Top Banner
1
37

Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

Apr 07, 2016

Download

Documents

 
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

1

Page 2: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

1

Editörden

Yunus Emre BOLAT

Bengütaş

Duvar Gazetesi'nin

2015 yılındaki ilk

sayısını yayınladık.

Bu vesileyle tüm

okuyucularımıza da

sağlık, mutluluk ve

başarı dolu bir yıl

diliyor, gazetemizi

bu sene de en iyi şekilde sunmaya devam

edeceğimizi bildirmek istiyorum. Bizleri

takip eden, destekleyen herkese

teşekkürler.

Bu ay yine Türkoloji camiasından

bir büyüğümüzü ağırladık, bununla beraber

yine bölümümüzden ve bölümümüz

dışından birçok kişinin eserlerine yer

verdik. Gazetemizin kurucusu değerli

hocamız Doç. Dr. Özer Şenödeyici bizlere

çok büyük bir hediye sundu. Gazetemizin

ilk altı sayısında yayınlanan yazılardan

seçmeler yapılarak "Bengütaş'tan Seçmeler

(Bengütaş Duvar Gazetesi Seçkisi)" adlı

kitap vücuda geldi. Hocamızın

editörlüğüyle ve çabalarıyla yayınlanan

kitapta, yapılan söyleşiler, şiirler,

denemeler, hikâyeler ve araştırmalar yer

almaktadır. Bu büyük işler yaptığımızı,

kıvılcımın kor olduğunu gösteriyor.

Hocamıza bu vesileyle şahsım ve

yazarlarımız adına teşekkür ediyorum.

Bengütaş Duvar Gazetesi için 2015

yılında yapılacak birçok işimiz,

planlarımız, projelerimiz var. Bunları siz

değerli okuyucularımızla yeri geldiğinde

paylaşacağız, yaptığımız işleri en iyi

şekilde ortaya koyacağız. Gün geçtikçe her

zaman daha iyiye yönelen, yükselen bir

yayın organını ortaya koymanın haklı

gururunu ve sonsuz mutluluğunu

yaşıyoruz.

Hepinize iyi okumalar dileyerek, bu

güzelliği sizlere 9. kez sunuyoruz.

Editör

Yunus Emre BOLAT

Editör Yardımcıları

Nuray ACAR

Hilal TUNA

İhsan BAYRAK

Tashih

Serap CENGİZ

Kevser BAYAZIT

Ayşenur AYYILDIZ

Seçil HAVUZ

İletişim Sorumları

İhsan BAYRAK

Gamze SAK

Röportaj Ekibi

Damla KARAYİĞİT

İrem ERTEN

Burcu BEKİROĞLU

İhsan BAYRAK

Yazı Denetimi Samih YIKILGAN

Eray KARAHAN

Oğuzcan KIYMIK

Bilgisayar ve Jenerik Yunus Emre BOLAT

Bayram AKI

Pano ve Arşiv

Nuray ACAR

Merve CAN

Gülsüm KANOĞLU

Meryem ZENGİN

Büşra BİRCAN

Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.

bengutasduvargazetesi.blogspot.com

[email protected]

Her hakkı saklıdır.

Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın

herhangi bir vasıtayla kısmen de olsa çoğaltılamaz.

Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir.

Gazetede yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu

yazarlara aittir.

Page 3: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

2

PROF. DR. TİMUR KOCAOĞLU

İLE SÖYLEŞİ

Söyleşiyi Yapan: İhsan BAYRAK

- Öncelikle kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

- 31 Mayıs 1947’de İstanbul’da doğdum, göçmen bir

aileden geliyorum. Babam Osman Hoca 1878’de Türkistan’ın Oş

şehrinde (bugün Kırgızistan’da), annem Hakime Töre 1900’de

Afganistan’ın başkenti Kabil’de doğmuşlar. Ancak, babamın ailesi

Buharalı, annemin ailesi Kokand’dan 1878’de Afganistan’a

göçmüş. İstanbul’da doğmuş olsam da, hayatım değişik ülkelerde

geçti. 4 yaşındayken ailemle birlikte Pakistan’a gittik (1951-1957).

İlkokul 1-3. sınıfları Peşaver şehrindeki okulda okudum İngilizce

ve Urduca olarak. Küçük yaştan 5 dille büyüdüm: Türkçe, Özbek

Türkçesi, Farsça, İngilizce, Urduca (Pakistan’ın resmi dili). İstanbul’a dönünce ilkokul 4-5.

Sınıfları Bostancı’daki Ahmet Rasim ilkokulunda okudum, sonra Kartal Ortaokulu ve Pendik

Lisesi’ni bitirdim. Daha sonra lisansımı İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı

bölümünde bitirdim (1971). Ortaokul sırasında elimdeki eski o kutu gibi Kodak fotoğraf

makinesiyle okulda hocalar ve öğrencilerin resimlerini çekerek para kazandım. Lise

öğrenciliğim sırasında bir eczanede çırak olarak çalıştım, Üniversite yıllarımda da rahmetli

Sosyolog Prof. Mümtaz Turhan’ın yardımıyla Psikoloji Bölümünde “hademe” kadrosuyla o

bölümün sekreterliğini yaptım, Mümtaz Turhan hocanın eserlerini ve makalelerini daktiloda

yazdım.

Üniversitenin son yılı ve sonrasında iki yıl

yeni çıkmaya başlayan Meydan-Larousse

Büyük Ansiklopedi’de çalışarak Türk dili

ve edebiyatıyla ilgili maddeler hazırladım

(1970-1972). Bir yandan çeşitli dergilerde

Türk tarihi ve edebiyatı konularında

yazılarım ve şiirlerim yayımlandı: Türk

Kültürü, Hareket (Nurettin Topçu), Varlık,

Yeni Edebiyat, Yordam, başkalar.

New York şehrindeki Columbia

üniversitesinde Orta Doğu Dilleri ve

Kültürleri bölümünde Orta Asya tarihi ve

edebiyatı konusunda dersler veren Prof.

Edward Allworth bana burs sağlayarak

bana ABD’ye giderek bu üniversitede Orta

Asya alanında Master (1977) ve Doktora

(1982) yapmamı sağladı. Doktora tezi

yazma sırasında Almanya’daki Hürriyet

Radyosu / Hür Avrupa Radyosu (Radio

Liberty/Radio Free Europe)’nda 20 yıl

Özbekçe bölümünde sunucu, metin yazarı,

editör, baş editörlük yaptım ve aynı

kuruluşun Araştırma Merkezi’nde Orta

Asya Sovyet cumhuriyetleri konusunda

İngilizce makaleler yazdım (1977-1985,

1988-1994).

Türkiye’de de Marmara

Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı

bölümünde Yrd. Doçent ve Doçent olarak

ders verdim (1985-1988). Daha sonra 17

yıl Koç Üniversitesinde Karşılaştırmalı

Edebiyat, Tarih ve Uluslararası İlişkiler

bölümlerinde dersler verdim (1994-2011).

Ağustos 2011 yılından buyana ABD’deki

Michigan State University (MSU)’da

Uluslararası İlişkiler ve Orta Asya Türk

tarihi konusunda dersler veriyorum ve

ayrıca bu üniversitede verilen 4 yıllık

Türkiye Türkçesi, Özbekçe, Kazakça,

Azerbaycan Türkçesi ve Osmanlıca

derslerinin de danışmanlığı ve hocalığını

yapıyorum.

Page 4: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

3

Evliyim ve 3 çocuğum var.

- Dil alanında çalışan bir

akademisyen olarak bu alanı seçmenizde

neler etkili olmuştur?

- Küçük yaştan ailemle değişik

ülkelerde bulunarak küçük yaştan 5 dille

büyümüş olmam başlıca etken oldu. Orta

Asya ve Türk Dünyasına ilgimi de babama

borçluyum. Bana küçük yaşlardan beri

Türkistan’ın Abdullah Süleyman Çolpan

ve Mağcan Cumabayoğlu gibi büyük

şairlerinin şiirlerini okumamı sağlamıştı.

Babam Osman Hoca (Kocaoğlu)’nın

Türkistan’da 1910-1922 yılları arasında

hem Yenileşme Hareketleri hem de siyasi

faaliyetleri dolayısıyla Türkistan tarihine

ilgim küçük yaşlarda başladı. Daha sonra

İngilizce, Rusça, Almanca da öğrenince

dünya dillerinin değişik dil aileleri ve

dilbilgisi yapıları ilgimi çekti.

- Türk dili ve lehçeleri üzerine

çalışmalarınız var. Türkoloji ve Türkiye

olarak bu çalışmaların neresindeyiz?

- Türkiye'de 19. Yüzyılın sonunda

başlayan Türkoloji çalışmaları özellikle

Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal

Atatürk’ün de özel çabalarıyla oldukça

gelişti. Soğuk Savaş yıllarında (1950-1991)

Sovyet ve Komünizm korkusu ve çekincesi

dolayısıyla Türk Dünyası konusunda hem

Atatürk dönemi (1923-1938) hem de

Almanya, İngiltere, ABD gibi başka

ülkelere göre geride kaldık. 1992’den

sonra yeniden bir canlanma oldu Sovyetler

Birliği’nin dağılması ve yeni Türk

Cumhuriyetlerinin bağımsızlığa

kavuşmasıyla. Bugün bence çok sayıda

genç Türkologlar artık en az 1-2 değişik

Türk yazı dilini biliyorlar (başta

Azerbaycan Türkçesi, Türkmence,

Özbekçe, Uygurca, Tatarca olmak üzere,

sonra Yakutça ve Çuvaşça gibi oldukça

uzak Türk dili kollarını da anlayan ve

konuşabilen 1-2 dilcimiz var). İngilizce,

Almanca, 1-2 kişi de olsa Çince, Japonca,

Macarca, Moğolca bilen Türkoloğumuz

var.

Yine de genel olarak baktığımızda

yabancı dil bilen Türkolog sayımızın

artması gerekiyor, yurt dışı çalışmaları ve

yayımları düzenli izleyebilmek için.

Ancak, bütün 21 Türk dili kolları

ile onların sayısız ağızlarının tam

anlamıyla karşılaştırmalı bir sözlüğü ve

karşılaştırmalı dilbilgisini daha yapamadık.

Bu büyük bir eksikliktir. Türk dilinin

kökenbilgisi (etimolojisi) konusunda Prof.

Tuncer Gülensoy ve Prof. Hasan Eren’in

yalnız Türkiye Türkçesini kapsayan

çalışmalarını saymakla birlikte, tam

anlamıyla daha Türk dilinin genel ve geniş

bir kökenbilgisi sözlüğümüz yok!

Bir de üniversitelerimizin Türk Dili

ve Edebiyatı ile Çağdaş Türk Lehçeleri ve

Edebiyatları bölümlerinin günümüze göre

yeniden yapılanması, metin ağırlıklı

çalışmalar yerine değişik Türk yazı ve

konuşma dillerini daha çok özgün

konuşabilme yeteneğini sağlayacak

duruma gelmesini başarmamız gerekiyor.

- Derin bir Türkoloji bilginiz var.

Yani alanınız olan dil dışında da geniş

bir bilgi birikiminiz ve ilgi alanlarınız

var. Bunu sadece merak duygunuza mı

borçluyuz?

- Doğru ilgi (merak) bilimsel

araştırmalar için en önemli başlama

noktasıdır. İkincisi, artık bugünün

dünyasında bir araştırmacının yalnızca dar

bir alanda uzmanlaşması çok tehlikeli bir

engeldir. Bir kişi dilci bile olsa, edebiyatı,

tarihi, başka kültür alanlarını, politikayı da

bilmesi gerekiyor. Kısacası, bir kişinin

disiplinlerarası bir eğitim alması ve bu

değişik alanlardan yararlanarak daha

sağlıklı yorumlar yapabilmesi gerekir. Bir

Türkolog şunu dememeli: “Ben yalnız Eski

Anadolu Türkçesi uzmanıyım. Öyle Eski

Türk dili, Göktürkçe, Karahanlıca ile

çağdaş Türk yazı dilleri beni ilgilendirmez.

Page 5: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

4

Ben dilciyim, edebiyatla ilgilenemem,

tarihle hiç ilgilenmem, müzik, minyatür

sanatı, halk edebiyatı benim alanım dışıdır!

Politika mı, yok yok benim işim değil!”

Benim Türkiye ve Türkiye

dışındaki eğitimim beni disiplinlerarası bir

araştırmacı yaptı: Türk dili, genel dilbilim

(linguistik), Türk edebiyatı, Arap

edebiyatı, İran edebiyatı, Çin edebiyatı,

Avrupa edebiyatı, Türk kültürü, yabancı

kültürler, Türk tarihi, dünya tarihi, müzik,

resim, arkeoloji, Türk ülkeleri politikaları

beni yakından ilgilendiriyor. Kendimi tek

alana, sözgelimi “yalnızca Türk dilciliği”

içine sıkıştıramam. Kişi tek yönlü ve

yalnızca tek alan odaklı olmamalı. Türk

dilini ele alalım, bu alanı Türk tarihi, Türk

kültüründen, geçmiş ve bugünkü siyasi

gelişmelerden soyutlayamayız.

- Rahmetli babanız Osman

Kocaoğlu büyük bir devlet adamıydı ve

Buhara Cumhurbaşkanlığı yaptı. Sizin

üzerinizde nasıl bir etkisi var? Onun

hakkında neler söylemek istersiniz?

- Osman Hoca Kocaoğlu (1878-

1968)’nun hayatı mücadelelerle geçti. O

daha 20 yaşındayken 1898’de Çarlık

Rusyası'na karşı Türkistan’da patlak veren

Andican ayaklanmasında tutuklanan 900

kişi arasındaydı, sonra o yarı bağımsız

Buhara Emirliği vatandaşı olduğu için

Buhara Emirliği’ne gönderildi. Osman

Hoca daha sonra 1900 başlarında

Türkistan’daki Ceditçilik (Yenileşme)

hareketi içinde yer aldı, 1909’da Kırım’ın

Bahçesaray şehrine giderek büyük Türkçü

ve Ceditçi Gaspıralı İsmail Bey’in yanında

1 yıl kalarak onun Cedit okullarının

yöntem ve ders araçları konusunda bilgi

aldı. 1920’de İstanbul’a geçerek

İstanbul’daki Osmanlı aydınları, İttihad-ı

Terakki ve Genç Türklerle tanıştı.

Buhara'dan gelen başka aydınlarla

İstanbul’da Buhara Tamim-i Maarif

Cemiyeti’ni kurarak onun nizamnamesini

bastırdı (1911). Bu derneğin amacı Buhara

ve Türkistan’dan öğrenciler getirterek

İstanbul ve başka yerlerde onların yüksek

eğitim almalarını sağlamaktı. Osman Hoca

İstanbul’da 3 yıl kaldıktan sonra 1913

yılında Buhara Emirliği’ne dönerek orada

Gaspıralı’nın Cedit okulları modelinde

modern ilkokul ve ortaokullar açmaya

başladı. Ancak, Buhara Emiri Alim Han ve

Çar Rusyası bu modern okulların halkı

aydınlatmasından rahatsız olunca, Buhara

Emirinin buyruğuyla bu okullar kapatıldı.

Genç buharılar (Yaş Buharalılar) hareketi

1916’dan sonra siyasi harekete dönüşerek,

Emirlikten meşrutiyete geçilmesi için

faaliyet ve mitingler yapmaya başladı.

1920’de Buhara Emirliği devrildi ve yerine

bağımsız Buhara Cumhuriyeti kurulunca,

Osman Hoca önce Maliye Bakanı oldu ve

bir yıl sonra 1921’de Cumhurbaşkanı

seçildi. Buhara Cumhuriyetini 5 ülke

tanımıştı: Ankara hükümeti, Rusya,

İngiltere, Afganistan ve İran.

