SAYI 2 MAYIS 2012
Ülkemizdeki saf arı ırklarını
korumanın en güvenilir yolu.
Sayfa 15’ te…
Kök hücre nedir ?
Nerelerde kullanılır ?
Sayfa 4’ te…
TOXOPLASMOSİS BESİ SIĞIRLARINDA SOLUNUM YOLU ENFEKSİYONLARI (BRD) SİVRİSİNEKLER VE TAŞIDIKLARI BAZI HASTALIKLAR KÖPEK EĞİTİMİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ
SAYI 2 MAYIS 2012
Akademik Danışman
Prof. Dr. Özlem KÜPLÜLÜ
AVBAT Başkanı
Ahmet YURTSEVEN
Editör
Gizem ÇOPUROĞLU
Tasarım
Murat BAL
Yasin SEZER
ANKARA ÜNİVERSİTESİ VETERİNER FAKÜLTESİ İRFAN BAŞTUĞ CAD. 06110 – DIŞKAPI / ANKARA [email protected] www.avbat.org
OMNIS CELLULA E CELLULA TUĞÇE AKGÜL 4 SİVRİSİNEKLER VE TAŞIDIĞI HASTALIKLAR ZEYNEP TOL SEVİM 7 MAKALE ÇEVİRİSİ SCOTT A. BROWN SEDA YILDIRIM 14 ARILARDA SUNİ TOHUMLAMA VE TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ GİZEM ÇOPUROĞLU 15 ASİTES AYTAÇ ÜNSAL 19 HİPOKALSEMİ EREN POLAT 21 TOXOPLASMOSİS MEHMET BARIŞ ÖZER 24 ATLARLA YAKIN GEÇMİŞİMİZ ERDEM TÜBEK 30 BESİ SIĞIRLARINDA SOLUNUM YOLU ENFEKSİYONLARI ( BRD ) GÖKNİL KALAYCI 32 DR. GÜRBÜZ ERTÜRK İLE KÖPEK EĞİTİMİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ ZEYNEP TOL SEVİM & SEVİM ISPARTA 36 ETKİNLİKLERİMİZ 38
Değerli Okurlar;
Bilim adına, faaliyetlerine her alanda hız kesmeden devam eden AVBAT,
‘’ Hippocampus ‘’ adlı dergimizin ikinci sayısını çıkarırken bilim insanının merak duygusunu, araştırma aşkını her sayfasına işlemiş, başta veteriner hekimliği mesleği olmak üzere bir çok alanı bünyesine alıp harmanlayarak sizlerdeki meslek ruhunu diri tutmayı amaçlamıştır.
AVBAT, TÜBİTAK ve Ankara Üniversitesi Proje Destek Birimi’ nden aldığı destekler, dönem içinde düzenlemiş olduğu teknik geziler, seminerler, çalıştaylar, sergiler ve aklınıza gelebilecek bir çok bilimsel faaliyetle dinamizmini canlı tutan, bir çok başarıya imza atmış köklü bir topluluktur. Yapılan her organizasyon, her araştırma, takdir beklemekten ziyade bu mesleği daha ileri taşımak, sosyal ilişkileri güçlendirmek gayelerini taşımaktadır.
Geçmişten günümüze harcanan tüm emekler, aşılan tüm engeller ve elde edilen tüm başarılar topluluk olma bilincinden öteye, her daim aile olma bilinci ile sağlanmıştır. Her bir aile ferdinin gayreti, fedakârlığı, kendine ve ailesine olan güveni ile kayda değer birçok başarıya imza atmış ve kendini sürekli yenileyen, parmakla gösterilen saygın bir topluluk olmuştur. Bugün bu bayrağı bizler taşıyoruz. Yarın da ailedeki her bireyin bu bayrağı alıp daha yükseğe taşınması için elinden gelen gayreti göstereceğine olan inancımız tamdır.
Bu amaçla basta dekanlığımız olmak üzere, topluluğun bugünlere gelmesinde emeği gecen tüm sıralı hocalarıma, bu topluluğa aile olma bilincini kazandırmış eski ve yeni tüm üyelere, dergimizin bu sayısının çıkmasında maddi ve manevi hiçbir desteği esirgemeyen, başta Prof. Dr. Şakir Doğan TUNCER olmak üzere, topluluk danışmanımız Prof. Dr. Özlem KÜPLÜLÜ’ ye ve dergi sponsorumuz İnfovet Dergisi Genel Koordinatörü Barış KOLGU’ ya teşekkürü bir borç bilirim.
AVBAT BAŞKANI
Ahmet YURTSEVEN
ÖNSÖZ
Sevgili Hippocampus Okurları;
Uzun bir aradan sonra yayımladığımız ikinci sayımızla sizlere “merhaba” demenin verdiği büyük heyecanı ve mutluluğu yaşıyoruz. Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Bilimsel Araştırma Topluluğu (AVBAT) olarak, bilimsel ve objektif olma vizyonuyla donanmış, içeriğiyle tüm veteriner hekim ve adaylarınca sevilen, yeni sayısının merakla beklendiği bir dergi olması hedefine odaklandık.
Bilim; merak, neden ve sonuç basamaklarından oluşan, bilinmeyenin gün ışığına çıkmasına öncülük eden, entelektüel ve pratik çalışmalar bütünüdür. Akademik alanda faaliyet gösterenlere düşen görev de bu amaca katkı sağlama bilincini hiç kaybetmeden insanlığa hizmet etme çabasını sürdürmek olmalıdır. Bu görevi yüklenen bir ekibin kendi çevresinde olan bitene sessiz kalmaması güdüsünü harekete geçirerek insanlığa bilimsel ürün sunma, üreterek farklılaşma, üretileni de yazarak bugüne ve gelecek nesillere aktarmayı amaçlayan, bin bir emekle hazırlamış olduğumuz dergimizi siz okurların beğenisine sunuyoruz.
Bahsedilen tüm bu ortak bilince, bundan sonraki sayılarda da katkıda bulunmak ve oluşturduğumuz paylaşıma ortak olmak isteyenlere çağrıda bulunuyor, yazılarımızın akademik ve klinik araştırmalarımıza katkı sağlayacağını umuyoruz.
Dergimizin yeni sayısı için başta, bizden yardımlarını hiçbir zaman esirgemeyen Prof. Dr. Şakir Doğan TUNCER hocamız olmak üzere, dergimizin basılmasında bizlere büyük destek veren İnfovet Dergisi Genel Koordinatörü Barış KOLGU’ ya ve katılımlarıyla emek harcayan herkese teşekkürlerimizi sunuyoruz. Nitelikli bir içeriğe sahip olmasını hedefleyerek hazırladığımız bu sayının sizler tarafından ilgiyle okunacağına inanıyoruz.
Gizem ÇOPUROĞLU
EDİTÖRDEN
TUĞÇE AKGÜL
K ök hücreler basitçe düşünül-düğünde yaşamın kaynağı-dır. Patolojinin öncülerinden Dr.Rudolph Virchow’un
dediği gibi “ omnis cellula e cellula” (her hüc-re bir hücreden meydana gelir).
Kök hücreler; tüm doku ve organları oluşturabilecek potansiyele sahip hücreler olup; kendilerini yenileme, sınırsız çoğalma ve farklılaşma özellikleri yanında zedelenme-yi izleyerek işlevsel dokuyu tamir edebilme veya tekrar oluşturabilme özelliklerine sahip-tirler.
Canlının kendisinden elde edilen kök hücrelerin başlıca kaynaklarını embriyo, kor-don kanı, amniyon sıvısı, kemik iliği, yağ do-kusu, çevresel kan ve sinovial sıvı oluştur-makla birlikte diğer çeşitli dokularda da kök hücreler mevcuttur.
Başta insan sağlığı olmak üzere hayvan sağlığında da, hayat kalitesinin yükseltilmesi-ni amaçlayan kök hücre çalışmalarının teme-linde tedavisi mümkün olmayan hastalıklar yatmaktadır. Bu yazıda kök hücre için temel oluşturan bilgilerden ve başlıca kaynakların-dan bahsedilecektir.
KÖK HÜCRELERİ DİĞER
HÜCRELERDEN AYIRAN ÖZELLİKLER
1 ) B ö l ü n ü p ç o ğ a l a b i l m e (proliferasyon) ve kendini yenileyebilme (rejenerasyon): Tekli hücrelerden elde edilen embriyonik kök hücrelerin 300-400 döngü boyunca çoğalabildikleri gösterilmiştir. Mey-dana gelen hücrelerin özelleşmediği ve uzun dönemde kendilerini yenileyebilme yeteneği-ne sahip olduğu bildirilmiştir.
Hücrelerin bölünme kapasitelerini kromozomların uç kısımlarında bulunan “telomer” denilen DNA zincirleri belirler. Telomerler ne kadar uzunsa hücre o kadar çok bölünebilir. Telomerin uzun kalmasını sağlayan da “telomeraz enzimi” dir. Kök hüc-reler yoğun telomeraz aktivitesinden dolayı çok sayıda bölünebilirler.
2 ) Farklılaşabilme: İnsan ve memeli
hayvanlardaki kök hücreleri birden fazla hüc-re tipine farklılaşabilirler.
2.a) Totipotent: Sınırsız farklılaşma
yeteneğine ve tam bir birey oluşturabilecek kapasiteye sahip olan hücrelerdir
2.b) Pluripotent: Embriyonik gelişimde
üç germ tabakasından köken alan ve yaklaşık 200 çeşit hücreye dönüşebilen hücrelerdir
2.c) Multipotent: Pluripotent hücreler-
den daha sınırlı sayıda hücre tipine dönüşebi-len ve tek bir yönde farklılaşmak üzere prog-ramlanmış hücrelerdir
2.d) Unipotent: Sadece bir seriye ait hücreleri oluşturabilen kök hücrelerdir.
OMNIS CELLULA E CELLULA Tü
rkiy
e’d
e il
k ke
z kö
k h
ücr
eler
in v
arlığ
ınd
an s
öz
ed
en b
ilim
insa
nı;
bir
vet
erin
er h
ekim
ola
n
Ord
. Pro
f. D
r. S
üre
yya
Tah
sin
AYG
ÜN
’ dü
r.
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
TUĞÇE AKGÜL
Sayfa 4
TUĞÇE AKGÜL
ELDE EDİLDİKLERİ KAYNAKLARA GÖRE KÖK HÜCRELERİN SINIFLANDIRILMASI
Kök hücreleri embriyonik ve embriyonik olma-yan kök hücreler olmak üzere iki ana başlık altında top-layabiliriz.
1) EMBRİYONİK KÖK HÜCRELER
Dört—Beş günlük uterusa implante olmamış blastosisttin iç hücre kümesinden elde edilirler. Bu hüc-reler uygun şartlarda her üç embriyonal tabakadaki (endoderm, mezoderm ve ektoderm) hücre tipine farklı-laşma kapasitesine sahiplerdir. 200 tip hücre tipine fark-lılaşma kapasitesine sahipleridir. Embriyonik kök hücre kullanımınun etik olup olmadığı hala Dünya’nın birçok yerinde tartışılan bir konudur. Ayrıca embriyonik kök hücreler, teratom oluşturma eğilimine sahiptirler.
2)EMBRİYONİK OLMAYAN KÖK
HÜCRELER
2.a) Fötal Kök Hücreler
5—10 haftalık insan fötusunun gonadal çatısında bulunan primordiyal germ hücrelerinden köken aldığı saptanmıştır. Emriyonik kök hücrelerden farklı olarak embriyo dışı (koryon, plasenta vb.) hücreleri oluştura-mazlar.
2.b)Erişkin Kök Hücreler Canlı organizmada doku ve organlarda bulunan kök hücrelerdir. Her kök hücre gibi kendilerini yenileme özelliğine sahiptirler ve ihtiyaç halinde farklılaşarak do-ku ve organların tamirini ,yenilenmelerini ve yaşamları-nı devam ettirmelerini sağlamaktadırlar.
2.b.1) Mezankimal Kök Hücreler Embriyonun oluşum sürecinde mezoderm ola-rak bilinen katmanın oluşturduğu; osteosit, kondrosit, adiposit, tendo, bağ doku, kalp kası ve iskelet kası hücre-lerine farklılaşabilen pluripotent kök hücre çeşididir. Organizmanın en zengin kök hücre kaynaklarından biri olan kemik iliği, MKH’ ler için ana kaynak sayılmak-tadır. Kemik iliğinde, mezodermden köken alan hematopoetik, endotel ve mezenkimal kök hücreler bu-lunmaktadır. MKH.’ lerin; kemik/periost, kas dokusu, diş pulpası, maksillo fasial dokular, karaciğer, lipoaspirasyon mater-yalleri, kordon kanı, kordon stroması, plasenta, amniyon sıvısı, sinovial sıvı hatta periferik kandan da adezyon özellikleri ile ayrıştırılarak çoğaltılabilmeleri mümkün-dür.
Mezankimal Kök Hücrelerin Klinik Kullanım Açısından Avantajları:
• Stromal destek sağlayarak ilgili doku hücreleri-nin gelişimine ve fonksiyonuna katkı sağlamaları.
• Farklılaşma yeteneklerinin fazla olması (mezoderm kökenli; kas, kemik, yağ, kıkırdak, stromal hücreler, tendo, ligament gibi hücrelerin yanı sıra diğer doku hücrelerine de, nöron, hepatik, pankreatik gibi, farklılaşabilmeleri)
• Hasarlı hücre ile füzyon yeteneği olması
Sayfa 5
TUĞÇE AKGÜL
• Biyoaktif maddeler, çözünür faktörler (sitokinin, kemokin) salgılayarak hasarlı hücre/doku tamirine katkı sağlamaları.
2.b.2) Hematopoetik Kök Hücreler Kan hücrelerinin bütün tiplerini, myeloid ve lenfoid hücrelerini oluşturabilen multipotent kök hücre-lerdir. İlk olarak vitellus kesesi (sarı kese) etrafında ge-lişen ilkel kan damarları içinde belirirler. Daha sonra gelişimin çeşitli evrelerinde; fetal karaciğer, kemik iliği, dalak ve timusta kan yapımına katılırlar.
Başlıca Hematopoetik Kök Hücre Kaynakları Kemik iliği: Hematopoetik, endotelyal ve mezenkimal kök hücreleri içerir. Hematopoetik kök hücreleri vasküler sistemi (arteler ve venler) ve mezenkimal kök hücreleri; kemik, kıkırdak, yağ, kas ve fibroblastları oluşturmakta-dır.
Kordon Kanı: Kemik iliği ve çevre kanı gibi dokularla kıyas-landığında; —Daha uzun telomere, —Daha yüksek proliferatif kapasiteye sahip kök hücre içeriği —İmmun yapılanma yönünden henüz timus eğitimini tamamlamamış olması —Daha kolay uyum gösterme niteliği ile önemli
avantajlara sahiptir.
3) Yeniden Programlanma ve İnduklenmiş Pluripotent Kök Hücreler (IPSc): Somatik bir hücreye pluripotens genlerinin akta-rılması yoluyla “embriyonik kök hücrelere” benzer pluripotent kök hücre özelliği kazandırılması işlemidir.
Kök Hücrelerin Veteriner Hekimlikte Başlıca Kullanım Alanları;
Veteriner hekimlikte kök hücre tedavisi çiftlik hayvanlarından daha çok köpeklerde ve atlarda tercih edilmektedir. Çünkü bu tedavi oldukça pahalıdır ve eko-
nomik kazanç elde edilen hayvanların hastalıklarının tedavisinde tercih edilmez.
Atlarda ve köpeklerde kronik tendo problemleri, deforme tendo problemleri, ligament travmaları, osteoarthritis ve osteokondral defektler gibi travmatik ve dejeneratif hastalıkların tedavisinde otolog (kendinden alınan) yağ ve kemik iliği dokusu orijinli kök hücreler kullanılır.
Bunun dışında kalça displazisi, dirsek eklemi displazisi, spondilitis gibi problemlerde de yaygın olarak kullanılmaktadır. Yine karaciğer hastalıklarında, iyileş-meyen kırık vakalarında, kıkırdak doku gereksinimlerin-de, iyileşmeyen yaralarda, otoimmun deri hastalıkların-da, IBD, Lupus benzeri sendromlar, immun kökenli trombosit azlığı, immun sistem desteği (FeLV, FIV, FIP) kök hücre tedavisi uygulamaları arasındadır.
Tip I diyabet tedavisinde önemli bir kullanım potansiyeli vardır. Spinal cord travmalarında nöral kök hücre kullanımı tamamen iyileşme sağlamasa da felçli hayvanların hayat kalitesini artırdığı çalışmalar gösteril-miştir.
KAYNAKÇA S A Ğ S Ö Z v e a r k . , K ö k H ü c r e l e r , D i c l e Üniv.Vet.Fak.Derg.,2008:1(2):29-33
KORKMAZ,D.,Kök Hücre Semineri,Ankara
Üniv.Vet.Fak.,Histoloji-Embriyoloji Anabilim Dalı,Aralık-2003
CAN,A.,Kök Hücre Tanımları,Kök Hücre biyolojisi ve
klinik uygulamalar,TÜBA Kök Hücre Çalışma Grubu-An-
kara:2009
KARAÖZ,E.,OVALI,E.,(2003)Uygulamalı Hücre Kül-
türü teknikleri,28-89
Bilim ve Teknik Dergisi, TÜBİTAK, Haziran(2010)
BEKSAÇ,M.,Kök Hücre Kaynağı olarak Kordon ka-
nı,TÜBA,2009,s.29-39
E L Ç İ N , Y. , M . , Em b r i y o n i k K ö k H ü c r e -
ler,TÜBA,2009,S.23-28
ELÇİN,Y.,M.,Kök hücre kaynakları Embriyonik Kök
hücreler,Bilim Teknik Derg.,Haziran 2010
KARAÖZ,E.(2007)Kordon kanı kök hücreleri ve kor-
don kanı bankacılığı tarihçesi,Güneş Tıp Kitapevi,20,325-346
ÇETİNKAYA UÇKAN,D.,Mezenkimal Kök Hücre-
ler,TÜBA-2009
ÇETİNKAYA UÇKAN,D.,Mezenkimal Kök Hücrele-
rin klinikte Kullanımı,TÜBA-2009 ÇAKAR,N.,Embriyodan erişkine kök hücreler,Bilim ve Teknik Derg.,Haziran 2010 Erişim Tarihi: 01/04/2012, Erişim: http://stemcells.nih.gov Erişim Tarihi: 04/04/2012, Erişim: http://www.vetcell.com Erişim Tarihi:11/04/2012, Erişim: http://yosoymonica.files.wordpress.com/2009/11/elephant_fetus.jpg
Sayfa 6
ZEYNEP TOL SEVİM
S ivrisinekler (Clusidae); hay-van ve insandan kan emerek kaşıntılı deri lezyonları oluş-turduğu gibi, 400’ den fazla
viral, bakteriel, protozoer, riketsial, sipiroke-tal, helmint hastalık etkenlerinin taşınmasın-da da rol alırlar. Özellikle insanlarda sıtma, wuchereriosis (filariosis), sarı humma, dank humması, virüslü ensafalitler gibi hastalık etkenlerinin biyolojik vektörü olmaları, sivri-sineklerin medikal önemlerini arttıran neden-lerdir.
