Top Banner
21

Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Apr 06, 2016

Download

Documents

 
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı
Page 2: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Editör Yunus Emre BOLAT

Editör Yardımcıları

Nuray ACAR

Hilal TUNA

İhsan BAYRAK

Tashih Serap CENGİZ

Kevser BAYAZIT

Ayşenur AYYILDIZ

Seçil HAVUZ

İletişim Sorumları İhsan BAYRAK

Gamze SAK

Röportaj Ekibi Damla KARAYİĞİT

İrem ERTEN

Burcu BEKİROĞLU

Haberler Hilal Tuna

Yazı Denetimi Samih YIKILGAN

Eray KARAHAN

Bilgisayar ve Jenerik Yunus Emre BOLAT

Bayram AKI

Pano ve Arşiv

Nuray ACAR

Merve CAN

Gülsüm KANOĞLU

Meryem ZENGİN

Büşra BİRCAN

Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.

bengutasduvargazetesi.blogspot.com

[email protected]

Her hakkı saklıdır.

Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın herhangi bir vasıtayla kısmen de olsa

çoğaltılamaz.

Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir. Gazetede yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu

yazarlara aittir.

Page 3: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Editörden

Yunus Emre BOLAT

Değerli okurlarımız;

Bengütaş ekibi olarak 7. sayımızı yayınlamanın haklı gururu ve

mutluluğu içindeyiz. Bununla beraber içimizde bir hüzün var.

Gazetemizin kuruculuğunu, editörlüğünü yapmış, bizlerin yol

göstericisi olan Doç. Dr. Özer Şenödeyici hocamızın

bgazetemizdeki görevinden ayrılışı, bizde bir burukluğa sebep

oldu.

Değerli Özer Hocamız, gazete ilk

kurulduğunda da belli bir seviyeden sonra

artık öğrencilerin yöneteceği bir platform

olacağını söylemişti bizlere. Bu şekilde

olmasının asıl sebebi, hocamızdan

öğrendiğimiz tüm bilgiler ve yöntemler

ışığında, öğrenciler olarak bir duvar

gazetesini çekip çevirebilmek. Hocamızın

asıl hedeflediği, öğrencilerin kıyıda köşede

kalmış, bir defter sayfasına yazılıp kenara

atılmış eserlerini gün yüzüne çıkarmak,

edebiyat öğrencisinin bir yayının nasıl

çıkarıldığı hususunda yetişmesini

sağlamaktı. Hocamızdan dizgi, mizanpaj,

tashih, bilgisayar konusunda birçok şey

öğrendik. Belli bir seviyede olduğumuzu

gördüğünde gazeteyi tamamen

öğrencilerine bıraktı. Kendisine bu

vesileyle, şahsım ve gazetemizde görevi

olan herkes adına, yapmış olduğu

hizmetlerden, bizlere tutmuş olduğu

ışıktan, bizlere kazandırdığı deneyimlerden

ötürü sonsuz şükranlarımı sunuyorum.

Umarım hocamızın hedeflediği seviyelere

kadar ulaşmaya muktedir oluruz. Ayrıca

gazetede görevi olan öğrencilerin ve

hocamızın beni bu göreve layık görmesi,

benim için çok büyük bir mutluluktur.

Yine bu sebeple değerli hocama ve öğrenci

arkadaşlarıma teşekkür ederim. Görevimi

layıkıyla yerine getirmek boynumun

borcudur.

Bengütaş, Türkoloji camiasında

büyük yankılar uyandırdı, takip edildi,

okundu, konuşuldu. Bu kıvılcımı ne kadar

büyük bir kor haline getirebilirsek, o kadar

mutlu olabiliriz diyerek çıktığımız yola,

yılmadan, yıkılmadan devam ettik.

Düzenlediğimiz toplantılarda daima yeni

kararlar aldık, değerlendirmeler yaptık.

Gazetemizi en iyi yerlerde görmek için,

bölümümüzdeki öğrencilerimiz -gerek

görevlerini yerine getirerek, gerekse

eserleriyle iştirak ederek- desteklerini

esirgemediler. Dışarıda başka

üniversitelerde öğrenci olan veya görevleri

bulunan nice nice insanlar bizlere destek

oldular. Bizim en büyük kaynağımız,

yazarlarımızdan ve okuyucularımızdan

aldığımız güçtür. Böyle bir oluşum için

artık başarının bir nihayeti yoktur. Her gün

daima daha iyiye, daha güzele doğru

ilerlemekteyiz.

Sizlere bölümüzdeki panomuzdan

ve internet sitemizden seslenmeye, bu

güzelliği sizlere en iyi şekilde sunmaya

devam edeceğiz.

Page 4: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Söyleşi

PROF. DR. ALİ AKAR İLE SÖYLEŞİ

Söyleşiyi Yapan: İrem ERTEN

Bengütaş: Hocam ilk olarak

bize kendinizi tanıtır mısınız?

Akar: 1965 yılında Sivas'ta

doğdum. 1988 yılında KTÜ Fatih

Eğitim Fakültesi Türk Dili ve

Edebiyatı Bölümü'nden mezun

oldum. Kısa bir süre Vakfıkebir

İmam-Hatip Lisesinde öğretmenlik

yaptıktan sonra 1990'da mezun

olduğum bölümde açılan araştırma

görevliliği sınavını kazanarak

üniversiteye geçiş yaptım. Yüksek

lisans çalışmamı, 1992 yılında

Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü'nde Eski Anadolu

Türkçesi alanında hazırladım. Doktoramı İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eski

Türk Dili Ana Bilim Dalı'nda "Mirkâtü'l-cihâd (Dil Özellikleri-Metin-Dizin)" adlı tez

çalışması ile 1997 yılında tamamladım. Askerlik görevimi, Kara Harp Okulu'nda yedek subay

öğretim elemanı olarak yaptım (1999-2000). 2006’da doçent, 2011 yılında profesör oldum.

Çalışma alanım genellikle Türk dili tarihi, tarihî Türk lehçeleri, Oğuz grubu lehçeleri,

Eski Anadolu Türkçesi ve Türkiye diyalektolojisidir. Evli ve iki çocuk babasıyım. Hâlen

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde

görev yapmaktayım.

Bengütaş: Dille olan ilişkiniz tam olarak ne zaman başladı ve eğitim hayatınızda

neden Türk Dili alanında çalışmayı tercih ettiniz?

Akar: Dille olan ilişkim yüksek lisans yaparken başladı. Ben esasen Yeni Türk

Edebiyatını çok seviyor ve o alanda çalışmak istiyorum. Bunda, o dönemde bu dersimize

gelen hocam Nazan Bekiroğlu’nun büyük rolü olmuştur. Hatta ara sıra şiir ve hikâye

denemelerim de olmuştu. Fakat yüksek lisansa başladıktan sonra Türk dili alanında çalışmaya

karar verdim. Türkçedeki matematiksel mantık, işlevsellik çok hoşuma gitmişti. Dilin sistemi,

kelimelerin büyüsü beni daha fazla cezbetti. Kelimenin arkasındaki büyük ve derin kavram

alanı bilgisi muhteşem, sonsuz bir okyanus gibiydi. Ayrıca o yıllarda dilbilim kitapları da

okudum. Birden kendimi “misafir” olarak gördüğüm dil alanının içinde buldum. Misafir

diyorum, çünkü ben aslında Yeni Türk Edebiyatı alanında araştırma görevliliğine girecektim.

