Cannes Un Certain Regard ödülüne ve 2011’de Oscar adaylığına layık görülmüştü.

“Yunanistanlı yönet-men Lanthimos’un isimsiz ailesi çocuk-larının “iyiliği” için

totaliter olmakla kal-mayıp çocukları için farklı bir gerçeklik

yaratıyor.”

Page 26: KUTU Dergi Sayı: 1

26

The Tree of Life: Bize hatırlayabileceğimizin öncesinden bir hikaye anlat

“Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok. Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok. Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok. Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.»

Tıpkı Ömer Hayyam gibi Terrence Malick de evrenin insanla var olduğuna, anlam kazandığına inanıyor. Tree of Life aslında baştan sona bu-nunla ilgili, insanın evrendeki yeriyle. Hep var olduğuna, hep var olacağına inanan, ölümden korkmak yerine ölümü başka bir evrene geçiş olarak nite-lendirip içselleştiren, sürekli merak eden, araştıran, hayran kalan, aşık olan, acı çeken zihinlerin giderek değişmesi, gelişmesi, evrilmesi ve tüm bu öğ-renme süreci içerisinde kaybettiği şeylerin yasını tutmasıyla alakalı. Büyük Patlama’yla başlayan bu muhteşem oluşumun her bir evresine tek tek tanık-lık ederken, dünyayı başıboş kendi kendine eğlenirken izliyoruz. Envai çeşit

canlı, yıldızlar, gezegenler sorgusuz sualsiz var olmanın tadını çıkarıyorlar. Varlıklarının sebebini ya düşünmediklerinden ya da bu soruyu çoktan geride bıraktıklarından daha da bir “var”lar, daha gerçekçiler. Daha sonra insan geliyor dünyaya ve bitmek tükenmek bilmeyen fakat en temellerinin ceva-bını asla bulamadığı sorularını sormaya başlıyor. İnsanla birlikte evrende tanrının da varlığı sorgulanmaya başlanıyor. “Biz kimiz? Neyiz? Senin için ne anlam ifade ediyoruz? Nasıl? Neden?”... İnsanın aslında evrenin kendisi kadar karmaşık ve bir o kadar akılalmaz bir canlı olduğunu görüyoruz. Her ne kadar bu dünyaya doğmuşsa da kendini bu dünyaya yabancı hisseden, doğayla bütünleşmek yerine onu kontrol etmeye çalışan, bilgiyle ve zamanla tanrıya yakınlaşmaya çalışan, kendisini yarattığına inandığı tanrıyla yüzleş-me fırsatı arayan, kayıp ve tuhaf yaratıklar olarak çıkıyor insanlar karşımıza. Senarist-Yönetmen Malick Teksas’ta geçirdiği çocukluğundan esinlenerek

Page 27: KUTU Dergi Sayı: 1

27

insanın bu dünyadaki hayatında en fazla şaşırdığı, öğrendiği ve her türlü duyguyu şiddetle yaşadığı o döneme, çocukluğa yaklaştırıyor bizi.

“Bu varlık denizi nerden gelmiş bilen yok; Öyle büyük bir inci ki bu büyük sır delen yok; Herkes aklına eseni söylemiş durmuş, İşin kaynağına giden yolu bulan yok.”

Malick’in en büyük başarısı böylesine derinlikli bir hikayeyi anlata-cak metot ve kurguyu çok iyi belirlemesi. Belirli bir sahne veya diyalog algısı olmadan akan görüntülerden, iç seslerden, kısa konuşmalardan oluşuyor film. Bu durum ana akım izleyicileri için her ne kadar sıkıcı gelebilecek olsa da filmin anlatmak istediği şey bir hikayeden ziyade bir tema olduğu için yaşadığımız evrene dair aklımıza gelebilecek her türlü imajı filmde göre-biliyoruz. Sanki evrenin fotoğraf albümüne bakıyormuşuz gibi tuhaf bir his yaratmayı başarıyor böylece Malick. İzleyiciye açıklamalarla düzenli bir kurguyla hitap etmek yerine, mesajını doğanın kendisi gibi rastgele ve üstü kapalı biçimde veriyor dolayısıyla akıldan çok duyguları harekete geçirmeye çalışıyor yönetmen. Bu amaçla Alexander Desplat’nın hazırladığı film mü-zikleriyle Malick’in film için seçtiği parçaların yeri ayrı önem kazanmış çün-kü mükemmel biçimde akan resimlere eşlik eden bu parçalarla film adeta kendi ruhunu yaratıyor. Bu ruhun yaratım sürecinin mimarlarından Desplat şöyle diyor:

Terrence Malick has a capturing beauty which only belongs to him. His cinema spreads a veil of poetry on all things, tangible or intangible, and he explores like a real philosopher the deepest soul of mankind. In his great wisdom, he is a true humanist and his love for music is just one among his many passions like astronomy, lite-rature or ornithology.

At Terrence’s request, I did not wait for the film to be edited, and I wrote and recorded various pieces born from our many conversa-tions out of London, Austin, Paris or Los Angeles. During several

months, I dreamed of skies, rivers, emergence of life, tenderness of brotherhood, father and son relationship, loving mothers, rising suns...

Filmdeki başarılı atmosferin yaratılmasındaki başka bir önemli etkense oyuncuların üstün performansı. Bir çok eleştirmene göre Brad Pitt kariyerinin en iyi performansını sergilemiş durumda. Çocuk oyuncuların kendi aralarında olduğu kadar ebeveynleriyle olan ilşkilerindeki uyum mü-kemmel. Jessica Chastain ise neredeyse-melek anne rolünde kesinlikle hari-kalar yaratıyor. Duruşları ve bakışlarıyla karakterlerin kim olduklarını, neyi temsil ettiklerini çok iyi algılayabiliyoruz.

Tamamen hayatın kendisine, var olmaya adanmış sanatla dolu bir filmle karşı karşıyayız. Filmin sanatsal değerini ancak şöyle özetleyebilirim: Üç farklı sanat galerisine gidin, ardından operaya gidin, sonra bir resitale, ordan çıkın sinemada Brad Pittli bir film izleyin, gittiğiniz kitapçıda felsefe ve psikoloji bölümlerine bir bakın, Jessica Chastain’in monologu olsun tiyatroda ona da uğrayın ve üstüne bir bardak soğuk su için. Klişe bir söy-lem vardır hani “sanat şöleni”, işte onun tam olarak karşılığı “Tree of Life”. Desplat’nın filmle ilgili yorumu şöyle devam ediyor:

After watching the Tree of Life, you will never look again in the same way at the minuscule feet of a baby born, a reflection of the sun through the trees, a run of clouds shadowing the fields, kids playing by a river, and you will know a great deal more about love.

Bu yıl Cannes’dan Altın Palmiye’yle ayrılan film muhtemelen en fazla sayıda Oscar adaylığı alan film olacak ve uzun süre konuşulacak. The Tree of Life 25 Kasım’da vizyona giriyor.

“Bu dünyaya kendi isteğimle gelmedim ben; Şaşkınlıktan başka şeyim artmadı yaşarken. Kendi isteğimle de gidiyor değilim şimdi, Niye geldik kaldık, niye gidiyoruz bilmeden.”

hakanozyilmaz@

kutudergi.com

Page 28: KUTU Dergi Sayı: 1

28

SİNEFİLAntik Yunan'da geçen filmde, savaşçı prens The-seus kötü güçlere karşı savaş açar; tanrılar ve insanlar, titanlara ve barbarlara karşı mıdır? Mickey Rourke'un canlandırdığı Titan Hyperion, yıllar sonra insanlığa savaş açar. Savaş Tanrısı Ares tarafından üretilen efsane bir silahın, Epirus Yayı'nın peşindedir. Bu silah, Titanları Tartaruslardan kurtarmaya yara-yacaktır, bu silah sayesinde öç alabilecektir. Tanrılar savaşta Hyperionlar ya da insanlık arasında bir se-çim yapma yetisine sahip değildirler, taraf tutama-

maktadırlar. Tanrıları ve toprağını korumakla görevli olan Theseus'tur ve onu da Zeus seçmiştir.

Filmin konusu Yunan mitolojisine dayanmaktadır, 3D teknolojisine göre çekilen film ekstra post pro-düksiyona ihtiyaç duymuştur. Yönetmen Rönesans resim stilini baz alan bir aksiyon çekmek istediğini söylemiştir. Yönetmenin ağzından: "Düşünün ki Baz Luhrmann Meksika'da Romeo ve Juliet yapıyor." Oscar ödüllü kostüm tasarımcısı Eiko İshioka da filmi güzelleştiren isimlerden biri.