Sivrisinekler, Insecta sınıfının Diptera dizisinde bulununan, Nematocera alt takımının, Culicidae dizialtı, Culuicidae aile-sinde yer almakta ve yaklaşık 40 bin soyda 3 binden fazla türü bulunmaktadır. Türkiye` de ise 66 türün varlığı bilinmektedir.
İnsan sağlığı açısından önemli olan
bazı sivrisinekler Anopheles, Culex ve Aedes
soylarıdır.
MORFOLOJİSİ
Sivrisinekler holometabol gelişirler. Yani yumurtadan çıkan larvalar ebeveynleri-ne hiç benzemezler, yani tam başkalaşım
geçiren böceklerdir. Yaşam döngülerinde yu-murta, larva, pupa ve ergin olmak üzere dört dönem bulunmaktadır.
ERGİN
Ergin 1.5—12.5 mm boyunda silindir şeklinde, ince karınlı, bir çift kanatlı, üç çift ince uzun bacaklı olup, vücut baş (caput), göğüs (thorax), karın (abdomen)‘ den oluş-maktadır.
Caput; sensör ve yemek için özelleş-miştir. Göz (petek göz) baştan ayrı bir bölgey-
miş gibi gelişir. Hortum başın ön alt kesimin-de ağız görevindedir. Sokucu—emici görev yapar. Hortum labium (alt dudak), labrum(üst dudak), 2 tane mandibula (üst cene), 2 tane maxilla (alt cene), hypopharinx (yutak) oluşturur. Kan emme sırasında deride mandi-bula ve maksillalarla açılan yaraya ağız parçalarının tümü sokulmakta, sadece alt du-dak dışarıda kalmaktadır. Palpler hortumun iki yanından çıkar ve dokunma organıdır. Antenler gözlerin iç tarafındaki çukur kısımlardan çıkmaktadır ve 14—15 parçalıdırlar.
Thorax; prothorax,mesothorax ve
metathoraxtan oluşmuştur.
Abdomen; solunum, sindirim,
boşaltım ve genital organlarını içerir. 10 seg-
mentten oluşur, son iki segment dış genital
organlar için farklılaşmıştır. Dişide bu iki seg-
mente cerci denir, anüs te bu bölgede bulun-
maktadır. Dişilerde spermatecha dölerme
sırasında spermaları depolamaktadır. Sper-
matecha Anophel`de bir tane, diğer sivrisi-
neklerde üç tanedir. Erkeklerde bu bölge 180°
dönmüştür (hypopygium). 2. ve 7. segment-
lerde ikişer tane solunum deliği (stigma) bu-
lunur. Sindirim sistemleri; ağız, ağız boşluğu,
kaslı farinks, yemek borusu, ön mide
(proventrikül), mide(ventrikül), bağırsak ve
anüsten oluşur. Midenin arka bağırsak ile
birleştiği yere 5 tane malphigi tüpü (boşaltım
tüpleri) açılmaktadır. Kanın emilmesinde
kaslı farinks önemli rol oynar. Göğsün ilk
parçasında bulunan bir çift tükürük bezi hi-
pofarinkse açılır. Tükürükte antikoagulan,
vazodilatatör madde bulunur.
SİVRİSİNEKLER VE TAŞIDIĞI
HASTALIKLAR İn
san
lar
ve h
ayva
nla
rdan
kan
em
erek
, 40
0’d
en f
azla
has
talık
etk
enin
in t
aşın
mas
ınd
a ro
l oyn
ayan
ları
n d
işi s
ivri
sin
ekle
r
old
uğu
nu
, erk
ek s
ivri
sin
ekle
rin
ise
sad
ece
mey
ve ö
zsu
ları
ile
bes
len
diğ
ini b
iliyo
r m
uyd
un
uz
?
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
ZEYNEP TOL SEVİM
Sayfa 7
ZEYNEP TOL SEVİM
Anopheles Culex Aedes
Renk Toprak rengi Kahverengi Siyah
Palp (dokungac)
Hortum ile aynı boyda Dişide hortumdan daha kısa Erkekte hortumdan daha
uzun
Dişide daha kısa Erkekte ayni boyutta
Kanat Beyaz-siyah lekeli Beyaz-siyah lekesiz Beyaz-siyah lekesiz
Bacaklar Beyaz halkalar olabilir veya olmayabilir
Beyaz halka yok Beyaz halkalı
Dinlenme pozisyonu
Tutundukları yüzey ile vücüt açılı konumdadır(45°)
Yüzey ile vücut paraleldir Yüzey ile vücut paraleldir
Sokma Ağrısız Acı verici Acı verici
Uçma mesafeleri
1-2 km kadar uçabilirler Iyi uçucu değillerdir Uzun uçuslar yapabilirler
Ne zaman avlanırlar?
Akşam saatlerinde ve geceleri Geceleri(crepuscular)
Gündüz (bulutlu havalarda), Gece (crepuscular)
Malaria (sıtma)
Taşıyıcısıdır Taşıyıcı değildir Taşıyıcı değildir
Diğer özellikler
Tercihen sığırlardan ve insan-lardan kan emerler
Kuşları insanlara, ineklere ve atlara tercih ederler
Memelileri ısırmayı tercih eder-ler
YUMURTA
Yaklaşık 0,5 mm uzunlu-ğunda,bir ucu sivri, diğer ucu küt iğ ya da mekik biçimindedir. Yumurtanın içindeki embri-yonun gelişip larva olarak yu-murtadan çıkmasına kadar geçen süre genellikle 2—3 gündür. Bu süre iklim koşullarına, su sıcak-
lığına, suyun fiziksel ve kimyasal özelliklerine göre farklılık gösterir.
LARVA
Larva ilk safhada bacaksız kurt şeklinde 1 mm kadardır. 4 larva evresi geçirirler. Tüm larvaların vücut sonlarında sifon bulunmaktadır. Sifon atmosferik havayı almak için gereklidir. Sifonu olmayan Anopheles larvaları su yüzeyinde paralel du-rurken, Aedes ve Culex larvaları belli bir açı ile baş aşağıya sarkar vaziyette dururlar. Ağızlarındaki ağız fırçaları sayesinde alg, bakteri ve mikroorganizmalarla beslenirler. 4. gelişim evresinden sonar larva, pupa evresinde hazırlık yapar, bu evrede beslenemez.
PUPA Larvanın vücudu karın yönünden kıvrılarak
ince saydam, koyu renkli bir çeperle sarıldıktan sonra pupa evresine geçmektedir.
Pupa; vir-
gül şeklinde ve
hareketli (larva
dan daha az ak-
tiftir) fakat beslen-
mezler (ağız or-
ganelleri yoktur).
Baş ve göğüs
(thorax) kısmı
kaynaşarak cepha-
lotorax‘ı oluştu-
rur. Cephalothorax‘ ın üst yüzeyinde huni şeklinde bir
çift solunum borusu deliği bulunmaktadır. Son seg-
mentin uç kısmında bir çift yüzgeç yer alır. Pupa gel-
iştikçe rengi esmerleşir, hareketleri yavaşlar ve pu-
panın thorax kısmından ergin canlı yavaş yavaş çık-
maya başlar.
Sayfa 8
ZEYNEP TOL SEVİM
Tropik ve subtropik bölgelerde göller, akarsular,
bataklıklar çevresinde, rüzgarsız ve kuytu yerlerde
yaşamaktadırlar. Erkek bitki özsuları ve dişi hem kan
hemde bitki özsuları ile beslenirler. Pupadan çıkan ergin
bir süre dinlendikten sonra uçmaya başlar. Dişi hemen
kan emmeye başlamaz. Bu süre içerisinde dişinin ovary-
um folikülleri gelişmeye başlar ve dişi artık çiftleşmeye
hazırdır.
Dişi çiftleşme uçuşu için erkek sürüsüne doğru
gider. Erkek birkaç defa çiftleşebilir; fakat dişi yaşamı
boyunca sadece bir defa çiftleşebilir. Çiftleşme olduktan
sonra dişi kan emmek için konak aramaya başlar. Dişi
kan emmek için konağını karbondioksit ve konağın
salgıladığı diğer kokulardan (ter kokusu, ayak kokusu
vb.) bulurlar. Kan emdikten sonra kanın sindirim (60—
130 saat) ve sindirim sayesinde oluşan yumurtaların ge-
lişimi için 2—3 gün dinlenmeye çekilirler ve bu süre içe-
risinde beslenmezler.
Yumurtaların gelişimi için demir ve protein ge-
reklidir, kanı kaynak olarak kullanırlar. Daha sonra yu-
murtalarını bırakırlar. Bu olaylara Gonotrophic döngü de-
nir. Bu döngüyü bir dişi ortalama 5 defa yapabilir. Kanın
emilmesi-yumurta bırakımı-kan emilmesi olarak tekrar
tekrar devam eder.Bu döngü sivrisineklerin nasıl
hastalıkları taşıdıklarını anlatan bir döngüdür.
Sivrisineklerle Bulaşan Hastalıkların Bazıları
SITMA (Malaria)
Anofel; kan emerken tükrük salgısıyla parazitin sporozoit formunu kapiller damar içine bulaştırır. Sporozoit yarım saat içinde karaciğer hücrelerine girer. Giremeyenler fagosite edilerek yok olurlar. Karaciğer hücresinde adaptasyonunu tamamlayarak tekrar eri-trositleri enfekte eder. Sivrisinek kan emerken etkeni alır ve başka bir konaktan kan emerken ona bulaştırır.
Ülkemizde 1940’lı yılların ortalarına kadar sıt-maya yakalanmadan veya sıtma geçirmeden erişkin ola-bilen, yaşamını sürdüren insanı yok gibiydi. 1927’de Sıtma Savaşı Kanunu ile Anadolu tarihinde ilk kez sıt-
maya karşı etkili ve başarılı bir mücadele başla-tılmıştır.Dünya Sağlık Örgütü; bu başarıyı diğer ülkelere örnek olarak göstermiştir. (1950—1960)
Sıtmanın önemi 1960’ lardan sonra yavaş yavaş unutulmaya başlanmıştır. 1977 yılında Çukurova Böl-gesi’ nde 120 bin vaka görülmüştür. Bu hastalık hala Çu-kurova bölgesi ve Güneydoğu illerinde epidemiler oluş-turabilecek kadar yaygındır.
WHO (Dünya Sağlık Örgütü)` nün 2011 Sıtma
raporuna göre; 106 ülkede 3.3 milyara yakın insan sıtma
riski altında bulunmaktadır. 2010 yılında yaklaşık 216
milyon insan sıtmaya yakalanmıştır. Sıtma; en çok ölüm
nedeni olan hastalıklar arasında ilk 10 da yer almaktadır.
Ülkemizde görülen sıtma çeşidi Pl. vivax` ın neden
olduğu tersiyana sıtmasıdır. Fakat zaman zaman diğer
çeşitler de görülmektedir.
KLİNİK BELİRTİLER Pl.vivax Sıtması (Tersiyana Sıtması) Türkiye‘de
görülen olguların %99 unu oluşturmaktadır. Kuluçka dönemi 12—17 gün olup bu süre 8—9 aya kadar da çıka-bilir. Erişkinlerde ölüm oranı çok az olmasına rağmen çocuklarda ölümcül olabilir.
Sıtma nöbetinde; üşüme, titreme (0.5—2 saat devam edebilir), yüksek ateş (40° ye kadar yükselebilir, 2—6 saat devam edebilir), baş ağrısı, taşikardi, hızlı solu-num, bulantı, karın ağrısı, kusma yanında deride dökün-tüler vardır. İdrar koyu renkte, kanda üre ve kolesterol yüksektir. Terleme ile yüksek ateş düşer ve hasta uykuya dalar ve bir dahaki nöbete kadar kendisini normal hisse-der. (Pl. vivax sıtmalarında 48 saatte bir nöbet görülür). İlk nöbetten sonra hasta tedavi edilmez ise, hastalıkta uzun veya kısa süren kronik dönem başlamaktadır.
TANI
Periferik yaymada etkenin eritrosit içinde görül-
mesi.
QBC yöntemi.
Sayfa 9
ZEYNEP TOL SEVİM
TEDAVİ
Sıtma hastası devamlı dinlendirilmelidir. İyi beslenmelidir. İlaç olarak ilk kullanılan kınakına kabuk-larıdır. Bunları ilk kullananlar Güney Amerika’da Peru-via yerlileridir. Fakat bu bitki yan etkileri nedeniyle g ü n ü m ü z d e k u l l a n ı l m a m a k t a d ı r . Günümüzde ilaçlar baskılayıcı ve tedavi edici olarak iki şekilde kullanılır. Primetamin, proquanil, klorakin baskılayıcılardandır. Düzenli şekilde alındık-larında parazitin insanda gelişip, çoğalmasını önler. Sıt-malı bölgeye seyahat edeceklerin bir hafta önceden bunlardan birini kullanmaları tavsiye edilir. Tedavi edi-ciler arasında klorokin, primakin ve kinin sayılabilir. Klorokin en etkilisidir. Alyuvarlar içindekilere etki etme-sine rağmen karaciğerdeki sporozoitlere etki etmez. Cinsi üremeyi önler. Dokulardaki parazitlere primakin daha etkilidir. Bu ilaçlar uygun kombinasyonlarda ve özel ekipler tarafından hastalara bizzat uygulanmakta-dır.
Sıtma yurdumuzda ihbarı zorunlu hastalıklar-dan olup, 7402 sayılı kanunla sıtma ilaçlarının satışı yasaklanmıştır. Tanı konulduğunda hastaların tedavisi ücretsiz verilen ilaçlarla ilgili kurumlar tarafından yapılır. Tedavide şizontlara ve gametositlere etkili ko-lorokin ve ekzoeritrositer şekillere etkili primakin kom-bine olarak verilir. Klorokine dirençli P. falciparum sıt-masında meflokin verilir. Ayrıca hastalara intravenöz sıvı desteği, çocuklarada ağızdan glikoz içeren bol sıvı verilmesi gerekir. Anemi tedavisinde demir içeren preperatlar, folik asit verilmesi ve gerektiğinde kan transfüzyonu yapılmalıdır.
BATI NİL VİRUSU (West Nile Virus)
Flaviviridae ailesinde sınıflandırılan ve zarflı bir RNA virustur. Amerika, Asya, Afrika ve Avrupa’da, özellikle Akdeniz’e sınırı olan ülkelerde insanlar başta olmak üzere özellikle atlar, yabani ve evcil kanatlı hay-vanlar, koyunlar, develer, maymunlar ile hamster ve fare gibi deney hayvanlarında görülebilmekte ve Culex, Aedes cinsi sivrisinekler ile Argus ve Hyalemma cinsi keneler ile bulaşmakta ve çesitli nörolojik semptomlara neden olmaktadır.
Domuz, köpek ve tavşanlar direnç gösterebil-mektedir. Viremi genellikle düşük düzeyli ve geçicidir. Virusun yaşam döngüsünde sivrisinek ve kuşlar, son konak olarak ise insanlar, atlar ve diğer memeliler bu-
lunur. İnsanlara Culex cinsi sivrisineklerle gecer. Türkiye’ deki antikor prevelensi Batı Anadolu`da in-sanlarda %6 , koyunlarda %1.5 olarak tespit edilmiştir. 937 kişide bölgelere göre Diyarbakır` da %40.5, Mardin` de %47.8, Siirt` te %44.8, Şanlıurfa` da %38 ve Elazığ` da % 41.2 olarak bildirilmiştir.
KLİNİK BELİRTİLER İnkubasyon süresi 2—15 gündür.İnsanlarda
hastalık yüksek oranda asemptomatik gelişir. İnsanlarda ateş, baş ağrısı, kas ağrısı, kas titremeleri, bulantı, yor-gunluk, halsizlik, deride kızarıklıklar, kusma, ishal, lenf bezlerinde şişme, boyun tutulması, boyunu dik tutama-ma, oryantasyon bozukluğu, halisinasyon, nörolojik problemler, hafıza kaybı, menenjit ve paraliz sonuçta koma şekillenir. Atlarda %35—40 oranda ölüm görülmektedir ya da hastalığın komplikasyonlarından dolayı ötanazi uygu-lanmaktadır. İyileşme görülen atlarda kalıcı nörolojik semptomlar oluşmaktadır.
TANI PCR, ELISA, Hemaglütinasyon inhibisyon (HI), indirekt immunofloresans antikor (IFA)
TEDAVİ Analjezikler ve antipiretikler semptomatik teda-vide önemlidir. Ribavirin, interferon, pirazidin nükleo-zitlerin etkili olabilir.
FİL HASTALIĞI ( Lenfatik Filariosis, Elephantiasis)
Fil hastalığı, Wuchereria bancrofti‘ nin neden ol-duğu, en çok tropikal bölgelerde görülen bir hastalıktır. Ana konak insan, ara konaklar Culex, Anopheles, Man-sonia cinsi sivri sineklerdir.
