Top Banner
0 Her Zamanki Gibi - Özer ŞENÖDEYİCİ Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz ile Türkoloji Üzerine Söyleşi - Havva KARA - İhsan BAYRAK Aya- ğını Mushaf Üzerine Uzatan Kâfir - Ahmet TANYILDIZ Yerden Göğe - Ozan YILMAZ Yalnızlar Rıhtımı - Esra HAMAMCI Kaçış - Halil Sercan KOŞİK Türk Milletini Dizilerle Sıraya Dizerek Dize Getirmek - Nurullah Çetin Masal Akşamı - Çağlar Uzun Anla- saydın - Saliha Yılmaz Yeniden - Serap Çetin Bir - Yücel Dursun Kalabalık’lardaki Yalnızlığım - Nazlı (Nazime) Ekinci Olabildik- lerim - Kevser Beyazıt 4 Bâb Ömür - Mesut Yılmaz Kayıp - Sü- heyla Seha Kartal Kör Çocuğun Renkleri - Nazlı Özlemiş Gün Doğar ve Batar - Yunus Emre Bolat Bâkî’nin Fezâil-i Mekke Adlı Eseri Üzerine Halil Sercan Koşik Deli Gönlüm - Yusuf Bağcıoğlu Bizim Zamanlar - Gülsüm Simay Kanoğlu Dâstân-ı Mihribân- Gözlerin (Be-Nâm-ı Mihribân) - Yavuz (Fermân) KILIÇ Lisyantus - Melek ÇİFTÇİ Senden Ötürü - Hilal TUNA Son Mendil - Duygu ÇEKİÇ Acıyı Sevmek - Engin Çağdaş BULUT Kaldırım Taşına Mesai Yaptıran Kardeş - Ünal DERELİ Cam Kırıkları - Tuba YENİ Kadim Bir Gelenek: Mayıs Yedisi - İskender KELEŞ Ve Biliniz - Görkem Saliha KARADENİZ Vuslatsız Bir Aşkın İlk Meyvesi: Bir Mihribân Vardı - Nuray ACAR Can Eriği - Birgül KAYA
45

Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

Mar 30, 2016

Download

Documents

 
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

0

Her Zamanki Gibi - Özer ŞENÖDEYİCİ Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz ile Türkoloji Üzerine Söyleşi - Havva KARA - İhsan BAYRAK Aya-

ğını Mushaf Üzerine Uzatan Kâfir - Ahmet TANYILDIZ Yerden Göğe - Ozan YILMAZ Yalnızlar Rıhtımı - Esra HAMAMCI Kaçış - Halil Sercan KOŞİK Türk Milletini Dizilerle Sıraya Dizerek Dize Getirmek - Nurullah Çetin Masal Akşamı - Çağlar Uzun Anla-

saydın - Saliha Yılmaz Yeniden - Serap Çetin Bir - Yücel Dursun Kalabalık’lardaki Yalnızlığım - Nazlı (Nazime) Ekinci Olabildik-

lerim - Kevser Beyazıt 4 Bâb Ömür - Mesut Yılmaz Kayıp - Sü-heyla Seha Kartal Kör Çocuğun Renkleri - Nazlı Özlemiş Gün Doğar ve Batar - Yunus Emre Bolat Bâkî’nin Fezâil-i Mekke Adlı

Eseri Üzerine Halil Sercan Koşik Deli Gönlüm - Yusuf Bağcıoğlu Bizim Zamanlar - Gülsüm Simay Kanoğlu Dâstân-ı Mihribân-

Gözlerin (Be-Nâm-ı Mihribân) - Yavuz (Fermân) KILIÇ Lisyantus - Melek ÇİFTÇİ Senden Ötürü - Hilal TUNA Son Mendil - Duygu

ÇEKİÇ Acıyı Sevmek - Engin Çağdaş BULUT Kaldırım Taşına Mesai Yaptıran Kardeş - Ünal DERELİ Cam Kırıkları - Tuba YENİ Kadim Bir Gelenek: Mayıs Yedisi - İskender KELEŞ Ve Biliniz - Görkem Saliha KARADENİZ Vuslatsız Bir Aşkın İlk Meyvesi: Bir

Mihribân Vardı - Nuray ACAR Can Eriği - Birgül KAYA

Page 2: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

1

Editör

Doç. Dr. Özer ŞENÖDEYİCİ

Editör Yardımcısı

H. Sercan KOŞİK

Tashih

Kübra İLDAŞ

Merve KALAYCI

Yavuz (Ferman) KILIÇ

İletişim Sorumları

İhsan BAYRAK

Röportaj

İhsan BAYRAK-Havva KARA

Haberler Turgay KABAK

Nuray ACAR

Bilgisayar ve Jenerik

Yunus Emre BOLAT

Bayram AKI

Pano ve Arşiv

Nuray ACAR

Meral ŞEKER

Gülsüm KANOĞLU

Meryem ZENGİN

Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fa-

kültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.

bengutasduvargazetesi.blogspot.com

[email protected]

Her hakkı saklıdır.

Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın herhangi

bir vasıtayla kısmen de olsa çoğaltılamaz.

Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir. Gazetede yayın-

lanan yazıların tüm sorumluluğu

yazarlarına aittir.

Copyright©2014

Editör’den

HER ZAMANKİ GİBİ

Doç. Dr. Özer ŞENÖDEYİCİ

Değerli okurumuz;

Ulaştığımız nokta itibariy-

le yol kat’ ettiğimiz söyle-

nebilir. Ancak hâlâ varmaya çalıştığımız menzil-

den çok uzaktayız. Üstelik uğramamız gereken

nice durak, alt etmemiz gereken nice engel var.

Türk dili ve edebiyatına yeni kalemler

kazandırmak ve bunun kıvancı ile yeni ufuklara

açılmak isteyen Bengütaş, kısacık ömrüne nice

kalemler sığdırdı; üç aylık bir sürede edebî zemi-

ne, asırlık çınarlara yakışan kökler saldı.

Her sayımızda kendi sahasında önemli

işler başaran değerli akademisyenleri konuk ettik.

Onlar, genç arkadaşlarımıza yürüdükleri yolun ne

kadar çetin, ne kadar ulvî ve ne kadar keyifli

olduğunu anlattılar. Bundan sonra da aynı çizgi-

de, Türk diline, edebiyatına ve kültürüne hizmet

eden değerli insanları ağırlamaya devam edece-

ğiz. Ayrıca üniversite öğrencilerinin derslerinde

ve araştırmalarında materyal olarak kullanabile-

cekleri bazı notları da yayımlamayı sürdüreceğiz.

Sözü olan, güzel dilimize hizmet etmeyi amaçla-

yan tüm gençlerimizi bu güzel teşebbüste gör-

mek, yegâne arzumuzdur.

Söylenecek fazla söz yok. Ortaya koy-

duğumuz güzelliği dikkatlerinize sunuyoruz.

İyi okumalar dileriz.

Page 3: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

1

Röportaj

PROF. DR. CENGİZ ALYILMAZ İLE

TÜRKOLOJİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

İhsan BAYRAK- Havva KARA

-Öncelikle bize zaman ayırıp bu röportajı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

- Ben de teşekkür ederim.

-Hocam, bize biraz kendinizden

bahseder misiniz?

-Ben Karslıyım, yedi nüfuslu bir ailenin 3

numarasıyım. Babam şeker fabrikalarından

emekli, işçi emeklisi, anam ev hanımı 4 er-

kek 3 kız kardeşiz. Ben erkeklerin ikincisi

ailenin 3 numarasıyım. İlkokulu Kars'ta, or-

taokulu ve liseyi Aydın'da ve son sınıfını

Kars'ta okudum. Erzurum Edebiyat Fakültesi

Türkoloji bölümüne geldim ve Efrasiyap

Gemalmaz hocanın derslerine gösterdiğim

başarıdan dolayı ve Eski Türkçe derslerine

daha fazla ilgi duyduğumdan hocalarım bana

Eski Türkçenin sözlüğünü tez olarak verdiler.

Tezimi 2. sınıfta alıp 3. sınıfta bitirmiştim.

Eski Türkçenin Sözlüğü 3. sınıfta yardımcı

ders kitabı olarak basıldı.. Diğer derslerimde

de iyiydim, hocalarım ben okulu bitirdiğimde

asistan olarak kalmamı istemişlerdi. Ama ben

öncelikle yüksek lisansa başladım, ondan

yaklaşık altı ay sonra asistan oldum. Fran-

sa'da bulunduğu yıllarda Strazburg'da ünlü

Türkolog René Giraud, bir asistan almasını

ve bu asistanı Eski Türkçe alanından çalış-

tırmasını istemiş Efrasiyap Gemalmaz

Bey'den. Özellikle Orhun Yazıtları söz dizi-

minin bir Türk tarafından mutlaka yapılması

gerektiğini söylemiş. Hocam da beni asistan

olarak aldığında benim Eski Türkçe alanında

özellikle de Orhun Yazıtları üzerine doktora

yapmamı istedi. Ben de Efrasiyap Gemal-

maz'ın asistanı olarak 1987 yılında Atatürk

Üniversitesi'nde göreve başladım. Hocam

Edebiyat Fakültesindeydi, ben Eğitim Fakül-

tesinde asistan oldum. Sebebi şuydu: Edebi-

yat Fakültesinde Eski Türkçe dersleri vardı.

Göktürkçe, Uygurca, Karahanca dersleri ve

Çağdaş Türk Lehçeleri dersleri dersleri vardı.

Orada bu dersleri hocam okutuyordu. Bu

derslerin Eğitim Fakültesinde de paraleli var-

dı. Benim de burada bu dersleri okutmamı

istediler. Sonra Sovyetler Birliği o zamanlar

henüz dağılmamıştı. 1989 yılıydı ve Efrasi-

yap Gemalmaz hocam, benim Sovyetler Bir-

liği'ne gitmemi ve oradaki Türkologlarla gö-

rüşüp onların Orhun Yazıtları ile ilgili yap-

tıkları araştırma ve incelemeleri yerinde

görmemi istemişti. 1989'da henüz yeni ev-

lenmiştim. Evliliğimin henüz ilk aylarıydı,

belki de birinci ayın sonuydu. Ben bir mace-

rayla Erzurum'dan Trabzon'a, Trabzon'dan

Soçi'ye, Soçi'den Bakü'ye, Bakü'den Mosko-

va'ya, Moskova'dan Almatı'ya böyle nerede

Eski Türk dilcisi varsa o hocalarla gidip gö-

rüştüm. Onların çalışmalarından yararlandım.

Sonra 1991 yılında Sovyetler dağılınca çok

daha geniş bir ortam oldu benim için. Türk

dünyasına daha sık gidip gelme imkânım

oldu ve Türk dünyasına çok sık gidip geldi-

ğim bu 1991-1994 yıllarında Almatı'da Uy-

gur Şinaslık Enstitüsü'nde çalışmaya karar

verdim. Orada bir süre çalışıp hem Kazakça

Page 4: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

2

öğrenmek, oradaki Uygurlara eski Uygurca

dersleri almak, böyle bir merak içerisindey-

dim. Gittim, gidişimin 15. günü beni geri

çağırdılar ve askere aldılar. 6 ay asker ola-

cakken 1994-1996 yılları arasında tam 2 yıl

asker oldum. Askeri terminoloji sözlükleri

hazırladım. Döndükten sonra da devletimiz

Moğolistan'da Türk Anıtlar Projesi'ni başlat-

tı. Bu projeye Epigrafya grup başkanı olarak

katıldım. 1997'den 2001'e kadar projenin

aynı zamanda üst kurul üyesiydim. O üst

kurulda A. Bican Ercilasun, Reşat Genç, Yu-

suf Halaçoğlu, ben ve o zamanki TİKA Baş-

kanı Öner Kabasakal vardı. Projeden 2001

yılında kendi isteğimle ayrıldım. Çalışma

prensiplerime, bilimsel anlayışıma uymadığı

için ve yöneticilerin tavırları yüzünden ayrıl-

dım. Ayrıldım ve kendi ekibimi kurdum.

Gürcistan, Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızis-

tan, Kazakistan, Sibirya, Çin, Japonya, İran,

Arabistan, Moğolistan bu coğrafyalarda ne-

rede Türklerin adım attığı yer varsa mümkün

olduğunca oralara gidip Türk kültür ve uy-

garlığını ait anıtları, yazıtları, eserleri, derle-

yip toparlamayı kendime adeta görev edin-

dim. Ekipler kurdum, genç arkadaşların ye-

tişmesine vesile oldum. Onlarla birlikte ben

de gençleştim. Çalışmalar yaptıkça yaşım

ilerledi, bugün 50 yaşındayım. Ama benden

çok daha genç, dinamik kardeşlerim ve arka-

daşlarım var. Bunlarla birlikte TEKE dergi-

sini çıkarıyoruz. TEKE dergisi içerisindeki

arkadaşlarımız aynı zamanda Türk dünyasın-

da çalışmalar yapan ciddi bir akademik ekip

ve bu ekip, bu genç dinamik ekip, TEKE ile

birlikte Türk dünyasının her yerinde bilimsel,

akademik çalışmalar yapıyorlar. Derliyorlar,

getirip onları birlikte değerlendiriyorlar. Bir

kardeşlik atmosferi içerisinde, Türkoloji'de

belki de örnek teşkil edecek bir kardeşlik

atmosferi içerisinde bu çalışmaları yürütüyo-

ruz. Bunları yaptıkça, güzel şeyler ortaya

koydukça da arkadaşlarımla gençleşiyorum,

mutlu oluyorum ve kendimde daha güzel

işler yapabilecek cesareti buluyorum. Hali

hazırda Çin'de bir projemiz var. Bu proje

Pekin Üniversitesi ile Atatürk Üniversitesi

arasında bir proje ve buna eş başkanlık yapı-

yorum. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü'nün

müdürlüğünü yapıyorum. TEKE dergisi ile

Türkiyat Araştırmaları Dergisi'nde bilimsel

ve akademik ortamda çalışmalarımızı yürü-

tüyoruz. Türkiyat'ın editörlüğünü Osman

Mert yapıyor. Benim ilk asistanım, şu an

doçent. TEKE'nin editörlüğünü ben yapıyo-

rum. Eşim Semra Alyılmaz ve asistanlarım

benim en büyük destekçilerim, yardımcıla-

rım. Bazen çok şey yapmak istersiniz, para-

nız çok olur yapamazsınız. Bazense paranız

olmaz ama çok akıllı, çok iyi dostlarınız,

arkadaşlarınız olur ve paranız olmasa da on-

lar size cesaret verir ve güç verirler. İşte be-

nim eşim ve arkadaşlarım bana en büyük

gücü verenler. Bu millet için, bu devlet için

ne kadar çalışsam azdır. Çünkü ben dışarıda

bizimle ilgili insanları gördüğümde, onların

gayretlerini gördüğümde bizim çok az çalış-

tığımızı görüyorum. Türk milleti olarak çok

daha fazla çalışmamız gerektiğine inanıyo-

rum. Birbirimizi yiyeceğimize, birbirimizi

üzeceğimize, birbirimizle ilgili kötü şeyler

söyleyeceğimize ortak dilimizi, kültürümüzü,

tarihimizi, medeniyetimizi araştırsak, incele-

sek çok daha güzel şeyler ortaya koyarız diye

düşünüyorum. Bir kızım var, o bizim alanı-

mızı ne yazık ki seçmedi. Tıp fakültesinde ve

bu sene inşallah okulunu bitirecek. Türkoloji

ile ilgili, çok ilgili fakat belki de bizim yaşa-

dıklarımızı, çektiklerimizi gördüğü için Tür-

kolog olmak istemedi. Çünkü ben şunu söy-

lüyorum: Bu işler muhakkak desteklenmesi

gereken işlerdir. Yeterince devlet desteği

alıyor musunuz, hayır almıyorsunuz. Bu

kötü. Üniversitenin size sağladığı sınırlı

imkânlarla, maaşlarınızla siz bir şeyler yap-

maya çalışıyorsunuz. Milyon dolarları bir

yerlere verenler sıra bilime gelince maalesef

sırtlarını dönüyorlar. İşin doğrusu biz artık

bir şey beklemiyoruz. Çünkü "akçe alan buy-

ruk alır" diyor Fatih Sultan Mehmet. Kimse-

nin akçesine ihtiyacımız yok. Ama yaptıkla-

rımızı takdir etsinler hepsi o kadar.

İyi insanların önünü açmak lazım. Başkaları yapınca onunla gurur duyuyoruz, bizden

biri yapınca onu görmezden geliyoruz. En acı şey budur.

Page 5: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

3

-Henüz 24 yaşındayken Türk Dili

Uzmanı oldunuz. Sizi Türkoloji alanında

çalışmaya iten sebep neydi? Neden Türk

dili?

-Aslında Türk dili ve tarihi. Biliyor-

sunuz ki Türkoloji, bütün Türk dilini, tarihi-

ni, kültürünü, medeniyetini, astronomisini,

astrolojisini, nümizmatiğini her şeyini içine

alan bir bilim dalı. Türkoloji çok kapsamlı ve

zaten onun için Türkoloji'yi seçtim. Tesadü-

fen Türkoloji bölümüne gelmedim. Benim

rahmetli dedem çok aklı başında bir insandı.

Benim adım tesadüfen koyulmuş bir ad de-

ğildir. Benim adımı Cengiz, kardeşimin adını

Toper koyuyor: Cengiz ve Toper. Diğer abi-

min adı Mustafa, diğer kardeşimin adı Ke-

mal. Yani tarihle ilgili, soyu ve sopu Kafkas-

ya'dan gelmiş bir Türk ailesi. Geçmişini bili-

yor, tarihini biliyor, nereden geldiğini biliyor.

Bu yüzden çoluğunu çocuğunu bu işe yön-

lendiriyor. Asistanlıkta hocalarımın da bunda

büyük rolü var. Özellikle Efrasiyap Bey'in,

rahmetli Şerif Aktaş hocanın bizim Eğitim

Fakültesine alınmamızda büyük rolü vardır.

Şimdi İstanbul Üniversitesi'nde olan Kemal

Yavuz Bey'in, Recep Toparlı Bey'in, Orhan

Okay Bey'in, Mustafa İsen Bey'in ve burada

adını sayamayacağım hocalarımın rolü çok

büyük. Siz bir şey yaparsınız, birilerinin de

bunu görmesi lazım. Yani hocalarımın da

büyük rolü vardır ama Türkoloji'yi seçmem

tesadüf değildir. O derslerde çok başarılı ol-

duğum için, hazırladığım Eski Türkçenin

Sözlüğü yayımlandığı için ben yüksek lisans

yaptım. Öğretmenlik sınavı ilk bizimle baş-

lamıştı ve ben öğretmenliği de kazanmıştım

ama gitmedim. Sırf arkadaşlarımla vakit ge-

çirmek için girdim o sınava, öğretmen olma-

yacağımı zaten biliyordum. Çünkü bana hitap

edecek şey araştırmaydı, ben serhat çocu-

ğuydum. Babalarım, dedelerim, milletim

benden bunu istiyordu. Rahmetli babam bana

hiçbir zaman "Yahu oğlum, nereye gidiyor-

sun, oraya da gitme." demedi. Hep "Git."

dedi. Eşim ve annem de bana hep "Git." dedi.

Bizim kardeşimiz 1991'den beri Türk dünya-

sında. Şimdi Kırgızistan'da bir iş adamı.

Ağabeyim yıllarca Kazakistan'da görev yaptı.

Aile olarak biz zaten Türk dünyasının içinde

olan bir aileyiz. Onun için bu bölümü seç-

mem tesadüf değildir. Bu uğurda çile çektim,

çekiyorum. Bunlar olacak, zaten ben bunu

hayat biçimi hâline getirmişim. Bu benim

hayatı yani. Ben buna inanıyorum. Ben so-

yumun sopumun bir hizmetkârıyım. Bunu

yaparken kimseye bir üstünlüğüm yok be-

nim. Ben sadece soyunu sopunu arayan, ona

ait değerleri ortaya çıkarmaya çalışan bir

bilim işçisiyim. Hepsi o kadar. Bu ummanda

bir katre olabilirsem ne alâ.

