Top Banner
OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN! TANJEVİC . PIQUE . ABD YÜZME TAKIMI . BARSELONA . LAVILLENIE . BADİ EKREM . DI CANIO . ALPE D’HUEZ . 96’ EFES . KLOPP . WAWRINKA . MISTY COPELAND . MAHREZ . JENNIFER JONES . RAIKKONEN . LANCE ARMSTRONG . LLEYTON HEWITT . GINOLA SAYI #1 MART 2016
74

Rotasyon Dergi Sayı 1

Jul 26, 2016

Download

Documents

Rotasyon Dergi

Aylık Türkçe Ücretsiz Spor Dergisi Rotasyon 1. Sayı
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Rotasyon Dergi Sayı 1

OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN!

TANJEVİC . PIQUE . ABD YÜZME TAKIMI . BARSELONA . LAVILLENIE . BADİ EKREM . DI CANIO . ALPE D’HUEZ . 96’ EFES . KLOPP . WAWRINKA .

MISTY COPELAND . MAHREZ . JENNIFER JONES . RAIKKONEN . LANCE ARMSTRONG . LLEYTON HEWITT . GINOLA

SAYI #1MART 2016

Page 2: Rotasyon Dergi Sayı 1

2 / MART 2016

ROTASYON DERGİ EKİBİ

YAYIN YÖNETMENİANIL GÜLER

YAZI İŞLERİ SORUMLUSUÖMER İNCE

YAZI İŞLERİMUSTAFA ONUR GİRİŞKENMUSTAFA C. VEZİROĞLU

ALPER ÜNLÜ

YAZARLARALİ EMRE MAZLUMOĞLU

BURAK PAMUKCANAN VARANCİHAT GEMİCİDENİZ BALCI

DOĞA SAĞIROĞLUEGE KİMYONŞEN

EZGİ YAZICIOĞLUFURKAN KARASOYGÖKHAN N. BİLGİN

HÜSNA KÖŞGERMUSTAFA BERK BOZ

OĞUZHAN ŞAKARTOLGA TEMEL

TUNA MENEVŞE

GRAFİK TASARIMANIL GÜLER

İLETİŞİ[email protected]

40

4

12

58

İÇİNDEKİLER4. ÜLKE BASKETBOLUNDA TANJEVİCLİ YILLAR10.PİQUE’NİN İNGİLTERE STAJI12.KATİL BALİNA ABD YÜZME TAKIMI14.BARSELONA ŞEHRİ & BARSELONA KULÜBÜ20.RENAUD LAVİLLENİE’NİN LANETİ22.BADİ EKREM’İN ANLATTIKLARI24.CENTİLMEN FAŞİST Dİ CANIO30.HOLLANDA KÖŞESİNDE GİDON KIRMAK34.96’ KORAÇ KUPASI & EFES40.İKİ KLOPP46.MAĞLUP GALİP WAWRINKA48.SPORDA TABULARI YIKMAK50.MAHREZ HARİKALAR DİYARINDA54.KÖRLİNG ASLA SADECE KÖRLİNG DEĞİLDİR58.İLK KIVILCIMI RAIKKONEN YAKTI62.ÖLÜMÜ ARDINA ALMAK: DOPİNG66.COME ON HEWITT COME ON70.37 EKRAN TV’DE DAVID GINOLA

Page 3: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 3

Başarıyı sadece popülarite ve paraya endekslersek insanın

hayatta kazanabileceklerinin, ba-şarabileceklerinin bir sınırı yok. İnanan ve adanmış her kişi, her ekip başarıya ulaşabilir. Yalnız bu ‘başarı’ merdivenlerini bir bir tır-manırken çoğu zaman atlanan bir nokta var.

Bu tarz hedefler konup sonunda ulaşıldığında mutluluk da berabe-rinde gelir ancak dünyanın en yük-sek zirvesine bayrağınızı diktiğiniz anda da, Dünya Kupası’nı kaldırdı-ğınız anda da yaşadığınız mutluluk ‘an’dan öte gitmez. Daimi mutluluk diye bir şey olamaz önce bunu bir kenara yazalım. İlerleyen zamanda yavaş yavaş azalır ve bir müddet sonra ‘anı’ya dönüşür. Hayatınız-da başarıya ulaştığınız ve en mutlu olduğunuz ‘an’ı düşünün, aradan geçen günlerden, aylardan, yıllar-dan sonra aynı hissi aynı kuvvetle duyabiliyor musunuz?

Somut sonuçlar elde etmek önem-lidir evet ama hayatın anlamı bu bahsettiğimiz zahiri başarı kavra-mından ibaret olabilir mi? Sadece sonuç odaklı yaşamak, “her yol mubahtır” düşüncesini de berabe-rinde getirmez mi?

Başarı ve mutluluk ‘iyi’yi ‘güzel’i arama çabasıdır. Ölümün her an kapıyı çalabileceğinin ve bunun ötesinde ölüm kavramının bilin-cinde olanların dünyada kaldıkları

bu ‘kısacık’ süre içerisinde yegâne amaçları ‘yol’da olmaktır. İyiliğe ve güzelliğe uzanan bu yol nihaye-te ulaşmayı gerektirmez. Önemli olan her engele, her zorluğa rağ-men yolun sonundaki ışığı görüp, o ışığa ulaşacağının garantisi olma-sa da inatla ilerlemektir. Adettendir, kısaca biz kimiz ve Ro-tasyon nereden çıktı onu anlata-yım. Kadir Has Üniversitesi Spor İletişimi Programı’nın 2015-16 dö-nemindeki öğrencilerinden oluşan ekibimiz, boğazında nasırlı eller olan ve günden güne nefessiz kalan spor medyasına alternatif, en basit anlamıyla ‘iyi’nin ve ‘güzel’in peşin-de olan, okumanın ve öğrenmenin kıymetini bilen ve bilmeyenlere de hissettirmek isteyen yeni bir mecra yaratma peşindedir. Yıpranmışlar kenara gelmeli, taze enerji sahaya sürülmelidir. Yani Türk spor med-yasında rotasyon şart olmuştur.

Ne olur yani derbide çıkan kavga-ları konuşmasak, kaosa bodoslama dalmasak, yangına körükle gitme-sek de bilginin, spor kültürünün, sanatın güzelliklerinden bahset-sek? Yok olur gider miyiz? Açıkçası bu umursadığımız bir durum değil çünkü en azından denedik diyece-ğiz.

Bağış Erten tedrisatından geçmiş olmamız zaten uzun zamandır içi-mizde olan kıvılcımı büyüttü ve

besledi. Misyonumuz doğal olarak sizlere tanıdık gelebilir. Devamlı şi-kayet etmenin anlamsız olduğunu ve artık ‘yol’a koyulmanın vaktinin geldiğini düşündük. Eksiklerimiz, hatalarımız elbette olacaktır. So-nunda ışığa ulaşsak da ulaşamasak da ‘yol’da olmaktan ve çabalamak-tan her zaman keyif alacağız. Yanı-mızda bir sürü boş koltuklarımız var, bu yolculukta bizimle olursa-nız mutluluk duyarız.

Socrates Dergi ilk adımını atarken Avrupa’daki So Foot, 11 Freunde, 8by8, Panenka dergilerini işaret ederek “Batı’nın iyi yönlerini al-sak?” diye söze başlamıştı. Alterna-tiflerin olduğunu göstererek yeni bir heyecan dalgası yarattılar. Yı-kılmaz denen duvarlara karşı hala başarıyla savaşmaktalar. Bizler belki daha çaylak belki daha tec-rübesiziz. Belki Rotasyon Dergi’yi karıştırırken onlara öykündüğü-müz yerlere rastlayacaksınız ama zamanla edineceğimiz tecrübeler bizim de özgünlüğümüze açılan kapının anahtarı olacaktır.

Savaşmak zorundayız. Şartlar ne kadar zor olursa olsun mücadele göstermek. Okumanın, bilinçlen-menin faydasını ve keyfini yaşat-malıyız. O zaman biz de ilk adımı-mızı atalım:

“Okumayı seven defansa gelsin.” Ülke olarak çok ihtiyacımız var…

İLK ADIMANIL GÜLER

Page 4: Rotasyon Dergi Sayı 1

4 / MART 2016

RÜYA GİBİ UÇAN YILLAR

MUSTAFA BERK BOZ

Page 5: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 5

Page 6: Rotasyon Dergi Sayı 1

6 / MART 2016

8 Eylül 2003 tarihi sizler için sı-radan bir gün olmuş olabilir. Ama Türk basketbolu açısından hiç de öyle olmadı. Zira basketbolumu-zun efsane ismi Aydın Örs milli takımla son maçına çıktı ve koltu-ğunu Bogdan Tanjevic’e bıraktı. Ve evet meşhur klişe yine gün yüzüne çıkacak ve gelen gideni aratacak-tı…

Türk basketbolu ve altın jeneras-yon kelimeleri, basketbolla hemhal olan herkesi ‘1979 Jenerasyonu’ gerçeğine götürür. Başını Hidayet Türkoğlu, Kerem Tunçeri ve Meh-met Okur’un çektiği oyuncu gru-bu altyapıları kasıp kavuruyor, ileride kurulması muhtemel bir dominasyonu müjdeliyordu sanki. Bu muteber ekibin ilk büyük sına-vı ise Eurobasket 1999’da Fransa’da gerçekleşti. A takım formasını sır-tına ilk defa giyen gençler herkese ümit aşılıyordu. Milliler bu turnu-vayı Erman Kunter yönetiminde çeyrek final oynayarak tamamla-dı ve tünelin ucundaki ışık hafif-ten görünmeye başlamıştı. Hatta öyle ki çeyrek finaldeki rakibimiz Fransa’yı evinde devirmeye bir top mesafedeydik ki son topta çember bize evimize dönmemiz gerektiği-ni söylüyordu. Hikaye güzel başla-mıştı. Şimdi sıradaki hedef ev sahi-bi olacağımız Eurobasket 2001’di. Antrenörümüz Erman Kunter’in genç oyunculara olan güveni ve ta-

kımın hücum çeşitliliğini günden güne arttırması spor basınında övgü topluyordu.

‘’Böyle ayrılık olmaz’’

Erman Kunter ve ekibine övgü say-haları sürerken 2000 yılında şok bir gelişme yaşandı ve Erman Kunter federasyon tarafından görevinden alındı. Yerine ise Efes ekolünün temsilcisi Aydın Örs getirildi. Bu değişim yalnızca bir antrenör de-ğişimi olarak görülemezdi. Örs’ün göreve getirilişi bir projenin yarıda kesilip, anlık bir başarının peşinde koşulması olarak da nitelendirile-bilirdi. Nitekim sonra yaşanacak şampiyonalarda bu durum tescil-lenecekti. Aydın Örs yönetimin-deki milli takımımız Eurobasket 2001’de birbirinden epik maçlar sonucu Avrupa ikincisi oldu. Bu sonuç o zamana kadar elde edilmiş en büyük başarıydı. Basında fede-rasyona ve teknik ekibe övgüler düzülüyordu. Birkaç kalem hariç, kimse takımın oynadığı durağan oyundan bahsetmiyor başarı gözü-müzü adeta kör ediyordu.

Millilerin Avrupa ikinciliğini al-ması, aynı zamanda bir ilkin de kapılarını aralıyordu. Takım ta-rihinde ilk defa Dünya Kupasına katılacaktı. Sıradaki hedef 2002 Indianapolis’ti. Ancak işler burada İstanbul’da olduğu kadar iyi git-medi. Türkiye bu kupada yalnızca Angola ve Lübnan’ı yendi ve tur-nuvadan elendi. Bununla birlikte İspanya ve Yugoslavya maçlarının

farklı kaybedilişi de soru işaretle-rinin artmasına yol açmıştı. Yoksa biz Avrupa’nın en iyi 2 takımından biri değil miydik?

2002’nin moral bozukluğunu at-mak için önümüzde bir fırsat var-dı. Eurobasket 2003’e son finalist unvanıyla katılacaktık ve geçen yılın bir kaza olduğunu dosta düş-mana gösterecektik. Aslında tur-nuvaya iyi de başlamıştık. Ukrayna ve Hırvatistan galibiyetleri bizi 2. tura çıkarmaya yetmişti. 2. turda rakip Sırbistan&Karadağ’dı. 8 Eylül 2003 günü karşılaşacağımız raki-bimize üstünlük sağlamaya belki de ilk kez bu kadar yakındık. Zira rakibimiz turnuvaya, Stojakovic başta olmak üzere birçok oyuncu-sundan yoksun katılmıştı. Ancak Yugoslavlar’a karşı olan makus ta-lihimizi bir kez daha yenemedik ve turnuvaya bu turda veda ettik. Bu kupada da ilk 8 dışında kalmıştık. Soruların tonu sertleşiyor ve adedi artıyordu. Mızrak artık çuvala sığ-mıyordu. Bir türlü geliştirilemeyen oyun sistemi, başarılamayan takım uyumu başarının önündeki en bü-yük engeller olarak görülüyordu. Eurobasket 2003 sonrası basket-bol kamuoyunda takıma sınıf at-latacak, takımı gerçek ve gösterişli bir kimliğe büründürecek yeni bir isim aranıyordu. Takımın koçu Aydın Örs de bu eleştirilere kulak verdi ve turnuva sonrası görevini bıraktı.

Basketbol Federasyonu takıma sı-nıf atlatacak bir isim peşinde koşu-yordu. Arayış uzun sürmedi ve ta-kımın başına ‘Yugoslav ekolü’nün temsilcilerinden Bogdan Tanjevic

“...biz takıma antrenör arıyorduk. Arayışımız ise uzun sürmedi. Federasyon takıma yeni bir heyecan katacak ismi açıkladı: Bogdan Tanjevic!”

2012

Page 7: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 7

getirildi. Artık ne yaptığımızı bi-lerek oynayacaktık ve belki de kim bilir bir ‘ekolümüz’ bile olacaktı. Bu yapılanmanın ilk test sürüşü ise Eurobasket 2005 Belgrad’da yapıla-caktı.

Tanjevic bildiğini ‘Okur’

Eurobasket 2005’e korkunç bir gi-riş yaptı milliler. As kadrosunun yarısını şampiyonaya getirmeyen Litvanya’dan yenen fark moralle-ri bozmuştu. Bulgaristan maçının uzatmada güç bela kazanılması, Tanjevic’in henüz takıma sihirli bir dokunuş yapmadığının bir gös-tergesiydi. Turnuvanın 2. turunda ise rakip Nowitzki’li Almanya’ydı. Nowitzki’nin yıldızlaştığı maçla birlikte bir madalya umudu daha suya düşüyordu. Bu turnuva son-rası kamuoyunda alınan sonuçlar-dan çok, takımda yaşanan ego sa-vaşları gündemi meşgul ediyordu. Bulgaristan maçı sonrası soyunma odasında yaşanan kavga gün yüzü-ne çıkıyor, yıldız(!) ışıltıları bir bir sönüyordu. Bu turnuva sonrası ya-şanan olayların ve kaosun faturası ise Mirsad Türkcan’a çıkıyordu. Milli oyuncu, Belgrad sonrası milli formayı bir daha giyemeyecekti.

Bogdan Tanjevic’in göreve getiril-diği yıl, basketbolumuz için önem-li bir gelişme yaşanmıştı. FIBA Genel Kurulu, 2010 Dünya Bas-ketbol Şampiyonasının Türkiye’de düzenleneceğini açıkladı. Bu aynı zamanda federasyonun bu şampi-yona için takım ve sponsorluklarla alakalı fikirler üreteceği anlamını taşıyordu. Bu projenin takım ve teknik ayağını ise Bogdan Tanjevic

üstleniyordu. Tanjevic’e göre daha şimdiden 2010’un takımı kurulma-lı ve bütün organizasyon 5 yıl için planlanmalıydı. Bu fikrin sacayağı-nı ise 78-79 ve 86-87 jenerasyonu oluşturuyordu. Öyle ki kurulacak olan bu yapı ile takım Avrupa bas-ketbolunu domine edecek ve her turnuvada kürsüde yer alacaktı. Ancak işler pek de Tanjevic’in di-lediği gibi gitmeyecekti.

‘Plan ve proje’ döneminin belki de ilk denemesi, 2006 Dünya Basket-bol Şampiyonası’nda yapılacaktı. Aslında Türkiye, bu turnuvaya ka-tılma hakkı kazanamamıştı. Ancak FIBA, Türkiye’nin bir sonraki ev sahibi olacağını bildiğinden, Tür-kiye’yi bu turnuvanın dışına itmedi ve özel bir davetiyeyle şampiyona kapsamına aldı. Bu turnuva öncesi takımda yaşananlarsa, yine sporun önüne geçiyor, saha dışına odak-lanmamızı gerektiriyordu. Takı-mın yıldız iki ismi Mehmet Okur ve Hidayet Türkoğlu, NBA sezon-larını yoğun geçirdiklerini söyleye-rek takımdan aflarını istiyordu. Bu o zamana değin Türk basketbolun-da pek de rastlanan bir durum de-ğildi. Basketbol kamuoyu, ikilinin takımı yalnız bıraktığından, takı-ma liderlik etmeleri gerektiği hal-de milli görevden kaçtıklarından yakınıyordu. Tüm bu yaşananların ardından Tanjevic, takımı İbrahim Kutluay ve Kaya Peker’in ‘abi’li-ğinde turnuvaya götürüyordu. Ve belki de ilk kez takım adına bir ışık beliriyordu. Turnuva sonunda genç oyuncularla bezeli olan Türkiye, şampiyonayı Dünya 6.sı olarak ta-mamlıyor ve beklentilerin ötesine geçiyordu. Bu başarı, kamuoyun-

da Tanjevic’e mal ediliyor gençle-re olan güveninin ödülünü aldığı vurgulanıyordu. Ancak yalnızca bir turnuva oynanmıştı ve planın devamlılığının ne olacağı hala bir soru işaretiydi. Tanjevic’in elde ettiği bu başarı, onu aynı zaman-da bir açmaza da sürüklüyordu. Çünkü NBA oyuncularımız olma-dan ne yapacaktık? Yoksa onların biletini kesip, tamamen gençlere mi şans verecektik? Bu soruların yanıtını çok geçmeden bir sonraki turnuva olan EuroBasket 2007’de Madrid’de alacaktık.

2007 turnuvası öncesi Mehmet ve Hidayet, takıma yeniden katılmak istediklerini açıkladı ve Tanjevic, onlara vizeyi verdi. Madrid’de NBA yıldızlarımızla(!) var olacaktık. Ancak işler, 2005’ten farklı gitme-di. Turnuvayı yalnızca Çek Cum-huriyeti galibiyetiyle tamamladık ve hayal kırıklığı hanemize bir artı daha yazıldı. Bu çöküş sonrası ise fatura yine oyunculara çıkmıştı. Tanjevic’in hışmına uğrayan isim bu kez Mehmet Okur’du. NBA’de All Star seçildiği sezonun ardından milli takımdan aforoz edilen Meh-met’e, milli takım kapıları bir daha açılmamak üzere kapanıyordu. Her turnuva bir günah keçisi ya-ratıyordu ancak eleştiriler yalnızca oyuncu bazlı kalıyor, teknik kadro

“...biz takıma antrenör arıyorduk. Arayışımız ise uzun sürmedi. Federasyon takıma yeni bir heyecan katacak ismi açıkladı: Bogdan Tanjevic!”

Page 8: Rotasyon Dergi Sayı 1

8 / MART 2016

görevine devam ediyordu. 2007 turnuvasına yaşlı bulunduğu ge-rekçesiyle dahil edilmeyen Kerem Tunçeri, o yıl Real Madrid’le Euro-cup’ı kazanıyor, rüştünü Avrupa’da ispat ediyordu. Bu gibi kararlar da başta Tanjevic’in hakkaniyetinin sorgulanmasına yol açıyordu.