Fakat o alanda kadro olmadığı için “geçici olarak” Türk dilinde çalışmaya başladım. Nazan

Hanımla, Yeni Türk Edebiyatında kadro ayarlandığında oraya geçeceğim hususunda

anlaşmıştık. Yüksek lisans bitince o alan boşalmıştı. Ama ben kendimi “misafir” olarak

saydığım alanı çok sevmiş, orada artık ev sahibi olmuştum!

Page 5: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Bengütaş: Günümüz Türkçesinin

önemli sorunları olarak siz nelere işaret

edersiniz? Söz gelimi yabancı dillerin

özellikle de İngilizcenin Türkçeyi

olumsuz olarak etkilemesi... Dilin söz

dizimi özelliklerinin

yabancılaşmasına ve dilin mantığına

aykırı kullanışlara sıklıkla rastlıyoruz.

Türkçenin bugünü ve yarınını ele

alırsak dildeki bu gidişatı siz nasıl

değerlendirirsiniz?

Akar: Evet, bu soru ve sorun son

yıllarda hep gündemimizde… Bence

Türkçenin en önemli sorunu, Türkler!

Neden? Çünkü dili, konuşurları

şekillendirir, ona sahip çıkarlar veya onu

ihmal ederler. Bu bakımdan Türkçenin

sorunu, konuşurlarının onu özensiz

kullanması, ona sahip çıkmaması; onu

başka dillerin kelimeleriyle, sözleriyle

aldatmasıdır… Yazık ki bu tarih boyunca

hep böyle olmuştur. Bilge Kağan Orhun

Yazıtlarında, Türk beylerinin Çin’e gidip

orada adlarını değiştirdiklerini, Çin isimleri

aldıklarından yakınıyor. Ali Şir Nevai,

kendi yetiştiği çağda (XV. yüzyıl) Türk

soylu şairlerin yalnızca yüzde onunun

Türkçe yazdıklarını, diğerlerinin Fars dilini

kullandıklarını söylüyor Mecâlisi’n-

Nefâis’te. 13. Yüzyılda Âşık Paşa “Türk

diline kimesne bakmazıdı / Türklere hergiz

gönül akmazıdı” diye inliyor. Bu

özensizlik maalesef tarih boyunca devam

etmiş. Fakat bunun yanında, dile sahip

çıkan Türkçenin hâmileri de olmuş, bu gün

eğer Türk yazı dili varsa onların

sayesindedir. Bilge Kağan, Kâşgarlı

Mahmud, Ali Şir Nevai, Âşık Paşa, Yunus

Emre, Karamanoğlu Mehmed Bey,

Germiyanlı Beyleri, Osmanlı Beyleri ve

nihayet Türk dilini bir devlet dili, bilim ve

sanat dili yapan Yüce Atatürk… Bu

tablodan biz şunu çıkarabiliriz: Türkçecilik

bilinci olan aydınlar baskın, yetkin ve etkili

ise dilimiz yükselmiş, yücelmiş. Eğer dil

bilincine sahip önderler yoksa başka

dillerin boyunduruğu altında kalmış. Bence

en önemli mesele dil bilincine sahip

olmadır. Gerisi gelir.

Sorununuz ikinci bölümü olan

yabancı dillerin etkisine gelince; öncelikle

şunu işaret etmeliyim ki bu mesele

yalnızca bizim başımızın belası değil,

bütün dünya dillerinin sorunudur. Dünya

büyük ve yoğun bir iletişim ağı ile

birbirine bağlanmış durumdadır. Bu

küresel iletişim ağının dili de –

Amerika’dan dolayı- İngilizcedir. Dünyada

bugün 6 bin civarında dil olduğu

söyleniyor. Her on beş günde bunlardan

biri ölüyor. Öldüren kim? Tabii ki yaygın

kültür ve uygarlık dilleri. Bunlara aynı

zamanda katil diller de deniyor. Fakat bunu

serbest piyasa gibi düşünmek gerekir. Sizin

ekonomik gücünüz varsa kültürel gücünüz

de kendiliğinden geliyor. Eğer bilim ve

teknolojide tüketici değil de üretici iseniz

dilinizi ve kelimelerinizi başka milletler,

toplumlar alıyor. Bu konuda enseyi

karartmayalım; Türkçe büyük ve 200

milyondan fazla insanın konuştuğu bir

küresel dildir. Dünyada konuşur sayısı

bakımından ilk on dil içinde yer alır. Bütün

Avrasya’ya yayılmıştır. Son zamanlarda

iletişim teknolojisini gelişmesiyle

çevremizdeki Osmanlı kültür kuşağı

yeniden Türkçe ile buluşmuştur. Bu

noktada yapılması gereken şey, Türkçecilik

bilincini her ferde aşılamak, yabancı

kelime ve kurallara karşı çıkmak, bunların

Türkçelerini önermek; hatta dil

jandarmalığı yapmak gerekir. Kendimden

bir örnek vereyim; yaşadığım şehirde

sürekli tıraş olduğum berber salonunun adı

İngilizce idi. Birkaç arkadaşımızla bunun

yerine Türkçe bir ad vermesini gerektiğini

söyledik. İkna ettik, böylece bu esnaf

dükkânının adını değiştirdi ve Türkçe bir

isim verdi. Her şeyi devletten beklememek

gerekiyor, bizzat kendimiz birey olarak

bunun savaşını vermeliyiz. İnanınız o

zaman çok daha kolay ve etkili olacaktır.

Çünkü birey mücadelesi, kamu adına

yapılan mücadeleden daha fazla yaptırım

gücüne sahiptir.

Bengütaş: Türk Dilinde yabancı

dillerin etkisi ile birlikte dilde hem iç

hem dış birlik esas alındığında; Türk

halkları arasında ortak bir iletişim dili

Page 6: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

nasıl meydana gelebilir? Dil ve alfabe

birliği hakkındaki düşünceleriniz

nelerdir?

Akar: Sovyetler Birliğinin 1989

yılında çökmesi ile Asya’da beş Türk

cumhuriyeti daha ortaya çıktı. Bunların

resmi dilleri Türkçenin lehçeleridir. Fakat

bu ülkelerin halkları kendi aralarında

hemen anlaşamıyorlar. Bu gayet doğal bir

durumdur. Çünkü bu ülkelerle Türkiye

Türkleri neredeyse bin yıldır ayrı

coğrafyalarda yaşamışlar. Buna rağmen

Türkçenin bir mucizesi daha ortaya çıktı;

bunlarla bizim dilimiz arasındaki farklar

sanıldığı kadar fazla olmamış. Bütün temel

kelimelerimiz, isimler, fiiller, sayı sistemi,

zamirler hep aynı. Tabii onlar Rusçadan,

biz de biraz Arapça ve Farsçadan

etkilenmişiz. Bunlar da hemen aşılıyor

zaten. Türkiye ile Azerbaycan arasında

anlaşma sorunu hemen hemen yok gibi.

Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan

lehçeleri de birkaç aylık bir süre içinde

öğreniliyor. Bu bakımdan Türk ülkeleri

arasında dil birliğinin olmaması için hiçbir

sebep yok. Bunun için devletlerin kendi

aralarında bir irade ortaya koyarak bu yazı

dillerinden birini Ortak Türk Dili olarak

kabul etmeleridir. Şu anda fiiliyatta

Türkiye Türkçesi en uygun ortak dil olarak

kullanılıyor. Türkiye’nin ekonomik, siyasi

ve kültürel gücü, gelişmişliği, tarihî

birikimi ve misyonu bunu kendiliğinden

getirmekte zaten.

Meselenin ikinci boyutu alfabe

birliğidir. Bugün Azerbaycan,

Türkmenistan ve Özbekistan Latin esaslı

alfabeye geçtiler. Kazakistan 2020’de

geçmeyi planlıyor ve Türkiye Türkçesinin

alfabesine çok yakın olacağı söyleniyor.