-Hocam TİKA işbirliği ile yazıtla-

rın korunması ile ilgili projede görev aldı-

nız. Moğolistan'da Türkoloji'nin açılma-

sında katkılarınız oldu. Şu anda o çalışma-

lar ne durumda?

-Maalesef biz Türk gibi başlarız,

Türk gibi bitiremeyiz. Bu böyledir. Biz 2001

yılında bu projeden ayrıldık. Biz projeden

ayrılınca tarihçi ve sanatçı, sanat tarihçisi

arkadaşlarımız projeyi yürütüyorlardı. Götü-

remediler, yapamadılar. Çünkü uluslararası

ortam çok farklıdır. Profesyonellik ve pro-

fesyonel bir tavır ister. Siyasileri işin içine

katmayacaksınız. Siyaseti katarsanız bilim-

den uzaklaşırsınız. O zamanlar TİKA'da kim

nereye gelecek kim projeyi yürütecek gibi

şeylere siyasiler karar veriyordu. İşin içine

siyasi bir tavır girince proje yürümedi. Şu an

maalesef yürümüyor. Moğolistan'da Türkolo-

ji Merkezi var, devam ediyor. Çok güzel öğ-

renciler yetiştiriyorlar. Benden doktora yapan

Prof. Dr. T. Battulga da merkezin müdürü.

Bizim üniversitemizden benim öğrencimin

öğrencisi Fatma Albayrak, (Osman Mert be-

nim öğrencim, Fatma Albayrak da onun öğ-

rencisi) o merkezde Türkçe okutmanlığı ya-

pıyor. Moğolistan Milli Üniversitesi bünye-

sindeki Türkoloji Merkezi faaliyetlerine de-

vam ediyor. Ama maalesef Türkiye böyle bir

projeyi, böyle bir fırsatı kaçırdı. Biz kendi-

miz Atatürk Üniversitesi ile bu projeyi yürü-

tüyoruz. Tamamen kendi çabalarımızla yürü-

tüyoruz.

Page 6: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

4

-Birçok projede görev aldınız ve

almaya devam ediyorsunuz. Geleceğe yö-

nelik projeleriniz hakkında bize bilgi ve-

rebilir misiniz?

-Geleceğe yönelik öncelikle şöyle:

Çin'de çok geniş bir coğrafyada Türk kültür

ve uygarlık eserleri var. Onların ortay çıka-

rılmasını öncelikle planlıyoruz. Pekin Üni-

versitesi ile Atatürk Üniversite arasında bir

antlaşma ve çalışma var. İkinci olarak da

Sibirya bölgesinde çalışıyoruz. Tuva, Hakas-

ya ve dağlık Altay bölgesi ile Minusinsk ve

Krasnaya bölgelerinde eski Türk anıt ve ya-

zıtlarıyla Türk kültür ve uygarlık eserlerini

ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Şu an öncelikli

olarak yapmaya çalıştıklarımız: Çin'deki pro-

jelerin sürdürülmesi ve Sibirya bölgesindeki

projelerin başarıyla devam etmesi, bunlarla

ilgili kitapların bir an önce yayınlanması. Pek

yakında bir kaç kitap yayınlanacak.

-Uluslararası Türkçe Edebiyat

Kültür ve Eğitim Dergisi'ni bilim dünyası-

na sundunuz. Derginin çalışmaları hak-

kında bize bilgi verebilir misiniz?

-Bu dergiyi çıkarmaya öncelikle ben

ve eşim Semra Hanım karar verdik. Bunu

çıkarmak zorundayız dedik. Çünkü biz çok

yeni çalışmalar yapıyoruz ve bu yeni çalış-

malarımızı dünyaya duyurmamız gerekiyor.

Daha önce bir tecrübemiz vardı. Efrasiyap

Gemalmaz hoca Türkiyat Araştırmaları Ens-

titüsü müdürlüğü yaparken biz Türkiyat

Araştırmaları dergisinin 32 sayısını hocamla

birlikte çıkarmıştık. Bu tecrübemizi ve biri-

kimimizi daha üst seviyeye çıkarabiliriz de-

dik. Genç bir kadromuz vardı. Osman Mert,

Nurşat Biçer, Erhan Durukan, Onur Er, İs-

mail Çoban, Kürşad Çağrı Bozkırlı, Bahadır

Güneş, Nurullah Şahin, Sıddık Bakır, Fatma

Albayrak, Trabzon'dan Aykut Güveli( Benim

burada öğrencimdi, şimdi orada öğretmenlik

yapıyor). Biz bir aileyiz bunlarla. Bunlar

Türkiye içindeki arkadaşlarımız. Türkiye

dışından da birçok dostlarımız, arkadaşları-

mız var. Dergimizin sanat danışmanı Levent

Alyap Bey var. Bu dergiyi

çıkarmaya karar verdiğimizde kimse TE-

KE'nin adını bile bilmiyordu. TEKE ne di-

yordu? Türkmenlerin bir boyu sanıyorlardı.

Evet, doğrudur ama aynı zamanda Teke,

Türk boy ve topluluklarının ortak damgala-

rından biridir. Türkçe Edebiyat Kültür ve

Eğitimin de kısaltılmış halidir. Bugün geldi-

ğimiz noktada birçok tarama şirketi dergimizi

tanıyor, tarıyor. İki yıl geçti, çok başarılı ve

çok iyi bir okunma oranına ulaştık. Bugün

Türkoloji'nin, Türkçenin, edebiyatın, eğiti-

min vazgeçilmez bir dergisi haline geldik.

-2013 yılında TDK’nin Bilim

Kurulu üyesi seçildiniz. Yazıt Bilimi Kolu

ve Türkçenin Öğretimi Kolunun kurulma-

sına öncülük ettiniz. Tüzüğünü ve çalışma

prensiplerini hazırladığınız Yazıt Bilimi

Kolu Başkanı olarak çalışmalarınızdan ve

hedeflerinizden bahseder misiniz?

-Yazıt bilimi, öncelikle Köktürk

harfli yazıtların ortaya çıkarılması, restoras-

yon ve konservasyonlarının yapılması, albüm

ve kataloglarının hazırlanması, bilim dünya-

sına tanıtılmaları amacıyla kuruldu. Ama

bizim yazıtlarımız sadece Köktürk harfli ya-

zıtlardan oluşmuyor. Bizim Arap harfli yazıt-

larımız var, özellikle girdiğimiz farklı dinler-

den dolayı mensubu olduğumuz dinlerin al-

fabesini esas alarak kullandığımız alfabeler

var. Grek harfli yazıtlarımız var, Nestoryen

yazıtlarımız var. Bütün bunların en önemlisi

bizim İslâm ile şereflendikten sonra kullan-

dığımız Arap alfabesi var ve Arap harfli ya-

zıtlarımız var. Biz bütün Türklere ait olan

petrogliflerden, kaya üstü tasvirlerden Arap

harfli yazıtlara kadar ne kadar alfabe kullan-

mışsak, bunlarla ilgili ne kadar eser vücuda

getirmişsek, kayalara, paralara, kağıtlara,

dikili taşlara, farklı objeler üzerine neler

yazmışsak yazıt bilimi bunların hepsini kap-

sar. Biz de bunların araştırmasını, inceleme-

sini yapmak adına böyle bir kolun kurulma-

sına vesile olduk. Şimdi bu kol Türk Dil Ku-

rumu'nun en faal kolu haline geldi. Türki-

ye'nin ve Türk dünyasının farklı bölgelerine

Page 7: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

5

gidip oralarda konferanslar veriyoruz. 5-8

Haziran tarihleri arasında Ahlat'ta Arap harfli

yazıtlar ve Ahlat mezar taşları ile ilgili bir

sempozyum yapacağız. 25-28 Haziran tarih-

leri arasında da Moğolistan'ın başkenti Ulan

Batur'da Köktürk harfli yazıtlarla ilgili bir

sempozyum düzenleyeceğiz. Makaleler, ki-

taplar yayınlıyoruz, güzel çalışmalara imza

atıyoruz diye düşünüyorum.

-Hocam, yazıtların yanında dam-

galar üzerine de araştırmalarınız var.

Damgalar üzerine yapılan çalışmalar bu-

gün ne durumda?

-Önce söz vardı. İnsanoğlu sözü

belgelemek istedi ve böylece grafiksel dil

öğeleri doğdu. Yani önce resim yazısı vardı,

sonra damgalar ve o damgalardan da harfler

doğdu. O harfler de bütünüyle alfabeyi oluş-

turdu. Bizim için Köktürk yazıtlarıyla Türk

milletine ait bir damganın hiçbir farkı yoktur.

Çünkü damgalar, kültür ve uygarlığın, etnik

ve kültürel kimliğin kristalize olmuş şekille-

ridir. Adeta onlar bir milletin DNA'sı gibidir.

Ay yıldızı gördüğünüzde heyecan duyuyor-

sunuz. Neticede ay ve yıldız da bir damgadır.

Bu milletin ortak damgasıdır, simgesidir.

Kayı boyu da Osmanlı için böyledir, kayı

boyu damgası da böyledir. Teke damgası da

Köktürkler için ve onlardan öncesi için de

böyle bir damgadır. Onun için de damgalar

grafiksel dil ögeleridir ve bizim için çok

kıymetlidir. Bizim araştırmalarımızda da

etkin rol oynarlar. TEKE dergisinde kullan-

dığımız damga, tüm Türk ve Kuman kağanla-

rın kullandıkları; asaleti, cesareti, kararlılığı

sembolize eden bir damgadır.

-Araştırmalarınız sırasında As-

ya'yı ve Türk kültür havzasını karış karış

gezdiniz. İzlenimlerinizi bizimle kısaca

paylaşır mısınız?

-Ooo! Bu çok zor... Her biri bir

ömür... Hangisinde başlayacaksınız ki, nasıl

anlatacaksınız ki. Bir ömür tüketmişsiniz

orada. Ben çok genç yaşta o bölgelere gittim

ve şimdi 50 yaşındayım. Kızım nasıl büyüdü

hatırlamıyorum. Dağlara, taşlara, yazıtlara

ayırdığım vakti hiçbir zaman aileme ve ço-

cuğuma ayırmadım. Onlar da kararlığımı

görünce bana destek oldular. Gittiğimiz yer-

lerde de bizi her zaman gülle, çiçekle karşı-

lamadılar, bunu da söyleyeyim. Zor, çetin

coğrafyalarda çalıştım. Alanım zaten zordu.

Dağlarda, ovalarda, yollarda yazıtlar; dağla-

rın tepesinde petroglifler aradım. Çadırlarda

yaşadım, hijyen kelimesinin olmadığı coğ-

rafyalarda çalıştım. Suyun olmadığı, tuvale-

tin olmadığı dağların tepelerinde günlerce,

yeri geldi aç ve susuz kaldım. Zordu. Ama

severek yaptım bunu. Bir Kazakla, bir Kır-

gızla, bir Özbekle, bir Başkırtla, bir Tatarla,

bir Salarla, bir Uygurla bir araya geldiğimde

ben bütün yorgunluğumu unuttum. Bir yazıt

bulduğumda dünyanın en mutlu insanı ol-

dum. Onu okuduğumda kendimi Allah'ın çok

şanslı kulu hissettim. Ve hâlâ en büyük ar-

zumdur yeni yazıtlar bulmak ve atalar diya-

rında yeni şeyler keşfetmek. Ben hiçbir za-

man çok lüks bir evim olsun, yatım katım

olsun hiç istemedim. Ben Antalya'yı 50 ya-

şında iken gördüm. O da geçenlerde üniversi-

te ile ilgili bir sınava davet etmişlerdi de ona

gittiğimde gördüm. Bunun için hiç daha önce

"neden görmedim" gibi bir kaybım olmadı.

Dağlar beni daha çok cezbetti. Oralar Tan-

rı'ya yakın mekânlardı. O yüzden oralar be-

nim için çok farklı oldu.

-Yani Orta Asya'daki Ata toprak-

ları insana manevi yönden bir şeyler veri-

yor mu?

-Vermez mi, başka türlü siz orada

niye durursunuz ki. Duramazsınız. Sizin için

değeri olmasa, sizin için bir kutsiyet taşımasa

siz orada duramazsınız. Çocuğunuzu, eşinizi,

ailenizi, yaşınızı feda ediyorsunuz, gençliği-

nizi feda ediyorsunuz. Ben çok iyi bir spor-

cuydum meselâ. Voleybol ve masa tenisinde

çok iyiydim. Şampiyonluklar yaşadım. Ama

yazıtlar olunca hiçbir şey aklıma gelmiyor. O

şey sizin önceliğiniz oluyor. Bunun sebebi

şu: Siz biliyorsunuz ki orada atalarınız sizin

için bir şeyler yazmış, mektup yazmış ve o

Page 8: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

6

mektubu okumalısınız. Size bir mektup gel-

miş ve orada duruyor. Siz onu okuyacaksınız

ve herkes sizden bekliyor. "Ne diyor, ne

yazmış?" Sizin ona kayıtsız kalma gibi bir

lüksünüz yok. Siz biraz ulaksınız, siz biraz

postacısınız. Anlatabiliyor muyum? Siz ala-

caksınız o mesajı ve getirip sahibine verecek-

siniz. Benim işim bu.

-Günümüzde Türkçenin yozlaştı-

rıldığıyla ilgili görüşler var. Özellikle sanal

alemde daha yaygın olduğu görülüyor. Bu

konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

-Ben şunu söyleyeyim: Vokallerin,

ünlülerin kullanılmaması bir tahribat değil.

Çünkü bir dilde daima ünsüzler birincil, ün-

lüler ikincildir. Orhun Yazıtlarında alfabeye

bakarsanız ünlüler çoğu kez kullanılmamıştır.

Bu, dilin gelişmişliğinin göstergesidir. İnter-

net ortamı sanal ortam, çok önemli değil.

"İi"den "iyi" anlıyorsanız, "Cngz" yazıyorsa

ve "Cengiz" olduğunu anlıyorsanız hiç önem-

li değil. Varsın vokallleri yazmasın. Önemli

olan alıcı ile verici arasında bunun anlaşılır

olmasıdır. Sizin diliniz eğer bir dünya dili

ise, gittiğiniz yerlerde, İpek Yolu'nda veya

Avrupa Birliği ülkelerinde, Amerika'da ya da

dünyanın herhangi bir yerinde siz konuştu-

ğunuzda insanlar sizi anlıyorsa sizin diliniz

dünya dilidir, sorununuz yoktur. Ama sizin

diliniz dünya dili değilse, gittiğiniz yerde

sizin pasaportunuz geçmiyorsa, paranız geç-

miyorsa, diliniz geçmiyorsa o zaman siz ken-

dinizi sorgulamalısınız. Sorun burada bence,

üreten bir toplum olmaktan çıktık biz. Üreten

değil tüketen bir toplumuz. Üreten bir toplum

olsak biz üreteceğiz, adını da biz koyacağız

ve bizim dilimiz de bütün dünyaya yayılacak.

Tüketici bir toplum daima emperyalist, kapi-

talist bir baskı altında kalır. Bunlar daima

sömürürler. Sömürü daima yok eder. Kültü-

rü, uygarlığı, medeniyeti yok eder. Onun için

dilinizin güçlü olmasını istiyorsanız kendiniz

güçlü olacaksınız. Ekonomik, bilimsel, aske-

ri, alanda güçlü olacaksınız. Kendi içinizde

güçlü olacaksınız ki dilinizde o güçle birlikte

dünyaya yayılsın. Sizin gidemediğiniz yere

dilinizin gitmesi mümkün değildir. Siz gide-

ceksiniz ve sizin varlığınız o dil için güvence

olacak. Paranız geçmiyorsa diliniz de geçmi-

yordur. Bunlar arasında bir paralellik vardır.

Realite budur. Bir zamanlar çok güçlüymü-

şüz ve paramız da dilimiz de her şeyimiz de

geçiyormuş. Şimdi güçlü değiliz, onun için

gerçekçi olacağız. Bu bir realite, dünyada

güçlü olanın dili de her şeyi de güçlü oluyor.

-Türkoloji alanında ileriye yönelik

proje ve çalışmalarımızda gerek yazıtlar

gerekse başka alanlarda eksiklerimiz sizce

neler?

-Benim gördüğüm şey şu: İnsanların

kendisiyle alakalı eksiklikler vardır. Onları

mutlaka telâfi etmek zorundadırlar. Öncelikle

çok iyi dil bilmek lazım. Çalıştığınız alanı

çok iyi bileceksiniz. Dili değil dilleri çok iyi

bileceksiniz. Köktürkçe çalışıyorsanız Uy-

gurcayı da bileceksiniz. Birkaç Türk lehçesi-

ni de bileceksiniz. Mesela Moğolca bilecek-

siniz, Çince bileceksiniz, Japonca bileceksi-

niz. Bunlar yetiyor mu? Yetmiyor, ölü dil

dediğimiz spesifik dilleri bileceksiniz. Aslın-

da hiçbir dil ölmez. Sanskritçe, Eski Hintçe,

Soğdca, Tibetçe bileceksiniz. Çünkü siz eğer

Eski Türkçe çalışıyorsanız bu alanla bir ba-

ğınız var. Ortak eserleriniz var, ortak dini

kabul etmişsiniz. Budist olmuşsunuz, mani-

heist olmuşsunuz. "Ben Farsçayı bilmiyorum,

Arapçayı bilmiyorum" deme lüksüne sahip

değilsiniz. Türkologsanız zaten bunları bile-

ceksiniz. Bu anlamda çok dil bilmek lazım ve

alana ilgili olmak lazım. Devlet olarak hata-

mız şu: Ekonomik destek yok. Ekonomik

olarak destek görmek lazım. Bunu devlet

politikası haline getirmelisiniz. Bilimi şahıs-

ların inisiyatifinden kurtaracaksınız, politika-

nın tuzağına sokmayacaksınız. İnsanların

önünü açıp genç akademisyenleri yurt dışına

göndereceksiniz. Masa başında bilim yaptır-

mayacaksınız. Bilim adamının mesai kavramı

olmaz. Bilim adamı oturuyorsa sadece değer-

lendirme adına oturmalı, derlediklerini değer-

lendirme adına oturmalı. Bilim adamı masa-

da boş oturuyorsa dedikodu yapar, sokaktaki

insandan farkı kalmaz. Ona o zaman soracak-

sın:" Niye oturuyorsun?" diye. "Çalış" diye-

Page 9: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

7

ceksin, "git köylere derleme yap" diyeceksin.

Hiçbir şey yapamıyorsan "git köylerde yaşlı

annelerden, babalardan, ninelerden, dedeler-

den halk kültürüne ait envanteri derler" diye-

ceksin.

-Son olarak Bengütaş Duvar Gaze-

tesi hakkında neler söylemek istersiniz?

-Ben sizi çok candan kutluyorum,

candan tebrik ediyorum. "Bengü" kelimesi-

nin "ebedi, ölümsüz" anlamı var. Bu adı ya-

şatmanız bile muhteşem. Bugünlerde alıcısı

olmayan değerlere değer verdiğiniz için size

çok teşekkür ediyorum. Çünkü siz Türk dili-

ne, tarihine, kültürüne, uygarlığına ait çok

güzel şeyler yapıyorsunuz. Bu gayretin içeri-

sindesiniz. Sizi yetiştiren hocaları da candan

kutluyorum. K.T.Ü ve Trabzon her zaman

onurlu tavrını göstermiştir. Bu milletin ger-

çekten sıkıntılarını yüklenen, sıkıntılarına

katlanan, şehitler veren, şehzadeler yurdu,

mert, cömert insanların çıktığı yerdir Trab-

zon. Fabrikası olmayan ama adamı olan bir

memlekettir Trabzon. Bana sorduklarında,

"Trabzon" dediklerinde: "Fabrikası olmayan

ama adamı olan yer. " derim Trabzon için.