1921’de Osman Hoca Türkiye'den

gelen yardım isteği üzerine İstiklal Savaşı

sürerken Anadolu’ya verilmek üzere 100

milyon altın Ruble karşılığı altınları trenle

Moskova’ya göndertti (o sırada tek ulaşım

yolu bu idi, bu altınlar Afganistan ve İran

üzerinden Anadolu’ya gönderilemezdi).

Moskova'daki Sovyet yönetimi ise, o 100

milyon altın Ruble yardımın ancak

%20’sini Anadolu'ya bir bölümü nakit altın

para ve bir bölümü silah ve mühimmat

olarak ulaştırdı, %80’ini kendileri aldılar.

Osman Hocanın ilk işi Sarıkamış ve

Ardahan'da Ruslara tutsak düşüp

Sibirya'daki Krasnoyarsk şehrindeki

kamplardan kaçarak Taşkent’e gelmiş olan

Osmanlı Türk subaylarına Buhara bir

çekirdek ordu kurma görevi verdi. Bu

kurulan çekirdek ordudan bir kaç birlikle

Osman Hoca 1921 Aralık ayında Buhara

Cumhuriyeti içindeki Duşanbe şehrinde

(bugünkü Tacikistan’ın başkenti) bulunan

Bolşevik Rus ordu karargâhına hücum etti

ve oradaki Rus generalleri, Rusya büyük

elçisini esir aldı. O sırada Doğu Buhara'da

bulunan Enver Paşa da komutasındaki

subay ve askerlerle Osman Hocaya

Page 6: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

5

planlandığı gibi yardıma gelecekti. Ancak,

İbrahim Lakay adlı bir hain Basmacı lideri

Afganistan’a kaçmış olan eski Buhara

Emiri Alim Han ile anlaştığından, Enver

Paşa ve arkadaşlarını değişik köylerde ev

hapsine almıştı, Enver Paşa’nın

Duşanbe’ye gitmesine izin vermedi. Enver

Paşa’nın gelmemesi ve üstelik İbrahim

Lakay’ın bazı silahlı adamlarının Buhara

ordusunu arkadan vurması ve Taşkent’ten

gelen yeni Rus birlikleri yüzünden Osman

Hoca yaralandı ve ordusu yenildi. Osman

Hoca Afganistan’a çekilmek zorunda kaldı.

(1922)

Afganistan’da da Sovyet Rusya

Osman Hocanın oradaki faaliyetlerini

yakından izledi ve Afgan kralından Osman

Hoca’yı ya Moskova'ya vermesini ya da

yurt dışına çıkarmasını talep etti.

Osman Hoca eşiyle birlikte Ekim

1923’te İstanbul’a geldi. İstanbul’a 1925’te

Eski Başkurdistan cumhurbaşkanı Zeki

Velidi Togan ve Alaş-Orda ile Türkistan

Muhtariyet hükümetlerinin önderi Mustafa

Çokayoğlu gelince, onlarla 1925’te

İstanbul'da toplantı yapan Osman Hoca

İstanbul’da Yeni Türkistan ve Paris’te Yaş

Türkistan dergilerinin yayımlanması için

anlaştılar. Sovyetlere karşı mücadele

İstanbul ve Paris’te yürütülecek,

kamuoyuna Türkistan’ın bağımsızlığı

düşüncesi aşılanacaktı.

Osman Hoca, Zeki Velidi Togan ve

başka Türkistanlı aydınlar İstanbul’da Yeni

Türkistan dergisini 1927’de çıkarmaya

başladılar Arap alfabesi ve Türkiye

Türkçesinde. Mustafa Çokayoğlu ise

Berlin'de okuyan Türkistanlı öğrencilerle

Paris’te Türkistan Türkçesinde ve Arap

alfabesinde Yaş Türkistan (Genç

Türkistan) dergisini yayımlamaya

başladılar. Yeni Türkistan dergisi 1928 yılı

sonundan sonra Yeni Türk Latin

alfabesiyle 1934 yılına kadar çıktı.

Paris’teki Yaş Türkistan dergisi ise 1938’e

kadar Arap alfabesinde çıktı.

Sovyet Hükümeti’nin baskısı

yüzünden Başbakan Celal Bayar hükümeti

Bakanlar Kurulu Osman Hoca’yı 4 Kasım

1938’de Türk vatandaşlığından çıkararak

24 saat içinde Türkiye’den çıkması istendi.

Osman Hoca trenle Polonya’ya geçerek

daha önce oraya gelmiş olan eski

Azerbaycan Cumhurbaşkanı Mehmet Emin

Resülzade ve başka Türk aydınları ile

buluştu ve sonra İran’a geçerek,

Türkiye'deki eşini de Tahran’a getirtti.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Osman Hoca

ve eşi (annem) Tahran’da kaldılar, Özey

ablam 1941’de orada doğdu. 1944 yılı

sonunda Türkiye Osman Hoca’ya yeniden

Türk vatandaşlığı verince, Osman Hoca,

annem ve ablam İstanbul’a döndüler. Ben

de 1947’de İstanbul’da doğmuş oldum.

Eğer Osman Hocaya Türkiye dönüş hakkı

verilmeseydi, demek ben de İran’da

doğmuş olurdum.

Osman Hoca’ya Atatürk 1923’te

T.C. Başbakanlık Örtülü Ödeneği’nden

aylık bağlatmıştı. Demokrat Parti iktidarı

sırasında bu aylık 1950-1960 arasında

kesildi. 1960 Devriminden sonra bu aylık

Alparslan Türkeş’in özel girişimiyle

Osman Hoca’ya yeniden verilmeye

başlandı 1968’de ölümüne kadar, daha

sonra da bu aylık annem Hakime Hanıma

verildi onun 1995’te ölümüne kadar, sonra

kesildi.

- Türkler üzerine yapılan tarihi,

etnik, dilbilimsel, sosyal ve kültürel

alandaki çalışmalara ilginiz var. Bu

çalışmalar hakkında bizi

bilgilendirebilir misiniz?

- Türk dili, edebiyatı, kültürü,

tarihi, siyasi tarih, uluslararası ilişkiler

konusunda 120’den fazla Türkçe ve

İngilizce yazım var. Kitap olarak da, 8

Türk lehçesinde konuşma cümlelerini

içeren Türk Dünyası Konuşma Kılavuzu

(İstanbul: TDAV, 1992), Türkistan tarihi

konusunda Türkistan’da Yenilik

Hareketleri ve İhtilâller (Haarlem,

Hollanda: SOTA, 2001) ve kaybolmakta

Page 7: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

6

olan Türk dili kollarında Karayca üzerine

de İngilizce Karay: The Trakai Dialect

(Münih: Lincom Europa, 2006) adlı

çalışmalarım var. 2015 yılı içinde

Afganistanlı halk edebiyatı araştırıcısı

Abdulkayyum Azizi ile ortak çalışmam

olarak Afganistan Özbek Ağızlarından

Derlenmiş Bilmeceler adlı çalışmamız

yayımlanacak. Ayrıca son 20 yıldır

üzerinde çalıştığım 13-14. yüzyıl Kuman

Türkçesindeki dil anıtı Codex Cumanicus

adlı eserin çeviri-yazı, çeviri-ses ve

sözlüğünü hazırlıyorum yayıma 2016’da

basılmak üzere. Yine 2016’da

yayımlanacak olan Kurtuluş savaşı

sırasında şehit düşmüş ve eserleri

bilinmeyen Türk şair ve yazarı Şerafettin

Özdemir (şair Ahmet Kutsi Tecer’in

ağabeyi)’in kızı tarafından bana verilmiş

olan 8 defterlik toplu eserlerini (şiirler,

hikâyeler, piyesler, mektuplar)

hazırlıyorum.

- Akademik kariyerinizin

yanında şiir ve öykü de yazıyorsunuz.

Bu konuda neler söylemek istersiniz?

- Şiir ve hikâye benim

çocukluğumdan beri, sanırım 8-9

yaşlarımdan bu yana sürüyor. Ancak, uzun

süre akademik çalışmalar ve ders

yoğunluğu yüzünden epey aralar da

verdim. 1996’da Ömer Seyfettin Hikâye

Yarışmasında ikincilik ödülü verilmişti,

birkaç hikâye Türk Edebiyatı (İstanbul

Türk Edebiyat Vakfı) dergisinde

yayımlandı. Ancak artık hikâye

yazmıyorum yoğun olarak şiirle

uğraşıyorum.

Şiirlerim de çeşitli edebiyat

dergilerinde yayımlandı. Şimdi ağırlıklı

olarak internet sanal dergileri (Antoloji,

Edebiyat Defteri gibi siteler) ile Facebook,

Twitter gibi sosyal medyada yayımlanıyor.

Şiirde arı duru Türkçe kullanıyorum,

yabancı sözler olmadan arı Türkçeyle her

türlü duygu ve düşüncenin dizelerde

verilebileceğini göstermek için. Genellikle

kısa şiirler yazarım (1, 2, 3, 4, 5, 6 dizelik).

- Yurt dışında ve yurt içinde

akademik hayatınıza devam

ediyorsunuz. Yurt dışında çalışan bir

akademisyen olarak bu durumun

artıları ve eksileri nelerdir?

- Yurt dışında bir üniversitede

yabancı öğrencilere Türk dili, edebiyatı,

tarihi, kültürü konusunda bilgi verebilmek,

Türkçeyi ve Türkleri sevdirtebilmek güzel

bir duygu ve heyecan vericidir. Buna

karşılık yurt özlemi, arkadaşlardan ayrı

kalmak üzüyor kişiyi, özlemle geçiyor

günler. Yalnız güz ve bahar dönemlerinde

Ağustos sonu ile Mayıs başında ABD’de

ders veriyorum, yazları ise 4 ay Türkiye'de

oluyorum.

Öte yandan, Amerika'daki bir

üniversitede çalışmanın kaynaklar

açısından büyük yararı var. Çalıştığım

üniversite kütüphanesinde bulamadığım bir

yayını ABD’deki başka üniversitelerden 2

aylığına ödünç getirtme imkânı var.

Bilgisayar başında üniversitemin

kütüphanesindeki kişisel hesabımdan

istediğim eserin adını girdiğimde karşıma o

eserin başka hangi üniversitelerden

getirtebileceğim menüsü çıkıyor, o eserleri

işaretledikten en çok 4-5 gün içinde o kitap

bana geliyor. Onu okuduktan bizim

kütüphane o eseri alındığı kütüphaneye

geri gönderiyor. İstanbul’da Koç

Üniversitesi'nde çalışırken böyle bir

imkâna sahip değildim.

Ancak Marmara Üniversitesi ve

Koç Üniversitesi'nde Türk öğrencilere

verdiğim dersleri de özlüyorum, yurt

dışında olduğumdan Türk öğrencilere ders

verebilme özlemim zaman zaman artıyor.

Yaz ayları bazen Kazakistan’da Kazak

üniversitelerinde kısa seminerler ve

Türkiye'deki üniversitelerde de birer

günlük konferanslar vererek bu özlem de

giderilmiş oluyor birazcık da olsa.

- Yurt dışında Türklere ve

Türkoloji'ye bakış açısı nasıl?

Gözlemlerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Page 8: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

7

- Bakış açılar kuşkusuz

Türkologdan Türkoloğa, bilimkişilerinden

bilimkişilerine değişiyor. Genelleme

yapmak o kadar sağlıklı olmaz. Türkleri

sevenler de var, sevmeyenler, önyargılı

davrananlar da. Örnek verirsem, Türkleri

sevmeyen Ermeni veya başka milliyetten

olanlarla karşılaştığım gibi, Türkleri içten

seven ve önyargılı olmayan birkaç Ermeni

asıllı Amerikalı bilimkişisiyle de tanıştım.

Belki bu konuda kendimizden de örnek

verebiliriz. Bizde de başka bazı milletleri

sevmeyen bilimkişileri olduğu gibi,

önyargılı olmayan bilimkişilerimiz de var.

- Son olarak Bengütaş Duvar

Gazetesi hakkında neler söylemek

istersiniz?

- Bengütaş Duvar Gazetesi'ni

çıkaranlarla buna emek verenleri kutlamak

isterim. Türk kültürünün bütün alanları

konusunda sanal ortamda geniş

toplulukları bilgilendirmek çok yararlı bir

girişimdir. Özellikle böyle söyleşiler

yoluyla bu alandaki hoca ve

araştırmacıların tanıtılmaya çalışılması da

çok güzel. Sizlere başarılar dilerim!

- Bize zaman ayırıp soruları

cevapladığınız için gazetemiz adına

teşekkür ederim.

- Ben de sizlere içten sevgilerimi

yolluyorum, sağ olunuz, var olunuz!

SADECE SEVDİM

Buse ÇEÇEN

En çok ellerini sevdim

Onlardı çünkü yüreğimi yakıp kavuran

Birde gülüşünü sevdim

Gözlerinin derinliklerindeki seni…

Aslında ben seni değil

Senin içindeki küçük çocuğu, samimiyeti sevdim

Ya da senin bedeninle bütünleştirdiğim o masum insanı sevdim

VİRANE

Mesut YILMAZ

Ağaçlar döktü son nefesini

Ellerimde üşüyor çiğ tanesi

Bulutlar ağlamaklı, kan çanağı gök yüzü

Ufkuna dalmış yüreğim yalnızlığın

Arıyor virane yokluğunda seni

Yıkıntıları içinde gönlümün

Kaybettim senide her şeyi de

Page 9: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

8

Tanıtım

"BENGÜTAŞ"LARA ADANMIŞ BİR

ÖMÜR: CENGİZ ALYILMAZ

İhsan BAYRAK

Bengütaşlar, tarihimiz, kültürümüz ve dilimiz hakkında

bilgiler veren önemli kaynaklardandır. Bu kaynaklar, birçok araştırmacı

tarafından araştırılmış ve incelenmiştir. Bu araştırmacılardan biri de Prof.

Dr. Cengiz Alyılmaz'dır.

Cengiz Alyılmaz, 1964 yılında Kars'ta dünyaya geldi. İlk

ve orta öğrenimini Kars'ta ve Aydın’da tamamladı. 1986 yılında Atatürk

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden

mezun oldu. Aynı yıl Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türk Dili ve

Edebiyatı Eğitimi Bölümü Türk Dili Anabilim Dalı'nda açılan araştırma görevlisi sınavını

kazandı ve 1987 yılında göreve başladı.

1988 yılında, henüz 24 yaşındayken "Türk Dili

Uzmanı"; 1994 yılında “Türk Dili Doktoru" oldu. Bu genç

yaşlarda dil konusuna merak sarmıştı, henüz çok gençti ve

içindeki araştırma arzusu üst seviyedeydi. Bunun için yola

koyuldu. Araştırmaya, belgelemeye başladı. Ata toprakları

olan Orta Asya'da başladı çalışmalarına, karış karış gezdi

toprakları; kültürümüzün, yazımızın, damgalarımızın izini

sürdü. Hiç yorulmadı, çünkü bu işi severek yapıyordu.

Yandaki resimde arka plandaki tabloda sırtını verdiği anıt

gibi bengü çalışmalara imza attı. Aslında resim anlatıyordu

herşeyi; sırtını ve ömrünü verdiği anıtlarla bir hayat kurdu

kendine. Tıpkı bir tarlada insanların bütün alın terilerini

verdikleri topraklarına uzanıp buldukları huzur gibi.

Arkadaki anıt ona huzur veriyordu. Ayrıca ince bir mesaj

vardı bu fotoğrafta: " Sırtını tarihine, kültürüne, diline

verirsen o sırt bir daha asla yere gelmez."