Kırgızistan’da da Latin alfabesine geçme

çalışmaları sürüyor. Bu alanda önemli

aşamalar kaydedildi. Fakat her ülkenin

farklı Latin alfabesi olması yazılı

anlaşmayı olumsuz yönde etkileyecektir.

Bunun için 1992 yılında İstanbul’da

yapılan bir toplantıda alınan bir karar

vardı. O kararda 34 harfli ortak bir Türk

dünyası alfabesi kabul edilmişti. Yeni

oluşturulacak alfabelerin oradaki harf

setlerini kullanmaları gerekirdi. Ben

oralarda herkesin Kiril yanında Latin

alfabesini de bildiklerine şahit oldum.

Alfabe meselesi o kadar sorun olacağa

benzemiyor.

Bengütaş: Bugün Ağız

Araştırmaları önemli olduğu kadar

güncel bir çalışma alanı. Sizin de Muğla

ve Yöresi Ağızları adlı kitabınız

olduğunu biliyoruz. Ağızlar Türkçenin

yabancı kelimeler sorununun

çözümünde önemli bir rol oynayabilir

mi? Türkiye'deki ağız çalışmaları

hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Akar: Evet ağız araştırmaları

önemli bir konu. Teknoloji ve

şehirleşmenin gelişmesine koşut olarak

ağızlar da yazı dili karşısında yok olup

gidiyor. Ağız özellikleriyle konuşan kişiler

sağken bunları derlemek gerekiyor. Çünkü

ağızlar çok zengin. Yazı dilinde olmayan

birçok kelime ve ek burada yaşıyor.

Türkiye’nin ağızları çok. Bunları,

Türkoloji bölümlerinde görev yapan

akademisyenler ve öğrencilerimizin

derleyip kayıt altına almaları gerekir.

Yoksa 10-15 sene sonra bunların

konuşurlarını artık bulamayacağız.

Bu konuda ben Muğla yöresindeki

ağızları derliyorum. Yaklaşık on beş yıldır

köy köy, kasaba kasaba gidip ağız

özelliklerini koruyan yaşlı kişilerin

konuşmaları önce ses kaydı olarak

alıyorum, sonra da bunu yazıya

aktarıyorum. Çok zahmetli bir iş. Ama

ölmeye yüz tutmuş bir büyük kültürü

kurtarıyorsunuz. Muğla bölgesi ağız

özellikleri bakımından yalıtılmış bir bölge.

Bu ağız Horasan’dan geldiği gibi

korunmuş. Ben bu Horasan’dan getirilen

sözlü mirası kurtardığımı düşünüyorum.

Türkiye’nin her tarafı öyle. Mesela

Karadeniz bölgesinde en eski Türkçenin ve

Kıpçakça özellikler taşıyan birçok ağız var.

Bunların derhal derlenmesi gerekir. Gerçi

birkaç çalışma var ama bunlar yeterli değil.

Page 7: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Bütün köylerin, hatta mahallelerin bile ağız

metinlerinin derlenmesi gerekir.

Bengütaş: Türkçenin güncel

sorunlarını ele almışken Türkoloji'nin

bugünkü sorunları nelerdir? Bu

sorunlara yönelik çözümler nasıl

olmalıdır? Sizce Türkoloji çalışmaları

bugünün ihtiyaçlarına yanıt verecek

boyutta mıdır?

Akar: Öncelikle bardağın dolu

tarafını görelim. Bu gün Türkiye 150’den

fazla Türkoloji bölümü var. Bu bizim için

bir övünç meselesi olmalıdır. Burada

binlerce öğrenciye Türk dili, edebiyatı,

sanatı, kültürü öğretiliyor. Buralarda görev

yapan birçok akademisyen alanlarıyla ilgili

önemli çalışmalar yapıyorlar. Türkolojinin

merkezi bizim gençliğimizde Rusya veya

Almanya olduğu söylenirdi. Şimdi

rahatlıkla Türkiye olduğunu söyleyebiliriz.

Fakat gelelim asıl can alıcı

meseleye, Türkolojinin asıl meselesi

Türkologlardır! Maalesef yeni yetişen

arkadaşlarımız bu mesleği bir “memur”luk

olarak görmektedirler. Yani maişet

meselesi olarak algılanıyor biraz. Oysa

Türkoloji bir misyon ve vizyon mesleğidir.

Bu yüzden tarih, coğrafya, felsefe,

sosyoloji, arkeoloji, bilim ve kültür tarihi

gibi birçok bilim alanıyla ilgisi vardır bu

alanın. Buna göre okumalar yapılmalıdır.

Türkoloji bir ideolojidir. Türk kültür ve

medeniyetinin varoluş ideolojisi yani.

Tabii bundan, sistem ideolojileri

anlaşılmamalıdır. Bir amaca yönelik bilgi

düzlemi demek istiyorum.

Bengütaş: Türk diline hem

gönlünü hem de yıllarını vermiş bir

dilbilimci olarak akademisyen olmak

isteyen ve akademisyen olma yolunda

ilerleyen genç dilcilere önerileriniz

nelerdir?

Akar: Öncelikle hedefleri

belirlemek gerekiyor. İyi bir veya birkaç

yabancı dil öğrenmek lazım. Rusçayı

önemseyiniz çünkü Türk dili ve kültürü ile

ilgili muazzam bir bilgi birikimi oluşmuş

bu dille. Bilim sabır ve istikrardır.

Yılmadan çalışmak ve “yarış bittikten

sonra da koşan atlardan” olmak gerekir.

Yani bizim işimiz saat 17.30’dan sonra

devam ediyor. Türkoloji hayat tarzıdır. 24

saatiniz onunla geçecek. Bunun yanında

kendi öğrencilerimde önemli bir eksiklik

görüyorum, onu burada size de ifade

edeyim: Türkoloji bölümü öğrencileri

sporla, sinemayla ve sanatla pek

ilgilenmiyorlar.

Bengütaş: Son olarak Bengütaş Duvar

Gazetesi okuyucularına neler söylemek

istersiniz?

Akar: Gazetenizi ilk olarak sosyal

medyada, sevgili arkadaşım, dekanınız

Mevhibe Hanım’ın bir paylaşımında

gördüm. Çok duygulandım. Çünkü biz

1984-1988 yıllarında Fatih Eğitim

Fakültesi’nde “Gönülden Gönüle” adlı bir

duvar gazetesi çıkarırdık. Bengütaş’ı onun

çocuğu, belki de torunu olarak hissettim.

Trabzon’da, Türk Dili ve Edebiyatı

koridorlarında sesimizin devam ettiği

duygusuna kapıldım birden. Tabii o zaman

bütün yazılarımızı A4 kâğıdını dikey

olarak ikiye bölüp elle yazardık. Kızların

yazıları güzeldi, daha çok onlara

yazdırırdık. Burada şiirler, hikâyeler,

karikatürler yayımlanırdı. Hatta hikâye

şeklinde ilan-ı aşk metinlerini bile

yayımlamıştık! Bu gazetenin izni ile ilgili

birkaç kere Dekanlıktan ikaz da almıştık.

Bu tür öğrenci dergilerini hep

sevmişimdir. Çünkü bu dergilerde

samimiyet var, karşılıksız sevme var,

özveri var, özgüven var, özgürlük var…

Bengütaş’ı bu yüzden aileden biri

olarak görüyorum. Ömrü uzun olsun.

Sizleri ve hocalarınızı böyle bir gazeteyi

yayımladığınız için yürekten kutluyorum.