Yön: Tarsem SinghOyn: Luke Evans, Henry Cavill, Kellan Lutz, Mickey Rourke.Vizyon: 11 Kasım

Immortals

Josh Covacs (Ben Stiller), New York'ta yaşayan ve şehrin en güvenli ve en lüks konutlarından birinin yö-neticisidir. 10 yılı aşkındır sürdürdüğü bu görevde uçan kuş bile ondan sorulur. Fakat bu binanın en üst katında büyük bir vurguncu olan borsacı Arthur Shaw (Alan Alda) yaşamaktadır. Yatırımcılarından 2 milyar dolar çaldıktan sonra yakıyı ele veren Shaw bu süper lüks kulede ev hapsindedir ve Arthur'un en büyük mağdurla-rı da parasını ona kaptıran kule çalışanlarıdır!

Josh ve ekibi Arthur'dan hem paralarını hem intikam-

larını almak için bir plan yaparlar. Büyük bir dolandırıcı olan Slide (Eddie Murphy)’ı ekibe dahil edip, Arthur’un dairesinde saklandığına emin oldukları 'şeyi' çalma hedefindedirler. Soyguncular acemidir, fakat yıllardır korudukları binayı herkesten daha iyi tanımışlardır. Ben Stiller ve Eddie Murphy'nin başrollerde olduğu filmin yönetmenliğini Red Dragon, X-Men: The Last Stand ve Rush Hour serisinden tanıdığımız Brett Ratner üstlenir-ken, senaryo komedi-macera türündeki filmlerde imzası olan Ted Griffin ve Jeff Nathanson'a ait.

Tower Heist

Yön: Brett RatnerOyn: Ben Stiller, Matthew Broderick, Eddie Murphy, Casey AffleckVizyon: 4 Kasım

Ozan, Ege’de küçük bir sahil kasabasında yaşa-yan 10 yaşında bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet Bey nedeniyle arkadaşları onunla “ga-vur” diye alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan, başta dedesi olmak üzere ailesine kızar ”Biz Türküz.” diyerek onlara kafa tutar.Ozan’ın dedesi Mehmet Bey, kasaba eşrafından, saygın bir adamdır. Kasaba halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip, onlara yardım eder. Hoşgö-rürüyle bilinen Mehmet Bey torununun bu duru-mundan dolayı üzülmekte ve endişe duymaktadır.Mehmet Bey daha yedi yaşındayken, ailesi zorla topraklarından kopartılmış, mübadeleyle Girit’ten

göçmüşlerdir. Mehmet Bey’in en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları görebilmektir. Bu özlemle sık sık içinde mektuplar olan şişeleri Ege’nin mavi sularına bırakmaktadır. Dedemin İnsanları, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor.

Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gi-dersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir yerden bakacaksınız.

Dedemin İnsanları

Yön: Çağan IrmakOyn: Çetin Tekindor, Hümeyra Akbay, Mert Fırat, Yiğit Özşener.Vizyon: 25 Kasım

Page 29: KUTU Dergi Sayı: 1

29

The Adventures of Tintin: Secret of the UnicornTenten ve Kaptan Haddock zamanında Haddock’un atalarının komutasında olan batık bir gemiye hazine avına giderler fakat aynı gemiyi arayan başka biri daha vardır. Steven Spielberg, 25 yıllık bir uğraş sonucu film haklarını satın alabildiği Tenten’i niha-yet, son derece beğendiği Peter Jackson ile birlikte hayata geçiriyor. Yönetmenlerin

üçlemeden birer proje üstlenmesiyle birlik-te, sonuncu filmin de başka bir yeteneğe paslanması bekleniyor. Filmlere kaynaklık edecek olan üç çizgi romanın seçimine de karar verildiği açıklandı.Serinin ilk filmi 2011 yılında izleyici ile buluşacak. Serinin ikinci filminin yönetmenliğini ise usta Peter Jackson üstlenecek.

Yön: Steven SpielbergSes: Daniel Craig, Jamie Bell, Simon Pegg, Cary ElwesVizyon: 4 Kasım

“Sonbahar” filmiyle pek çok ödül kazanan Özcan Alper'in yeni filmi “Gelecek Uzun Sürer”, yolculuğun arayışa dönüştüğü çok dilli ve çok kültürlü bir yol filmi. EURIMAGES desteğiyle çekilen filmde profesyonel oyuncuların yanı sıra pek çok amatör oyuncu da rol aldı.

Üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru, ağıt derlemeleri üzerine yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına İstanbul'dan ülkenin güneydoğusuna doğru bir yolculuğa çıkar. Başta kısa süreceğini sandığı yolculuk Sumru'nun hayatının en uzun yolculuğuna

dönüşecektir. Sumru'nun bu yalnız yolculuğunda ona Diyarbakır'da tek başına kalmış eski bir kilisenin bekçi-si olan Antranik amca, Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet ve bölgede sürmekte olan 'adı ko-nulmamış savaşa' tanıklık eden pek çok karakter eşlik edecektir.Sumru, üç ay boyunca kaldığı Diyarbakır'da izini sürdüğü ağıtların öykülerini ararken kendi ertele-diği acısıyla da yüzleşir. Hakkari'de bulunan boşaltılmış bir dağ köyüne doğru yola çıkarken bu tehlikeli yolcu-luğa anlam veremeyen Ahmet'in "Neden özellikle bu köy, ne var orada?" sorularını yanıtsız bırakır.

Yön: Özcan AlperOyn: Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan, Osman KarakoçVizyon: 11 Kasım

Gelecek Uzun Sürer

Bella Swan ve Edward Cullen arasında yaşanan epik aşk hi-kayesinde sonun başlangıcına geliyoruz. Stephenie Meyer'ın çok satan ve şimdiden kültleşen Alacakaranlık roman serisinden uyarlanan son filmin ilk bölümün-de Bella ve Edward her güçlüğe karşı durarak evleniyorlar. 

Rüya gibi başlayan günlerden sonra işler Bella'nın hamile oldu-ğunu fark etmesiyle farklı bir yön alıyor. İçinde henüz doğmamış bebek (ya da yaratık) hem kurtları peşlerine takıyor hem de vampir akdini tehlikeye sokuyor.

The Twilight Saga: Breaking Dawn Part I Yön: Bill CondonOyn: Robert Pattinson, Kristen Stewart, Taylor Lautner, Billy BurkeVizyon: 18 Kasım

Yön: Onur ÜnlüOyn: Selçuk Yöntem, Bülent Emin Yarar, Ezgi Mola, Tansu BiçerVizyon: 18 Kasım

Tanınmış anayasa profesörü Celal Tan, çevresi ve ailesi tarafından sevilen, örnek gösterilen önemli si-madır. Eşini kaybetmesinin ardından hayatını kurtar-dığı genç öğrencisiyle evlenmiştir. Ailesi Celal Tan’ın 65. doğum gününü kutlamak için kendisine sürpriz bir doğum günü partisi düzenler, fakat kutlama ön-cesi yaşananlar tüm ailenin hayatını değiştirecektir...

Polis, Güneşin Oğlu ve Beş Şehir gibi filmlerle, farklı türlere olan hakimiyetini gösteren senarist/yönet-men Onur Ünlü’nün yeni filmi “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi” alıştığımız aile kavramına eleştirel bir bakış getiriyor. Filmin senaryosunda da yönetmenin imzası varken başrolleri Selçuk Yön-tem, Bülent Emin Yarar, Ezgi Mola, Tansu Biçer gibi önemli isimler paylaşıyor.

Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi

Page 30: KUTU Dergi Sayı: 1

30

İlhamını Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Co-nan Doyle’dan alan ‘Sherlock Holmes: A Game of Shadows’da; Dr. John Watson ve Sherlock Holmes güçlerini Profesör Moriarty’yi yenmek için birleştirecek. Senaryosu ilk filmden farklı olarak Kieran Mulroney ve Michele Mulroney çifti tarafından yazılan yeni maceranın yönetmenliğini yine Guy Ritchie üstlendi.

Fransız oyun yazarı Yasmina Reza’nın Tony Ödüllü bir tiya-tro oyunu olan “God of Carnage”den uyarlanan Carnege, 11 yaşında iki çocuğun kavga etmesinin ardından aileleri arasında başlayan tartışmanın doğurduğu ilginç olayları konu alan bir kara-komedi olarak nitelendiriliyor. Oyun ülkemizde İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından Vahşet Tanrısı ismiyle oynanmıştı.

Serinin 4. filmi Ghost Protocol’da, Ethan Hunt’ın maceraları kaldığı yerden devam ediyor. Serinin diğer bölümlerine göre daha farklı türlerle ün kazanmış bir çok önemli oyuncuyu kadrosunda barındıran film, Tom Cruise’in yanı sıra Simon Pegg, Jeremy Renner, Paula Patton, Josh Holloway gibi isimlerle dikkat çekiyor.

Zihninde sürekli kıyametvari görüntüler gören genç bir baba ailesini yaklaşmakta olan büyük bir fırtınadan koru-ması gerektiğini düşünmektedir, belki de yaklaşan fırtına-dan çok kendinden korumalıdır.