1997 yılında, Moğolistandaki Türk

yazıtlarını kurtarmak ve Ötüken Türk

kültür ve medeniyetini ortaya çıkarmak

amacıyla başlatılan ve Türk İşbirliği ve

Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) tarafından yürütülen Moğolistan'daki

Türk Anıtları Projesi'nde "Epigrafya

Grup Başkanı" ve “Üst Kurul Üyesi”

olarak görev aldı.

1997-2002 yılları arasında

Moğolistan'da, Türk anıt ve yazıtlarıyla

ilgili araştırma ve incelemeler yapıp Eski

Türk Yazıtları'nın epigrafik

belgelemelerini gerçekleştirdi.

Moğolistandaki çalışmaları sırasında

Moğolistan Millî Üniversitesi bünyesinde

Türkoloji Merkezi açılması için proje

hazırladı ve merkezin açılmasına vesile

oldu. Kırgızistan’da bulunduğu sırada

“Orta Asya'daki Kültür ve

Uygarlıkların Araştırılması“ adlı bir

proje hazırladı.

Bütün bu çalışmalarda Türk

kültürüne ve Türk diline hizmeti esas aldı.

Biliyordu ki araştırılması gereken çok şey

vardı. İzlerin sürülmesi gerekiyordu ve

bunu yapmak için yorulmaz bir bilim işçisi

olmak lazımdı. Bu yola çıkmadan iyi

Page 10: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

9

düşünmek gerekiyordu, çünkü bu yol

herşeyiyle kendini bu yola adamış kişiler

istiyordu.

Cengiz Alyılmaz, 2006 yılında

doçent; 2012 yılında “profesör” oldu.

Alyılmaz, Atatürk Üniversitesi ve Pekin

Üniversitesi arasında 2009 yılında

başlatılan ve hâlen devam eden Çin Halk

Cumhuriyeti, Orta Asya Türk

Cumhuriyetleri ve Rusya

Federasyonu’ndaki Yazıtlarla İlgili

Epigrafik ve Fotogrametrik

Araştırmalar adlı uluslararası projenin

eşbaşkanlığı görevine getirildi.

2012 yılında Uluslararası TEKE

(Türkçe Edebiyat Kültür ve Eğitim)

Dergisi’ni bilim dünyasının istifadesine

sundu.

Gezdiği, gördüğü, araştırdığı

yerlerde bulduklarını resmetti, belgeledi.

Tıpkı yazıtlarda geçen: "Her ne sözüm

varsa bengütaşa vurdurdum, yanılıp

öleceğinizi de buraya vurdum" sözünü

hayata geçirmişti ve bize: "Her ne

gördüysem buraya kaydettim, ne

araştırdıysam buraya yazdım; ileride ne

araştıracağınızı da buraya vurdum. Ey

Türk, atalarının sana bıraktığı izleri sür ve

mirasına sahip çık" diyordu. Kökten

başlamıştı resmetmeye; gövde kökten

geliyordu. Yandaki fotoğraf bunu iyi

anlatıyordu. İyi çalışmak gerekiyordu,

çünkü en ufak bir ayrıntıda bile çok şey

saklıydı. Bunu çok iyi biliyordu ve bunun

için kaçırmadı en ufak bir ayrıntıyı. Yola

çıktığında biliyordu ki bu kutlu yolda

yürümek için ilk başta inanmak lazımdı.

Bunun için yeri geldi toprağa yattı,

toprağıyla bütünleşti; yeri geldi yükseklere

tırmandı, göğüyle bütünleşti. Ne demişti

Bilge Kağan: " Ey Türk milleti beyleri!

Üstte gök basmadıkça altta yağız yer

delinmedikçe senin ilini, töreni kim

bozabilecekti?"

Uzun süren çalışmalar için eşinden,

çocuğundan uzak kaldı. Eşi Doç. Dr.

Semra Alyılmaz kendisini yalnız

bırakmadı. Sevgi ve gönül bağının yanında

bu araştırmalar ile aralarında bengü bir bağ

vardı. Hem hayat yoluna hem de bu yola

birlikte baş koymuştular.

Sadece yazıtlar değildi ilgilendiği;

damgalarımızı aradı, resimleri aradı,

dillerde kalmış en eski kelimelerimizi

aradı, kültürümüzü aradı. O bir "ulak"tı.

Ata topraklarında atalarımızdan gelen

Page 11: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

10

haberleri bize ulaştırdı. Bulduklarını

birleştirip bir sentez ortaya koydu. Gezip

araştırdığı yerler Türk Kültür Havzası'nı

içine alıyordu.

Cengiz Alyılmaz, 2013 yılında

Türk Dil Kurumu Bilim Kurulu Üyesi

olarak seçildi. Türk Dil Kurumunda Yazıt

Bilimi Kolunun ve Türkçenin Öğretimi

Kolunun kurulmasına öncülük etti;

tüzüğünü ve çalışma prensiplerini

hazırladığı Yazıt Bilimi Kolu

Başkanlığına getirildi. 2013 yılında

Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü tarafından

Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü

Müdürü olarak atandı.

Birçok görevi aynı anda

yürütüyordu ve aynı zamanda öğrencilerini

de aksatmamaya çalışıyordu. Ardında

kendisi gibi çalışan asistanlar bırakıyordu.

Biliyordu ki insanlar hayatta kalıcı değiller

ancak yaptıkları ile sonsuza kadar yaşarlar.

Bu yaptıkları ile adı yüzyılarca yaşayacaktı

ama sadece bu yetmezdi. Bu yolu devam

ettirecek, onun inşasına başladığı yapıya

bir taş koyacak insanlar lazımdı. Bu taş,

bengü bir taş olacaktı. Bu yolda öğrenciler

yetiştirdi, bütün yoğunluğuna rağmen.

Yazıtlarda geçen: "Üstte gök basmadıkça,

altta yağız yer delinmedikçe senin ilini

töreni kim bozabilecekti" sözünü kendine

uyarlamıştı. "Üstte gök basmadıkça, altta

yer delinmedikçe seni bu araştırmalardan

kim alıkoyabilecekti. Atalarının sana

bıraktığı mirası bul ve çıkar." diyordu bize.

Atalarımız bize bengü bir miras bırakmıştı.

Bu ebedi mirası bulup, yorumlayıp

ebediyete uşlaştırmamız gerekiyordu.

Cengiz Hoca da bunun bilicindeydi. Bunun

için yola koyuldu. Nerede ufak bir iz, bir

harf, bir damga bulduysa resmetti. Sonra

bunları kayıt altına aldı, yorumladı ve

anlamlandırdı. Bir bakıma o da bize bir

miras bıraktı.

25 yılı aşkın bir süreden beri

Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan,

Kırgızistan, Özbekistan, Rusya

Federasyonu (Tuva, Hakasya, Dağlık

Altay), Moğolistan, Çin Halk Cumhuriyeti,

Japonya, Hindistan, İran, Arabistan… vd.

bölgelerde Türkoloji ve Türk dünyası ile

ilgili bilimsel çalışmalarını özveri ile

sürdürmektedir.

Cengiz Alyılmaz’ın söz konusu

bilimsel araştırma ve incelemeler

sonucunda hazırlamış olduğu 26 kitabı,

yurt içi ve yurt dışında yayımlanmış 85

makalesi, Türk lehçe ve şivelerinden 7

çevirisi, yurt içi ve yurt dışında katıldığı

sempozyum, kongre, panel ve

konferanslarda sunduğu 104 bildirisi ile 70

radyo ve televizyon konuşması bulunmaktadır.

Bütün bunlar, o inanç ve azmin;

çalışma ve araştırmanın eseriydi. Gezdiği

ve gördüğü taşta, çayırda, bayırda, ağaçta,

insanların dilinde ve kültüründe hep eski

yazılarımızı ve damgaları aradı. Bu yazılar

ve damgalar vardı, bir yerlere

saklanmışlardı. İşte bunları saklandığı

yerden çıkarmaya uğraştı. Ama sadece

çıkarmak yetmiyordu, anlamak ve

yorumlamak lazımdı. Bunu da büyük bir

özveriyle yaptı.

Page 12: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

11

Durmadan, yorulmadan Türk

dünyasına hizmet etti. Yeni bulunan

yazıttaki yazıları okurken yaşadığı heyecan

ve bize yaşattığı gurur da aşağıdaki

fotoğrafta net olarak görünüyor. Maalesef

bu buluşa Türkiye'den ilgi gösterilmedi.

Hem yürütmekte olduğu ulusal ve

uluslararası nitelikli projeler hem de

hazırladığı kitaplar, makaleler ve bildiriler

sayesinde Türk dilinin, Türk edebiyatının

Türk tarihinin, Türk kültür ve

medeniyetinin eskiliğinin, gelişmişliğinin

ve zenginliğinin ortaya çıkarılmasına

önemli katkılarda bulundu. Bunların

nişanesi olarak:

Türk Ocakları Genel Merkezi tarafından verilen “2005 Yılı Osman

Turan Türklük Araştırmaları Ödülü”ne;

2005 Yılı Necmettin

Hacıeminoğlu Dil Araştırmaları

Ödülü”ne,

“Türk Dünyası Yazarlar ve

Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV) 2010 Yılı

Türk Dünyasına Hizmet Ödülü”ne;

“Türkiye Mühendisler ve

Mimarlar Birliği 2011 Yılı Türk – İslam

Dünyası Kültür ve Sanatına Hizmet

Ödülü”ne;

“Dünya Genç Türk Yazarlar

Birliği 2011 Yılı Bahtiyar Vahabzade

Türk Dünyasına Hizmet Ödülü”ne;

“2011 Yılı Kars Şehrengizi Onur

Ödülü”ne;

2013 Yılı Yeni Ufuklar Derneği

Türk Kültürü Hizmet Ödülü”ne;

Eskişehir 2013 Türk Dünyası

Başkenti Ajansı tarafından verilen Türk

Dünyası Bilim, Kültür ve Sanat Ödülleri kapsamında “Türk Dünyası Bilim

Ödülü”ne layık görüldü.

Bütün bu çalışmalar ve ödüller

gösteriyor ki başarmak için inanmak lazım.

Ve bütün bunlar için bir ömür adamak

lazım. İşte Cengiz Alyılmaz'ın hayatı ve

çalışmaları; Bengütaşlar, Türk kültürü,

yazı dili ve damgalar uğruna adanmış. Her

dakikası araştırmalarla dolu dolu geçen

hayat, titiz ve istekli çalışmalar. Belki de

bu başarının en büyük anahtarları

bunlardır. Bizzat tanışma ve sohbet etme

imkânı bulduğum Cengiz Alyılmaz, Türk

dili ve kültürünün yorulmaz, bıkmaz

araştırıcısıdır. Bu yolda kendisine başarılar

diler, saygı ve sevgilerimi sunarım.

Page 13: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

12

Yazı Türü

MİTOLOJİK ZAMANLARA AİT BİR

DOST -HÜSEYİN YILDIZ’IN

MENKIBEVİ HAYATI-1

Doç. Dr. Özer Şenödeyici

Hakkında pek çok yazılı belge olmasına karşın hayatı ve kişiliği müphem kalmış

efsanevi bir şahsiyettir. Kimileri onun tıpkı Anka kuşu gibi ismi olup cismi olmayan esatiri

bir varlık olduğundan dem vurur. Bazı kaynaklar bu zatın isminin Zerdüşt dinine ait Zend

Avesta’da yad edildiğini savunmuşlardır. Buna göre iyilik tanrısı Hürmüz’ün sağ kolu olan

Hus Eyni iyilik ve kötülük adına verilen mücadelede “karşılıksız iyilik yapıp da karşılığında

kötülük alanlar taifesi”nin başında yer almaktadır. Bu taife ki iyilik ve kötülük arasındaki

mücadele son bulduğunda yani zaman ebede ulaştığında ordusuyla dünyaya hücum edecektir.

Bindiği kanatlı at bir nur demetine dönüşecek ve o nur kötülerin gözlerini kör edecektir. İyiler

ise o ışığın aydınlığı ile cennetin kapılarına kadar geleceklerdir. Zend Avesta bu sahneyi şöyle

anlatmaktadır: “Yeryüzünde son demler yaşanırken Tanrı Hürmüz’ün yarı tanrı dostu Hus

Eyni dünyada yapılacak son kötülüğü işleyecektir. O kötülük ki tüm iyilerin iyiliğinedir.

Kötülerin hepsini yeryüzünden silinmesinin ardından Hus Eyni kendi ordusunda çarpışanlara

soracaktır, “Ey ölümlüler! Bir daha ölmemek ve sonsuza kadar güzel yaşamak kaydıyla asla

kötülük yapmayacağınıza söz verirseniz sizin adınıza Hürmüz Efendimize kefil olacağım.

Ardından onun ile çarpışan cengâverler, kadını ve erkeği ile bağıracaklar: Ey Hus Eyni!

Ebediyen iyi olacağız ve ebediyen yaşayacağız.” Bu dokunaklı sahnelerde anlatılan Hus Eyni

adlı mitolojik karakterin bizim mitlerimizde sözü edilen Huseyn Yıldız olması muhtemel

değildir. Türk kültürüne mâl olan Huseyn Yıldız’ın İslami döneme geçişte zuhur eden bir

derviş olduğu ağırlık kazanmaktadır.

Dede Korkut Hikâyelerinin mukaddime kısmında yâd olunan Uldızoğlu Torlak

Huseyin’in de aynı karakterden mülhem bir kişilik olması muhtemeldir. Bu hikâyelerde

Uldızoğlu Hüseyin kadınların türlerinden bahseden kısmında şöyle zikrolunur:

“Bismillahirrahmanirrahim ve bihi nestain, avratlar ki üç kısımdur. Bir kısmı solduran

sopdur ki otağın ocağını söndürürler erlerin benizlerin soldururlar, diger kısmı tolduran topdur

ki rast geldükleri her topu toldurmaga yeltenürler, bir digeri ise hoplatan popdur ki anlar yek

başlarına bir memleketi batırurlar, hoplayup zıplayup yas turalar ve erlerin yolların

gözlemezler, gözleri başka cânibde, kimün ne nesnesi vardur deyü kollarlar. Ol mübarek zat

ki Hak yolundan bir dem ayrılmadı, adına Uldızoğlu Torlak Hüseyin dirler idi. Ol Yusuf-ı asr

ki malûm oldugı üzre bir dilber-i fitne-engîze mübtelâ olup sülûk-ı ehl-i irfândan cüdâ düşüp

sâlik-i ehl-i âşıkâna talib oldu, andan sonra helak olup gitti...” Dede Korkut Hikayelerinin

yazıldığı dönemde oldukça meşhur bir macera olduğu anlaşılan Uldızoğlu Huseyn Hikayesi

daha sonraları yazıya geçirilmediği için unutulmuştur. Ancak son dönemde yapılan bir

araştırmada Hikayelerin üçüncü bir varyantı Vatikan Kütüphanesinin Papa II. Jean-Paul

bölümünde ortaya çıkarılmıştır. Bu nüshada diğer iki nüshada yer almayan on üçüncü bir

1 Yazı, üniversitede edindiğimiz birikimi harcayacak bir mecra aradığımız dönemde (2005 yılı), yalnızca deşarj

olabilmek için yazılmıştır. Kadim Dostum Hüseyin Yıldız’a hürmet ve muhabbet hisleriyle ithaf ederim.

Kendisinin yazdığı nazireyi de Bengütaş’ta görmek isterim.