Hocam bize vakit ayırdığınız için

size Bengütaş Duvar Gazetesi adına çok

teşekkür ederim.

Deneme

Page 8: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

ÖLÜMÜNÜN 76. YILINDA

ATATÜRK'ÜN DİL VE KÜLTÜR

DÜNYASINI ANLAMAK

İhsan BAYRAK

Dil, en basit tanımıyla insanlar arasında anlaşmayı sağlayan bir

araçtır. Kültür ise insan yığınlarını millet haline getiren unsurlar

toplamıdır.

Dil ve kültür üzerine bugüne kadar çok şey yazılıp çizildi.

Yazılanların ortak noktası, dil ve kültürün birbirini tamamlayan iki

unsur olduğu konusunda hemfikir olmalarıdır. Türkiye'de kültür üzerine

yapılan çalışmalarda Ziya Gökalp'in müstesna bir yeri vardır. Atatürk'ün

dil ve kültür dünyasını anlayabilmek için, "fikirlerimin babası" dediği Ziya Gökalp'in dil ve

kültür üzerine düşüncelerini bilmek gerekir.

Gökalp, kültürü ve kültürü ortaya

çıkaran dili, millet olmanın en önemli

unsurları arasında kabul eder. Toplumsal

faaliyetlerin yegâne temelini dil olarak

kabul eden Gökalp, milleti oluşturan

değerlerin başında dil birliği, kültürel

paylaşım ve din geldiğini dile getirir.

Böylece Türk lehçelerinin birleştirilerek

ortak bir kültür dilinin oluşturulması

gerektiğini savundu. Dil ve kültür üzerine

yaptığı çalışmalarla tarihimizde önemli

yeri bulunan Gökalp'in dil ve kültür

anlayışını anlamak bir bakıma Atatürk'ün

dil ve kültür anlayışını anlamak demektir.

Atatürk, yeni Türkiye Cumhuriyetini

kurarken bu devletin temelinin kültür

olduğunu dile getirmiştir. Bu bağlamda da

kültürü ortaya çıkaran dili yegâne

unsurlardan biri olarak görür. Bu konuda

söylediği: "Türk dili, Türk milleti için

kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti

geçirdiği sayısız felaketler içinde

ahlâkının, geleneklerinin, hatıralarının,

çıkarlarının kısaca bugün kendi milliyetini

yapan her şeyin dil sayesinde korunduğunu

görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir,

zihnidir." sözleri onun anlayışını özetler

niteliktedir.

Dili, kültürü ortaya çıkaran unsur

olarak gören Atatürk, bu bağlamda dil

birliğinin, kültür birliğine ulaşmakta bir

anahtar olduğunu görmüştür. Nitekim

Gökalp de aydınların halka inerek kültürü

halktan alması gerektiğini savundu. İşte bu

halk, dilin ve kültürün taşıyıcısı ve

yaşatıcısı idi. Gökalp'in "Kültür

bakımından yükselen devlet, siyaset

bakımından da yükselerek güçlü bir devlet

kurar" tespitini iyi kavrayan Atatürk, eski

Türk devlet geleneğinde kültürel alandaki

başarılarının siyasi hayatlarını da

etkileyerek devletleri yükselttiğini görünce

Türkiye Cumhuriyetinin temeline kültürü

koymuştur. Gerçekten de eskiden kurulan

Türk devletlerine baktığımızda kültürel

alanda güçlü olduklarını görüyoruz. İlk

yazılı belgelerimiz olan Göktürk

Yazıtlarında, kültürümüze sıkı sıkıya

bağlanmamız gerektiğini büyük bir

uyanıklık ile vasiyet eder. Aksi takdirde

yok olup gidileceğini dile getirir. Atatürk

de milli bilincin ayakta kalabilmesi ve

uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda

çalışmamız gerektiğini ifade ederek tarihi,

ne denli örnek aldığını bize gösterir. Bu

bakımdan ele alınca kültürün ve tarihin bir

Page 9: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

milletin, bir devletin hayatında ne denli

öneme sahip olduğunu anlarız.

Mehmet Kaplan'ın "Dil ve Kültür"

adlı kitabında İstanbul'da konferans veren

Erich Rothacker adlı Alman filozofun

konuşmalarını anlatırken Rothacker'in,

devletlerin altında devletlere şekil veren bir

unsurun bulunduğunu ve bu unsurun da

"millet" olduğunu, milletlerin hayat

karşısında aldığı tavrı da "kültür" olarak

tanımladığını söyler. Rothacker'in bu

tespitlerine yer veren Kaplan, "Milletler

devletleri kurar. Bu devletler yıkılabilir.

Fakat milletler yaşama gücüne sahipse

yıkılan devletin yerine yeni bir devlet

kurar." der. Bu durumun en büyük

örneğinin Türkler olduğunu da dile getiren

Kaplan, aynı milletin çeşitli nedenlerle

devleti yıkılınca yerine yeni devletler

kurabildiğine göre asıl olanın devletler

değil milletler olduğunu ifade ediyor.

Gökalp'in ve Kaplan'ın bu görüşlerini

analiz edip sentezlersek Atatürk'ün yaptığı

ve yapmak istedikleri konusunda belli

fikirlere sahip olabiliriz. Yukarıda

bahsettiğimiz gibi kültürün bir milletin

hayatında etkin rol oynadığını gören ve

eski Türk tarihini ve devlet geleneğini iyi

bilen Atatürk, dil ve kültür birliğinin siyasi

birliği de sağlayacağını iyi bildiği için dil

ve kültür alanında önemli çalışmalar yaptı.

Bu çalışmalar, kültürel birliğin sağlanarak

bu kültürel birliğin ortak bir dille ifade

edilmesi üzerinde yoğunlaştı. Türk dilinin

bütün varlıklarını arayıp bulmak, toplamak

ve onlar üzerinde çalışmak gerektiğini

söyleyen Atatürk, bizim milliyetçiliğimizin

temelinde dil birliği vardır diyerek dil

birliğinin diğer bütün kapıları açabilecek

bir adım olduğunun altını çizdi. Bu

bağlamda Atatürk'ün çalışmalarını

anlamak için o çalışmaların arkasındaki

fikir hareketlerini bilmek ve anlamak

gerekir. Aksi takdirde Atatürk'ün

çalışmalarını anlamak güçtür.

Bu vesile ile vefatının 76. yılında

M. Kemal Atatürk'ü minnet ve şükranla

anarken bize bıraktığı bu fikirlere sahip

çıkılmasını temenni ediyorum.

Page 10: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Hikâye

GEÇ GELEN POYRAZ

Nazlı ÖZLEMİŞ

Rüzgâr saçlarını çoktan dağıtmıştı. Uzun sarı saçları ayaklar

altına alınmıştı. Biliyordu Rapunzel saçlarına rüzgardan başkasının

dokunamayacağını. Hem seviyordu da rüzgarı. Gözyaşlarını kurutacaktı.

Melankolik bulutlar birleştiler, gök mavisi yağmuru hediye

ettiler yeryüzüne. Yağmur vurdukça Rapunzel’in beyaz tenine

kayboluyordu bütün gözyaşları.

Susamışlığını dindiriyordu da toprak kokusu, ağlamasına çare yoktu. Ölü sevinçler

biriktiriyordu içinde. O da istiyordu aşık olmak, aşktan yanmak, aşk yolunda kaybolup sonra

bulunmak. Bu sebepten özlüyordu rüzgarı. Bir kere dokunsaydı saçlarına, savursaydı, tutsaydı

sonra gezdirseydi parmaklarını arasında.