Take Shelter

Carnage

Yön: Jeff NicholsOyn: Micheal Shannon, Jessica Chastain, Tova Stewart, Shea WhighamVizyon: 9 Aralık

Yön: Roman PolanskiOyn: Jodie Foster, Kate Winslet, Christoph Waltz, John C. ReillyVizyon: 16 Aralık

Sherlock Holmes: A Game of Shadows

Yön: Guy RitchieOyn: Robert Downey Jr., Jude Law, Rachel McAdams, Naomi RapaceVizyon: 16 Aralık

Mission Impossible: Ghost Protocol

Yön: Brad BirdOyn: Tom Cruise, Simon Pegg, Jeremy Renner, Paula PattonVizyon: 23 Aralık

 ‘Oakland A’ beysbol takımının başındaki isim olan Billy Beane (Brad Pitt), kısıtlı bir bütçe ile resmen yoktan bir takım var ederek zengin kuluplere meydan okuyor. Fakat bunu yaparken de beysbol sporunun temel inançlarını baştan aşağıya sarsıyor. Onun yöntemleri kabul görmese, hatta delilik diye nitelendirilse de, Beane inancını ve azmini yitirmeden bildiği yönde ilerlemeye devam ediyor. Michael Lewis’in “Moneyball: The Art of Winning an Unfair Game” adlı eserinden Steven Zaillian ve Aaron Sorkin tarafından uyarlanan ve gerçek bir hikaye dayanan filmin başrollerini Brad Pitt, Robin Wright ve Jonah Hill paylaşıyor.  Moneyball, 2005 yılında çektiği ilk filmi Capote ile aynı sene En İyi Yönetmen Oscarı’na aday gösterilen Bennett Miller’ın ikinci uzun metraj çalışması. Dünya prömiyeri Toronto Film Festivali’nde gerçekleştirilen filme yurt dışından şimdiye kadar gelen eleştiriler ve puanlar da oldukça yüksek.

Moneyball

Yön: Bennett MillerOyn: Brad Pitt, Jonah Hill, Philip Seymour Hoffman, Robin WrightVizyon: 9 Aralık

Page 31: KUTU Dergi Sayı: 1

31

İstanbul’da Şarap Başkadır“Fena kırmızıdır” ya, aşkın meyidir. İstanbul yedi tepelidir,

boğazlıdır da asma bahçeleriyle ün salmamasını kenara atar, keyi-fle içilir şaraplar. Bu sayıda sizler için İstanbul’da ağız tadıyla şarap

içebileceğiniz yerler belirledik, reklamsız abartısız paylaşıyoruz.

Corvus AkaretlerYemeğe gitmek için giderseniz, aç dönebilir-siniz zira porsiyonları oldukça küçük. Ama yarı tok halde, yalnızca şarabın yanında atıştırmalıkla yetinecekseniz, en doğru seçim. Bozcaada şarapları-nı servis ediyorlar. Corvus Latince karga demek oldu-ğuna göre, kargının uzun yıllar yaşama özelliğinden dolayı bu ismi seçmişler belki de. Mekan bir Avru-pa şehrinde olduğunuzu hissettirebilecek nitelikte.

Miss Pizza CihangirHouse wine olarak yap-tıkları muhteşem şarapla-rı, hem listedeki en ucuz hem de en lezzetli şarap. Testi geliyor ve kadehler yerine Viking hanların-daki gibi toprak çanak-lardan yudumluyorsunuz şarabınızı. Bardaklar da testi de kırmızı da olsa, şarabınızın ısısını mu-hafaza ediyor. Ne de olsa kırmızı için 15 dereceden fazlası lezzetli olmaz. Piz-zaları da oldukça çeşitli ve lezzetli, porsiyonlar fazlasıyla yeterli.

Çinili KadıköyÖğrenci adamız, hem şarap içeriz hem de bütçemize dikkat ederiz derseniz burası en uygu-nu. Fiyatlar öğrenci büt-çesine uygun, menülerin kapaklarındaki edebiyat-sanat-müzik dünyasından özenle seçilmiş kişiler de şarabın sofistike yanına yakışır nitelikte. Deko-rasyonu oldukça salaş ama bir o kadar da gizemli. “Bahadır abi varmış, ona geldik. ” deyin size en lezzetli şarapları sunsun.

Da Vittorio Şişhaneİstanbul’da olup ken-dinizi Roma’da hisse-debileceğiniz tam bir İtalyan restoranı. Fiyatları oldukça pahalı, önceden hazırlıklı olun. Ama makarnaları da şarapları da tam İtalyan lezzetinde. Şarap dediğin İtalyan olur, “kim demiş Fransız diye” diyenlerdeniz, bir kerelik deneyin.

Pano ŞarapeviGalatasarayBeyoğlu’ndaki sayılı Rum işletmelerinden biri. Şarap-larını kendileri üretiyorlar ve oldukça fazla çeşitliri var. İki katlı mekanda, hem yüksek sandalyeli bar ortamı yaşamanız hem de mükellef kurulmuş bir sofrada masada oturmanız mümkün. Yemekleri ekstra güzel olmasa da sadece şa-rapları için gitmeye değer.

[email protected]

Page 32: KUTU Dergi Sayı: 1

32

Mideme Giden YolBir Nevi Yemek Günlüğü

Mert Gümren

Pera Sisore- Beyoğlu Burası dışarıdan bakıldığında, Beyoğlu’ndaki esnaf lokantalarından farkı olmayan, bir çok ev yemeğinin bulunduğu bir mekan. Fakat lezzet olarak çoğu esnaf lokantasından daha iyi. Burası ayrıca bir çok farklı karadeniz yemeğini menüsünde bulunduran bir yer. Ne yazık ki, bu aralar hamsi mevsimi olmadığı için, çok merak ettiğim hamsili pilavı yeme şansını bulamıyorum. Hamsili pilav dışında, türlü karadeniz pideleri, ya da karadeniz usülü kuru fasülye gibi karadeniz yemekleri yiyebilirsiniz. Buranın fasülyesi gerçekten standartların üzerinde bir lezzete sahip. Fakat ben en sevdiğim yemeklerden biri olan patlıcan musakka, pilav ve cacık siparişi veriyorum. Tabi öncesinde de bol acılı ve limonlu bir mercimek çorbası içiyorum. (Çok acıkmıştım, yapacak bir şey yok) Mercimek çorbası yediğim en güzel çorba değil fakat yeterince lezzetli. Patlıcan musakkası, yediğim en lezzetli musakkalardan biri. Bol yağlı olması ve koyu bir kıvama sahip olması, yemeği daha da lezzetli hale getirmiş. Pilav olması gerektiği gibi, ağır bir tadı yok ve tuzu ideal. Cacık da yoğun aromalı ve buz

gibi olduğu için yemek ile çok iyi gidiyor. Bir sonraki gelişimde tavuklu elbasan tava yi-yorum. Bu yemeğin masaya geldiğinde biraz soğumuş olması dışında hiç bir eksiği yok, gerçekten çok lezzetli. Ayrıca yaprak sarmasından da tadıyorum. İçinde fazlaca et olmasına rağmen gereğinden fazla tuzlu. Daha deneyebileceğim çok fazla yemek var, fakat bir Vedat Milor olmadığımdan dolayı, kendime tadımlık tabak hazırlatamıyorum. Sonuç olarak bu mekanı değerlendirmek gerekirse, ortalama bir esnaf lokantasından çok daha lezzetli yemekleri ile, canı ev yemeği çekenler için çok uygun bir lokanta.