Türkiye`de W. bancrofti`nin etken olduğu filari-osis olgularına Akdeniz bölgesine Antalya ve çevresin-deki ilçelerde rastlanılmaktadır. Alanya ilçesi ve civarın-da, Bodrum, Fethiye, Samsun, Elazığ civarında sporadik olgular halinde seropozitif olgulara rastlanmıştır. Mani-sa, Aydın, Denizli, Uşak, Afyon ve Van civarında elefan-tiasisli olgular bildirilmiştir.
Sayfa 10
ZEYNEP TOL SEVİM
Bu nematodlar vivipar olup, erişkin filarialar
veya makrofilarialar deride veya lenfatik sistemde yaşa-maktadırlar. Embrioları veya mikrofilariaları kanda mikrofilariemi, deride mikrofilariadermi yapmaktadır.
K L İ N İ K BELİRTİLER Başlangıçta ateş,
halsizlik, kalçalar-
da, genital bölge-
lerde, scrotum
veya testislerde
lokalize ağrılar
olmaktadır. Lokal
ö d e m , l e n f
düğümleri küçük ve serttir. Organlarda alerjiler, astım
nöbetleri görülebilir. Apseler veya septisemi ile sekonder
enfeksiyonla tekrarlayan lenfajitler görülür. Akut dönem
deri sıcak ve yerel lenf bezlerinde adenit oluşmaktadır.
Spermatik kordon şişliği, scrotum lenfajiti, orşit görülür.
Kronik dönem de apse, kronik epididimitler, lenfatik
varisler, skrotal elefantiasis, monoartiküler artrit, gizli
filariosis görülmektedir.
TANI
a) Direkt tanı; lenfatik ganglion biopsisi veya mikrofilaria aranması
b) İndirekt tanı; serolojik tanı veya deri testi
TEDAVİ
Dietylcarbamazin kullanılır. Seconder bakteri enfeksiyonlarında antibiyotikler kullanılır. İvermektin ön çalışma olarak kullanılır çünkü erişkinlere etkimez.
KORUNMA
Sivrisineklerle savaş, portörlerin bulunup teda-
visi, ilaçla koruma haftada iki kere dietylcarbamazin ve-
rilebilir.
SARI HUMMA (Yellow Fever)
Flaviviridae ailesinde sınıflandırılan ve zarflı bir RNA virustur. Sarı humma hastalığı, Güney Amerika ve Afrika’nın bazı yerlerinde sivrisinekler (Aedes aegeypti) tarafından insanlara bulaştırılan bir virüs hastalığıdır. İnsanlar ve maymunlar bu virüsün en çok bulaştığı tür-lerdir.
KLİNİK BELİRTİLER Hastalığın belirtileri arasında ani ateş, üşüme, kas ağrıları, bel ağrısı, başağrısı, mide bulantısı ve kusma sayılabilir. Bu belirtiler virüsün vücuda girmesinden 3—6 gün kadar sonra meydana çıkar. 3—4 gün kadar sonra çoğu hastalar biraz iyileşir ve belirtileri kaybolur. Ancak
hastaların %15’ inde kanama (ağız, burun ve göz ve/veya midede), sarılık, kusmaya sebep olan karın ağrıları ve böbrek işlevlerinde sorunlar görülebilir. Bu hastaların da yarıya yakını iyileşir, ancak kalan kısmı bu belirtilerin ortaya çıkmasından 10—14 gün kadar sonra ölürler.
TEDAVİ Ribavirin, interferon, analjezik, asetilsalisilik asit kullanılabilir.
KORUNMA Sarı Humma 17D aşısı
DİROFİLARİASİS
Dirofilaria immitis, başta köpeklerde bazen de kedi, tilki, kurt ve nadiren de insanlarda gözlenen, sivri-sineklerle bulaşan, dolaşım ve solunum sistemi bozuk-luklarına yol açan bir parazittir. Kalp kurdu olarak da bilinir. Yurtdışında çok yaygın olan bu nematodun Tür-kiye` deki varlığı çeşitli araştırmacılar tarafından saptan-mıştır. Hastalık dış ortamda yaşayan hayvanlarda ve erkek köpeklerde daha sık görülmektedir. Yavru köpek-lerde hastalık transplasental olarak edinilse de, daha çok 3—15 yaşlı köpeklerin etkilendiği bildirilmektedir. İn-sanlarda seyrek de olsa, insan pulmoner dirofilariasis (HPD) olarak literatüre geçen ve pulmoner nodüllerle karakterize hastalığa neden olur.
Sivrisinek (Aedes ve Culex), enfekte konakçı hay-vanın kanını emerken mikrofileri yutar ve 2 ay icerisinde bu bölgede mikrofiller gelişirler ve bunu takiben 2—2.5 hafta içinde enfektif larvalar meydana gelir. Sivrisinek bir köpeği ısırdığında, bu larvalar yeni konakçıya girer ve 100 gün sonra dolaşım sistemine girerek kaudal ak-ciğer loblarının perifer pulmoner arterlerlerine yerleşir-ler. Parazit sayısı arttıkça sağ ventriküle, sayı 50'yi
aştığında sağ atriyuma ve daha da arttığında vena kavaya ulaşırlar.
KLİNİK BELİRTİLER
Genellikle asemptomatik
seyreder. Klinik semptom-
ların şiddeti köpekte bulu-
nan ergin parazit sayısıyla
ilgilidir. Ağır enfeksiyon-
Sayfa 11
ZEYNEP TOL SEVİM
larda solunum ve dolaşım sistemlerine ait ciddi klinik
semptomlar gözlenebilmekte, hatta ani ölümler meyda-
na gelmektedir. En sık görülen belirtiler; akciğerde
oluşan yangıyla ilişkili olan sağ ventriküler dilatasyon
veya hipertrofi, öksürük, dispne, egzersize intolerans ve
halsizliktir. Hastalarda sağ kalp yetmezliğine bağlı ola-
rak asites ve hepatomegali de görülebilir. Hastalık ilerle-
dikçe kardiyak kaşeksisi ortaya çıkar, nadiren ikterus
görülür.
TEDAVİ
Köpeklerde ivermektin, melorsamin, selamektin,
ve doksisiklin. Ivermektin mikrofillerlere etki eder ol-
gunlara etkisizdir. Melarsomin (epeksiyonel kas uygula-
masi-anestezi altinda) ise olgunlara etki eder.
SİVRİSİNEKLERDEN KORUNMA
YÖNTEMLERİ
Sivrisinek mücadelesine başlamadan önce bu çalışmaları yapabilecek personelin, halkın sivrisineklerle ilgili bilgilendirilmesi gerekir.
Sivrisinek türlerinin en çok ısırma saatleri gün batımı dan şafak vaktine kadar olan süredir. Bu saatler-de dışarıda bulunulmamalı veya koruyucu giysi ya da sinek kovucular kullanılmalıdır. Köpekler için sentetik preiroid tasmalar-Deltametrim collar kullanılmalıdır. Su birikintilerini ortadan kaldırmak yararlıdır (ağaç kovuklarına biriken sular, küçük çukurlarda biri-ken sular ve hatta sokaklardaki çöplerin içinde biriken sulara bile yumurtalarını bırakabilen sivrisinekleri önle-mek için bu ortamları ortadan kaldırmak). Çukurların doldurulması drenaj açılması, birikinti ve bataklıkların kurutulması, sucul bitkilerin su drenaj kanallarının te-mizlenmesi, su seviyelerinin ve akıntılarının değiştiril-mesi gerekir. Süs havuzlarına uygun sirkülasyon sistemi yap-tırılarak suyun havalandırılması sağlanmalı, bakımı dü-zenli olmalı ve içinde balık beslenmelidir (Sivrisinek ba-
lığı (Gambusia Affinis) sıcak—soğuk sularda kolaylıkla yaşayabilen bir tatlı su balğıdır ve sivrisinek larvası yiye-rek beslenirler). Kullanılmayan yüzme havuzları temizlenip klorlanmalıdır. Hayvanların suluklarından su mümkün oldu-ğunca sık değiştirilmelidir. Kapların altında su birikme-
yecek şekilde kanallar yaparak sular tahliye edilmelidir. Kesilen çimler toplanmalıdır. Bahçe düzenleme-
lerinde su birikintisi olacak düzenlemelerden kaçınılma-lıdır. Bahçedeki kuru yaprakların ve birikmiş çalılıkların sivrisinekler için çok uygun üreme alanları olduğu unu-tulmamalıdır.
Tuzaklar;
CDC—type CO2—kandırıcı tuzak (dişileri CO2 yayarak kendine çeker ve içine düşürür).
Gebe Tuzağı (dişilerin yumurtalarını bırakmak isteyecekleri bir ortam hazırlanıp bu ortama girdikler-inde de emici bir aletle sinekleri çekmek)
Nöbetçi (koruyucu) tavuklar; hastalığın olma olasılığı olan bölgelere bir süreliğine bırakılan tavuklar geri alınıp kan testi yapılır ve o bölgede hastalık olup olmadığı anlaşılır. Ölü kuşlar ve vahşi kuşlar hastalık yönünden test edilir. Bu şekilde sivrisineklere karşı önlem artırılır.
Larval Sinek Kontrolü (biyolojik preperatlar; Bacillus thuringiensis israilensis, Bacillus sphaericus)
Ergin sinek kontrolü insektisitler ile yapılır. Klorlu Hidrokarbon Insektisitler, organik
fosforlu insektisitler, karbamatlar, bitkisel kökenli sente-tikler (bazıları insektisit bazıları repellent olarak kul-lanılır).
Sinek kovucu (repellentler); DEET, Pikaridin, limon ökaliptus yağı
KAYNAKÇA
Abdullah YILMAZ, Ahmet DEMRCIOGLU, Hakan YESI-LÖZ (2010) Kapadokya Bölgesinde Simulium spp. (Diptera: Simuliidae) Mücadelesi Üzerinde Arastirma-lar Ekoloji 19(77): 107-112 syf.
Prof Dr Y.Ali Öner KAN VE DOKU NEMATODLARI-http://www.istanbul.edu. tr/itf/itfogrenci/attachments/079_kan.ve.doku.nematodlari.pdf
Duygu ÇAKIROĞLU, Yücel MERAL SAMSUN BÖL-GESİNDE, KÖPEKLERDE DİROFİLARİA İMMİTİS ENFESTASYONU İNSİDANSI İNCELENMESİ
Yucel Meral, Utku Bakırel Bir köpekte kalp kurdu hastali-ginin ekokardiyografik teshisi
Uzman Veteriner Hekim Ragip BAYRAKTAR (2010) Bati nil virüsü enfeksiyonu cilt:22 sayi:3-4 23-26syf.
Sayfa 12
ZEYNEP TOL SEVİM
MARK S. FRADIN, M.D., AND JOHN F. DAY, PH.D. (2002) COMPARATIVE EFFICACY OF INSECT RE-PELLENTS AGAINST MOSQUITO BITES N Engl J Med, Vol. 347, No. 1 July 4, 2002: 13-18syf.
Jean L. Laffoon, Kenneth L. Knight(1971) A Mosquito Taxonomic Glossary Female Genitalia Mosq. Syst. Newsletter Vol. 3(2): 32-41 syf.
Ralph E. Harbach and Kenneth L. Knight, A Mosquito Taxonomic Glossary The Larval Mandible, Mosq. Syst. Newsletter Vol. 3(2): 25-57 syf.
Kader YILDIZ, Sibel YASA DURU, Buğrahan B. YAĞCI, Naci ÖCAL, Aycan N. GAZYAĞCI, The Prevalence of Dirofilaria immitis in Dogs in Kırıkkale Türkiye Pa-razitoloji Dergisi, 32 (3): 225 - 228, 2008 Türkiye Pa-razitol Derg.
Adnan ALDEMİR, Ayşe BOŞGELMEZ, Ankara-Gölbaşı’nda Sivrisinek (Diptera: Culicidae) Kontrol Çalışmaları Hakkında Yöre Halkının Düşünce, Bek-lenti ve Önerileri Türkiye Parazitoloji Dergisi, 29 (1): 50-55, 2005
Gil Yosipovitch, Katharine Fast and Jeffrey D. Bern-hard,Noxious Heat and Scratching Decrease Hista-mine-Induced Itch and Skin Blood Flow J Invest Der-matol 125:1268 –1272, 2005
ART BORKENT AND DAVID A. GRIMALDI, The Earliest Fossil Mosquito (Diptera: Culicidae), in Mid-Cretaceous Burmese Amber Ann. Entomol. Soc. Am. 97(5): (2004)
Adnan ALDEMİR, Berna DEMİRCİ, M. Ali KIRPIK, Bülent ALTEN, Arif BAYSAL, Igdir Ovasi`ndaki(Türkiye) Sivrisinek Larvalarinin (Diptera: Culicidae) Tür Kompozisyonu ve Mevsimsel Dinamizmleri, Kafkas Üniv Vet Fak Derg. 15 (1): 103-110, 2009
Janet Fang, A WORLD WITHOUT MOSQUITOES, NA-TURE-Vol 466-22: 432-434 July 2010E
Önder Ser, Hüseyin Çetin Antalya İlinde 2001 ile 2011 Yıl-l a r ı A r a s ı n d a k i S ı t m a V a k a l a r ı n ı n Değerlendirilmesi, Özgün Araştırma / Original Inves-tigation Turkiye Parazitol Derg 2012; 36: 4-8
Sayfa 13
SEDA YILDIRIM
B ilim insanları, kedilerdeki kronik böbrek hastalıkların-da kan basıncının yükselme-sinin yüksek tuz alımı ve
hücre dışı sıvı hacminin artmasıyla bağlantılı olduğunu ileri sürüyorlar. Sodyum ve klor hücre dışı sıvı içerisinde sınırlı miktarlarda bulunan büyük elektrolitlerdir. Bu nedenle vücutta NaCl içeriğinin değişmesi hücre dışı sıvı hacminin değişmesine öncülük eder. Çünkü hücre dışı sıvı hacmi vücuttaki NaCl miktarını düzenleyerek kan basıncını denge-leyen en önemli faktördür. Karmaşık bir den-ge mekanizmasına sahip olan vücuttaki tuz içeriği renal, hormonal ve sinirsel düzenleyici mekanizmalarla kontrol altında tutulur.
Vücuttaki NaCl içeriğinin değişmesi vücuda NaCl’ ün girişi ile çıkışı arasındaki farktan kaynaklanır. Ne yazık ki NaCl’ ün çok az bir kısmı gastrointestinal emilim ya da fekal çıkış ile regüle edilebilir. Bu nedenle Na regülasyonu için esas mekanizma NaCl’ü değiştirip üriner boşaltım ile kompanze eden böbreklerde bulunur. Böbreklerin vücuttaki NaCl dengesini koruma yeteneği renal meka-nizmaların doğasında varken, bazı nörohumoral faktörler ve bazı hastalık seyir-leri bu yeteneği azaltırlar. Örneğin; her iki atrium, sağ ventrikül ve çeşitli kan damarla-rında volüme reseptörleri vardır. Atrial natriüretik hormon sekresyonu ve renal sinir aktivitesindeki değişim bu reseptörlerde ge-rilmeye sebep olarak renal sodyum atımını arttırır. Bazı kilit hormonlar ise; renal regülas-yonun sağlanması amacıyla kullanılabilir. Örneğin; Anjiotensin ve Aldesteron renal sodyum atılımını azaltmak için kullanılabilir.
Belgelere göre kedilerde kronik böb-rek hastalıklarıyla birlikte sistemik hipertan-siyon prevalansı yüksektir. Renal fonksiyon-lardaki değişim sodyum atılımı ve vücutta sıvı homeostazını etkileyerek kan basınca değişmelere sebep olabilir. Bir hipoteze göre tuz ilaveli diyetlerin kedilerde hipertansiyon ile birlikte kronik böbrek hastalıklarını ağır-laştırarak sıvı volümünün artmasını uyardığı bilinir.
Aslında NaCl ilave edilen diyetlerin kan basıncını üzerindeki etkileri üzerine çalışmalar yapılmıştır. Ratlarda yüksek NaCl alımı; bir çok belirti ile birlikte böbrek küçül- mesi ve kan basıncında artış görülmüştür. Bu
duruma tuz duyarlılığı adı verilmiştir. Nasıl olursa olsun bazı ratlarda tuz duyarlılığı be-lirtileri görülürken; bazı ratlarda NaCl alı-mındaki değişimleri böbrekleri ile kompanze edip, kan hacminin değişimini engeller. İlginç bir biçimde tuz duyarlılığı insanların bir ço-ğunda genetikle alakalıdır. Normal köpekler-de yapılan çalışmalarda 8 ila 120 mmol/kg arasında artan miktarlarda NaCl alımı kan basıncında değişim oluşturmadığını kanıtla-mıştır. Bunun manası normal köpeklerde de-ğişen miktarlarda NaCl alımı olsa bile; vücut-taki NaCl içeriğinin regülasyonunun böbrek-lerin etkisi ile sağlandığını gösterir. Üzerinde çalışılan deneklerde azoteminin uyarılması ile birlikte II. ve III. aşama kronik böbrek hastalı-ğının belirtilerinin görülmesi; tuz duyarlılı-ğından şüphelendirse de; durum aslında böy-le değildir. Muhtemelen hayvanlardaki bu durum başlı başına genetik, çevresel ve has-talık faktörlerinin etkisinde oluştuğu gözlem-lenmiştir.
Peki ya kedilerdeki kronik böbrek hastalıkları ? Onlardaki tuz duyarlılık belirti-leri ratlara mı yoksa insan ve köpekteki belir-tilere mi benzer ? Azotemi ile seyreden II. ve III. aşama kronik böbrek hastası kedilerde tuz
alımının kan basıncını art-t ı r m a d ı ğ ı görülür. Ay-rıca en düşük d ü z e y d e NaCl alımı g l om er u la r
filtrasyon hızını düşürüp, renin-anjiotensin- aldesteron sistemini aktive eder. Tuz duyarlı-lığının kan basıncı üzerindeki etkisi ile ilgili bu bulgular dikkat çekici şekilde normal ke-dilerle aynıdır. Bu durumda kedi ve köpekler üzerinde yapılan çalışmalar gösteriyor ki; ne kan basıncının ne de sistemik hipertansiyo-nun her ikisinin birden tuz duyarlılığı ile doğrudan ilgisi olmadığını göstermiştir.