Böyle bir yer, fabrikası yok ama insanları

memleketine, vatanına, milletine, devletine,

dinine, diyanetine bağlı insanlar. Ve buradan

yetişen gençler Türk milleti adına çok güzel

şeyler yapıyorlar. Ben Karadeniz Teknik

Üniversitesi'ni, oradaki arkadaşlarınızı, Mev-

hibe Hanım'ı, tarihçi Mehmet Tezcan Bey'i,

Bahadır Bey'i, Kemal Üçüncü Bey'i ve bura-

da adını sayamadığım hepsini candan kutlu-

yorum. Çok güzel şeyler yapıyorlar. Sizlere

de çok teşekkür ediyorum.

-Biz de teşekkür ederiz.

Page 10: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

8

Deneme

AYAĞINI MUSHAF

ÜZERİNE UZATAN KÂFİR

Doç. Dr. Ahmet Tanyıldız

Eski[mez] şiirimiz, yüzyıllar boyu, şapkadan tavşan çıkarmayı seven

mazmun avcısı şairlerle hayatını idame ettirir. Zaman olur kalbin en ince hatıratını sayfalarca

mesnevilere aktarır; zaman olur cümle cihanı bir beyte sığdırabilir. Bahis konusu olan divan

dünyası olduğuna göre, en önemli figürü, yani sevgiliyi bütün yönleriyle tasvir etmek kaçı-

nılmazdır. Güzelliği sağlayan unsurları birer birer anlatılır mahbubun…

O, bakışıyla âşıkların ruhunda fırtınalar estiren, edasıyla agyârı kendine râm eden,

rindi cândan, zahidi dinden imandan eden eşsiz bir güzeldir. Saçının her bir telinde bir meftu-

nun gönlü asılıdır.

Sahi, mahbubun zülfünden dem vurmuşken,

ona kutsallık atfedildiğini fark etmiş miydi-

niz? Aslına bakarsanız güzelin her bir uzvu

mukaddestir. Lâkin yüz ve unsurları bir baş-

ka önem taşır âşık şairlerin gözünde. Öyle ki

gamzesi Hz. Haydar’ın Zülfikâr’ı, yanağı da

Hz. Osman’ın mushafıdır ve üzerinde kan

lekeleri vardır. Nihayet mahbubun yanağında

da allıklar mevcut değil midir?

Sevgilinin cemali Mushaf olunca,

tefsir ve şerh etmeye ihtiyaç vardır. Ama ne

mümkün!.. Sevgilinin hatları ve zülfü, bu

güzellik mushafının mana ve mefhumunu o

denli güçleştirir ki, kelam ve anlam dünyası

birbiri içre girer. Öyle değme müfessir ve

şarihler onu yorumlayamazlar.

Ama öyle esrarlı bir yanı vardır ki

bu mushafın… Bir yandan, üzerine ciltlerle

tefsirler yazılırken, diğer yandan bu cemal

mushafını ümmiler bile anlayabilmektedirler.

Zira okuması yok ama irfanı çok ümmiler,

sevgilinin gül cemalinden Nur Suresi’ni oku-

yabilirler. Cemal, o denli parlaktır ki…

Malumunuz klâsik eserlerimizde ve

mukaddes kitabımızda tezyin [süsleme] ve

tevzin [düzen] son derece önemlidir. Ayetle-

rin diziliş biçiminden, sayfaların kenar süs-

lemelerine; ciltleme özelliklerinden iç kapak-

ların şekillerine kadar, son derece titiz ve

ince bir zevkin göz nurları düşer eserler üze-

rine… İşte bu güzellik mushafının kenar süs-

lemelerine, şemselere, zencireklere ihtiyacı

yoktur. Yanaklarında halka halka dökülen

kâkülleri bu tezyini lâyıkıyla yapmaktadır.

Page 11: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

9

Mahbubun güzellik unsurları kimi

zaman, Mushaf’ın kenar süslemesi sıfatını da

aşarak bizzat kutsi kelâmı teşkil eden harfler

olur. Şair ne zaman Mushaf’a el vursa karşı-

sına çıkan ilk ibare Elif Lâm Mîm’dir. Hâl

böyle olunca, sevgilinin zülfü, boyu ve ağzı

âşık şairin övgüsünü alır. Boyu elif, zülfü

lâm ve ağzı da mîm olur.

Onun endamı, servi misali nazlı ve

elif harfi gibi vakur; zülfü, yüzünün güzellik

hazinelerini koruyan efsanevi bir yılan gibi

siyah ve cim harfi gibi kıvrımlı; ağzı da de-

ğerli diş incilerini muhafaza eden bir sedef

gibi narin ve mim harfi gibi küçüktür. Lakin

burada deruni bir keder de gizlidir. Bu harf-

ler, peşi sıra dizildiğinde elem olup yaralar

kalpleri. Yani güzelliğin zahiri süsüne al-

danma durumunda, ikinci anlam sarıverir

âşıkları.

Kültürümüzde mukaddes olana say-

gı esastır. Bundan hareketle İlahî Kelâm, göz

nuru ve emek mahsulü olan mushaflarda be-

ka bulmuştur. Bu metinler de, her daim el

üstünde tutulmuştur. Mushafların evlerimiz-

de yüksekçe bir yerde durmasının sebebi

budur. Ayrıca mushafları bel hizasından daha

yukarıda tutma gayretimiz de bunun göster-

gesidir. Lâkin buna pek aldırmayan biri var-

dır. O da sevgilinin güzellik mushafına fütur-

suzca ayak uzatan cîm gibi eğri olasıca zü-

lüf...

Saçla ilgili en ilginç tasvirlerden biri

de, güzellik mushafı olan yüzün üzerine dü-

şen bu kâküllerdir. Şair bir vesileyle bu denli

büyük kusur işleyen zülüf için mahkeme ku-

rulmasını talep eder. Sonuç ne olur dersiniz?

Şairin kurgu mahkemesinde, kitap ve ayet ile

zülfün küfrüne hükmedilir.

Küfr kelimesinin asıl ve yan anlam-

larına dikkat buyurursak, şairin ince zevk

dünyasını takdir etmekten kendimizi alıkoy-

mayız: Örtmek, inkâr etmek ve siyah[lık]…

Sevgilinin yüzünü örten siyah zülüf, musha-

fın güzelliklerine engel olmakta ve onu bir

nevi hor görmektedir.

Sevgilinin yüzüne pervasızca ayak

uzatıp gül cemalini örten ve güzellik hazine-

sine ulaşmayı engelleyen zülüf için kâfir it-

hamında bulunan şair o kadar da haksız değil

galiba…

Âyet ile küfrüne hükmetse hattın vechi var

Zülfün ki ayağın uzatdı Kur’ân üstüne

Şiir

KAÇIŞ

Halil Sercan KOŞİK

Kaçabilir misin yaşamdan

Trenin altına atlamakla

Yahut kendini bir gece vakti

O soğuk iple asmakla

Ne kadar içsen de ilaç

Sokaklarda gezsen aç bilaç

Arayıp da bulur seni yine

Adına hayat denen o meşum sarkaç

Page 12: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

10

Deneme

YERDEN GÖĞE

Doç. Dr. Ozan YILMAZ

Klasik Türk Şii-

ri’nin “klasik” olması yo-

lunda, hatırı sayılır bir te-

mel oluşturan Necâtî (ö.

1509), yıllara direnip hiç

eskimeyen beyitlerinden

birinde şöyle buyurur:

Mâl-ı dünyâ ile şerh eyler tecerrüd hâlini

Yerde Kârûn bir yana gökte Mesîhâ bir yana

İlk bakışta, Kârun ve Mesîh gibi iki zıt

ismi buluşturmasıyla dikkat çeken beyit, “Bir

yandan yerde Kârun, bir yandan gökte Mesîh

(Hz. İsa), tecerrüd (soyutlanma) hâlini dünya

malıyla açıklar” manasına gelir. Tasavvufta

önemli bir merhale olan “tecerrüd”, dünyadan

elini eteğini çekme ve dünya malına önem

vermeme anlamıyla “Allah dışında her şeyden

kendini soyutlama hâli”dir. Bu yüzden “bir

şeyi açıklamak, herkesin anlayamayacağı bir

manayı açığa çıkarmak” anlamına gelen “şerh”

kelimesinin de beyitteki rolü tesadüfî değildir.

Zira soyut bir şeyin açıklanması için en iyi araç

somut bir örnek olacaktır. İşte bu noktada şâir,

Kârûn-Mesîh, yer-gök zıtlıklarını ustaca bir

araya getirirken, bu iki ismin ibret verici ortak

bir hâlinden hareket eder. Kârun ve Mesîh’in,

Necâtî’ye bu beyti yazdıracak kadar mal ile

özdeşleşmiş olmasının arkasında birtakım dinî-

tarihî temeller vardır.

Kur’an’da ve dahi muharref Tevrat’ta

anlatıldığı üzere, Kârun, Hz. Musa döneminde

yaşamış fakir bir kimsedir. Hz. Musa’nın am-

cası oğlu olmakla birlikte, kız kardeşiyle evli

olmak şerefine de naildir. Tevrat indirildikten

sonra Allah tarafından Hz. Musa’ya Tevrat’ı

altın suyuyla yazması emrolunur. Musa, fakir

olduğunu öne sürüp nasıl altın bulacağını so-

runca, kendisine, toprağı altına çevirme ilmi

olan ilm-i kimya öğretilir. Hz. Musa, o vakitler

gayet yoksul olan, geceleri namaz kılıp gün-

düzleri oruçla geçiren Kârun’a acıyınca, kimya

ilmini ona da öğretmekte bir sakınca görmez.

Kârun, bu yolla epeyce mala ve mülke sahip

olur, öyle ki sadece hazinelerinin anahtarını

yüz devenin çektiği rivayet edilir. Mal birik-

tirme derdine düşen Kârun, bilhassa nafile iba-

detlerini tamamen terk eder. Bir süre sonra

Kârun’dan malının zekatını vermesi istenir.

Çok malının gideceğini gören Kârun, zekat

vermek şöyle dursun, bir de Hz. Musa’ya iftira

atma hatasında bulunur. İsrailoğulları arasında

nam salmış oldukça güzel bir kadını tenbihle-

yip, Musa’dan hamile olduğu yalanını söyle-

mesini ister. Kadın tam konuşacakken hükm-i

İlahi’yle dili döner ve olanı biteni olduğu gibi

anlatır. Bunun üzerine Kârun oradan kaçar. Bu

durum çok gücüne giden Hz. Musa, kendisini

takip eder. Onu evinde altın bir yatakta, ipekten

döşekler ve yastıklar arasında bulur. Yere, “yut

onu” diye emredince önce yatağı batar. Kârun

can havliyle yalvarmaya başlasa da ikinci “yut”

emriyle malı mülkü ve nihayet kendisi yerin

dibine geçer.

Beyitte, Mesîh’in dünya malını gökte

temsil ediyor olması da başka bir anekdota

dayanır. Dünya malına hiç önem vermemesiyle

bilinen, ölüleri dirilttiği için Mesîh lakabıyla

anılagelmiş Hz. İsa, yanında dünyaya ait sade-

ce bir tarak, bir tas, bir de kırık iğne taşımakta-

dır. Saçlarını eliyle tarayan birini görünce ta-

raktan, eliyle su içen birine rastlayınca da tas-

tan vazgeçer. Ancak meşhur çarmıh hadisesin-

de, Allah tarafından göğe yükseltildiği vakit,

bir türlü terk edemediği kırık iğne üzerinde

kalır. Bu sebeple göğün ancak dördüncü katına

kadar çıkmasına izin verilir, buradan ötesine

geçişi mümkün olmaz.

Hâsılı Necâtî’nin Kârun ve Mesîh’i

buluşturduğu ortak nokta “mal sevgisi”dir.

Anlatılanlara bakılacak olursa malın azı da

çoğu da insana dünya sevgisi olarak geri dö-

nüp, uhrevî hediyelerin verilmesinde bir engel

olarak görülmüştür. “Tecerrüd” hâlini öne çıka-

ran şâirin, Kârun ve Mesîh’in durumlarına ba-

kılacak olursa “yerden göğe” haklı olduğunu

kabul etmemek mümkün değildir.

Page 13: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

11

Mektup

YALNIZLAR RIHTIMI

Esra HAMAMCI

Günaydın gözümün nuru… Bugün de her zamanki gibi saat

07.00’ı gösterdiğinde açtım gözlerimi. Hiç şikâyetçi değilim inan.

Çünkü senden kalan tek alışkanlığım bu. Ah bir de gözlerimi açtığım-

da gördüğüm kireçleri kabarmış boş bir tavan değil de senin çimen

yeşili gözlerin olsaydı. Ne vardı beni bu kadar erken koyup gidecek.

Bugün hafta sonu gül yüzlüm. Senin ördüğün siyah hırkamı giydim,

tıraş da oldum. Beyaz saçlarım, kırışmış tenime inat hala yakışıklıyım.

Sen yine üzülmeyeyim diye ümit etme diyeceksin ama bu sefer gele-

cekler biliyorum. Torunlarımızı görmeyeli tam üç koca yıl oldu, bir

ömür gibi… Her kapı gıcırtısında onlardır diye içimde kelebekler uçuşuyor, ne yazık ki ömür-

leri kısa oluyor. Penceremin kenarında duran, eskimeye yüz tutmuş, yılların yaralarını üzerin-

de taşıyan kırmızı koltuğuma oturdum yine. Krem rengine dönmüş tül perdemi aralayıp camı

usulca açtım. Sabahın ılık rüzgârı senin pamuk ellerin gibi tenimi okşadı. Her şey çok sıkıcı

her şey çok sıradan… Yemeğini ye uyku vakti geldiğinde uyuyabiliyorsan uyu. Senin gibi

yalnızlık çekenlerle hatırlayabiliyorsan anıları paylaş. Her yer aynı; tozdan griye dönen kah-

verengi konsol kapıdan girenlere selamlıyor utanarak hemen üzerinde senelerin acımasızlığını

yüzüme vuran ayna alay edercesine bakıyor yüzüme. Hele yerde cansız bedeniyle boylu bo-

yunca uzanan halı yok mu “ İşte senin sonun da benim gibi olacak. ” diyor sanki. Yatağımın

kıyısında eğreti duran yaşlı bir sehpa, üzerinde yakın gözlüklerim ve senden sonra tek yolda-

şım olan kitaplarım, hepsi aynı yerinde. Bir tek başucumdaki siyah- beyaz resimlerinin yerleri

değişiyor her gece. Bakma bana öyle sensiz uyumaya alışamadım bir türlü. İpekten saçlarını

okşuyor, seni kollarımla sarıp öyle uyuyorum. İnsanlar aynı; bazen yeni yüzler geliyor ve za-

manla onlarda aynılaşıyorlar. Açık pencereden tutîlerin musikîyi andıran sesleri geliyor kula-

ğıma. Yapraklarından sıyrılmış çıplak ağaç dallarında bir o yana bir bu yana koşturuyorlar.

Özgürce kanat çırpışlarını izledikçe bu dört metrekarelik kafesimde daralıyorum. Benim kafe-

simin kapısı açık fakat uçacak kanatlarım kırık. Kahverengi eski taş binanın hayata açılan

kocaman bahçesini dallarından rüzgârın kopartarak dört bir yana savurduğu sararmış yaprak-

lar kaplamış. Bu mevsim adından mıdır bilinmez daha bir hüzünlendiriyor insanı. Doğa bile

yaslara bürünüyor. Banklarda üçerli beşerli insan grupları, hepsinin üstü başı hüzün kokuyor.

Birçoğu odasına sığamamış, bir umut bahçede sevdiklerinin yollarını gözlüyor. Kimisi aile-

sinden göremediği desteği bastonunda bulmuş, küçük adımlarla yürümeye çalışıyor. Onların

adımları gibi yavaş ilerliyor bugün akreple yelkovan. Her geçen saat emektar koltuğuma daha

da gömülüyorum. Beklenenler gelmiyor belki ama bazı gençler geliyor ziyaretlere. Onlarda

gelip gidiyorlar işte sonra yine yalnızlığıyla baş başa kalıyor insan. Güneş dahi ümidini kesti

sulatanım. Bu hafta da gelmediler ama bir gün gelecekler biliyorum.

Page 14: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

12

Deneme

TÜRK MİLLETİNİ

DİZİLERLE SIRAYA

DİZEREK DİZE GETİRMEK

Prof. Dr. Nurullah Çetin

Bir türlü Türk olamayan iri “Türkiyeli!...” televizyon kanalları, akşamları en verimli

izlenme saatlerini dizi filmlerle dolduruyor. Hangi kanalı açsanız dizi film. Bu dizilere şöyle

bir göz gezdirince hemen hepsinin tek bir merkezden kaynaklanan bilinçli bir proje ürünü

olduklarını anlıyorsunuz. Hepsinin ortak özelliği, çok güzel kadınlarla çok yakışıklı erkeklerin

havuzlu, hizmetçili, gösterişli lüks villalarda, pahalı arabalarda, şatafatlı eğlence mekânlarında

İslam ahlâkına ve Türk töresine aykırı karmakarışık aşk maceralarına sahne olmaları. Olumlu,

iyi, faydalı, güzel hiçbir millî ve İslamî değer telkin etmiyorlar. Yerli, millî ve İslamî bilgi ve

bilinç aktarmadıkları gibi; evrensel anlamda insanî değerler de telkin etmiyorlar.

Bu diziler, bir taraftan tamamen vakti boş ve anlamsız bir şekilde harcamaya dönük

olarak kurgulanmış. Öbür taraftan da alttan alta, Türklük ve Müslümanlık inançlarını, yaşama

biçimini, değerler ve kabuller dünyasını yok etmeye dönük sinsi bir kurgusal yapıya sahipler.

Bu dizilerde bilinçli, planlı ve programlı bir

şekilde izleyici kitlenin duyma, düşünme ve

hayal etme biçimleri üzerinde etkili bir

yönlendiricilik ve istenilen algıyı oluşturma

çabası açıkça görülüyor.

Diziler, bir yönüyle kapitalist pazar adına

gerekli gereksiz her şeyi satın alma ve bol

tüketim beklentisi oluşturma zemini döşüyor.

Kapitalizm, kendisi için pazar oluşurmada bu

dizileri araç olarak kullanmakta, tüketici kitle

oluşturmaktadır. Bu bağlamda diziler, ustaca

kullanılan bir reklam çalışmasıdır.

Zira dizilerde gösterilen, âdeta gözlere sokulan, kullanılan eşyaların, ürünlerin ne-

redeyse tamamı, emperyalist Batının milletlerüstü soygun çeteleri gibi çalışan haramî şirketle-

rinin piyasaya sürdüğü ürünler. Dizi izleyen kalabalık izleyici kitlesinin bilinçaltına farkına

varmadan gördüğü ürünlere sahip olma arzusu yerleştiriliyor. Böylece kalabalık tüketici

kitleler, gerçek dışı ihtiyaçları doğal bir gereksinim olarak benimseyerek emperyalist pazarın

gönüllü kölesi haline getirilmiş oluyor.

Akşam saatlerimizi işgal ve istila eden bu sefil dizlerde millî, İslamî, insanî

manada hiçbir değer yer almıyor. Tam tersine izleyici üzerinde yıkıcı, tahrip edici etkiler

oluşturulmaktadır. Zira dizi izleyen insanların hem ruh sağlığında, hem inançlarında, hem

Page 15: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

13

hayat anlayışlarında, hem dünyaya, kendine ve diğer insanlara bakışlarında olumsuz anlamda

büyük değişiklikler ortaya çıkmaktadır.

Dizilerin telkin ettiği değer, hayatın tamamen hayvanî bir güdüyle, salt madde planında zevk,

eğlence, gösteriş, lüks içinde yaşanması gereken bir süreç olduğu inancını aşılamak. Bu da

Müslüman Türk’ün hayat anlayışına taban tabana zıt bir algıdır. Hedeflenen de Müslüman

Türk milletinin inanç, ruh, zihin ve kalp dünyasının iğdiş edilmesidir. Diziler kanalıyla hayat

yüce, kutsal, millî, İslamî ve insanî amaçlar uğruna değil; salt hayvanî anlamda bireysel zev-

kler uğruna ve tamamen tüketime ve eğlenceye dayalı bir zaman geçirme olarak belletiliyor.