Fiyat: Ana yemekler: 5-10 TLLezzet: ***Mekan: ***Adres Tarifi: Beyoğlu Caddesindeki Ada kitabevinin sokağından girince, yolun sonunda çıkın. Etrafınıza bir bakarsanız sol tarafta bu mekanı göreceksiniz

Page 33: KUTU Dergi Sayı: 1

33

Fiyat: Ana yemekler 5-10TL (Fıccın 10 TL), Mezeler: 5-7 TLMekan: *** Lezzet: ***Adres Tarifi: Büyük londra otelinin bitişiğindeki sokak.Tünele doğru giderken Barselona cafeyi (ya da St. Antuan kilisesini) geçtikten sonra sağdaki ilk sokak. (Kallavi sokak)

Fiyat: Ana yemekler 10-18 TL arası, Ara sıcaklar 9 TL, Mezeler: 6 TLLezzet: *** Mekan: ****

Fıccın- Beyoğlu Bugün gitmeye karar verdiğim mekan, Asmalımescit’te bulunan çerkez yemekleri ile ünlü ”Fıccın”. Daha önce hiç çerkez yemeği yemediğim için bu mekanda yeni lezzetler deneyecek olmak beni biraz heyecanlandırıyor. Mekanın  bulunduğu sokağa yayılmış bir şekilde 2-3 adet değişik Fıccın bulunuyor. Değişik isimlere sahip olmalarına rağmen hepsi aslında aynı mekan. Mekan, öğle vakti olması nedeniyle biraz kalabalık ama sıcak ve samimi bir ortama sahip olduğu için rahatsızlık vermiyor. Menüyü elime aldığımda, hemen daha önce yemediğim Çerkez yemeklerine yöneliyorum. Daha önce Fıccın yememiş bir topluluk olarak garsondan Fıccın’ın nasıl bir şey olduğunu

öğrenmeye çalışıyoruz. Bir adet Fıccın ve bir de çerkez tavuğu siparişi veriyorum. İki kek kıvamında hamurun arasında kıymadan oluşan Çerkez böreği Fıccın, kısa bir süre sonra geliyor. Tat olarak kır pidesi ile çok fazla ortak yönü var fakat hamurunun lezzeti ile farklılığını gösteriyor. Çerkez tavuğu ise bulamaç haline getirilmiş tavuğun, ceviz içi ve sarımsakla karıştırılmasıyla hazırlanan bir meze. Lezzet olarak gayet başarılı olmasına rağmen, ceviz ile tavuğun birlikteliği pek hoşuma gitmiyor. Güzel bir yemekten sonra mekandan mutlu bir şekilde ayrılıyoruz. Fakat bir sonraki gelişimde Çerkez mantısının da tadına bakmayı çok istiyorum. Fiyat olarak gayet uygun, ve değişik lezzetler denemek isteyenler için ideal olan bu mekanı herkese tavsiye ederim.

Mekan- Beyoğlu Bugün öğle yemeği için Beyoğlu’ndaki “Mekan” isimli mekana gitmeye karar veriyorum. St. Antonio kilisesinin bitişindeki sokakta bulunan bu mekan, sıcak ve sevimli bir ortama sahip. Menüdeki en ilginç görünen yemeklerden biri olduğu için “Kayısı Soslu Tavuk” siparişi veriyorum. Diğer ilginç yemek ise “Rus Mantısı”. Bir sonraki gidişimde onu deneyeceğim. Kayısıyı çok sevmesem de sırf ilginç diye sipariş verdiğim bu yemek, beni biraz korku-tuyor tabi. Sipariş gelmeden önce, ikram olarak mercimek köftesi geliyor. Mercimek köftesinin

tadı anne eli değmiş gibi. Yedikten sonra annemi özlüyorum. Kayısı soslu tavuğun tadı tahmin ettiğimden güzel çıkıyor. Fakat kayısı sosu yeteri kadar tatlı olmasına rağmen, pilavın içinde üzüm olması beni biraz üzüyor. Çünkü bir süre sonra, yemeğin tatlılığı iç baymaya başlıyor. Fakat tavuk yumuşak ve lezzetli olduğu için yemek kendini affettiriyor. Restoranın ünlü diğer yemeklerinden tatma fırsatım olmuyor fakat “Patlıcanlı Annuş” , “Uskumru Dolması” gibi yemeklerin tadını merak ediyorum. Sonuç olarak “Mekan” ambiyans ve lezzet açısından başarılı ve keşfedilmesi gereken bir yer.

Mika Bistro- Zekeriyaköy Açıldıktan kısa bir süre sonra yemeklerinden tatma imkanı bulduğum bu mekan, Sarıyer civarında, arka-daş ortamı ile gidilebilecek kaliteli mekan eksikliğini büyük ölçüde gideriyor. Bu mekan, sıcak ortamı, huzurlu atmosferi ve lezzetli yemekleri ile özellikle biz Koç Üniversiteliler için uygun bir kafe ortamına sahip. Mekanın, çoğu et içeren yemeğinden tatma imkanı bulduğum için, sizlere yemekler hakkında ayrıntılı bilgi verebileceğim. Yemek siparişi vermeden önce masaya zeytinli ve kepekli paniniler ile birlikte zeytinyağı, baharat ve arabiatta sosu geliyor. Eğer çok açsanız, bu başlangıç çok iyi geliyor. Ana yemek olarak, burger,

ızgara, sandviç ve makarna çeşitleri bulunuyor. 20 çeşit baharatta marine edilmiş tavuk parçalarından yapılan Mika Chicken, mekanın bana göre en lezzetli ve özel yemeği. Kaşarlı köfte gayet lezzetli fakat soya soslu tavuk daha çok ızgara tavuk lezzetinde. Çizburger, Bistro Burger ve Reggae Burger kaliteli eti ve doyuruculuğu ile gayet başarılı. Ayrıca mekanda Lavazza kahve çeşitleri ve Ben & Jerrys dondurmaları bulunuyor. Bunun yanında tatlı çeşitleri olarak pasta, cheesecake, profiterol ve tiramisu mevcut. Özetlemek gerekirse, Mika Bistro mekan tasarımı olarak gayet sıcak ve eğlenceli, yemekleri ise gayet lezzetli. Mika Tavuk gibi mekana özgü yemek çeşitlerinin daha fazla olmasını umarak yazımı sonlandırıyorum.

mertgum

[email protected]

Fiyat: Ana yemekler 12- 22 TL arası, Sandviçler: 10-16 TL arasıLezzet: *** Mekan: ****

Page 34: KUTU Dergi Sayı: 1

34

Boş İşler AtölyesiOğulcan Açıkel

Page 35: KUTU Dergi Sayı: 1

35

• Ne haber gözünün yaşından öpüp, şarap ve müzik eşliğinde dertlerini dinlediğim sevgili okur? Beni sorarsan bu sene tam bir ineğim. Bizim derginin (internetteki) eski okurları bilirler. Kafamdan uydurduğum bir mühendis karakteriyle röportaj yapmıştım bir yazımda. İşte sürekli ders çalışıyordu, az biraz film falan izleyince kendini çılgın zannediyordu falan. Hah, işte ben oyum bu sene. Yok etmeye ant içtiğim şeye dönüştüm Marquez. Şu yazıyı bile yazmak için harcadığım zamanın GPA’imden kaç puan götüreceğini hesaplıyorum mesela. Neyse efendim başlayalım.

• Bu arada çok Alpay Erdem esprisi olacak ama: GPA’i GE PE A diye okuyan da tam candır yalnız.

• Eeee… Nasıl bakalım keyifler? Okula alışabildin mi? Oku-lun ilk haftalarında orada burada flört eden insanlar görüy-ordum. (Okul dergisinde editör-yazar olmanın yanında aynı zamanda röntgenciyim ben.) Çok mutlu oluyordum böyle… Ama el ele tutuşan sevgili çok az. Neden böyle? Sevgililer el ele tutuşsa daha iyi olacak sanırım.

• Bu senenin ilk bombası yurt alımları ile ilgili oldu. Okula ilk giren herkese yurt sağlanmış. Çok şükür halloldu o sorun sanıyorum. …ama içimde kalmasın: Sarıyer’de oturan bir insanın yurtta kalması okula alışma süre-cinde nasıl bir fayda sağlıyor o insana? Yani kalsın  tabi de… Ne bileyim.

• Senenin ikinci bombası da okulun Merhaba, hoş geldiniz. Buyurun buyurun çıkarmayın, biz de öyleyiz partisi’nde içki satışının yasaklanmış olmasıydı. Gerçekten kimse içki içmedi o gece.

• Konuyla alakasız ama okulun girişinden tekel bayiine kadar uzanan araba kuyruğu da görülmeye değerdi doğrusu.

• Kabalıklarımızla, yasaklarımızla övünüyoruz. Ne kadar acı değil mi? Namus, töre, yan bakma adı altında gücümüzün yettiğine hayatı dar edi-yoruz. Bir de üstüne “Biz öyle modern değiliz. ” diyoruz. Modernlik kötü bir şeymiş gibi... Acizsin arkadaşım. Tabuların var. Aşamamayı geç, bıyığını bura bura meh meh meh diye sırıtıyorsun bu acizliğine. “Cehalet özgürlük-tür. ” lafını bir tek 17 yaşındaki kızlar şiar edinmiyormuş demek ki. Hadi bak hacı sözlüğe şiar ne demek diye. –Sözlüğe bakar. Eşcinsel manasına gelmediğini görünce bir oh çeker.-