TUZ, HİPERTANSİYON VE KRONİK BÖBREK HASTALIKLARI
-MAKALE ÇEVİRİSİ-
Scott A. Brown
College of Veterinary Medicine, University of Georgia
İkin
ci v
e ü
çün
cü a
şam
adak
i bö
bre
k h
asta
sı k
edile
rde
tuz
alın
ımın
ın k
an b
asın
cın
ı
art
tırm
adığ
ını b
iliyo
r m
uyd
un
uz
?
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
SEDA YILDIRIM
Sayfa 14
GİZEM ÇOPUROĞLU
B al arıları, biyolojileri gereği uçarken çiftleştikleri için kontrolsüzce çiftleşebilmek-te ve kolayca melezlenmek-
tedirler. Doğal döllenmede erkek arılar, ana arının salgıladığı feromonu 12-18 km mesafe-den algılayarak ana arıları bulur ve uçarken döllerler.
Bu şekilde herhangi bir yörede bir veya birkaç ana arının başka ırktan erkek arı-larla döllenmesi ile başlayan melezlenme ve-ya saf ırk kaybı zamanla tüm yöreyi etkisi altına alır. Arı biyolojisinin bu özelliğinden dolayı melezlenme bir bölgedeki tüm koloni-lere çok hızlı bir şekilde yayılır. Böylece saf ırk ve lokal ekotipler melezlendiğinden özel-liklerini kaybederler ve melez nesillerden bir daha saf nesiller üretilemezler.
Ülkemizde gezginci arıcılığın çok
yoğun olarak yapılması nedeni ile melezlen-me çok büyük alanlara, bölgelere ulaşmış, bu yüzden bugün bazı lokal ırklar ve ekotipler kaybolmuştur. Bunun sonucunda; ileri jene-rasyonlarda verimsiz ve dejenere melezler ortaya çıkmıştır.
İşte bu noktada suni tohumlama ile
genetik kirlenmenin önlenmesi , mevcut ırk-ların saflarının elde edilmesi, koruma altına alınması ve bunların ana arılarını üreterek arıcıların hizmetine sunulması amaçlanır. Yani saf yetiştiricilik ve hibrit yetiştiriciliği gibi kontrollü çiftleştirme gerektiren çalışma-lar ancak suni tohumlama ile başarılabilmek-tedir.
Suni tohumlama yönteminin önemi,
sadece genetik materyalin saf korumasını sağlamak değil, aynı zamanda üstün verim verecek, hastalık ve zararlılara dayanıklı yeni genetik kombinasyonların oluşturulmasında da esas araç olmasıdır. En önemli işlevi, pedigrili damızlık ana arı üretimi ve ıslah çalışmalarında uygulanacak çiftleştirme yön-teminde kontrol sağlamasıdır. Bal verimini arttırmak, polinasyonda etkinliği arttırmak, daha uysal genotiplerin üretimi, Amerikan
Yavru Çürüklüğü (Paenibacillus larvae larvae) gibi hastalık ve Varroa destructor’a ve Trake akarı (Acarapis Woodi) gibi iç ve dış parazitle-re karşı dayanıklı materyallerin geliştirilmiş olmasındaki en büyük katkı suni tohumlama uygulamalarınındır.
Bal arılarında genetik yapının, gele-
cek döl jenerasyonuna aktarılması ana arı sayesinde mümkün olmaktadır. Erkek arılar sadece sistemi tamamlayan birer aracıdır. Bu nedenle gerçek ıslah materyali ana arıdır ve uygulanan ıslah programları ana arılar arası çiftleştirmeler üzerine kurulur.
Ana Arının Suni Tohumlamaya Ha-zırlanması
Suni döllenecek olan ana arılar özenle yetiştirilir. Bu amaçla bol miktarda arı sütü üreten genç işçi arı kadrosu fazla olan güçlü kolonilerden yararlanılır. Doğal olarak ana arılar ergin hale geldikten 6—10 gün sonra çiftleşme uçuşuna çıkarlar. Suni tohumlana-cak ana arılar 6—15 günlük yaşta olmalıdır. Altı günlükten daha küçük ana arıların üre-me organları ve dokuları çok zayıf olduğun-dan; 15 günlükten daha büyük olan ana arıla-rın da dokularının elastikiyeti azaldığından; örneğin daha az sperm depoladıklarından, suni tohumlanmalarında bazı güçlükler mey-dana gelmektedir.
ARILARDA SUNİ TOHUMLAMA
VE TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ B
ir k
raliç
e ar
ı, sa
dec
e b
ir d
efa
çift
leşm
e u
çuşu
na
çıkı
p, o
rtal
ama
10 e
rkek
arı
dan
to
pla
dığ
ı sp
erm
leri
öze
l kes
esin
de
(sp
erm
ath
eca)
dep
o e
der
ek, h
ayat
ının
so
nu
na
kad
ar d
öllü
yu
mu
rta
vere
bili
r.
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
GİZEM ÇOPUROĞLU
Resim 1
Sayfa 15
GİZEM ÇOPUROĞLU
Erkek Arının Suni Tohumlamadaki Önemi ve Yetiştiriciliği
Ana arıların suni tohumlanmasında kullanılacak
erkek arıların yetiştirilmesi ve seleksiyonu da ana arı yetiştiriciliği kadar önemli bir konudur. Çünkü oluşacak olan döl, sahip olacağı bü-tün karakterleri bu iki ebeveyninden alacak-tır. Suni tohumlamada yararlanılacak en ide-al erkek arılar 16 gün-lük yaşta olanlardır. 14 günlük yaştan kü-çük olan erkek arılar cinsi olgunluk yaşına gelmedikleri için ve 20 günlük yaş-tan büyük olanlar da hastalık taşıdıkları veya ana arı oviductunda kalıntı bıraktıkları için suni tohumlamada kullanılmazlar.
Suni Tohumlama İşlemleri
Şırınganın Hazırlanması
Spermin alınacağı şırınganın hazırlanmasında spermlerin kurumasını engellemek ve homojenizasyonu sağlamak amacıyla çeşitli fizyolojik sıvılardan yararlanıl-maktadır. Bunlardan en yaygın olanı; Ringer ve Kiev solüsyonlarıdır. Bu solüsyonlar sterilize edilmeli veya %
0.25 oranında dihydrostreptomycin sülfat ilave edilerek bakteri üremesi önlenmelidir.
Spermin Toplanması Cinsi olgunluğa erişmiş 14—20 günlük yaştaki
erkek arıların endophallus (erkek arı üreme organı) ve sperminin ortaya çıkarılması (eversiyon) iki aşamada
gerçekleştirilir:
1. Aşama: Baş ve thoraks sağ elin işaret ve baş parmakları ara-sında dorso-ventral pozisyonda okşanarak hafifçe sıkılır. Basınç biraz daha arttırılınca endophallus ürogenital delikten dışarı çıkar.
2. Aşama: Bu defa, esas olarak abdomenin ucu-na doğru basınç yapılır ve spermin tamamı ortaya çıkar.
Endophallus üzerinde-
ki semen sıvısı krem
renginde, mukus ile
birlikte ince bir film
tabakası halinde dağıl-
mış halde bulunur.
Daha önceden hazırlanarak suni tohumlama aletine
monte edilen şırınga ile erkek arının semen sıvısı mik-roskop altında çekilir. Sperm toplanırken şırınga ucunun müköz tabakaya dokunmamasına ve şırıngaya mukus alınmamasına dikkat edilir. Aksi takdirde mukus şırınga içinde kuruyarak tıkan-malara sebep olacaktır. Sperm toplama esnasın-da içerdeki spermin ku-rumaması için şırınga-nın ucu çeşitli fizyolojik sıvılarla nemlendirilir. Her bir erkek arıdan semen alınırken; şırın-gadaki semen ile alına-cak semen arasında bağ-lantı kurulmalıdır. Bu uygulama şırınga ağzının kapanmasını önler. Bir ana arı için 8 μl sperm yeterli olacaktır. Bu da yaklaşık 8—10 erkek arıdan sperm alınması anlamına gelmektedir. (Bir erkek arı ortalama 10 milyon spermatozoa üretir ve yak-laşık olarak 1 μl hacmindeki semen sıvısında 7,5 milyon spermatozoa bulunur).
Ana Arının Suni Tohumlama ile Döllenmesi
Erkek arılardan ortalama olarak 8 μl hacminde
sperm toplandıktan sonra ana arı; tohumlama işlemini
kolayca yapabilmek için silindirik olan ana arı tüpüne
alınır. Abdomeninin son 5—6. segmenti dışarıda kalacak
şekilde baş aşağı biçimde yerleştirilir.
Bu sırada ana arı tüpü; CO2 donanım sistemine bağlanarak ana arının suni tohumlama işlemi süresince hareketsiz kalması sağlanır (Resim 8). Ana arı tüpüne gelecek olan CO2 miktarı ayarlanır. Fazla verilen CO2 ana arının olumsuz etkilenmesine hatta ölmesine neden olurken, az miktardaki CO2 ise yeterli anestezik etki gös-termeyerek ana arının hareket etmesine sebep olabilir. Bu da suni tohumlama işleminin başarısızlıkla sonuçlan-masına neden olur. CO2 akış miktarı dakikada 35 ml dü-zeyinde olmalıdır. Bu miktarı karbondioksit hortumu bir bardak su içine daldırılarak meydana gelecek kabarcık sayısı üzerinden belirlemek mümkündür.
Resim 2
Resim 5
Resim 3
Resim 4
Resim 6
Sayfa 16
GİZEM ÇOPUROĞLU
CO2 uygulamasının başlıca sebepleri: 1- Tohumlama esnasında ana arının hareket etmesini
önlemek, 2- Doku ve kasların gevşeyerek semen iğnesinin
vajinal çemberden geçişini kolaylaştırmak, 3- Ana arının kısa sürede yumurtlamasını sağlamak-
tır.
Ventral ve dorsal kancalar yardımıyla ana arının
iğne çemberi mikroskop altında açılır. Açma işinde önce ventral kanca yardımıyla son abdominal segmentin ventral kısmı açılır. Daha sonra iğne kancasının deliği iğneden geçirilerek dorsal kısım da nazik bir şekilde ke-nara çekilir (Resim 9). Kancalar doğru bir pozisyon aldı-ğında yumuşak doku karşımıza üçgen bir şeklide çıka-caktır. Bu üçgenin içerisinde ise “ V ” harfi şeklide vajinal ağız gözükür (Resim 10). Şırınganın ucu yaklaşık 1.5 mm kadar bu ağızdan içeri sokulur ve spermin tama-mı enjekte edilir (Resim 11). Ana arı tüpten çıkarılır ve anestezinin (CO2) etkisinden kurtulunca kovana geri bırakılır. 24 saat içerisinde semen sıvısı spermatekaya geçerek burada depolanacaktır.
Döllemeden sonra ana arının sperm kesesi
sperm depolamaya başlar. Koşullar uygun olduğunda (kovan içi sıcaklık vb.) ana arı 3-5 gün içersinde yumurt-lamaya başlayacaktır. Enjekte edilen fakat sperm kesesi-ne ulaşamayan semen; doğal çiftleşmede olduğu gibi aynı yoldan dışarı atılırken ana arının iğne çemberi etra-fında birikir. Burası daha sonra işçi arılar tarafından te-mizlenir.
Suni Tohumlamada Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar
Ana arıların suni tohumlanmasında dikkat edile-
cek en önemli konu temizlik ve hijyen koşullarına riayet edilmesidir. Kullanılan aletlerin hastalık oluşturan mik-roorganizmalarla bulaşık olması, ana arının hastalanma-sına dolayısıyla tüm koloninin hasta bireylerden oluşma-sına neden olacaktır. Suni tohumlamadan sonra ana arı kafes içerisine uzun süre hapsedilir ise semen artıkları temizlenememekte, yumurta kanalında kuruyarak ana arının ölümüne sebep olabilmektedir.
Bu nedenle suni tohumlamadan sonra ana arının
koloni ortamında serbest kalması ve işçi arılarla teması sağlanmalıdır. Ayrıca erkek arılardan semen sıvısı topla-nırken şırınganın müköz sıvısına temas etmemesine özen gösterilir. Şırınga içerisine giren mukus katılaşarak semen sıvısının şırınga içerisindeki hareketini zorlaştırır. Ana arının yumurta kanalına enjekte edilen mukus bura-da katılaşmakta ve yumurta kanalının tıkanmasına ve hatta ana arının ölmesine neden olmaktadır. Suni to-humlama yapılacak ana arılar için en uygun yetiştirme ortamı iki üç çerçeve düzeyinde işçi arı kadrosu bulunan çekirdek kolonilerdir.
Suni Tohumlamanın Pratikte Kullanımı
Yapılan çalışmalarda suni tohumlama ile dölle-
nen ana arıların doğal çiftleşen diğer ana arılardan yaşa-ma gücü, kuluçka üretimi ve bal verimi yönünden farklı olmadıkları belirlenmiştir. Suni tohumlamanın uzun yıl-lardan beri bilinmesine ve geliştirilmesine rağmen; uy-gulamada henüz istenilen hıza ve başarıya ulaşılamamış-tır. Suni tohumlama uygulayıcılarını bulma güçlüğü, sürekli mikroskop altında çalışma zorunluluğu, sperm toplama ve döllemede karşılaşılan diğer güçlükler; suni tohumlama çalışmalarının yaygınlaşmasını sınırlamıştır.
Resim 8. Ana arı CO2’li Dölleme düzeneği
Resim 9 - 10 - 11
Sayfa 17
GİZEM ÇOPUROĞLU
Ancak arı ıslahı çalışmalarında çiftleştirmenin kontrol altına alınması, yağmurlu, rüzgarlı ve soğuk günlerde de laboratuar ortamında bu yöntemin uygula-nabilir olması ve bazı arı ırklarının, mevcut genetik stok-larının ve mutasyonlarla elde edilen genetik materyalin muhafazası ve korunabilmesi konunun önemini daha da arttırmakta ve yöntemi vazgeçilmez bir hale getirmekte-dir.
Türkiye İçin Önemi
Türkiye’de suni tohumlamadan yararlanma dü-zeyi yok denecek seviyede ve sınırlı sayıdaki üniversite-de uygulanma imkanı bulunmaktadır. Sahip olduğu arı-cılık kaynakları ve arıcılık kültürü ile bilim çevrelerince gelecekte dünyanın tarımsal arıcılık merkezi olarak gös-terilen Türkiye bu önemi; yeterince kavramış değildir. Son 50—60 yılda yapılan bilimsel çalışmalar ışığında Türkiye’nin dünyada en zengin arı gen bölgelerinden birisi olduğu bilinmektedir. Ancak Türkiye’deki yetiştir-me sistemi ve genetik hareketlilik gibi bazı uygulamala-rın bu zenginliğin değişimine sebep olduğu yönünde önemli kaygılar bulunmaktadır. Değişimin başlıca se-bepleri ise; ►Yoğun göçer arıcılık uygulamaları ►Arı kolonisi ve ►Ana arı satışlarıdır.
Bütün bu arı hareketliliği ve davranışları ana
arıların farklı genetik yapıdaki erkek arılarla çiftleşmele-rine sebep olmaktadır. Genetik yapıda meydana gelecek
bozulmanın en önemli sebebi kontrolsüz ana arı ve koloni satışlarıdır. Çünkü bu iki kaynak da erkek arı üretim birimi niteliğindedir. Sonuçta herhangi bir bölgeye dışarıdan gelen gen akı-şı bölgeye on binlerce yılda adapte olmuş gen kaynağının melezlen-mesine, genetik kirlen-meye ve ırk özellikleri-
nin kaybolmalarına sebep olmaktadır. Doğal seleksiyon sonucu kazanılmış bu gen kaynaklarını yeniden elde etmek; yüzyıllardan daha uzun süre ve çabayı gerektirir.
Zengin gen kaynaklarına sahip olan Türkiye; bir
taraftan bu kaynaklarını muhafaza etmeye çalışmalı, di-ğer taraftan da bu genlerden üstün özelliklere sahip yeni genotipler üretip yetiştiricilerin hizmetine sunmalıdır. Günümüz arıcılık sisteminde bu gen kaynaklarının ko-runması ise iki yöntem ile mümkün olabilmektedir.
Birincisi yukarıda anlatılan suni tohumla tekniği,
ikincisi ise izole bölgelerin korunmasıdır. İzole bölgeyi doğada bölgeler arasındaki coğrafik engeller (denizler,
adalar, dağ silsileleri ve engebeler) belirler. İnsan müda-halesi ile o coğrafyaya dışarıdan arı kolonisi, ana arı, er-kek arı, sperm ve yumurta gibi genetik kaynakla ilgili materyal sokulmadığı sürece buradaki popülasyon gene-tik saflığını muhafaza eder. Ayrıca bu iki yöntemden ayrı olarak saf yetiştiricilik ve hibrit üretim amaçlı olmak üzere istasyonları kurmak da mümkündür. Bu çiftleştir-me istasyonları; kontrolsüz çiftleştirme alanlarından ta-mamen izole edilmeli ve bu alana ana arı, erkek arı veya koloninin neden olacağı her türlü gen akışı engellenmeli-dir.
Sonuç
Arı ıslahında, çiftleşmelerin denetim altına alın-ması ancak yapay tohumlamayla mümkündür. Bal arısı ana arıları açık havada uçarak çiftleştiklerinden doğal koşulların tüm olumsuz etkilerinden yapay tohumla-mayla korunma sağlanarak, yüksek yetenekli anaların elden çıkması önlenmiş olur. Ayrıca yapay tohumlamay-la mevcut ırklar ve ekotipler arasında melezleme yoluyla yeni, verimli, hastalık ve zararlılara karşı dayanıklı hat-lar elde edilebilir. Arı potansiyeli, üretimi, tüketimi ve gen kaynaklarının zenginliği yönünden dünyada ilk sı-ralarda bulunan ülkemizin bu tekniğin uygulanması için desteğe ve uzmanlaşmış elemana ihtiyacı vardır.