Girdi Rapunzel Galata Kulesi’nin kapısından içeri. Öyle kilitler vurulmamıştı kapısına

da o kendini vurmuştu yalnızlığa. Öyle kapatmıştı ki içini sıkı sıkı açmak imkansızdı.

Beklemeye koyuldu rüzgarı. Her akşamüzeri uğruyordu balkonuna. Yine bir

akşamüstü çıktı balkona, baktı gök kubbeye sonra denize. Bekledikçe şahit oldu ayın

güzelleğine. “ Ne güzel şiirler yazılırdı şimdi sana” diye geçirdi içinden. “ Ama ben aşığım

rüzgara “ diye de ekledi. Sesli düşünmüş olmalı ki geldi Samyeli. Okşadı yanağını. Gezindi

saç uçlarında. Tuttu saçlarından öptü dudağını ve gitti.

Rapunzel uzattı saçlarını kuleden aşağı. Kulenin boyuna henüz ulaşmamıştı. Daha ne

kadar uzayabilirdi ki. Biraz daha uzasa beli kırılacaktı. Beklediği Samyeli değildi

Rapunzel’in. Poyraz’dı. Hırçınlığıyla alıp kaybetmeliydi Rapunzel’i. Saçlarına dokunmaya bir

tek Poyraz cesaret edebilirdi. Bir tek onun ellerine bulaşmazdı zehir.

Rapunzel ne yapsındı? Ağlasa nereye kadardı? Kesse hemen yerine geri geliyordu.

İnadına uzar gibi kurtulamıyordu. Poyraz’ı saçlarıyla mı çekecekti yukarı, bilmiyordu. Yoksa

Poyraz kaybolup gidecek miydi o girdapta.

Bekledi, bekledi, bekledi…

Günleri günlere ekledi. Kaç ilkbahar geçti kaç yaz sayamadı. Ama o hep sonbaharda

kaldı.

Yine bir sonbahar akşamıydı. Galata Kulesi’nin balkon kapısını açtı. Yürüdü

karanfiller arasında balkona doğru. Melankolik bulutlara selam verdi önce ama kapatamadı

saçındaki beyazları.

Birden o geldi. Buruşmuş elleriyle dokundu Rapunzel’in saçlarına. Rapunzel’in

melankolik bulutları dağıttı gözyaşlarını. Gözyaşları buluştular. Poyraz insan suretinde karıştı

Rapunzel’in saçlarına. Zehrini aldı, aldıkça bir adım daha yaşlandı. Yaşlandıkça ölüme bir

adım daha yaklaştı. Poyraz kayboldu Rapunzel’in saçları arasında. Kesti saçlarını kurtardı

onu. Artık kilit vurulmamış kapılar arkasından çıkabilirdi Rapunzel. Ama kapıyı kullanmadı.

Balkon kafi kaldı.

Yazdı bunları Rapunzel gözyaşları içinde pembe bir kağıda. Siyah kalemi oldu

kırmızı. Damladı siyah gözyaşları satırlara. Ve Anka uçtu melankolik bulutlar ardına.

Page 11: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Deneme

HECEYİM

Tuba YENİ

Varlığını şiirde bulanlardanım ve bilirim ki dünyada insana en çok

şiir yakışır. Yeryüzümde binlerce kelime var ki daha yan yana gelmemiş.

Ben bu kelimeler arasında var olmaya çalışan bir heceyim sadece.

Bir kelimede kendim kadar var olmak için çıktığım bu uzun yolda, birçok engelim

olacaktı biliyordum. Dünyaya adımımı soğuk bir kış gecesinde attım. Her bir mevsimin

güzelliğini özellikle de dört bir tarafı dünyanın beyaz duvaklı biricik gelinine çeviren kışı,

iliklerine kadar hissederek büyüdüm. O zamanlar kendi rengimin farkında bile değildim.

Rengimin siyah, mevsimimin sonbahar olduğunu düşünürdüm. Sonra farkına vardım ki ben

mavi, ben ilkbaharmışım…

Adım adım kendime giden yolu yürümeye başladım. Lise sıralarında harf olduğumu

fark ettim. Suskunluğumu, utangaçlığımı dizelerde çığlıklarla yendim. Sonsuz maviliği olan

bu deryada dolaşıp, kıyılarında soluklandım. Zamanla kalıplara sığmamaya başladım. Hiçbir

kafiye, hiçbir uyak tam olarak ben değildi. Ya zenginliği gözüme batıyor ya yarımlığı. Bir de

baktım ki önümde harflerden kelimelere, oradan cümlelere dökülen dizeler bana:

“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da” diyor. Ve o an anladım ki artık ben bir

heceyim.

İçimde bitmek bilmeyen bir heyecanla kelime olacağım günleri bekliyorum.

Şiir

BEN ÖZÜRLÜYÜM

Celal ÇOBAN

Ben özürlüyüm, istemedim böyle gelmek dünyaya.

Yaşamak istiyorum, alın beni aranıza.

Sizin gibi yürüyebilseydim;

Koltuk değneği ya da tekerlek olmasaydı bacaklarım.

Sizin gibi duyabilseydim kuş seslerindeki güzelliği.

Sevgimi sizin gibi fısıldayabilseydim dostlarıma.

Ben de isterdim sizin gibi düşünüp,

Sizin gibi öğrenmek her şeyi.

Ağzımla değil ellerimle yazmak,

Ayaklarımla değil, parmaklarımla boyamak doğayı.

Ben istemedim böyle yaşamayı.

Alın içtenliğim sizin olsun, sevgim sizin.

Ben istemedim böyle yaşamayı.

Page 12: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Hikâye

YAKAMOZ

Hilal TUNA

Kırmızı pabuçlu, kırmızı çantalı; sarı kız. Uzun uzun baktı denize.

Uzun, derin ve ıslak. Oysaki sadece yakamozdu gördüğü. Islak bakışlarını

gökyüzüne kaldırdı ardından. Islak bakışları daha da ıslandı. Pabuçlarının

rengindeydi ıslaklık. Avuç içlerinde ki hayalleri gibi. O gün her şey

kırmızıydı. Ama, sarı kız pembeyi severdi. Toz pembeyi... Dört tekerlekli

kırmızı bisikletini de sevdi elbette, ama hiç sevmedi kanayan dizlerini.

Kırmızı çantası doluydu sarı kızın. Biran için, hızla çantasını açtı sarı kız.

Gülümsedi... Küçük trenler çıktı çantadan. Çikolata kapları, sinema

biletleri, fotoğraflar, anahtarlık ve bir parfüm şişesi. Belli ki, sığmayan daha pek çok şey vardı

kırmızı çantasına.

Bir adım daha yaklaştı denize, sarı kız. Ve başladı çantasını denize boşaltmaya. Önce

iki gülen yüzü bıraktı denize. Sonra treni, çikolata kaplarını, sinema biletlerini ve üzerinde bir

şeyler yazan anahtarlığı.

Belli ki canı acıyordu, kırmızı çantası boşalan sarı kızın. Bir adım daha yaklaştı

kırmızı pabuçları ile denize. Sonra sıktı kokuyu bileklerine...

Önce şişeyi, sonra kendini bıraktı denize. Arkasında sadece bir defter bıraktı sarı kız.

Dünyanın en güzel kokusuymuş bileklerinde ki, öyle yazmış bu deftere...

Şiir

BEN FARKLIYIM

Oğuzcan KIYMIK

Parmak uçlarımda yürüdüm mutfağa doğru,

fermuarı acık bir pantolon üstümde,

Gömleğimin düğmesi iliklenmiş sözde

Anneme “Baba!” diye seslendim birkaç kez

Ben mutfak sanarken beni salonda buldu

Benim bir takvimim yok, bu sabah uyandım

Bağcıklarımı annem düğümler kime ne?