‘Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan…’

Tanjevic döneminin başarısızlık-ları, federasyonun ona güvenini kırmıyordu. Aksine başta federas-yon başkanı olmak üzere tüm ekip, koçun arkasında olduklarını ve onunla daha elde edilecek başarı-lar olduğunu vurguluyordu. Takım 2008 Olimpiyatları’nı televizyon-dan izlemekle yetindi. Sırada İs-tanbul 2010 öncesi son prova olan Eurobasket 2009 vardı. Takım bu-rada Hidayet’in liderliği ile müca-dele verecekti. Tabii bu turnuva ön-

cesi kamuoyunda artan eleştirilere kulak veren Tanjevic, 2007’de yaşlı bulduğu Kerem Tunçeri’yi kadroya alıyor ve ilk 5’in değişilmezi yapı-yordu. Türkiye, şampiyonaya 5’te 5 yaparak başladı. Çeyrek Final’de rakip Yunanistan’dı. Milliler, ra-kibine uzatmada boyun eğiyor ve Türkiye’nin yolunu tutuyordu. Ma-dalya belki kaçmıştı, ancak ilk kez takım sahada rakiplerine kolay tes-lim olmuyor, rollerini belirgin bir şekilde yansıtabiliyordu. Öyle ki bu turnuvada gelen İspanya ve Sır-bistan galibiyetleri, 2010 için ümit ışığını çoktan yakmıştı bile.

2010’a az bir zaman kala, Tanje-vic’in rahatsızlığı nedeniyle ke-moterapi görmesi belirsizliklere yol açmıştı. Takımın başında olup olmayacağı tartışmalarını Tanje-vic’in kendisi bitirdi ve takımdaki yerini aldı. Takım kendi evindeki turnuvada, 2009’da oynayıp alama

dığı sonuçları almaya başladı. Rus-ya, Yunanistan, Fransa ve Sırbistan gibi takımlar geçildi ve finale ge-lindi. Rakip Durant’ın sürüklediği ABD’ydi. Finali kaybettik ve kupa-yı Dünya 2.si olarak tamamladık. Gümüş madalyayı boynumuza takmıştık artık. Basının manşet-lerini ise 3 isim süslüyordu. Bog-dan Tanjevic, Turgay Demirel ve kaptan Hidayet Türkoğlu. Basının önemli kalemleri de bu övgü fır-tınasındaki yerlerini doğal olarak alıyordu. Ancak, turnuvaya katılan takımların(ABD dahil) hiçbirinin tam kadroyla gelmediğine değinen yazılara rastlamak pek mümkün değildi. Yarı finaldeki Sırbistan maçında yaşanan hakem kararları da çoktan unutulmuştu bile.‘Ben sende tutuklu kaldım’ 2010 sonrası rahatsızlığının etkile-rini tam olarak atamayan Tanjevic, görevini yardımcısı Orhun Ene’ye

Page 9: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 9

“Federasyon kararını sonunda vermişti. Arayışların sonunda takımın başına… Evet, sürpriz bir isim...

Vazgeçemediğimiz sevdamız Bogdan Tanjevic!”

2013

devretti. Dünya 2.’sinin sıradaki hedefi Eurobasket 2011 olacaktı. Burada takım ilk 6’ya girerse olim-piyat oyunlarına katılmaya hak kazanacaktı. Turnuvaya Portekiz ve İngiltere’yi yenerek başladık. Bu maçları Litvanya ve Polonya ye-nilgileri takip etti. Elenmenin eşi-ğindeyken gelen İspanya galibiyeti bizi umutlandırıyordu. Üst turda rakipler Fransa, Almanya ve Sırbis-tan’dı. Ancak bu yıl takımlarda ufak bir fark vardı. Rakipler bu kez daha ciddi kadrolarla turnuvaya gelmiş-ti. Bu 3 maçta galibiyet alamadık ve turnuvayı Avrupa 11.’si olarak tamamladık. Bir yıl önce dünya 2.si olan takım ne hikmetse ülke dışına çıktığında yine kupanın uzağın-da kalmıştı. Takke yine düşmüştü. Büyük(!) jenerasyonumuzla domi-nasyon hayali kurduğumuz yıllara, yalnızca 2 madalya sığdırabilmiş-tik. O madalyalarda misak-ı milli sınırları içinde gelmişti. 2011’in faturası ise bu kez oyunculara de-ğil, koça çıkmıştı. Tanjevic ile gelen hayal kırıklıklarını sineye çeken fe-derasyon, genç Ene’ye acımadı ve görevine son verildi.

Dünya kamuoyu 2012 Olimpiyat-ları’na odaklanmışken, biz takıma antrenör arıyorduk. Arayışımız ise uzun sürmedi. Federasyon, takı-ma yeni bir heyecan katacak ismi açıkladı: Bogdan Tanjevic! Açık-lamada Tanjevic’in, yalnızca 2012 Eurobasket elemelerinde takımın başında yer alacağı söyleniyordu. 2012 eleme grubumuzu rahat geç-tik. Zira rakiplerin hepsi B klasman

takımlardan oluşuyordu. Görev tamamlanmıştı. Eurobasket 2013 biletini almıştık. Sırada 2013’te ta-kıma kimin liderlik edeceğini ara-mak vardı. Federasyon işe hemen koyuldu. Basında Ettore Messina, Zeljko Obradovic, Ergin Ataman gibi isimler anılıyordu. Arayış bu defa uzun sürmüştü. Öyle ki şam-piyonaya 2 ay kala takımın hala bir antrenörü yoktu. Federasyon kara-rını sonunda vermişti. Arayışların sonunda takımın başına… Evet, sürpriz bir isim getirilmişti. Vaz-geçemediğimiz sevdamız Bogdan Tanjevic.

2013’e adı doping skandalına karı-şan Hidayet’in liderliğinde gittik. Bu turnuvada olacaklar aslında daha ilk maçtan belli olmuştu. Mil-li takım, ilk maçında Finlandiya’ya yalnızca 55(!) sayı atarak yenili-yordu. Dünya 2.si iplere yaslanmış bir boksörü andırıyordu. Turnu-vanın geriye kalan bölümünde ise yalnızca İsveç’i yendik ve elendik. Turnuvayı 24 takım arasında 20.(!) tamamlamıştık. Foyamız ne zaman Edirne’nin ötesine gitsek meydana çıkıyordu. Pek tabii bu rezaleti si-neye çekmek kolay olmadı ve milli takımda Bogdan Tanjevic ve Hida-yet Türkoğlu dönemi kapandı.

‘Yeni Yüzler ve Yeni Umutlar’

TBF, 2014 yılına geldiğimizde milli takım için Zeljko Obradovic’i isti-yordu. Ancak Fenerbahçe ve Ob-radovic cephesinin olumsuz tavrı sonrası rota değişmek durumun-

daydı. Takımın başına Ergin Ata-man getirildi. Ataman ile birlikte katıldığımız FIBA 2014’te çeyrek final oynadık. Hemen akabinde bizi Eurobasket 2015 bekliyordu. Bu turnuva aynı zamanda bir de-ğişimin ilk habercisiydi. Büyük umutlar beklediğimiz ve alt yaş ka-tegorilerinde başarılar kazanan 94-95 jenerasyonu ilk kez sahne aldı. Türkiye, burada genel olarak iyi bir sınav verdiyse de güçlü Fransa’ya takıldı ve ilk 8 dışında kaldı.

Ataman’ın göreve gelişi, yapılma-sı zorunlu olan bir değişikliğin ilk basamağıydı. 78-79 jenerasyonu misyonunu tamamlamıştı ve artık devrim kaçınılmazdı. 78-79 jene-rasyonu yalnızca 2 defa kürsüye çıkabilmişti. Dominasyon bir ke-nara, takımın yurt dışında esamesi bile okunmamıştı. Yapılan kritik hatalar, yanlışta ısrar pahalıya mal olmuştu. Umalım ki yeni gelen gençler ağabeylerinin hatalarına düşmesin ve kürsünün gediklisi olsun. Önümüzde ise Eurobasket 2017 var. Bu turnuva da tıpkı 2001 ve 2010 gibi ülkemizde düzenle-necek. 2017’de gelmesi muhtemel madalya kadar, bu başarıyı yönet-mek ve devam ettirebilmek de ol-dukça önemli olacak.

Page 10: Rotasyon Dergi Sayı 1

10 / MART 2016

Page 11: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 11

İNGİLTERE STAJIALPER ÜNLÜ

Büyükbabası Armando Berna-beu kulübün asbaşkanıydı ve

A takımın o dönemki hocasına şunu söyledi: “Bu benim torunum ve ileride Barcelona forması giye-cek.” Ancak takımın hocası, kar-şısında gördüğü 13 yaşındaki de-likanlıyı ittirdi ve bu müdahaleyle kendini yerde bulan yıldız adayına dedi ki: “Savunmacı olabilmek için fazla cılızsın!”

Aradan geçen yılların ardından bu cılız stoper, oynadığı takım-larda tam dört kez Şampiyonlar Ligi Kupası’nı kaldırmayı başardı. 93 şampiyonu olarak Marsilya’yı da hesaba kattığımızda, Gerard Pique; Marcel Desailly, Paulo Sou-sa ve Samuel Eto’o’yla birlikte Şam-piyonlar Ligi’ni iki sene üst üste farklı takımlarda kazanan dört fut-bolcudan biri. Bugünkü başarısın-da, kendisine bu sözleri söyleyen Louis Van Gaal’in önemli katkıla-rı olduğundan bahsediyor. Başa-rısının arkasındaki asıl etken ise İngiltere’de geçirdiği yıllar içinde cılızlıktan kurtulması ve modern futbolun stoperlere yüklediği yeni roller.

Birçok otorite Pique’nin İngiltere

macerasını yaşamadığı takdirde bu denli başarılı bir defans oyun-cusu olamayacağı görüşünde. Sir Alex Ferguson, onu genç yaşta keş-fetti. İspanya’daki kurallar gereği Barcelona’da profesyonel sözleşme imzalamasına olanak yoktu ve Fer-gie’nin United’ı bu fırsatı kaçırma-dı. Kırmızı Şeytanlar 17 yaşındaki Gerard için 5.25 milyon Euro’yu gözden çıkarmak durumunda kaldı. İlk iki sezonunda Ferguson onun güç antrenmanlarına yoğun-laşmasını daha uygun buldu. Genç Pique, ilk senesinde Ferdinand, O’Shea, Heinze, Silvestre gibi isim-lerden formayı kapamadı. İkinci senesinde ise Vidic’in transferi, re-kabetin dozunu iyice arttırdı.

“Vidic beş, Ferdinand ise dokuz yaş büyüktü benden, onlar döne-min en iyi defans oyuncularıydı ve hiçbir zaman kötü maç çıkarmadı-lar.” Fakat gelecek yıllarda Pique’yi en az onlar kadar başarılı kılacak özelliği onlar kadar agresif savun-ma yapması değil, tiki-taka için aranan kaftan olmasını sağlayan oyun kurma kabiliyetiydi.

Bilindiği üzere Ferguson’ın trans-fer politikası sadece günü kurtar-

mayı amaçlamaz; yıllar sonrasının iskeletini de kurmak üzerinedir. Bu nedenle 06/07 sezonunda Pique’yi maç tecrübesi kazanması için kira-lık göndermek niyetindedir. Zara-goza tecrübesinden döndüğünde yeniden kulübe koltuklarının vaz-geçilmez siması oldu. Buna rağ-men küsmedi, Ferguson’dan ikinci babam diye bahsetti. Oynamaya başlayacağı zaman gittikçe yaklaş-masına rağmen, 2008 dublesinin ardından Barcelona’ya dönüş izni de babasının paha biçilmez bir ar-mağanıydı.

“United’da çok şey öğrendim. Genç yaşımda Scholes, Ronaldo, Rooney, van Nistelrooy ve Giggs’le oda arkadaşı olmak benim için muazzam bir deneyimdi… Tekrar burada olabileceğimi düşünmü-yordum, döndüğüm için çok mut-luyum. Manchester United harika bir kulüp, orada harika başarılar elde ettim. Bu başarıları süperstar-larla aynı takımda olduğum için elde ettim ve Barça’da devamının gelmesi için çalışacağım.” Bu söz-leri söyledikten yıllar sonra ken-disinin ne kadar ciddi olduğunu daha iyi anlamış bulunuyoruz...

Page 12: Rotasyon Dergi Sayı 1

12 / MART 2016

KATİL BALİNADENİZ BALCI

Page 13: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 13

Yüzme tarihine bir okyanus ola-rak bakarsak, Birleşik Devlet-

ler bu okyanusun katil balinasıdır. Bu katil balinalar tek başlarına bile yeterince ölümcül olmalarına rağ-men, ailecek bir arada ve sistema-tik yaşayıp avlanarak tehlikeyi kat be kat artırırlar. 2008 Pekin’de Bir-leşik Devletler yüzme yarışlarında 12’si altın olmak üzere toplamda 31 madalya ile zirvede yer alıyor-du. Birleşik Devletler için alışıl-mış bir derece ama aynı zamanda poliüretan mayoların kullanıldığı son Olimpiyat oyunlarıydı. Birle-şik Devletler takımının mayoları

NASA ile ortak bir çalışma ile ya-pılmıştı. Kazanılan her yarış dünya rekoruyla beraber geliyordu. Aile-nin her bir üyesi diğerlerinin yar-dımı olmadan yine de altın madal-yalar elde edilebilir ama bu kadar dünya rekoru kırılamayabilirdi.

ABD kimi zaman teknolojiyle, kimi zaman antrenman teknikle-rini geliştirmesiyle, kimi zaman da lobi faaliyetleriyle kendini gös-terdi. Katil balinamız bu sayede kusursuz bir katile dönüştü. Öyle bir katil ki olimpiyat tarihi boyun-ca Birleşik Devletler erkek karışık bayrak takımı girdiği hiçbir yarışı kaybetmedi. Dünya şampiyona-larında Ryan Lochte kısa kulvar, uzun kulvar fark etmeden madal-yalara ambargo koydu. 1972 Olim-piyat oyunlarında Mark Spitz 7 al-tın madalya ile bir olimpiyatta en çok altın madalya kazanan sporcu oldu. Michael Phelps 2008 Olimpi-yat Oyunları’nda 8 altın madalya ile Spitz’i tarihe gömdü. Zaman de-ğişti, yer değişti, organizasyon de-ğişti katil balinamız hiçbir zaman değişmedi.

2003 yılında yüzmede dünyanın iki devi Birleşik Devletler ve Avust-ralya ‘’Duel in the Pool’’ adında 2 ülkenin yüzme yıldızlarının katıl-dığı, rekabeti artırıp yüzmeyi geliş-tirmeyi amaçladıkları, 2 yıl arayla düzenlenecek olan bir organizas-yona başladı. Birleşik Devletler 2003 yılında 196-74, 2005 yılında 190-102, 2007 yılında 181-130 ka-zanarak rekabeti domine etti. Bu yenilmezlik katil balinamızı yeni arayışlara itti. 2009 yılında Avust-ralya yerini Avrupa yıldızlar top-luluğuna bıraktı. 2009 ve 2011’de sürpriz olmadı, Birleşik Devlet-ler’in ezici üstünlüğü ile geçildi. 2013 yılında yarışlar sonunda ta-kımlar aynı puanda berabere kal-dı. Katil balinamız uçsuz bucaksız okyanusta sonunda dişine göre bir

rakip bulabilmişti. Eşitliği bozmak için 4X50 karışık bayrak takımları havuza girdi. Birleşik Devletler 0.2 saniye fark ile kazandı. 2015’te bu rekabetin tek seferlik olduğu gö-rüldü ve Birleşik Devletler ‘’Duel in the Pool’’ organizasyonunu 155-107’lik skorla alıştığımız haline geri getirdi.

Olimpiyatların çıkış amacı ülkeler arası kültür alışverişi ve dostluk olmasına rağmen, siyaset kan dök-meden ve herkesin ahlaki bulduğu güzel bir cephe kazanmış oldu. İn-sanları onurlandırmak için veri-len madalyalarda balistik füzeler-den daha tesirli hale geldi. Pekin’i fethetmek için 100 milyon asker, yüzlerce uçak, binlerce gemi gere-kebilirdi ama katil balinamız bunu 2008’de 1 kişi ile yaptı. Michael Phelps Birleşik Devletler bayrağını Pekin’e Iwo Jima anıtına nazire ya-parcasına dikti.

Sonrasında yapabileceğim her şeyi yaptım amacım kalmadı diyerek emekliliğe ayrıldı. Siyaset için bu yeterli miydi? Kesinlikle değil-di. Yaşayan rakipler kadar, artık yaşamayan ama rekorları elinde bulunduran rakipler vardı. Sov-yet jimnastikçi Larisa Latynina 18 madalya ile olimpiyat oyunla-rında en fazla madalya kazanan sporcuydu. Birleşik Devletler’in, Sovyetler Birliği’nin -Ronald Re-agan’ın deyimiyle Şeytan İmpara-torluğu- olimpiyat oyunlarındaki önemli bir rekorunu kırma şansı vardı. Katil balinaların en kusursu-zu, en yeteneklisi, en soğukkanlısı hayalet düşman için ikna edilip yeniden okyanusa sokuldu. Lond-ra 2012 sonrası 22 madalya ile en fazla olimpiyat madalyası kazanan sporcu ‘’Birleşik Devletler’den’’ Mi-chael Phelps oldu. Böylece Birleşik Devletler 1991 yılında yıkılan Şey-tan İmparatorluğu’nun bir kısmını daha tarihe gömdü...

Page 14: Rotasyon Dergi Sayı 1

14 / MART 2016

B A R S E L O N A

Page 15: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 15

B A R S E L O N A

Page 16: Rotasyon Dergi Sayı 1

16 / MART 2016

KARDEŞ REKABETİ/DAYANIŞMASIBURAK PAMUK

Barselona deyince insanların aklına ilk ne gelir? Sanatın ve

kültürün kaldırım taşlarına bile işlediği, mutlu ve rahat insanların yaşadığı, otobüs koltuklarındaki minder deseninin bile bir tasarım sürecinden geçtiği, cetvelle çizil-mişçesine düzgün ve kendine has şekliyle Eixample’nin geniş cad-deleriyle boylu boyunca uzandığı, büyük usta Gaudi’nin her köşe ba-şına attığı imzayla, bisikletinin pe-dallarını çok fazla çevirmeye gerek duymadan Akdeniz’le kucaklaş-manın vermiş olduğu sevincin sizi bambaşka bir dünyaya götürdüğü o şehir mi? Bir çırpıda insanın ak-lına bunlar gelebilir.

Peki Barselona futbol kulübü; tari-hi boyunca güzel futbol oynamayı ilke edinmiş, birbirinden büyük futbol sanatçılarıyla dünya çapın-da milyonlara futbolu sevdirmiş, formasını kutsal sayarak futboldan ve kulüpten daha fazlası olduğunu insanlara benimsetmiş, bir şehrin bir milletin umudu olmuş, insanla-rı zor anlarında bir araya getirebil-miş, tarihin en zorlu dönemlerinde diktatörlere karşı durmuş olan bu takım, şehrin bir ürünü mü yoksa şehri öne çıkaran bir marka mı? Aslında bu iki sanatsal değer birbi-ri içerisine geçmiş biri olmadan di-ğerinin olması mümkün olmayan iki güç. Bir yanda sanata, kültüre, ekonomiye, turizme ve insanlığa değerler yetiştirdiği gibi spora da büyük değerler kazandıran bir şe-hir Barselona. Öbür tarafta ise in-sanların düşüncelerine göre “bir şehirden daha fazlası” olan kenti-nin kabuklarını çoktan kırmış, en-düstriyel futbola malzeme olmuş veya bunu avantaja çevirerek çok iyi derecede kullanan, Kubala’nın, Cruyff ’un, Maradona’nın takımı Barça. Bu yazıda bu iki olgunun birbiriyle olan rekabetini ele alır-ken aslında bu ikilinin bir çekiş-meyi mi yoksa ayrılmaz bir bütü-

“BİR KULÜPTEN DAHA FAZLASI”

Page 17: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 17

KARDEŞ REKABETİ/DAYANIŞMASIBURAK PAMUK

nün parçalarını mı temsil ettiğini keşfetmeye çalışacağız.