• “MEDENİYET dediğin açmaksa bedeninin heryerini… Desene HAY-VANLAR senden daha medeni.” Şu sözü bulana kadar canım çıktı. Girmediğim dini forum kalmadı. Türbana doydum resmen. Her neyse efendim. Yukarıdaki alıntı Mehmet Akif Ersoy’dan. Bu dizeleri bulmakta zorlanmanın sebebi ise bu dizelerin paylaşıla paylaşıla değiştirilmiş olması. (Belki bu da değiştirilmiş halidir bir bakmakta fayda var) Yamyamlar sizden

daha medeni, köpekler sizden daha medeni, Lady Gaga sizden daha medeni (hehe şakaydı bu.) diye varyasyonlarıyla karşılaştım. Bir de dikkat ettiyseniz rahat anlaşılsın diye medeniyet ve hayvanlar büyük harflerle yazılmış. “Biz bu inanca o kadar bağlıyız o kadar bağlıyız ki vurgulu yerleri büyük harfle yazıyoruz. Öylesine heyecanlıyız yani. ” O da komiğime gitti. Her neyse… Bu söz üzerine uzun süre düşündüm ve anlamının doğru olduğuna karar

kıldım. Ancak yanlış yorumlanıyor. Açıklayalım: Şayet medeniyet bedeni açmak ise hayvanlar gerçekten bizden daha medeniler. Gayet basit bir mantık. Ancak insan-lar bu sözlerden yola çıkarak kafalarına göre medeniyet tanımlamaları yaratıyorlar ki, bunların hepsi her zaman doğru olamıyor. Doğru olmamasının yanında oldukça kötü sonuçlar da doğurabiliyor bazen. Medeniyet bedeni açmak değil. Burada bedeni açmak bize göre gayet geniş bir kavram. Bulunduğunuz yere göre sevgilinizle el ele tutuşmaktan, pla-jda güneşlenmeye (tabi ki kadınlar için söylüyorum), bedeni biraz açmaktan, bedeni çok açmaya kadar geniş bir yelpaze

bu anlamı karşılayabilir. Medeniyet bedeni açmak olmadığı gibi bu demin saydıklarımı yapmak da değildir kabul. Medeniyet nedir biliyor musun benim şakirtim? Medeniyet, o saydıklarımı yapabiliyor olmak demektir. Hadi onu geçtim medeniyet, senin medeniyet tanımına uymayanlara sille tokat girişmek hiç değildir. Neyse fazla uzadı bu konu… Aynen devam.

• Arkadaşlar Porsche almayın bir süre. Gerçekten söylüyorum. Başbakanın direk olarak bizim okula seslenmesi de ilginç oldu tabi. Burada inceden bir hayata karışma olayı var. O inceliğin ne kadar kalın olduğunu size bırakıyorum artık. Ancak böyle şeylere alışkın olmamız gerekiyor. Buyu-run efendim devlet bakanı Mehmet Şimşek’in iki yıl önce söylediklerini hatırlayalım. İşsizliğin, iş arayan kadınlar tarafından arttırıldığını öne sürmüştü. (İş arayan oldukça işsizlik sürüyor. O zaman iş arayan olmazsa işsizlik de olmaz A YA YE KAKKO CAMBO A YA YE!) İşte yıllar süren eğitim, Pişme süreci ve devletin başına bu çetin yollardan gelen insanların bilimsel çözüm önerileri. Her neyse bu hayata karışma olaylarını sineye çekiyoruz. Zira artık öyle bir durumdayız ki, affedersiniz, 31’i bile sineye çeker hale geldik.

• Neyse dostlarım bir yazının daha sonuna geldik. Şimdi de Murat’ın yazısını okumanı şiddetle tavsiye ediyorum. Şiddetle değil de işte normal. Güzel yazmış adam.

• Ha… Unutmadan. Her sayıda bahsedeceğim benim için yeni, sizin için belki yeni belki eski şeyleri paylaşacağım bir bölüm var: Ev ödevi. Bu seferki ev ödeviniz de Dubstep. İngiltere’nin bağrından çıkan bass drop’ların müziği… Bir dinleyin derim. Skrillex ve Dr. P benim favorilerim.

• Bir daha ki sayıya kadar seni kayıp ve sesi kapalı telefonu aradığım gibi arayacağım.

Sevdiklerim:Ödevin ertelenmesi Lab’ın ertelenmesi Dersin ertelenmesiSevmediklerim

Sevdiklerimin olma-ması =)

[email protected]

Page 36: KUTU Dergi Sayı: 1

36

Hissedilen İşaretlerMurat Gencoğlu

Page 37: KUTU Dergi Sayı: 1

37

• Sevilla

• Geçen gün aile toplantısında, herkes seçtiği tarihsel bir konu üzerine yazdığı makaleleri birbirine sundu. Çünkü biz öyle bir aileyiz. Annemin klasik müzik üzerine olan araştırması gerçekten çok ilginçti. Concerto mu dersin, soprano mu istersin, hepsi vardı. Makaleden birebir aktarıyorum “Mozart çok zekiydi, o şartlar bizde olsa biz yapamazdık. Emin ol. ”

• Bu aralar çok klasik müzik dinliyorum o yüzden söylediğim bazı şeyler kulağınıza nahoş gelebilir, neden; çünkü kafam zehir gibi çalışıyor. Tıpkı Mozart.Aynı makalede yer alan Mozart’ın ünlü bir lafı var “Aslında var ya her sabah kalkacaksın, sporunu yapacaksın, kahvaltını yapacaksın, duşunu yapacaksın, şuraya kalıbımı basarım senden sağlıklısı olmaz. ” • Geçen gün ecnebi bir arkadaşımla konuşuyordum. “Yahu” dedim “Alex, siz neden 13 sayısına bu kadar takıntılısınız? ” Durur mu hiç... Yapıştırdı cevabı, “Çünkü Hz.Muhammed’in doğumu 571, 5+7+1=13” dedi. “Hımmm, eee? ” de-dim. “Türklerin Müslüman oluşu 751, 7+5+1= 13” dedi. “İlginç, sonra? ” dedim. “İstanbul’un Fethi 1453, 1+4+5+3=13” dedi. “La yörü git! Şu içine kaçan Devlet Bahçeli’yi kus, öyle gel! ” dedim. O sırada müthiş bir ayrıntı dikkatimi çekti.

• Düşünüyorum da, bayadır töhmet altında kalmamıştım. O garip ve “ekremsi” duyguyu tekrar yaşamak isterim. Sadece Ekremler yaşıyor çünkü bu duyguyu.

• Şimdi Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesi, “www.diyanet.gov.tr” olarak geçi-yor. Eğer tam laik bir devlet olursak, din ve devlet işleri birbirinden ayrılacak. O zaman diyanet bağımsız bir kurum olacak. Böyle bir şey olması ihtimaline karşı şimdiden www.diya.net adres-

inin domain’ini alabilirler. Net olur. • Sene 2011 hala Ramazan davulcusu var.

• Dünyanın en ağır adamı Jon Minnoch adında biri, 635 kilo imiş. 1983 yılında dünyayı yörüngesine almaya çalışırken havasızlıktan ölmüş.

Acımasızlığı bir kenara bırakacak olursak, bu adam aynı zamanda en çok kilo veren adammış. 420 kilo vermiş. Hey maşallah. Diyeti bırakınca 90 kilo almış! “Biraz kilo aldık ya ehe.” • Telefon geldiğinde dışarı çıkıp konuştuğumuzda inceden bir gurur duy-uyoruz ya, “Ben de önemliyim.” tadında. Tırtlıkta ilk 10’a oynar. Geçen arkadaş durup dururken “Artık hiçbir yerde Yumiyum görmüyorum. ” diye mesaj attı. Beni çok büyük hüzünlere sevk etti.

• Meşkhane diye bir grup var. Grup elemanlarını tek tek sayıyorum; Hop Dedik Ayhan, Afrikalı Ali, Gönül Dostu Şener, ve Erkan Koç. Erkan bey, çok mu aradın o adamları ayıptır sorması. Hadi buldun bir yerden, senin niye lakabın yok? Herıld yani Erkan, Ha şunu bileydin Erkan,

Akabinde Erkan Koç veya İspanyol Erkan sana önerebileceğim isimlerden bazıları.

• Televizyonda günlerdir “Rüzgar nereye, götür beni oraya. ” tadında bir reklam oynuyor. Çok merak ediyorum ne reklamı olduğunu ama o melodiyi duyduğum anda merakım bitiyor, tel-evizyondan uzaklaşıyorum. Ne cins reklam.

• Sene 2011 hala insanların defterleri dürül-üyor. Oysaki artık notebook, netbook ve macbooklarının dürülmesi lazım.

• Yurtduşunda pasaportunun ıslanmaması işten bile değil.• Herkese kucak dolusu sevgiler...