KAYNAKÇA Schley P., Instrumental Incemination of Bees, Erişim:
http://www.besamungsgeraet.de, Erişim Tarihi: 05.12.2011 Uygur Ş.Ö., 2004, Bal Arıları (Apis mellifera L.)’nda
Yapay Tohumlama, Hayvansal Üretim 45(2): 39-42, 2004, Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsü 35661 Menemen-İzmir .
Cobey S., Artificial Insemination in Honeybees, Eri-şim:http://www.honeybee.breeding.com ,Erişim Tarihi: 05.12.2011
Kaftanoğlu, O. 1988. Arıcılıkta yapay tohumlama ve pratikte uygulama. Marmara Bölgesi I. Arıcılık Semineri Bildi-rileri. 10-11 Şubat 1988, Bursa. s76-86.
Harbo J. R., 1985, Instrumentanl Insemination of Bee Queens, The American Bee Journal.
Arılarda Yapay Tohumlama, Erişim: http://www.turkiyearicilik.com, Erişim Tarihi: 23.03.2012
Öder E., 1997, Uygulamalı Ana Arı Yetiştiriciliği, Hasad Yayıncılık Ltd. Şti, İstanbul.
Türkiye Arı Yetiştiricileri Merkez Birliği,Erişim: http://www.tab.org.tr, Erişim Tarihi: 13.12.2011
Bal Arıları, Erişim: http://www.populerbilgi.com , Erişim Tarihi: 26.03.2012
Türkiye Arı Yetiştiricileri Merkez Birliği, Arı, Erişim: http://www.tab.org.tr, Erişim Tarihi: 13.12.2011
Aparies G.,Drone Rearing , Erişim: http://www.glenn-aparies.com, Erişim Tarihi: 11.03.2011
Resim 1: http://balzamani.blogspot.com Resim 2: http://www.dogalbal.org Şekil 3-4-5-6-8-9-10: http://www.extension.org/pages Resim 7: http://www.capitalpress.com/AP-B1ee-
breeding Resim 11: http://artsonearth.com/2008/10/life-of-
queen-bee.html
Resim 11
Sayfa 18
AYTAÇ ÜNSAL
A sites, peritoneal boşlukta sıvı toplanmasıdır ve as-lında bir hastalık değil, semptomdur. Asites; şid-
detli hipoproteinemi, plazma kolloid osmotik basıncının düşmesi, kardiyak, renal yada hepatik yetersizlik, abdominal neoplazi ve protein kayıplı enteropati, karaciğer bozuklu-ğu gibi bir çok önemli sonuç ortaya çıkarır.
Asites oluşmuş bir hastada rutin ola-rak uygulanacak ölçümler plazma albumin ve bilirubin miktarları ile ALT, AST ve GGT aktivitelerinden oluşur. Tanısal bir parasentez uygulandığında sıvının görünü-mü (kanlı, safralı, sütlü vb.) kaydedilir ve sıvının toplam protein düzeyi belirlenir. Pro-tein düzeyi 30 g/L’ den düşük bir asites, transudat olarak adlandırılır. Sıvı proteini 30g/L’ ın çok üzerinde olan asites ise eksudat diye adlandırılır ve daima enfeksiyöz şartla-rın varlığını gösterir. Aspire edilen abdominal sıvı analizine göre öncelikle sıvı-nın transudat, modifiye transudat, eksudat olarak belirlenmesi gerekir.
1)Transudat
Transudatlar protein konsantrasyo-nunun <2.5 g/dL olmasıyla karakterizedir. Transudatlar düşük sayıda çekirdekli hücre-ye sahiptir ve yaygın olan hücre tipi büyük mononüklear hücrelerdir. Ventral abdomen-de şişlikle sonuçlanan ve bastırıldığında par-mak izi bırakan, subkutan ödeme yol açabilir-ler . Sa f tr ansud at lar genel l ik le hipoalbuminemi nedeni ile serum kolloidal osmotik basıncının düşmesi sonucu gelişir. Peritoneal transudat veya modifiye transudat oluşumuna yol açan fizyopatolojik gelişmeler lenfatik kanallardaki protein kon-
santrasyonuyla ilgili olabilir. Sıvı analizi so- nucu saf transudat olduğu belirlendiğinde başlıca 3 patolojik gelişme göz önünde bu- lundurulmalıdır. Bunlar; 1—Protein kaybına yol açan nefropati, 2—Hepatik yetmezlik ve 3—Protein kaybına yol açan enteropatidir. Hipoalbuminemi ile birlikte transudatif asites olduğunda, öncelikle protein kaybına neden olan nefropati (glomerulonefritis ve amiloidozis) düşünülmelidir. Protein kaybına neden olan nefropatide önemli proteinüri vardır, serum globulin konsantrasyonu nor-mal veya artmış olabilir. Hepatik yetmezlik, sodyum retensiyonu ve azalan albumin sen-tezi nedeniyle saf transudatif asitese neden olabilir.
2)Modifiye Transudat
Modifiye transudatlar basit olarak ilave hücreler ve/veya proteinle modifiye edilmiş transudatlardır. Bu sıvılar hafif bula-nık ve rengi amber—beyaz—kırmızı arasında değişir. Modifiye transudatlarda protein kon-santrasyonu 2.5 g/dL’ nin üzerindedir. Çoğu modifiye transudatlar postsinuzoidal obs-trüksiyonun yol açtığı yüksek hidrostatik ba-sınç nedeniyle gelişir. Kardiyak yetmezlik(sağ kalp yetmezliği), intratorasik posterior vena cavanın obstrüksiyonu veya basınç al-tında kalması ve hepatik fibrozis en yaygın nedenleridir.
3)Eksudat
Eksudatlar septik veya nonseptik per i toni t is ned eni i le, vasküler permeabilitenin artması sonucu oluşur. Eksudatlarda protein konsantrasyonu >3.0 g/dL’ dir. Başlıca nötrofiller tarafından oluştu-rulan ve daha az sayıda makrofaj ve lenfosit-lerin bulunduğu yüksek çekirdekli hücre sa-yısıyla karakterizedir. Eksudatların rengi am-ber —beyaz—kırmız ıd ır . Nonsept ik eksudatlar hemoraji (hemoabdomen), lenfatik sızıntı (şi loabdomen), idrar keses i (üroabdomen) veya biliar sistem (biliöz asites) rupturları, vaskülitis, herhangi bir or-gan nekrozu, torsiyonu veya volvulusu nede-niyle oluşabilir.
ASİTES A
site
s; p
erit
on
eal b
oşl
ukt
a sı
vı t
op
lan
mas
ıdır
ve
aslın
da
bir
has
talık
değ
il, s
emp
tom
du
r.
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
AYTAÇ ÜNSAL
Resim 1
Sayfa 19
AYTAÇ ÜNSAL
ASİTESİN PATOFİZYOLOJİSİ Asites aşağıda yazılı nedenlerden dolayı ortaya çıkabilir:
Kongestif kalp rahatsızlıkları ve venöz dönüşü engelleyen etkenler;
Plazma proteinlerinin renal yada gastrointestinal hastalıkalarla ilişkili olarak azalması (nefropati yada enteropati);
Vena cava yada portal venanın tıkanması yada lenf drenajının neoplastik oluşumlar yüzünden yapı-lamaması;
Açık neoplastik sızıntılar;
Peritonit (infektif yada yangısal)
Elektrolit dengesizliği, özellikle hipernatremi
Karaciğer sirozu
KLİNİK BELİRTİLER
Abdominal dolgunluk, bölgesel güçsüzlükler, palpe edilirken karında rahatsılık, abdominal genişleme yada plöral sızıntıya bağlı olarak dispne, uyuşukluk (letarji), anoreksi, kusma, kilo artışı, yatarken inleme; asiteste görülen belirtilerdir. Vücut ısısı normal seyrinde kalabilir. Diyaframdaki belirgin sıvı basıncına bağlı ola-rak solunum hızlanır. Taşikardi, kardiyovasküler bozuk-luklar, murmurlar, aritmiler, zayıf femoral pulzasyon, jugular distansiyon görülür.
ETİYOLOJİ
Genel nedenler: A) Hepatik Fonksiyon Bozukluğu (Leins ve Monroe,1997) 1) Kronik hepatitis 2) Kronik aktif hepatitis 3) Karaciğer sirozu 4) Hepatik venöz dolaşım tıkanıklığı B) Sağ kalp yetersizliği (Gorman,1998) 1) Triküspit endokardiosis 2) Perikardial hastalıklar 3) Pulmonik stenozis 4) Disritmi 5) Köpek kalp kurdu hastalığı
C) Protein Kayıplı Enteropatiler ve Hipoproteinemi ( Ettinger ve Feldman,2000) 1) Lenfangiektazi 2) Parvovirus, salmonella infeksiyonları 3) İntususepsiyon 4) Lenfosarkoma 5) Giardia, ancylostoma ve diğer endoparazitler
D) Renal Bozukluklar 1) Glomerular hastalıklar
Lokal nedenler: A) Apse B) İntra abdominal neoplazi
TANI Öncelikle anamnez, klinik belirtiler ve ortaya
çıkan patolojilere bakılır. Radyografik tanı daha az kul-lanılır fakat organomegali ile asites arasındaki farkın belirlenmesi için gereklidir. Abdomen ultrasonografisi, organomegali, düşük volümlü yada lokalize efüzyonların tanısı için çok elverişli bir yöntemdir. İntrakardiyak lezyonlar, perikardial hastalıklar ve sağ kalpten kaynaklanan obstruktif lezyonların tanısı için kalp ultrasonografisi yapılır. Asitesin varlığında, hepatomegaliyi doğrulamak amacıyla hepatik ultrasonografi uygulanır. Triküspit kapak fonksiyonu tayini ve kalp kurt-larının yerleşimini tespit etmek için ekokardiyografi uy-gulanır.
KAYNAKÇA Atkins,C.E.(1989) Proceedings of the heartworm symposium’s 89.Charleston,S.C .Washington,D.C. American Heartworm Society,pp 27-31. Biller,D.S. et al.(1992) J.Vet.Intern.Med. 6:71.
Chakrabarti,A.(2000) Text Book of Clinical Veterinary Medicine.2nd ed Kalyani Publishers,India.pp 250-259
Chakrabarti,A.(2006).Disease of the Digestive System.In:Text Book of Clinical Veterinary Medicine.3 rd Edn.Kalyani Publishers.Kolkata.pp 223-27
Ettinger,S.J. and Feldman,E.C.(2000) Textbook of Vety.Internal Medicine,5 th ed W.B. Saunders Company,USA. Pp 137-139, 943-995,1202.1276-1277,1302,1319
Gorman,N.T.(1998) Canine Medicine and Therapeutics.4 th ed Blackwell Science Ltd.,UK.pp 388.
Leins,M.S.and Monroe, W.E.(1997)Practical Small Animal Internal Medicine, 1 st ed W.b. Saunders Company,USA.pp238
Miller,M.W. et al.(1989) J.Am.Anim.Hosp.Assoc. 25:277
Yeşildere T. ve Deprem O.(2008).Veteriner Hekimlikte 5 Dakikada Konsültasyon.Nobel Tıp Kitabevi,sayfa 22 Resim 1: Erişim: http://www.vetnext.com
Resim 2
Sayfa 20
EREN POLAT
Ö zellikle yüksek süt verimli inek-
lerde genellikle, doğum sırasında
veya doğumdan sonraki 72 saat
içinde ortaya çıkan akut seyreden,
paresis, kollaps, şuur depresyonu ve koma ile
karakterize, metabolik bir bozukluktur. Do-
ğumdan önce de ortaya çıkabilen bu
metabolik bozukluğa seyrekte olsa doğum-
dan sonraki bir ay içerisinde de rastlanır.
Hastalık; doğum felci, doğum humması, süt
humması, dana humması, doğum toksemisi,
hipokalsemi, paresis puerperalis, milk fever,
parturient paresis, parturient hypocalcemia,
eclampsia puerperalis gibi isimlerle de anıl-
maktadır.
Hastalığın temelinde, doğumla birlik-
te oluşan yüksek süt verimi için gerekli olan
kalsiyumun; yemlerle alınamaması, yemler-
deki kalsiyumdan yararlanılamaması veya
kemiklerdeki kalsiyumun mobilize olamama-
sı yatar. İşte bu nedenlerden dolayı yüksek
süt verimi için gerekli olan kalsiyum kandan
sağlanır. Böylece kanda kalsiyum düzeyi ani-
den düşer.
Yaş ve süt veriminin artışı
hipokalseminin görülme riskini artırır. Özel-
likle süt veriminin zirvesi olan beş ila altıncı
doğumlarda hipokalsemi görülme riski yük-
sektir.
Yine yüksek süt verimine sahip kül-
tür ırklarında hipokalsemi görülme riski yerli
ırklara göre daha yüksektir. Jersey ve
Guernsey gibi sütleri yağlı ve verimi yüksek
ırklar süt hummasına (hipokalsemi) yatkın
ırklardır.
En önemli hipokalsemi sebeplerinden
biri ise; kuru dönem beslemesidir. Buzağıla-
ma öncesinde Ca bakımından zengin yemle-
rin hayvana verilmesi ya da hipokalsemiyi
önlemek amacıyla Ca içeren premiksler hay-
vana verilmesi hipokalsemi riskini artırır.
Çünkü kalsiyumu kemiklerden mobilize
eden parathormonun tembelleşmesine yol
açan bu uygulama doğum sonrası
parathormon hemen aktif hale geçemediği
için kandaki kalsiyumun harcanmasına dola-
yısıyla kan kalsiyum düzeyinin düşmesine
sebep olur. Yine buna benzer şekilde gebeli-
ğin son döneminde fosfor yetersiz olarak ve-
rilirse barsaklardaki kalsiyumun emilimi ek-
sik kalacağından parathormon aktif hale ge-
çip kemiklerden kalsiyumu mobilize ederek
ihtiyacı karşılar. Bu şekilde aktif olan
parathormon doğumdan sonra hipokalsemi
riskinin azalmasına sebep olacaktır.
Bir kez hipokalsemi görülen hayvan-
larda bir sonraki doğumlarda da hipokalsemi
görülme riski çok yüksektir.
Hipokalsemi sendromu; doğumla ilgili olma-
yan bazı durumlarda da ortaya çıkabilir. Ko-
lay fermente olan karbonhidratların fazla ye-
nilmesi (ruminal asidozis), alkalosis,
hipomagnezemi, Ca bağlayan bileşikler ve
aminoglikozid özellikte olan antibiyotiklerin
damar içi verilmesi gibi durumlarda da
hipokalsemi ile karşılaşılabilir.
İNEKLERDE HİPOKALSEMİ
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
EREN POLAT
Sayfa 21
Do
ğum
fel
ci, d
oğu
m h
um
mas
ı, sü
t h
um
mas
ı, d
ana
hu
mm
ası,
do
ğum
to
ksem
isi,
hip
oka
lsem
i, p
ares
is p
uer
per
alis
, milk
feve
r, p
artu
rien
t p
ares
is, p
artu
rien
t h
ypo
calc
emia
, ecl
amp
sia
pu
erp
eral
is…
Tü
m b
u is
imle
r te
k b
ir h
asta
lığa
aitt
ir;
‘’Hip
oka
lsem
i’’.
EREN POLAT
Hipokalseminin sığırlardaki klinik bulgusunu üç
devrede inceleyebiliriz.
Birinci devre; Kısa süren bir devredir. Hayvanda
baş ve ayaklarda titremeler, baş sallama, dilini dışarı
çıkarma, diş gıcırdatma gibi belirtilerle karakterizedir.
Hayvanda beden ısısı normal ya da çok az bir artış var-
dır. Hayvan yürümek istemez, sık sık ayak değiştirir,
sallanır, arka ayakları üzerine dikkatli bir şekilde çöker.
İkinci devre; Hayvan göğsü üzerine yatar, bilinç
yarı yarıya kaybolur. Dalgın bir görünüştedir. Başını “S”
formunda böğrüne dayayarak yatar ki bu duruma ken-
dini dinleme hareketi de denir. Bacaklardaki tetani kay-
bolmuştur, havyan ayağa kalkamaz, merme kurumuş,
deri ve bacaklar soğumuş; beden ısısı düşmüştür. Anal
refleks kaybolmuştur. Kalp vurumları zayıflamıştır. Na-
bız çok az artmıştır. Rumen dolgun ve atoniktir. Hafif
timpani olgularına rastlanabilir. Solunum yavaşlamış ve
derinleşmiştir; pupilla refleksleri kaybolmuştur.
Üçüncü Devre; Hayvan yan şekilde yatmış ve
tam koma durumuna girmiştir. Bacaklarını uzatmış ve
gevşek bir durum almıştır. Hayvanın ayağa kalkması
imkansız hale gelmiştir. Beden ısısı düşmüş (36—37 ºC).
Nabız bir çok olayda his-
sedilmez, kalp vurumları
düşmüştür. Nabız sayısı
artmıştır (120/dk.). Vena
Jugularis’ te kabarma
görülmez. Solunum bir
hayli azalmış ve derinleş-
miştir. Hayvan yutkuna-
madığı için salya akciğer-
lere gidip aspirasyon
pnöumonisine sebep olabilir. Hastalar sağaltılmazsa 12-
48 saat içerisinde solunum veya kalbin durması sonucu
ölüm şekillenir.
Hastalığın tanısı; klinik bulgular ve kanın biyo-
kimyasal muayenesi sonucunda konur. Klinik bulguların
yanı sıra; kan serumlarında normalde 100 ml’ de 9—12
mg bulunan Ca düzeyi 8 mg’ ın hatta 5 mg’ ın altına dü-
şer. Bunun dışında fosfor düzeyi 100 ml kan serumunda
4—7 mg iken 1.5—2.0 mg civarına düşer. Plazma enzim
aktivitelerinde artış gözlenir. Bazen ise hipomagnezemi
ile seyreden bu hastalık bu durumlarda daha tehlikeli bir
hal alır. Hipokalsemi, hipomagnezemi ile komplike ise
tetani ve aşırı duyarlılık devam eder.
Uyarımlar ile konvülziyonlar artar. Göz kapaklarında
seyirmeler vardır, solunum ve kalp atımları artar.