Dizilerin sanal, parıltılı dünyasıyla özendirilen, önemsetilen, yüceltilen, yükseltilen,

öne çıkarılan, kutsanan, kutsallaştırılan temel değerler şunlardır: Güzellik, yakışıklılık,

zenginlik, başarı, güç, tüketim, eğlence, gösteriştir. Bunları elde etmek için hak, hukuk, ada-

let, insanlık, şefkat, merhamnet, saygı, sevgi, çalışmak, emek gibi değerler yok sayılabilir,

çiğnenebilir, yerle bir edilebilir.

Diziler vasıtasıyla izleyici, hayatına anlam yükleme sürecinde çarpık biçimde

yönlendirilmektedir. Hayatın anlamı ne sorusu, temel, evrensel, insanî bir sorudur. Bunun

doğru cevabı, tek hakikatı yani İslam’ı bulmak ve ona göre yaşamak iken, diziler hayata

bunun tam tersine bir anlam yüklüyorlar. Yani ebedî olanın değil fani olanın, ahiretin değil

dünyanın, kutsal değerlerin değil maddenin, menfaatin, zevkin, gösterişin, üretimin değil tü-

ketimin, soyut manevî, ilahî değerlerin değil; somut, maddi, vahşi değerlerin, yani insanlık

dışı yöntemlerle rekabet ve mücadele sonucu birbirini ezmenin ve yok etmenin önemli olduğu

algısı oluşturuluyor.

Dizilerde sanal, gerçek dışı, bizi ilgilendirmeyen sorunlar, dünyalar, yaşantılar,

beklentiler, üzüntüler, sevinçler yaşatılmaktadır. Bu da izleyicide kişilik bölünmesine hatta

parçalanmasına sebep olmaktadır. Kendi gerçeğimizden kopup dizi kahramanlarının sanal

gerçekleriyle özdeşleşmeye ve kendi dünyamızda değil, onların dünyasında yaşamaya

başlıyoruz. Bu da aslında kişinin kendi tabiatına bir ihaneti demek olan kişilik bozukluğunu

doğurur.

Televizyon dizileri, büyük oranda yerleşik, millî, İslamî nitelikli Müslüman Türk

hayat tarzını ve değerlerini yerle bir etmeyi, yıkmayı, parçalayıp yok etmeyi hedef almaktadır.

Türk-İslam hayat tarzını ve değerlerini itibarsızlaştırarak, değersizleştirerek, an-

lamsızlaştırarak, yok sayarak saldırgan bir tutum takınmaktadır. Öbür taraftan tamamen batılı

bir hayat tarzını özendirmektedir.

Dizilerde Türk-İslam kültürünün cinsel ahlâkı

ve mahremiyet kavramı hedef alınmaktadır. Buna gore

İslam’ın haram kıldığı, uygun görmediği cinsel ilişki

biçimleri meşrulaştırılmakta, normal ve olağan

gösterilmektedir. Nikâhsız birliktelikler, evli insan-

ların eşlerinden habersiz gizli aşk yaşantıları, aile ve

akraba içi yasak aşk ilişkileri yaygın biçimde ön plana

çıkarılarak bilinçaltımıza bu sapıklık, olağan bir du-

rum olarak telkin edilmektedir.

Page 16: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

14

Çocuklar için yapılan dizilerde de özellikle sihir, büyü, esrarengiz gizemli figürler,

olaylar, dünyalar yoğun olarak ön plana çıkarılmaktadır. Bu da çocukların ruhsal dünyalarında

büyük tahribatlara yol açmaktadır. Gerçeklikle gerçekdışılık arasındaki farkı ortadan

kaldırmakta, çocukların gerçeklik algısını yerle bir etmektedir. Dizi esiri edilmiş çocukların

sağlıklı ruhsal gelişimleri darmadağın edilmektedir.

Dizilerin muhatap kitlesi, genellikle ve çoğunlukla entrik olayları merak etme duy-

gusu tahrik edilmeye en çok müsait olan genç kızlar, hanımlar ve çocuklardır. Türk milletini

bilinçli bir millet olmaktan çıkarmanın yolunun, toplumun ana omurgasını oluşturan bu kitleyi

bozmaktan, çürütmekten geçtiğini bilen ifsat komiteleri, projelerini akıllıca uyguluyorlar.

Dizilerde gerilim motifi, çok kötü bir niyetle ve amaçla kullanılmaktadır. Sert

tartışmaların, büyük kavgaların, çıkar çatışmalarının, acımasız mücadelelerin yoğun bir şekil-

de sergilendiği dramatik ve trajik olayların insan psikolojisini darmadağın ettiği bu dizilerin

etkisi, fert ve milet hayatında büyük yıkımlara yol açmaktadır. Gergin, huzursuz, stresli,

umutsuz, korkulu, kaygılı, endişeli, tedirgin, güvensiz, sevgisiz bir kalabalık yığın

üretilmektedir.

Dizilerde sürükleyiciliği, ilgiyle

izlenmeyi, ekrana hapsetmeyi sağlamak için

yoğun olarak öne çıkarılan unsurlar şunlar: Aile

içi şiddet, boşanmalar, kız uğruna cinayetler,

çocukların anne babalarına asi olması, mutlu-

luğu uyuşturucuda, içkide, yasak ilişkilerde,

sokakların karanlık, izbe köşelerinde arama,

lüks yaşama tutkusuyla helal haram demeden,

kısa yoldan çok para bulma ve tüketme ihtirası.

Bunlar, insanı insan olmaktan çıkaran hallerdir

ve diziler, aslında insanımıza bunları telkin

ediyor.

Tabii dizilerin bir diğer önemli işlevi, Müslüman Türk milletini güncel anlamda siya-

si, toplumsal, ekonomik, kültürel sorunlardan uzak tutmaktır. Dizilerin işlevi, Haçlı-siyon

emperyalizminin Türk millet birliğini paramparça edişini, Türk milletinin tasfiye edilişini,

Türk vatanının gâvura peşkeş çekilişini, bağımsız millî Türk devlet kurumunun yok edilişini

perdelemek ve gizlemektir. Yani altından vatan ve millî kimlik halısı çekilen Türk milletini

dizilerle sıraya dizip dize getirme projesi gerçekleştiriliyor. Dizilerle uyutulan, uyuşturulan,

mankurtlaştırılan, millet olmaktan çıkarılıp kuru, ruhsuz, şuursuz, milliyetsiz bir kalabalığa

dönüştürülen insanlar kolayca sömürülebilir, güdülebilir ve istenilen şekilde kullanılabilir.

Haçlı-Siyon emperyalizminin istediği budur ve bunu da diziler kanalıyla ustalıkla başarıyor-

lar.

Kötü dizi furyasına karşı alınacak tedbir, bu yazıda ortaya konan eleştirilerin içinde

gizlidir. Yani eleştirilerle aslında dolaylı olarak bunların tersi teklif edilmektedir. Türk mil-

letinin önüne olumlu, faydalı, iyi, güzel sıfatlarına layık değerleri telkin eden, Türk-İslam

hayat tarzına uygun ve bunu özendiren, doğru bilgilere dayalı Türk-İslam tarihini günümüz

Page 17: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

15

şartlarında faydalanılacak, örnek alınacak bir zemin olarak sergileyen, eğitici, olumlu anlamda

bilgi ve bilinç sunan diziler yapılmalıdır. Bugün televizyon, en etkili kitle eğitim,

yönlendirme, şekillendirme kurumu haline gelmiştir. O bakımdan ilgili kişi ve kurumların

acilen bu alana el atmaları, yerli, millî, İslamî bir ruhla Türk-İslam değerlerini tahkim edici,

sanat ve telkin gücü yüksek, çok kaliteli, ilgi çekici, cazibeli, etkileyici, evrensel nitelikte

değere sahip bir dizi çalışmasına vakit geçirmeden başlaması gerekiyor.

Şiir

MASAL AKŞAMI

Çağlar UZUN

Bir yalnızlık akşamında ölüm

Bir sevdanın ortasında kördüğüm

Bir haykırış sabahında düğün

Perilerin bağrında ince bir düğüm

Denizin derinliklerinde inleyen bir yakamoz

Bir düşman ensesinde pusu kurmuş

Güneşin son sedası bu akşam

Kaybolan bir şairin gönlüne hapsolmuş

Sarı laleler buselerini son bir kez,

Kondururken deryaya

Son bir feryatla, battı semalara

Bıraktı yerini kara kalpli gardiyana

Yine sustu bu dem perilerin aguşunda

Ağlamaklı son selamlar geliyor enginlerden

Bir günün cenazesini kılıyor mâhım

Kurtuluşu beyhude birkaç asker

Şehit oluyor bu serin sessizlikte

Güneşi yolluyor ensesinde düşmanla,

Çıkıyor kara atlarıyla bu gamlı süveyda

Page 18: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

16

Mektup

YENİDEN

Serap CENGİZ

Usulca girdiğim kapıdan pencerelere takıldı gözleri. Toprak damlı

evlerin yağmur sularıyla bezenmiş kasabalardan birindeydi. Tavanda rutubetten kabarmış

boya izleri, defalarca beyaz ve griye çalan fırça darbelerine rağmen gitmeyen bir mavi…

Bütün kasabayı tek bir lamba aydınlatıyordu. Zemheri ayında sakin bir o kadar da müteham-

mil duruşu çevredekileri bir kere daha düşünmeye sevk ediyordu. Bir şeyler yapmalıydı…

Başka yerde başka zamanda olanlara bu toprak damlı evleri, merakla bakan gözleri, mevsim-

leri anlatmalıydı. Satırlar zihnin süzgecinden geçip bir bir demlenmeliydi yüreklerde. Aynı

sesi duymalıydı. Duvarlar yeniden boyanmalı, yeniden sevmeliydi dünyayı. Sabahın tan vak-

tinde yeniden sulanmalıydı fidanlar. Büyüdükçe kirlenen dünyamıza “yeniden” bakmalıydı.

Zihninden geçen armoni bundan ibaretti. Her şey yeniden olmalıydı. Mühlik havadan kurtul-

malı, serlevhası eksik yazılar bir bir tamamlanmalıydı. Yazmalıydı, hemen şimdi yazmalıy-

dı…

Bayım!

Bu mektubu size çok uzaklardan değil iki sokak öteden yazıyorum. Siz akasya koku-

lu sabahlara uyanırken ben yağmur kokan sokakları geziyor, meraklı bakışları izliyorum. Ya-

rım kalmış şarkıları size bırakıyorum. Bu defa geç kalmamalıyım… Burada çocuklar kuşlarla

konuşuyor, horoz hep aynı saatte ötüyor, kız çocuklarının saçları her sabah anneleri tarafından

düzenli olarak taranıyor, örülüyor… Erkek çocukları küçük bedenlerine büyük elbiseler giye-

rek etrafı seyrediyor. Bayırda gezen çobanlar, iki dağın arasında kalan suya koyunlarını salı-

yor, civar köylerden gelen seslere kulak veriyor. Ve ben tüm bu sesin içinde kelimelerimle

ördüğüm mektubu yazıyorum size.

Uzun soluklu yolculuğumda belki de bir daha tanık olmayacağım resimler geçiyor

gözlerimin önünden. Saçları iki yandan örülmüş kolalı yakalığı ve siyah önlüğüyle karşımda

duran; kalemi açılmaktan küçüldüğü için ağlayan Kalender, akşamları babasının kahvesine

giderek yeşil mendilin içine biriktirdiği lügazları bir bir sayan Muammer, ve tüm bunları hay-

ret ve şükranla izleyen dalgalı saçlı, kendine münhasır gözleriyle etrafını seyreden minik elli

sevgilin. İki yıl sonra birlikte kuracağımız kütüphanenin içinde yıllardır okuduğumuz gerçek

öykülere tanık oluyorum şimdi. Kitaplardan öğrendiklerimizi bir gün yaşama ümidiyle kapat-

tığımız sayfaların izlerini sürüyorum bugünlerde. Ağır ağır dökülüyor incilerim. Anlattıklarım

belki o kitaplardaki gibi masal olacak, belki de uzun zamandır masaldılar.

Şişttt ağlamak yok. Birlikte söylediğimiz türküyü fısıldıyorum şimdi kulağına.

Dinle…

Ben gidersem sazım sen kal dünyada

Gizli sırlarımı aşikâr etme

Lâl olsun dillerin söyleme yâda

Garip bülbül gibi ah u zar etme

Page 19: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

17

Gizli dertlerimi sana anlattım

Çalıştım sesimi sesine kattım

Bebe gibi kollarımda yaylattım

Hayali hayır et beni unutma

Benim her derdime ortak sen oldun

Ağlarsam ağladın gülersem güldün

Sazım bu sesleri turnadan mı aldın

Pençe vurup sarı teli sızlatma

Bahçede dut iken bilmezdin sazı

Bülbül konar mıydı dalına bazı

Hangi kuştan aldın sen bu avazı

Söyle doğrusunu gel inkar etme

Al sazını ve birlikte söylediğimiz bu türküye ses ver benimle. Ben gittiğimde ve sen

gittiğinde sazın, sesim ve kitaplarım kalsın. Masallar zaten her daim var olacaklar…

Şiir

BİR

Yücel Dursun

Benim için

Parmaklıkların bir ardı var

Bir de ötesi.

Ardında bir ben varım

Ötesinde bir tek sen.

Ve

Önümde soğuk, demir parmaklıklar.

Benim için

Mutluluğun bir çilesi var

Bir de tarifi.

Çilesinde bir ben varım

Tarifinde bir tek sen.

Ve

Önümde günahım, kaderim parmaklıklar.

Page 20: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

18

Şiir

KALABALIK'LARDAKİ

YALNIZLIĞIM

Nazlı (Nazime) Ekinci

Ayaz gecelerde muammalarla çağladı sensizliğim

Umutsuz yansımalarla ovuşturdum ellerimi

Kalabalıkların gölgesine sakladığım düşlerim

Yalnızlığın zikzaklı yollarına takılı kaldı şimdi...

Bir çığlık koptu adeta !

Yüreğimin sızılı haritalarında..

Malumun olsun yar!

Bir düş değdi çocuk yüreğime..

Topla beni kalabalıklardan..

Ört yalnızlığımı!

Düğüm düğüm yutkunuyorum

Ardımda bıraktığım kırıklarımı..

Bir mavzer çığlığı düştü sineme

Yakıp yıktı kalbimin en olunmazını !

Konuşamıyorum şimdi

Buram buram hasret kokuyor her yanım

Lime lime işliyorum adını her yad/ımda

Kendi kuyusunda

Utangaç bekleyişlerle bükülüyor dudaklarım

Kalabalıklardaki yalnızlığımı arıyorum...

Hani olur ya

Kaçtığım gözleri

Kirpiklerimde asılı kalan

İki damla yaş ile

Bir kaç satır şiir/e gömer beni

Ve bir alev topu sarar tüm hücrelerimi…

‘’Belki...’’ derim sonra

Ölgün duvarların arka yüzünde

Mevsimler bekler beni

Belki de bu son gözyaşımdır...

Sonbahara meydan okuyup

Kışlara sırt çevirme vaktidir..

Düşsel gerçeklerin nidalarını yüreğimden koparma vaktidir!..

Köklü bekleyişlerin çarpılarla demlenmiş molalarında

Şimdi bir sevda hesaplaşması boy göstermekte

Ufuk çizgisi aralandı yine

Eğer bu limandan bir gemi kalkacaksa efsanevi buluşmalara

Götürsün beni ‘’Kalabalık'’ lardaki öznesi gizli yalnızlığıma!..

Page 21: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

19

Deneme

OLABİLDİKLERİM

Kevser BEYAZIT

Bazen bir adım gidişlerdeyim bazen bir adım kalmalarda. Çok

şeye şahit oldum. Belki bir vedaya belki de bir kavuşmaya… İnişler ve

çıkışlarda hayatı yaşadım, çıkışlar zordu adımlar ağır ve temkinli… Çoğu

düzlüğü tercih etti. Böylesi daha kolaydı belki. Yorucu olmayan tek düze

giden dümdüz bir yol. Zoru seçmiştim. Adım adım her çıkışta bir düşün-

ce vardı. Başı çocukluk, ortası gençlik, sonu yaşlılıktı. Başlangıcım ve

bitişim bir ömrü anlatıyordu.

Hayat diyorlardı ve ben bazen hayatta bir engel gibi görünüyordum insanlara. Bir eve

ulaşmak için bir sona ulaşmak için sevilene ulaşmak için… Ya da hayallerdeydim. Çocuksu

düşüncelerde gökyüzüzne ulaşıyordum. Belki bir masalda iyi sona ulaşmayı hedefliyordum.

‘’ben’’ini bulmaya çalışan insana benliği ile arasında bir yoldum. Belki de altından geçilmesi

uğursuz sayılandım.

Konuşabilsem anlatacaklarım vardı. Çok şey gördüm, yaşadım, hissettim diyecektim.

Gidenlerin ardından seslenecektim; gitme! Ardından kalanları bırakma diyecektim. Konuşa-

bilsem anlatacaklarım vardı. Bazı köşelerde ıssızım sarmaşıklar sardı dört yanımı diyecektim.

Yıllarca hüznü de mutluluğu da taşıdım başlangıcında ve bitişinde olabildiklerimle.

Şimdi yine bir adım başındayım her şeyin, şimdi bir şairin dizelerindeyim,

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden

Eteklerinde güneş rengi bir yığın toprak

Ve bir gün bakacaksın semaya ağlayarak…

Şiir

4 BÂB ÖMÜR

Mesut YILMAZ

Hayat;

Ne mutlu ettin geleni,

Ne vazgeçtin üzmekten gideni,

Ne öldürdün, ne güldürdün kimilerini.

Zaman;

Ne geçmek bildin dar anda,

Ne de durdun, mutlulukta,

Esir ettin hayatı kollarında.

Kader;

Demedik mi her şey yazılmış,

Yazılanlar bir bir yaşanmış,

Meğer hepsi birer yalanmış.

Ölüm;

Kapıda bekler her an,

Tutar ansızın kolundan,

Vakit dolduğu zaman.

Page 22: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

20

Hikâye

KAYIP

Süheyla Seha KARTAL

‘’Ellerimi tutsun, kirli elleriyle, gözlerime baksın, yerden yere

vursun gözlerimi. Mazimi mahvetsin, karıştırsın ortalığı savaş alanına

dönsün her şey. Beni, ben de kaybetsin. Aramayı öğretsin, vazgeçme-

den yolu kendisi bulsun veyahut kendi yolunu kendisi çizsin ama çok

uzak olmasın. Ben sabırlı biri değilim özlerim rengimi, kaybettim bir

keresin de bu defa olmaz. Belki de yeniden olmayacak.’’ diyerek baş-

lamıştı ve devamını getiremedi. Kaybettikleri uğruna.

Nasıl bir hayat’ derdi. Ama bilmi-

yordu ona verilen en güzel hediye hayat.

Zamanın da değerini bilmediği ve şimdi keş-

keleri olan hayatın içinde. Nasıl bir renk

aşkıymış bilmiyordu. Şimdi bunu çok iyi

anlıyordu. Renk değişik olsun yeter ki gerisi

mühim değil tarz veya başka bir şey artık ne

derdi.

Ellerimi tuttu ve gözlerimi kapat-

mamı istedi. Açmamam için sıkı sıkıya tem-

bihledi. Yavaş yavaş yürümeye başladık.

Önce yolu ıslak bir yerden geçtik. Evimin

önü olduğundan emindim ama daha önce

yürüdüğüm yoldan ben ilk kez yürüyor gi-

biydim. Bir süre yürüdük ve sessiz bir yere

geldik. Gıcırdayan bir kapının ardından tah-

taların eski olduğunu ve rutubetle beraber

küf kokusunu duyduğum bir yere girdik.