Barselona, Katalunya’nın başken-ti olarak Katalanlar’ın göz bebeği olmuştur. İspanya’nın da en bü-yük değerlerinden birisidir. Her zaman, özellikle diktatör Franco döneminde İspanya iç savaşın-da zulüm gören binlerce Katalan ardından gelen Katalancanın ve bayraklarının yasaklarıyla birlik-te Plaça Sant Felip Neri’de kurşu-na dizilen insanların haklarını bir sporla bütünleşerek arama yoluna gitmişler. Les Corts’ u bir mabe-de çevirip dillerini burada rahatça konuşmuşlar, isyanlarını tribünde dile getirmişler. İşte bu noktada aslında şehrin insanıyla takım ara-sında oluşan görünmez ama sağ-lam bağlar kurulmuş. Bu tarihten sonra takım da kendini görmez-den gelinen halkının temsilcisi olarak görmüş, formasına reklam almayarak bu kutsallığı 100 yılı aş-kın süre bozmamış. Günümüzde Katalunya, İspanya’nın 17 özerk bölgesinden birisi. Kendi kaderle-rini belirleyebilen, kendi dillerini konuşabilen ve haklarını kazanmış bir halk. Geçmişten gelen ve yakın zamanda yaşanılan ekonomik kriz sebebiyle eski düşüncelerini özel-likle Şampiyonlar Ligi maçlarında açtıkları “Catalonia is not Spain” pankartı ve bunun benzeri olarak sokaklarda duvar yazılarında “Hey tourist! Catalonia is not Spain” fikriyle bildirirler. Aradaki bağın tarihi ve sosyolojisi bu kadar be-lirginken bütün şehrin bu takımı desteklemesi de olağan bir durum.

Barselona’nın tarih kokan art nou-veau binalarla süslü sokakların-da dolaşırken yılın her anında iki bayrak bu süslü sokaklara eşlik eder. Katalunya bayrağı; Estelada ve Barça bayrağı. Arkadaşım Marc, şehrin bu bağlılığı konusunda her

“BİR KULÜPTEN DAHA FAZLASI”

Page 18: Rotasyon Dergi Sayı 1

18 / MART 2016

zaman gurur duyduğunu belirtir. Şehirdeki hemen her esnafın dük-kânında Barça flaması, posteri ve atkısı duvardaki yerini alır. İnsan-lar El Clasico zamanı şehrin so-kaklarını her zaman yakındıkları turistlere bırakırlar ve şimdi sadece turistler tarafından sarılmış Plaça Catalunya şampiyonluk zaman-larında yerini gerçek sahiplerine bırakır ve coşku şehrin kalbinden damarlarına kadar yayılır.

Cule’ler veya Katalanlar takımını o kadar yürekten bir bağlılıkla se-verler ki Camp Nou tribünlerinin en yukarılarında yerinizi almak için çıktığınız yüzlerce basamağın ardından nefes almakta zorlandığı-nız anlarda sizi orada çoktan yerini almış güler yüzlü bir Katalan teyze karşılar. Saçları beyazlamış, yüzü-ne yıllarla birlikte gelen tecrübenin oluşturduğu kırışıklar düşmüştür fakat o kendi sesini dünyaya du-yuran Barça’yı desteklemek için Camp Nou tribünündeki yerini alıp takımını destekler. Barselona tribününe her zaman yapılan en büyük eleştiri coşkudan uzak, ses-siz ve sakin “turist” seyircilerdir. Bunu arkadaşlarıma danıştığım-da aslında takımın lig maçlarında değil Şampiyonlar Ligi’nde destek-lendiğini onlar için önemli olanın bu olduğunu belirtirler. Çünkü Franco zamanından kalma gele-nekle devam eden İspanya liginde-ki haksızlıklardan bıkmışlar ve bu-rayı kendilerini tüm dünyaya ifade edebilecekleri bir platform olarak görüyorlar. Bununla birlikte Barse-lona sakinlerinin ”Biz güzel futbol izlemeye geliyoruz, tiyatroda kim-seyi bağırırken görmezsiniz” görü-şünü savunanlar da azınlıkta değil. Tribünlerin turistler tarafından ele geçirilmesi de şehirle yaşadıkları ortak kaderin cilvelerinden sadece biri.

“Mes que un club”… Çoğu kulüp-

te böyle bir mottoya rastlanmaz. Futbolun endüstriyelleşmesinden sonra Barça’nın “bir kulüpten daha fazlası” olduğunu bir kez daha ka-nıtlayıp, bir kulüpten çok küresel bir şirket havasında olduğu dü-şünülebilir. Artık kutsal formada Qatar Airways reklamı var. Şehrin diğer takımı Espanyol’un da dikka-tini çeken bu nokta “Qatar is not Catalonia” pankartının da sebebi. Kulüp de artık sadece Katalanlara ait değil; tıpkı şehir gibi.Bu takımın gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu kuşkusuz ki Messi. (Ma-radona’nın da Barça forması giy-diği göz önüne alınırsa çok fazla sorulan o soruya da cevap olabilir.) Messi’nin belki de eleştirildiği tek nokta olan Katalanca bilmemesi zaman zaman La Masia’dan gelen futbolu hacklemiş olan Arjantin-li’nin karşısına çıkıyor. İnsanların takımını benimsemesine bir başka örnek olarak bunu da sunabiliriz.

Barselona Futbol Kulübü dünya futboluna La Masia’dan çıkan bir-çok futbol sanatkârını armağan etmiştir: Guardiola, Xavi, İniesta ve son olarak çoğu kişinin bu dün-yadan olduğuna inanmadığı Lio-nel Messi. Peki Barselona şehrinin buna cevabı nedir? Onlar Picasso, Miro, şehri bütünüyle etkileyen Gaudi ve son olarak “genius” Sal-vador Dali’yi sanat dünyasına sun-muşlar.

Sanat akımlarından en önemli iki tanesi tartışmasız bir şekilde sürre-alizm ve kübizm olarak değerlen-dirilebilir. Bu iki akımın babaları da Barselona şehrinin bize arma-ğanlarıdır. Bu iki akımın, Barça’nın dünya futboluna sunduğu iki önemli taktiksel hareketle ben-zerliğini de şaşırtıcı bulabilirsiniz. Johan Cruyff, modern Barça’nın temellerini atan adam. Her ne ka-dar Hollandalı olsa da kendisi ve

Katalanlar tarafından Barselonalı olarak kabul görür. Total futbolun topraklarından gelen Cruyff, La Masia’yı inşa etmekle kalmamış, günümüzde mükemmelliğe ula-şan tiki-taka’yı da Barça’yla birlikte futbol sahnesine sürmüştü. Pablo Picasso; Malaga doğumlu sanat-çı Barselona’dan geçmiş, iz bırak-mış ve kübizmin yaratıcısı olmuş. Kübizmi basitçe farklı açılardan bakılarak parçalara ayrılmış bir objenin bir araya getirilmesi ola-rak düşünebiliriz. Tiki-taka’yı da farklı açılardan yapılmış onlarca pasın birleşerek oluşturduğu orga-nizasyonunun sonucunda golle bir araya gelen Barça takımını oluştur-duğunu da pekâlâ söyleyebiliriz. Peki Picasso’nun sürekli çekiştiği ama arkadaş oldukları da söylenen Dali’nin sürrealizmi bize neyi ifade ediyor? Yine Barselona doğumlu başka bir sanatkâr Pep Guardiola; Barça’daki efsane 6 kupalı sezonun sonunda gerçeküstü görünen rü-yalarını süsleyen 0-10-0 dizilimini sahaya yansıtmak için çokça deney yapmıştı. Bu arayışlarla zaman za-man Bayern Münih’te de karşımıza çıkıyor. Takımın ve şehrin çıkar-dığı isimlerin ürettiği bu akımlar yine şehri ve takımı karşı karşıya getiriyor.

Yazı boyunca şehrin mi yoksa ta-kımın mı daha önde olduğunu anlamaya çalıştığım bir serüvenin içerisine dâhil oldum. Fakat hep bahsettiğim üzere bu ikilinin ara-sında inanılmaz bir rekabet olsa da takımın ve şehrin birbiri için çabaladığı, birbirinden asla kopa-mayan iç içe geçmiş ve aynı kaderi paylaşan ortak gerçekleri dünyada az sayıda benzerini bulabileceği-miz güzellikleri bize yaşatıyor. Biz de insanlık olarak bu şansımızı de-ğerlendirip bu birlikteliğin keyfini çıkarmalıyız. Visca el Barça, Visca Catalunya!

Page 19: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 19

ANTONİGAUDİ

Page 20: Rotasyon Dergi Sayı 1

20 / MART 2016

H

AV A

D

“Ben doğduğumda, ba-bam sırıkla yüksek at-lama yapıyordu. Her

çocuk gibi küçüklüğüm babamı izleyerek ve ona imrenerek geç-ti. Sırığı elime alıp denediğimde 7 yaşındaydım ve bu duyguyu sev-miştim. Şimdilerde ise her zaman bu sporu yapmak istiyorum, çünkü ben yolumu buldum.”

Bu cümleler, çocukken babasını ve daha sonraları dünya rekorunu elinden alacağı efsanevi atlet Sergei Bubka’yı izleyerek büyüyen, şu an yaptığı spora aşık olan Fransız Re-naud Lavillenie’nin Laureus Spor Akademisi’ne verdiği röportajdan. Fransız atletin bu aşkı, bir deneme-sinde sakat kalıp kariyerini sonlan-dırabilecek bir şekilde topuğunu

yarmasına rağmen doludizgin de-vam ediyor ve de Renaud, severek yaptığı sırıkla yüksek atlamayı, geçmişten günümüze çoğu atletin dopingle anıldığı atletizm dünya-sında bu yaftadan uzak bir şekilde gerçekleştiriyor.

Her aşkın ızdırabı olduğu gibi bu sevdanın da var ve irdelenmesi ge-rekiyor. Lavillenie’nin üzerinde yıl-lardır süren bir lanet var ve peşini bırakmıyor. Fransız’ın 1 Olimpiyat, 1 Dünya Salon Atletizm Şampiyo-nası (2012 İstanbul’daki organizas-yonda), 3 Avrupa Şampiyonası, 3 Avrupa Salon Şampiyonası altını-na sahip olmasına rağmen katıldığı hiçbir Dünya Atletizm Şampiyona-sı’nda birincilik kürsüsüne çıka-madı. Bu konu hem kendisi hem

TUNA MENEVŞE

Page 21: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 21

A

AD

P

K

de onu takip eden sporseverler için ciddi bir hayal kırıklığı… Son denemesi olan 2015 yılın-da, 2008 Pekin Olimpiyat Oyun-ları’nın yapıldığı Pekin Ulusal Stadyumu’nda yarışmadan önce geleneğin bu yıl sonlanacağını dü-şünüyordu. Ama aksilik o ki ya-

rışmadan önceki pazartesi günü ateşlendi. Hastalığının geçmesinin ardından, tek favori olarak çıktığı müsabakada, işler iyi başlamasına rağmen sonradan ters gitti. 5.80’i ilk denemesinde rahatlıkla geçti.

Aynı yüksekliği geçen altı kişiyle yarışmaya devam etti. Bir sonra-ki yükseklik olan 5.90’da Dünya Şampiyonası laneti geri geldi ve 3 hakkından da yararlanamadı. Bek-lenen oldu ve iki kişi o yüksekliği geçti. Birinci, daha 21 yaşında öğ-renci olan Shawnacy Barber oldu. İkinci ise bizim kendisini Mosko-va’daki şampiyonada Lavillenie’yi

gümüşte bırakıp altın almasıyla ya-kından tanıdığımız Raphael Mar-cel Holzdeppe’den başkası değildi. Fransız, iki Polonyalı ile bronz ma-dalyayı paylaştı. Madalya beklenen diğer Fransız Kevin Menaldo da 5.80’ini geçmesine rağmen, daha

çok hata yaptığı için kürsünün dı-şında kaldı. Bu yenilgi, Renaud’un antrenörü Philippe Encausse’nin üstüne bir kaya gibi düştü. Koç, eğer lanete inanmaya başlarsak evden dışarı çıkamayız diyerek lanet söylentilerine kulak asmadı. Kevin’in antrenörü Gerald Beau-doin ise uçan Fransız’ın bu lanet-ten kurtulma isteğinin getirdiği gerginlik yüzünden başaramadı-ğını düşünüyor.

Lavillenie, yarıştan dakikalar sonraki basın toplantısına çatık kaşlarla geldiğinde, 4 yıldır çok iyi olduğunu ve 2012’de her şeyi kazandığını ama yenilmez ol-madığını bildiğini ifade etti. Rio 2016’ya intikam duygusuyla ça-lışmadığını söylemesine rağmen, bakalım Olimpiyatlar ve ardından 2017’de Londra’daki Dünya Şam-piyonası’nda neler yapacak.

Page 22: Rotasyon Dergi Sayı 1

22 / MART 2016

“En iyi jilet budur” diye başlar söz-lerine, “Taçsız Kral Pele”, ”Nadya KOMANAÇİ” “Fenerbahçeli Ce-mil” diye devam eder Ziya, Neşeli Günler filminde. Baştan sona bir reklam diyaloğu olan bu cümle-lerde sporu hayatın içerisinde gö-rürüz. Bir tıraş bıçağının orta sınıf olarak tabir edilebilecek bir kesi-min eğlence anlayışı olan kahveha-nede satılma şeklidir bu. Ziya ka-rakterini canlandıran Şener ŞEN; sadece bu filmde değil, başka bir filminde daha sporu hayatın içeri-sine dahil etti. Kimi zaman kung fu sporunu ya ptı, kimi zaman olim-piyatlara gitti-ağladı…

Dönemin en çok izlenen, göste-rime girdiği zaman tam 7 ay viz-yonda kalan filmi Hababam Sınıfı serilerinden bahsediyorum. Her birinde klasik bir beden eğitimi hocasından çok farklı bir tasvir çizdi izleyiciye. Hepimiz için alışıla gelmiş beden derslerinden de ho-calarından da değildi Badi Ekrem karakteri. Elbette bunda en büyük

pay ve alkış Şener ŞEN’e aitti. Peki ne yaptı Badi Ekrem ile Şener ŞEN? Bu karakter ile bu denli özdeşleş-miş olmasındaki sebep neydi?

ONU FARKLI YAPAN ?

Badi Ekrem karakteri salt bir öğ-retmen figüründen çok farklıydı. Onu farklılaştıran ise beden der-sinin “boş ders” kavramından çok uzak olduğu, tam aksine “sporun ve sporcu yetiştirmenin dersi” ol-duğunu göstermeye çalışmasıydı. Parende atmak, izcilik, cirit, gül-le ve futbol… Her biri ile sporun sadece futboldan ibaret olmadığı gerçeği izleyiciye yansıtılıyordu. Karakterinin sahip olduğu özgü-ven ve daha fazlasını sunma isteği onu her spor dalına itti; olimpiyat-lara gitmiş olması buna en güzel örnek. İşte tam bu noktada yazı-mın başlığı olarak neden bu soru kalıbı cümlesini seçmiş olduğumu da açıklamış olduğumu zannediyo-rum. Elbette Badi Ekrem’in onunla en bütünleşmiş olan bu repliğini

bilmeyen yoktur. Onu diğer beden eğitimi hocalarından ayıran da farklı eğitim müfredatı olduğuna göre; inceden bu repliğe bir doku-nuş yapmamak olmazdı. Filmlerde veyahut dizilerde kla-sikleşmiş ve günümüze yerleşmiş öğretmen karakterlerinin aksine renkli kişiliği, enerjisi ve öğrenci-lerden de deli bir ruha sahip olma-sı ile sevildi. Peki ne kadar başarılı olunabildi diye soruyor insan? Bu-gün günümüzde ve o zamandan beri süre gelen zaman diliminde herhangi bir fark yaratabildi mi bu karakter ve film? Büyükçe bir ço-ğunluk derslerini basketbol, futbol, voleybol ve takla atma 4’lüsü ile ge-çirip geri kalanında serbest kalıyor. Hiçbir beden dersinde cirit atılmı-yor fakat parende atılıyor. Hiç bir hoca yavru kurtlarını izcilik kam-pına götürmüyor ya da at üzerinde giderken kaybolmuyor da elbette. Bu yüzden Badi Ekrem her zaman bu alanda kendine özgünlüğü ile hafızalarımızda yer edecek.

BEN BU YAZ

NEREDEYDİM?

HÜSNA KÖŞGER

Page 23: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 23

BEN BU YAZ

NEREDEYDİM?

“BU DEVRAN...”

Page 24: Rotasyon Dergi Sayı 1

24 / MART 2016

“Faşistim, ırkçı

değilim.”

Page 25: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 25

Dİ CANİO: CENTİLMEN FAŞİSTMUSTAFA ONUR GİRİŞKEN

“Faşistim, ırkçı değilim.”

Bu sözler 9 Temmuz 1968 doğum-lu İtalyan eski futbolcu Paolo Di Canio’ya ait. Kariyeri boyunca beş yüzden fazla maçta oynayan, for-vet olarak yüzün üzerinde gol kay-deden bir faşiste…

Di Canio, yetenekleri kadar politik görüşleri de tartışmalı bir futbolcu.

2005 yılında yaptığı açıklama, yo-ğun tartışmaları da beraberinde getirdi. Aslında açıklamasının ön-cesinde de faşistliğini kanıtlıyordu. Attığı gollerden sonra Lazio taraf-tarlarına verdiği “Romalı” selamı, aynı zamanda 20.yy’da İtalyan fa-şistlerinin sembolüydü. Özellikle Roma ve Livorno gibi sol görüşlü taraftarlara sahip olan takımlar ile oynanan maçlarda, Di Canio faşist selamını daha yürekten veriyordu. Bu hareket ona ceza da-sonun-da-getirmişti. Di Canio ceza son-rası;

“Kendi halkımı selamlamak; bu toplumun dayattığı standartlara karşı çıkan, gerçek değerlere ve ahlâka sahip olan insanlarla bir ol-duğumuzu hissettiren bir olgudur.” diyecekti. Ceza sonrasında ise Di Canio’nun selamını verdiği an, res-mi olmayan ürünlere basılacak ve stad dışında satılacaktı.

Aslına bakılırsa Di Canio gibi bir faşist için Lazio biçilmiş bir kaftan-dı. Kulüp, İtalyan subayları tara-fından kurulmuştu. Faşist diktatör Benito Mussolini de Lazio’yu çok seviyordu.

Di Canio’nun gol sevinçlerinden sonra formasını çıkardığında vü-cudundaki birçok dövme görülü-yordu. Sağ kolunda Latince ‘Dux’ yazıyordu ve bu; “lider” anlamına geliyordu. İtalyan faşist lider Mus-solini’ye bir atıftı. Sırtındaki kartal dövmesi, bir demet değnek arasın-daki balta ve Mussolini portresi, Paolo’nun faşizme olan bağlılığını simgeliyordu. Sol kolunda ise ken-disi için ikinci şansın anlamı olan “West Ham” dövmesi yer alıyordu.

Di Canio, kendi otobiyografisinde Mussolini’ye hayranlığını dile geti-riyordu. Benito Mussolini için şun-ları söylüyordu:

“Temel ilkelerine sıkı bağlı, ahlâki bireyci; ancak çok yanlış anlaşıl-mış.”

2010 yılında Paolo Di Canio, fut-bolu bıraktıktan sonraki dönem-de, Paolo Signarelli’nin cenaze törenine katıldı. Cenaze törenin-de Signarelli’nin yasını tutanların faşist selamları verdikleri anlar fo-toğraflandı. Merhum(!), Bologna katliamında yer aldığı iddiasıyla mahkûm olmuş bir faşistti. Mer-humun da içerisinde yer aldığı neo-faşist saldırılarda 85 kişi öl-müştü ve 200’den fazla kişi yara-lanmıştı.

2011 yılında Swindown Town tek-nik direktörü iken takıma sponsor olan sendika, Di Canio’nun geç-mişte yapmış olduğu açıklamalar-dan ötürü takıma verdiği desteği geri çektiğini açıklıyordu.

2013 yılı Mart ayında ise, Sunder-land menajerliğine getirildi. Fakat geçmişi yine karşısındaydı. Eski Dışişleri Bakanı ve İşçi Partisi ve-kili olan David Miliband, Di Ca-nio’nun menajerliğe getirilişinden sona kulüp yönetiminden istifa etti.