Merdivenlerden düştüm bir çok sefer olsun

Ama herkes bana güldü anne, bu derste

Herkes mavi söylerken ben yeşil boyandım

Salının çarşambadan bence pek farkı yok

iki kere iki dört edermiş, sanki beş

Dünyayı yuvarlak görenler, kare olsa?

Ne ayrıcalığı var makasın kalemden

Bu dünyada bilinmesi gerekenler çok

Salının çarşambadan bence pek farkı yok

iki kere iki dört edermiş, sanki beş

Dünyayı yuvarlak görenler, kare olsa?

Ne ayrıcalığı var makasın kalemden

Bu dünyada bilinmesi gerekenler çok

Üzerimden şakalar yapıyorlar herhalde

Onların bildiklerini bilmemem suç mu?

Daireler Ϫ ,üçgenler □ ,kareler ⃝ ,şekiller

Soru işareti ! ünlem ? üç nokta … nokta .

Page 13: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATINDA BU AY

Damla KARAYİĞİT

“3 Kasım 1928 Türk Harflerinin Kabul ve

Tatbiki Hakkında 1353 Sayılı Kanun’un

Yürürlüğe Girmesi”

10.yy.dan itibaren Türkler, boylar halinde İslamiyet’i

kabul etmeye; bunun akabinde ise doğal bir sonuç

olarak dil ve kültürde de değişimler yaşamaya

başlamışlardır. Bunu izleyen yıllar içerisinde, gerek

Batı gerek Doğu lehçeleri, Arap alfabesinin

Türkçe’ye uyarlanmış biçimi ile yazılmıştır.

İlerleyen dönemlerde, Arap

alfabesinin Türkçe’ye uygulanması

sırasında, yazım kuralları sürekli olarak

değişmiş; ancak Türkçe için kullanışlı bir

dil oluşturulamamıştır. Osmanlı

Devleti’nin sınırlarının genişlemesi üzerine

dilde Arapça ve Farsça’nın etkileri artmış,

dolayısıyla bu dilleri bilmeyen ve

öğrenemeyen halk ile yüksek zümrenin

anlaşma aracı arasında bariz bir ayrışma

başlamıştır. Bu sebepledir ki 1860 yılından

sonra Tanzimat döneminde yetişen

aydınlar, bilgi birikimlerini, fikirlerini

halka yaymak amacıyla basın-yayın

hususunda ilk sivil gazetecilik

girişimlerinde bulunmuşlardır. Bu gelişme,

zamanla aydınlar arasında dil, eğitim ve

kültür sorunları üzerine tartışmalar

başlatmış, harf devriminin fitilini ateşleyen

gelişmeler yaşanmıştır. Bu konu üzerine

Münif Paşa 1862’de Cemiyet-i İlmiye-i

Osmaniye’de verdiği bir konferansta,

harekelerden dolayı bazı kelimelerin

okunuşlarında yanlış anlamalar olmasından

ve Avrupalıların dillerinde böyle bir sorun

olmadığından okuma-yazma oranının

Avrupa’da küçük yaşlarda başladığından

söz etmiştir. Bu konferansı izleyen süreçte

Azerbaycanlı şair Ahunzade Feth Ali

Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’ye

iyileştirme tasarısında bulunmuş; Hürriyet

Gazetesi’nde Namık Kemal ile İran elçisi

Melkum Han konu üzerine tartışmaya

açmışlardır. Bu şekilde Tanzimat dönemi

aydınları, yeni bir alfabeden çok; var olanı

sadeleştirme ve iyileştirme üzerine

çalışmalar yapmakla kalmışlardır.

1876-1908 sürecinde bu konu üzerinde

herhangi bir ilerleme kaydedilememesinin

sebebi 2.Abdülhamit’in istibdat dönemi

etkili olmuştur.

2.Meşrutiyet dönemi içinde, önceki

dönemden farklı olarak bu soruna çözüm

bileyenler Arap harflerinin iyileştirilmesi

ve Arap harflerini bırakarak Latin

harflerine geçilmesi hususunda iki gruba

ayrılırlar. Akabinde Musullu Dr.Davut

Bey, Mebusan Meclisi’ne Latin harflerinin

kabulünü öneren bir tasarı sunmuştur.

1910-1911 yıllarında Latin yazısı fikri

iyice kabul görmüş, bu fikri, “halkı

cehaletten kurtarma” fikri perçinlemiştir.

Kılıçzade Hakkı ve Giritli Ahmet Saki’nin

çıkardığı Hürriyet-i Fikriye dergisinde

“Latin Harfleri” başlığı altında imzasız bir

seri makale yayınlanır. Yazar, bu seri

makalenin sonuncusunda şunları

Page 14: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

demektedir: “Latin harflerinin esas

itibariyle taraftarı olanlardan bir kısmı,

Kur’an’ın nasıl yazılacağı ve tedris

edileceği meselesini gayr-ı kabil-i hal

olmak üzere telakki ederek tereddüde

düşüyorlar. Halbuki metin bir inkılap ve

teceddüt yapmak fikrinde kat’iyet sahibi

olanlar bu babda şekk ve tevehhüme duçar

olamazlar, Kur’an meselesi elifba

meselesiyle alakalı değildir. Bugünkü

yazımızı muhafaza etsek bile terakki için

yapmak zorunda bulunduğumuz “Maarif-i

İptidaiye İnkılabı” neticesinde çocuk

mekteplerinde yanlış olarak okutulmak

şaibesinden tenzih edilecektir. Biz Latin

harflerini kabul etmekle filhakika Arapça

Kur’an’ı okuyamayacağız. Zira Arapça’nın

tahrir ve imlasına müdahale selahiyetine

malik değiliz.”

Yazı meselesinde Azerbaycan

Hükümeti’nin Latin esaslı bir yazıyı kabul

etmesi üzerine 12 Eylül 1922’de aralarında

Hüseyin Cahid ve Yakup Kadri’nin de

bulunduğu bir grup gazeteci İzmir’e

giderek Mustafa Kemal ile Latin

harflerinin kabulü üzerine görüşme

yapmışlardır.

Hüseyin Cahid resimli gazetenin 22 Eylül

1923 tarihli sayısında yayınlanan “Latin

Harfleri” makalesinde bu duruma “Biz

memlekette ümmiliği azaltamayız. Çünkü,

harflerimiz buna manidir. Çocuklarımız

mekteplerde üç sene, dört sene çalıştıktan

sonra da doğru okuyamazlar, çocuklarımız

değil, hiçbirimiz her kelimeyi doğru

telaffuz ettiğimizi iddia edemeyiz. Böyle

lisan, böyle tahsil olur mu? Bir köylü

çocuğu senelerce mektebe gidip de hiçbir

şey öğrenemezse niçin vakit kaybetsin?”

cümleleri ile durumun nasıl bir çetrefilli

yolda olduğunu izah etmiştir. Son derece

zor koşullar altında kazanılan ve kurulan

yeni bir devletin varlığının korunabilmesi

ve geleceğe taşınabilmesi için, devletin

atacağı adımlar daima çağa ayak uydurmak

zorunda idi ve tüm bunların başlangıcını

Türk aydınlar ve Mustafa Kemal eğitim ile

yapmanın doğru olacağı yönünde hareket

etmişlerdir. Mustafa Kemal 9 Ağustos

1928 tarihinde Sarayburnu’nda yaptığı

“Arkadaşlar, bizim ahenkdar, zengin

lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini

gösterecektir. Yeni Türk harflerini çabuk

öğrenmelidir. Vatandaşa, kadına, erkeğe,

hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu

vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi

biliniz.” Şeklindeki konuşması ile harf

devrimini başlatmıştır.