Korkuyorum,

-Korkma, korkacak bir şey yok, gel-

dik zaten. Hem yabancı bir yer de değil.

Her yer kapkaranlıktı bir şey göre-

miyor beraberinde bunun korkusuyla duy-

muyordum sanki. Elini bırakıp oradan kaç-

mak istedim. Beni böyle iğrenç bir yere ge-

tirdiği için de ona kızmak, bağırmak belki de

bir savaş yaratmak istedim. Denedim ama o

kadar sıkı tutmuştu ki uçurumun kenarında

olsam bu derece tutuş olmayacağını biliyor-

dum. Çünkü panik olduğunu, çabuk vazgeç-

tiğini aynı zamanda direncinin zayıf olduğu-

nu biliyordum. Buraya neden geldiğimizi bir

türlü anlamadım ve sonunda dayanamayıp

sordum.

-Neden geldik,

-Sana bir sürprizim var, dedi.

Böyle bir yerde nasıl bir sürpriz ola-

bilir. Neden daha güzel, şaşalı veya daha

zarif bir yer değil. Anlayamadım. Nasıl da

cevabını bulmadığım belki de soramadığım,

söyletemediğim sorular çoğaldı kafamda.

Küf kokusunun yok olmaya başladığını his-

settim. Bir kapıdan geçtik. Beni eskimiş ama

hala yumuşaklığını korumuş üzerine örtü

örtülmüş bir koltuğa oturttu.

-Ne yapıyorsun?

-Şimdi sürprizi okuyacağım.

-Okuyacak mısın?

Nasıl da mutlu olmuştum. Sen iste-

diğini oku, o güzel sesinle ben sonuna kadar

dinlerim. Nefesin kesilene kadar oku. Sen

sadece oku.

-Evet, dedi.

-Peki, ne okuyacaksın?

-Bir yazarın yarım kalan hikâyesini.

-Peki, kim bu yazar?

-Elime yeni geçti kitabı, okudum ve

çok beğendim. Keşke yazmaya devam et-

seymiş.

Kaybettiği şeyler bedelini yazmayı

bırakarak çıkartıyor.

-Neden yazmıyor?

-Öğrendiğime göre gözleri görmeyi

unutmuş ama konuşmayı unutmamış bunun

farkında değil sanırım.

-Benim yazdıklarımı mı bana okuya-

caksın?

-Evet,

-Peki, başla o zaman.

Page 23: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

21

Şiir

GÜN DOĞAR VE BATAR

Yunus Emre BOLAT

Gün doğar ve batar…

Bir sen kalırsın geriye, bir ben…

Bir de aşkımız, gülümseyerek bize bakar.

Yavaş yavaş değişir her şey…

Değişmeyen tek şeysin sevdiğim…

Gözümüzden damla damla yaş akar.

Söyle ne kalır? Söyle değişmeyen bir şey.

Nedir ki aynı kalır gün batarken?

Lâkin durur öyle sevda pınarından düşen sular.

Değişmez ki ölüm vakti gelmemişken…

Gün doğar ve batar…

Bir sen kalırsın geriye, bir ben…

Bir de aşkımız, gülümseyerek bize bakar.

Yeşerir gözlerinde yeniden, sönen umutlar…

Tanır mısın ki sen, nasıldır insanlar?

Sen bir beni tanırsın, ben de seni…

Mühim midir ki zaten geriye kalanlar?

Sen, ben ve o büyük aşkımız…

Daha ötesinde ne var?

Kimin gücü yeter ki sönsün sevdamız…

Gün doğar ve batar…

Bir sen kalırsın geriye, bir ben…

Bir de aşkımız, gülümseyerek bize bakar.

Beklenir kavuşacağımız günler.

Kalpler ki yan yanaysa eğer,

Yan yana olmazsa ne değişir bedenler…

Sökülmesin yüreklerden sevgiler.

Gözler görmese de olur simaları

Her şey değişirken, değişmesin sevdaları.

Gün doğar ve batar…

Bir sen kalırsın geriye, bir ben…

Bir de aşkımız, gülümseyerek bize bakar.

Page 24: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

22

Hikâye

KÖR ÇOCUĞUN RENKLERİ

Nazlı ÖZLEMİŞ

En güzel düşümden annemin sesiyle uyandım. ‘Hadi oğul okula

geç kalacaksın’ dedi. Doğruldum. Yatağın üzerine oturdum. Banyoya

gidip yüzümü yıkamak için yataktan kalktım. Adımlarımı saymaya baş-

ladım. Bir, iki, üç, dört … on. Şimdi sağa; bir, iki, üç, dört. Tamamdır.

İşte buldum banyoyu. Soğuk suyu yüzümde hissetmek bana bü-

yük haz veriyordu. Yine adımlarımı sayarak mutfağa gittim. Annem

kahvaltıda en sevdiğim şeyleri hazırlamıştı. Sucuklu yumurta, çay, do-

mates, beyaz peynir.

Kahvaltıyı kısa kestim. Annem okul önlüklerimi ütülemiş, yatağın üzerine bırakmıştı.

Hemen giyindim. Çantamı aldım ve annemle birlikte okul yolunu tuttum. Annem yanımda

olmasına rağmen içimden hâlâ adımlarımı sayıyordum. Üç yüz altmış beş, üç yüz altmış al-

tı… Bahardı. Papatyalar açmıştı her tarafta. Kokularını alabiliyordum muzip kır çiçeklerinin.

Cıvıldayan kuşların kanat seslerinden anlıyordum, bir o yana bir bu yana uçtuklarını.

Okulun soğuk demir kapısına gelmiştik. Küf kokuyordu. Annem açtı kapıyı, çıktık

merdivenleri birer birer. Okula her zamanki gibi sekiz yüz doksan adımda gelmiştik. Cam

kenarındaki sıraların en önündeki sıra da oturuyordum. Annem bana oraya kadar eşlik etti.

Saçlarımdan öptü ve gitti. Okulu çok seviyordum. Bir de arkamda oturan yağmur kokulu kızı.

Oysa ne kadar yakışırdı uzun sarı saçlarına papatyalar. Hayal etmek zordu fakat hayal kur-

maktan vazgeçemiyordum.

Ona papatyalardan taç yapıp saçlarına takmak isterdim. Bütün papatyalar sanki onun

için yaratılmıştı. Ona bunları söylemek isterdim, ders dışında bir şeyler konuşuyor olabilsey-

dik. Söyleyemiyordum. Söyleyemeyecektim ne kadar güzel koktuğunu. Resim öğretmenimiz

sınıfa girdi. Hep birlikte ayağa kalktık. Selamlaşma seremonisinden sonra oturduk. Resim

öğretmenimiz evde bir resim yapmamız gerektiğini, onu haftaya derse getireceğimizi ve bu

resimden not alacağımızı söyledi. Bir portre çizmemiz gerektiğini de ekledi.

Ben bu zamana kadar ki çizdiğim resimleri hep kafama göre çizmiştim. Hiç görmedi-

ğim ağaçları, kuşları, insanları yaşatmıştım kalemimin ucunda. Portreyi nasıl çizeceğimi dü-

şünürken bir el omzuma dokundu. ‘Sen muafsın’ dedi. O an onun o koca elini tutup kırabilir-

dim yine de sakinliğimi korudum. ‘Hayır hocam. Bende çizmek istiyorum diyebildim.’ ‘Ama

bu bir portre seni muaf tutuyorum’ dedi. ‘Yapabilirim’ dedim. ‘Ama sen renkleri göremiyor-

sun suretleri de’ dedi.

Oysa ben biliyordum papatyanın, lilyumun beyaz, gülün kırmızı, gökyüzünün mavi

olduğunu. Denizin sonsuz, yıldızların parlak olduğunu da biliyordum. Bastığım toprağın kah-

verengi, karanfillerin hep ölüm koktuğunu da biliyordum. Yağmur kokulu kızın sarı saçlarını

da. ‘Yapabilirim.’ dedim tekrar. ‘Tamam sen bilirsin genç adam.’ dedi. Oysa benim sadece

gözlerim yoktu. Yani vardı da işlevsizdi. Ellerim yerindeydi çok şükür. Ellerim olmasa da

muaf olamazdım. Ayak parmaklarımla çizerdim resmi. Tıpkı sadece sol ayağını kullanabilen

Christy gibi. Sonra ders bitti. Annem geldi. Kapıdan girer girmez duydum sesini. ‘Yusuf hadi

Page 25: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

23

oğlum’ dedi ve elimden tuttu. Eve dönüyordum. Sekiz yüz doksan adımda anneme resim der-

sinde olanları anlattım. Gülümsedi. Hissettim. “Üzülme oğlum Yusuflar hep kuyularda kal-

mayacak, ben sana renkleri veririm hem sana yardım edecek parmaklara da sahibim.” dedi.

Canım annem… “Tamam anneciğim hemen çizmeye başlayalım o hâlde.” dedim. Bir kaç kez

yağmur kokulu kızı çizmeyi denedim. Ama olmuyordu. Annem “Olacak Yusuf’um.” diyordu.

Sabır diliyordum. Pes etmedim. Edemezdim. Annem gözlerim oldu. Önce yağmur kokulu

kızın derin mavi gözlerini çizdim. Sonra uzun kirpiklerini. Parmaklarımla yüzünün koordina-

tını çıkarıyordum. Tanımak maksatlı yüzüne birkaç kez dokunmuşluğum vardı.

Küçük burnu ve dudakları derken sıra uzun sarı saçlarına geldi. “Anne saçları nasıl?”

dedim. “Kıvrımlı” dedi. Ellerimle dokundum resme. Hissediyordum sadece. Sarı boya kale-

mimle saçlarını çizmeye başladım. Annemin elleri ve kendi ellerimle kurduğum açıyı kaybe-

dersem resim mahvolurdu. Sarı saçları arasına kahverengi gölgeler attım. Anneme “Neye

benziyor?” dediğimde “yağmura” demişti.

Ertesi hafta, annemle birlikte yine okul yolunu tuttuk. Derse girdim. Resim öğretme-

nim geldi. Tek tek resimleri kontrol ediyordu. Sıra bana geldi. Omzuma dokundu. “Tebrikler”

dedi. Yağmur kokulu kızın resmini çizebilmiştim; ama kimse onun olduğunu anlamadı. O

bile. Yine de çok beğendiler resmimi. Öğretmenim resmimi istedi, verdim. Sergiye gönderdi.

Sergi de resmim çok beğenilmiş olmalı ki resmimin adını “Kör Çocuğun Renkleri” koymuş-

lar. Kör çocuk. “Asıl kör olan kendi beyinleri. Neyin körlüğü bu? ” diye iç geçirdim. O res-

min adı “Yağmur Kokulu Kız” diyemedim.

Oysa görebiliyordum ben yozlaşmış kalplerin arkasında kalan kırıntıları. Biliyordum

gökyüzünün mavi, güneşin turuncu, yaprakların yeşil, gecenin siyah, sütün beyaz, menekşele-

rin mor renkli olduklarını. Karanfillerin hep ölüm koktuğunu da biliyordum. Yağmur kokulu

kızın sarı saçlarını da…

Şiir

ANLASAYDIN

Saliha YILMAZ

Anlasaydın,

evren gülümseyerek sana tacını giydirir,

yeryüzü şaha kalkar,

ve sen,

bir menekşe kokusunda boğulabilir,

boğazına kadar batabilirdin sevdaya.

Sükutun derinliklerinde kaybolurken ,

zamanın ardında kocaman bir tebessüm çi-

zerdin.

Anlasaydın,

gözlerinin önünde bir dünya serilir,

çocuklar hep güler,

ışıklar hep yanardı.

Anlasaydın,

hayallerin yemyeşil olur,

umutların özgürlüğe kanat çırpardı.

Zamansız bir çığlık,

belki biraz hassas,

ağız dolusu nefes bağışlardın,

toprağın insanına.

Page 26: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

24

Tanıtım:

BÂKÎ’NİN FEZÂİL-İ MEKKE

ADLI ESERİ ÜZERİNE

Arş. Gör. Halil Sercan KOŞİK

Türk edebiyatının en büyük ve güçlü şairlerinden birisi olan

Bâkî, H. 933 (M. 1526/1527)’te İstanbul’da fakir bir ailenin çocuğu ola-

rak dünyaya gelmiştir. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmet

Efendi olan Bâkî’nin küçüklüğünde bir müddet saraç çıraklığı yaptığı

bilinmektedir. Buna rağmen kaynaklar onun iyi bir eğitim aldığı konu-

sunda hemfikirdir. O, zekası, okuma isteği ve yeteneği sayesinde kısa

zamanda kendisini bu alanda öne çıkarmıştır. Çok iyi bir medrese tahsili

geçiren Bâkî, özellikle Ahaven lakabıyla meşhur Karamanî Ahmet ve

Mehmet Efendiler ile Kadızade Şemseddin Ahmet gibi devrinin tanınmış

alimlerinden çok yararlanmıştır. Ayrıca Bâkî’nin birlikte ders okuduğu

arkadaşları içerisinde ileride büyük ün yapacak alim ve şairler de bulun-

maktadır. Çok erken yaşlarda şiir yazmaya başlayan Bâkî, Zâtî’nin devrin bir edebiyat okulu duru-

mundaki remilci dükkanına sık sık uğrayıp ona yazdığı şiirleri okumuş ve “Reis-i Şairân-ı Rum” olan

Zâtî’nin bu hususta takdirlerini kazanmıştır. Böylece o daha yirmili yaşlarındayken devrin tanınmış

genç şairleri arasında öne çıkmaya başlamıştır.

Bâkî bir medresede danişmendlik yaptığı sırada şiirlerini Semiz Ali Paşa ve Mirâhur Ferhat

Ağa aracılığıyla Kânunî Sultan Süleyman’a ulaştırmış ve padişahın ilgisini çekmeye muvaffak olmuş-

tur. Şair bu sayede 25 akçelik medrese müderrisliği görevine getirilmiştir. Bu tarihten sonra şiirlerini,

kendisi de Muhibbî mahlasıyla şiirler yazmakta olan sultana kabul ettirerek onun daha yakın bir ilgisi-

ne mazhar olmuştur. Bundan sonra Bâkî, mesleğinde hızla yükselmeye başlamıştır. Şâir, koruyucusu

ve kollayıcısı durumundaki Kânunî’nin vefatından sonra büyük bir üzüntü duymuş, bunu da onun için

yazdığı ölümsüz mersiyesiyle göstermiştir. O, Kânunî dışında II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet

devirlerini de idrak etmiştir. Türk edebiyatının bu büyük şairi medrese müderrisliğinin yanısıra Mek-

ke, Medine ve İstanbul kadılığı ile Anadolu ve Rumeli kazaskerliği görevlerinde de bulunmuştur.

Bâkî, çok istediği şeyhülislamlık makamına ulaşamadan H.1008 (M. 1600) yılında hayata gözlerini

yummuştur. Cenaze namazını devrin şeyhülislamı Sunullah Efendi kıldırmış ve oradaki geniş kitleye

şairin şu güzel beytiyle seslenmiştir:

Kadrüni seng-i musallâda bilüp ey Bâkî

Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf

[Ey Bâkî! Dostların senin kadrini ancak musalla taşında anlayıp karşında saf saf elleri bağlı bir

şekilde saygıyla duracaklar.]

Devrinde “sultânü’ş-şuarâ” unvanıyla anılan Bâkî, daha çok bir gazel ve kaside şairi olarak

bilinmektedir. Bâkî’nin şairliğinin yanında alim bir yönünün olduğu da unutulmamalıdır. O, devrinin

tüm ilimlerine vakıf olup Arapça ve Farsça’yı da bu dillerde şiir yazıp tercüme yapacak kadar iyi bil-

Page 27: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

25

mektedir. Bâkî, Türkçeyi bütün inceliklerine hâkim bir biçimde kullanmaktadır. Kânunî’nin isteği

üzerine derlediği divanının pek çok tertibi bulunmaktadır. Bunda şairin sonradan yazdığı şiirlerin bu

divanlara girmiş olmasının payı büyüktür. Eserin Türkiye ve Avrupa kütüphanelerinde pek çok nüsha-

sı vardır. Ayrıca bu divan değişik zamanlarda farklı kişilerce de basılmıştır. Bâkî, büyük şöhretini

divanındaki şiirlerle kazanmışsa da onun mensur sahada da kaleme aldığı eserler bulunmaktadır.

Fezâil-i Mekke, Fezâil-i Cihâd ve Meâlimü’l-yakîn fi sîreti Seyyîdi’l-Mürselîn ismindeki bu eserler

dinî nitelikte olup tercüme olma özelliği gösterirler. Cihadın faziletlerini anlatıp İslam askerlerini

kâfirlere karşı cihada teşvik eden Fezâil-i Cihâd adlı eser, Ahmed b. İbrahim’in Arapça olarak kaleme

aldığı Meşâirü’l-eşvâk ilâ Mesâri’i’l-uşşâk’ın Türkçeye yapılan tercümesidir. Aynı şekilde Meâlimü’l-

yakîn fi sîreti Seyyîdi’l-Mürselîn de İmâm Şihâbüddîn Ahmed b. Hatîbi’l-Kastalânî’nin el-Mevâhibü’l-

ledünniyye bi’l-minâhi’l-Ahmediyye adlı eserinin Türkçeye tercüme edilmesiyle meydana gelmiş bir

siyer kitabıdır. Bu eserler dışında Bâkî’nin Terceme-i Hadîs-i Erbaîn isminde Hz. Ebu Eyyübe’l-

Ensari’ye rivayet edilen kırk hadisi tercüme ederek oluşturduğu bir eserden Atâ’î’nin Şakayık Zey-

li’nde bahsediliyorsa da bu kitap şu an için elde değildir. Görüldüğü üzere Bâkî’nin mensur eserleri

siyer, cihad, Mekke ve hadis gibi daha ziyade dinî konularda yazılmış olup hepsi de Arapçadan Türk-

çeye tercüme edilerek meydana getirilmiştir.

Bâkî’nin yazmış olduğu mensur eserlerden biri olan Fezâil-i Mekke, onun Mekke kadılığı sı-

rasında Sokullu Mehmet Paşa’nın emri üzerine Arapça’dan Türkçe’ye tercüme ettiği mensur bir eser-

dir. Eserin Arapça ismi el-İlâm bi-Alâmi Beledillâhi'l-Harâm olup daha ziyade Mekke ve Yemen’e

dair eserleriyle tanınmış meşhur tarihçi, hadis ve fıkıh alimi olan Ebû Abdillâh Kutbüddîn Muhammet

b. Ahmet b. Muhammet el-Mekkî en-Nehrevâlî (ö. 990/1582) tarafından H. 985 (M. 1577)’de yazılmış

ve Sultan III. Murat’a takdim edilmiştir. Müellif bu eserini oluştururken Ebü’l-Velîd el-Ezrakı, Fâkihî,

Takıyyüddin el-Fâsî ve Muhibbüddin İbn Fehd gibi tarihçilerin çalışmalarından yararlanmıştır. Eser

gerek III. Murat gerekse de Sokullu Mehmet Paşa tarafından çok beğenilmiş olacak ki Bâkî’ye bu

eseri Türkçeye tercüme etme görevi verilmiştir. Bâkî, eserin tercümesini H. 987 (M. 1579) yılında

tamamlamış, iki yıl sonra İstanbul’a döndüğünde de eserini Sultan III. Murat’a sunmuştur.

Page 28: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

26

Doktora tezi1 olarak çalıştığımız

Bâkî’nin Fezâil-i Mekke yahut diğer ismiyle Ter-

cüme-i el-İlâm bi-Alâmi Beledillâhi'l-Harâm adlı

eserinin yurt içi ve dışında çok sayıda yazma

nüshası bulunmaktadır. Ayrıca eser 1869’da Ka-

zan’da Joseph M.E. Gottwald tarafından basıl-

mıştır. Bâkî’nin kendi kaleminden çıkan nüsha

ise Topkapı Sarayı Kütüphanesinde bulunmakta-

dır. R. 1475 arşiv numarasıyla kayıtlı olan bu

nüsha nesih yazıyla gayet okunaklı olarak yazıl-

mıştır. Eser, 174 varak olup 23 satırdan oluş-

maktadır. 220-135 mm. boyutunda olan eserin

mıklebli kahverengi bir deri cildi, tezhipli bir

serlevhası ve yaldızlı cetvelleri vardır. Eserde

bölüm başlıkları kimi zaman yaldız kimi zaman

da kırmızı mürekkeple belirtilmiştir. Başlıklarda

bazen sadece siyah mürekkebin kullanıldığı da

görülmektedir.