2011’de hakkında yazılan ve Guar-dian’da yayımlanan bir makalede, ismini belirtmek istemeyen ve onu tanıyan bir kişi, Di Canio’nun ide-olojik bir faşist olmadığını, özel-likle eski alışkanlıklarının ve eği-limlerinin etkisinde kaldığını, ruh halindeki ani değişimlerin bu ha-reketlere sebebiyet verdiğini iddia etti. Aynı makalede Di Canio’nun söylemlerine de yer verildi. Politik olarak aktif olmadığını söyleyen Paolo, “Oy vermiyorum. 14 yıldır oy kullanmadım. İtalyan Politika-cılar-hepsi-sadece kendilerini dü-şünüyor; bir de parayı...” diyordu.

Faşizmle Temaslar

Di Canio’nun çocukluğu Roma’nın işçi mahallelerinde geçti. Arkadaş-ları gibi AS Roma’yı tutmuyordu; Lazio’yu tercih etti. Gençlik döne-minde faşist söylemleriyle ünlen-miş ‘ultras’ grubunun sıkı bir taraf-tarıydı. Taraftarlık, yıllar içerisinde oyunculuğa kaydı ve 17 yaşında Lazio formasını sırtına geçirdi.Aslında Di Canio’nun çocukluğu pek de futbolcu olabileceğini gös-termiyordu. Ancak inatçı kişiliği onun engelleri aşmasını sağladı. Çocukken gazlı içeceklere olan bağımlılığı yüzünden oldukça ki-loluydu. Arkadaşları O’na “Şişko”

Page 26: Rotasyon Dergi Sayı 1

26 / MART 2016

lakabını taktı. Di Canio ise bu durumla nasıl başa çıktığını şöyle açıklıyordu:

“Hiç saklanmadım. Benimle dalga geçenlere tepkim; çalışmak oldu. Durmadan egzersiz yaptım. Bu sayede kendim olmaya çalışıyor-dum.”

Ultras grubunun etkisiyle gençlik

döneminde politik görüşleri de be-lirginleşmeye başladı: “Faşistlik”

İtalya Kariyeri

1985 yılında başladığı Lazio ka-riyeri beş yıl sürdü. 1990 yılında dönemin en güçlü takımlarından Juventus’a transfer olmadan önce, 1988 yılında Lazio’da ilk kez bir maça ilk on birde çıktı. Bu onun

çocukluk hayalinin tam olarak ger-çekleşmesiydi. Lazio formasıyla, sol görüşlü Roma’yla yapacakları maçı sabırsızlıkla bekliyordu. O fırsat geldiğinde ise bir kahramana dönüşecekti. Takımının Roma’yı 3-1 yendiği maçta attığı golle, o dönemde pek de parlak bir sezon geçirmeyen S.S Lazio’nun ligde kalmasında büyük rol oynadı.Performansı daha da artınca Ju-

Page 27: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 27

ventus’a transfer oldu; ancak bir problem vardı. O dönemin Juven-tus’unda teknik direktör Giovanni Trapattoni, kadrosunda Roberto Baggio, Schilacci, Casiraghi, Ra-vanelli, Vialli ve Andreas Möller gibi çok üst düzey oyunculara yer veriyordu. Di Canio tutunamadı ve 1993’te takımı UEFA Kupası’nı kazansa da, sezon sonunda Napo-li’ye katıldı. Sezon sonunda da yolu

başka bir İtalyan devine düştü: AC Milan. Fakat Fabio Capello yöneti-mindeki Milan’da da kendisine yer bulamadı. 1996 yılında takımıyla şampiyonluk yaşasa da, kulüpten ayrıldı ve şansını Celtic’te deneme-ye karar verdi.

Selam İskoçya

Celtic formasıyla ilk sezonunda

37 maçta 15 gol atarak yılın fut-bolcusu oldu. Fakat İskoçya’da Di Canio’nun sert kişiliği daha da belirginleşti. Hearts ile oynanan karşılaşmada ikinci sarı karttan oyundan atıldı ve takımını bir galibiyetten etti. Bu maçla ilgili Celtic çalıştırıcısı Tommy Burns, maçtan sonra Di Canio için; “ap-tal” kelimesini kullanacaktı.

Di Canio’nun vukuatları artıyor-du. 1997 yılında ezeli rakipleri Glasgow Rangers ile oynadıkları bir karşılaşmada, Rangerslı oyun-cu Ian Ferguson ile tartıştı; yetme-di kafasına vurdu. Agresifliğini bir türlü yenemeyen Di Canio, bütün Rangers kulübesinin üstüne yürü-dü. Sezon sonunda maaşına artış is-tedi, karşılığını alamayınca ken-disini İngiltere Premier Lig ekip-lerinden Sheffield Wednesday’da buldu.

Ada Yolculuğu

Sheffield Wednesday’da oynadığı dönemde iki Di Canio vardı: Fut-bol tekniği ön plana çıkan Di Ca-nio, hakem iten sorunlu Di Canio. 14 golle takımının 97/98 sezonun-da en çok gol atan ismi oldu; taraf-tarlar ona bayıldı. Ancak aynı Di Canio, Arsenal ile oynanan karşı-laşmada hakemi itip yere düşürdü ve kırmızı kart gördü. Para cezası ve 11 maçlık men de cabasıydı.

31 yaşında olmasına rağmen West Ham onu 1999 yılı Ocak ayında transfer etti. Aldığı ceza yüzünden 4 ay futbol oynamamıştı. Menajer Harry Redknapp, Di Canio için risk aldığını kabul ediyordu ancak oyuncusunu övmeyi de ihmal et-miyordu. Di Canio’nun topla yap-tıklarını, insanların ancak “hayal edebileceğini” dile getiriyordu. Di Canio ise futbola aç kalmıştı:

“Hata yaptım ve çok üzgünüm.

Page 28: Rotasyon Dergi Sayı 1

28 / MART 2016

West Ham bana bir şans verdi ve çok mutluyum.”

Paolo Di Canio, West Ham’a te-şekkür etmek istiyordu. Dördüncü maçında teşekkürler serisi başladı. O kadar şükran duydu ki Di Canio, takımının o sezon beşinci olması-nı sağladı. Kulüp UEFA kupasına katılmayı başarmıştı ve ışıklar Pa-olo’nun üzerindeydi.

Di Canio, o sezon West Ham’da yı-lın oyuncusu olmakla yetinmedi; 1998/1999 OPTA yılın oyuncu-su ödülünü aldı. 2009 yılında Sky Sports izleyicileri arasında yapılan bir ankette, 2000 Yılı Mart ayında attığı gol, Premier Lig’te son 10 yı-lın en güzel golü seçilecekti. Ancak Di Canio’yu manşetlere taşıyacak olay henüz yaşanmamıştı.

Aralık 2000’de Everton ile oynanan lig maçında Everton kalecisi Paul Gerrard, maç içinde bir pozisyon-da sakatlandı. Oyun devam ettiği sırada kale boştu ve top sağ kanada açılmıştı. Sağ kanattan gelen ortayı çok rahat bir şekilde ağlara gönde-rebilecekken, Di Canio topu eliy-le yakaladı; oyunu durdurdu. Bu hareket 1 yıl sonra FIFA Fair Play ödülünü de beraberinde getirdi.

32 yaşında iken, Manchester Utd. Menajeri Sir Alex Ferguson, kan-cayı İtalyan yıldıza taktı. Onu takı-mına almak için çabalasa da, ama-cına ulaşamadı.

Futbolda işler çok çabuk değişiyor-du. 2003 yılında West Ham ligin dibindeydi. Paolo, menajer Glenn Roeder ile söz düellosuna girdi ve kendisine bir türlü takımda yer bu-lamadı. Sezon sonuna doğru Roe-der beyin tümörüne yakalanınca, İtalyan takıma geri döndü; ancak geç kalmışlardı. Sezonun bitimine bir maç kala Chelsea’ye attığı gol ile West Ham rakibini yense de, se-zonun son maçında Birmingham’a

89.dakikada attığı beraberlik golü, yetmedi; West Ham lige veda etti. Di Canio ise Charlton’a transfer oldu.

Charlton Athletic ile sadece 4 gol bulabildi. Ancak yaptığı asistler ve oyun içindeki verimliliği sayesinde takımı yedinciliğe kadar taşıdı.

Kürkçü Dükkânı

2004 yılında ekonomik olarak zor günler yaşayan Lazio’ya geri dön-dü; hem de maaşında kesintiye giderek… Ait olduğu yerdeydi. Lazio taraftarı ise mutluydu. 2002 yılından bu yana, Allesandro Nes-ta’nın takımdan ayrılışından sonra, takımdaki “Öz İtalyan” ihtiyacı hat safhadaydı. Paolo, onlara ilaç gibi gelmişti. Bu durumdan Di Canio da memnundu çünkü taraftarların nasıl hissettiğini çok iyi biliyordu. Gençlik yıllarında taraftarı oldu-ğu kulüp için her şeyini vermeye hazırdı. Zira 1989’da yaptığı gibi Roma maçında yine gol attı ve ta-raftarların gönlünü bir kez daha fethetti.

Yine de bir problem vardı. Di Ca-nio, zaten aşırı sağ görüşleri yü-zünden kötü şöhrete sahip Lazio’yu daha da zor durumda bırakıyordu. Attığı gollerden sonra faşist selamı veriyordu. Bazı takım arkadaşları ve antrenörler ile de problem ya-şayan Di Canio’nun kontratı 2006 yılında yenilenmedi.

4.lig ekiplerinden Cisco Roma ile anlaştı ve futbolcu olarak başarı-larına burada da devam etti. İlk sezonunda olmasa da ikinci sezo-nunda takımını şampiyon yapmayı başardı. Ancak yolun sonu görü-nüyordu.

10 Mart 2008’de Di Canio 23 yıllık oyunculuk kariyerine son verdiği-ni açıkladı. Durumu tamamen fi-ziksel sebeplere bağladı. Rüyasının

West Ham’ı çalıştırmak olduğunu söyleyen Di Canio, antrenörlük eğitimi sonunda, rüyasını gerçek-leştirmek için 2008’de Alan Cur-bishley’den boşalan koltuğa talip oldu. Ancak bu rüya ertelenecekti. Sonrasında 2011 yılında Swindown Town’u ve 2013 yılında Sunder-land’i çalıştırdı. Geçmişte yapmış olduğu açıklamalar ve hareketleri takım elbise giydiği dönemde kar-şısına çıkıyordu.

Geçmişin Yükü

Kariyeri boyunca birçok gol atan, takımını zor durumlardan çıka-ran bir futbolcuydu Di Canio. İtalya’nın en büyük kulüplerinde oynamış, güzel goller atmış ve klas hareketler yapmış biriydi. Büyülü bir bileğe sahipti. Yeri geldiğin-de olağanüstü bir centilmenlik de gösterebiliyordu.

Tüm bu iyi oyunculuk özellikle-rine rağmen, Di Canio geçmişiy-le yüzleşmeye devam edecek gibi görünüyor. Avrupa’da ve Dünya’da yükselen faşizm, neo-nazizm ve ırkçılık; Di Canio’yu pek yalnız hissettirmiyor olsa gerek. Alman-ya’da yapılması hâlâ suç olan bir hareketi, binlerce insanın gözü önünde veya televizyonda yap-maktan sakınmayan Di Canio, gelecek zaman diliminde örnek alınmaması gere-ken futbolcuların, tek-nik direktörlerin ya da insanların başında ge-liyor. Kendisini ‘ırkçı olmayan faşist’ olarak tanımlayan Paolo Di Canio, insanları öldü-ren, işkence eden kişile-re hayran ve o bir faşist.

Page 29: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 29

“BÖYLE GELMİŞ...”

Page 30: Rotasyon Dergi Sayı 1

30 / MART 2016

Ş Ö L E N

K U T L A M A

Ö D Ü L

Page 31: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 31

REKABET İLE GELENEK ARASINDAKİ ZİRVEALPE D’HUEZ

EGE KİMYONŞEN

“Nasıl da bir jest! Nasıl da bir jest! Olağanüstü! LeMond’un elini o omuza koyması olağanüstü! Yü-zündeki o gülüş…Ne kadar gü-zel. İşte bu, sporun ne kadar güzel olabileceğinin kanıtı. Ne kadar da harika! Buna tanıklık ediyor olmak olağanüstü. Bu muhteşem!”

21 Temmuz 1986 tarihinde, Hol-landa televizyonu spikerinin 5 sa-atlik bir Fransa Turu etabı bitimin-deki cümleleri buydu işte. Spiker, “sarı mayo”nun en iddialı adayları Bernard Hinault ve Greg LeMond bitiş çizgisine geldiğinde; güzelliğe ve ihtişama ithaf edilebilecek bü-tün sıfatları bir çırpıda, ardı ardına çıkarmıştı ağzından. Yaşananları böylesine dehşetle anlatıyor olma-sının nedeni, bütün duygularını seyircilere eksiksiz aktarma kaygısı değildi muhtemelen, hissettikleri o kadar yoğundu ki kendisi de duy-maya ihtiyaç duyuyordu.

Hinault ve LeMond’un hikayesi yalnızca “Tour de France”ın değil, bütün bisiklet tarihinin en özel hi-kayelerinden biri. Karakterler, olay örgüsü ve zaman bir hikayenin en önemli parçalarındandır elbette, ancak mekan da bir hikayenin ol-mazsa olmazıdır ve Alpe d’Huez zirvesi de bu hikayenin böyle özel olmasındaki en büyük etmen.

Güneydoğu Fransa’da bulunan ve zirvesi 3.330 metre yükseklikte bulunan Alpe d’Huez, aslında bir kayak merkezi. Ancak tepenin bir bölümü 1952 senesinden bu yana Fransa Bisiklet Turu’yla özdeşleş-miş bir etaba ev sahipliği yapıyor. Başladığı günden bu yana 29 sene geçilen etabı diğer etaplardan ayı-ran özellik, her sene Hinault ve LeMond öyküsüne benzer öyküleri bize yaşatıyor olması. Hatta bazen birden fazlasını. Örneğin, Tour de France 2015’teki Alpe d’Huez eta-

bında da birden fazla hikayeye ta-nıklık ettik.

Yeni dönem Fransız bisikletinin en fazla bel bağlanan isimlerinden Thibaut Pinot, Tour boyunca etap kazanmak için birçok girişimde bulunmuştu. Tırmanıştaki başa-rısı, gücünü ve enerjisini tımanış etaplarına saklamaya itti, böylece etap kazanma şansını artıracaktı. Ancak her tırmanışın bir inişi de vardır, Pinot ise inişlerde tırma-nıştaki becerisini ve kararlılığını gösteremiyordu ne yazık ki. Öyle ki, 17. etaptaki iniş bölümlerinden birinde bisikletinden düşmüştü. Tour’un sonlarına doğru gelirken belki de Pinot’nun damarlarında dolaşan en yoğun duygu hayalkı-rıklığıydı. Sonra ne mi oldu? Ka-der, onu kendi seyircisinin önünde tarihe geçmekle ödüllendirdi: Alpe d’Huez finişiyle. Aynı anda sarı mayonun sahibi Chris Froome, en yakın rakibi Nairo Quintanayla

Ş Ö L E N

K U T L A M A

Page 32: Rotasyon Dergi Sayı 1

32 / MART 2016

arasındaki farkı bir buçuk dakika-da tutarak Tour’daki ikinici şampi-yonluğunu kazanmakla meşguldü.

Ancak Alpe d’Huez birçokları için bir kültürdür, sadece bireysel öy-külerle tanımlanamaz. Bu noktada Hollanda Köşesi’ni atlamak da ol-maz haliyle. Etabın bir bölümünü kapsayan bu köşeye Hollandalılar günler öncesinden konuşlanıp bu-rayı bir festival alanına dönüştü-rürler. Tupturuncu formalar, bo-yalar ve meşalelerle donatılmış bu köşede; eğlencenin dibine vurmuş seyirci kitlesi ve hangi takımdan olursa olsun her sporcuya bu zor yokuşta verilen sonsuz destek bir şeyi açıkça ortaya koyar: Büyük re-kabetlerin ortak bir kültüre dönüş-tüğü yerler gerçek sporun doğduğu yerlerdir. Alpe d’Huez bir av son-rası şölenidir, kutlamadır, ödüldür. Bir bakıma Alpe d’Huez, Tour de France’ın özetidir.

Geleneklerin, tarih ile insanı bir araya getirmek gibi bir misyonu vardır. Alpe d’Huez’in, bir diğer deyişle “Hollanda Dağı”nın gelene-ği de bizim birçok anıyı tekrardan yaşamamızı sağlıyor. Gözlerimiz genel klasman ikincisinin yaptığı atağı, sarı mayonun savunmasını, genç bir Fransızın etap galibiyeti hırsını izlerken aklımız 1986’ya gi-diveriyor bir kez daha. Bir anda o büyük Fransız şampiyon ve Ame-rikalı çocuk yan yana geliyorlar bi-sikletlerinin üstünde. Çocuk, elini adamın omzuna koyuyor. Elleri birleşiyor sonra, havaya kalkıyor. Çocuk, adamlara özgü bir ağırbaş-lılıkla izin veriyor adamın yarışı kazanmasına. Adamın yüzünde ise çocuksu bir gülümseme…

Page 33: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 33

Page 34: Rotasyon Dergi Sayı 1

34 / MART 2016

YAŞANILANLAR MI YOKSA RÜYALAR MIDAHA ÇOK MUTLU EDER İNSANI?

Page 35: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 35

Page 36: Rotasyon Dergi Sayı 1

36 / MART 2016

KORAÇ KUPASI’YLA KESİŞEN YOLLARGÖKHAN N. BİLGİN

O gece ne yaparsa yapsın uyku-ya teslim olamıyorken yan ya-

taktaki kardeşi yüzünde tebessüm-le uyuyordu. Rüyalar daha mı çok mutlu ediyor insanı diye düşündü ve usulca yatağından kalktı. Takı-mının renklerinden dikilmiş olan perdeyi heyecanla araladı, havanın rengi yine aynı, simsiyahtı. Gece-nin karasının sabahın mavisine dönmesi geciktikçe hangi ayda ol-duklarını düşündü, en uzun gece miydi yoksa bu gece? Emindi en uzun gece olamazdı, nisan ayıydı. Yeni öğrenmişti coğrafya dersinde 21 Mart’tan sonra gecelerin kısal-dığını, gündüzlerin ise uzadığını. Kesinlikle güneş geç kaldı diye dü-şündü. Bursa’da doğmuş olabilir miydi ki ?

Türkiye Basketbolu İçin Yeni Bir Dönem Başlıyor

Efes Pilsen’in tarihi başarısının üstünden bir yıl bir ay geçmişti ama her şeyi dün gibi hatırlıyor-du. Kalbi daha hızlı atmaya başladı birden. Karanlık odasında, Koraç Kupası’nın kazanıldığı o tarihi ge-ceye döndü. Kupayı kaldıran yüz-ler birer birer gözünün önünden geçiyor, onlardan biri olduğunu düşlüyordu.

Bir hafta daha geriye gitti aniden, 6

Mart’tı bu kez tarih. Annesi doğum günü için sürpriz yapmış, arkadaş-larını eve çağırmıştı. Bazı arka-daşları çorap bazıları ise kitap alıp gelmişlerdi. O dönemin hediyele-riydi işte. Değerliydiler. Herkes 13 yaşına girmenin mutluluğunu ya-şadığını düşünürken onun aklında tek bir şey vardı, akşam oynanacak Efes Pilsen-Stefanel Milano karşı-laşması.

Seneler sonra daha yakından tanı-yacağı, ülke basketboluna ve tut-kuyla bağlandığı takıma hizmet verecek olan Bogdan Tanyevic yönetimindeki İtalyan ekibi. Kim-ler yoktu ki o takımda; Rolando Blackman, Dejan Bodiroga, Gre-gor Fucka, Ferdinando Gentile ilk anda aklına gelenlerdi. Dejan Bodiroga günde 8 saat idman mı yapıyordu? Tüm kullandığı şutlar sayı mı olacaktı yine? Sırtı dönük oyunlarda nasıl durduracaktı Efes onu? Ya İtalyanların son dönemde-ki en büyük yıldızı Gregor Fucka, farklı fizik yapısıyla ve yeteneğiyle neler yapacaktı? Abdi İpekçi Spor Salonu parkelerine Ferdinando Gentile’nin oyun zekası nasıl yan-sıyacaktı. Maç son topa kalır ise Gentile’yi kim tutacaktı?