Page 14: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

13

hikâye olduğu söylenmektedir. Yalnızca bir varağının mikrofilmi İstanbul Üniversitesi

mikrofilm arşivi no: 13’te bulunmaktadır. Bin bir eza ve cefa ile ulaştığımız bu varakta hikâye

şu başlıkla yer almaktadır: “Uldızoğlu Torlak Huseyn ile Bamsı Beyrekin Banı Çiçek

Yüzünden Kapışmasını Bildürür”. Nüshanın mikrofilmi güneşte çok kaldığından diğer

kısımlar okunamamıştır. Bu sebeple bu olay hakkındaki bilgilerimiz bu kadarla kalmıştır.

Papalık ise Huseyin Hikâyesi’nde kilise inancını zedeleyici unsurların bulunduğuna

hükmederek eserin neşrine izin vermemiştir.2

Türk tarihi ve kültürünün Huseyn Uldız (batılıların tabiriyle Hussain Star) kültü

aslında İslam öncesi döneme dek uzanmaktadır. Ünlü Türk bilimcisi Strahlanberg’in arkadaşı

olan Marco Desturlan Çin’e yaptığı seyahatlerinden birinde tesadüfen ele geçirdiği eski bir

varaktan “Hu-Se-Yin” adını okuyabilmiştir. Bu varakta genelde yıldızlardan bahsedildiği için

de mevcut belgenin Huseyn Yıldız’ı İslam öncesi döneme çıkaran kesin bir belge olduğunu

öne sürmüştür. Belgenin ele geçişi de bir takım entrikalarla doludur. Desturlab, İkinci Cihan

Harbi yıllarında Çin’e yaptığı seyahatte komünistlerin devriminin ardından ülkeden

çıkamayacağını anlayınca boş boş gezinmeye başlamış, ardından Kingan dağları eteklerinde

bir Budist manastıra sığınmıştır. Dazlak kafasıyla dereye su çekmeye giden ve günde üç kez

Nirvana’ya ulaşan Desturlan, bir gün mabedin arka kısmında yer alan gizli bir bölmeyi

keşfeder. Desturlan, arka kısımdaki bölmeye girdiğinde dehşete, vahşete düşer. Çünkü

binlerce kâğıt parçası tozlu raflarda öylece durmaktadır. Bunlardan birini hatıra olarak

saklamaya karar verir.

Ayrıca Divanu Lügatü’t-Türk’te yer alan bir koşukta da Uldız adlı bir yiğitten

bahsedilmektedir:

Huseyn Uldız küldi mi

Küldügini bildi mi

Bildigini kördi mi

Emdi cürek cırtılur

Ulaşıp kören zırlayu

Börtü böcek hırlayu

Damda pisi mırlayu

Öter Allah deyu deyu

Bunun yanı sıra Göktürklere ait olduğu bilinen Çengü Taşlarda da Huseyn Uldız

kültünün izlerine rastlanmaktadır. On üçüncü göbekten Kültigin’in inisi olduğu anlaşılan

(ama “ini”nin ne olduğu anlaşılmayan) bir kimsenin yazmış olduğu Çengü Taş şöyle

demektedir:

“Üze kök Tengri basmasar asra yir tilingmeser, sining kelmişingi keçmişingi atangı

törüngi kim artatı udaçı erti. Kün togısınga sü süledim, kün batısınga ü ürü üledim. Huseyn

Oglıngı özümge yagı belledüm...” Anlaşılan Kültigin’in inisi, Huseyni kendisine aşılması

gereken bir engel olarak görmektedir. Ayrıca sözlü gelenekte günümüze kadar gelmiş olan bir

destan da Huseyn’den bahsetmektedir. Geçtiğimiz asırda halk şairlerinden Aşık Tırâşî’den

derlenmiş olan halk hikayesi, destan dönemine ait bir olayın aşık geleneğinde almış olduğu

biçimi de ortaya koymaktadır. Bu hikâyenin en heyecanlı bölümü olan iki aşığın karşılaşması

2 Miladın ilk yıllarının meşhur paparazzilerinden olan İbni Kallâvi meşhur eseri El-Muhabbetü’l-Ahû Min-el

Cinneti Yâhû (Geyik Muhabbeti Cinnettendir Yahu; Çeviren: Kazım Dallanbudak, Ankara 1984)’da kiliseye

yapılan bu eleştirilere hak verir. bkz. aynı eser s. 635.

Page 15: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

14

sahnesi çok meşhurdur ve yıllardan beri dillerden dile dolaşmaktadır. Yeşilçam’ın meşhur

“bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı” motifinin de buradan esinlendiğini

düşünmekteyiz (Encylopedia De La Turca-William Homsen, Strassbourg 1938, s. 12-18).

Mensur kısmın yalnızca bir bölümü yazımıza alarak manzum kısmı aynen vermeyi yeğledik:

“Nâkilân-ı asr ve râviyân-ı zamân bildirdiler ki o Huseyn ma’şukunu gördü ve derûnu

sûz-ı aşkla kül olduğu gibi gönlü de meşkle doldu. Bir zamanlar fakir ve hakir ayrıldığı

memleketine son model bir beyaz kısrakla ricat etti. Kesesi dolu, ama kalbi defolu idi.

Görenler onu tanıyamadı, bilenler onu bilemedi. Şehrin tâ orta yerine geldi, yüksekçe bir yere

çıktı. Maşuk’u bile onu tanıyamadı amma sahip olduklarını gördükte tanımadan da

sevebileceğini fark etti, o anda âşık oluverdi tanımadığı Huseyn’e. Aldı sazı Huseyn:

Aldın aşkımı sen yerlere çaldın

Bu dertli gönlümü dertlere saldın

Farz et şu dünyada bir tek sen kaldın

Dönülmez sevdiğim dönemem artık

Bu hakir Huseyn’i rezil ettin de

Sûz-ı firâkınla kandil ettin de

Saçların bağını sümbül ettin de

Onulmaz yâremi onamam artık

O anda sevdiceği, biriciği, çeşm-i dîdesi ile ciğeri ve mîdesi olan Maşûk birden

kafasında şimşekler çakaraktan inci dizerekten bade süzerekten yanaştı Huseyn’e. Aldı sazı

eline aldı ne dedi Maşûk:

Diyârdan gittin de kaldım bir başa

Kurtuldum sandım da basmışım yaşa

Ben talîm edemem kuru bir aşa

Yemeğimin tuzu Huseynimsin sen

Beyaz atlı prensim gel hele bana

Kesenin ağzını doğrult bu yana

Yaşayalım aşkı gel kana kana

Ben çoban sen kuzu Huseynimsin sen

O anda Huseyn duygularının Araf’ında kaldı. Bir yanda izzet-i nefs diğer yanda

tatmin-i heves. Amma yiğit adammış ki almış sazı eline almış ki ne demiş:

Bilmezsin yüreğim kaç pâre oldu

Öğrendim ben aşkı kaç pâre oldu (ahenk gereği “para”, “pâre söylenmiş”)

Aşkımı kemiren bir fare oldu

Bitirmiştir beni aşüfteliğin

Gidersin cennete hûri diye sen

Azmış müslümana tek hediye sen

Benimçün yeltenip çiğ tavuk yesen

Bitirmiştir bu aşkı cevvâreliğin

Huseynim bu ilden kimlere gidem

Page 16: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

15

Şimden geri derdim kimlere diyem

Dostum Özerimin sözünü tutam

“Sevdalısı olmaz âvâreliğin”

Amerika’nın hemen ortasında bulunan “Kızıldere” mezrasına mensup Kızıldereliler

(Günümüzde “e-i” değişimi neticesinde “Kızılderili” olarak söylense de galattır) de Huseyn’e

ayinlerinde okudukları dualarda yer vermişlerdir. “Kızgın kumlardan soğuk sulara geçişin

tanrısı” olan Kızgın Kumlardan Soğuk Sulara Geçen Tanrı’ya adaklar adanırken O yâd edilir.

Türklerin ve Kızılderelilerin akraba oldukları yolundaki tezler de tamamıyla Huseyn’e

bağlanır. Bir de çadırda yaşama söz konusudur ki, Türk toprakları üzerinde ne zaman bir yer

sarsıntısı meydana gelse iki yıl çadırlarda yaşanır. Bu, mitolojik devirlere ait kardeşliği

sembolize eden bir ritüeldir. Türk kavmi kanlarına işlemiş göçebelik gereği, evlerini sağlam

yapmazlar ve en uygun fırsatta da hemen açık bir arazi üzerine çadır kurarlar. Aslında bu iki

kardeşin ayrılışı Kızılderelilerin duasında açık seçik ifade edilir. Aynen tercümesini

alıyorum.3

“Ugh -dilimizde karşılığı selâmünaleyküm’dür-

Ulu Manitu, sen ki iki kardeşi birbirinden ayırdın, araya boğazlar koydun, sen ki

onların samimiyetini beğenmedin. Onlar ki kımız içtiklerinde kendilerinden geçerler, onlar ki

kımızı sek ve mezesiz içerler. Toprak daha çatlamamıştı, kıtalar daha ayrılmamıştı. Kardeş

kardeş yaşardık o kavimle. Birden depremler oldu, kıtalar birbirinden ayrıldı, kardeşler ayrı

düştü. Bak o gün bugündür çadırlarda yaşarız. Girdi araya Bering Boğazı, dağıttık şanzımanı

–bunun da dilimizde karşılığı yok- unuttuk kışı yazı. “Yıldız”lar döküldü yeryüzüne, kanar

olduk âdîlerin sözüne. Sen koru Ulu Manituuuu, auuuuuuuu!”

Dünyaya nereden geldiği bilinmeyen, nereye gittiği de aynı üstü kapalılığa sahip olan

bir karakterin tarihi seyrine değindik. Huseyn’in kim olduğu önemsizdir. Önemli olan onun

naçiz vücudu değil, bıraktığı eserleri ve kültürümüze tesirleridir. “Bâkî kalan bu kubbede bir

hoş sadâ imiş”. Esen kalınız.

3 Tercüme esnasına bana yardımcı olan aziz kızıldereli dostum “Sabah Kahvaltısında Nergis Çiçeği Yiyen

Öküzümsü Ayı”ya teşekkürü bir borç bilirim. Eşi “Gece Karanlığında Makyaj Yapabilen Kozasız Kelebek”e de

selamlarımı iletirim. Nasılsınız iyi misiniz, küçüklerimin ellerinden büyüklerimin vs.

Page 17: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

16

Deneme

MİSTİK BİR ŞÂİRİN

GÜNCESİNDEN NOTLAR

- Özer Nâmlı Vaslî Efendiye Nâm

Virildiğüdür -4

Hüseyin YILDIZ

Okuyucuya Birinci Not:

Mistik şâirin ismine ulaşılamamıştır. Başına ne

geldiği bilinmemektedir, güncesinden de yalnızca

aşağıdaki üç günü kapsayan yapraklara

ulaşılabilmiştir.

29 Ocak 2005, Cumartesi

Bir şey iyi olmuyorsa kötü de mi olmuyor?

Özerü’d-din Vaslî Efendi

Türk edebiyatı zaviyesinden bakıldığında ismi – son derece gizli bir şahsiyetmiş gibi –

anılmaya korkulmuş bir zât olan Özerü’d-din Vaslî Efendi5 hakkında üç beş kelâm etmenin

lüzûmuna kanaat getirdikten sonra, konuyla ilgili sözlü ve yazılı kültür mahsullerinin te’mîni

için üstün bir çaba sarf etmekteydim. Vaslî Efendi hakkında pek çok rivâyete tesadüf

etmemek yâhud alelâde bir şahsiyetin urbasının iç cebinde taşıdığı bir cönkte bile Vaslî’nin

bir beytinin bulunmamasının neredeyse mümkînâtı yoğidi. Mitolojik zamanlardan başlayarak

18. asrın ikinci yarısına kadar bu zâtın ismine bir yerlerde rastlamak artık beni şaşırtmıyor,

sadece bir anlık merâkımı kamçılıyor, akabinde de insanın yüzünde tatlı bir esinti bırakan bir

meltem gibi ilim güzergâhımızdan geçip zihin arşivimizdeki yerini alıyordu.

Vaslî hakkındaki en eski bilgi ünlü Türkolog Bang Bang’ın Türk Esâtîri ve Klasik Batı

Kaynaklarında Türkler (Agutto Kardassowitz - Wiesbaden,1787) isimli çalışmasında

geçmektedir. Aynen aktarıyoruz:

Milattan önceki devirlerde, Türklerin atası olarak kabul edilen Hiung-nu’ların da

kökünün dayandığı büyük sultan Ulıg Kam Börk Kan6 zamanında yaşamış olan

4 Bu yazı, kadim dostum Özer (Şenödeyici)’le Ankara sokaklarında dolaşıp, Güven Park’ta çay içtiğimiz,

kitapçılardan 1 milyon liraya üç kitap aldığımız – o zamanlar Türk lirasından sıfırlar yeni atılıyordu ve biz

henüz alışamamıştık – dönemde (2005 yılı) yazılmıştır. Kadim dostuma en samimi duygularımla ithaf ederim. 5 Özerü’d-din Vaslî Efendi ismi fevka’l-âde uzun olduğundan metinde bazen, kendisinden kısaca Özer diye bahis

edilecektir 6 Türkler ile Almanlar (bilhassa Türkçe ve Almancada rastlanan benzerlikler münasebetiyle) arasında bir

akrabalık olabileceği tezini ilk defa Macar Türkolog Janos Rızai (Yanoş Rızayî) Birinci Türkoloji Kurultayında

dile getirmiş ve buna misâlen de Türkçedeki –lIk eki ile Almanca –liech sontakısını ve Ulıg Kam Börk Kan

ismini göstermiştir. İki ekin benzerliği ilk anda göze çarpıyor, işlevsellik ve görev bakımından incelendiğinde de

son derece düşündürücü sonuçlara ulaşılıyor... Rızai’ye göre bir Alman şehri olan Hamburg’un ismi de Türklerin

büyük büyük büyük atası olan Ulıg Kam Börk Kan’ın isminden gelmektedir. Yine ona göre ismin başındaki

Page 18: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

17

isimsiz bir kahramandan bahseden Çin kaynakları; kendi ataları Khai To-kai’lerin7

bu Ulıg Kam Börk Kan’dan pek çok kez mağlubiyet duygusunu tattıklarını da Çin

papirüslerine nakşetmeyi ihmal etmemişlerdir.