Fezâil-i Mekke, bir mukaddime, dokuz

bâb ve bir hâtime kısmından oluşmaktadır. Yazar

mukaddimesinde Allah’a hamt ü sena, Hz. Pey-

gamber’e de salat u selamdan sonra Sultan III.

Murat ile Sokullu Mehmet Paşa’nın övgüsü ile

eserin telifi hakkında bazı bilgilere yer vermekte-

dir. Eserin bu kısmı oldukça süslü ve sanatlı bir

dille kaleme alınmıştır. Bâkî bu kısımda olabildi-

ğince Arapça ve Farsça kökenli kelimelerle zin-

cirleme tamlamalar oluşturmuş ve secili bir anla-

tıma başvurmuştur:

“Ammā baǾd bāǾiŝ-i Ǿaķd-i iĥrām-ı

Ǿazįmet-i sevķ-i kelām ve sebeb-i şedd-i ĥarām-ı

rāĥle-i taķrįr-i merām oldur ki vaķtā kim

Ǿimāret-i Mescįd-i Ĥarām ve tecdįd-i ķıbāb-ı

ĥarem-i bā-iĥtirām işbu eyyām-ı ħuceste-

fercāmda aǾnį Ħudāvendigār-ı AǾžām ve Şe-

hen-şāh-ı MuǾažžam Sulŧān-ı Selāŧįnü’l-Āfāķ

Mālik-i Serįrü’l-Ħilāfet Bi’l-İstiĥķāķ Ħādimü’l-

Ĥarameynü’l-Muĥterimeyn ve Maħdūmü’l-

Mülūk ve’l-Ħulefāǿ-ı Beyne’l-Ħāfıķayn-ı

1 Tezimizin ismi Bâkî – Fezâil-i Mekke (Tercüme-i el-

İlâm bi-Alâmi Beledillâhi'l-Harâm): İnceleme-Metin

olup Doç. Dr. Özer Şenödeyici danışmanlığında Kara-

deniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalında sürdürül-

mektedir.

ǾAvnü’l-İslām ve Žahįrü’l-Müslimįn Ġıyāŝü’d-

Devlet ve’d-Dünyā ve’d-Dįn.”

Eserde asıl konunun anlatıldığı kısım

ise dokuz bâbdan oluşmakta olup her bâb içeri-

sinde bir konu başlığı taşımaktadır. Bu bâbların

her biri de yine kendi içerisinde çeşitli fasıllardan

meydana gelmektedir. Eseri oluşturan bâbların

başlıkları şunlardır:

“Bāb-ı evvel şehr-i Mekke-i Müşerre-

fe’nüñ vażǾ u heyǿeti ve anda vāķiǾ olan

emākin ü mesākinüñ beyǾ ü icārelerinüñ keyfiy-

yet-i śıĥĥati ve beled-i ĥarāmuñ ĥükm-i mücāve-

reti beyānındadur.

Bāb-ı ŝānį KaǾbe-i MuǾažžama’nuñ

bināsı beyānındadur.

Üçüncü bāb vażǾ-ı Mescid-i Ĥarām

eyyām-ı cāhiliyyetde ve śadr-ı İslām’da ne ĥāl

üzere idi anuñ beyānındadur ve zamān-ı śaĥābe-i

kirām’da tevsįǾ ü ziyādeden ve sāǿir taśarrufāt-

dan ne vāķiǾ olmışdur anı źikr ider.

Dördüncü bāb Mescid-i Ĥarām’a

ħulefāǿ-ı benį ǾAbbās’uñ itdükleri ziyādeler

beyānındadur.

Beşinci bāb Mescid-i Ĥarām’uñ

terbįǾinden śoñra vāķiǾ ziyādeler beyānındadur.

Altıncı bāb mülūk-ı Çerākise beyānında-

dur.

Yedinci bāb güzįde-i selāŧįn-i zamān ve

ser-āmed-i mülūk-ı memālik-i Ǿarśa-i cihān olan

el-ǾOsmān Ħulledallāh TeǾālā devletühüm ilā

inķırāżü’d-devrān ĥażretlerinüñ menāķıb-ı Ǿaliy-

ye ve meĥāmid-i celiyyeleri değerindedür ve

eyyām-ı devlet ü ezmān-ı salŧanatlarında ĥāśıl

olan vażǾ-ı cedįd-i Mescid-i Ĥarām ve maŧāf-ı

şerįf ü ĥavālį-i ķıble-i enām bu bāb içre şerĥ ü

beyān olunur.

Sekizinci bāb Sulŧān-ı Ǿālį-şān u sāmį-

mekān Sulŧān Süleymān Ħān Ǿaleyhi’r-raĥmeti

ve’r-rıđvān devleti beyānındadur.

Ŧokuzuncı bāb śāĥib-i serįr-i memālik-i

salŧanat-ı cihān-bānį Sulŧān-ı AǾžam Selįm Ħān-

ı Ŝānį devleti beyānındadur.”

Page 29: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

27

Bu başlıklardan da görüldüğü üzere

Fezâil-i Mekke, Mekke şehrinin faziletlerini,

Ka’be’nin inşa sürecini, Mekke’deki önemli ve

kutsal mekanları ve Mescid-i Haram’ın çeşitli

dönemlerde geçirdiği tamirleri anlatmaktadır.

Bunların yanında tarihte Mekke şehrine hakim

olan Abbasiler, Memlükler ve Osmalıların Mek-

ke şehri ve Kabe-i Muazzama’yla olan ilişkileri-

ne ait bilgiler bulundurmaktadır. Bunlar anlatılır-

ken doğal olarak söz konusu devletlerin tarihin-

den bazı kesitler de okuyucuya sunulmaktadır.

Eserde özellikle Yavuz Sultan Selim, Kanûnî

Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat dönemi

icraatları ile bu padişahların Haremeyn’e yönelik

hizmetleri önemli bir yer tutmaktadır.

Eserde asıl konunun anlatıldığı bu bö-

lümde Bâkî, bir sanat göstermekten ziyade eserin

okuyanlar tarafından daha iyi ve kolay anlaşıla-

bilmesini amaçladığı için sade bir dil kullanmış-

tır. Bu nedenle asıl konunun anlatıldığı bölüm ile

mukaddime ve hâtime kısımları büyük tezat oluş-

turmaktadır:

“Aśĥāb-ı tevārįħ bunlardan ġayrı baǾz-ı

mināreler daħi źikr itmişlerdür ve lākin el-ān

anlardan nām u nişān nā-peydādur ve kimler binā

itdükleri dahi nā-maǾlūmdur dimişler ve Mekke-

i Müşerrefe’nüñ yuķaru cānibinde Mescid-i

Rāyet dinilen mescidüñ Resūlullāh -śallallāhu

Ǿaleyhi ve sellem- fetĥ güninde ol mescidde

rāyetin dikmişdür. Anda daħi bir mināre-i ķadįme

vardur. Depesi gitmişdür. İki şerefelü mināre

imiş. Ramażān gicelerinde üzerinde ķandįl yaķar-

lar ve aħşām eźānın oķurlar tā kim ol mekān ehli

ifŧār zamānı olduġın bilürler. Saĥūr zamānından

śoñra yine ķandįlleri söyündürürler.”

Fezâil-i Mekke’nin hâtime kısmı

“Ħātimetü’l-kitāb fį źikrü’l-mevāżiǾü’l-

müberreke bi-Mekke şerefehāllāhu TeǾālā”2

şeklinde bir Arapça başlık altında verilir. Bu

bölümde Mekke’deki mübarek sayılan yerler

anlatılır. Mekke-i Mükerreme’deki bu yerlerde

dua etmenin müstecap olduğu belirtilir. Buralarda

2 Anlamı: “Yüce Allâh’ın şerefli kıldığı Mekke’nin mübarek

yerlerinin bahsi hakkındadır.”

hangi zaman diliminde dua etmenin müstecap

olduğu konusunda da eserde ayrıntılı bilgi bu-

lunmaktadır.

Eserin bitişi ise şu cümlelerle haber ve-

rilmektedir: “Çün Ǿināyet-i Ĥażret-i Ħāliķu’l-

Enām Müdebbirü’l-Leyyālį ve’l-Eyyām silsile-i

cereyān-ı kelām ĥadd-i itmāma yetişmek rūzį

ķılındı. Lāyıķ-ı sezā-vār oldur ki cām-ı encām ve

kās-ı iħtitām duǾā-yı devlet-i pādişāh-ı İslām’la

miskįn-ħitām ola.” Daha sonra Bâkî devrin padi-

şahı olan Sultan Murat için dua eder ve sözü ese-

rin yazılmasını emreden Sokullu Mehmet Paşa’ya

getirir. Nâsirin Sokullu Mehmet Paşa’nın övgüsü

ve duası için ayırdığı bölümde Arapçayı tercih

ettiği dikkati çekmektedir. Eserin sonunda bulu-

nan ferağ kaydında eserin H. 987 (M. 1579) se-

nesinin Rebiü’l-evvel’inde bizzat şair Bâkî’nin

eliyle kaleme alındığı bildirilmiştir.

Sonuç olarak Mekke’nin tarihi ile Os-

manlı padişahlarının bu kutsal şehire yaptığı

hizmetler hakkında bilgi veren Fezâil-i Mekke

adlı eser, büyük bir divan şairi olan Bâkî’nin

Arap dilinin yanında Türkçe’ye olan vukufunu

göstermesi açısından da önemli bir çalışmadır.

Sağlam bir dil ve üslûba sahip olan Bâkî, nazım

sahasında olduğu kadar nesirde de ne kadar başa-

rılı olduğunu bu eseriyle bir kez daha ortaya

koymuştur. Bunun yanında Fezâil-i Mekke’nin

Mekke tarihi üzerine verdiği bilgilerle sadece

döneminde değil günümüzde de faydadan hâli

olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır. Bütün bunla-

rın ötesinde söz konusu eserin Bâkî gibi zaman

ve mekana sığmayan bir şairin elinden çıkmış

olması da bu yapıta ayrı bir önem atfetmeyi

gerekli kılmaktadır.

KAYNAKÇA

Ahmet Atilla Şentürk – Ahmet Kartal, Eski Türk

Edebiyatı Tarihi, Dergah Yay., İstanbul 2010.

Eymen Fuâd Seyyid, “Nehrevâlî” Mad., İslam

Ansiklopedisi, C. 32, TDV Yay.,. Ankara 2006, s.

547-548.

Haluk İpekten, Bâkî Hayatı-Sanatı-Eserleri, Ak-

çağ Yay., Ankara 2010.

Muhammet Nur Doğan, Bâkî, Metropol

Yay.,İstanbul 2002.

Page 30: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

28

Deneme

BİZİM ZAMANLAR

Gülsüm Simay KANOĞLU

Değişen bir şeyler var bizim zamanlardan bu yana. "Bizim

zamanlar" diyorum. Hani sokaklarında korkmadan oynadığımız, dün-

yanın o sokaklardan ibaret olduğunu sandığımız, her köşesine bir

anımızı sığdırdığımız ve bir başkası bulmasın diye köşe bucak saklan-

dığımız zamanlar mı? Ya da her devrin bir önceki devri hasretle yâd

ettiği zamanlar mı bunlar?

Benim bahsettiğim, su misali akıp giden 90'lı yıllar... Bir bakmışız ki bu zamanlardan

sıyrılıp büyüyüvermişiz. Büyüyen yalnızca bedenimiz değil; ruhumuz, beklentilerimiz ve her

şeyden önemlisi belki de hırslarımız. Küçülen bir şey de vardı elbette; inancımız.

Peki yalnızca bizim olması mıydı o zamanları bu denli değerli kılan?

Bizim zamanımızda sokağa çıkmak için yarım bırakılırdı tabaklar. Bir daha eve girer-

sek ne mutlu annemize. Eve sokamadığımız bu çocukları sokağa çıkaramaz olduk şimdilerde.

Ne ara bu kadar evcimen olduk?

Bizim zamanımızda gözlerimizi bir bez parçasıyla kapatıp içinde bulunduğumuz ka-

ranlığı soyutlaştırarak arkadaşlarımızı yakalamaya çalıştığımız körebe vardı. Bu bez parçası-

nın örtmeye yetmediği gözlerimiz; ne ara tüm olup bitenlere bu kadar kör oldu?

Bizim zamanımızda leblebi tozları vardı. " Yusuf Yusuf " demeye çalışırken ağzı-

mızdaki bu tozları dökmemeye gayret ederdik. Ne ara ağzımıza geleni söyler olduk?

Bizim zamanımızda can, istop(stop), yakar top vardı. Birbirimize top atarak yakmaya

çalışırdık. Topun arkadaşımıza yalnızca değmesi kazanmamıza yeterdi. Ne ara bu denli birbi-

rimizi topa tutar olduk?

Bizim zamanımızda cipslerin içinden çıkan tasolar vardı. Mahallede en çok tasoya sahip ol-

mayı amaçlardık. Ne ara bu kadar amaç edindik kendimize?

Bizim zamanımızda düz çubuğun gelmesini beklerken sabretmeyi öğrendiğimiz Tet-

ris vardı. Ne ara bu kadar sabırsız olduk?

Bizim zamanımızda sosyal ağlarda en çok beğenisi, takipçisi olan değil; mahallede en

çok futbolcu kartlarına sahip olandı havalı. Ne ara bu kadar sosyal medya havası taşır olduk?

Page 31: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

29

Bizim zamanımızda dedelerimizin, ninelerimizin anlattığı Robin Hood'ların, Pollyan-

na'ların varlığına inanırdık. Ne ara insanlara olan inancımızı kaybettik?

Bizim zamanımızda gazetelerde verilen kartonlardan kesip birleştirdiğimiz evler,

bebekler, elbiseler vardı. Onları kendimize oyuncak yapardık. Bununla yetinmesini bilirken;

ne ara bu kadar doyumsuz olduk?

Bizim zamanımızda ipler bileklerimizi acıtıncaya kadar oynadığımız ip ayağımız

vardı. Arkadaşımızın canı yanmadan oynamaya çalışırdık. Ne ara bu kadar acımasız olduk?

Zamanın değerli olmasında bunlar yeterli değildir elbette. Ama biz böyle bir kuşağın

çocuklarıydık. değişmedik diyemiyorum. yine de her şeye rağmen ümitliyim. Çünkü biz de

bir sonraki kuşağın "bizim zamanımızda" diyeceği kuşaktayız. Çünkü biz de, bizden önceki

nesilden arta kalanları eskiterek büyüdük. Bu nedenle de küçülen yüreklerimize büyük umut-

lar inşa edebilecek olanlar yine bizleriz. Benim hala umudum var..

Peki, neydi değişen? Biz mi devri değiştirmiştik devir mi bizi değiştirmişti?

Velhasıl kelâm, bizim o kirli sokaklarımızdan arta kalan temiz yüreklerimiz var.

Şiir

ACIYI SEVMEK

Arş. Gör. Engin Çağdaş BULUT

Her şey dün gibi yanı başımda dururken

Yıkılıyorken hatıralar üstüme üstüme

Kaçmazdım, hiç kaçamazdım senden

Sonsuzluğu yazmıştı Tanrı gözlerine

Bir an buluştuğunda bakışlarımız ansızın

Deva bulmaz bir illete dönüşürdü sızım

Sevgi dolu bir kapı eşiğinde beklerdim seni

Mefhumsuz bir zamanın yollarına bakardım

Gelmezdin, yolun nerden geçer bilmezdim

Ardına düşer seni arardım, geceleri hani

Bir dert girdabında, gözlerin yaşlı bulurdum

Kimsenin bilmediği bir derde hacettin oysa

Tarif edemediğim bir huzura varırdım

Hem söyler, hem dinlerdim adını

Hayatın anlamı olurdun birden,

Kalbime sen dolardın

Herkes yakarken sana ait yasaklı düşlerini

Pişman olup, vazgeçerlerken seni sevmekten

Ben direnirdim, yokluğunda parçalanan dün-

yaya

Acıyı sevmek olur mu hiç? Severdim.

Yalnızlığı severdim,

Serseri bir sevdanın koynunda

Sen bu dünyayı sever miydin sahi,

Seni seven biri olmasa…

Page 32: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

30

Şiir

DÂSTÂN-I MİHRİBÂN-

GÖZLERİN

(be-nâm-ı Mihribân)

Yavuz (Fermân) KILIÇ

Gece güdüz her ân zikrini ettiğim

Sâye-i ism-i sübhândı gözlerin

Noktası noktasına hıfzettiğim

Hâtıralarıma nâm u nişândı gözlerin

Zamân hızla geçip ömrümü yerken

Tükenen cânıma, cândı gözlerin

Ömür bitti, yolculuk vakti derken

Hayâta döndüğüm ândı gözlerin

Görsem inanır mıydım ki rüyâda

Vuslat niyâz etmezken bu sevdâda

Kendimi şâir bilirken dünyâda

Şöhretimi yakan şândı gözlerin

Çile-hânemde vaktime gün sayarken

Bî-ümît dert üstüne dertler koyarken

Bir ara haddi aşıp câna kıyarken

Beni, hayâta bağlayandı gözlerin

Su misâli akıp giden şu zamân

Edice beni âteş önünde saman

Zannederken yoktur dertlerime dermân

Tükenmez dertlerime, dermândı gözlerin

Kara düşüncelerim hâtıralarımı bölerken

Hâtıraların izlerini yavaş yavaş silerken

Ben çâresizlikten kendi derdime gülerken

Benim için ağlayandı gözlerin

Bu pejmürde hâl ile düşmüş iken dile ben

Sürgün sürgün gezmiş iken ilden ile ben

Hakîr köle yanında olmuş iken köle ben

Başımın tâcı sultândı gözlerin

Ne olacak bilemezdim onlarca hayalim

Âh u zâr içinde kalmayınca mecâlim

Kimseler bilmez iken ne olacak hâlim

Beni bir tek anlayandı gözlerin

Mecnûnî-veş bî-ser ü sâmân olmuş iken

Vaktimi şaşırmış bî-zamân olmuş iken

Özümde çöllere mihmân olmuş iken

Gözlerimde dâ’im, mihmândı gözlerin

Sürgün olmuş olsam da ilden ile

Hem düşmüş olsam da dilden dile

Vadem dolmuş, ölmüş olsam bile

Benimle birlikte yaşayandı gözlerin

Kendimden uzaklaşıp, kendime geldiğim

Kendimi kaybedip, kendimi bildiğim

Uğrunda yaşamak isterken öldüğüm

Sanki bir başka zamândı gözlerin

Başımın tâcı olan sultândı gözlerin

Adın gibi Mihribân’dı gözlerin

Cânıma cân katan cândı gözlerin

Câna cân, katle Fermândı gözlerin

Page 33: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

31

Deneme

LİSYANTUS

Melek ÇİFTÇİ

Yalnızlık uzundu, soluksuzdu. Sonra sen geldin gözlerim sende kaldı, ben

sende kaldım.

Bundan yıllar önceydi sıcacık bir yaz gününde dalgın dalgın yeryüzünü dinlerken

yanımdan geçenleri görmediğim bir gündü. Ama sen geldin, yürüdün. Yürüdüğün yola baktım

önce Arnavut kaldırımlı daracık bir sokak kaldırımın üstünde hayatın hala yaşanabilirliğini

anlatan üç beş çocuk gülümsemesi, senin yüzünde ise onlarınkinden daha muzip bir ifade.