Peki, nasıl karşılık verecekti bas-ketbolu sevmesine neden olan ta-kım. Emin olduğu tek şey, salonun

ağzına kadar dolu olacağıydı. Tüm basketbol severleri arkalarına ala-caklardı, biliyordu.

Tutkunu olduğu takımı çeyrek fi-nalde eleyen Efes ile atmayacak mıydı kalbi onun da? Tarihinde ilk defa Koraç Kupası’nda çeyrek finale kalmıştı halbuki Fenerbah-çe. İkinci maçı 74-56 kazanmasına rağmen ilk maçtaki farklı mağlubi-yet pahalıya patlamış ve sayı avera-jıyla elenmişti sarı lacivertliler.

Nereye kadar devam edecekti Efes? 1993 senesinde ulaşılan final ba-şarasını tekrarlamakla yetinecekti miydi? Teamsystem Bologna ile eşleşmişlerdi yarı finalde. Seri-nin ikinci karşılaşmasında kupa-yı kaldıracağı şehrin yaklaşık 250 km güneydoğusuna gideceklerdi. İstanbul’daki ilk karşılamada ise Conrad Mc Rae aldığı 13 ribaunt ile Naumoski sahada kaldığı 40 dakikada attığı 20 sayıyla parladı. Ancak bir isim o gece kariyerinin en iyi maçını oynamıştı. Yüzde 75 ile attığı 9 üçlük toplam 34 sayıyla hafızalardan silinmeyecekti Ufuk Sarıca.

O yıllarda Reha Erus bildiriyordu Roma’dan. Bu kez Roma’dan değil Bologna’dan bildiriyordu karşılaş-manın yansımalarını. İtalyan spi-

Page 37: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 37

kerin maç esnasında Ufuk Sarıca’ya açtığı parantezi de tüm detayıyla iletmişti Türkiye’ye. Ertesi gün ga-zetelerimizden bazıları ufukta final göründü başlığıyla çıkacaktı bayi-lerde. Bu arada aynı Ufuk Sarıca güzel İzmir’in köklü kulübü Kar-şıyaka’ya bundan tam 19 yıl sonra Türkiye Basketbol Ligi şampiyon-luğunu yaşatacaktı. 28 yıllık uzun bekleyişin ardından gelen ikinci kupayla körfezin bir yakası uyu-mayacaktı o gece. Neyse milenyum yılları başka zamana kalsın biz yine dönelim kahramanımızın uykusuz gecesinden hatırladıklarına.

Bologna’daki yarı final karşılaş-masının rövanşının 1996 yılının

sevgililer gününe denk geldiğini anımsadı. Carlton Myers, Aleksan-der Djordjevic Teamsystem’e fina-li getirememişlerdi. Efes, 24 sayı farkla kazandığı ilk maçın rövan-şında 97-91 yenilmesine rağmen gazetelerin bir hafta önce ufukta gördüğü finale uzanmıştı.

İdolüyle İlk Karşılaşmalar.

Kardeşinin yatakta dönmesiyle ir-kildi. Küçük kızın daha tedirgin bir yüz ifadesiyle uyuduğunu fark etti. Rüyada bile sürekli mutlu olmak zor diye düşündü. Güneş doğmuş muydu acaba? Bu kez zor geldi perdeyi aralayıp bakmak. Aslında

yine bir hayal kırıklığı yaşamaktan korktu. Hem annesi kaldırmaya gelecekti havanın aydınlanmasıyla. Bunları düşünürken Efes’in Koraç Kupası yolculuğu aklından çıkmış, 1996 yılının sonbaharına gitmişti birden.

Hayatında ilk defa bir meydan okumanın içindeydi. Spor yaz okullarından gelmemiş, seçmeler sonucu Darüşşafaka’nın küçük ta-kımında idmanlara çıkmaya baş-lamıştı. Yıllardır birlikte oynayan oyunculardan kurulu bir takıma girebilmenin zor olduğunu bilse de hocasının adaletine inanmıştı. Seneler sonra Efes’in kulübesinde görecekti onu yardımcı koç ola-

Page 38: Rotasyon Dergi Sayı 1

38 / MART 2016

rak. Takımı iyi bir dönem geçiri-yordu. Bursa’daki küçük takımlar Türkiye Şampiyonası’na katılma hakkı elde etmişlerdi. Turnuvada süre alabilmek için tüm benliğiyle savaşıyordu. Küçücük yüreğine üç farklı takımı sığdırmıştı. Tutkusu Fenerbahçe’ydi, Darüşşafaka’da ol-maktan çok mutluydu. Basketbolu tanıdığı kulüp olduğu için büyük sempatisi vardı Efes Pilsen’e.

Efes’in Ayhan Şahenk spor salo-nunda idman yaptığı zamanlardı. Küçük salondan büyük salona ge-çen koridorda karşılaşırdı o dev adamlarla ama Naumoski başkaydı onun için. Takımı her zaman doğ-ru yönetmesi, gerektiğinde sorum-luluk alması, yüksek yüzdeyle şut atması idolü yapmıştı onu. Nau-moski gibi olmak istiyordu. Koç, oyun kurucu oynatırsa onu taklit ediyor, sol eliyle top sektirirken sağ eliyle formasını yüzüne götürüp, terini silmeye çalışıyordu. Cafera-ğa spor salonunda Fenerbahçe’ye karşı oynadıkları karşılaşmada kaç kez topu çaldırmıştı.

Bu sebeple yediği azarlar kadar maç çıkışı Caferağa’nın kafesinde yediği sosislilerde çıkmamıştı aklından. Ayhan Şahenk spor salonun bü-fesinde Namık abinin hazırladığı sosislileri yerken bir daha asla aynı tadı bulamayacağından habersizdi. Peter Naumoski de orada yiyordu hem. Bir keresinde sosisliden ilk ısırığı almıştı ki “Namık abi bir sosisli” dedi birisi. Yoksa bu ses… evet oydu, Naumoski’ydi bu. He-men kendisininkini vermek istedi ama ısırmıştı bir kere, ağzından çıkıp o parçanın tekrar sosisliyle birleşmesini bekledi ama nafile, kaldırdı kafasını ağzındaki lokma-nın dayanılmaz ağırlığıyla, suçlu suçlu baktı o efsaneye sonra döndü ve amerikan salatalı sosislisini ye-meye devam etti.

Ve Final Serisi

Perde arkasındaki aydınlığı his-setti birden. Gün ağarıyordu. Ay-dınlığı dışarıda tutmaya perdenin gücü yetmiyordu artık. Sabahın yaklaştığının farkındaydı heyecanı katbekat arttı. Tıpkı 6 ve 13 Mart 1996‘daki gibi.

Yine döndü o güne, 6 Mart’a. Do-ğum günü bitmiş herkes evine gitmişti. Beklenen anın geldiği-nin habercisiydi bu gidişler. Efes Pilsen, Stefenal Milano eşleşme-sinin ilk ayağıydı. Tahmin ettiği

gibi salon doluydu ve televizyon inanan yüzler gösteriyordu.

Maçın başlamasıyla Vol-kan Aydın ne kadar iyi bir savunmacı olduğunu haykırıyordu adeta Av-rupa’nın en iyi hücumcu-

suna nefes aldırmayarak. Ufuk Sarıca ve Conrad Mc-

Rae faul problemine girerek kenara geliyor, Murat Evliyaoğlu ve Tamer Oyguç onların bıraktığı yerden

devam ediyordu. Daha yirmisinde olan genç Mirsad Avrupa basket-boluna damga vuracağı mesajını veriyordu bu maçta ama biri yine tüm gözleri kamaştırıyordu göster-diği performansla, yıldızlaşmıştı. Sahada 40 dakika kaldı. 31 sayı atıp 10 asist yaptı. Bu maçın kahrama-nı kesinlikle Peter Naumoski’ydi. Maçı hep önde götüren sadece bir kez eşitliğe fırsat veren Efes Pilsen Abdi İpekçi’de 76-68 kazanmıştı. Son saniyelerde basketbol perile-rinin Gregor Fucka’nın pota altı atışlarına engel olmasının önemi Milano’da ortaya çıkacaktı. Kupa figüründeki basketbol topuna de-ğen el Efes’in eliydi artık.

İlk defa bir haftanın yedi günden fazla sürdüğüne şahit olmuştu. Türkiye basketbol tarihi unutma-yacaktı 13 Mart 1996’yı. On iki bin kişi hınca hınç doldurmuştu salo-nu Milano’da. Beşiktaş antrenörü Tolga Tuğsavul çarptı gözüne, tüm gücüyle Efes’e destek olmaya çalışı-yordu. Sonradan fark etmişti, kim yoktu ki o maçta iki bin Türk seyir-cisiyle beraber.

Sert başlamıştı maç. Efes’in savun-mada dikkatli, hücumda yüzdeli oynaması maçın çekişmeli devam etmesini sağlıyordu. Kupa bir İtal-ya’da bir Türkiye’deydi. Mirsad ve Conrad’ın toplamda aldığı 23 ri-baunt Efes’in oyunda kalmasını sağladı. Peter Naumoski her geçen dakika sahada devleşiyordu. Yine 40 dakika hiç çıkmadan oynamış ve 26 sayı atmıştı. Aydın Örs’ün sağ kolu, her şeyiydi.

Son bölüme gelindiğinde skor avantajını yakalayan Efes, Murat Evliyaoğlu’nun zamanı tüketmek yerine o müthiş özgüveniyle kulla-nıp kaçırdığı şut nedeniyle kupayı kaybetme durumuna geldi. Son

Page 39: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 39

saniyelere 74-69 Stefanel Milano üstünlüğüyle girildi. İstanbul’daki maç 8 sayıyla kazanılmıştı. Efes’in 7 ve daha az sayı farkıyla kaybet-mesi bile kupanın Türkiye’ye gel-mesi için yeterliydi. Kaderin cilvesi o ki maç topu yine Murat Evliya-oğlu’nun elinde kalmıştı. Faul ya-pılmıştı. Murat Evliyaoğlu serbest atış çizgisine geldiğinde maçın bitimine 9 saniye vardı ve Efes 5 sayı gerideydi. En az birini atarsa. Stefanel üçlük atsa dahi 7 sayı farka ulaşacaktı. Murat atmıştı, evet ilk serbest atış başarılıydı. İkincisini kaçırmıştı lakin artık önemi yoktu. Gentile son 2 saniye kala 3 sayılık atışında başarılı olmuş farkı 7 ye çıkarmıştı ama maç bitmişti.

Televizyondan kupa bizim sesi yükseliyordu. Murat Murathanoğ-lu kafasındaki fark hesapları sebe-biyle bir süredir suskun sayılırdı ama artık sesi Türkiye’deki tüm evlerin salonlarından yankılanı-yordu. Kupa bizimdi. Kupa lacivert

beyazlıların, kupa Efes’in!

Güneş Doğar Bursa Yolculuğu Başlar.

Yanda derin derin uyuyan kardeşi, onun uykusuz halinden habersiz gülücük savuruyordu rüyasında. Sabahın gelmesini sabırsızlıkla beklerken, 13 ay öncesine dönmüş Efes’in Koraç Kupası yolculuğunu hatırlamış ve kupayı Naumoski’nin elinde gördüğü andaki mutluluğu-nu kardeşinin rüyasındaki mut-luluğuyla kıyaslamıştı. Yaşanılan-lar mı rüyalar mı daha çok mutlu ederdi insanı?

İstanbul’da güneş doğmuştu. Sa-bah koşuşturmasının tüm etkileri hissediliyordu artık. Martı sesleri bastırmaya çalışsa da odalarında insan ve araç sesleri yankılanıyor-du. Annesinin ayak seslerini duy-

muştu tüm bu karmaşanın içinde. Annesi onu uyandırmaya geliyor-du. Hemen üstünde Darüşşafaka yazan yeşil-siyah formalarını kat-ladı. Valizini sıkıca kapattı. Karde-şini uyandırmadan öptü ve kapının açılmasını bekledi.

Ailesi onu yolcu etmek için Ay-han Şahenk spor salonunun önüne getirmişti. Turnuvaya gidecekleri otobüsü görüyordu. Takım arka-daşlarıyla buluşmuştu. Bursa yo-lundalardı artık. Türkiye Küçükler Basketbol Şampiyonası’nda müca-dele edecekti. Otobüste en arkanın önündeki koltukta oturuyordu. Ta-kım otobüslerinde arka sıraların ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu, seviliyordu artık takımda. Yola çık-tıkları andan Bursa’ya varana kadar uykusuz geçen gecesini ve Efes’in Koraç Kupası zaferini anlatmıştı arkadaşlarına…

Page 40: Rotasyon Dergi Sayı 1

40 / MART 2016

Page 41: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 41

Page 42: Rotasyon Dergi Sayı 1

42 / MART 2016

MERSEYSIDE’DA HEAVY METALDOĞA SAĞIROĞLU

Jürgen Klopp’un Liverpool’a gel-meden önceki 11 sezonu incelen-diğinde ortaya çıkan sonuç şu: Bir Klopp takımı sadece az gol yediğin-de başarılı olur. Aynı cümleyi biraz daha süslü kuralım ve bir Klopp ta-kımı sadece maç başına 1 golden az yediği zaman başarılı olur diyelim. Futbolun en basit ve denk iki mate-matiğinden biri aslında bu. Ya ra-kibinden bir gol fazla atmalısın ya da rakibinden bir gol az yemelisin. Yani o İngiliz tarzı futbol aslında tam da Klopp’un yaratmak istediği bir takım değil. Özellikle de 5 gol yeme kısmı. Peki, Klopp Liverpo-ol’da ne yaratma çabasında?

Geldiği günden beri Liverpool’a bir kimlik kazandırmaya çalışıyor. Sihirli bir değneği yoktu belki ama bu özgüvensiz takıma önce psiko-lojik bir neşter vurdu. Sahip olduğu kazanan ve kazanamadığında ise sonuna kadar savaşan karakteri ta-kıma yansıtması gerekiyordu. “Asla yalnız yürümeyeceksin” diyen ta-raftarı Brendan Rodgers’ın son dönemindeki o kısır futbol maç-larından kurtarması da şarttı. An-field’daki taraftar, Klopp’un 4 yıllık Premier Lig projesindeki en önem-li faktörü şüphesiz. Onlara yeniden hayal kurdurtmalı. 90. dakikada yenilen bir gol matem havası ya-ratmamalı çünkü taraftar bilmeli ki 90+2’de tekrar sevinebilirler. Taraf-tara küçük heyecanlar, mucizeler sunmalı ve onların daha fazlasını talep etmesini sağlamalı. Örnekle-yecek olursak 2005’te İstanbul’da-ki efsaneyi gerçekleştiren takımla, 2013’te Malaga’yı 90. dakikadan

sonra gelen iki golle eleyen teknik direktörün birleşmesi gerekiyordu.

Klopp’un, BundesLiga ve Şam-piyonlar Ligi’nde başarılı olduğu sistemi yeniden inşa edeceğini zannediyorduk. Ancak o futbolu oynayan takım Liverpool değil Po-chettino’lu Tottenham. En azından mart ayına kadarki oynanan futbol için durum böyle. Baharda da bu futbol sürerse Spurs’un şampiyon olacağını buraya dipnot olarak ek-

leyelim ve konumuz Liverpool’a dönelim.

Klopp geldiğinden beri topa en çok sahip olan, en çok tehlike yaratan ve tenis tabiriyle en çok basit hata yapan takım Liverpool. Hani fut-bolda bir Türk deyişi vardır “atanın ve tutanın iyi olacak” diye. İşte Li-verpool bunun tam tersi bir örnek. Takımın en kritik parçalarından biri Sturridge, sağlıklı olduğundan daha çok sakat. Sakho, Toure, Lov-

Page 43: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 43

MERSEYSIDE’DA HEAVY METALDOĞA SAĞIROĞLU

ren ve Skrtel dörtlüsünden hangi ikisi oynarsa oynasın ideal bir ikili sağlanamıyor. Mignolet ise kesin-likle bu 4 senelik şampiyonluk pro-jesindeki kaleci olmamalı çünkü kendisi ya şeffaf ya da yarı geçirgen bir zar. Peki, Liverpool’un bu se-zonki verileri bize ne diyor?

Liverpool, Chelsea ile beraber en çok gol atan 7. ve en çok gol yiyen 6. takım. İki takım da 38 gol atıp 36 gol yemiş. Kaleyi bulan şutları in-

celediğimizde Liverpool’a karşı her takım çok yüzdeli vuruyor gibi bir algı oluşabilir. Ancak Liverpool’un yediği 38 golün sadece 4’ü ceza sa-hası dışından. Yani sen eğer rakibi-ni ceza sahasına sokarsan, o adam da bir şekilde kaleyi bulur ve golü-nü atar. Liverpool, Klopp geldik-ten sonraki dönemde topa en çok sahip olan takım. Hemen hemen her maçta oyunu rakibin sahası-na yıkmaya çalışan bir ekip. Eğer topu kaptırırlarsa takım hemen

hücum formasyonundan çıkıp, rakibin yarı sahasında defansif bir formasyona geçiyor, hızlı bir presle topu kapıp ani bir atak yaratmaya çalışıyorlar. Peki bu ne demek? Bu, rakibin kontrasına kontra ile cevap vermek demek. Bu, atağa hızlı çık-maya çalışan bir takımın en zayıf anında yakalanması demek.

İki atak şekli var da diyebiliriz. İlk atak şekliniz rakip yarı sahaya yer-leşip, daha düşük tempoda, araya atılacak toplarla ve set hücumlar-la gol aramak. İkincisi ise ilk dü-şüncesi rakibini eksik yakalamak olan rakibinizin ani atağını kesip, bozulan savunma kurgusunda-ki boşlukları hızlı değerlendirip gol atmayı denemek. Klopp’un bu sezonu takıma mentalite aşılama sezonu olarak baktığını ve gelecek sene için hazırlık dönemi olduğu-nu düşünüyorum.

Birinci eksik psikolojik bir etken olan kazanma duygusu. Liverpo-ol’un kupa kazanması lazım çün-kü en son kazanılan kupa 2012’de Kenny Dalglish’le alınan Lig Kupa-sı. Bu sebeple Manchester City ile oynanacak Lig Kupası finali çok önemli ki bu aynı zamanda Avrupa Ligi bileti olabilir Liverpool için. İkinci eksik Şampiyonlar Ligi. Ba-har gelmeden Liverpool’un ilk 4’e giremeyeceği kesinleşti gibi. Ar-senal, Leicester ve Tottenham yol-larına tam gaz giderken City’nin ilk 4 dışında kalmayacağı ya da en azından Liverpool’a geçilmeyeceği kesin gibi. Yani Liverpool’un ge-lecek sene Şampiyonlar Ligi’nde oynayabilmesi için tek yol Avru-

Page 44: Rotasyon Dergi Sayı 1

44 / MART 2016

pa Ligi Şampiyonluğu. Genellikle Avrupa’nın ikinci kupasına maddi getirisi olmadığı için asılmayan İngiliz kulüplerinin bu geleneğini bozmak zorunda Liverpool. Yoksa bu yaz transfer döneminde en kri-tik parçalarını tamamlayamazlar. O en kritik parçaları gerçek bir yıl-dız, akıllı bir lider ve daha iyi bir kaleci.

Kış transfer döneminde 35–40 mil-yon sterline almak istedikleri Alex Teixeira’yı 50 milyonluk bir bon-servisle Çin’e kaptırdılar. Bu çok tasarufflu oldu çünkü yaratıcılık, dripling sıkıntısından ziyade bitiri-cilik sıkıntısı var. Liverpool’a yeni bir Suarez, Torres ya da Owen la-zım. Tabi bu isimler her takıma la-zım belki de ama Liverpool’un çok ciddi bir forvet sıkıntısı var ve bu durum ancak çok doğru bir forvet transferiyle çözülebilir. Ne Bente-ke, ne de Origi bu problemi kolay kolay gideremez. Gerideki problem ise bir lider ek-

sikliği. Top rakipteyken takımı-nı yönetecek bir lider. Defansta Klopp’un istediği alan paylaşımı-nı sahada uygulatacak bir otorite lazım. Son olarak, kale içinse Ar-senal’in Cech transferi kesinlikle doğru model.