Bu isimsiz kahraman, o devirlerde başlayan ve yüzyıllarca devam edecek olan

Türk – Çin savaşlarında büyük cengâverlikler göstermiş ve düşman kuvvetlerine

muazzam zayiât verdirmiştir. Onun bu muvaffakiyeti elbetteki yüce sultan Ulıg

Kam Börk Kan’ın da dikkatinden kaçmamıştır. Onunla tanışmak isteyen Ulıg Kam

Börk Kan, kahramanı yanına çağırtarak ismini öğrenmek istemiştir. Aldığı cevap

üzere kahramanın isimsiz olduğunu öğrenen Ulıg Kam Börk Kan ona bir isim

vermek istemiştir ve gecelerce düşündükten sonra rüyasına giren bir Aksakalın

verdiği fikir kırıntısının neticesinde, Türk milletinin bağrından çıkan, yiğidin

harman olduğu yerden gelen, Ulu Türk’ün öz çocuğu olan bu cengâvere “Öz” ve

“Er” isimlerinin terkibinden oluşan “Özer” ismi layık görmüştür.8 Daha sonra

Türklerin müslüman olmasıyle Türklerin bir hevesle zaman zaman çevrelerinde

“Ulıg” sözcüğü esasında bir sıfattır ve Günümüz Almancasında unutulmuş olup şu anda “groß” sözcüğüyle

karşılanmaktadır. Bu yüzden pek bir önem arz etmez. İsmin sonunda bulunan “Kan” sözcüğü ise Günümüz

Almancasında “khan” şeklinde yaşayan ve “hükümdar” manasında kullanılan Türkçe bir sözcüktür. İsmin orta

kısmını teşkil eden ve Rızai’ye göre Hamburg şehrinin isminin kaynağı olan “Kam Börk” kısmı ise tamamen ses

değişmelerine dayalı olarak günümüzde “Hamburg” şeklini almıştır. Bazı kendini bilmezler “burg” sözcüğünün

“şehir”, burjuva yani “burgiva” sözcüğünün de “şehirli” anlamına geldiğine vurgu yaparak ukalalık yapmak

isteyebilirler. Onlara verilecek cevap da işte “börk” kelimesinde saklıdır. Börk “genellikle hayvan derisinden

yapılan başlık” manasında kullanılan bir giyecek adıdır ve eski Türklerde yalnızca hükümdarın giyebileceği

başlık anlamında kullanılmıştır. Hükümdar idarî bir yerde bu işi ifa edebileceğinden bu işin yapıldığı yere, yani

“il”e törü (yahud töre) gereği olarak bir isim verme lüzûmiyeti doğmuş ve neticede “börk” ismi verilmiştir. Hatta

uzunca bir süre Türkler başkent yerine il, kut, törü, börk kelimelerinden oluşan şu birleşik isimleri

kullanmışlardır: İlbörk, kutbörk, ilkut, törübörk, iltörü, kuttörü. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Arthur

Baudelaire, Türklerde Yerleşik Hayatın Tarihi, Paris, 1895; Charles Perwiniev, Eski Türklerde Devlet Anlayışı,

Moscow, 1953; Muhittin Rıza, Hayatü’l- İctimâî (Türkler bahsi), Beyrut 1964; Mehmet Emin Topçu, Türklerin

Sosyal Hayatına Şöyle Bir Bakış, Ankara, 1985; O. M. F. Rahmeti Pamir, Türk İçtimaî Müesseseleri Tarihine

Giriş, İstanbul, 1947…) 7 Khai To-kai’ler Çinlilerin ataları olup Çin Seddini ihâleye ilk açanlardır. Ancak ihâleyi kazanan Büyük Kardeş

Chou-i Hanedânı işi zamanında bitiremeyip, üstelik seddin deniz kıyısına yapılan bir kısmının da 3.1

şiddetindeki bir tsunamide târumâr olması neticesinde dönemin dâhiliye nâzırı Fang Ting Kong ikinci bir ihâle

açmak zorunda kalmış ve iş, deniz kıyısında olan bölümler de iptal edilerek Tsu-i’n hânedânına verilmiştir.

(Ayrıntılı bilgi için bkz. Peter Peterson, Çin’in İçinden misin?, Beijing, 2000; Muttalib Ferhengî, Çin’den

Selamlar, Tahran, 2002; İkik-ei Ti-kie, Kültür ve Tarih Bağlamında Çin, Beijing, 2004 ) 8 Bu konuda çeşitli rivayetler vardır. Meselâ ünlü Türkolog ve Arabist olan James Nerély Ulıg Kam Börk

Kan’ın sarışın ve yeşil gözlü, filiz gibi bir delikanlı olan kahramana isim vereceği sırada “Öh höö öö” diye

öksürmesini müteâkiben, Farisî lisânında Türkçe “sarı” kelimesinin mukâbili olan “zer”i telâffuz etmesini esas

alan ve elde kalem hazır bekleyen kâtipler nüfus kayıt defterine “ö-zer” lafzını kaydediverirler. İşbu vakitten

sonra kahramanın isminin “ö-zer” yani “sarı” manasına geldiğini belirten Nerély, buna delil olarak da

kahramanın sarışın olduğuna dâir yüzlerce vesikayı öne sürmüştür. Bir diğer rivayet ise Kanadalı Folklorist Steve

McCalinn’in görüşüdür. McCalinn’e göre hükümdarın kahramana “Özer” ismini vermesinin sebebi, kahramanın

savaş meydanında çok iyi iş görmesi ve önüne geçen herkesi adeta yoğururcasına özeye özeye yere yapıştırıp,

insanın bir nevi pestilini çıkarmasıdır. Bu yüzden Türkçe bir isim olan “öz” sözcüğüne isimden fiil yapma eki

olan “-e”nin eklenmesiyle vücûda getirilmiş olan “öze-” fiili, ismin asıl köküdür ve isim olan “özer” ise “özeyen,

özemekte olan, özeyici” anlamlarına gelmektedir. Hatta kahramanın 45. göbekten torunu olan ve Türkiye’nin

Kocaeli vilayetinde ikâmet eden vârislerinin kendilerine soyadı olarak “şenödeyici”yi seçmeleri hiç de tesâdüfî

olmasa gerektir. Daha çok Arapçanın etkisiyle meydâna gelen bir ses hâdisesi olan “–z– > –d–” değişikliği

(örneğin. velezzâallîinn > veleddâallîinn) dikkate alındığında “şenödeyici”nin hadd-i zâtında “şenözeyici”

olduğu kolaylıkla anlaşılabilecektir. (Bu konuda bkz. James Nerély, Türklerde İsim Verme Âdeti Üzerine Bâzı

Mülâhazalar, Türkiyât Mecmuâsı, Cilt 2, 1905, s. 101-156.; James Neréely, Türklerde Unvan ve İsimlerin

Kökeni Üzerine Bir Giriş Denemesi, Central Asiatic Journal (7), 1918; Mesûd Feihreinhairth, Türklerde İsim

Kültürü, Berlin-İstanbul, 1980)

Page 19: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

18

Arabî ve Acemî isimlere yer vermesinden etkilenen Özer kendisine mahlas olarak

“Vaslî”yi seçmiştir.

Anlaşılacağı üzere Özer ismi Türk tarihinde ve hatta Türk edebiyat tarihinde hiç de yabana

atılmayacak önemli bir yere sahiptir. Bu yeri pekiştirmek için hem öyle fazla bir çaba da sarf

ettiği söylenemez. Sadece birkaç kalem oynatma, birkaç nutuk atma onun bu haklı şöhrete

ulaşmasında son derece etkili olmuştur. Öyle ki yüzyıllardır Avrupalı pek çok yazar çizer

takımının Anadolu, Mezopotamya, Arabistan ve Mısır coğrafyalarına yaptığı büyük projeler

çerçevesinde gerçekleştirilen seyahatlerinde tanıdığı Nasreddin Hoca, Dede Korkut, Yunus

Emre, Fuzulî, Ömer Hayyam, Mevlânâ, İbn Arabî, Ahmed Yesevî gibi pek çok mühim ve

mutasavvıf şahsiyetin arasında, belki onlardan da önde yer almayı başaran bir şahsiyettir

Özerü’d-din Vaslî Efendi. Nitekim efsâneleşmiştir ve hakkında peyderpey destanlar

yazılagelmektedir...

30 Ocak 2005, Pazar

Hiçbir şey öğretemediysem,

Mücadele etmeyi öğrettim...

Bu da bana yeter...

Özerü’d-din Vaslî Efendi

Çalışma masamın başına oturmuş ünlü oryantalist Edward Replick’in yazdığı ve ünlü

Amerikan dergisi Times’ın son sayısında yer alan Hitler’in On Yedinci Sevgilisi Hanna’nın

Psikopatolojisi Üzerine Notlar isimli makaleyi okumaktaydım. Fakat o da ne? Hanna’nın

büyükannesi Helga Tuvarthebingen’in Birinci Cihan Harbi yıllarında Anadolu coğrafyasında

gezinen, daha sonraları ismi Gestapo olacak olan Alman Millî İstihbarat Pro-Teşkilâtı (AMİP-

TEŞ) çalışanları arasında yer alan ve Türkiye’de ismi “Hatçe Bacı” olarak bilinen meşhur

Alman casusu olduğu yazıyordu.

Hafızam yanıltmıyorsa bu konuda bir şeyler okumuştum. Zannederim Sorbonne

Üniversitesinde doktora tahsili görmekte olduğum yıllardı. Hocamız Prof. Paul Dény de

Vitoc’un elinde Le Monde’un o günkü sayısı vardı ve gazetede Alman casusu Helga

Tuvarthebingen adıyla bilinen nâm-ı diğer “Hatçe Bacı”nın Kırkbirinci Özerü’d-din Vaslî

Efendi’nin sevgilisi olduğu yazıyordu. O zamanlar pek ihtimal vermemiş olmakla birlikte

gazetenin ilgili sayfasını, daha yeni yeni oluşturmakta olduğum arşivime almıştım. Gazetenin

manşetinde şöyle yazıyordu: “Alman Casusu Türk Dostu Çıktı!” Ayrıntıda ise bayağı etraflıca

bilgi veriliyordu.

Bu sırada, Prof. Paul Dény de Vitoc, Helga’nın soyadı hakkında bize bilgi vermeye

başlamıştı. Helga’nın soyadı, devrin büyüklerinden olan ve soyadı kanunu çıktığında

konulmasını bizzat arzu eden Maruf Paşa tarafından tespit olunmuştu. O dönemde çok meşhur

olan Özer ile Helga’nın aşkı, söylentiye göre bir duvar dibinde vukû bulan elektriklenme ve

sıkı münasebet çerçevesinde başlamıştı. Bu münasebetle Maruf Paşa ilgili kanun çıktığında

Özer – Helga çiftinin soyadının “Duvardibi” olmasını vasiyet ve arzu etmişti.9 Daha sonraları

9 Ancak bu rivayetin bazı ilim çevrelerince kabul gördüğü söylenemez. Nitekim, ünlü siyaset bilimci ve tarihçi

Prof. Dr. Kenan de Véren bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır. “Helga’nın soyadını Maruf Paşa’nın vasiyet

ettiği doğrudur. Netekim tarif yanlıştır. Helga’nın soyadının Tuvarthebingen olmasındaki tek etken Özer- Helga

çiftinin meşru ilişkilerini Maruf Paşa’nın “tepinen davarlar” şeklinde yorumlamaları ve bunun Alman lisanına

Page 20: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

19

soyadı kanununun çıkması gecikmiş ve Kırkbirinci Özerü’d-din Vaslî Efendi’nin bahçe

sulamakta iken Rus mavzerlerine hedef olması sonucu Türk tarihine altın harflerle yazılan “İlk

Bahçe Sulama Şehidimiz” haklı honoré ve unvanını taşıyan kocasından ayrı düşen Helga’nın

anavatanına karnındaki küçük Özerlerle beraber (ultrason sonuçlarına göre Helga’nın üçüz

doğurması bekleniyordu. Kaynak: La Gazzetta Della Sport, 17 March 1945, İtaly) dönüşü

başlamıştı. Şu sıralar Kırkbirinci Özer’in çocuklarının Almanya’nın Leipzig kentinde bir

süpermarket işlettikleri, küçük torunu Ouzher Mauser Tuvarthebingen’in ise bahçede top

oynamakta ve boş zamanlarını bahçe sulamakla geçirdiği sanılmaktadır.

Bu konuya daha fazla temas etmenin Türk ve Alman istihbaratına olumsuz etkileri

olacağından, bugünlük, yine Özer Efendi ile ilgili olan yeni bir konuya değinmekle

yetineceğiz. 17. yüzyılda yaşamış bir zât olan On Dokuzuncu Özer Efendi’nin dostları arasında

sayılan ve asıl adı “Mehmed bin Darende bin Sâye’nde bir Pera bin Kende” olan Fâhirü’l-

Leblebî’nin esasında bir İlluminati üyesi olup hendese ve cebir ilimlerinde Bağdat

külliyelerinde elbise eskitmiş bir allâme-i cihân olduğuna dâir söylentiler vardır. Hatta o sıralar

Osmanlı ülkesine ilim öğrenmek için gelen Christopher Wallace’ın günlüğünden

öğrendiğimize göre Fâhirü’l-Leblebî otuz iki basamaklı iki sayıyı üç saniyede çarparak tam

sonucu anında verebilmekte ve müritleri aynı sonucu elde etmek için iki sayının çarpımıyla bir

hafta boyunca uğraşmaktadırlar.10

Zamanında Özer Efendinin de bu işlerle alakadar olduğu

fakat kendisine gelen bu müthiş teklifi, “Dünyanın En İyisi Olma” niyetine hizmet eden bu

fırsatı kaçırmanın aptallık olduğunu düşünerek şevkle kabul ettiği bilinmektedir. Ancak Özer

Efendinin bir süreliğine (1645 Yaz – 1647 Bahar) ortadan kaybolması son derece düşündürücü

olsa da, bu zamanda yaşadıklarını anlattığı uzun mesnevîsinde tatmin edici bilgilere

ulaşmaktayız. İlgili mesnevîye bir başka yazımızda değineceğimiz için burada fazla temas

etmemekle yetindik.

Tekrar Fâhirü’l-Leblebî’ye dönelim. Kahire’nin ünlü câmisinin iç dizaynını ve Tahran Millî

Parkı’nın çevre düzenlemesini yapan bir mimar da olan Fâhirü’l-Leblebî’nin çalışmaları ve

eserleri hakkındaki bilgilerin tamamına ulaşıldığı henüz söylenemez.11

Hatta Fâhirü’l-Leblebî

hakkında okuduğum bir makalede şöyle denmekteydi.

Yüzlerce eser bırakarak Türk-İslam hatta dünya ilim tarihinde eşine az rastlanır bir

şahsiyet olma şerifine erişmiş olan bir zattır, Fâhirü’l-Leblebî. Hakkında Avicenna

(İbn Sinâ), Alfarabius (Farabî) ve Takiyüddîn’den etkilendiğine dâir birtakım

bilgilere rastladığımız Fâhirü’l-Leblebî’nin aslında bunların tamamen beyhude

cümleler olduğunu ispatlayan bir ilim adamı olduğunu, kendi yazdığı “Yedi Onda

Beş, Onda Dört” isimli ve şu anda Batı dünyasındaki pek çok üniversitede

okutulmakta olan kitabından anlıyoruz. Fâhirü’l-Leblebî bu eserinden ismi geçen

“Tuvarthebingen” olarak geçmiş olmasıdır.” (Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.thebingen.com ; Kenan de

Véren, Bir Alman Casusu Ne Yer Ne İçer?, Türk Teşkilatçılık Kurumu Yayınları, Ankara, 1981; Edégü Spanacs,

Gestapo ve Futbol Topları Tarihine Dâir, National Geographics, 1986, Cilt: 27, s. 15-104) 10

Ayrıntılı bilgi için bkz. Christopher Wallace, Fâhirü’l- Leblebî ile 28 Gün, Westing House, Birmingham,

1678; Dennis Dé Nmeyis, Fâhirü’l- Leblebî’nin Bütün Eserleri-I Üç Kere Beş (Tercüme, Tenkitli Metin,

Tıpkıbasım) , London, 2000. 11

Bu konuda Fransız ve Çek Araştırmacıların ortak bir projesi vardır. Heyetin başında Fransız Dil Bilimci

Mérlyn F. Bookermann bulunmakta ve 2003 yazında başlayan çalışmaların 2006 sonunda bitmesi

beklenmektedir. Heyet yetkililerinden İvan Toborsky’nin yaptığı açıklamada Fâhirü’l-Leblebî’nin eserlerinden

ancak 213 tanesine ulaşabildikleri, bunlardan pek çoğunun ise eksik ya da yazısı silinmiş metinlerden oluştuğu

bildirilmiştir. Daha sonra heyet sözcüsü Mehmed Zarrî’nin okuduğu yazılı bildiride Türk, Arap ve İranlı

hükümet yetkililerinden çalışmalarını yavaşlatan ekonomik ve bürokratik engellerin telafisi yolunda destek

istendi ve bu konuda sivil toplum örgütlerinin de kendilerine yardımcı olacaklarını umdukları vurgulandı.