Arkadaş ortamında anlatmaktan başka bir işe yaramayan bilgiler

• Bach Barok dönemine ait müzik yapıyormuş• Eminem’in annesinden çocuğu varmış(?)• 50 Cent 9 kurşun yemiş hayatta kalmış

• Abi yurtdışında(!) planking diye bir şey varmış. Owling de cabası

• Şirinler komunistmiş• Bill Gates bir dolarla başlamış işe

• Almanya’da sofrada osurmak ayıp değilmiş• Abi şu paylaştığım videoyu izledin mi? (Bitmez)

• Pratikte arkadaş ortamında anlatılan her şey

muratgencoglu@

kutudergi.com

Page 38: KUTU Dergi Sayı: 1

38

Çizgi Roman 101İlk Yenilmez

Kerem Bilek

Page 39: KUTU Dergi Sayı: 1

39

Çizgi roman okuyan veya okumayan çoğu kişinin hayatında bir kere de olsa sorduğu bir soruya değinmek istiyorum: Kimdir bu çizgi romanlarda boy gösteren ilk süper kahraman? Çoğu kişi kolaya kaçarak bu sorunun ceva-bını Superman olarak verecektir. Ancak çizgi roman tarihinin derinliklerine yolculuk yaparsanız, gerçeğin daha farklı olduğunu göreceksiniz.

Bu sorunun cevabını vermek için öncelikle süperkahraman kelimesinin tanımını yapmak lazım. Kostüm giyip, doğaüstü güçlere sahip olan mıdır sü-perkahraman? Yoksa sadece kostüm giyip, kötülerle savaşan mı? Eğer bir kahramanın, süperkahraman olup olmadığını belirlemek için kullandığımız kri-terler kostüm giymek, doğaüstü güçlere sahip olmak ve kötülerle savaşmak ise, Batman veya Ironman gibi fenomenleri süperkahramandan saymamış, onlara bü-yük saygısızık yapmış oluruz. Zira ikisinin de doğaüs-tü güçleri yok.

Bu durumda karşımıza süperkahraman kelimesini tanımlama soru-nu çıkıyor. Ne ulan bu süperkahraman?!? 

Birkaç kelime değişikliği ile doğru tanımı bulabileceğimizi düşünü-yorum. Sıradan insanlardan farklı, üstün yetenekleri olan (teknolojik tırıvı-rılar sayesinde yetenek kazanmakta buna dahil), bu yeteneklerini suçlularla savaşmak ve halkı korumak için kullanan ve kendine has kostümü olan kişiye süper kahraman denir.

Eğer konumuz çizgi roman olmasaydı, daha çok ilk süperkahraman adayı çıkabilirdi karşımıza. Çünkü ilk süperkahramanlar, çizgi romanlardan

önce de varlığını sürdürüyordu. The Shadow veya The Phantom gibi. The Shadow radyoda, The Phantom da gazetedeki çizgi köşesinde yayınlandığı için onlardan başka bir yazıda bahsetmek daha doğru olur. Çizgi romanlara

dönersek, ilk süper kahraman 6 Ekim 1935’de New Fun Comics’in 6. sayısında ortaya çıkan Dr. Occult diyebiliriz. Yaratıcıları Superman’le aynı. Jerry Siegel ve Joe Shuster. DC Comics tarafından yayınlandı.

Kimdir bu Dr. Occult ?

Tam adı Richard Occult. Süpergüçleri olan ve bu güçlerini kötülelere savaşmak için kullanan bir dedek-tif kendisi. Astral seyahat, hipnoz, ilüzyon ve telekine-sis gibi mistik güçleri var. Maceralarında zombiler, ha-yaletler, vampirler, mistik tarikatlar ve çeşit çeşit çılgın bilim adamlarıyla savaşıyor. Genelde günlük kıyafetle-riyle takılıyor bu amca. Bir çok okur, kostümü olmadı-

ğı için çizgiromanlardaki ilk süperkahramanın Superman olduğunu söylüyor. Ancak Dr. Occult, boyutlar arası maceralarında kendine bir kostüm edindiği için, onu kostüm giyen, sıradan insanlara göre üstün yetenekleri olan ve bu yeteneği kötülerle savaşmak için kullanan biri, yani süperkahraman olarak kabul ediyoruz. Çoğu çizgi roman tarihçisi de onu çizgi romanlardaki ilk sü-perkahraman olarak kabul ediyor.

Saçma Gerçekler 1:

Süper-kahraman (Super-hero) terimi, Marvel ve DC Comics tarafından tica-ri marka olarak kullanılıyor.

Bukneverdidthis.deviantart.com

Çizgi roman okuyan veya okumayan çoğu kişinin hayatında bir kere de olsa sorduğu bir soruya değin-mek istiyorum. Kimdir bu çizgi romanlarda boy gös-teren ilk süper kahraman?

kerembilek@

kutudergi.com

Page 40: KUTU Dergi Sayı: 1

40

KAFEİN ETKİSİ1 adet çember ve 4 adet birbiri ile eşit uzunluktaki çubuk ile

Pressure, Delirious, Lucky, Suspense, Dangerous ve Joyful ke-

limelerini anlatabilir misiniz? Çemberi ve çubukları istediğiniz

şekilde yerleştirebilirsiniz, fakat çember ve çubukları bölmek yasak.

Oğu

lcan

Açık

elN

ilay D

ursu

n

Joyful Pressure Lucky Suspense Dangerous Delirious

Joyful Pressure Lucky Suspense Dangerous Delirious

Page 41: KUTU Dergi Sayı: 1

41

Joyful Pressure Lucky Suspense Dangerous Delirious

Joyful Pressure Lucky Suspense Dangerous Delirious

Joyful Pressure Lucky Suspense Dangerous Delirious

Joyful Pressure Lucky Suspense Dangerous Delirious

Ece İ

şmen

Kere

m B

ilek

Mer

t Güm

ren

Mur

at G

enco

ğlu

Page 42: KUTU Dergi Sayı: 1

42

OTUZ DÖRTJazz’n İstanbul

Nilay Dursun

Page 43: KUTU Dergi Sayı: 1

43

Yazın İstanbul’da kalmak zorundaysanız, hatta yaz okuluna da gidip olan enerjinizi derslere harcıyorsanız ve de üstüne üstlük bir müzik severseniz yapılacak en güzel şeyin serin akşamları konserlerle bütünleştirmek olduğunu düşünüyorum. Çoğunlukla yaz aylarında İstanbul’da müziğin her türlüsüne yer veren ve farklı zevklere sahip dinleyicilere hitap eden bir sürü konser ve ak-tivite bulunmakta. Bence son 3 senede İstanbul, uluslararası müzik pazarında ünlü sanatçıların özellikle konser vermek istediği bir şehir haline geldi. Jama-rioquai, Maroon 5, Iron Maiden, Blind Guardian Deep Purple, Gloria Gaynor, Bon Jovi, James Blunt, gelemese de merhum Amy Winehouse gibi önemli sanat-çıları ve daha nicelerini Rock’n Coke, One Love, Sonisphere gibi festivallerle ağırlayan İstanbul, bu sene gerçekten de müziğin kalbi olma sıfatını çok iyi bir şekilde taşıyor. Yeni yeni yapılmaya başlayan büyük çaplı konserler de insanla-rın ilgisini ve beğenisini çekmeye devam ediyor.

Ama benim asıl bahsetmek istediğim ve hatta çalıştığım bir festival var: Bu sene 18.si yapılan IKSV Caz Festivali. Bu festivalin en beğendiğim yönü, in-sanları sadece müzikle değil aynı zamanda İstanbul’un en güzel ve farklı mekan-larıyla birleştirme çabası. Ben müziği atmosfere, mekana ve o günkü ruh halime göre seçenlerdenim. Bir düşünürseniz, sizde çoğu zaman müziği mekanlarla, ya da anınızla bağdaştırdığınızı göreceksiniz. İKSV’nin en güzel yanı doğru müzi-ğe doğru mekanı bulabilmesi. Aya İrini gibi mistik, İstanbul Arkeoloji Müzeleri ve Marmara Esma Sultan gibi etkileyici ya da Tersane Sahnesi, Santral İstanbul Kıyı Amfi gibi insanda daha farklı duygular uyandıran alternatif mekanları kullanması, hem dinleyicleri hem de müzisyenleri olumlu yönde etkiliyor ben-ce. Müzik-mekan uyumundan bahsederken örnek vermem gerekirse, yüzlerce yıllık bir kilisenin içerisinde rock müzik ya da metal müzik dinlemek yerine, daha etnik ya da klasik tarz bir müzik dinlemek bana daha mantıklı ve çekici ge-liyor. Mesela Aya İrini-Mısırlı Ahmet konseri. Ayrıca bilinmesi gereken ve çoğu insan tarafından bilinmeyen yerler de müzik sayesinde insanlara tanıtılıp kül-tür dünyasına kazandırılıyor. Örneğin Aya İrini Müzesi’nin bir silahane, cep-hane olarak kullanılırken, Ahmet Fethi Paşa zamanında Osmanlı Devleti’nin ilk askeri müzesi haline getirildiğini, daha sonra mekan uygun olmadığı için döneminde sanat eserlerinin en büyük savunucusu olan Osman Hamdi Bey tarafından İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin inşaa edildiğini biliyor muydunuz? Ben herhangi bir salonda bir konser dinlemektense, bu çeşit mekanlarda müzik dinlemeyi tercih ediyorum açıkçası. Müziği tam anlamıyla yaşamak böyle bir şey olmalı. IKSV’nin mekan seçimlerinin yanı sıra sanatçı seçimleri de gayet hoşuma gitti. Aşağı yukarı 10 konsere katıldıysam 9’unu zevkle dinlemişimdir.