Yürüdün pembe ayakkabıların incecik bacakların diz kapağına kadar inen sarı pileli eteğin

pembe kemerin sanki ılık bir gün ortasında değil de okyanus ötesini hatırlatan krem tiril tiril

gömleğinden esen yel ile içime okyanus kokusu çekiyordum. Sen tam gönül köşküme adım

atacakken mahallenin gülen yüzü Eliz birden‘’Deniz ağabey bana karamelli dondurma alır

mısın?’’ diye bağırdı. Sen gelip geçtin…

Eliz ile hemen yanı başımızdaki küçük bakkal dükkânına girdik. Dondurmayı aldık.

Ah Eliz dedim içimden, sonra dondurmayı eline tutuşturduğumu hatırlıyorum. Birde senin

muzip gözlerini, bana bakmadın belki ama ben sende kaybolmuştum. Bir daha ne zaman gö-

recektim seni ya da görebilecek miydim? Ne kadar da çabuk gelip geçtin sokaktan. Eliz dedim

ah Eliz.

Günlerce içimdeki okyanusu soludum. Kim olduğunu, nereden geldiğini, sesini bile

bilmeden okyanus oldun içimde. Günlerce seni gördüğüm yerde oturup sana baktım, hayaline.

Gelmen çokta önemli değildi ama gelseydin çok daha güzel olurdu. Bakakaldım, Eliz geldi,

yanıma oturdu, dondurmasını yaladı. Ben seni bekledim.

Bir daha görsem dedim bir daha konuşsam anlatsam beni içimdeki okyanus hâlini.

Evet konuşacaktım. Karanlık olan her şey aydınlandı birden, bu konuşma fikri aydınlattı dün-

yamı. Hafta sonu geçmiş, çalışma zamanı gelmişti. Sabah erkenden uyandım annem yaşlılığı-

nın verdiği yorgunlukla yine uyanamamıştı. Ben usulca kapıyı çekip çıktım. Arabaya atladım,

Uğur’u aldım ve atölyeye geldik. Yine her yer rengarenkti. Sarılar, pembeler, maviler, beyaz-

lar, allılar, morlular, çiçekler, böcekler, yuvarlak olanlar, kare olanlar, katlı olanlar hepsi muh-

teşem görünüyordu. ‘’Günaydın’’ dedi, Umay. Günaydın dedim bende ve hemen giydik ön-

lükleri. Yuvarlak bir kek kalıbını önüme koydum. “Umay yeni bir sipariş var mı?” dedim.

‘’Evet var usta Lisyantus çiçekli bir pasta istediler mor renkli içi sade.’’

Aldım Lisyantus’u elime işledim ilmek ilmek. Bütün gün içimdeki okyanusu renklere

boğdum. Birden irkildim. Umaydı bu. ‘’Usta pasta olmamış müşteri beğenmedi’’ dedi. Neden

nesi varmış, dedim ve mavi beyaz önlüğüm, beyaz şapkam ile çıktım atölyeden. Buyrun, der

demez içimdeki okyanus gökyüzü oldu sonra. ‘’Merhaba’’ dedi. Gerisini hatırlamıyorum.

Page 34: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

32

Oydu işte okyanus kraliçesi bana merhaba dedi ve gitti. Neydi bu yoksa rüyamı yollar bize mi

çıkmıştı? ‘’Ah Lisyantus!’’ dedim.

O gün her şey onunlaydı. Adı Asuman, gökyüzüymüş bende ki okyanusun sebebi

oymuş meğer Asuman’daymış. Yerle gök birleşir mi? Birleşti. Anlattım ona içimdeki mor

Lisyantuslu okyanusu.

Ertesi gün buluştuk. Gökyüzüme bir demet mor Lisyantus aldım. Çiçek satıcısı:

“Eğer elinizde bir demet lisyantus varsa kocaman bir hazine sahipsiniz demektir bu. Çünkü;

Lisyantus çiçeğinin üzerinde onlarca gonca vardır ve hepsi açmadan bu çiçek solmaz yani

elinizde iki demet Lisyantus olur.’’ dedi. Uzattım çiçeği. Asuman okyanus kraliçem merhaba

dedim. ‘’Merhaba’’ dedi. Gözleri muzip güldü. Teşekkür etti çiçek için. Anlattım ona onu ilk

gördüğüm günü gülüştük. Bir ara neden pastamı beğenmediğini sordum. Oda hiçbir şey aslına

bu kadar benzetilemezdi ve aslında çok beğendiğini ve bunu yapan ustayı görmek istediği için

böyle bir şey söylediğini anlattı. Yine gülüştük. Asuman dedim gök kubbem olur musun?

Güldü, kızardı ve kısık bir sesle evet dedi. Okyanusum daha da büyüyecekti artık. Sonra her

gün her an onunlaydı elinden tuttum ve ebediyete yürüdük.

Mor Lisyantus ‘’Baba karamelli dondurma alır mısın?‘’diye bağırdı. Bende ah Eliz

ahh dedim.

Şiir

SENDEN ÖTÜRÜ

Hilal TUNA

Gözlerimin içi güler benim

Bazen benden

Ama çoğu zaman senden ötürü

Kalbim kanatlanır

Ve içim içime sığmaz benim

Bazen benden

Ama çoğu zaman senden ötürü

Sana gelirken

Heyecandan yanaklarım al al olur benim

Yüreğimin genişlediğini

Ve tüm canlıları sevdiğimi hissederim

Bazen benden

Ama çoğu zaman senden ötürü.

İki kişilik fedakarlığın

İki kişilik sessizliğin

İki kişilik aydınlığın

Ve iki kişilik karanlığın anlamını öğrendim

ben

Evet, bunları öğrendim; senden ötürü.

Zamanın nasıl işlediğini öğrendim ben

Hani şu senin yanında pervaneleşen

Sensizken işlemeyen zamanın.

Dünyanın en güzel yerinin

Senin yanın olduğunu öğrendim

En güzel kokunun

Senin kokun olduğunu...

Özlemin, ayrılığın ve

Ölümün ne olduğunu öğrendim.

Affetmeyi, kaybetmeyi ve

Korkuyu öğrendim.

Kavuşmanın ne büyük bir

Haz olduğunu

Aşk denen güzellikte

Gurur denen şeyin olmadığını öğrendim.

Ne çok şey öğrenmişim ben

Senden ötürü.

Gecem aydınlanır benim

Ve ara ara gündüzlerimin de karardığı olur

Bazen benden

Ama çoğu zaman da senden ötürü.

Page 35: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

33

Hikâye

SON MENDİL

Duygu ÇEKİÇ

Bir nisan sabahı, yaprağın başını eğiyor bir yağmur tanesi. Ellerini bacaklarının ara-

sına alıp, ayaklarını kendi haline bırakan kaldırımlar henüz uykuda. Gidemediğim yolların

yorgunluğu var adımlarımda. Neyse ki ayaklarım daha yabancılaşmadı, hala yalnızlığı sevmi-

yorlar.

Bir köşe başına sığındım. Büyük insanların sığ gölgeleri düşmez buralara. Hem yağ-

murlar da bilmez bizi. Derken, gecenin gözlerinde unuttuğu mor halkalar, güneşimin önünü

kesti. Eğildi. Mendil… Yarım kaldı cümlesi. Sesini tren istasyonlarının siren sesinde kaybet-

meseydi, limanını yakıp giden gemilere el sallayabilirdi. Mendil uzattım, ağlamaya devam

etti. Oysaki ona iyilik yapmıştım, gülmeliydi. Mendilin hakkını vermek istedi sanırım. Gül-

düm.

İki yabancı yürüyor kol kola. Biri duymak istemedikleri için dilsiz, diğeri söylemek-

ten bıkmış bir sağırdı. Yaşamak sessizce ölmekti kim bilir. Yazık daha fazla yaşamak için,

daha fazla öldüler. Sırt sırta vermiş evlerin arasında örülmüş duvarlar, aşıyor boyumu. Birinin

bahçesindeki sarmaşık atlamasaydı diğerinin duvarına, boşuna çalacaktı aşk şarkıları. Pence-

reyi açmaya yüzü yok rüzgârın. Sessiz sinema oynuyor perdeler. Duvarda asılı unutulmuş bir

resim konuşuyor: “Şşşt ölüler giderken ses çıkarmazlar.”

Kelebekler gibi olmak için, kırdılar bütün kanatlarını. Güya daha az yorulacaklar.

Öyle ya kelebekler boşuna mı uykusuz kaldılar?

Havada alaca bir karanlık… Gene mendebur sokak lambalarının cılız ışığı sarmış

köşe başlarını. Yıldızlar kaçacak delik arıyor. Haydi, çocuklar uyanın! Nuh’un gemisinde

size de yer var. Bir bayrak el sallıyor, ölüme daha var.

Eve dönmeli artık. Anneler pencere önünde üşür bu saatlerde. Kapısı olmayan bu

şehir, ah ziline basıp kaçtılar. Neden ellerin bu kadar kısa özgürlük, bak çatılar gökyüzüyle el

ele.

Şimdi otobüs durağında sıra bekleyenler, vapur geçmeyecek haberiniz olsun. Pencere kena-

rından görüldüğü kadar mükemmel değil yalnızlık. Arka koltukta uyuyanlara duyurulur.

Hikâyemiz bitti sanki, ortalıkta dolaşıyor işsiz kahramanlar.

Bizim ev, duraklara uzaktır, yürüyerek daha yakın. Annem kapıyı açtı: “ Bu ne hâl,

ıslanmışsın!”

Çocuk içeri girerek: “Mendillerim kuru kaldı ama anne. Bütün gün insanlara hikâye-

lerini anlattım, hepsi alışmışlar. Mendillerimi satamadım ki anne hepsi kuru kaldılar.”

Page 36: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

34

Deneme

KALDIRIM TAŞINA MESAİ

YAPTIRAN KARDEŞ

Ünal DERELİ

Sırtını dayadığın topraktan, göğsünü yasladığın gökyüzünden iki dakika uzaklaş da

beni dinle. Az önce on kişiden dokuzunun çok hoşuna gidebilecek bir olaya şahit oldum. Ben-

ce çok lakayt bir durumdu. Çünkü onuncu kişi bendim. Ne olmuş yani illâ hoşuma gitmek

zorunda mı? Tamam tamam, itiraf ediyorum; biraz kıskandım. Sakın biraz mı, diye sorma!

Yoksa ne olduğunu anlamadan karşı mağazanın camıyla düşman oluverirsin. Tüm suçu da

üzerine yıkarım. Hah şöyle, kendine gel. Tamamen uyandığına göre de terapiye başlayabiliriz.

Biliyor musun, elimden senin gibi kaç bin

tanesi geçti? Bu işi yapmaya ise, ağabeyi-

min vefat ettiği ay başladım ve tam beş yıl

oldu. Evet, ne eksiği var ne de fazlası tam

tamına beş yıldır uyuyordu ağabeyim.

Bir gün okuldan eve gelmiştim.

Tesadüf bu ya ilk kez zili çalmadan, kendi

anahtarımla eve girmiştim. Salona girdi-

ğimde; ağabeyim ağzı açık bir şekilde ama

horlamayarak, elleri göbeğinin üzerinde

bağlı, savunmasız bir şekilde uyuyordu.

Üstelik yine pantolonunu ve gömleğini de

çıkarmadan uzanmıştı koltuğa. Her şey çok

normaldi. Öyle normaldi ki; her zaman

olduğu gibi yine üzerini örtmemişti. An-

nem her defasında: ''Oğlum, üzerine batta-

niye al. Üşüteceksin! ''dese de; o cevap

vermez, bildiğini okurdu. Ağabeyim uyur-

ken annem üzerini örtse bile, her uyandı-

ğında yine: ''Oğlum niye laf dinlemiyorsun

sen, neden üzerini örtmüyorsun? ''diye so-

rardı. Ağabeyim aynı soruları, yine aynı

soğuk kanlılıkla geçiştirirdi. Ben bunun

sebebini ağabeyime hiç sormadım. Cevap

vermeyeceğinden veya korktuğumdan de-

ğil, cevabını bildiğimden. Hayır hayır, üze-

rini örtmemesinin sebebi tembelliğinden

değildi. Her yattığında üzerini örtecek biri-

nin var olduğunu bilmek, ona büyük bir

mutluluk veriyordu bence. Ne de olsa ince

ruhlu bir adamdı, şairdi.

Hay Allah! Neye bastım öyle. Ne

düşürdün yere be ağabey? Kitapmış.2006

Şiir Yıllığı. Allah Allah! Ağabeyimin eline

son üç yıldır hiç şiir kitabı aldığını gör-

memiştim. Liseden beri şiirler yazar, bütün

harçlığını da şiir kitaplarına yatırırdı. Hatta

lise düzeyinde yapılan yarışmalarda da üç

kere birincilik almıştı. Zaten okulda; Şair

Ali derlerdi ona. Tabi bana da; şairin kar-

deşi. Ağabeyim sayesinde okuldaki kızlara

çok hava atmıştım. Öyle ki; birkaç şiirini

çalıp hoşlandığım kızlara vermiştim. Ağa-

beyimin bu durumu üniversite ikinci sınıfa

kadar böyle devam etmişti. Yani hem yazdı

hem okudu. Ben de hem çaldım hem de

utanmadım. Sonra birdenbire şiir okumayı

da yazmayı da bıraktı. Bunun

sebebini, ne kadar sorduysam da cevap

alamamıştım. Şimdi ise yeniden şiir oku-

maya mı başlamıştı? Hem okuyorsa yazı-

yordur da. Söz sana ağabey, sen yeter ki

yaz. Vallahi bu sefer şiirlerini çalmayaca-

ğım, hem kızlara da vermeyeceğim. Ağa-

beyim hayatında hiçbir kıza şiir vermemiş-

ti. Ama çok şiir yazmıştı. Nerden mi bili-

yorum? Çünkü şiir yazdığı iki defteri vardı

ve bu defterleri; kilidi ve anahtarı olmasına

rağmen hiç kilitlemediği çekmecesine ko-

yuyordu. Sanırım ben daha kolay bulabile-

yim diye böyle yapıyordu. Ya da ben ken-

dimi kandırıyorum. Zaten kız arkadaşı da

hiç olmamıştı.

Page 37: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

35

Üstelik yakışıklılar kategorisinde

yer almasına rağmen. Benimse beş altı tane

kız arkadaşım olmuştu hem de bu çirkinli-

ğime rağmen. Ağabeyime bunun sebebini

sormak için tam bir ay düşünmüştüm. Kı-

zacağından değil, onu kırmak istemedi-

ğimden. Zaten bu hayatta incitmekten ve

kırmaktan korktuğum bir ağabeyim kal-

mıştı. Sonunda meraktan beni kudurtan bu

soruyu bahçede çay içerken soruvermiştim.

Ağabey dedim sen hiç aşık oldun mu?

Güldü ve dedi ki: Oğlum ben sen miyim?

Şurada ciddi bir şey soruyorum, dalga ge-

çiyorsun. Senin neden hiç sevgilin olmadı

dedim. Yine gülerek fakat onu önceden mi

yazmıştı yoksa o an mı aklına gelmişti,

kestirememiştim. Fakat şöyle demişti:

''Kimi niyet edipte, secdelere sevdalansam;

Dualarım kabul olmadı.

Çok sonra anladım ki; Kıblelerimiz fark-

lıymış.'' Dedim ya zarif adamdı ağabeyim,

şairdi. Anlıyor musun, ey taş oğlu taş? An-

lıyorsan cevap ver bana şimdi. Sevdim

yaşım on altı belki yirmi altı, anam bilmez

ağabeyim bilirken; şimdi saçları cefa ko-

kan bu gökyüzünün altında, Allah'ın lütfu

bu susuzlukla ne yapabilirim ki? Hem de

topraklarım yağmura meftun bu dünyada.

Şiir

CAM KIRIKLARI

Tuba YENİ

İnsan kaybolmak ister

Bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada

Bir hikayede erimek ister.

Kendi çıkmazında silinip gitmek…

Çünkü başka türlü katlanamaz,

Sırtında kambur gibi taşıdığı hatalara

Aslında paramparçadır

Cam kırığı dolu içi…

Birbirine çarpa çarpa, canları yana yana

Bölünen cam kırıkları…

Her kırılmada o da kanar seninle

Hikayeleri vardır açık yaralar gibi kanayan

Herhangi bir zaman diliminde yaşıyor olacak

Senden bihaber…

Zaman o hikayeleri tedavi etmeye çalışacak durmadan

Niye bilinmez, her seferinde hiç bir şey olmamış gibi

Camdan dünyalar kurar kendine

Sanki tekrar hiç kırılmayacak gibi…

Page 38: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

36

Araştırma

KADİM BİR GELENEK:

MAYIS YEDİSİ

İskender KELEŞ

Mayıs Yedisi, Miladi 20 Mayıs'ta Doğu Karadeniz’in Trabzon, Giresun, Ordu ilerin-

de kutlanılan bayramdır. Rumi takvimde de 7 Mayıs'a denk gelmesinden dolayı Mayıs Yedisi

olarak adlandırılmıştır. Bu gelenek, Mayıs Yedisi, Su bayramı, Deniz Bayramı gibi isimlerle

adlandırılmaktadır. Yörede her yıl bu bayram festivaller ve şenlikler eşliğinde kutlanılmakta-

dır. Beşikdüzü Mayıs Yedisi Şenliği ve Giresun Aksu Festivali bunların en tanınmışları ol-

makla beraber, bu etkinlikler su ile karanın buluştuğu yerlerde yapılmaktadır. Mayıs Yedisi

kutlamalarının temel ritüelleri şunlardır:

1) Sacayaktan Geçme: Çocukları olmayan

kadınlar üç kez sacayaktan geçerler. Bu sayede

çocuklarının olacağına inanırlar. Sacayak burada

soyun devamı ve bereketin simgesidir. Bu özellik

Türk destanlarında görülür.

2) Denize Taş Atma: İnsanlar: “Derdim

belam denize.” diyerek yedi çift bir tek taşı suya

atarlar. Burada doğanın canlanmasıyla tüm kötü-

lükleri götüreceği inancı vardır. Burada yedi sayı-

sı önemlidir. Yedi sayısı Türklerin kutsal sayıla-

rındandır.

3) Su Kenarlarında ve Ada Etrafında Dolanma: Hasta kişiler, çocuğu olmayanlar, dile-

ğinin kabul olmasını isteyenler yedi kez Giresun adası etrafında dolaştırılır. Ada turu, Hamza

taşı etrafında başlar ve tekrar orda biter. Beşikdüzü’nde ve kutlamanın yapıldığı diğer yerlerde

ise yedi dere ağzı dolaşılır. Özellikle bu alanlarda sara hastaları dolaştırılır.

4 ) İnekleri Yıkama: Hayvanlar denize getirilerek suyla arındırılır. Suyun hayvanlara

güç ve enerji verdiğine inanılır. Hayvanlar yayla göçü öncesi yıkanarak göçe hazırlanır. Bu

ritüel artık yazın geldiğinin ve denize girilebileceğinin de göstergesidir.

Bu temel uygulamaların dışında var olan ina-

nışlar ve ritüeller şunlardır:

1) Dere ile denizin birleştiği yerlerden seher

vakti su alınıp ve o suyla yıkanılır. Dereden alınan

suyun hastalıkları götürdüğüne inanılır.

2) Denize kıyısı olmayan ilçelerde yedi dereden

su alınarak bu uygulama gerçekleştirilir. Suyun sert

Page 39: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

37

aktığı şelalelerin altından da su alınır. Bu suyun kutsal olduğuna inanılır.

3) Sağ ayak ile denize girilir ve yedi dalga üzerinden geçilir. Yedi dalga üzerinden

geçen kişinin evinde yıl boyu bereket olacağına inanılır.

Mayıs Yedisi’nin kutlandığı yerlerde kutla-

nış şekillerinde küçük farklılıklar vardır. Bu

faklılıkları yukarıdaki maddelerde birleştirdik

ve bu yazıda Mayıs Yedisi’nin Beşikdüzü

İlçesinde kutlanılış şeklini anlatacağız. Her yıl

20 Mayıs günü halk yiyeceklerini ve inekleri-

ni alarak Ağasar deresinin denize döküldüğü

yerde toplanır. Köylerden deniz kenarına inen

halka kemençeciler eşlik eder. Yörede şifa

bulmak isteyen hastalar, kısmet bekleyen genç

kızlar, çocuğu olmayan kadınlar yöresel kıya-

fetlerini giyerek bu bayrama katılırlar.