(Kaynak: Nevada Vileyitining Geziti, (21.01.2005) Türikşe-Orusşa Gezit, St. Petersburg, Russia)

Page 21: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

20

üç şahsiyetin tezlerini çürütmekte ve hatta boğaza kaçan ekmek kırıntılarını ekmek

bıçağıyla çıkarabilmektedir.12

31 Ocak 2005, Pazartesi

Güvendiğin dağlara kar yağdıysa,

Yap bir kardan adam,

Kardan da olsa, adam olsun

Özerü’d-din Vaslî Efendi

Bu sabah, ofisimden içeri girdiğimde kapının altından atıldığı belli olan sarımtrak bir

zarfla karşılaştım. Zarfın üzerine keçeli kalemle “Hüseyin Yıldız’a” yazıyordu. Pul

yapıştırılmamış ya da herhangi bir postanenin mührü vurulmamıştı. Tuhaf bir posta şekliydi!

Birisi bana bir şeyler söylemek istiyordu, ama ne? Zarfı açtım ve bir kağıt parçasıyla

karşılaştım. Kağıdın üst kısmında yazı olduğunu tahmin ettiğim acayip bir şey vardı. Aslında

bir tabloya benzetmiştim bu şekli. Tuhaftı, ama tanıdık gelen bir şeyler vardı. Bunu

hissedebiliyordum. Öncelikle gayet ince bir kağıda yazılan - ya da çizilen - bu şeyleri çözmem

gerekiyordu. Kağıdı hemen tarattıktan sonra bilgisayarıma aktardım ve üç farklı dosyanın

içine üç farklı isimle kaydettim. Niyetim kağıdı tanıdığım dostlarıma, Richard Kleiderzinski

gibi kriminalist, yahud Necip Tombalacı gibi uzman arkeologlara göstermekti. Birden aklıma

yeğenimin geçenlerde bilgisayarımla uğraşırken yüklediği bir program geldi. Bu programa

göre, bilgisayar ya da daktilo ortamında yazılmış metinler olduğunda bunu elektronik

ortamına aktararak insanı uzun uzun uzun yazmaktan kurtarıyordu. Denemeye değerdi. İsmini

güçlükle o anda hatırladığım ancak şu anda unuttuğum bu programa girerek düşündüğüm şeyi

yapmaya çalıştım. Bir şeyler olmuştu galiba. En azından şimdi yazıya daha çok benziyordu.

Hatta en üstteki yazıyı da yavaş yavaş seçebiliyordum: anıdığım

işaretler vardı; mesela “e, x, p, z” gibi harfleri biliyordum. Ama bu harflerin benim dilimdeki,

yani Türkçedeki ses değerleriyle bu yazıdaki ses değerleri acaba aynı mıydı? Hem baştaki

işaret de iskambil kağıdıyla oynayan hemen herkesin bilebileceği gibi maça “” işaretine çok

benziyordu. Sonra yatay bir çizgi “”, yukarıyı gösteren bir ok “” ve matematiksel bir işaret

olan kök işareti “” vardı. Bunların hepsinin bir anlamı olmalıydı. Ama ne?

O sırada içeri sarışın, uzun boylu ve bi’ttabiî güzel asistanım Tamara girdi.13

“Merhaba

Profesör” dedikten sonra yanıma yaklaşan Tamara, adeta ne yapmak istediğimi anlamışçasına

metindeki, taramadan kaynaklanan pürüzlü noktaları gidermeye başladı. Yazı daha da

netleşmişti. Ve birden “Aa” dedi, “Öz Er Han’ın şeceresi mi bu?” diye soruverdi.

Afallamıştım. Öz Er Han’ın şeceresi mi demişti bu kız?

Birisi gelmiş, bir zarfın içine Öz Er Han’ın şeceresini koymuş ve kapımın altından

atıvermişti. Yüzyıllardır aranan, fakat bulunamayan; hatta bir zamanlar haçlı seferleri

12

Bkz. Dennis Dé Nmeyis, Fâhirü’l- Leblebî’nin Bütün Eserleri-IV Yedi Onda Beş, Onda Dört (Tercüme,

Tenkitli Metin, Tıpkıbasım) , London, 2000, s. 112, levha 5. 13

Aslen Gürcü olan ve yanımda Türkoloji tahsili görmekte olan Tamara, Kuzeydoğu Türkçesi aksanıyla

konuşuyordu. Babası da Gürcistan’da tanınmış bir Türkolog olan Tamara; Türkçe, Rusça, İngilizce, Almanca,

Çince, Japonca, Korece, Moğolca, Tunguzca ve Malayca üzerine yaptığı çalışmalarla gelecek vaat eden zeki,

gözleri çakmak çakmak, güzel bir kızdı ve koç burcuydu (Bkz. Eduardo Hattion, Gürcü – Türk Münasebetleri,

Nereye Kadar?, Bükreş, 1995, Marquez Sipinacci, Eski Bir Dosttan Yeni Öyküler, 1968, Napoli, İtaly)

Page 22: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

21

sırasında Tapınak şövalyelerinin sakladığı iddia edilen, bir ara Engizisyon mahkemelerince

yargılanmaksızın yakılan bir zat olan Aziz Augustionius’un cüzdanında olup onunla beraber

yandığı tahmin edilen; bir rivayete göre Buhara Külliyesi’nin kütüphanesinde parşömeni

insandan daha çok sevdiği düşünülen farelerce kemirildiği iddia edilen ve hatta Ermiş

Lubeydetü’l-lâh’ın kasasında sakladığı İsfahan şehrinin gayri resmi tapusunu çalan kırk

haramilerin ganimetleri arasında sanılıp da para etmediğine inanan aklı kıt bir haramînin bit

pazarında, iki tas leblebiye sattığı hakkında güçlü deliller gösterilen büyük Türk kağanı Öz Er

Han’ın şeceresini mi kastediyordu bu kız? Üstelik bir zaman o şecerenin Moğol istilası

müsebbibi Cengiz Han’ın hazinesiyle birlikte yok olduğuna dair bir makale bile yazmıştım.14

“Nasıl anladın?” diye sorduğumda verdiği cevap çok zekiceydi. “Nasıl mı, tabii ki yazıdan

profesör, biz bu yazıyı arkadaşlarımızla çetleşirken15

kullanıyoruz. Bakın dosyaya girip de

yazı seçimini “symbol” yaparsanız, bunu siz de fark edebilirsiniz.” Hakikaten de öyleydi.

Üstelik yazının tamamı da çözülmüştü. Tamara daha sonra odasından birçok doküman

getirmiş ve Öz Er Han hakkında bildiklerini anlatmıştı. Bunlar arasında birçoğunu benim de

bildiğim, ilginç bilgiler de vardı. Yaklaşık yirmi Gürcüce kaynak da bunun bir göstergesiydi.

Meşhur Gürcü ozanı Aguusta Veli’nin Yunus Emre’ye nazîre yaptığı şiirinde Öz Er Han’dan

bahsedilmesi hele son derece enteresandı. Demek o zamanlarda bile Öz Er Han’ın ismi

yabancı memleketlerde övgüyle anılacak denli büyüktü.16

Müthiş bir zekâ ürünü olan bu şiir

Türk tarihini değiştirecek nitelikte bir ehemmiyet arz etmekteydi. Tanrım, rüya mı

görüyordum yoksa!. Önce Öz Er Han’ın şeceresi ardından Agusta Veli’nin şiiri, güne fevka’l-

âde başlamıştım ve bu bence böyle sürmeliydi. O an aklıma Özerü’d-din Vaslî Efendi’nin bir

vecizesi gelmişti. Onu mırıldandım: Bir şey iyi olmuyorsa kötü de mi olmuyor!. Tamara bir

an yüzüme baktı, alakasız bir söz söylemiştim. Olsun, Özerü’d-din Vaslî Efendi’nin sözüydü

ya, o yeterdi. En sonunda…

Okuyucuya İkinci Not:

Mistik şâirin günlüğü burada

kesilmektedir.

14

Makale için bkz. Hüseyin Yıldız, Kimin Eli Kimin Cebinde…, Türk Muhakemeleri Tetkikat Mecmuası

(TÜM-TEM) Yıllığı, 1987, Ankara. 15

O vakitler kullanılan tuhaf bir Türkçe kelime olup Anglo-Sakson lisanındaki chat kelimesinden gelir, sohbet

manasınadır. 16

Rustaveli’nin Yunus Emre’ye yazdığı şiir:

აბწჭ გბად ევ თიზუფტ /// სრჰჲჳჴჶყწ ჭხ პონმძცლ /// კჩში თყღწ ჭ გბაზვქ ფ /// ე დუჲჳჵჲჱ ჰჯჟრაბგ

[Çev. Rıza Pir Meskhiedze] /// Yungus bolsan emne kılar /// Çinggis Tawda özge kar tapılbas /// Tengri bilip

turur atta yular /// Bolgança, Öz Erten car kapılbas… (Kaynak Tiflis Çocuk Dergisi, Tiflis, 2004)

Page 23: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

22

Şiir

ÂŞIKLAR MECLİSİ’NDE

Yavuz Fermân KILIÇ

Tâhir ile Zühre Meselesi

Tâhir idi ismi

Bir türkü söyleyecek… Pek de yanık sesi

Lakin bir şart

İçinde geçmeyecek bir kelime Zühre’si

Zühre derse ölecek

Demezse herkes ona gülecek.

Hoş bir türkü… Eyvah ‘’Zühre’’ dedi

Yanacak

Hiç mi düşünmedi

Zühre, buna nasıl dayanacak?

Âh Tâhir!

Kolay olanı seçtin

Herkes sana gülecek diye mi korktun

Cândan, cânândan geçtin?

Sen görmedin, yine herkesi kendine güldürdün

Yazık değil mi

Zühre’yi âhlar içinde öldürdün?

Ferhâd ile Şîrin Taksimi

Ferhâd idi ismi

Her güzel sözüne Şîrin’i yerleştirdi

Ferhâd… Aşk yolunda kül olmuş cismi

Ferhâd… Bî-sütûn, ismini ölümsüzleştirdi.

Âh Ferhâd!

Elindeki kazmayı, havaya mı atacaksın

Yoksa Şîrin’e mi kızıyorsun?

Ferhâd… Sevda derinlerdir

Ferhâd…

Sen, dağın üstünü kazıyorsun.

Leylâ ile Mecnûn Taksîmi

Mecnûn idi ismi

Aşk yolunun resmi elinde

‘’Leylâ’’ zikri, her daim dilinde.

Çüllerin yagâne mihmânı

Öyle ki, andırıyordu bir nevi Fermân’ı

Mecnûn… Leylâ’sına sitem etti.

Page 24: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

23

Ondandır ki, ömrü çöllerde bitti.

Âh be Mecnûn!

Bilmez misin, efendisinden şikâyet etmez, köle

Nedir bu sitem, nedir bu şikâyet

Bile bile

Leylâ’yı âhlar içinde öldürdün?

Fermân ile Mihribân Taksîmi

Fermân idi ismi

Aşktı, âşıktı, maşûktu…

Fermân… Mihribân yolunda, aşk elinden âvâre

Şikâyeti yok, en azından bir kere

Fermân…

Çöllere, özünde mihmân olan

Fermân…

Dağları, demir halkalar gibi boynuna alan

Fermân…

Ömrünün tek sermâyesi: Mihribân

Son Nefes Taksîmi

Mecnûn:’’Dermân’’ dedi

Ferhâd: ‘’ Biraz daha zamân’’ dedi

Tâhir: ‘’ Son bir imkân’’ dedi

Fermân: ‘’Mihribân’’ dedi

Ve Sonra Bilenler Dediler ki:

Tâhir olmak da ayıp, Zühre olmak da

Ferhâd olmak da, Şîrin olmak da ayıp

Leylâ olmak da ayıp, Mecnûn olmak da

Sevdâ uğruna çöle düşmek da ayıp

Dağları delmek de

Fermân ile Mihribân olamadıktan sonra

Sevdâ uğruna ölmek de ayıp

Mesele, ne Tâhir ile Zühre’yi anlayabilmek

Ne Ferhâd ile Şîrin’i

Ne de Leylâ ile Mecnûn’u

Mesele, Fermân ile Mihribân’ı anlayabilmek

Ya Fermân, ya da Mihribân olabilmek

Fermân ile Mihribân olamadıktan sonra

Tâhir olmak da ayıp, Zühre olmak da

Hatta sevdâ uğruna ölmek de ayıp

Page 25: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

24

Hikâye

ŞAİRİN ÖLÜMLE DANSI

Tuğba BESEREK

Bir şair vardı. Gözleri şiir şiir bakardı. Bir gün melek yüzlü

cennet gözlü, pembe düşlü bir kızı sevdi. Sevda yollarında koşardı.

Can pazarından öte aşk pınarında yaşardı. Sevda büyüdükçe kız da

büyüdü. Cennetten öte kokardı. Kız pembe düşlerini odasına asar

aydınlığında yaşardı. Uyurdu şiirce. Mışıl mışıl. Gecenin uykusu

gözlerinde sevdandan bir su. Karanlığa kurulmuş pusu. Ağladı şair,

sildi göz yaşlarını. Güldü şair. Eşlik etti gülmelere. Önce canı gibi

sevdi. Sonra canından öte sevdi kızı. Kızda hayalleriyle savaşırken

anlamsızlaştı düşleri. Şair sevda bakan gözlerindeki anlamı da anlayamaz olmuştu. Şair

anlayamadı. Anlamsızlaştı her şey. Kırılır gibi oldu kalbi. Olmadı. Sabretti şair. Şiir gözlüm,

yağmur yüreklim dedi. Kokladı. Cennet kokuyordu. Cennetti kız. Kız ağlamalarının yanına

şairin de göz yaşlarını aldı. Ağlamaları sevişti her gün damla damla.

Kız ağlıyordu, şair ağlıyordu. Kız

anlatıyordu. Şair anlamıyordu.

Anlaşamıyorlardı. An’a dertlerini

anlatamadıkları için an’laşamıyorlardı. Bir

gün kara bir leke gördü şairin gözlerinde

kız. Karardı dünyası. Kara bir leke. Gözleri

kırmızı alev gibiydi. İçinin yangınlığı

karartmıştı. Yakmıştı önce özünü sonra

gözünü. Kız olmaz dedi. Gözünde kara var

sevgilinin. Belki de kör olacaktı. Kör

birinin sevemezdi. Kariyer yapacak,

sevdiceğini koluna takacak, “bu şairim

benim. Ben de onun şiiriyim. Bunu şair

eden kadın benim.” diyecekti. Pembe

hayallerinde kör birini sevemezdi.

Anlamını kaybetti tüm kelimeler. Çok

üzüldü şair. Hiç kimseye değildi sitemi.

İçine idi. Yelda gecelere, kanlı bakışlara,

yangın sevdalara idi. Çok sevdiği kalbe de

değildi kırgınlığı. Karanlık düşlerineydi.

“İncimdin, incimdin, incim benim

sevincimdin” dedi içinden.

Kız, seher vaktinde ezan sesiyle uyanır.

Gözünü açınca cancazım der sevdiceğini

görürdü karşısında. Sokulur, koklar,

sinesine çekerdi. Hayalliyle konuşur. Şiir

şiir yağardı duyguları yastığına. Ve

kanaviçe gibi, dantel, gül örgüler olurdu

sevdası yastığına. Bir gün seher vakti

söyleşirken şairle birden hava karardı. Kar

yağmaya başladı. Çok soğuktu, fırtına

esiyor, camlara kar taneleri çarpıyor ve

ölüyordu. Kar ölüyor taneler ölüyor.