Klopp’un eski öğrencisi Mkhitar-yan, Tuchel geldikten sonra daha çok topa sahip olup, daha ofansif bir oyun düşündüklerini söyledi. Hiç de haksız değil bu dediğinde keza Dortmund Mkhitaryan’ın gel-diği ilk sezon olan 2013–2014 yı-lında topa %49 sahip oluyordu ve şu an Tuchel yönetiminde bu oran %57.

Yukarıdaki verilerde benim en çok dikkatimi çeken bu sezon Klopp geldikten sonraki Liverpool istatis-tikleri oldu. Topa %55 sahip olan bir takım neden maç başına ortala-ma 281 pas yapıyordu. Bunun ne-deninin ön alanda sürekli yapılan

pres ve aniden kapılan toplar oldu-ğunu düşünüyorum. Liverpool’un Mart ayı ve sonrasın-da oynayacağı iki kulvar kalıyor. Avrupa Ligi ve Premier Lig. Her ne kadar Klopp Premier Lig’in elle-rindeki en önemli kupa olduğunu söylese de Premier Lig’deki kalan maçlarına gelecek sezon hazırlık maçları olarak bakabilirsiniz. Şah-sen ben Avrupa Ligi’nin bu sene enfes olacağını düşünüyorum. Klopp, takımının Avrupa Ligi’ni kazanabilecek birkaç takımdan biri olarak görüyor ve ekliyor, “Bazen hedeflerinize ulaşmak için en kısa yoldan gitmek isterseniz. Şampi-yonlar Ligi’ne gitmek için Avrupa Ligi’ni kazanmak besbelli ki en kısa yol değil. Çok zor ve uzun bir yol. İlginç olacak. Sevilla’ya sorabilirsi-niz.”

İlkbahara girerken, doğa tekrar canlanırken umuyorum Liverpool Klopp önderliğinde ikinci baharını yaşatır sevenlerine.

Page 45: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 45

“BÖYLE GİTMEZ...”

Page 46: Rotasyon Dergi Sayı 1

46 / MART 2016

Bir maçta yenilmek iyi bir şey mi-dir? Bir sporcu tabi ki kaybedebilir. Aslolan nasıl yenildiğidir. Yenilgi-ye isyan eden; mağlup olsa da, ‘he-lal olsun’ dedirten sporculara ayrı hayranlık beslemişimdir. Birazdan okuyacağınız da böyle bir hikâye…

2013 Avustralya Açık Tenis Tur-nuvası 4.turunda akşam seansını izliyordum. Karşılaşmaya, Novak Djokovic’in çeyrek finale kalması için oynayacağı “bir başka maç” gözüyle bakıyordum. Sonuç dü-şündüğümden farklı olmadı ve Sırp raket maçı almayı bildi. An-cak tenis dünyası yeni bir şam-piyonluk adayının ayak sesini de yüksek sesle duydu. Tenis severle-rin adını ve yeteneğini bildiği, (fa-kat) bir türlü büyük dörtlüye(Djo-kovic-Murray-Federer-Nadal) diş geçiremeyen Stanislas Wawrinka tenis sahnesine çıkmaya hazırlanı-yordu.

Wavrinka ilk seti (6-1) alırken, ikinci sette de (5-2) öndeydi ve Novak Djokovic’i adeta sahadan siliyordu. Forehandleri ve back-handleri, servisleri kısaca oyunun her alanında rakibine üstünlük kurmuştu. Daha önce hiç olmadı-ğı kadar güçlü gözüküyordu kort-ta. Ancak Djokovic krizi atlatarak ikinci seti 7-5 ve ardından üçüncü

seti 6-4 ile hanesine yazdırdığın-daysa, herkesin aklından dört set-te bitecek bir maç geçiyordu; ama öyle olmadı.

Dördüncü set, tie-breakle Stan Wawrinka’ya gidiyordu. Biz de he-yecandan tırnaklarımızı yiyorduk ekran başında. Son set, 12-10’luk skor ile dünya 1 numarasına git-mişti. Maç saati 5 saatin aşıldığını gösteriyordu. Yine yenilmişti Stan, ama tenisin elit sınıfına karşı koya-bilecek oyuna sahip olduğunu da

göstermişti. Öyle kusursuz bir tek el backhand vuruşu vardı ki, yakın zamanda gelmiş geçmiş en iyi vu-ruş olup olmadığı sorusu sorulma-ya başlanacaktı. Maç otoritelerce turnuvanın en iyi maçı olarak gös-teriliyordu. Ayrıca bu maç özelinde daha önce yapmadığını yaparak; seyirciyi maçın içine çekti, yanına aldı ve onlarla bir bağ kurmayı ba-şardı. Bir şeyleri değiştirmek ister gibiydi. Bu maç, kariyeri için ke-sinlikle çok önemli bir “mağlubi-yet” olmuştu.

EN İYİ YENİLEN KAZANIROĞUZHAN ŞAKAR

Page 47: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 47

Wawrinka, inişli çıkışlı geçirdi-ği 2013 yılı içerisinde Amerika Açık’ta yarı final görerek bir kez daha adından söz ettirdi. Oyu-nundaki yükseliş gözle görülür düzeyde artmış; artık güçlü servisi olan, toplara sert vuran ve rallileri rakiplerine kabul ettiren bir oyun-cuya dönüşmüştü. Ancak yarı fi-nalde bir kez daha Novak Djokovic duvarına tosladı. Yine, çok uzun süren maçta, beş setin sonunda korttan boynu bükük ayrılıyordu. Maçı kaybetmiş olsa da; Wawrin-

ka, Djokovic’i yenebileceği hissini veriyordu bizlere. “Elinden kaçırdı Djokovic’i” diyorduk içimizden. İleride bir Grand Slam şampiyonu olabilir miydi? Bu soru artık o ka-dar da imkânsız mıydı?

Profesyonel sporda mental gücün test edildiği zamanlarda bununla başa çıkabilmektir mesele. İrlan-dalı yazar Samuel Beckett’in ünlü sözüdür; “Hep denedin hep yenil-din. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil…” Bu sözü sol ko-

luna dövme yaptırdığında çok da konuşulmamıştı Stan Wawrinka. Ben de dâhil olmak üzere önceden duymamış birçok insan olabilirdi bu sözü. Ama duyurmaya kararlıy-dı Stan. 2014 Avustralya Açık çeyrek fina-linde, 2013’ün rövanşı niteliğin-deki – 4 saat süren- son seti 9-7 biten maçta, Novak Djokovic’i bu kez mağlup etti. Finalde de Rafael Nadal’ı kariyerinde ilk kez yenerek ilk grand slam kupasını kaldırdı ve kolundaki dövme, o akşam spor bültenlerinin es geçemeyeceği bir habere dönüştü.

Wawrinka, bu başarısıyla tenis gibi bireysel bir sporda zor anlarda kri-tik eşiği aşabileceğini gösterdi. Zor olanı yapmıştı. Büyük turnuvaların üst turlarına ilerleyemeyen Waw-rinka, şampiyonluğuyla birlikte, hem bu yargıyı yıktı hem de vatan-daşı Roger Federer’in gölgesinde kalışına bir son verdi. En önemli-si, koluna yazdırdığı gibi daha da iyi yenilerek rakiplerini yenmeyi öğrendi. Stan, her sporda olduğu gibi kaybolup giden bir sürü yete-nekten biri olmadığını kanıtladı. O, artık iki Grand Slam zaferi olan, olimpiyatlarda çiftler kategorisin-de altın madalya kazanan ve Davis Kupası’nı da hanesine yazdıran bir “şampiyon”.

EN İYİ YENİLEN KAZANIROĞUZHAN ŞAKAR

Page 48: Rotasyon Dergi Sayı 1

48 / MART 2016

Sınırların ve engellerin had safha-ya ulaştığı bir dönemde yaşıyoruz: cinsiyet, yaş, güç, dayanıklılık, vü-cut… Önyargılar hepimizi ele geçi-riyor, özellikle de spor alanında.

Kısa zaman önce, toplumun ön yargılarını bir kere daha yıkan, bizi bir kere daha düşünmeye iten bir haber aldık: Misty Copeland Ame-rikan Bale Topluluğu’nun ilk Afro Amerikan baş dansçısı olma şerefi-ne ulaştı. Bu 75 yılın sonunda ya-şanan bir ilk!

Rol model olarak kendine ilk defa 7 yaşında televizyon izlerken gör-düğü Nadia Comaneci’yi belirle-yen Copeland, annesi ve hocala-rının arasındaki velayet davaları içinde kendini göstermeyi başardı ve 13 gibi geç sayılabilecek bir yaş-ta dans dünyasına adımını attı. Ten rengiyle birlikte, bale normlarına sığmayan vücut ölçüleriyle de ken-dinden söz ettiren dansçı, bir eleş-tirmen olan Nelson George’a göre, “asla sıradan bir kız olmadı” .

Her röportajında balenin bir ya-rış olduğunu ve dans ettiği sürece bunu sürdürmeye kararlı olduğun-dan bahseden Copeland, klasik vücut tiplerine ya da ten renklerine uymayan bir sürü gence umut ve-riyor.

Sadece bale dünyasında değil, hepimizin yakından takip etti-ği kadınlar dünya 1 numarası ve 6 Wimbledon şampiyonu Serena Williams da vücut yapısı ile çok konuşulanlar arasında.

Zaman zaman kendisi de gençli-ğinde “kıvrımlarını“ kabul etmekte çok zorlandığını söyleyen Willi-ams, vücudu ile barışık yaşamayı öğrendiğini; önemli olanın kortta kazanılacak zaferler ve ilham ver-mesi gereken insanlar olduğunu belirtiyor.

Zaman zaman gerçekleştirdiği Tommie Smith öncülüğünde Bla-ck Power cezaları, dopinglere göz yumma gibi uygulamalarıyla bili-nen Olimpiyat Komitesi de aslında katı önyargılara sahip.

2012 olimpiyatlarında “normal vü-cut tipine uymadığı “ gerekçesiyle cinsiyeti sorgulanan Caster Semen-ya, gümüş madalyaya ulaştığında hakkında açılan soruşturmalar üzerine tek bir cümle söylemişti: “İnsanların düşüncelerini kontrol edemezsiniz. Bu, sizinle alakalı olan bir şey, içinizdekini kontrol etmekle. Şu an geleceği düşünüyo-rum, olan zaten çoktan oldu. “

Semenya, aslında hepimize yeni bir felsefe öğretiyor: toplumun yargı-larını değiştiremeyiz ama onları kendimiz ve gelecek için yaptıkla-rımızla şekillendirebiliriz.

Page 49: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 49

İMKANSIZI BAŞARMAKEZGİ YAZICIOĞLU

Page 50: Rotasyon Dergi Sayı 1

50 / MART 2016

RİYAD MAHREZ HARİKALAR DİYARINDA

CİHAT GEMİCİ

Page 51: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 51

Bugünlerde Dünya’nın en pahalı liginin tozunu attıran, ekürisi

Vardy ile birlikte Leicester City’nin peri masalının kahramanı Riyad Mahrez, beyaz tavşanın izinde düş-ler ülkesinde hayallerine kavuşmuş gözüküyor. Masalın yazılış öyküsü-ne bakarsak yazar Lewis Carrol’ın fotoğraf merakı yüzünden hare-ketsiz durması gereken çocuğun düşlerini bize anlattığını öğreniriz. Çocuk bir noktaya sabit bakar ve hayal eder. Çocuğun onca süre sa-bit durmasının nedeni yazarın onu hareket ederse masalın bozulacağı-na inandırmış olmasıdır.

Riyad Mahrez’in masalı futbol, ya-zarı babası, düşleri ise gerçektir…

Hikâye pek de yabancı değil. Pa-ris’in kuzeyindeki banliyölerde yaşayan göçmen bir çocuk, Sarcel-les adlı yerel bir takımda sevdiği oyun için kariyer başlangıcını ya-par. Yetenekleri tartışılmaz ama çelimsiz sıska olduğu için futbolcu olmasına zor gözüyle bakılır. Bu dönemlerde Riyad’ın yanında olan kişi babası Ahmed Mahrez’dir. Ba-bası oğlunun futboluna inanmakta

onun her maçını izlemekte ve geli-şimine yardımcı olmaya çalışmak-tadır. Riyad da babasının amatör olarak futbol oynadığını bildiğin-den dediklerini ciddiye alıp baba-sının sözünden çıkmamıştır.

Babasının başından beri inandığı yetenekleri sayesinde kısa sürede Championnat de France (4. Lig) ekibi Quimper tarafından keşfe-dilir. Annesi Faslı, babası Ahmed Mahrez ise Cezayirlidir. Büyürken tatillerini Cezayir’de geçirmiş ol-maları ve babasına bağlılığı onun milli takım seçiminde etkili ol-muştur. 15 yaşındayken akıl hocası olan çok sevdiği babasını kalp krizi sonucu kaybeder. Bu olaydan son-ra kariyeri ciddi bir ivme kazanır. “Babamın ölümünden sonra fır-satları ben mi iyi değerlendirdim yoksa şans yüzüme mi güldü bil-miyorum belki de sadece daha faz-la istedim.”

Kariyer umutlarının az, göçmen nüfusunun çok olduğu Sarcelles’te, fizik gücü zayıf teknik yönü güçlü çocuk yetiştiği ortamdan şikâyetçi değildir. “Annem bizim için çok ça-

lıştı zengin olmasak da fakir de de-ğildik. Akşam eve döndüğümüzde yiyeceğimiz bir şeyler vardı.”

İlk kulübü Sarcelles’de görev yapan Mohamed Coulibaly L’Equipe’e verdiği demeçte Mahrez’in kırıl-ganlığını bildiğini fakat en önemli özelliğinin sahada her zaman so-rumluluk almaya hazır olması ve kritik anlarda ortaya çıkmaktan çekinmemesi olduğunu belirtmiş-tir.

Mahrez diğer göçmen çocukların-dan farklı olarak iyi bir akademi eğitimi almadı. Bu yönden takım arkadaşları Vardy ve Kante ile ortak bir kaderi paylaşıyor. Ona göre bu bir dezavantaj değil aksine sokak futboluyla yetişmiş olması sahada ona özgürce hareket edebilmesini ve farklı şeyler ortaya koyarak kali-tesini göstermesini sağlıyor.

Cezayirli oyuncu hayatının hiçbir döneminde gözünü direkt olarak çok yükseklere dikmemiştir. Adım adım zirveye doğru gitmenin daha doğru olduğunu düşünmüştür.

“RIYAD MAHREZ’IN MASALI FUTBOL, YAZARI BABASI,

DÜŞLERI ISE GERÇEKTIR…”

Page 52: Rotasyon Dergi Sayı 1

52 / MART 2016

Adımlarını yavaş ve sağlam atan 21 Şubat 1991 doğumlu oyuncu 2010 yılında Ligue 2 ekibi Le Hav-re’ye transfer olur. Bu transferde PSG ve Marsilya’nın tekliflerini Le Havre’nin altyapıya verdiği önem sebebiyle reddetmiştir. Aslında bu riskli hamle pek de istediği gibi so-nuçlanmaz. 2011’e kadar Le Hav-re’nin B takımında oynar. 2014 Ocak ayında Leicester City için Ada’nın yolunu tutana kadar Lİgue 2’de mücadele eder. Mahrez Ligue 2’yi fazla defans yapılması ve maç-ların çoğunun golsüz bitmesi ne-deniyle eleştirmiştir.

Mahrez dışarıdan bakıldığında Kuzey Afrikalı kıvraklığına sahip, süratli ve teknik klasik bir kanat oyuncusu gibi görülmektedir. Onu dikkatli izlediğinizde ise bundan çok daha fazlası olduğunu göre-bilirsiniz. 11 Ocak 2014’te Cham-pionship ekibi Leicester ekibi onu dikkatli biçimde izlemiş ve 3,5 yıl-lık sözleşme imzalamıştır. Ailesi ve arkadaşları yumuşak oyun yapısı teknik özellikleri nedeniyle onun yerinin İspanya olduğunu düşün-müşler ve İngiltere alt ligine gitme-sine şüphe ile yaklaşmışlardır.

Endişelerin haklılık payı vardır. Mahrez’in Ada’ya uyum sağlaması pek kolay olmaz. Yine de ilk yılın-da 10 yıl sonra takımının Premier Lig’e yükselmesine yardımcı ola-

rak önemli bir başarı kazanır. Ona göre ise İngiltere alt ligine gitmesi doğru bir karardır. Bunun sağla-masını ise 2014 Dünya Kupası’nda Cezayir Milli Takımı’na seçilerek yaptığını söylemiştir. “Eğer Fransa 2. Liginde devam etseydim muh-temelen beni kimse takip etmezdi fakat İngiltere’de kazanan ve iyi oy-nayan bir ekipte göz önündeydim.”

Profesyonel hayatı boyunca alt lig-lerde oynayan Mahrez artık dün-yanın en iyi ligindedir. İlk sezonda düşme potasından bir türlü uzak-laşamazlar. Tekrar alt lige gitmek pek de isteyeceği bir şey değildir. Sezonun sonunda inanılmaz bir performans gösterirler. Leicester için bu Watford maçında muci-zevî kaybedişlerinin geri dönüşü gibidir. Ligin sonundaki 9 maçın 7’sini kazanırlar ve ligde kalırlar. Peri masalının önsözü bu 9 haftada yazılır ama bilirsiniz önsözler pek okunmaz. 7 resmi maç kazanan Leicester’ı da yeni sezon öncesi pek ciddiye alan olmaz.

2015/2016 sezonunda Fantasy Lig oynayanlar ilk hafta Riyad Mah-rez’i kadrosuna alanların çok şanslı olduklarını düşündüler. Sonraki 2 haftada düşünceleri değişmedi. Nitekim Mahrez 3 haftada 4 gol at-mıştı. Sezonun geri kalan kısmı da farklı olmadı. Ek olarak bir de ona eşlik eden kendisi gibi alt liglerin

tozunu yutup gelmiş Jaime Vardy diye bir çocuk çılgınlar gibi gol atmaya başladı ve rekorları alt üst etti. Eğer oyunda başarılı olmak istiyorsanız modern zamanın Taro Misaki ve Tsubasa Ozora’sı olan bu altın ikili kadronuzda olmalı.

Mahrez’in klasik bir kanat oyun-cusu olmadığına inananlar artık inançlarını gururla, yüksek sesle dile getirebiliyorlar. Riyad Mahrez “Tilkilerin” hücumdaki aklı, mut-faktaki şefi, orkestradaki maestro-su. Sorumluluk alıyor penaltıları atıyor, sunuma önem veriyor ha-rika bilek hareketleriyle tribünleri coşturuyor, skora direkt katkısıyla takımını zirveye taşıyor. Zaman zaman içe kat ederek bir 10 numa-raya dönüşüyor ve oyun görüşüyle 4-4-2 oynayan Raineri’nin Zidane’ı olabiliyor.

Riyad Mahrez 24 haftada 13 gol attı, 9 asist yaptı. Takımı Arsenal ve Man City gibi para babalarının önünde zirvede. Ekürisi Vardy 18 golle krallıkta ilk sırada. Özel ha-yatında da mutluluğu yakalayarak İngiliz bir hanımefendi ile evlendi. Leicester ile sözleşmesini 2019’a kadar uzattı. Kendisini bu güzel düşten uyandırmak istemiyoruz. Lütfen kıpırdama Riyad çekiyo-ruz!!!

Page 53: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 53

Page 54: Rotasyon Dergi Sayı 1

54 / MART 2016

ORADA, UZAKTAKİ SPOR: KÖRLİNGÖMER İNCE

Page 55: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 55

ORADA, UZAKTAKİ SPOR: KÖRLİNGÖMER İNCE

Page 56: Rotasyon Dergi Sayı 1

56 / MART 2016

Körlingin ülkemizde sevilmesi için hiçbir sebep yok. Soğuk bir ülke değiliz ilk olarak, doğal ola-rak oluşmuş buz bulmak kolay de-ğil. Oynanabilirliğin kısıtlı olması işleri baştan zorlaştırıyor. İkinci olarak oyunun karakteri Ortadoğu ve Akdeniz insanı olan bizlere pek hitap etmiyor. Biz ateşli ve fevri insanlarken, körling soğukkanlı-lık, stratejik düşünce ve keskinlik gerektiriyor. En ufak bir hatayı affetmiyor. Bunlar yetmezmiş gibi bir de süpürge ile oynanıyor. Bizim gibi ataerkil bir toplumda sırf bu sebep bile nüfusun yarısı-nın oyuna olan ilgisini kaybetme-sine sebep olabilir. Ama süpürge körling için bir lanet olduğu kadar bir avantaj aslında. Her ne kadar körlingi küçümsesek bile süpürge ve sporun akıl almaz birleşimi me-rakları cezbediyor. Sırf bu yüzden oyun hakkında hiçbir bilgi veya ilgimizin olmamasına rağmen içinde körling olan (her ne ka-dar kalitesiz de olsa) filmler dahi çekebiliyoruz. Böyle bir merakı karşılıksız bırakmak sanki haksız-lık olur.