Mustafa Kemal’in Sarayburnu’ndaki

konuşmasından sonra memlekette bir

alfabe seferberliği başlamış, 11 ağustosta

Dolmabahçe’de ilk alfabe dersini İbrahim

Nemci Dilmen vermiştir. Türk kültürünün

temel davalarından biri olan Harf Devrimi

Kanunu 3 Kasım 1928’de mecliste kabul

görmüş ve yürürlüğe girmiştir.

Türk Harf İnkılabı ile; Türk kültür

hayatının evrenselliğe taşınması için büyük

bir emek harcanmıştır. Sonraki süreçte

dilde sadeleşme, bilimsel terimlerin

Türkçe’ye uyarlanması gibi büyük ve

başarılı adımlar atılmış, bugüne kadar

gelinmiştir. Bugün teknolojinin hızla

küçülttüğü ve bizi kıskaca alacak kadar

daralttığı dünyada, dilimizin bir empoze

edilme sürecinden geçmekte olduğunu

hatırlatmak doğru olacaktır. Unutmayalım

ki, bu dil bu topraklardan bizlere kalan

kimlik mirasıdır; ve yine unutmayalım ki,

kimliğimizin oluşumunda Dede Korkut’tan

Yunus Emre’ye; Hüseyin Cihad’dan

Dr.İsmail Şükrü Bey’e ve daha nice kalem

erbabının ve Mustafa Kemal Paşa’nın alın

teri vardır. Onu korumak, bizim ana

hakkımızdır. 10 Kasım 1938 Mustafa

Kemal’i vefatının 76.yılında saygı ve

rahmet ile anıyoruz.

KAYNAKÇA Kılıç, Selami, Türkiye’de Latin Harfleri Meselesi, (dergiler.ankara.edu.tr) Tongul, Neriman, Türk Harf İnkılabı, (dergiler.ankara.edu.tr) Dilaçar,A., Türk Yazısının Geçirdiği Evreler,BTTD,İstanbul,1985. Acar,Ayla, Türkiye’de Latin Alfabesine Geçiş Süreci ve Gazeteler,İletişim Fakültesi Dergisi.

Page 15: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

İnceleme

MİSÂLΑNİN TECRÜBELERİN

Deneyerek Öğrenmeden- 1

Muhammet Resul KAMÇI

Derd-i aşkı gayrıdan sorman ne bilsün çekmeyen

Ânı yine aşık-ı nâlâna söylen söylesin

Diyen Bâkî’nin beytine baktığımız çerçeveden, Misâlî’nin, kendisine

derin sevgiler beslediği ancak ayrılmak zorunda kaldığı sevgilisi için yazdığı

beyite de bakmak mümkündür. Şöyle der Misâlî:

Yine can hecr ile nâlân oldu hasret o râ’ya

Irak olsun bana, dâim yakın olsun Hûmâ’ya

Günümüz Türkçesine “Gönül yine

ayrılıktan dolayı ağlayıp inlemekte,

sevgilinin kaşına hasret duymaktadır /

Bana uzak olsun ama Allah’a daima yakın

olsun.” şeklinde çevirebileceğimiz beyitte

Misâlî’nin şiirine “yine” diyerek

başladığını görüyoruz. Daha önceleri de

yaşanan bir ayrılığın habercisi olan bu

başlangıcın ardından, sevgiliye/sevgilinin

kaşına hasret duyduğunu belirtiyor. “Ra”

Arap alfabesinde “ر” ve camilerde imamın

namaz kıldırdığı yer olan mihrabın şekli

harfine benzer. ( ) Bilindiği üzere ”ر“

imam secdesini orada yapıyor ve Misâlî de

tabiri caizse “tapar gibi seviyorum” demek

istiyor.

İkinci dize, beddua hissi uyandırsa

da, dikkatle incelendiğinde duadan başka

bir şey olmadığı anlaşılıyor. Bu dizede

geçen “Hûma” ifadesi “Allah”

anlamındadır. Misâlî burada “Benden zaten

uzak, ayrıyız, ama Allah’ın yolundan asla

ayrılmasın, daima Allah’a yakın olsun.”

diyerek ayrılmış dahi olsalar sevdiğine iyi

dileklerini sunuyor. Zaten Allah da “Ben

size şah damarınızdan daha yakınım.”

demiyor muydu?

Edebî sanatlar açısından

incelediğimizde Misâlî’nin muamma

sanatına yer verdiğini görüyoruz. Hümâ

kuşunun diğer adı olan Anka, esatiri

(mitolojik) bir kuştur; yoktur ancak çok

kıymetlidir, tıpkı sevgili gibi... Sevgilinin

ne kadar kıymetli olduğuna işaret eden

şairin, birinci mısradaki “ra” ile ikinci

mısradaki “anka” kelimelerini kullanması

tesadüfi değildir. Bu iki kelime

birleştiğinde “Ankara” şehrini ele verir ki

bu şehir, beytin yazılmasına ilham olan

sevgilinin yaşadığı şehirdir.

Bilinir ki biz insanlar daima

felekten yana şikayetçiyizdir. Herkesin

suçladığı felek, bu beytin yazıldığı gün

Misâlî’ye bir sürpriz yapmıştır. Beyitte

geçen “ra” ifadesi, Rabbiülevvel ayının

kısaca yazılmış şeklidir. Rabbiülevvel ayı,

Peygamber Efendimiz Aleyhisselâmın

dünyayı teşrif ettiği aydır. İşte bu beytin

yazılması bir Mevlid Kandiline rastlamıştır

ve bu feleğin Misâlî’ye armağanı olarak

düşünülebilir.

İmam-ı Âzam’a sorarlar “Sen her

şeyi bilir misin?” O ise “Estağfirullah

haddimi bilirim.” diyor. Buna istinaden

Misâlî eksikleri için affınıza iltica ediyor

ve şöyle diyor; “Bir yanlışımızı da ifade

etmek durumundayız: Bu beyti fe i lâ tün / fe i

lâ tün / fe i lâ tün / fe î lün kalıbında yazdık.

Ancak sonradan öğrendiğimize göre böyle bir

aruz kalıbı yokmuş. Niyetimizin halisane

olmasından dolayı kusurumuzun mazur

görülmesini temenni ederiz.”

Page 16: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Araştırma-İnceleme

YEKTA KOPAN VE ‘İKİ ŞİİRİN

ARASINDA’

Kevser BAYAZIT

Jim Carrey, Michael J. Fox, çizgi film karakteri Sylvester ve

Buz Devri (film) animasyon karakteri Sid ile özdeşleşmiş yazar,

seslendirme sanatçısı ve televizyon sunucusudur Yekta Kopan. 1968

yılında Ankara’da dünyaya geldi. Babası tiyatrocu Lütfü Kopan, annesi

Engin Kopan’dır. Babası aracılığıyla henüz çocukken, TRT Ankara

Radyosu’nda seslendirme yapmaya başladı. Seslendirme sanatçısı olan

ablası Yeşim Kopan gibi Radyo Çocuk Saati Programı’nda seslendirme eğitimi aldı ve bu

alanda çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Öğrenim hayatı Ankara'da geçti. Hacettepe

Üniversitesi İşletme Bölümü'nden mezun oldu. Yazın hayatına şiir yazarak başladı. İlk şiiri,

“Yarın” adlı edebiyat dergisinde yayınlandı.