Sevdalar ölüyordu. Kız gözlerini açtı ve

yıllarca gördüğü gözleri göremedi yanında.

Anlayamadı algılayamadı, anlatamadı.

Öyle kalakaldı kız. Yapayalnızdı.

Seccadesine koydu alnını kız kapattı

gözlerini. Öylece uyuyakaldı. Meleklerin

kucağında buldu kendini. Rabbinin

huzurunda açtı gözlerini. Ama şair yoktu,

bulamadı. Kararmıştı pembe düşleri. Fark

etmemişti. Anlayamamış, anlatamamıştı.

Pişmandı. Ağlamak için yalvardı Allah’a.

Ancak Allah gözyaşlarını da almıştı

elinden. Ağlayamıyordu. Anlayamıyordu

kız. İçi yangın yeri gibi oldu. Ne göz yaşı

vardı ne de şair. Sonra içinden mırıldandı.

Yoksa ağlamak mı şiir ve bir gözyaşı mıdır

ki şair. Yoktu düşlerinde okşayıp

kokladığı, sevda çektiği, cennet çiçeği.

Kokusuna hasret kalmıştı. “Aşk ki

gözyaşına teşne. Nerdesin ey sevgili!”

dedi. Ama kızı duyan bir damla olmadı

gözünden. Akmadı yaşlar. Sustu kız.

Zaman sustu. Ten sustu. Beden sustu. Şair

neredeydi. Ne yapıyordu. Ağlıyor muydu?

Anlıyor muydu? Anlatamıyor muydu?

Yandı içi. Yandı canı. Kızın gözleri aradı

kara lekeli şairin gözlerini. “Failin gözü

eladır. Sevdası başa beladır.” diye diye

mırıldanırdı. Ela gözlüsünü arıyordu.

Bulamadı. Elini cebine attı gözyaşlarını

silmek için. Eline bir kâğıt ilişti. Baktı

Page 26: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

25

kâğıda. Şairin imzası vardı. Sabahın

seherinde uyurken kızın alnında öpmüş ve

paltosuna koymuştu şair. “Son sözlerim

bunlar” diye ilave etmişti. Heyecanla açtı

kâğıdı kız. Okudu. “keşke öldürmeseydin

sendeki beni.” yazmıştı. Dudakları soğukta

üşümüş kalmış gibi dondu kaldı. Titredi.

Titrek titrek. Ağladı kız. Hıçkırıklarını

yuttu. Yandı canı. Durdu damarlarında

kanı. Ne gözlerinden yaş akıyordu. Ne de

damarlarından kan. Ve alev alevdi vicdan.

Nefesinin bitmesini istedi. Canın gitmesini

istedi kız. Ne nefes yetti bu acıya ne can

dayanabildi. Ve kız sessizce yasını tutmaya

başladı şairin. Şiir şiir ağladı yağmur

yüreklim deyişine. Canından can verirdi

siyah gözlerine. Ağlayamadan

anlatamadan derdini. Eline aldı kâğıdı.

Tuttu, şairinin elini tutar gibi. Sıktı

parmaklarını sıkar gibi. Kokladı sonra,

tenini koklar gibi. “ sen yoksan senden öte

bir senim var benim.” dedi ve koynuna

soktu gül demeti gibi şairin son sözlerini.

Bir gün şair bir göl kenarında gezerken bir

kumru gördü. Aşkını anlattı. Dinledi

kumru. Anlamadı ama dinledi. Sonra uçtu

gitti. Şairde uçup gitmek için can attı ama

nafile. Bir başına kaldı orada. Oturdu

suyun kenarına. Bir başına suya saldı

hayallerini. Düştü hayallerinin peşine. Kızı

gördü suda. Ağlıyordu. Denizkızı kadar

nazik, nazenin. Su tenli ayaklarıyla girmişti

suya. Su, sevda sevda dalgalanıyor, kız

efkâr efkâr ağlıyordu. Kızın seyrine daldı

şair. Şiirini okudu için için. İçi yandı

şairin. Kız fark etmedi şiirliğini. Karşı

dağlara baktı kız. Bir türkü söyledi. “ey

sevdiceğim sana bir şikâyetim var/ ne

sevdiğin belli ne sevmediğin.” diye. Şair

belli etmek istedi aşkını. Kız ağlıyordu. Su

dalgalanıyordu. Şehrin ışıkları, suda alev

alev sevda olup yanıyordu. Usulca

sokulmak istedi şair. Dokunmak istedi

ardından kızın. Uzattı ellerini. Dokunsa

yanacak gibi oldu. “Bakışlarımdan

kıskanırken yüzünü. Dokunursam alev olur

tenim.” dedi. Vazgeçti. Öldürmekten

vazgeçti sevdasını. “Şiir bakışlım hadi

gidelim.” dedi. “Olmaz!” dedi kız.

“Ağlamak istiyorum doya doya. Sen sen su

olmak istiyor, göle dolmak istiyorum!”

dedi. Kıskandı sudan kızı şair. Ayakları

suda sevda kürekleri çeken kız farkına

varmadı. Daldı ufuklara. Bir kanatlı ata

bindi. Şairi de ardına bindirdi. Gittiler

uzaklara. Ne bir can vardı ne de canan.

Sadece ikisi vardı. Biri şiirden bir yürek,

diğeri de şiir şiir yanan. Şiirim dedi şair.

Dokundu kelimelere. Şairim dedi kız.

Döküldü kelimelerden. Sarıldı kelimeler

birbirine. Gözlerine baktı şairin kız.

Cenneti görür gibi oldu. Bir kapı açıldı

şairin gözlerinden. Girmek istedi içeri.

Korktu kız. Bilmiyordu ne olduğunu.

Usulca sokuldu şaire. Baktı gözlerinden

içeri. Uzun, sulu bir yol görür gibi oldu.

İlerisinde bir ayna vardı. Uzattı başını kız.

Aynada gördü kendini. Daldı güzelliğine.

Daldıkça aynadaki seyrine. Yaklaştı daha

güzel görmek için kendini. Farkına

varmadı. Şaire yaklaştığını. Nefesi şairin

nefesine değer gibi oldu. Şairin gözlerinde

cennet aynasında seyrindeyken cennetin

kokusunu aldı kızdan şair. İçine çekerken

bir ah çekti. Yangın yeri yüreğinden bir

alev çıktı yandı nefesleri. Tutuştu dalga

dalga kızın saçları. Yandı, dudakları,

gözleri, kaşları. Aldı kucağına şair, koştu.

Koştu. Yanıyordu sevdiceği alev alev. Kız

yanıyordu, şair yanıyordu. Şiiri ölüyor,

sevdası ölüyor, aşklarından bir efsane

doğuyordu. O anda bir damla düştü kızın

gözlerinden. Bir damla. “Affına geldim

sevgilim” dedi kız. Gözyaşı göle dönüştü.

Şairin ayağı kaydı göle düştü. Yangın

söndü. Kız güldü. “Ve bu bizim hikâyemiz

olsun. Çocuğumuz gibi büyütelim” dedi.

Aldılar yanlarına aşk hikâyelerini.

Büyütmeye başladılar. Hikayeleri

büyüdükçe aşkları da büyüyordu...

Page 27: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

26

Şiir

ŞŞŞİT

Hilal TUNA

Vatanını en çok seven,

Görevini en iyi yapandı; unuttunuz !

Hatırlatanlara kan kustunuz.

Derin bir uyku hali istediniz.

Uyandılar diye perdeleri çektiniz.

Herkes sussun,

Sussun ve unutsun dediniz.

Kimsenin sesi yok,

Seninde olmasın; unut dediniz !

Şişt...

Düzen bu ya

Herkes sesini kaybetmiş !

Çarklar dönüyor,

Keyifler şahane.

Şahane keyifler; ya çark sahibinde,

Ya da çarkı çeviren de !

Şişt...

Sessiz olun

Keyifler şahane

Kolum çarkta kaldı

Ama,

Perde kapalı

Ve

Keyifler çok şahane...

Hepinizin bir görevi vardı,

Unuttunuz !

İnsanlık diye bir şey vardı !

Çat, pat, küt, tik, tak...

Şişt...

Sessiz olun

Çark dönüyor

Ve

Keyifler şahane !

PıRrR...

Kuş uçtu !

Perde kapalı

Her şey yolunda

Keyifler çok şahane !

Page 28: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

27

Şiir

BEN BİR AŞIĞIM

Mesut ÇAM

Ömür dediğin iki adımlık yol yürür dururum

Her adımda bin yara alır kanar dururum

Dikenli yollardan geçer dururum

Ben bir aşığım arar dururum

Günden güne tükenir nefesim, takatim kalmaz

Kimi zamanda adım atacak derman bulunmaz

Yüreğim elverse de kalbim dayanmaz

Ben bir aşığım arar dururum

Coşkun ırmaklar gibi önüme katar giderim

Yusuf kadar güzel olmasam da sevmesini bilirim

Düşünce kalkmasını da bilirim

Ben bir aşığım arar dururum

Ne saraylarım var ne de köşklerim

Ne yol arkadaşım kaldı ne de sırdaşım

Ne gidecek yerim kaldı ne barınağım

Ben bir aşığım arar dururum

Şiir yazmaya da kalmaz mecalim

Yolun sonuna da geldim sevdiğim

Dertlerim tükenmez bunu da bilirim

Ben bir aşığım arar dururum

Şiir

KIRMIZI KİREMİT

Geç kalınmış bir yazı Nazan KILIÇ

Sana dair...

Çok geç kaldım değil mi?

Yetişemedim bir türlü yağmurlarına...

Evimin damı kırmızı kiremitlerle örtülünce demiştim!

Örtülmedi...

Yakıştıramadılar kırmızıyı, kiremide de gerek yokmuş ya aslında

Öyle dediler!

Anlatamadım derdimi bilmiyorlardı kırmızıyı, görmemişlerdi seni...

Ben de kırmızı kiremitli damlar aradım çatısız evlerle örülü şehirlerde‼

Bağışla bulamadım...

Kırmızı uçlu kurşun kalemimle yazıyorum sana bu yazıyı

Sen kırmızı kiremitli damların sonuncusuydun

Bana düşecek dam kalmadı...

Not: kırmızı uçlu kurşun kalemden çıkan son yazı

Nesli tükendi!

Page 29: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

28

Deneme

ŞİİR VE ŞAİR HAKKINDA BİRKAÇ

SÖZ

Halil Sercan KOŞİK

Platon ve Aristo’dan bu yana şiir hakkında çok şey yazılıp söylendi.

Bu konuda kalem oynatan kim varsa hep kendince anlam vermeye çalıştı

ona. Yetmedi, her şair kendi şiirinin poetikasını yazdı sonra. Şiiri nasıl ve ne

şekilde ortaya koyduğunu anlattı okuruna. Şiirden ne anladığını, onun nasıl

olması gerektiğinden de uzun uzadıya bahsetti. Yani şiirini değerlendirme

hakkını ilk kendisinde buldu şair. Böylece şairlerin şiir hakkındaki düşünce

ve teorilerini yazması bir gelenek halini aldı. Ben de her ne kadar kendimi

gerçek bir şair olarak görmemekle birlikte bir edebiyat araştırmacısı olarak şiir ve şair

hakkında birkaç kelam etme cesaretini kendimde buldum.

Eskiler, şiir hakkında pek çok tarif

yapmışlarsa da en genel görüş onun

“mevzun ve mukaffa söz” olduğudur.

Bununla birlikte Orhan Veli diye bir büyük

şair çıkmış ve şiirin vezinsiz ve kafiyesiz

de yazılabileceğini göstermiştir Türk

insanına. Her ne kadar bu şiirler ilk

başlarda garip görülse de insanlar

tarafından çokça okunup sevilmiştir. Bu

nedenle benim âcizane görüşüm şiirde

vezin ve kafiyenin önemli olmakla birlikte

çok gerekli olmadığıdır. Çünkü bu

fakirinki gibi şiir namına yazılmış nice

vezinli ve kafiyeli söz vardır ki şiir

değildir. Yine nice şiir gibi şiir vardır ki

vezin ve kafiyesizdir. Bu hususta üstat

Hüsrev Hatemi vb. bazı günümüz

şairlerinin şiirleri örnek gösterilebilir.

Vezin ve kafiye bana göre şair için bir can

simididir. Yani önemlidir ama gerekli

değildir. Şair isterse onsuz da yüzebilir şiir

ummanında. Bununla birlikte vezin ve

kafiyenin olması şiiri daha güzel yapar.

Aynı edebi sanatlar gibi.

Ahmet Haşim, “Şiir Hakkında Bazı

Mülahazalar” adlı makalesinde şiirin sözle

musiki arasında olduğunu ama sözden

ziyade musikiye yakın olduğunu söyler.

İşte içerisindeki diğer ses kombinezonları

dışında şiiri musikiye yaklaştıran en

önemli araçlar vezin ve kafiyedir. Ama

unutulmaması gereken bir husus var ki o

da şiirin asla bir musiki olmadığıdır. Bence

eğer şiirden maksat kulakta güzel ses

tınıları bırakmaksa bu durum birbirine

benzer çeşitli seslerin dizeler içerisinde

birbirine yakın veya paralel bir şekilde

kullanılmasıyla da elde edilebilir. Nitekim

eski şairlerin pek çoğu bu hususa dikkat

etmişlerdir.

Şiir, insanlık kadar eski olup insanoğlunun

en önem verdiği sanat dallarından birisidir.

Şüphesiz o, geçmiş toplumların hafızası ve

kültür aktarıcısıydı. Şiir, hafızada kolay

tutulması sayesinde geleneğin en büyük

taşıyıcısı konumuna yükselmiştir. Yazının

icadına kadar dilden dile aktarılan şiirler,

yazının bulunuşuyla daha kalıcı bir hale

gelmiştir. Bugün Sümer kil tabletlerinin

pek çoğunda çeşitli şiir formlarıyla

karşılaşmaktayız. Ayrıca yine biz, bu

şiirlere vücut veren şairlere ilk dönemlerde

farklı bir gözle bakıldığını da bilmekteyiz.

Şiiri efsunlu sözler olarak niteleyen o

dönemin insanları onları bu garip sözlerle

etkileyen şairi de bir büyücü yahut sihirbaz

olarak görmekteydi. Nitekim çok değil

daha 1500 sene önce Allahın, yer yer şiir

formuna da yaklaşan yüksek belagatli,

edebi ve büyüleyici kelamını insanlara

ulaştıran Hz. Peygamberin, kendi toplumu

Page 30: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

29

tarafından ilk başlarda büyücü olarak

görülmesi bu durumun en önemli kanıtıdır.

Toplumun büyük çoğunluğu tarafından

ortaya konulamayan şiiri, insanlar her

zaman beğenmiş ve ona vücut veren şaire

de çeşitli toplumlarda farklı statüler

verilmiştir. Tabiri caizse şairler kimi

toplumlarda deli, kimilerinde ise veli

olarak görülmüşlerdir. Şüphesiz şairin veli

olarak görülmesi onların Tanrıdan aldıkları

ilhamla şiirlerini yarattıklarına olan büyük

inançtır. Belki de bu sebepledir ki Necip

Fazıl, çizdiği bir cemiyet piramitinde

şairleri peygamberlerle evliyaların arasına

koyar.

Şair olmak insanın elinde mi yoksa değil

midir? Yahut eskilerin deyimiyle şair

vehbî midir kesbî midir? Bu husus diğer

toplumlarda olduğu gibi bizim toplumuzda

da çokça tartışılmıştır. Kimi şairi vehbî

yani Allah vergisi bir yeteneğe sahip olan

kişi diye görmüşken kimisi ise onun kesbî

yani çalışarak bu kabiliyeti kazandığını

düşünmüştür. Bununla birlikte şairin hem

vehbî hem de kesbî olması gerektiğini

söyleyenler de yok değildir. Bense insanın

şair yaratılışında olmasa da şiir

yazabileceği inancındayım. Ama bunun

için çok cehd etmesi, gayret göstermesi ve

en önemlisi de işinde sebat etmesi gerekir.