Körling bir strateji oyunu. Tabi oluşturduğunuz stratejiyi hayata geçirecek kabiliyete ihtiyacınızın olduğu bir oyun. Körling (Cur-ling) İngilizce kıvrılmak anlamına geliyor. Attığınız taş yavaşladıkça kıvrılma miktarı da artıyor. Süpür-mek ise taşın hızını ve kıvrılma miktarını kontrol etmenizi sağlı-yor. Basit bir şekilde ev adı verilen hedefin ortasına en yakın taş veya taşların sizin olması için uğraşı-yorsunuz. Oldukça basit olan bu kuralın arkasında oyunu izledikçe anlamlanan stratejiler bulunuyor.

İzlemeye yeni başladığınızda yapı-lan hamlelere anlam veremeseniz de oyunun içinde hepsinin bir anlamı olduğunu görüyorsunuz zamanla.

Körling her ne kadar takım oyunu olsa da takımlar kaptanın (skip) demir yumruğu altında yaşıyorlar. Takımdaki oyuncuların seçimine veya maç içerisindeki stratejiye tamamen kaptan karar veriyor. Zaten takımlar da kaptanın ismiy-le anılıyor genellikle. Kaptanı maç içinde ayırt etmeniz çok kolay, süpüren oyunculara avazı çıktığı kadar bağıran kişi kaptandır. Tabi ki bu bağırış çağırış çoğunlukla daha sert süpürülmesi için süpü-renleri motive etme amaçlı. Tüm bu sorumlulukları yerine getirme-si için kaptanlar her zaman kariz-matik ve göz önünde olan insanlar oluyorlar.

Avrupa’da en dikkat çeken kap-tanlar arasında Eve Muirhead, Thomas Ulsrud, Niklas Edin sayı-labilir. Kanada’dan da son Olimpi-yatlara ve Dünya Şampiyonası’na katılan Jennifer Jones anılabilir. Eve Muirhead İskoç ve Britan-ya takımlarının kaptanı. Junior turnuvalarının tozunu attırmış bir oyuncu ve henüz 25 yaşında ol-masına rağmen Avrupa ve Dünya şampiyonluğunun yanında Olim-piyatlar’da aldığı bir bronz madal-yası var. Körling onun için baba mesleği ve kardeşi de profesyonel körling oyuncusu. Körling sev-memek aileden dışlanmaya sebep olabilir muhtemelen. Ayrıca iyi bir golf oyuncusu olduğu söylenir. Thomas Ulsrud Norveç takımının

kaptanı. 44 yaşında ve kariyerinde Avrupa ve Dünya şampiyonluk-ları var. Olimpiyatlarda da gümüş madalyası var. Ama daha önemlisi Norveç için fancy pants (gösterişli pantolonlar) modasını başlatan in-san. Her turnuvaya Norveç renk-lerini taşıyan birbirinden ilginç pantolonlarla katılıyorlar. Nor-veç’te bir körling okulunun sahibi yani tüm hayatını bu spora adamış bir insan. Niklas Edin İsviçre takı-mının kaptanı. Son zamanlarda erkeklerde körlingi domine ediyor. Geçen sene başında geçirdiği bel ameliyatına rağmen Avrupa şampiyonu olmayı başardı. Kötü başladıkları turnuvanın finalinde finale kadar mükemmel gelen Thomas Ulsrud’u yenerek şampi-yon oldular. Twitter’da kötü kelime esprileri paylaşmaktan hoşlanıyor, sempatik bir insan. Jennifer Jones Kanada takımının son zamanlar-daki kaptanı. 41 yaşında ve kariye-rinde Dünya şampiyonluğu var ve Sochi’de de altın madalya kazandı. Annesi ve babası da Körling oyun-cusu. Körling oyuncusu olması-nın dışında avukatlık eğitimi var. Aslan yelesini andıran saçlarıyla dikkat çekiyor.

Türkiye’de belki bu spor gelişme imkânını hiç bulamayacak. Ama körling gibi alternatif sporların bilinmesinin ve imkânlarının art-masının önemli olduğunu düşü-nüyorum. İnsanların farklı karak-terlerdeki oyunların ve kültürlerin farkında olmasının, onların hayat-larında daha açık fikirli olmasına imkân sağlayacağına inanıyorum. Unutmayın körling asla sadece körling değildir.

Page 57: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 57

“ROTASYON ŞART”

Page 58: Rotasyon Dergi Sayı 1

58 / MART 2016

SARI’NIN ATEŞİYLE ALEVLENEN TUTKU

CANAN VARAN

Page 59: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 59

Bazı anlar vardır hayatınıza yön veren. Fark etmeden sizi farklı bir hayata, klişeden uzaklaştıran bir maceraya sürükleyen anlar. Ben de sıradan bir pazar günü evde can sıkıntısıyla otururken tesadü-fen televizyonda açık olan yarışı gördüğümde her şeyden habersiz-dim. Daha önceleri evde Formula 1 izleniyor muydu, yoksa annem ya da babam zaplarken sıkılıp “aman neyse bu kalsın” mı dediler de ben de izlemeye mi başladım gerçekten bilmiyorum. F1’le ilgili o zamanlar bildiğim duyduğum tek şey Schu-mi’ydi. Onu televizyon ve gazete-lerde her gördüğümde sürekli ba-bama sorardım “Ya bu adam nasıl yedi kez dünya şampiyonu oldu? Diğerlerinden farkı ne? Nasıl bu kadar hızlı olunabilir ki?“ Aklım almazdı. Yaşım da öyle 5–6 değil hani, tam ergenlik dönemlerim, 14 yaşındaydım. Bir de haberlerden Türkiye’de bir pist yapıldığını bili-yorum ama yarım yamalak falan.

Farkına varmadan o yarış beni ba-yağı içine çekmiş olacak ki kanalı bile değiştirmek istediklerinde izin vermemiştim çok iyi hatırlıyorum. Ne teknik ne taktik umursamadan çoğunun isimlerini, takımlarını bile bilmediğim bir yarış izliyor-dum. Yarışlara ve hıza merakım da hiç yok değil bu arada, PlayStation 1’in ilk zamanlarında oyunlarımın yüzde doksanı araba yarışları drift tarzı oyunlardan oluşurdu ve deli

gibi oynardım, hem de acayip bir kazanma hırsıyla. Babam bile bu heyecanıma hayran kalmış olacak ki bana direksiyon ve pedal konso-lu hediye etmişti. Daha küçükken de genelde tüm kızlar barbie be-bekleri ile oynarken ben oyuncak olarak araba aldırırdım. Hatta bir seferinde oyuncakçıda küçük bir oğlan, benimle yaşıttı muhteme-len, gelip elimdeki arabayı almaya çalışınca nasıl da bir anda prenses edamı kaybedip hırçınlaşmış ve sa-taşmıştım çocuğa, bugünmüş gibi hatırlarım hâlâ.

İşte bilinçaltım bir şekilde arabalar ve hıza aşık olmuş olacak ki sonuna kadar yarışı zevkle izledim. İşin gü-zel tarafı pist de bayağı etkileyiciydi ve bu şekilsiz ama garip bir şekilde gözüme karizmatik gelen araçlar dar sokaklardan, güzel binaların yanından geçiyorlardı. Karanlık bir tünele yüksek hızla girip bir anda güneş ışığına çıkıyor ve virajlarda adeta dans ediyorlardı. Tüm bunla-rın dışında bir de pilotların isimle-rine takmış durumdaydım. Yarışa pole’den başlayan ve yarışı kazanan Kimi Raikkonen çok dikkatimi çekmişti. Resmen isme takmıştım ‘ya bu nasıl isim çok sempatik’ diye sırıtarak kağıda not aldım ismi ve yarış stilini de çocuk aklımla baya-ğı beğenmiştim. Arabası da siyahlı gümüşlü McLaren Mercedes idi (o zaman tek takımdı) ve gözüme pek etkileyici gelmişti doğrusu.

Page 60: Rotasyon Dergi Sayı 1

60 / MART 2016

İşte sabırsızlıkla beklediğim ve F1’i aslında ilk başlarda asıl izle-me sebebim olacak adamı görme anı gelmişti. Damalı bayrakla ilk tanışmamın ardından araçlar parc fermé’ e gelmiş ve kazanan pilot turuncu t-shirtlü takım arkadaş-larıyla coşkusunu paylaşıyordu. Ve sonunda kaskını çıkarmıştı, Mona-co’da podyumdaydı Kimi Raikko-nen. Birincilik kupasını kaldırıyor-du. Yüzümdeki sırıtışı bizimkiler fark etmedi muhtemelen ama ben hipnoz olmuş gibi kupayı kaldıran adamı izliyordum. İşte her ergen gibi benim de artık odama posteri-ni asabileceğim, deftere kalp içinde adını yazabileceğim biri hayatı-ma girmişti. Kendime geldiğimde Kimi, şampanya şovu yapıyor ve kameralara gülüyordu. Her pilo-tun adının yanında minik bayrak-lar vardı, muhtemelen hangi ülke vatandaşı olduğunu belirtiyordu hemen anneme adının yanındaki bayrak nereye ait diye sormuştum, o da Finlandiya demişti ben de sa-nırım orası cennet diye düşünmüş-tüm yalan yok.

O an belki kulağa efsanevi bir an gibi gelecek size ama kendi kendi-me dedim ki ben bu sporu, bu ada-mı sonuna kadar takip edeceğim ve asla kaçırmayacağım, öyle de oldu bugüne kadar.

Ertesi gün almadığım gazete kal-mamıştı ve evde olmadığı için ilk defa etrafta internet cafe bulup deli gibi haber takip etmeye çalışıyor ve fotoğraf bastırıyordum. Şu an bile gazetelerden kestiğim haberleri to-parladığım dosyamı saklıyorum. Şimdilerde futbol dışındaki ha-berlere bu kadar önem verilmiyor ama yine de koşa koşa gidip gazete toparladığım pazartesi sabahları-nın heyecanını, kol detayına kadar gazete haberlerini kestiğim o hazzı kendimce içimde yaşıyorum ve bir yandan da o zamanları özlüyorum.

Bir pazar öğleden sonra Monte Carlo sokaklarında başlayan se-rüvenim yarışların yapıldığı diğer şehirlerde de hep devam ediyor, hatta hafta sonlarımı yarış takvi-mine göre planlıyorum mümkün

olduğunca. Şimdi yanlış anlaşıl-masın F1’le tanışmam her ne ka-dar Raikkonen’le olsa da o bir gün yarışmayı bıraksa bile, ki iki sene-lik bir ayrılık yaşadı, bu spora olan tutkum sonuna kadar bu tazelikte, aynı heves ile devam edecek.

Biliyorum çoğunuz ‘sıkıcı ya nesini seviyorsun’ ya da ‘artık Türkiye’de yarış yok yayınlar belirsiz nasıl takip ediyorsun’ gibi şeyler diyor-sunuz içinizden. Ama bu tutkuyu size nasıl anlatırım bilmiyorum. Bir annenin çocuğunu sevip sahip-lenmesi gibi desem abartı mı olur dersiniz? Bence olmaz. Zamanla heyecanın azaldığını, bir Senna ya da Schumacher dönemi gibi bir dönem içinde olmadığımızın far-kındayım ama yine de her pazar bir şekilde o yarış önümde açık ol-malı ve ben bitene kadar su içmeye bile mutfağa gitmemeliyim.

Bu da benim terapim işte...

Page 61: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 61

“OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN!”

Page 62: Rotasyon Dergi Sayı 1

62 / MART 2016

Page 63: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 63

ÖLÜMÜ ARDINA ALMAKALİ EMRE MAZLUMOĞLU - FURKAN KARASOY

“… yüzümüz çamurdan temizlenince bir kefen gibi bembeyaz görünü-yor, ishal bağırsaklarımızı boşalttı, suda ölecek gibi oluyoruz. Akşam odamıza gidince uyumak yerine Aziz Guy dansı yapıyoruz. Bağcıkları-mıza bakın, bakırdan. Ne yapalım! Ötekiler uzun süre dayanmıyor, he-men kopuyor. Bu tabaklanmış bakırlar en azından dayanıklı. Derimizin ne hale geldiğini düşünün! Bisikletle inerken çoraplarımız, çamaşırları-

mız parçalanıyor, üstümüzde hiçbir şey kalmıyor.”

1924 yılında bisikletçi Henri Pel-lisier, Fransa turunu yakından iz-leyen gazeteci Albert Londres’e bu röportajı verirken okuyanın da yüzünü bembeyaz eden şu sözleri de söylüyordu: “ve kaslarımız artık kemiklerimizden ayrılıyor.”

Gerçekten de ağrı eşiklerinin ve dayanıklılığın sınır noktalarını zorlayan bir spor bisiklet. Bu ne-denle belki de diğer birçok spor-dan çok daha fazla epik öyküler barındırıyor içerisinde. Lance Amstrong bu öykülerin en güzel-lerinden birini yazmıştı. Dile ko-lay %40 yaşama oranı verilen tes-tis kanserini yenip 7 sene art arda bir bisikletçinin düşlerinin en tepe noktası olan Tour de France’i ka-zanmıştı. Ancak 24 Ağustos 2012 günü, yıllardır boğuştuğu doping iddialarına yenilip pes ettiğinde öykünün mürekkepleri spor tari-hinin en şiddetli yağmurlarından birine maruz kalarak kağıtlardan aşağıya doğru akmaya başladı. Üs-telik geride kalan boş sayfalar de-ğil, duygu bunalımlarımızı ifade eden, mürekkebin bıraktığı anlam-sız lekelerdi. Milyonlarca insana kalıcı bir Truman Show paranoyası miras bırakan büyük şampiyon(!), ruhlardaki en büyük sızıyı da ken-di sözleriyle yaratmıştı. Oprah ile

yaptığı o meşhur röportajda kendi-sine yöneltilen soruları insanın ka-nını donduran bir soğukkanlılıkla cevaplamış ve tüm yaşananları piş-kin bir edayla “büyük bir yalan” di-yerek özetlemişti.

Doping kullanımı elbette Lan-ce Amstrong’la başlamadı. Hatta 1966’da Anti-doping yasasına karşı bisikletçiler grev dahi yapmışlardı. Tam bu noktada içinden çıkılması zor bir paradoksun içinde kalıyo-ruz. Bir sporcu sağlık için tehlikeli maddelerin kullanımını yasakla-yan bir yasaya karşı neden greve katılır? Ya da birkaç adım daha ileri gidelim. Doktor Robert Gold-man’ın meşhur “sportif başarı için testlerde tespit edilemeyecek ama beş yıl içinde ölümünüze neden olacak ilacı kullanır mıydınız?” so-rusuna sporcuların yarısından faz-lası neden evet der (Bu oran günü-müzde giderek azalsa da)? Neden diğer sporcuları değil de ölümü ar-dına alarak yarışmak ister? Dopin-gi tercih eden sporcuların bu ağır sıkışmışlık içerisinde ne derece kendi kararlarını verebildiklerini düşünebiliriz? Bu soru elbette ya-pılan yanlışı gizleme derdi taşımı-yor ama dikkatleri daha bütünlük-lü bir noktaya çekmeye çalışıyor.

Page 64: Rotasyon Dergi Sayı 1

64 / MART 2016

Sporcuların Samsa’laşan Hikayeleri

Ünlü astro fizikçi Neil deGrasse Tyson birkaç yıl önce yeniden çe-kilen Cosmos belgeselinde Büyük Patlama’dan bu yana olan süreyi tek bir kozmik takvime sığdırmış-tı. Bu takvime göre anatomik ola-rak insan, sadece son 8 dakikada yani 31 Aralık saat 23.52’de tarihe giriyor ama dünyanın ve kendi tarihimizin kırılma dönemi tak-vimin son saniyesine denk geliyor (23.59.59). Tam bu nokta yeni bir çağın başlangıcı olan büyük bir dönüşümün, sınıfsal devrimin ve altüst oluşların anıdır. Bu anlar dünya üzerinde olan her şeyi kesin biçimde değiştirdi. Eskiden baskın olan dini kurumlara, feodal ya-pıya bağlı olan insan aklı en ileri özgürlük deneyimlerini yaşama-ya başladı. Yaşamın ussallaşması Adorno’nun dediği gibi bireylerin de aydınlanmasıydı ve onları kendi kendilerinin efendisi haline getir-mişti. Ancak bu sürecin arkasında tüm bu gelişmelerin mimarı başka bir kavram var: Meta.

Kaan Kural’ın “Bu Oyun Böyle Oy-nanır” yazısında Popovich ve San Antanio’nun oyun yapısı örneğiyle yaratıcı biçimde tanımladığı meta kavramı yine onun deyimiyle sü-rekli değişim ve gelişim halindedir. Ancak bu noktada bu kavramın ekonomik kullanım biçimine ba-karsak, karşımıza değiştirmek için üretilen yani paraya çevrilmek is-tenen şeyler çıkar. Artık varmak is-tediğimiz noktaya varabiliriz: Spor da toplumun diğer her parçası gibi meta kavramına yenilerek, onu pa-raya çevirmeye çalışan bir biçime dönüşmüş durumda. Spor orga-nizasyonları bugün tam anlamıyla kendi endüstrisini yaratan, ilişkiye girdiği her şeyi karadelikler gibi olay ufkundan içeri yutan ve onu ticarileştiren bir boyuta evrildi. Sözü yine Henri Pellisier’e verelim:

“spor azgın bir deliye dönüştü.”

Meta dünyasının ve bu dünyanın özü olan değişimin spor ilişkile-rinde egemen olması sporcuların davranışsal özelliklerinde de belir-li normlar üretti. Sporcu kendini yalnızca istatistik olarak belirleyip, sporun yine bu süreç içerisinde yarattığı başarı kurallarına göre yaşamaya başladı: Rekabet etmek, birinci olmak, sponsor bulmak, milyon dolarlar kazanmak. Gayet “rasyonel” görülen bu hedefler, logosentrik bakış açısını çoktan edinmiş sporcuları, bu başarı ku-rallarına ulaşmada kendi bedensel özelliklerini aşan başka maddeler kullanmaya itti (bu tip maddeler spor tarihinin her döneminde var-dır ama asıl yaygınlaşması, kendi büyük ekonomisini ve işleyişini oluşturması bahsedilen dönemden başlayarak gelişmiştir). Bu süreçler her ne kadar kağıda dökülen cüm-lelerde böylesine basit gözükse de sporcunun başarıya ulaşmada ya-şadığı bütün duygu bunalımları-nın, patlamalarının, yıpranan sinir hücrelerinin ve hırs ile paramparça edilen kalplerin uyumsuz bileşimi yani felaketin kesintisiz birikimi-dir.

Bugün, her geçen an asimetrik ola-rak gelişen spor ekonomisi; hede-fe ulaşana, en iyi olana dışarıdan muhteşem gözüken bir yaşam vaat ediyor. Özellikle ülkemizde spor-cuların bir çoğunun yoksul ke-simden geldiği düşünüldüğünde başarıya verilen yüksek meblağlar ve gelecekte değişecek yaşam biçi-mi ve sınıfsal konum sporcular için doping kullanmada ekstra bir mo-tivasyon sağlıyor. Aslı Çakır Alpte-kin’in finish’e giden koşusu, Halil Mutlu’nun göğe yükselttiği halteri, Nevin Yanıt’ın üzerinden büyük bir hızla atladığı engeller, tam an-lamıyla yılan hikayesine dönen Sü-reyya Ayhan’ın öyküsü; Kafka’nın olağanüstü anlatımı ile kocaman

bir makinaya dönüşen toplumsal işleyiş karşısında böcekleşen Gre-gor Samsa’nın yaşamı gibidir ya da başarı uğruna her şeyi yapabilecek Faustyen insanın Machiavelli felse-fesine yaslanmış halidir.