Hastalığın sağaltımına damar içi kalsiyum tuzla-
rının % 10—20’ lik eriyiklerinden 0.1 gr/kg canlı ağırlık
hesabıyla 500—1500 ml verilmesi ile başlanır. Bir çok
kalsiyum tuzu, kalp için aşırı toksik olduğundan, daha
az toksik olan kalsiyum tuzları ( glukonat, laktat, asetat,
glukoheptonat, boroglukonat, vb.) tercih edilir.
Önce solunum ve dolaşımı uyarmak amacı ile
kafein uygulaması yapılır. Kalsiyum tuzları myokarda
toksik etkilidir. Bu sebeple kullanılan kalsiyum tuzu vü-
cut ısısında, damla, damla, vena jugularis yolu ile ve
perfüzyon cihazıyla verilmelidir.
Kalsiyum toksikasyonlarında %10’luk magnez-
yum sülfat’tan 300 ml verilmelidir.
Hipokalsemi vakaları, yeterli ancak en düşük
doz ile sağaltılmaya çalışılmalıdır. Yüksek dozda kalsi-
yum tuzlarının damar içi uygulamaları, parathormon
salınımını engelleyerek, nükslerin ortaya çıkmasına se-
bep olur. Damar içi uygulamaya ek olarak uygulanacak
dozun bir miktarının da deri altı ve kas içi verilmesiyle
nükslerin önüne geçilebilmekle birlikte, kalsiyum tuzla-
rının ve özellikle kalsiyum klorürün irkiltici etkisinden
dolayı uygulama bölgelerinde apseler ve istenmeyen
komplikasyonlarla karşılaşılmaktadır.
Kalsiyum atılımını engellemek amacı ile sağaltı-
mı takiben, 24 saat süre ile sağım yapılmamalıdır. Kalsi-
yum tuzları uygulanırken bir taraftan kalp atımları kont-
rol edilmeli, bozukluk durumlarında perfüzyona bir sü-
re ara verilmeli ya da çok yavaş olarak devam edilmeli-
dir. Sağaltımdan sonra duyarlılık devam ettiğinden hay-
vanı ayağa kalkması için zorlamamalı, kendiliğinden
kalkması için serbest bırakılmalı, özellikle korkutmama-
ya özen gösterilmelidir. Korkuya bağlı şok sonucu ölen
hayvanlara rastlanmıştır.
Hastalıktan korunma yollarına baktığımız za-
man:
Doğuma 2- 3 hafta kala düşük düzeyde kalsi-
yum içeren yemler verilerek paratiroit bezi aktif halde
tutulmalıdır.
Süt hummasına (hipokalsemiye) duyarlı hayvan
lara 200g Kalsiyum karbonat veya kalsiyum fosfat bir
litre suda eritilerek doğumdan sonra kısa bir süre veril-
melidir.
Sayfa 22
EREN POLAT
Gebeliğin son döneminde vitamin D uygulama-
ları yapılarak bağırsaklardan Ca emilimini artırarak
hipokalseminin önüne geçilebilir.
Yine bağırsaklarda kalsiyum emilimini kolaylaş-
tıran silajın hayvanın rasyonunda olması hipokalsemi
riskini mutlaka azaltacaktır.
Doğumdan 3 hafta öncesinden başlanarak
rasyona %1 oranında CACI ilave edilerek doğum felci
önlenebilir. Çünkü bu durum bağırsaklardan Ca emili-
mini hızlandıran aktif D vitamininin oranını artırarak
hipokalsemiye engel olur.
Kısacası, doğum felcini önlemek için temel hede-
fimiz; parathormon aktivitesini ve barsaklardan Ca emi-
limini mümkün olduğunca aktif halde tutarak; doğum
sonrası süt verimindeki artış sonucu şekillenecek kalsi-
yum metabolizmasını ayakta tutabilmektir.
KAYNAKÇA
Uzman Veteriner Hekim Önder Aytekin, İneklerde
Hipokalsemi
Hayvan Besleme ve Beslenme Hastalıkları kitabı, An-
kara, 2008,
Sığır Hastalıkları Kitabı, Prof. Dr. Erol Alaçam, Prof.
Dr. Mehmet Şahal, 2007
Sayfa 23
MEHMET BARIŞ ÖZER
T oxoplasmosis, hücre içi protozoon olan Toxoplasma gondii ’nin mey-dana getirdiği zoonotik karakterli bir hastalık olup, tüm memeli hay-
vanlarda, insanlarda ve kanatlılarda görül-mektedir.
Toxoplasma gondii, ilk kez 1908 yı-lında Nicolle ve Monceaux tarafından Afri-ka’da Cytenodactylus gundii adı verilen küçük hamster benzeri kemiriciden izole edilmiştir.
M o r f ol o j i k i n ce l e m el e r v e inokulasyon deneyleri, dünyada tek bir Toxoplasma türünün bulunduğunu ortaya koymuştur.
Etken 100 yılı aşkın bir süredir tanın-masına rağmen, enfeksiyonun insanlardaki belirtileri yakın bir zamanda saptandığı için hastalık özellikle son yıllarda büyük bir önem kazanmıştır.
MORFOLOJİ
Toxoplasma gondii ’nin 3 enfektif evresi ve bununla ilgili gelişme formları var-dır.
1. Trofozoit (takizoit, endozoit): Hızlı çoğalan form.
2. Bradizoit (kistizoit): Doku kisti içinde yavaş çoğalan form.
3. Ookist: Yalnızca kedi dışkısında bulunan form.
T r o f o z o i t l e r ( T a k i z o i t l e r , Endozoitler, Vejetatif şekil)
İnvaziv şekil olup, akut enfeksiyon esnasında görülmektedir. Yarım ay şeklinde veya oval olup, bir ucu sivri diğer ucu yuvar-laktır, 2—4 µ eninde ve 4—8 µ boyundadır. Giemsa veya Wright boyası ile son derece iyi boyanmaktadır. Bu şekilde serolojik testlerde (Sabin- Feldman Dye Testi, Fluoresan Antikor Testi gibi) sıklıkla kullanılmaktadır.
Bradizoitler (Kistler veya Doku
Kistleri)
Doku kisti içinde yavaş çoğalan form olup yuvarlak şekilli ve 10—200 µ çapında olabilmektedirler. Büyüklükleri değişik olan bu kistler içinde birkaç adet veya bazen 1000 adet bradizoit bulunmaktadır. Bradizoitler sekil veya yapı olarak takizoitlere benzerler, onlar gibi endodiyogeni ile ancak daha yavaş çoğalırlar. Doku kistlerinin, hayvanlarda en-feksiyonun sekizinci günü gibi erken bir dö-nemde oluşabileceği ve büyük bir olasılıkla konağın yaşamı boyunca canlı kalabileceği, her organda yerleşebildikleri, ancak genellik-le beyin, iskelet ve kalp kasını tercih ettikleri bildirilmektedir.
Ookistler (Kedi dışkısındaki form)
Kesin konak olan kedilerin, vaşakla-rın ve bazı kedigillerin dışkısıyla çıkartılır. Ookistler oval, 11-14 µ x 9-11 µ büyülüğünde olup, iki katlı bir duvarla çevrilidir. Enfektif olabilmesi için ookistin olgunlaşması (sporulasyon) gerekmektedir. Dış ortamda, doğada sporulasyon süresi, ortamın ısı ve oksijenine göre değişmektedir.
Sporulasyonun
24°C’de 2—3 gün,
15°C’de 8 gün,
11°C’de 14—21 gün sürdüğü,
4°C’nin altında veya 37°C’ nin üstün-de ise oluşmadığı gözlenmiştir.
TOXOPLASMOSİS To
xop
lasm
a go
nd
ii b
ir p
roto
zoo
nd
ur
ve d
ün
yad
a To
xop
lasm
osi
s h
asta
lığın
a n
eden
ola
n b
aşka
bir
Toxo
pla
sma
türü
yo
ktu
r.
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
MEMHET BARIŞ ÖZER
Makrofaj dışında serbest Toxoplasma gondii
trofozoit şekilleri
(Kuman ve Altıntaş, 1996)
Sayfa 24
MEHMET BARIŞ ÖZER
Dış ortamda uygun koşullarda ookist içinde olu-şan sporoblast uzayıp, 6—8,5 µ büyüklüğünde ve yarım ay şeklinde 4 sporozoit meydana getirir. Ookistler ısısı uygun ve nemli toprakta 1 yıl veya daha uzun süre canlı kalabilmektedirler. Kaynar suda 5 dakikada veya %7 amonyum ile temasta hemen ölmektedirler.
İNSANLARDA TOXOPLASMOSİS
Enfeksiyon kongenital veya sonradan kazanıl-mış olabilir. Serolojik olarak Toxoplasma antikorlarına karşı pozitif bireylerin çoğunluğu toxoplasmosis teşhisi konabilecek bir semptom göstermezler ve genelde primer enfeksiyonlar ya asemptomatiktir veya teşhis edilemezler. Tanımlanabilecek genel bulgu ağrısız servikal lenfadenopati ve hafif ateştir. Tek taraflı bir ve-ya birkaç büyümüş nodül yahut çok sayıda yaygın no-düller görülebilir. Toxoplasmik lenfadenopati haftalarca kalabilir. Bunların lenfomadan ayırt edilmesi gerekir. Diğer belirtiler enfeksiyonu müteakip 1—3 hafta içerisin-de gelişen ateş, baş ağrısı, kırgınlık, lenfadenopati,
hepato—splenomegali, miyalji ve atipik lenfositozistir. Hastalık birkaç ay sürebilir. İmmun fonksiyonları nor-mal şahıslarda çok nadirde olsa yukarıdaki belirtilerin dışında pnömoni, miyokardit, meningoensefalit, polimyosit ve ölümle neticelenen sistemik bir enfeksiyon gelişebilir.
Kronik toxoplasmosisli kişilerde, AIDS gibi immun sistemde bozukluk yapan hastalıklar ile immun sistemi baskılayan uzun süreli ilaç uygulamaları sonucu dokulardaki kistler açılır. Nüks enfeksiyonlar oluşabilir. Bu gibi olaylarda genellikle göz bozuklukları ve öldürü-cü ensefalit gelişir. ABD’de AIDS’li hastaların %3-10’unun nükseden toxoplasmosis’ten öldüğü tahmin edilmektedir.
Toxoplasma akut enfeksiyon dönemi içerisinde plasentayı enfekte edebilir. Eğer parazitler yavru tarafına intikal ederse, fötusu enfekte edebilirler. Parazitin pla-sentaya geçişi, özellikle gebelik döneminde farklılaşan plasentanın anatomik yapısına bağlıdır. Tüm gebelik süresince ortalama geçiş oranı %30 olup, 13. haftaya ka-dar %6, 36. haftaya kadar ise %72’dir. Ancak fötusun etkilenmesi gebeliğin ilk dönemlerinde daha şiddetlidir. Şayet anne T.godii antikorları taşıyor veya gebelikten
önce enfeksiyonu geçirmiş ise, nadiren kongenital enfek-siyona maruz kalır.
Gebelikten önceki aylarda enfeksiyon geçirmiş bireylerde kongenital enfeksiyon riski çok düşüktür. Da-
ha önce enfeksiyon geçir-miş ve immun sistemi bas-kılanmış (kortikosteroid tedavi gibi) kadınlarda na-diren de olsa kongenital enfeksiyon görülebilir. Ge-be kadınlarda klinik olarak açık toxoplasmosis nadir o l m a k l a b i r l i k t e , t ransplasental geçi ş, s e m p t o m a t i k v e asemptomatik enfeksiyon-ların her ikisinde de söz konusudur. Transplasental geçiş oranı ve hastalığın
şiddeti gebeliğin dönemine göre değişir. Toxoplasmosis ile doğan yavruların büyük çoğunluğu (%75) asemptomatiktir veya enfekte olmasına rağmen rutin neonatal muayene ile teşhis edilememektedir. Dikkatli göz muayenesi korioretinitise ilişkin bulguları veya di-ğer bir deyişle asemptomatik yavruları ortaya koyabilir. Kongenital yolla enfekte olmuş yavruların büyük bir kısmında aylar veya yıllar sonra klinik belirtiler ortaya çıkar.
Kongenital toxoplasmosiste yavruda görülen en önemli bozukluklar korioretinitis, serebral kalsifikasyon-lar, hidrosefali, mikrosefali ve psikomotor bozukluklar-dır. Şayet çocuk canlı olarak doğmuş ise doğumu takip eden birkaç hafta içerisinde akli gerilik ve göz bozukluk-ları ortaya çıkar. Generalize enfeksiyonlarda ateş, adenopati, karaciğer ve dalakta büyüme gibi semptomla-ra da rastlanabilir.
İlk üç aylık dönemde ve ikinci üç aylık dönemin başlangıcında düşük, ölü doğum ve ya şiddetli neonatal enfeksiyon görülür. En çok etkilenen organ beyindir. Beyinde fokal nekroz ve perivasküler mononüklear inflamasyon görülür. İntrasellüler ve ekstrasellüler takizoitlerle genç kistlere rastlanır. Mikroglial nodüller ve kalsifikasyonlar görülebilir. Geniş lezyonlarda, beyaz ve gri cismin küçük ve orta büyüklükteki damarlarının trombozu dikkat çeker. Lezyonlar genellikle periventriküler olup, sylvius aqueductu kapladığında, ortaya çıkan fibrozis hidrosefalusa sebep olur. Nörolojik sekeller; nöbetler, gelişme geriliği, sağırlık, hidrosefali, mikrosefali ve intraserebral kalsifikasyonlar olarak özet-lenebilir. Klinik olarak açık kongenital toxoplasmosis vakalarının yaklaşık %75’inde bilateral retinokorioditise bağlı görme bozukluğu ortaya çıkar. Bebeklerde anestezi altında muayene etmeden, periferal retinal lezyonları teşhis etmek çok zordur. Şiddetli kongenital toxoplasmosisli yavrularda ateş, vücut ısısının düşmesi, sarılık, hepatosplenomegali, diyare, kusma ve tüm vü-cutta döküntü yahut peteşiler gibi sistemik belirtiler or-taya çıkar. Laboratuvar bulguları, anemi,
Toxoplasmosisde koltuk altında lenfodenopati (LAP) (Kuman
ve Altıntaş, 1996)
Mikrosefalili bir bebeğin görü-nümü (Kuman ve Altıntaş,
1996)
Sayfa 25
MEHMET BARIŞ ÖZER
trombositopeni, CSF proteinin artması ve CSF pleositosistir. Yukarıda sayılan semptomlar, sistemik bulgular ve laboratuar sonuçları kötü prognoz olarak yorumlanamaz. Bütün bu bulgulara rağmen yavru teda-vi edilebilir. Olumsuz prognoza ilişin faktörler, hipotermi, bradikardi ve apne veya hipoksemidir. Bunla-ra ilaveten hidrosefali tedavisine rağmen devam eden serebral atrofi ve 1 gr/dl’nin üzerinde bir seviyede de-vam eden CSF protein düzeyi de en kötü sonuç olarak değerlendirilir.
Kongenital en-feksiyonlarda genellikle göz lezyonları önemli-dir. Ancak son yıllarda Kanada ve Brezilya’da ortaya çıkan salgınlarda erişkinlerde primer en-feksiyon neticesinde retinokorioditis saptan-mıştır. Gıda ve sudan köken alan bu enfeksi-yonların büyük çoğun-luğunda göz lezyonları saptanmıştır. Gebelik esnasında veya doğu-
mu takiben ilk yıl yapılan toxoplasmosis tedavileri retinokorioditisin şiddetini ve insidensini düşürebilir. Akut retinokorioditisin semptomları, bulanık görme, kör nokta, fotofobi ve ateşsiz ağrı ile diğer sistemik bulgular-dır. Nükseden retinokorioditis makulayı etkileyerek, körlüğe sebep olabilir. Koroiddeki lezyonların vaskülarizasyonu retinal ayrışmaya zemin oluşturabilir. Micro—oftalmia, strabismus, katarakt, glaukoma, ve optik atrofi şiddetli retinokorioditisin uzun süreli komp-likasyonlarıdır.
Kongenital enfeksiyonlarda esas tahribat fötusta meydana gelir. Annede çoğu kez düşük dışında başka bir semptom görülmez.
PATOGENEZ
İnsanlardaki enfeksiyonun patolojisi hakkında bilgimiz, immun yetmezlikli hastaların ve ağır enfeksi-yonlu bebeklerin otopsileri ile immun sistemi sağlam kişilerin lenf bezi biopsi örneklerinden elde edilen so-nuçlarla sınırlı kalmaktadır.
Lenf Nodülleri
Toxoplasma lenfadenitindeki histopatolojik de-ğişiklikler ayırt edilebilir ve tanı koydurucudur. Tipik bir bulgu üçlemesi vardır.
1. Reaktif bir foliküler hiperplazi
2. Germinal merkezlerin kenarlarını taşıp bula-nıklaştıran düzensiz epiteliotrop histiosit yığınları.
3. Sinüslerin, monosit hücreli fokal distansiyonu, Reed Steinberg dev hücreleri, Langhans dev hücreleri,
granülomlar, mikroapseler ve nekroz odakları tipik ola-rak görülmez. Nadiren trofozoitler veya doku kistleri gösterebilmektedir.
Göz
AIDS’ lilerde görülen oküler toxoplasmosis ol-gularında latent enfeksiyonun reaktivasyonu söz konusu olup, immun sistemi sağlam kişilerde konjenital enfeksi-yona bağlı gelişen korioretinitte aktif lezyonlar eski skarlara yakın iken, AIDS’ lilerde eski lezyonla ilgisi ol-mayan, daha geniş ve multiple lezyonlar görülmektedir. Lezyonların bu karakteri korioretinitin lokal reaktivasyonundan çok hematojen yayılma ile sekonder geliştiği kanaatini uyandırmaktadır.
Retina ve koroidteki tek veya birden fazla doku nekrozu odakları Oküler Toxoplasmosis’in erken bulgu-larından olup, iridosiklitis ve kataraktlar korioretinitin komplikasyonlarıdır. Organizmalar önce retinanın iç tabakasının kapillerlerine yerleşirler, endoteliumu tutar-lar ve uygun dokulara yayılırlar.