Yekta Kopan'ın, öyküleri Hayalet Gemi

dergisinde okurları ile buluştu. 1998'de elektronik

ortamda yayın yapan AltZine dergisinin ve ardından

Türkiye’nin ilk çevrimiçi yayınevi olan Altkitap’ın

kurulmasına öncülük etti. Altyazı sinema dergisinde

film eleştirileri yazdı. Eşik Cini dergisinde öykü

üstüne metinler yazdı ve derginin yayın kurulunda

görev aldı . ‘ Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri’

adlı öykü kitabı 2002 Sait Faik Hikaye Armağanı'na,

‘Bir de Baktım Yoksun’ adlı öykü kitabi ise 2010'da

hem Haldun Taner Öykü Ödülü’ne, hem de Yunus

Nadi Öykü Ödülü'ne değer görülmüş bir öykücüdür.

Yekta Kopan, bu kez yeni öykü kitabı İki

Şiirin Arasında ile huzurlarınızda. Yanından geçip

gittiğimiz tüm o küçük ‘an’ların meğer ne güzel

öykülere zemin olduğunu okurlarına fark ettiriyor.

Onun kaleminden geçen öyküler bir anda ruhumuza

sızıyor büyüyor, genişliyor. Bazen kaçırdığımız,

bakmayı unuttuğumuz, önemsemediğimiz anlarla

öykülerin içinde yüzleşiyoruz bir anda. Zamanın,

kişilerin ve mekanın değiştiği olayların aynı kaldığı

‘’iki şirin arasında’’ da zihinlerimizin perde arkasında kalanlar yeniden aralanıyor. Adını

duyduğumuzda şiir kitabı sandığımız ‘iki şiir arasında’ içeriğinde farklı öykülere yer veriyor.

Kitabın içinde geçen iki şiir arasında kitaba adını veren bir öykü. Sade anlaşılır bir üslupla

kaleme alınan öyküler çabucak okunuyor ancak derin hisler uyandırıyor okuyanda. Can

Yayınevi’nin katkılarıyla yayımlanan İki Şiirin Arasında raflarda yerini aldı keyifli okumalar.

Page 17: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Şiir

BEYNİMİ SANSÜRLEDİLER BAYIM

Serap CENGİZ

Beynimi sansürlediler bayım,

Aydınlıkta türkü yakmak istiyorum.

Fikrimle çağırdığım cümleleri,

Bir bir sıraladım…

Beynimi sansürlediler bayım,

Konuşamıyorum,

Fikredemiyorum.

Beynimi sansürlediler çocuk,

Sendeki algımı aradım yıllardır…

Beynimi sansürlediler bayım,

Herkes herkesin katili,

Adil olmayan adaleti istiyorum.

Bizi sansürlediler bayım,

Herkes biraz katil

Herkes biraz çocuk kaldı.

Beynimi sansürlediler bayım,

Sesinin gölgesinde kaldım

Uğultu var,

Duyamıyor.

Şiir

SESSİZ ÇIĞLIKLAR

Mesut YILMAZ

Yüreğimin çığlıkları vurdu dizelerime

Ne olur susun diyemedi ellerim

Aydınlığı işledi bir bir satırlara

Kör olmuşçasına karanlığın ortasına

Artık ben değildim sahibi dizelerimin

Kanayan bağrım bile durduramazken beni

Sensizliği haykırıyordu adeta

Yüreğimde kopan sessiz fırtına

Page 18: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Şiir

SİTEM

Osman BAYKAL

İtimadım yok artık

Belli bir anlam ifade eden renklere;

Kırmızıya, beyaza ve pembeye.

Sana ait bir düşüncemde yok artık

Ne bez bağladığımız o ağaca

Ne de bel bağladığımız o inanca.

Artık sitem var, sitem var

Senle olan her duyguya,

Her şiire

Ve aşkın kraliçesi Leyla`ya.

Şiir

FİRKAT

(Be-nâm-ı Mihribân)

Yavuz (Fermân) KILIÇ

Ten içinde cân kalır mı gör ki cânândan ayrı

Dürr-i efşân sırra kadem, bahr u ummândan ayrı

Sâkiyâ, sen söyle: Âşık neden olur sitem-kâr

Bülbül âvâz eyleyemez gül-i handandan ayrı

Gün be gün teşrif edip bâğı temâşâ kılardı

Rûz(i)gâr dahî sükûtta serv-i revândan ayrı

Bezm-i yârân içre sultân olmasın benden ırak

Ârif olan kalamaz sohbet-i yârândan ayrı

Bil ki Fermân, fi’l-hakîka ayrısın Mihribân’dan

Çün hayâtın kaybedersin dîde-nihândan ayrı

Page 19: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

Şiir

HÜZÜN

Yunus Emre BOLAT Bana bir hüzün gerek yalnızca

İnce bir hüzün yağmurlardan

Bırakmamalı beni tutmalı sıkıca

Nasibini almış olmalı hayattan

Bana bir hüzün gerek yalnızca

Kaçıp gelmeli ansızın sonsuzluktan

Benim olmalı hem de sorgusuzca

Sıyrılmış olmalı o güzel mutluluktan

Bana bir hüzün gerek yalnızca

Geçmemiş olacak güzel yollardan

Aramalı beni ve sevinmeli bulunca

Gelmezse bile haber etmeli varlığından

Şiir

Canip ÖZYÜREK

diyordum ufak şehir

iskelede küçük bir çocuk

ilk adımlarını atardı

geride kalan yoktu

gelecekti; ayaklarının altında duran

görünen ufuk uzaktı da

yaşıyla keşfedecekti bir bir

denizin adım attığı iskele olmadığını...

diyordum ufak şehir

güzel insan anlamına gelir

umutlar tazedir balıklar tazedir

büyükşehir hevesi yoktur

hayat yoğurup atsa da bir köşeye

bir köşesi iskeledir taze balıklardır

deniz kokusu en iyi ordan duyulur

güneş en güzel ordan batar

diyorum ya ufak bir çocuk

nereden bilebilir

denizin adım attığı iskele olmadığını

Page 20: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

HABERLER VE DUYURULAR

BÖLÜMÜMÜZ ÖĞRENCİLERİNİN ATÖLYE ÇALIŞMASI

Neslihan Önderoğlu ve Serkan Türk ile, bölümümüz öğrencilerinin yapmış olduğu

atölye çalışmasından bir kareler:

scvgdfvghjb

AŞIĞIN SAZI VE SÖZÜ

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne bağlı

olarak faaliyetlerini yürüten, KTÜ Edebiyat

Kulübü'nün düzenleyeceği ''Aşığın Sazı Ve Sözü''

adlı program 26 Kasım Çarşamba günü Nazım

Terzioğlu Amfisinde saat 15.00 da

gerçekleştirilecektir.

Ardahan’dan gelecek olan âşıklarımızın mahlasları Turanî (Faruk ERDOĞAN) ve Erkanî

(Mehmet OKTAY)'dir. Âşıklarımız ''Âşık Şenlik Geleneği'' çevresinde icralarını

gerçekleştireceklerdir. Ayrıca atışmaları da programda yer alacaktır.

Page 21: Bengütaş Duvar Gazetesi 7. (Kasım) Sayısı

HİLAL’LE TREND

Bölümümüz 4.sınıf öğrencilerinden, Hilal TUNA; bölgemizin

yerel radyosu olan 94.00 frekanslı Aktif Radyo da, her hafta sonu kendi

programını yapmaktadır. Program, Hilal’le Trend ismini taşımaktadır.

Programın içeriğinde sağlıktan, anne çocuk ilişkisine kadar hayata dair

her şey yer almaktadır.