Bu hususta Yahya Kemal’in bir şiirindeki

kelime için yirmi sene beklediği hatırda

tutulmalıdır. Bununla birlikte Allah vergisi

şairlik yeteneğine sahip olan bir kişi

çalışarak, bu yeteneğe sahip olmayan ama

onu kazanmak için uğraşan kişiden elbette

daha iyi olacaktır. Çünkü Allah gerçekten

de insanoğlunun bir kısmını, bir kısmına

üstün kılmıştır. Bazı istidatlar ne yazık ki

sonradan kazanılamıyor. Ama vehbî de

olsa iyi bir şair olmak isteyen bir kişinin

ilk başta yapması gereken iş, şiir yazacağı

dili bütün inceliklerine vakıf bir biçimde

öğrenmek olacaktır. Ayrıca o dilin kelime

hazinesi olabildiğince onun zihninde

kendisine yer edinmelidir. Bunun dışında,

şair bir kimsenin belagat ilmini de iyi bir

biçimde öğrenmesi gerekir. Nitekim pek

çok büyük divan şairi, bu ilmi medresede

yahut kendi kendine çalışarak öğrenmiştir.

Arapların şiiri “ilm-i şi’r” olarak tavsif

etmeleri boşuna değildir. Bütün bu

söylediklerimden garaz, insanlara şair

olmanın yollarını öğretmek değildir.

Beğenin yada beğenmeyin bunlar benim

çeşitli şairlere tuttuğum aynalardan

gördüklerimdir. Bununla birlikte ben,

Allah vergisi yeteneğin üstüne bir şey

koymayan kimsenin çok başarılı şiirler

yazacağına inanmıyorum. Çünkü şiir, her

şeyden önce bir emek işidir, çalışmadır,

gayrettir. Şair dediğin kimse bir kuyumcu

titizliğiyle sesleri ve kelimeleri yanyana

getirir. Şiirini kilim gibi yavaş yavaş,

sabırla dokur. Bir mimar gibi inşa eder

onun yapısını. Kimi zaman bu yapıyı

beğenmez ve yıkıp tekrar yapar. Çünkü o

şiiriyle sonsuzluğu arar. Ebediyete ancak

bu yolla ulaşacağına inanır. Bu yüzden de

şair, şiiri üzerinde ne kadar çok çalışırsa,

söz konusu şiir o kadar güzel olur. Yani

şiir ilhamsız da yazılabilir ama gayretsiz

asla. Dostoyevski’nin dediği gibi ilham

aslında kalemin ucundadır. O da bir şiire

%10 bilemediniz %20 etki eder. Gerisi

dediğim gibi cehd işi. Fuzuli, divanının

önsözünde şiir yazarken bir mazmun

bulabilmek için kimi zaman sabahladığını

boşuna söylemiyor. Kısacası bir şair kolay

olunmuyor.

Peki şiir için ilim tahsil etmek gerekli

midir? Bu hususta ilk olarak yine üstat

Fuzuli’ye kulak verelim. Bilindiği üzere

Fuzuli, Farsça divanının önsözünde ilimsiz

şiirin temelsiz duvara benzeyeceğini

belirtir ve sadece şiir yolunda ilerleyip bu

alanda erişilmez noktalara yükselmek için

astronomi, tıp ve matematik ilmini

öğrendiğini söyler. Nitekim onun eşsiz

güzellikteki Su Kasidesi’ne yakından

bakanlar onun maden, kimya ve coğrafya

biliminden bu şiirini oluştururken ne

ölçüde yararlandığını göreceklerdir.

Şüphesiz ben de bu büyük şairle aynı

görüşteyim. Çünkü bugün, geçmişte

yaşamış pek çok büyük şaire baktığımızda

hepsinin iyi bir tahsil

Page 31: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

hayatı geçirdiğini, onların şiir yolunda olduğu kadar bilim yolunda da büyük mesafeler kat

ettiklerini görüyoruz.

Peki şiiri şairin yazdığı manada anlamak mümkün müdür? Bunun için Araplar “El-

ma’nâ fi batnı’ş-şâir” demişler. Yani, “Mana şairin karnındadır”. Çok doğru bir söz. Çünkü

bir şiirin gerçek manasını elbet onu yazan bilir. Ama şairlerin farklı yaratılışta insanlar olduğu

hususu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Onlar normal insan değillerdir. Bu nedenle şuara

zümresi geçmişten itibaren çoğu zaman kendilerinin de tam olarak mana veremedikleri sözler

söylemişlerdir. İşte burada devreye edebiyatçı girer. Onun şiirinde neyi anlatmış olabileceği

üzerinde bazı kıstaslara bağlı kalarak çeşitli yorumlar getirir. Şüphesiz onun söyledikleri de

tam olarak doğruyu yansıtmaz. Ama yine de edibin yorumu bizi şiirin gerçek anlamına

götürür. Şiirde anlam derinliğinin olması her zaman olmamakla birlikte çoğu zaman şiire

değer katan bir özelliktir.

Türkiye gibi duygusallığın çok ön planda olduğu doğu toplumlarında kendini şair

olarak görmek daha doğrusu kabul ettirmek oldukça zor bir iştir. Bizim gibi toplumlarda

nesire pek değer verilmez. Düzyazı olarak yazılması gereken pek çok konunun manzum

olarak kaleme alınması atalarımızın şiir hassasiyetini gözler önüne serer. Çünkü onlar için şiir

padişahtır nesir ise teba’a. Bugün bile yetmiş beş milyona yakın Türkiye’de yetmiş milyon

şair yahut şair adayının olduğunu söylesek mübalağa yapmış olmayız. Aslında bu husus

sosyologlar için de büyük bir malzeme niteliği taşır. Bugün Türkiye’de basılan şiir kitapları,

roman, hikaye vb. nesir türündeki eserlerin sayısı ile karşılaştırıldığında zannedersem söz

konusu durum daha net görülebilir. Türkler, duygu ve düşüncelerini manzum formda ifade

etmekten hâlâ büyük bir keyif almaktadır.

Page 32: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

31

Şiir

BU KADAR

Gülsüm Simay KANOĞLU

Ruhu kararmış sokağın inci işlemeli saatisin

Kadranın hareket ettikçe ışıldıyorsun

Tik tak sesini duydukça yenileniyorsun

Karşı çıkıyorsun yenilgilere

Destek çıkıyorsun ümitlenmelere

Karamsarlıklara içtenliğinle gülümsüyorsun.

Sessizlik korosunun tek solistisin

Önce kendi sesini duyumsuyorsun

Ne istediğini anlamaya çalışıyorsun

Anlayınca, silkiyorsun omuzlarını

Gereksiz yitikliğine son veriyorsun

Siliyorsun hafızandan kötü anılarını

Irmak misali akan zamana

Kulak misafiri oluyorsun

Aydınlık asumanın küçük beyaz bulutusun

Kendi saltanatının umudusun

Tan yeri ağarırken

İzin veriyorsun güneşin doğmasına

Gün sessizce derine gizlenirken

İzin veriyorsun batmasına

Bulutların karardığını kımıldamadan izliyorsun

Karanlık kainatın kaymayan yıldızısın

Yerin ‘huzur’da sabitlenmiş

Düşmemek için direniyorsun

Öyle bir ışıldıyorsun ki

Kararmış yürekleri bile parlatıyorsun

Acı çikolatadaki mutluluk hormonusun

Tüm acılığına rağmen bünyemde mutluluk barındırıyorsun

Tek bir gülümsemen

Düşlerimi gerçeğe dönüştürmeye yetiyor

Çünkü sen huzurumun başlangıç meridyenisin

Her şey seninle başlıyor, sevginle bitiyor

İşte bu kadar benim hayatı sevmem

Page 33: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

32

Şiir

YÜREĞİMİ SIKIP BIRAKTINIZ

Kübra GÜLPINAR

Yüreğimi sıkıp bıraktınız

Aydınlıklarda tuttunuz ellerimi, dost oldunuz

Çok güzel anlar yaşattınız

Gösterirken dünyanın gerçeklerini

Karanlıklara gelince ellerimi bıraktınız

‘Biz aydınlığı severiz’ deyip

Beni derin çukurlarda yaşamaya terkettiniz…

Yüreğimi sıkıp bıraktınız

Bir yaşam tutturmuştum kendi köşemde

Bu rahat fazla, dünyanın gerçekleri de var dediniz

Sözde gerçeklerinizi önüme sundunuz

Bilip acı çektiklerime milyonlar eklediniz.

Tabi ızdıraplarıma duyarsız da kalmadınız

Rahat bir nefes aldırmak adına göklere çıkarıp

Ansızın uçmam için salıverdiniz boşluğa

Oysa kanatsız bir cesettim

Siz ise bir o kadar duyarsızdınız

Yüreğimi sıkıp bıraktınız

Belki de uçsuz bir sahrada kaybetmiştim onu

Kilometlerce uzakta yaşarken benliğime,

Üstüne yeni ben’ler eklemeye çalıştınız

Beni ben değil ben’ler oluştursun istediniz

Ben daha benliğime anlam veremezken

Ben’ler arasında sözlüksüz bıraktınız

Yüreğimi sıkıp bıraktınız

Kıvranırken yanlışlar içerisinde

Hepiniz doğru yollar göstermeye çalıştınız,

Oysa farklı menzillere varıyordu, tüm doğruların yolları

Birini seçsem diğerinden olabileceğim onlarca doğru

İşte böyle beni karanlık şehirlerde garip bıraktınız

Yüreğimi sıkıp bıraktınız

Size, değer verdiklerime emanet etmiştim yüreğimi

Onarılacağından bir nebze şüphem olmadan…

Sizse içini boşaltınız dolduramadınız,

Oysa hakikate muhtaçtı bu yürek.

Bu boş yüreği atıp bir kenara uzaklaştınız

Bense sizde yoruldum

O’nu sevdim…

O’na dayandım…

O’nda yok oldum…

Page 34: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

33

Şiir

ÜSTADIM GİDİYOR

Yunus Emre BOLAT

"Değerli Hocam, üstadım Doç. Dr. Özer Şenödeyici'ye..."

Kalemime gücü, sevdayı veren,

Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.

O karalıklarda ışık gösteren,

Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.

Durur mu ki yaşı şimdi gözümün

Yoktur ki değeri artık sözümün

Söner mi ateşi yanan közümün

Üstâdım gidiyor; içim yanıyor

Trabzon'da şimdi matem havası,

İzmir'e de geldi neşe sırası,

Kırıldı gönlümün coşkun hevesi,

Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.

Bir derman ararım şimdi kendime,

Bulunmaz ki çare benim derdime,

Nasıl dönerim ben şimdi kadime

Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.

Bolat'ım söyledim acım derindir

Yenilerin gönlü şimdi serindir

Bulunduğunuz yer hep berterîndir

Üstâdım gidiyor; içim yanıyor.

Page 35: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

34

HABERLER

HALİL SERCAN KOŞİK’TEN BİR YALNIZLIK SAATİ Bölümümüz eski araştırma

görevlilerinden olan ve şu anda Dokuz Eylül

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve

Edebiyatında araştırma görevlisi kadrosunda

görevine devam eden Halil Sercan Koşik’in

Bir Yalnızlık Saati isimli şiir kitabı

yayınlandı. Gece Kitaplığı yayınları

arasından çıkan eser, şairin yayınlanmış ilk

şiir kitabı olma özelliğini taşıyor. İçerisinde

şairin çeşitli zamanlarda kaleme aldığı

şiirlerden başka “Kârie” adını taşıyan önsöz

niteliğindeki bir giriş ile Koşik’in şiir ve şair

hakkında kendi görüşlerini içeren bir

poetikası da yer almakta. Bengütaş Duvar Gazetesi olarak eski editör yardımcılarımızdan

Halil Sercan Koşik’i bu kitabından dolayı kutluyor ve başarılarının devamını diliyoruz.

HİKÂYELERİYLE ŞİİRLER PROGRAMI

Bölümümüz öğretim

üyelerinden Doç. Dr. Özer

Şenödeyici önderliğindeki

öğrenci ekibinin hazırlayıp

sunduğu "Hikâyeleriyle Şiirler"

adlı program 17 Aralık'ta Nazım

Terzioğlu Anfisi'nde gerçekleşti.

Programda şiirler, hikâyeleriyle

beraber seslendirildi. ürkülerin

de okunduğu program,

öğrencilere katılım belgelerinin

verilmesiyle son buldu.

BENGÜTAŞ'TAN SEÇMELER

Değerli hocamız Doç. Dr. Özer Şenödeyici

editörlüğünde, gazetemizin ilk altı sayısındaki

eserlerden seçilerek hazırlanan kitap raflarda yerini

aldı. Bizlere bu güzel duyguları yaşatan değerli

Hocamıza, gazetedeki tüm yazarlar ve görevliler

adına teşekkür ediyoruz. Kitaba seçkin kitapçılardan

ve internet üzerinden ulaşmak mümkün.

Page 36: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

35

TÜRK HALK BİLİMİ GÜNLERİ PROJESİ BAŞLADI

Türk Halk Bilimi Günleri Projesi,

KTÜ Türk Dili ve Edebiyatı öğrencilerinin

gerçekleştirdiği bir projedir. Belirlenen

toplantı günlerinde, daha önceden

kararlanmış bir konunun tartışılması esasına

dayanan etkinlikleri içermektedir. 18

Aralık'ta bölümümüzde öğrenciler tarafından

gerçekleşen ilk halk bilimi gününde,

günümüzde devam eden eski Türk inanışları

konuşulmuştur. Bir sonraki toplantının

konusu, saati ve yeri bölümde öğrencilere

duyurulacaktır. Herkesi aramıza bekliyoruz!

ÜST OKURUN YENİ FİLİZİ ‘ŞİİR GÜNLERİ’

Üst Okur 2010 yılında Karadeniz Teknik

Üniversitesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Ülkü Eliuz

tarafından kurulmuş kitaplar üzerine tahlil yapan ve

akabinde öğrencileri tarafından yeni filizler doğuran

bir grup. Romanlarla, hikâyelerle yolculuğuna başlayan

bu grup üçüncü filizini Serap Cengiz’in Şiir Günleri

programı ile gerçekleştirdi. Bunun öncesinde Sefa

Yeşilyurt “Kitaplarla Var Olmak”, Samih Yıkılgan

“Kitaplarla İç İçe” adlı gruplarıyla Üst Okur’un çatısı

altında oluşan filizlerdi.

Bu grubun yeni bir filizi doğdu ‘şiir günleri’…24 Aralık Saat 15.00 da gerçekleştirilen

Şiir Günleri’nde programında Cemal Süreya şiirleri ile anıldı. Panel tadında gerçekleştirilen

programda Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı lisans öğrencileri Cemal

Süreya üzerine metinler hazırlayıp dinleyiciye sundu. Hilal Tuna; Cemal Süreya ve Cemal

Süreya’nın içinde bulunduğu akım olan İkinci Yeni’den, ardından Serap Cengiz Cemal

Süreya’nın edebi kişiliğinden bahsetti. Samih Yıkılgan ise şairin bu akımda kullandığı

semboller üzerine başlığıyla konuşmasını gerçekleştirdi. Program sonunda dinleyiciler küçük

anekdotlar ve şiirlerle katkıda bulundular.

Page 37: Bengütaş Duvar Gazetesi 9. (Ocak) Sayısı

36