İmmun sistem bozukluğu olan hastalardaki göz enfeksiyonu ağır inflamasyon ve nekrozla karakterize ağır korioretinite yol açar. Koroidin granülomatöz inflamasyonu nekrotizan retinite göre sekonderdir. Trofozoitler ve kistler retinada gösterilebilir. Tekrarlayan korioretinitin patogenezi tartışmalıdır. Bir grup araştır-macı kistlerin yırtılmasının nekroz ve inflamasyona yol açan canlı organizmaları ortaya saldığını öne sürmekte, başka bir grup korioretinitin bilinmeyen nedenlerle olu-şan bir hipersensitivite reaksiyonundan meydana geldi-ğini kabul etmektedir.
AIDS’ lilerde korioretinit segmental panoftalmik ve kist trofozoit içeren koagulasyon nekroz alanlarıyla karakterize olup, aşırı inflamasyon olmadığı halde nek-rotik alanlara komşu tromboze retinal damarlar çevre-sinde çok sayıda organizma görülebilir. Lezyonlar bir-den çok veya bilateral olabilmektedir.
Göz toxoplasmosisinde korioretinit (Kuman ve Altıntaş, 1996)
Sayfa 26
MEHMET BARIŞ ÖZER
Merkezi Sinir Sistemi (MSS)
Kongenital Toxoplasmosis’de, göz lezyonlarının yanı sıra MSS lezyonları da görülmekte, MSS’ nde hücre-sel nekroz, mikroglial nodüller, peri vasküler mononükleer iltihaplanma ile birlikte, akut veya fokal diffuz meningoensefalit (DME) gelişebilmektedir.
Kongenital enfeksiyonlu hastalarda vasküler tromboz, birkaç santimet-re çapında nekroz bölge-leri oluşmakta, bazal ganglionlardaki ağır bir tutuluşa yaygın kortikal lezyonlar da eşlik etmek-tedir. Nekrotik alanlar kalsifiye olarak çarpıcı radyoaktif bulgulara yol açabilirler. Sylvius kana-lının veya Monroe deliği-nin kapanmasıyla hidro
sefali oluşabilir.
Diğer Organlar
Toxoplasmosise bağlı miyokardit, MSS bulgula-rının baskın olduğu olgularda pek bulgu vermez; ancak otopside teşhis edilir. Fokal nekroz, ödem ve infiltrasyon tipiktir. Apselere de rastlanılabilir. Benzer bulgular AIDS dışı olgularda da görülebilir. Kardiyak myositler pseudokist oluşturacak şekilde takizoitlerle dolmuştur. İnflamasyon görülmez.
Toxoplasma gondii ’ye bağlı myosit AIDS’ teki en sık nöromuskuler semptomdur. HIV ile enfekte ol-muş hastaların yaklaşık %4’ünde görülür. İskelet kası biyopsilerinden başarılı izolasyon yapıldığı bildirilmiş-tir. Mikroskopide değişebilen iltihabi reaksiyonu olan nekrotik kas lifleri görülmüştür. Myositlerin içindeki kist yığınları yanlışlıkla Sarcocystis’in tek büyük bölmeli kis-tine benzetilebilir. İskelet kası tutuluşu AIDS dışı neden-lerle immun yetmezliği olan kişilerde de gözlenmiştir.
Pulmoner Toxoplasmosis, latent enfeksiyonun reaktivasyonu ile interstisyel pnömoni, nekrotizan pnömoni ve/veya konsolidasyon şeklinde ortaya çıkabi-lir. Alveosit, alveoler makrofaj, plevral sıvı ve hücre dı-şında alveoler eksudata takizoitler görülebilir. Bronkoalveoler lavaj sıvısında PCR ile toxoplasmik DNA gösterilebilir.
KEDİLERDE TOXOPLASMOSİS
Toxoplasmosisin epidemiyolojisindeki önemli rolünden dolayı kedilerde toxoplasmosis üzerinde çok sayıda çalışma yapılmıştır. Kedilerde toxoplasmosis çok yaygın olmakla birlikte, klinik enfeksiyonlar çok nadir-dir. Başlıca semptomlar enteritis, mezenterik lenf yum-rularında büyüme, pnömoni, merkezi sinir sisteminde dejeneratif değişiklikler, ensefalitis ve kronik interstitiel nefritistir. Ölen hayvanların beyin ve kalp gibi organları ile lenf yumrularında yaygın lezyonlar tespit edilmiştir. Çok nadir olmakla birlikte gebelik esnasında kistlerdeki bradzoitlerin aktivasyonu ile kongenital enfeksiyon şe-killenebilir.
KOYUN VE KEÇİLERDE TOXOPLASMOSİS
Koyunlarda Toxoplasma gondii enfeksiyonları çok yaygın olup, ilk defa 1942 yılında Olafson ve Monlux tarafından bildirilmiştir.
Koyunlarda toxoplasmosise bağlı perinatal ölümler ilk defa Yeni Zelanda’da tespit edilmiştir. Aynı araştırıcılar İngiltere’de koyunlarda toxoplasmosise bağlı yavru atma olaylarını ortaya koymuşlardır.
E n f e k s i y o n , sporlanmış ookistlerin alınması ile birlikte baş-lar. Ookistlerin alınma-sından dört gün sonra mezenterik lenf nodülle-rinde trofozoitler ortaya çıkar. Bu dönemde ko-yunlarda vücut ısısı yük-s e l i r v e k a n d a trofozoitlerin bulunduğu 5—12.günler arasında ateş devam eder. Sonuçta etkenler tüm vücuda dağılır. Koruyucu immun yanıtın ortaya çıkışı ile birlikte enfeksiyon durur ve etkenler doku kist-leri içinde bradzoit formuna geçer. Bununla birlikte gebe koyunlarda enfeksiyon uterusa intikal eder. Fötusun gebeliğin erken dönemlerinde paraziti tanıma ve ona yanıt oluşturma yeteneği çok sınırlıdır. Gebelik ilerledik-çe bu yetenek artarak devam eder. Kuzular dirençli ola-rak doğarlar. Gebeliğin erken dönemlerindeki (45-55. günlere kadar) enfeksiyonlar fötusun ölümü ile sonuçla-nabilir Daha sonraki dönemde (90.güne kadar) abort meydana gelir. Gebeliğin son döneminde (120.güne ka-dar) fötal immunite nispeten geliştiği için klinik bir etki oluşmaz, yavru normal doğar ancak enfekte ve bağışık-tır. Koyunlarda kongenital enfeksiyonun tipik belirtisi olan yavru atma gebeliğin ortalarında yani ikinci döne-minde oluşan enfeksiyonlarda görülür. Yine bu dönem-de ölü doğum veya zayıf yavru doğumu ile küçük mumifiye fötuslara rastlanabilir.
Serebral kalsifikasyonlar ve ventriküllerde genişleme (Kuman
ve Altıntaş, 1996).
Shunt-hidrosefali (Kuman ve
Altıntaş,1996)
Beyinde multiple lezyonlar
Sayfa 27
MEHMET BARIŞ ÖZER
Plasenta üzerindeki kotiledonlarda oluşan lez-yonlar çıplak gözle görülebilir. Gerek doğal ve gerekse deneysel olarak oluşturulan enfeksiyonlarda keçilerde de koyunlardakine benzer klinik tablo söz konusudur. Keçilerde akut enfeksiyonlarda etkenlere sütte rastlana-bilir ve bu sütlerin pastörize edilmeden içilmesi, insanlar için enfeksiyon kaynağı olabilir. Keçilerde enfeksiyon etkenlerine semende de rastlanabilir. Bu epidemiyolojik önemi koyunlarda da olduğu gibi çok düşüktür.
Fötal membranların histolojik muayenesinde orta şiddette mononükleer hücre infiltrasyonu ve fötal villilerde ödem görülür. Atılan yavru zarlarının kotiledonlarında 2 mm çapında beyaz fokal nekroz alan-ları görülür. Bu bulgular hastalığın teşhisinde yeterli delildir. Ayrıca kotiledonlar yeterli miktarda etken içe-rirler. Kuzu ve oğlaklardaki en bariz değişiklik mumifiye olmuş fötustur. Kuzu veya oğlak küçük ve çikolata renk-li bir minyatürü andırır. Fötusun beyninde primer ve sekonder lezyonlar gelişir. Bir yıl önce yavru atmış ko-yunlar takibeden sene normal kuzu yavrularlar.Aynı merada koyunlarla birlikte otlayan sığırlarda enfeksiyo-nun az görülmesi çok ilginçtir.
TOXOPLASMOSİS’İN BULAŞMA ŞEKİLLERİ
1.Bradizoit Şekli ile Bulaşma
Enfekte hayvan etlerinin çiğ veya az pişmiş (çiğ köfte, çiğ sucuk, yemek yapılırken lezzet kontrolü) tüke-tilmesi sonucu görülür. Bu sık rastlanan bir bulaşma şek-lidir. Organ transplantasyonlarında da bu tür bulaşma görülür.
2.Takizoit (vejetatif) Şeklinde Bulaşma
Bu tür bulaşma akut toxoplasmosisin parazitemi döneminde salya, sümük, süt, gözyaşı, vaginal salgı, se-men, dışkı ve idrar gibi tüm vücut salgıları ile olur. Parazitemi döneminde enfekte vericiden alınan kan transfüzyonu ile doğmalık (kongenital) toxoplazmosis olgularında da anneden fötusa bulaşma bu şekilde pla-senta aracılığı ile olmaktadır.
Sağlam mukozadan 10 adet Toxoplasma gondii nin girmesi enfeksiyon için yeterlidir. Laboratuar enfek-siyonları ile bulaşmada takizoitlerle olmaktadır.
3.Dış Ortamda Bulunan Ookistlerle Bulaşma
Toprakla oynayan, el yıkama alışkanlığı olma-yan, toprak yeme alışkanlığı olan çocuklar, toprakla uğ-raşan erişkinler (bahçıvan), enfekte sebze (nane, mayda-noz, roka, marul, turp, havuç) ve meyveleri (çilek başta olmak üzere tüm iyi yıkanmayan meyveler) çiğ olarak yiyen kişiler sporlu ookistlerle enfekte olurlar.
TANI
Toxoplasmosis klinik belirtileri, toxoplamosise özgü olmayıp bulunduğu organa göre değişik klinik be-lirtiler vermektedir. Doğru tanı konulabilmesi için enfek-siyonun kliniği ışığında sınıflandırmasına göre değişik yöntemlerden yararlanılması gerekmektedir.
Direk Tanı
1)Toxoplasma gondii izolasyonu
—Polymerase Chain Reaction (PCR)
—Antijen spesifik lenfosit transformasyonu ve lenfosit kopyalama tekniği
—Histolojik tanı
2)İndirek Tanı
—Sabin-Feldman Dye Test
—İndirek Fluoresans Antikor Testi (IFAT)
—Aglutinasyon testi
—İndirek Hemaglütinasyon Testi
TEDAVİ
Prymethamine ve sulfadiazin’in kombine kulla-
nımı en etkili tedavi yöntemidir. Diaminopyrimidinler
(pyrimethamine) parazitin proliferasyonunu engeller.
Ancak doza bağlı kemik iliği depresyonuna yol açarak
megaloblastik anemi, agranülositoz ve trombositopeni
yapabilir. Bu sebeple tedavi süresince perifer kan ve
trombosit sayımı yapılması gerekir.
Megaloblastik anemiye karşı günde 5—10 mg folik asit
verilmelidir.
Pyrimethaminin teratojenik etkisi de vardır. Bu
sebeple hamileliğin ilk 3 aylık döneminde kullanılmama-
lıdır. Bunun yerine spiramisin önerilir. Spiramisin etken-
lerin yavruya geçişini %60 oranında engeller.
Toxoplasmik ensefalit (otopsi) ( Kuman ve Altıntaş, 1996)
Sayfa 28
MEHMET BARIŞ ÖZER
KORUNMA
İmmun yetersiz hastalarda ve seronegatif hamile
kadınlarda korunma çok önemlidir. Doktor tarafından
bu hastalar eğitilmelidir. Kistler veya ookistlerle temas
veya bunların yutulması engellenmelidir.
Çiğ veya az pişmiş et ve çiğ et mamullerinin
yenmesi önlenmelidir. 56 °C de 120 dk pişmiş etlerle,
soğutucuda dondurulmuş etlerde bulunan kistler hasta-
lığın bulaşmasında rol oynar (66 °C de pişmek veya fü-
me yapmakla, -20 °C dondurmakla etlerdeki kistlerin
öleceği bildirilmektedir).
Çiğ et veya sebzelerin ellenmesinden sonra eller
iyice yıkanmalıdır.
Çiğ yumurta yemekten ve çiğ süt içmekten sakı-
nılmalıdır. 5 dk kaynamış yumurtada, 3 dk sahanda pişi-
rilmiş yumurtada canlı parazit saptanmıştır. Pastörize
keçi sütü enfekte bulunmuştur.
Çiğ yenen marul gibi yeşillikler iyice yıkanmalı-
dır.
Yemekten önce eller mutlaka yıkanmalıdır.
Sahipsiz sokak kedileri ortadan kaldırılmalıdır.
Kedilerle sıkı ilişkiden kaçınılmalıdır.
Kedi dışkısı ile su ve sebzelerin kirlenmesi ön-
lenmelidir.
Kedi dışkısı ile kasaplık hayvanların yemlerinin
kirlenmesi önlenmelidir. Kedi çıkartıları 5 dk kaynamış
suda tutulursa ookistler ölür. Kedi çıkartılarını temizler-
ken, bahçede çalışırken bir defalık kullanılan eldivenler
tercih edilmelidir.
Enfekte insan ve hayvanları her türlü vücut salgı
ve çıkartılarının etrafa dağılmaması için her türlü önlem
alınmalıdır.
Bulaşmada sinek ve hamam böceği gibi
artropodlarında rol oynayabileceği düşünülerek müca-
dele edilmelidir.
Organ transplantasyonuna bağlı immun yetersiz
hastalarda ve lökositten zengin kan ve kan ürünleri
transfüzyonu sonucu toxoplasmosis öldürücüdür.
Seronegatif hamile kadın gebelik süresince her
ay incelenmelidir.
Tüm hamile kadınlarda en az 10—12. gebelik
haftasında serolojik testler uygulanmalı, seronegatif
olanlarda serolojik testler 20—22. gebelik haftasında tek-
rarlanmalı, böylece terapötik abortus yapılmasına veya
seropozitif hastaya tedavi uygulamaya karar verilmeli-
dir.
KAYNAKÇA
Kuman, A.H, ve Altıntaş, N 1996, Protozoon Hastalık-
ları, Ege Üniversitesi Basımevi Bornova/ İZMİR.
Karaer Z., 2010 ,Veteriner Protozooloji, ANKARA.
Bu yazıya sonsuz destek ve yardımlarından dolayı; Prof. Dr. Zafer KARAER, Prof. Dr. Ayşe ÇAKMAK ve
Veteriner Hekim Ziya YURTAL’ a şükranlarımı sunarım.
Sayfa 29
ERDEM TÜBEK
A t, geçmiş yıllarda çiftlik hayvanla-rı arasında bugünkünden daha büyük bir önem taşımıştır. Eski-den atlardan; tarım, binek, çekim,
yük taşıma ve ordularda yararlanılırdı. Özel-likle ordularda at büyük avantaj demekti. Ordu ve tarımda motorlu araçların hızla ge-liştirilmesi ve yayılması, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika'da atın öneminin giderek azalmasına neden olmuştur.
Türklerde at yetiştiriciliği Orta Asya’-dan başlar ve atı ilk evcilleştirenlerin Türk’ ler olduğuna dair belgeler vardır. Türk’ ler göçtükleri her yere atı götürmüşlerdir. At yetiştiriciliğinde gelenek haline gelmiş ve pek çoğu bu günkü bilimsel verilerle kanıtlanan kurallarda Türklerin katkısı büyüktür. Bugün Türkiye ve Dünya' da at, orduda kullanım-dan neredeyse tamamen kalkmıştır. Türkiye’ de birkaç birlikte temsilen bulunur.
Osmanlı döneminde at yetiştiriciliği-ne büyük önem verilmekteydi. Osmanlı dö-neminde özellikle Arap Atı yetiştiriciliği ya-pılan, Çiftlikat-ı Hümayun adı altında 3 hara tüm ordunun ihtiyacı olan at gereksinimini sağlamaktaydı.
Cumhuriyet kurulduktan sonra hay-
van ıslahına büyük önem verilmiştir. Atçılık-
ta bunların başında geliyordu. Varılan nokta
ile bugün Türk Safkan Arap Atı diyebileceği-
miz materyale sahibiz. Yetiştirme çalışmaları
sonucunda Baba kan hatlarından; kan hattı,
vücut yapısına güzel özellikler eklemede,
Veliyülaht kan hattından; vücut güzelliği ba-
kımından en güzel yavruları elde etmede,
Avnullah (Küheyletülberk) kan hattından;
ahenk ve tenasübü, kuruş, yüksek karakteri,
kemik yapısının iyileşmesi ve huylarında yu-
muşaklık, Alkuruş ve Seklavi kan hattından;
zarafet, asalet, vücut güzelliği, Hilalüzzaman
kan hattından; sürat ve mukavemet ile güzel
görünüş gibi özellikleri gerek birleştirerek
gerek koruyarak bu noktaya gelinmiştir.
Cumhuriyet döneminde 7 harada at yetiştirme ve ıslah çalışması yapılmaya baş-lanmıştır.
1924 yılında yetiştirmeye Anadolu'-daki halkın, Arap ve Irak Beylerinin ve Kabi-lelerin en meşhur familyalarına ait atlar uz-man heyetlerce incelenip bünyemize, damız-lık kadrosuna alınarak başlanmıştır.