Tabii bu tamamen sizin mü-zik tarzınızla ilgili ama ens-türmantel açıdan “caz” müzi-ğin yelpazesi çok geniş olduğu için kendinize göre en az üç konser bumanız mümkün. Latin’den, İspanyol’a, Ame-rikan cazdan Hint müziğine, rocktan alternatif müziğe ka-dar sevilen çeşitleri kapsayan caz festivali bu sene de diğer senelerde olduğu gibi her ruhu doyurabilecek özelliğe sahip öğünler sundu. İKSV’nin akşam konserlerinin dışında

yaptığı Tünel Şenliği de ayrı derecede zevkli ve her açıdan çeşitli bir etkinlikti. Akşam altıdan itibaren Taksim’in farklı mekanlarında ve hem Galata hem de Tünel’de iki büyük sahneyle dinleyicileri müziğe doyduran Tünel Şenliği, iki ana sahnenin bedava olmasının avantajıyla, caz müzik dinlemeyen kesiminde ilgisini çekerek, caz müziğe yeni dinleyiciler kazandırmakla kalmayıp Türki-ye müzik piyasasında henüz yerini alamamış ama çoğu müzik sever tarafından internet üzerinden takip edilen gruplar ve solistlere de şans vererek herkesin karlı çıkmasını sağladı. 20 gün boyunca içlerinde Paul Simon, Joss Stone gibi çok bilinen sanatçıların yanında Tribute to Miles gibi müziğin devlerinin anıl-dığı konserler müziğin kalbinin İstanbul’da atmasına katkıda bulundu.

Peki bunlar sadece yaz aylarıyla mı sınırlı kaldı? Tabii ki hayır! İKSV tüm sene boyunca düzenlediği ve düzenleyeceği Salon konserleriyle kalmayıp, şu dönemlerde yapılan Bienal konserleriyle de ruhumuzu son derece sağlıklı ye-meklerle doyurmaya devam ediyor. Özellikle Salon konserlerinin ekim-kasım etkinlikleri bir bakmaya, sonra da gitmeye değer. Stacey Kent, Ane Brun, Por-tico Quartet, John Abercrombie Quartet gibi kendi açımdan güzel olacağına emin olduğum sanatçılar IKSV’nin güzel binasının içinde, eski ile moderni buluşturan Salon’da bizlerle buluşacak.

Şimdi diyeceksiniz ki: Peki Akbank Caz Festivali? Tabii ki onu da unutmadım, hatta ve hatta yine bizzat katılmaya devam ediyorum. Geçen hafta Babylon’da yapılan İlhan Erşahin ve Love Trio konseri son zamanlarda gittiğim en güzel konserdi diyebilirim. Akbank Caz Festivali seçtiği mekanlarla daha çok gençlere yönelik olmayı istemiş olabilir. Böyle düşünmemim nedeni olarak sizinle, ben ve babam arasında geçen bir diyaloğu paylaşmak istiyorum! Şimdi ben normalde yurtta kaldığım için hafta sonları eve gidiyorum ve gelin görün ki gideceğim konserler de hep hafta sonu! Telefonda babama eve gelemeyeceğimi çünkü konsere gideceğimi açıklamaya “çalışıyorum”.(bazen çok zor olabiliyor) Babamın klasik bir baba olarak “hayır eve geliyorsun” cevabından sonra, konse-rin kaçta ve nerde olduğunu soruyor. Cevabım, “Babylon ve saat 22.30-02.00” olunca babamdan şöyle bir cevap geliyor: O saatte konser mi olurmuş! Açıkla-malarıma devam etmeden babam ikinci soruyu patlatıyor: Bu Babylon bar değil mi, konser salonu falan değil yani? Cevabı hepiniz biliyorsunuz... Bunun üze-rine babam bu sefer de “bar da konser mi olurmuş, doğru düzgün yerlerde kon-sere git! ” diyor. Sağ olsun Akbank beni biraz zorluyor. Neyse konumuza geri dönersek, konserler genelde Babylon, Ghetto, Nardis gibi mekanlarda oluyor. Tabii ki bunların dışında Lütfü Kırdar’da, Cemal Reşit Rey’de ya da Akbank Sanat‘ta da usturuplu konserler var.

Konserlerin dışında yaptığı, benim tabirimle “şeker” atölyelerle de Akbank Caz Festivali benim ilgimi ve sevgimi kazandı. Avishai Cohen, Ray Gelato, Zaz(?), Carmen Souza, Charles Llyod New Quartet, Mari Kvien Brunvoll gibi ilgilenenlerinin çok sevdiği sanatçıların bulunduğu bu festival kesinlikle takdire değer. Siz de benim gibi boş zamanlarınızı cazla doldurmayı seviyor-sanız, İstanbul bu sene sizin için doğru şehir. Bir sonraki İstanbul macerasında görüşmek üzere...

[email protected]

Page 44: KUTU Dergi Sayı: 1

44

Cem Adrian02 Kasım Çarşamba 22:00 GhettoSes telleri normal insanın 3 katı uzunlu-ğunda olan ve 4.5 oktavlık bir sese sahip Adrian, prodüktörlüğünü kendisinin üst-lendiği ve şarkı sözlerini kendisi yazdığı; Umay Umay, Suicide ve Denizhan’nın konuk olarak yer aldığı ikinci albümü “Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti”yi 2006 yılı Aralık

ayında piyasaya çıkarmıştır. 

2007 yılı sonunda kayıtlarına başlanan “Emir” albümü kayıtları sürerken, sadece piyano kullanılarak hazırlanan serinin ilk albümü olan “Essentials/Seçkiler - Etnik” 2008 yılı Haziran ayında piyasaya çıkmıştır. Dördüncü profesyonel çalışması “Tanrı’nın Emri Aşk’ı” anlatan “Emir” albümü 26 Aralık 2008 tarihinde piyasaya çıkmıştır. Albümde konuk ola-rak; Hayko Cepkin ve Pamela Spence yer almıştır.

2010 yılında çalışmalarına başlanan beşinci stüdyo albümü “Kayıp Çocuk Masalları”, 21 Aralık 2010 tarihinde piyasaya çıkmıştır ve Adrian’a bu albümde Murat Yılmazyıldırım ve Aylin Aslım eşlik etmişlerdir. Bilet Fiyatları: 34.00 TL

ŞEHİRDENELERVAR?

Fatih Erkoç & Ker-em Görsev Trio18 Kasım Cuma 20:30Caddebostan Kültür MerkeziFatih Erkoç & Kerem Görsev birçok caz standardının yer aldığı canlı performans DVD’si ve CD’ si için titizlikle sürdürdükleri çalışmalarını tamamladı. Müzik-severler ve özellikle caz severler tarafından büyük ilgi görmesi beklenen Fatih Erkoç ve Kerem Görsev Trio Canlı Performanslarıyla sahne alacaklar. Bilet Fiyatla-rı: 47.00 TL

Mor ve Ötesi16 Aralık Cuma 22:00Jolly Joker İstanbul2008 yılında ülkemizi Eurovision şarkı yarışmasında

temsil eden grup Aralık ayında içinde “Deli” ile birlikte “İddia” ve “Sonbahar” isimli iki yeni stüdyo şarkısı, aralarında “Bir Derdim Var”ın da bulunduğu üç şarkı ile sekiz adet remixin yer aldığı “Başıbozuk” isimli albümü çıkardı. 2008 yılındaki performansı ile KRAL TV ve MÜ-YAP tarafından ortaklaşa düzenle-

nen 15. KRAL Müzik Ödülleri’nde “Yılın Grubu” ödülünü kazanan Mor ve Ötesi, yılın ikinci yarı-sında stüdyoya kapanıp yedi aylık hummalı bir çalışma sonucu 2010 Mayıs’ında 11 şarkıdan oluşan altıncı stüdyo albümü “Masumiyetin

Ziyan Olmaz”ı çıkardı. Bilet Fiyatları: 39.00 TL

Brazzaville9 Aralık CumaOtto SantralDünya müziklerini eşine az rast-

lanır bir düzeyde alternatif rock müziği, pop ve hareketli etnik caz dokunuşlarıyla birleştiren, Beck’in eski saksofoncusu David Brown önderliğindeki Brazzaville, 9 Ara-lıkta Otto Santral’de.