Tören alanında köylülerin bir gün öncesin-

den hazırladığı mısır ekmeği, sumur, mıh-

lama, otluk tavası gibi yöresel yemekler de

yenir. Tören alanında Mayıs Yedisi helvası

yapılır. Süslenilen inekler yıkanır ve yarış-

tırılır. Hayvanların yıkanması; yayla göçü-

ne hazırlıktır. Hayvanlar yıkandıktan sonra

yaylaya çıkılacaktır. Yedi dalgadan atlanı-

lır, su ısınmış halde ise altından geçilir.

Suyun insanda ki hastalıkları götürdüğüne

inanılır. Yerden yedi çift taş alınıp denize

atılır. Avuca su alınıp besmeleyle el ve yüz

yıkanır. Teknelere insanlar bindirilerek

dolaştırılır. Bu dolaştırmada hastaların iyi-

leşmesi için yedi tane derenin denize dö-

küldüğü ağızlar dolaşılır. Deliklitaş isimli

kayanın altından geçilir. Hastalar bu şekil-

de yılın bütün sıkıntılarını denize attıkları-

na inanırlar. Deniz suyunun onlara şifa

verdiğine ve kötü ruhlardan, belalardan

kurtulduklarına inanırlar. Şenlik alanında

kemençe, davul, zurna eşliğinde horon

oynanılır. Bunların dışında şenlik esnasın-

da diğer yöresel oyunlarda sergilenir. Ma-

yıs Yedisi kutlamalarında yaşanmış acı bir

kaza vardır. 2000 yılında Beşikdüzü İlçe-

sinde, Mayıs Yedisi kutlamaları sırasında

denizde turlama ritüelini yerine getirmek

için kayıklara dolan 38 kişi, kayıkların

alabora olması sonucu hayatlarını kaybet-

mişti. O yıldan sonra, bu elim kazada haya-

tını kaybedenler; her yıl Deniz Şehitleri

olarak anılmaktadır.

Mayıs Yedisi çok köklü bir kültü-

rel geçmişe sahiptir. Bu konu hakkında

birçok görüş ileri sürülmüştür. Mayıs Ye-

disi bugün çoğunlukla 24 Oğuz boyundan

biri olan Çepnilerin yaşadığı bölgede kut-

lanılmaktadır. Mayıs Yedisi’nin içerisinde

var olan su kenarı ve adalar etrafında do-

laşma, çağlayanları ziyaret etme, yedi dal-

ga, yedi taş, yedi dere geçme, sacayaktan

geçme uygulamaları mitolojimizde var

olan özelliklerdir. Çin kaynakları ve mito-

lojimizden, Türklerin bu bayrama benzer

kutlamalar yaptığını öğrenmekteyiz. Bu

bağlamda Mayıs Yedisi Orta Asya’dan

Anadolu’ya gelen Türklerin yaz mevsimi-

nin gelişine yönelik ritüelleri olarak görü-

lebilir. Mitolojik unsurlar, tarihi bilgiler ve

çıkarımlar doğrultusunda bu kültürün Kıp-

çak Türkleriyle Karadeniz’e geldiğini ve

Oğuzlar ile günümüze ulaştığını söyleyebi-

liriz. Bu bayram Türkler arasında yüzyıl-

lardır kutlanılmaktadır. Bu yönüyle bu

kültür kadim bir geleneğe sahiptir. Mayıs

Yedisi’ni sonradan üretilmiş bir uygulama

olarak görmek bu kadim gelenekten haber-

dar olmamaktır. Mayıs Yedisi bayramının

daha nice yüzyıllar Karadeniz de kutlanılıp

yaşatılması dileğiyle…

Page 40: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

38

Şiir

VE BİLİNİZ…

Görkem Saliha KARADENİZ

Ve biliniz ki dostlarım ;

Adem benden yaratılmıştır

ve hepinizde biraz benden vardır.

Yağmurdan sonra en sevdiğiniz kokuyum !

ölü koyunca içime mezar olurum ,

ev dikince üstüme hayat

kan dökünce uğruma vatan olurum.

Büyük bir yüreğim var benim;

kucaklarım

taşları hazineleri

ve beraberinde çiçekleri böcekleri

kötülüğün zirvesini yaşamışları da

küçük masum bedenleri de hazmederim

ben dünyayım

dünya benim!

Bir suçum yoktur üzerlerinde

Ademden beri gelenlerin beni tercih etmele-

rinde

fakat anlatamam insanlara derdimi;

derler ki aldığını vermiyor geri !

Isınırsam baharı getiririm

bu sebepledir ;

hava ve sudan sonra cemrenin düştüğü üçün-

cü meskenim!

Dünyadaki her şeyi beslerim inanın ,

yeter ki bana biraz su verin.

Bazen işe yaramadığımı da hissederim

en çok da Afrika’da olduğum zamanlarda

dayanamam seslenirim:

Eyy su ,

Keşke keşke biraz da sen olsaydın kardeşim!

Sarı çiçeğe annesini babasını sorar hep

Dervişe söyleyin onun annesi de babası da

benim.

Nerede olduğumu sorarsanız ;

insanın bir güneş gibi doğuşunun ve batışının

kesiştiği ufukta,

doğanın haykırmak için köklerini saldığı do-

rukta,

şairin de dediği gibi Afrika’nın hariç olma-

dığı yerlerdeyim.!

Dünyada ebedi kalacağını sananlara kızma-

yın

gözlerinin doyması için onlara benden sadece

bir avuç gösterin !

Ben ki karıncanın yuvası,

Aşık Veysel’in sadık yariyim ..

Ve artık bildiniz dostlarım!

Adem topraktan yaratılmıştır

Mezar mı ,hayat mı,vatan mı bilinmez

Hepinizde biraz toprak vardır

Page 41: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

39

Kitap Tanıtımı

VUSLATSIZ BİR AŞKIN İLK

MEYVESİ: BİR MİHRİBAN VARDI

Nuray ACAR

Bölümümüz 4. sınıf öğrencilerinden Yavuz Fermân

Kılıç’ın kendi tabiriyle “Vuslatsız Bir Aşkın İlk Meyvesi:

Bir Mihriban Vardı” adlı şiir kitabı okuyucusunu kelimelerle

ilmik ilmik örülmüş bir aşk serüveninin içine çekiyor.

“Haddini bilmez deli gönlün sarayında müstesna bir insan

vardı. O, merhum Abdurrahim Karakoç’un Mihribân şiiri,

Mihribân hikayesi ve Mihribân ile alakalı olan sözleri vası-

tasıyla bu ismi aldı ve orada bir sır olarak kaldı.” Sözlerini

iki dizesi en güzel şekilde özetler:

“Bir sır var özümde sakladığım

Engin denizlere dahi haykıramadığım”

İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur. Bu manada onun şiirleri

onun dünyasını açık bir şekilde yansıtır. Zaman zaman bekleyişler, arayışlar, vazgeçişler, iç

hesaplaşmalar, karşılıklı iç konuşmalar, kabullenişler, reddedişler, sükûta isyanlar dizelerinin

ruhunu oluşturur. “Bir ölüm vefâlı, bir de sonbahar” dizesini kullandığı şiirlerinde yaşamın

kendisinin şiir yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunun farkındadır.

“…

İnsan ağlar, yaprak ağlar

Bulut ağlar, toprak ağlar

Geçen zamanı geri getirmez ah ile zar

Bir ölüm vefâlı, bir de sonbahar” (s.44)

Yavuz Ferman, şiirlerini kaleme alırken Mihribân ile yazıyormuş gibi yazdığını, bu

eseri aslında birlikte yazdıklarını ama onun haberi olmadığını ifade eder. “Yaşanan an da anı

olacak” sözü çağrışım yapıyor zihnimde. Öyle ya anlar anılarla kökleştikçe şiirler anların göl-

gesi olarak kalır zihinlerde.

“…

Hepsi bu kadar mı?

Son bir soru:

Bulutlar açmadı, mavi gök orada mı?”(s.67)

Sözcüklerine esen rüzgârlardan gün doğumuna, yağmur sonrasının derin uykusuna

köprü misali dizeler... Kaleminden sözcüklere süzülen yağmur ıslaklığındaki harfler gökkuşa-

ğı misali…

“…

Page 42: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

40

Benimle birlikte aklımdaki seni de ıslatan yağmur

Yağacak zaman mıydı diyeceğim şimdi, yağmur

Durunca kimseler beni tanımaz olur.” (s.28)

“Niyetimde vuslat yok ama kaderimde varsa yapacak bir şeyim yok.” dese de temel-

de umudu olmayan insanın şiir yazamayacağını ifade ederek, şiirin umudun bir kanıtı olduğu-

nu destekleyen bir şiiriyle yazımıza nokta koyalım.

“Sabah rüzgârlarının ahenginde aradım seni

Elimle kendi elimi tutarak

Dökülen yaprakların renginde aradım seni

Âmin diyerek, olmayacak duaya

Gerek kendimi unutarak

Gerek aklımı oynatarak” (s.78)

Şiir

ZAMAN ALDI SÖZÜ

Arzu KÜÇÜKOSMAN

“Şimdi” raks ederken “Dün” ün karşısında gururla

“Yarın” girdi içeri alaycı bir tavırla

Saatler, dakikalar başladılar fısıltıya

“Dün” kalktı yerinden büyük bir hırsla

Döndü “Şimdi” ye:

- Bir saat sonra “Dün” diyecekler sana!

Ne bu eda, hava, gurur anlatsana!

Sonra döndü “Yarın” a:

- Ya sana ne demeli? “Bugün” ün sırtından geçiniyorsun asırlarca!

Kalktı “Yarın” yerinden bir hışımla:

- Hepiniz bir merdiven değil misiniz insanların ayağında?

Dillerinde hep yok mu “Yarın” a çıkmak umuduyla?”

Saniyeler, saliseler başladılar kaçmaya

Bunları duyan “ZAMAN” gelmişti oraya

“Dün”, “Şimdi”, “Yarın” çekildiler bir kenara

“ZAMAN” ın sesini duyunca, çoktan susmuşlardı ya

“ZAMAN” aldı sözü:

Hanginiz beşerde bakîsiniz pek meçhul

Bir “An” değil mi ki hepinizin rakibi

Ben sırtımda taşırken hepinizi

Hesabını yapmıyorum “Acaba en ağır hangisi?”

Page 43: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

41

Hikâye

CAN ERİĞİ

Birgül KARA

Koşarak masama oturdum. Bitiş çizgisine yetiş-

mek için koşan bir atlet kadar hırslı ve hızlıydım.

Birkaç saniye geç kalsam aklıma gelen milyon-

larca saçma sapan düşünceler sabun köpüğü gibi

yok olacak diye korkuyordum. Bir yandan da

kendime şaşıyordum. Saçma sapan şey diye ta-

nımladığım düşüncelerimi yazmak için can atı-

yordum. Ve kalemim kağıdın üzerinde Brezilya

karnavalında ki sambacıları anımsatıyordu. Tu-

tamıyordum… Eee bende bıraktım bu karnaval

kaçmazdı. Uzun süredir beklediğim bir sahneydi.

Bu dakikaları geri sarıp sarıp izleyebilirdim. Hadi

kalemim meydan senin

Bir an durdum ve bu örümcek ağını andı-

ran bütün cümlelere ve kelime kargaşalığına bak-

tım ve bana bu gördüklerim hiçbir şey anlatmı-

yordu. Bir yerde yanlışlık yapmış olmalıyım.

Problemi çözmüştüm ama sağlamasını yapamı-

yordum. Bu muydu? Elinden şekeri alınmış bir

çocuk kadar küskün ve ağlamaklıydım. O şekeri

ve yeryüzündeki bütün şekerleri dilerim çürüyüp

dökülene kadar yemek istiyordum. Hâlbuki ben

her şeyi yapmıştım. Beynimi ve kalemimi özgür

bırakmıştım. Eee harfi harfine uymuştum beynim

de kalemim de özgürdü. Peki neden?

Aynı aşk hikâyelerinde sevdiği kızı ara-

maya çıkan beyaz atlı prens gibi durmadan ara

vermeden yazdım. Ama kelimelerim yağmurdan

sonra toprağa düşmüş yaprak kadar ilgisiz, dik-

katsiz ve yorgundu.

Benden bu kadar. Silahımdaki son kurşu-

nu da attım. Bunu okuyan kalbe isabet edip et-

mediğinden bir haberdim. Yüzümde bir ilkbahar

gecesinin serinliğini hissediyordum. İlkbahar

denince aklıma yaz, yaz denilince aklıma can

eriği gelir. Pardon bu kısım yok… Radyom başka

bir frekansa bağlanmış. Ama can eriği olsaydı

fena olmazdı hani!

Elimdeki kalemi bıraktım. Karnım acık-

mıştı. Midemden gelen sesler karnaval müziğine

eşlik ediyordu. Kalktım buzdolabına doğru yürü-

düm. Buzdolabının kapağını açtığımda bir tabak

yeşil erik görür gibi oldum. Susuz kalmış birinin

vahada serap görmesi gibiydi. Çok sürmedi ek-

meğime bir parça peynir koydum ve tekrar ma-

sama döndüm. Yazı yazmak için vezir olmaya

giden bir piyon kadar kararlıydım. Peki ne yaz-

mıştım onca saat. Kâğıtları elime aldım ve hepsi

bomboştu.

Şiir

DELİ GÖNLÜM

Yusuf BAĞCIOĞLU

Sükût etme artık deli gönlüm

Bu gönül yârsız olur mu?

Canan canansız olur mu?

Sükût etme artık deli gönlüm.

Devri âlemin dilinde bu sevda

Canan yardan ayrı kalırsa

Nasıl yaşar sensiz bu sevda

Sükut etme artık deli gönlüm.

Aşk onun elinden zehir olsa

İçerim elinden kana kana

Canım ondan başka kime feda

Sükût etme artık deli gönlüm.

O yârin ela ela gözleri, alır benden beni

O yârin zülüfleri, bağlar kendine kalbimi.

Yarin sevgisi de gözlerinden belli

Sükût etme artık deli gönlüm.

Page 44: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

42

BÖLÜMÜMÜZDEN HABERLER

3 MAYIS TÜRKÇÜLÜK GÜNÜ ANMA PROGRAMI DÜZENLENDİ

Turgay Kabak-Nuray Acar

3-4 Mayıs 2014 tarihlerinde KTÜ

Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

Prof. Dr. Kemal Üçüncü’nün bilimsel koor-

dinatörlüğünde ve Büyük Ülkü Derneği Plat-

formu'nun ev sahipliğinde düzenlenen 3 Ma-

yıs Türkçülük Günü çalıştayında Türkiye'nin

değişik üniversitelerinden, Azerbaycan ve

Kırgızistan'dan katılan birçok bilim insanı

tebliğlerini sundular. Çalıştayda Türk milli-

yetçiliği, Türkçülük gibi kavramlar dil, din,

ekonomi ve teori, kuram ve gelecek planla-

ması açısından tartışmaya açıldı. Bu konular-

da sunulan her bildirinin ardından 15 dakika

tartışma bölümü açıldı ve burada bütün fikir-

ler soru cevap şeklinde tartışıldı. Bilimsel ve

düşünsel anlamda çok verimli geçen çalışta-

yın geleneksel bir hâle getirileceği ve her yıl

yapılacağı Prof. Dr. Kemal Üçüncü tarafın-

dan ifade edildi.

Ayrıca Hacettepe Üniversitesi Gele-

neksel Müzik Kültürü Araştırma ve Uygula-

ma Merkezi (HÜGEM)’nden gelen müzik

grubu katılımcılara Türk Dünyası Müzikle-

rinden bir dinleti sundular.

ÜNİVERSİTEMİZDE “KTÜ ve MESLEK TANITIM FUARI” DÜZENLENDİ

Nuray ACAR

Farklı şehirlerden gelen lise son sınıf

öğrencilerine geleceklerini planlamada rehber

olmak adına Karadeniz Teknik Üniversitesi ola-

rak 30 Nisan 2014 tarihinde Prof. Dr. Osman

Turan Kültür ve Kongre Merkezi’nde mesleki

tanıtım fuarı gerçekleştirildi. Üniversite bünye-

sindeki tüm bölümler kendi tanıtım stantlarını

kurdular. Öğrenciler ilgilendikleri bölümler hak-

kında ilk elden bilgi edindiler. İstihdam olanakla-

rı, Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne ilgi duyan

öğrencilerin genel itibariyle ilk sorusunu teşkil

etti. Ayrıca bölümümüzün kültürel faaliyetler

alanında aylık çıkardığı Bengütaş Duvar Gazete-

si, tanıtıma özel tasarlanan ve basılan kitap ayraç-

larıyla ilgililerine sunuldu. Stantta, Türk Dili ve

Edebiyatı bölümüne dair önemli kaynak kitaplar-

dan bazılarına da yer verildi.

Page 45: Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı

43

GELENEKSEL TİYATRO BULUŞMALARI

Trabzon Sanat Tiyatrosu oyuncularının Hü-

seyin Kazaz Kültür merkezinde geleneksel olarak

Necati Zengin yönetmenliğinde sahneledikleri tiyat-

ro gösterisine bu yılda ilgi yoğundu. Geçen yıl Ya-

şar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi adlı eserini sahne-

leyen oyuncular bu yıl ise Herkes (mi?) Hırsız? adlı

oyunu izleyicisiyle buluşturdu. Karadeniz Teknik

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebi-

yatı Bölümü ve İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü

öğrencileri bu yılda oyuncuları yalnız bırakmadı.

HURUFİLİĞİN GİZEMLİ DÜNYASINA FERİŞTEOĞLU’NUN AÇTIĞI

PENCERE

Serap Cengiz-Nuray Acar

Bölümümüz öğretim

üyelerinden Doç. Dr. Özer

Şenödeyici ile Doç. Dr. Fatih

Usluer ve Yrd. Doç. Dr. İs-

mail Arıkoğlu’nun birlikte

hazırlamış olduğu “Hurufilik

Bilgisi / Ferişteoğlu Abdül-

mecit Külliyatı” Gece Kitap-

lığı yayınları arasından çıktı.

21.yüzyılın başlarına

kadar devam eden Hurufilik

günümüzde form değiştire-

rek Bektaşilik ve Hamzavilik

gibi tarikatlarda varlığını

sürdürür. Hurufiliğin ilk ve

temel kaynaklarını okumuş

olan Ferişteoğlu, Hurufilik

tarihi için Fazlullah kadar

önemli bir zâttır. Hurufiliğin

Anadolu’da yayılmasında en

başat rolü oynayan Ferişte-

oğlu’nun Hurufi eserleri

Türkçeye çevirmesi, akımın

tekrar canlanmasında büyük

rol oynar. Hatta etkisini Bal-

kanlara kadar sürdürür. Hu-

rufiliğin önemli bir kısmını

öğrenmek için fazlasıyla

yeterli olan Ferişteoğlu’nun

eseri üzerine yapılan bu nite-

likli çalışma, araştırmacılara

yeni ufuklar açmayı hedefler.

SERAP CENGİZ’DEN KUTSAL MELODİ

Nuray ACAR

Bölümümüz 3.sınıf öğrencisi Serap

Cengiz dinleyicileriyle medyaktü.com’da

yeniden buluştu. Her Perşembe 20.00-22.00

saatleri arasında “Kutsal Melodi” adlı prog-

ramıyla gönüllere seslenmeye devam ediyor.

Medyaktü.com’da bu olanakları bize

sunan kurucu ve yönetici Ahmet Aksu’ya

teşekkürlerimizi sunarız. Kıymetli Bengütaş

Duvar Gazetesi okuyucularının aynı zamanda

medyaktü.com’un dinleyicileri olmasını te-

menni ederiz.