Aldatmanın Sıradanlığı

Bütün bunların yanında bir de se-vip takip ettiğimiz bir sporcunun adı doping haberlerine karıştı-ğında, istemsiz bir öfke ve bir se-bep bulma çabası kaplar insanın tüm benliğini. Derin bir tahribata yol açar, güvenimiz sarsılır tüm dünyaya. Bazen de bu haberlerin öznesi öyle bir isim olur ki diğer hepsinden farklı hissettirir. Duy-duğunda donup kalır, ağzını bile açamaz insan. Ona atfedilen tüm o özel anlar bir film şeridi gibi gö-zümüzün önünden geçer ve bizi düşünmeye sevk eder. O branşında unutulmaz bir başarıya imza atar-ken, seveni de mutluluk, heyecan ve gururla dolar belki de anlamsız yere. Şimdi her şeyin bir illüzyon-dan ibaret olduğu ortaya çıkmıştır ve tüm sevenleri kullanılmışlık his-siyle başını önüne eğer.

Yazının başında anlatılan Lance Amstrong’a geri dönersek, o da ön-lenemez kazanma hırsının kurbanı olmuş, tüm spor dünyasının, hatta tüm dünyanın, ilham kaynağı olan bir figürden, kısacık bir sürede ‘persona non grata’ya dönüşmüştü. Maalesef rekabetin ve kazanmanın o zehirli cazibesi, kanserin ele geçi-remediği hücrelerini kontrol altına almış ve tüm vücudunu doping-le kaplamıştı. Belki de en üzücü ayrıntı maskesi düştüğünde söy-lediklerinde gizliydi. Armstrong hiçbir zaman kötü hissetmemiş ve yaptıklarının yanlış olduğunu bir an olsun bile düşünmemişti. Girdiği rekabet ortamında kazan-manın tek aracı olarak gördüğü

Page 65: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 65

performans arttırıcı ilaçlar ve spo-run çevresinde dönen bu fenomen ona doping kullanmanın sıradan olduğu algısını kazandırmıştı. 21. yüzyılın en büyük ilham kaynak-larından olan Lance Armstrong, yıllarca yalanlarıyla kurduğu bir coğrafyada hüküm sürmüştü.

Bir başka spor ikonu Ben Johnson da aynı hırsın bedelini ödemiş ve o da sporun istenmeyen yüzü olarak bir zindana atılmıştı. Kanadalı at-let, 1984 Los Angeles Olimpiyatla-rı’nda iki bronz madalya kazanmış ve 1988 için “ben geliyorum” sin-yali vermişti. 1986 yılından sonra değerlerini olağanüstü bir seviyeye çıkaran Johnson, 88 Seul Olimpi-yatları’nda 100 metre yarışını Carl Lewis’in önünde birinci tamamla-mış ve dünya rekorunu da kırarak altın madalyaya uzanmıştı. Ben Johnson artık sporseverlerin göz bebeğiydi. 1928’den bu yana ilk kez bir Kanadalı atlet olimpiyat-larda 100 metre altın madalyasını kazanıyordu. Maalesef testlerde-ki anormalliğin açıklanması uzun sürmedi, Ben Johnson da doping yapmıştı. Literatürde “tarihin en kirli yarışı” olarak geçen Seul’deki 100 metrenin ardından Johnson, steroid kullandığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bu hikayenin en önemli anı, doping kullanımının geldiği boyutu en iyi şekilde an-latan Antrenörü Carlie Francis’in modern spordaki kara tabloyu gözler önüne seren şu kısmında gizli: Antrenörü Charlie Francis’in “Steroid kullanmazsan her yarışa geriden başlamış sayılırsın.” Artık doping yapmanın artı değil, yap-mamanın eksi olduğu spor alanın-da aldatma eylemi, milyonlarca kişinin gözlerinin kilitlendiği ka-zanan sporcunun o coşku dolu gü-lümsemelerine saklanan çirkin bir sıradanlığa dönüştü.

Neredeyse her sportif başarının ardından heyecan yerine “acaba?”

korkusunun hissedilmeye başlan-dığı, şüpheciliğin zihinlerimizde şizofrenik bir yarılmaya neden ol-duğu şu günlerde WADA’nın, ulus-lararası ve yerel dopingle mücadele kuruluşlarının sporda eşit rekabet için geliştirmeye çalıştıkları do-pingi engelleme niyetleri, işin teknik boyutunu hayli aşan çok daha geniş bir felsefi en-gelle karşı karşıya. Kaldı ki sosyoekonomik koşulların yarattığı uçurumların gi-derek derinleştiği bugü-nün dünyası bu eşitliği ne kadar sağlayabilir? Örneğin koşu pisti bulamadığı bir ülke-de asfaltta olimpiyat madalyası hayaliyle çalışan Filistin’li at-let Muhammed Katib’le, başka ülkelerde modern pistlerde en iyi şartlarda çalışan sporcuları hangi kategor ide eşit le-yebi-li

r i z ? Ya da ş e -hirlerinde her gün bombalar patlayan, yıkımın tam içeri-sinde yaşayan top-lumların hiç doğama-mış sporcularını nereye koyabiliriz? Öyle gözükü-yor ki yapılması gereken

şey, bugün gösterilen bu çabaları değersizleştirmeden başka bir spor anlayışını, doğasına uygun bir şe-kilde yeniden inşa edebilmek.

Page 66: Rotasyon Dergi Sayı 1

66 / MART 2016

C O ME

Page 67: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 67

E O N

ŞAMPİYONA VEDA MEKTUBUTOLGA TEMEL

Page 68: Rotasyon Dergi Sayı 1

68 / MART 2016

Sene 1999 iken Manchester Uni-ted – Bayern Münih maçını izle-miştim. Hepinizin de aşina olacağı gibi o efsanevi Şampiyonlar Ligi finalini. Oyuna sonradan dahil olan Teddy Sheringham’ın skoru eşitlediği, yine sonradan sahaya giren Ole Gunnar Solskjaer’in 90. dakikada kupayı getiren golü at-tığı maç. Yazımın amacı futbol-dan bahsetmek değil tabii ki ama baştan bunu anlatmamın sebebi o maçı izlerken sadece beş yaşınday-dım ve Bebek yüzlü katilin o golü atması beni sevindirmişti ama bazı şeylerin o kadar da farkında değil-dim

Herkes küçükken bunun gibi tam idrak edemediği ama aslında önemli olan şeylere şahit olmuştur. Ben yedi yaşındayken buna benzer bir olay daha başıma gelmişti. Bu sefer konu tenisti ve başrolde bam-başka birisi vardı.

Klasik bir ailede sadece futbol ya

da basketbol izlenebilirdi belki fa-kat babam televizyonda yayınla-nan her spora göz atmayı severdi. Küçüktüm, ama çok anlamasam da babamla Grand Slam’leri izlerdik. 1999 Şampiyonlar Ligi finali gi-biydi, izliyordum ama beş yaşında bir çocuk için ne kadar anlaşılırsa tenis, o zamanlar benim için de o kadar anlaşılırdı. Pazardan alınmış plastik bir raket ve oyuncak topa sahiptim, kalitesiz vuruşlarla evde vazo devirmece oynuyordum.

Ama yıllar 2001’i gösterip yedi ya-şımı doldurduğum zaman o tele-vizyonu açtığımızda daha farklı bir şey vardı. Bir genç çocuk çıkıp aşa-ma aşama ilerliyordu. Dönemin en iyilerinin içinde Agassi’nin küçük kardeşi gibi görünen sarışın bir ço-cuk. Bu çocuk dikkatimi çekmeyi başarmıştı; belki kazandığından, belki de sadece hırslı oyunundan. Gerçekten farklı bir çizgi çiziyor-du. Efendi insanların sporu olarak bildiğimiz teniste çağımızın Felipe

Melo’luğunu yapıyor gibiydi. Maç sayısını aldıktan sonra kendini korta bırakıyordu, bir winnerdan sonra “Come on!” diye bağırıyor-du. Kendinden yaşça ve itibarca daha üstün olan bu tenisçileri ge-çip, finalde de büyük Pete Samp-ras’ı yenip Amerika Açık’ta şam-piyonluğa ulaşıyordu. Bu çocuk dediğim tenisçi yirmi yaşındaki Lleyton Hewitt’ten başkası değil-di. Benim izlediğim o turnuva da ciddi anlamda takip ettiğim ilk tur-nuva olmuştu ve başrol tartışmasız Hewitt’indi.

Bu turnuvanın sonrasında gelen ATP’nin zirvesine çıkmasıyla da tarihin en genç bir numarası oldu. Seksen hafta boyunca zirvede bu-lunan Lleyton, bu hükümdarlık sonrasında bir numaradan indi-ğinde zirveye bir daha hiç çıka-madı. Kimi zaman sakatlıklar, sa-katlıklardan dolayı formsuzluklar derken, 2005 sonrası iyice uzaklaştı zirveden. Memleketinin turnuvası

Page 69: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 69

olan Avustralya Açık’ta da o sene finalde Safin’e kaybetti ve sonrasın-da Hewitt serbest düşüşe başladı.

İlk kısımda tenis dünyasının yeni ilahı geliyormuş gibi anlatmış ola-bilirim fakat Hewitt’in şanı pek de öyle yürümedi. Pet Cash’ten sonra yeni bir kahraman arayan Avust-ralyalılar’a ilaç gibi gelmişti ama diğer kesim pek de öyle düşünmü-yordu. Efendiliğin ve klasın hakim olduğu tenis camiasında tam bir anti kahramandı. Aynı jenerasyon-dan olmalarına rağmen en iyi dö-neminde bile seyirciler tarafından Federer kadar saygı göremedi. Alı-şılmıştan daha farklı bir karakter olan Lleyton, önemsiz bir turnuva-nın ilk tur ilk sayısında bile “come on!” diye bağırabilecek bir potan-siyele sahipti. Pek çok sabıkası olan Hewitt, kimi zaman seyirciye, kimi zaman rakibine provokatif hareketlerde bulunuyordu. Hatta ırkçılık bile yaptığı olmuştu. Onu üst seviyelerden uzaklaştıran şey ise peşini hiç bırakmayan bel sa-katlığı oldu. Zamanla da zirveden gittikçe uzaklaştı, iddiası azaldıkça da daha az tepki çeken bir karak-tere dönüştü. Fakat alışkanlık bir

başkadır, her şeye rağmen her sene Avustralya Açık’a katılmaya, arada eski oyunundan kesitler sunmaya devam etti.

Hepinizin belirli yerlerde görmeye alışkın olduğu karakterler vardır; Serie A’ya baktığınızda bir Buffon, NBA’e baktığınızda bir Kobe Br-yant mesela. Bu sporcular sizin için o sporu geçmişten bugüne bağlar-lar. Onları orada görmek o sporu o zamanlar nasıl sevdiğinizi anım-satır, daha romantik bir bakış açısı katar. Bugüne kadar ilk ciddi takip ettiğim Grand Slam’in şampiyonu Hewitt yine de hep sahalarday-dı, zirvede olmasa da. Ta ki 2016 Avustralya Açık’a kadar…

Bu yazıyı neden yazdığımı siz de anladınız. Lleyton, David Ferrer ile yaptığı ikinci tur maçını kaybetti ve aktif tenis hayatını sonlandır-dığını açıkladı. Yıllar boyunca çok da sempatik bir tenisçi olamayan Hewitt, benim de çok sevdiğim bir karakter olmadı. Fakat bu demek değil ki bende hiçbir etkisi olmadı, aksine spor konusundaki ufkumu açan kıvılcımı Hewitt attı. Mahal-lede çocukların “Hagi!” nidalarıy-

la top peşinde koşturdukları gibi, 2001 yılında da ben plastik rake-timle topu vazolara atarken ken-dime bir idol bulmuştum. Artık topu passing shotları taklit ederek halıya düşürmeye çalışıyordum, başardıkça da Hewitt gibi “Come on!” diye bağırıyordum…

Yıllar geçti, Federer-Nadal dönemi yaşandı, bugünlerde bir Djokovic üstünlüğü var, Hewitt bıraktı… ve şimdi buradayız.

Fazla hırslı ve antipatik bir tenisçi olmasına rağmen Lleyton Hewitt yedi yaşındaki bir çocuğa tenisi sevdirdi, bir tenisçi olmasam da iyi bir tenis seyircisi oldum; birkaç yıllığına Avustralya halkının bek-lediği tenis kahramanı oldu, tenis dünyasının aykırı parçalarından biriydi. İyi veya kötü, tüm yaptık-larıyla tenis tarihinde bir iz bıraktı. Herkesin gözünde tartışmasız bir efsane olmamış olabilir fakat sevil-se de sevilmese de tenis tarihi onu da yazdı.

Her şey için teşekkürler, hoşçakal Lleyton.

Page 70: Rotasyon Dergi Sayı 1

70 / MART 2016

37 EKRANDAKİ FRANSIZ VE PERİ

MASALLARIFURKAN KARASOY

Page 71: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 71

37 EKRANDAKİ FRANSIZ VE PERİ

MASALLARI

Page 72: Rotasyon Dergi Sayı 1

72 / MART 2016

Yanılmıyorsam 97 yılıydı. Annem, babam, abim ve ben arabaya do-luşmuş ve o dönem bir ritüel ha-line getirdiğimiz pazar buluşması sebebiyle rotayı dedemlerin evine kırmıştık. Yol boyunca oldukça he-yecanlıydım ve bu gayet basit bir sebeple açıklanabilirdi: Dedemler-deki sınırsız oyun seçeneği. Küçük bir çocuksanız ve gittiğiniz evin her türlü oyuna müsait bir bahçe-si varsa heyecanlanırsınız. Hele ki birlikte oynamaktan büyük zevk aldığınız kuzeniniz sizi orada bek-liyorsa.

Eve ulaştığımızda abim, kuzenim ve ben; bitmesi imkansız olan ener-jimizi en fazla nasıl harcayabiliriz sorusuna yoğunlaşmış ve uzun tar-tışmalar sonucunda bir oyun pla-nında hemfikir olmayı başarmıştık. Belirlediğimiz plana sadık kaldık ve saklambaç, voleybol, kovalamaca gibi envai çeşit oyunla günümüzü afiyetle yedik. Her ne kadar bizim durmak gibi bir niyetimiz olmasa da, Türkiye’de yaşayan tüm çocuk-ların azılı düşmanı ‘hava kararır, oyun biter’ kuralı bizim de eğlen-cemizin sonu anlamına gelmişti. Başımız eğik eve döndük, içeride-ki envai çeşit yemek oyun sonrası huysuzluğunu bir nebze hafifletse de salonda ailece televizyon karşı-sına oturma kısmı fena halde canı-mı sıktı. Televizyonda Hülya Avşar, Sibel Can gibi Türk büyükleri vardı ve odadaki kimsenin izlediğimiz programdan herhangi bir şikayeti yok gibiydi. O anda aklıma şaşı-lacak derecede mantıklı bir plan geldi. Dayımın odasında 37 ekran televizyon vardı ve bu televizyonun tek ihtiyacı kumandasının doğru ellerde olmasıydı.

Sakar doğama inat yavaş ve dik-katli adımlarla odaya doğru yola koyuldum ve hiçbir aile ferdine git-tiğimi çaktırmadan odaya ulaştım. Ulaştığım gibi hayatıma yön vere-

cek sürprizi de karşımda buldum. 37 ekran televizyon, kumanda işini şansa bırakmamış ve insiyatif alıp açılabilecek en güzel kanalla beni karşılamıştı. Yemyeşil saha üzerin-de 22 adam vardı ve varlığından o ana kadar haberdar olmadığım iki takımın formalarıyla koşturuyor-lardı. Ön yargılı davranıp kuman-dada gezinmeye yeltenmektense, maça bir şans vermeyi tercih et-tim. İyi ki de vermişim çünkü biraz sonra ekranda belirecek adamın onu izleyen herkese bir mesajı var-dı: “Ben bir sanatçıyım.”

İşte o sanatçı David Ginola’ydı. 14 numaralı formasıyla sahada süzülüyor, her koşusunda saçla-rı ahenkle bir o yana bir bu yana savruluyordu. Evet, Ginola abimiz yakışıklıydı ama futbolu daha bir yakışıklıydı. Ne kendisi ne de giy-diği Tottenham forması hakkında en ufak fikri olmayan küçücük bir çocuğu, yeteneği ve çok da büyük bir mesele değilmişçesine attığı muhteşem golüyle ekrana kilitle-mişti. Bunaltıcı bir akşamda beni bulmuş ve bana Premier Lig adın-da bir hediye vermişti. O dönem-ler futbolun sadece Ali Sami Yen’de oynandığını düşünen biri için bu hediyenin büyüklüğünü anlatma-ma gerek yok herhalde.

O büyülü akşamın üzerinden gün-ler, aylar geçti ama Ginola ve Tot-tenham aklımdan hiç silinmedi. Acı olan, Ginola’yı doyasıya izleye-mememdi çünkü şimdi yokluğu-nu tahayyül edemesek de o dönem internet lüks bir kavramdı. Bu se-beple bana düşen yetenekli Fran-sız’ı mahalle maçlarında, okuldaki sınıflar arası kapışmalarda yaşat-maktı. Evet, nadiren de olsa Gi-nola’ya televizyonda denk gelmeyi başarıyordum ve inancıma göre yolladığım olumlu sinyaller onu daha iyi oynatıyordu. Bir gün maç izlerken tesadüfen ona denk gel-

dim ancak bu defa yolunda olma-yan bir şeyler vardı: Ginola Aston Villa forması giyiyordu. Kondura-madım o formayı Ginola’ya, kabul-lenemedim bu değişimi. Tamam, daha önceleri de Newcastle’la bir mazisi olduğunu öğrenmiştim ama olsun Tottenhamlı’ydı o. Mantıklı bir sebep bulmaya çalıştım, evet, Tottenham vasatlığa ant içmiş bir takımdı ama yine de gerek var mıydı Villa’ya gitmeye? Üzülsem de, yıkılsam da gerçek ortadaydı; artık ne o beni mutlu ediyor ne de ben onu daha iyi yapıyordum.

Page 73: Rotasyon Dergi Sayı 1

SAYI #1 / 73

Villa’da biraz takıldıktan sonra Everton’a geçti ve sessizce emekli oldu. Futbolu bırakmasıyla duygu-sallaşıp üzerimdeki bunca emeğine saygı göstermek adına Everton saf-larına karışmaya karar verdim ama acı gerçek ortadaydı; Everton da sı-radanlık konusunda Tottenham’ın kan kardeşi gibiydi. O gün Premier Lig’de başarının bana haram oldu-ğunu anlamış ve yeni üzüntülere yelken açmıştım.

Yeni macerama adım attığım an-dan bu yana Everton’ı destekledim ama bir gözüm hep eski sevgilim

ben oturmuş mahcup bir şekilde Tottenham’ın gözlerinin içine ba-kıyorum.

Biliyorum eski sevgilim, gemiyi ilk ben terkettim. Senden af dilemek, bunca zor zamanının ardından iyi gününde belirmek gibi bir niyetim de yok ama şunu bil; Ada’da bir peri masalı varsa ufukta, bu senin şampiyonluğun olacak. Asla pes etme ve inan kendine, o 37 ekranın ve David Ginola’nın hatrına.

Tottenham’da kaldı. Tamam Ever-ton’ın başarısını istedim, Goodison Park yeni evim oldu ama Totten-ham ne zaman kıpırdanır gibi olsa hep suçlu bir gülümseme belirdi yüzümde. İşte şimdi Premier Lig’i takip etmeye başladığım andan bu yana ilk kez bir sevgilim (tamam, eski sevgilim) mutlu sona ulaşmak üzere. Hüzünle dolu geçmişe sün-ger çekip Pochettino’yla oldukça güzel bir hava yakaladılar, güzel futbol oynuyorlar, zevk alıyorlar ve en önemlisi artık korkmuyor-lar. Tüm dünya durmuş Leicester City’nin peri masalını beklerken,

Page 74: Rotasyon Dergi Sayı 1

GELECEK AY GÖRÜŞMEK ÜZERE...