Page 45: KUTU Dergi Sayı: 1

45

Yeni Türkü12 Kasım Cumartesi 22:00Jolly Joker İstanbul30. sanat yılını geride bırakan Yeni Türkü, Türkiye’nin çalkantılı politik dönemlerine de tanıklık etmiş ezgileri, şiirleri ve sözleriyle her dem umudun, barışın ve başka türlü bir şeyin dileğindeydi. Yeni Türkü “30 Yılın Türküsü” diyerek birbirinden eşsiz şarkıla-rını seslendirecek.Bilet Fiyatları: 28.00 TL

White Lion15 Kasım Salı 21:00Jolly Joker İstanbulWhen The Children Cry, Little Fighter, Broken Heart ve Wait gibi bir çok hit parçanın sahibi, rock müziğin en önemli grup-larından bir tanesi olan White Lion, 2006 senesindeki unutul-maz Türkiye turnesinin ardından, bir kez daha Türk müziksever-lerler buluşuyor. Bu unutulmayacak müzik ziyafeti Jolly Joker İstanbul sahnesinde. Bilet Fiyatları: 50.00 TL

Gevende24 Kasım Perşembe 22:30Beyoğlu Hayal Kahvesiİlk albümleri “Ev” 2006 yılında yayınlanmıştı. O günden bugü-ne yaptıkları projeler, birlikte çaldıkları müzisyenler ve gerek Türkiye’de gerekse yurtdışında verdikleri konserlerle Türkiye’nin önemli grupları arasında yerlerini aldılar. Özellikle konser perfor-mansları ile dikkat çekip dünyanın önemli müzik etkinliklerine seçilerek sınırlarını genişletme anlamında önemli adımlar attılar. Albümleri Türkiye dışında da dağıtılmaya başladı. Dünya üzerinde-ki önemli dijital dağıtım ağlarına dahil oldular. Uluslararası müzis-yenlerle aynı festivallerde yer alıp birlikte projeler gerçekleştirdiler. Kısacası tek bir albümle bugüne kadar oldukça fazla yol katettiler. Şimdi ise biriktirdiklerini ceplerinden dökme zamanı... Gevende ikinci albümlerinden parçalarla Hayal Kahvesi’nde. Bilet Fiyatları: 28.50 TL

Buena Vista Social Club & Omara Portuondo

6 Aralık Salı 21:00Ora ArenaHayatı bir filmden farksız olan, sanat hayatına sayısız Grammy ve daha nice ödülü sığdıran, Latin müziğine adını altın harflerle yazdıran, eşsiz ses Omara Portuondo milyonlarca seyircisine yaşattığı ölümsüz anları bizlerle paylaşmaya geliyor. Bugüne kadar onlarca kez çıktığı dünya turneleri ile rekora koşan “Latin Diva” konserine yer bulunamayan sınırlı isimlerden biri olmakla meşhur... Oma-ra Portuondo’ya bu konserde eşlik eden ve turneyi ölümsüz kılan ise dünyanın dört bir tarafında konser vermiş, latin müziğini dünyaya sevdirmiş birden çok

kez Grammy ödülü kazanmış Buena Vista Social Club ola-cak.. Bilet Fiyatları:

132.00-85.00 TL

Bir Noel Hika-yesi

5 Aralık Pazartesi – 9 Aralık CumaKenter TiyatrosuSoğuk giderek çekilmez olmuştur. Ana caddenin köşesinde, eski gaz borula-rını onarmaya çalışan işçiler buldukları büyük bir kömür bidonunun içinde ateş yakarlar. Bunu gören zavallı fakirler, çoluk çocuk etrafında birikmiş, ısın-maya çalışırlar. Yalnızca dükkanlardan yayılan ışık hüzmeleri vitrinlerdeki Noel

süsü olarak asılan çam dallarının ara-sındaki çoban püskülü bitkisinin kırmı-zısına bürünüp gelip geçen soluk yüzlü bu insanların yüzlerini geçici olarak bir parça olsun renklendirmektedir. Bilet Fiyatları: 25.00 TL

Page 46: KUTU Dergi Sayı: 1

46

PortfolyoHer Fotoğrafın Bir Hikayesi Vardır

Işıl Aksoy

Page 47: KUTU Dergi Sayı: 1

47

Ben, her fotoğrafın bir hikayesi olması gerektiğine ina-nanlardanım; fakat her fotografin bir hikayesiyle birlikte, her fotog-rafçının da anlatacak bir şeyleri olmalıdır. 2007 yılında, Koç’un bir parçası olmamla birlikte hayatıma birçok yenilik girdi. Çeşitli kulüp ve organizasyonlarda aktif görev aldığım 2008-2009 sezonunun sonlarına doğru ise (okul içersindeki hayatım ziyadesiyle şenlikli geçerkene) bir anda fotoğraf topluluğunun sorumluğunu alma

görevine nail oldum. Sonrası mı? Fotoğraf Topluluğundan Kushot’ı, Kushot’tan da okulun en guzel ve keyifli kulüplerinden birini yarattık. Özellikle son 3 yıldır bir aile gibi çalıştığımız, gezdiğimiz, takıldığımız, Kushot’ın başkanlığını yapmak, bana ayrı bir keyif vermekte. Artık okuldaki son yılıma girmişken (ve hala sonsuz bir inatla 4 yılın nasıl geçtiğini anlayamamışken) fotoğraflarımın bir bölümünü KUTU der-

gisinde sizlerle paylaşıyor olmaktan dolayı çok mutluyum.

Benim fotoğraflarımın hikayesi mi? Bazen Lorima’daki Esra, bazen Melen’deki Osman Amca, bazen bir balık ekmek; fakat

her zaman çokça muhabbet.

Sevgiler,Işıl Ş. Aksoy

Kimya&Biyoloji Muh. /SeniorPortfolyo: sisila.dphoto.com

Web: www.ku-shot.com

Page 48: KUTU Dergi Sayı: 1

48

Page 49: KUTU Dergi Sayı: 1

49

Page 50: KUTU Dergi Sayı: 1

50

Page 51: KUTU Dergi Sayı: 1

51PORTFOLYO39

Tuğşad Karaduman

Page 52: KUTU Dergi Sayı: 1

52

AMuSING ANGrY ATHlETIC ATTrACTIvE BEAuTIFul BOrING BrAvE CArEFul CArElESS CHArMING ClEvErCONFIDENT CrAFTY CrA-zY CrEATIvE CruElCuTE DANGErOuS DEpENDABlE EASYGOING ENErGETIC ExCITING FAMOuSFOrGETFul FrIENDlY GOOD-lOOK-INGGrACEFul HAppY HElpFul HOrrIBlEHuMBlE HuMOrOuS INCONSIDErATEINTErESTING lIKABlE luCKY MIDDlE ClASS OlD OuTGOING OvErwEIGHTpOOr pOpulArprACTICAl rESpONSIBlE rICHrOMANTIC SAD SElFISHSKINNYSTINGYSuCCESSFulTAlKA-TIvETHINTOuCHYuGlYuNluCKYwEAlTHYYOuNG AMuSInG ANGrY ATHlETIC ATTrACTIvE BEAuTIFul BOrING BrAvE CArEFul CArE-lESS CHArMING ClEvErCONFIDENT CrAFTY CrAzY CrEATIvE Cru-ElCuTE DANGErOuS DEpENDABlE EASYGOING ENErGETIC ExCIING FAMOuSFOrGETFul FrIENDlY GOOD-lOOKINGGrACEFul HAppY HElpFul HOrrIBlEHuMBlE HuMOrOuS INCONSIDErATEINTEr-ESTING lIKABlE luCKY MIDDlE ClASS OlD OuTGING OvErwEIGHT-pOOr pOpulArprACTICAl rESpONSIBlE rICHrOMANTIC SAD SElFISHSKINNYSTINGYSuCCESSFulTAlKATIvETHINTOuCHYuGlY-uNluCKYwEAlTHYYOuNG AMuSING ANGrY ATHlETIC ATTrACTIvE BEAuTIFul BOrING BrAvE CArEFul CArElESS CHArMING ClEvEr-CONFIDENT CrAFTY CrAzY CrEATIvE CruElCuTE DANGErOuS DE-pENDABlE EASYGOING ENErGETIC ExCITING FAMOuSFOrGETFul FrIENDlY GOOD-lOOKINGGrACEFul HAppY HElpFul HOrrIBlE-HuMBlE HuMOrOuS INCONSIDErATEINTErESTING lIKABlE luCKY MIDDlE ClASS OlD OuTGOING OvErwEIGHTpOOr pOpulArprACTI-CAl rESpONSIBlE rICHrOMANTIC SAD SElFISHSKINNYSTINGYSuC-CESSFulTAlKATIvETHINTOuCHYuGlYuNluCKYwEAlTHYYOuNG AMuSInG ANGrY ATHlETIC ATTrACTIvE BEAuTIFul BOrING BrAvE CArEFul CArElESS CHArMING ClEvErCONFIDENT CrAFTY CrAzY CrEATIvE CruElCuTE DANGErOuS DEpENDABlE EASYGOING EN-