Cumhuriyetten sonra Safkan Arap Atı dışında Nonius Atı ve Konkur Atları da ıslah edilmiştir. Arap ve Konkur atları karıştı-rılarak Konkur' a yakın türler elde edilmiştir.(1941) 1962—1970 seneleri arasında Karaca-bey Nonius' ları ve Karacabey Atı yetiştirici-liği çok büyük hız kazanmış, ancak durdurul-muştur. Yerine gerek yetiştirme kolaylığı açısından gerek binek rahatlığından, çok yön-lü iş olanağına sahip Haflinger yetiştiriciliği-ne önem verilmiştir. (1961—1995) Şu an eli-mizde sadece gen kaynağı olarak çok az sayı-da vardır.
Bugün için kullanılan 7 yerli baba kan hattı, 7 ithal baba kan hattı, 48 dişi famil-ya ile elde edilen yavrular ırk özelliklerini en güzel biçimde bünyelerinde taşımaları yanın-da yarış sahalarındaki performansları ile Türk Arap Atı' nı temsil etmektedirler. İngiliz Atı yetiştiriciliği ise 1928—1981 seneleri ara-sında ihtiyaç doğrultusunda yapılmıştır. Bu gün ise TJK da şahsa ait olarak yarış atı yetiş-tirmekte ve kurumun kendine ait damızlık aygırları bulunmaktadır.
ATLARLA YAKIN GEÇMİŞİMİZ O
sman
lı d
ön
emin
de
öze
llikl
e A
rap
atı
yet
işti
rici
liği y
apıla
n, Ç
iftl
ikat
-ı H
üm
ayu
n a
dı a
ltın
da
3 h
ara,
ord
un
un
ihti
yacı
ola
n t
üm
at
gere
ksin
imin
i sağ
lıyo
rdu
.
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
ERDEM TÜBEK
Altındere.............................Kapatıldı
Çifteler(Anadolu)..............Aktif
Çukurova............................Kapatıldı
Karacabey...........................Aktif
Karaköy...............................Kapatıldı
Konya ..................................Kapatıldı
Sultansuyu..........................Aktif
Sayfa 30
ERDEM TÜBEK
Tarımda makineleşmeye karşın makinelerin gi-remeyeceği dağlık bölgelerde, birçok küçük işletmede, orduda ve güvenlik amaçlı kimi yerlerde at halen kulla-nılır .
Bugün Türkiye'de, binek, iş, ulaşım ve spor amaçlı kullanılan yaklaşık 600.000 tane evcil at bulun-maktadır.
KAYNAKÇA
ROSE, R. & HODGSON, D.(Eds.)(2007). M. Sağlam & A. Sancak (Çev.Eds.), Klinik Pratikte At Hekimliği. Ma-latya,Türkiye: Medipres Matbaacılık Ltd.Şti.
ARPACIK, R. (2010). At Yetiştiriciliği. (3 ed.). Anka-ra,Türkiye:Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Yayınları(417)
BATU, S. (1938). Türk Atları Ve At Yetiştirme Bilgisi. (3 ed.). Ankara,Türkiye: T.C.Ziraat VekaletiYüksek Zira-at Enstitüsü.
Güleç, E. (2006). Türkiyedeki vahşi at yılkıları. (2 ed.). An-
kara,Türkiye: BİLGİ MÜŞAVİRLİK VE MÜHENDİS-
LİK.
Sayfa 31
GÖKNİL KALAYCI
1.Solunum Sistemi Fizyolojisi
Ağız ve burun boşluğu, sinüsler, farinks, larinks, bronş, bronşiol ve akciğerler-den oluşan solunun sistemi temelde vücudun oksijen gereksinimini sağlamakla birlikte vü-cut dokularından karbondioksitin uzaklaştı-rılması, vücut ısısının düzenlenmesi, asit—baz dengesinin sağlanması ve kan basıncını dengelenmesini sağlar.
Solunum sırasında vücuda giren toz, virüs, bakteri vb. gibi yabancı maddeler üst solu-num yollarındaki mukuslar tarafından tutula-rak bu maddelerin akciğere inmesi önlenir. Mukosilier yapılarla yabancı maddeler ağız boşluğuna itilir, öksürük ya da yutma yolu ile etkisiz hale getirilirler. Mukosilierler tarafın-dan uzaklaştırılamayan ve alveollere kadar inebilen yabancı cisimler alveollerde makrofajlar tarafından yok edilir.
Solunum sisteminin kendine özgü florası bulunmaktadır. Bu flora üst solunum yollarında (burun boşluğu, farinks, larinks ve trachea) yaşar. Bronş, bronşiol ve akciğerler normal koşullarda sterildir. Sığırlarda solu-num yolu enfeksiyonuna neden olan mikro-organizmalar, genelde üst solunum yolların-da yaşar, stres koşullarında alt solunum yol-larına inen mikroorganizmalar solunum siste-minin savunma mekanizmasını yok eder ve solunum sisteminin mukosilier yapısı; alveoler makrofajlar ve öksürük, aksırık gibi mekanik işlemlerde rol oynar.
2. Sığırların Solunum Yolu Hasta-lıkları Kompleksi
Solunum yolu enfeksiyonları tüm dünyada sığır yetiştiriciliğinde önemli hasta-lıklardandır. Birden fazla etken tarafından meydana gelebilen bu sistemde; çevresel fak-törler, konak hayvana ait faktörler ve patojen-lerin birlikte olması sonucu gelişen bir hasta-lıktır. Çevresel faktörler (sütten kesme, nakli-ye, hayvanların birbirleri ile karıştırılması, aşırı kalabalık ve yetersiz havalandırma, vb.), konak hayvanın immun sisteminin işlevini bozan stres faktörleri olarak rol oynar. Çeşitli çevresel faktörlerden aşırı kabızlık, yetersiz havalandırma gibi faktörler de enfeksiyon etkenlerinin hayvanlar arasında bulaşmasına neden olur. Solunum yolu enfeksiyonlarında rol oynaya bir primer patojen bu bir virüs olabilir, savunma mekanizma işlevini boza-rak alt solunum yolunda bakteri kolonizasyonuna yol açar.
Sığır Solunum Yolu Hastalıkları (BRD)
Sığırlarda solunum yolu hastalıkları, ciddi ekonomik kayıplara yol açan bir hasta-lık kompleksidir. Ölümlere yol açması, tedavi ve işgücü masraflarını arttırması ve verim kaybına neden olması nedeni ile oldukça önemli bir enfeksiyondur. Bu hastalığın orta-ya çıkışında birçok etken rol oynar. Avustur-ya’da besi sığırlarında hastalık ve ölümlerin %50—90 BRD nedenlidir. Besi başlangıcından dört hafta içinde ortaya çıkar.
Sığırların bu hastalığa duyarlı olma sebebi ise solunum sisteminin vücuduna oranla küçük olması, burun deliklerinin kü-çük olması ve akciğerlere hava gidişinde zor-laştırır ve önler. Boğazın dar olması, boğaz kuruluğuna ve tahribata yol açmaktadır. Bu da viral ve bakteriyel etkenlerin buralara yer-leşip çoğalmasına neden olur.
BESİ SIĞIRLARINDA SOLUNUM
YOLU ENFEKSİYONLARI (BRD) So
lun
um
yo
lu e
nfe
ksiy
on
ları
sığ
ır y
etiş
tiri
ciliğ
ind
e ci
dd
i eko
no
mik
kay
ıpla
ra y
ol a
çan
bir
has
talık
ko
mp
leks
idir
. Çev
rese
l
fakt
örl
er, k
on
ak il
e h
ayva
na
ait
etm
enle
r ve
pat
oje
nle
rin
bir
likte
etk
imes
i ile
dü
nya
da
hal
a sı
ğır
ölü
mle
rin
den
so
rum
lu
baş
lıca
has
talık
lar
aras
ınd
a sa
yılm
akta
dır
.
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
GÖKNİL KALAYCI
Resim 1
Sayfa 32
GÖKNİL KALAYCI
Hastalığın Tanımı
Sığırların solunum yolu enfeksiyonları üç temel bölüme ayrılabilir.
Üst Solunum Yolu Enfeksiyonları;
Bu enfeksiyonlar; burun , boğaz, soluk borusun-da yangıya neden olur. Klinik bulgular hafif olup; öksü-rük, burun akıntısı, ateş ve iştahsızlık ile kendini göste-rir.
Difteri;
Larinks enfeksiyonu olup, tek başına ya da solu-num yolu infeksiyonları ile birlikte gözlenir. Genellikle şiddetli hırıltılı solunum ve larinks şişmesi ile karakteris-tiktir.
Alt Solunum Yolu Enfeksiyonu / Pneumoni;
Akciğerlerin enfeksiyonları olup, üst solunum yollarının ilerlemesi ya da akciğeri koruyan mekanizma-ların işlevleri bozulduğunda ortaya çıkar. Nakliye sonra-sı ortaya çıkan ve nakliyeden kısa süre sonra görülen hastalıklarda baş gösterir.
Hastalığın Nedenleri ve Gelişimi
Hastalığın nedenleri birden fazla ve karmaşıktır. Te-melde asıl oluşum nedeni, predispoze faktörler ve enfeksiyöz etken kombinasyonudur. Ciddi enfeksiyon-larda stres, viral ve bakteriyel etkenler rol oynar. Virüs-ler, solunum yolu epitelyum yapısını bozarak, siliaların iş görmesini ve kayganlaştırıcı mukus salgılamasını ön-ler ve yabancı partikül uzaklaşmasını engellemiş olur. buna bağlı olarak sekunder patojen solunum yollarında çoğalarak hastalığı oluşturur.
Stres faktörleri Viral etkenler Bakteriyel etkenler
Sıcak
Soğuk
Toz
Nem
Yaralanmalar
Yorgunluk
Dehidrasyon
Açlık
Heyecan
İrrite edici gazlar
Beslenme bozuklukları
Operasyonlar
Aşılama
Asidoz
Pazaryeri koşulları
Yem ve su değişiklikleri
Hayvanların birbirine karıştırılması
PI3
IBR
BVD
BRSV
Herpesvirus IV
Adenovirus
Rhinovirus
Reovirus
Enterovirus
Koronavirus
Pasteurella haemolytica
Pasteurella multocida
Haemophilus somnus
Mycoplasma spp.
Crynobacterium sp.
BRD’ deki Stres Faktörleri
Besi sığırları, immun sistemini baskılayıp viral ve bakteriyel etkenlere daha duyarlı hale gelmesine ne-den olan bir dizi strese maruz kalırlar. Sevk, idare ve nakliye sırasında, besi başlangıcında ve besiye alındıktan sonra birkaç haftada aşırı strese maruz kalırlar. Virusler, immun sistemleri zayıflamış hayvanları etki altına al-maktadır. Nakliye sırasında hayvanlar dehidrasyon, eg-zoz gazları gibi etkenlere maruz kalmaktadır. Besi baş-langıcında besi yerinde hayvan hareketleri sırasında yine stres yaşanır ve besi hayvanları arasında yem ve su reka-beti artar. Suyun tat değişimi, farklı yem uygulamaları, rumende fonksiyon bozukluğu gibi faktörler immun sistemin bozulmasına neden olur.
Solunum Yolu Enfeksiyonun Oluşumu
Stres
İmmun sistem bolzulması
Viral enfeksiyonlar
Solunum yolu hasarı
Bakteri proliferasonu
Pneumoni ve akciğer hasarı
Sayfa 33
GÖKNİL KALAYCI
Klinik Bulgular
B R D ’ n i n en yaygın bulgula-rı burun ve göz akıntısı, öksürük, ateş, iştah azlığı, değişik derecede solunum güçlüğü ve hırıltı, hızlı so-lunum, depresyon, kulaklarda sarkma ve ağızdan solunumdur.
Tanı
Farklı klinik ve otopsi bulguları mevcut olsa da, bunlar çok ayırt edici nitelikte değildir. Otopsi lezyonları daha çok bakteriyel etkenler hakkında bilgi verebilir. Bakteriyel lezyonlar, ölüme de bağlı olarak viral lezyon-ları maskeleyebilir. Ölen hayvanlarda, ölüm öncesi anti-
biyotik kullanımı bakteri izolasyonunu güçleştirir. Akut evrede viral pneumoniler, genellikle bronkointerstitiyel lezyonlara yol açar. Mikroplazmalar bronşiolit, nekroz ve intersititiel reaksiyonlara yol açar; viral enfeksiyonla-rın tersine, kronik hale geçebilir.
Bu durumda peribronşiolar lenfoidhiperplazi görülür. Viral ve mikroplazmal lezyonlar, bakteriyel komplikas-yonun durumuna göre, bronkointersit it iel bronkopneumoniden irinli bronkopneumoniye kadar değişebilen bir tablo gösterir. Pastörella pneumoninin tipik lezyonları fibrinöz plörit ve plevraya yalılan bir tabloyla karakterize fibrinöz bronkopneumonidir. Lez-yonlar kranioventral yönde ve sıklıkla, trakenin iki ana bronşa ayrıldığı bölgededir. Akciğerin loplara ayrıldığı bölgede sarı, jelatinöz ödem ve fibrin görülür. Histolojik bakıda, akciğer lobüllerinde koagülatif nekroz, intersititiel ödem ve konjesyona bağlı olarak tipik “merme” manzarası gözde çarpar.
Etken Marazi madde Tanı yöntemi
PI3
Burun sekresyonu ( swap),trake, akci-ğer,
dalak, ince bağırsak,
Fetus akciğeri, dalak, böbrek, karaciğer
Virüs izolasyonu (Vİ)
Vİ ve Florasan Antikor Testi (FA)
Viroloji BRSV
BVD
Etkilenen akciğer kısımları, trake
Lezyonlardan alınan swaplar
Akciğer,bağırsak, dalak
Fetus organları
FA( izolasyonu zor)
FA
FA ve Vİ
FA ve Vİ
Seroloji PI3
BRSV
BVD
IBR
Serum
Serum
Serum
Serum
Serum nötralizasyon
Serum nötralizasyon
Serum nötralizasyon
Serum nötralizasyon
Bakteriyoloji
Pasteurella
Haemophilus
Mycoplazma
Corynobacterium
Mycobacterium
Burun ve göz sekresyonundan swap-lar, lezyonlu herhangi bir doku
Bakteri kültürü
Tüberkülin testi
Tedavi
Viruslara etkili olmasa da, antibiyotikler bakteri komplikasyonlarını azaltmada önemlidir.
Erken dönemde teşhis
Hastalıklı ve sağlıklı hayvanların ayrılması
Etkili tedavi programı seçilmeli ve gün gün iz-lenmeli
Klinik tedavi ile birlikte antibiyotik kullanımı
İyi bakım
Korunma
Korunmada iki önemli nokta iyi bir mangement ve aşılamadır.
1) Management
Predispoze faktörler gözden geçirilmeli; hangile-rinin ortadan kaldırılabileceği ya da en azından azaltıla-bileceği saptanmalıdır. Hastalığın çıkışı için kritik dö-nemlerin besi başlangıcından sonraki hafta ya da nakli-yeler sonrası olduğu hatırda tutulmalıdır. Bu kritik hafta boyunca, farklı kaynaklardan toplanan hayvanlar bir arada tutulmamalıdır. Aşırı kalabalık ve yetiştiricilikten kaçınılmalıdır; toz ve çamur engellenmektedir.
Resim 2
Sayfa 34
GÖKNİL KALAYCI
2) Aşılamalar
Altı adet hastalık etkeni ve bunlara karşı kullanı-labilecek aşılar mevcuttur. 6. aylıktan önce aşılanan sığır-lar 6. aydan sonra tekrar aşılanmalıdır. Bu şekilde kazan-dırılacak bağışıklık daha uzun süreli olacaktır. Aşı iki doz halinde önerilmişse, ikinci uygulamadan ancak 7—14 gün sonrasında tam bir bağışıklık gelişecektir.
PI3 (Parainfluenza-3)
IBR (İnfectious Bovine Rhinotracheitis) virusu
BVD (Bovine Viral Diarrhea) virusu
BRSV (Bovine Respiratory Syncytial Virus)
Pasteurella spp.
Haemophilus somnus
KAYNAKÇA
Hazıroğlu, R. Ve Milli, Ü. (2001). Veteriner Patoloji II.cilt (2). Ankara: medipres
Burgu, İ. ve Akça, Y. (2010). Viroloji II. Ankara:Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi
Elanco. (2006). Sığır Solunum Yolu Enfeksiyonları (BRD) [Brosur].
Resim 1: Erişim: http://livestockandervironment.org
Resim 2: Erişim: http://kiwitravelwriter.wordpress.com
Resim 3: Erişim: http://aberdeenangus-swenglondclub.co.uk/cattle.html
Resim 3
Sayfa 35
SEVİM ISPARTA & ZEYNEP TOL SEVİM
Kendinizi tanıtabilir misiniz ?
1988 Ankara Üniversitesi Veteriner Fa-
kültesi mezunuyum. Bu benim ikinci yüksek
öğrenimim, önceden öğretmendim. Mezun
olduktan sonra Doğum ve Jinekoloji Anabi-
lim Dalı’nda doktora
yaptım. Şu anda bu-
lunduğum pozisyonu
daha önceden planla-
mamıştım. Muayene-
hanemde çalıştığım
esnada, köpek ve kedi-
ler için otel hizmeti
sunulan bir işletmede danışmanlık ve sağlık
hizmetleri yapmaya başladım. Köpek eğiti-
miyle ilk kez orada tanıştım. Aynı yerde ya-
bancı bir eğitmen arkadaşımız vardı. Onu
gözlemleyerek köpek eğitimine ilgi duyduğu-
mu fark ettim ve kendi köpeklerim üzerinde
çalışmaya başladım. Zamanla kendimi işin
içinde buldum. Macaristan’ da köpek eğitimi
ile ilgili eğitim aldım. Romanya Köpek eğitim
Kulübünün kurucu onursal üyesiyim ve ülke-
mizdeki Köpek Eğitim Derneğinin Başkanı-
yım. 16—17 yıldır köpek eğitimiyle ilgileniyo-
rum ama veteriner hekim olmam dolayısıyla
benim esas amacım köpek eğitiminin davra-
nışsal boyutuyla ilgilenmekti. Sahibi oldu-
ğum Active Kennel Köpek Eğitim ve Psikoloji
Merkezinde köpek eğitimlerinin yanı sıra
kedi ve köpeklerdeki psikolojik ya da davra-
nışsal bozukluklarının rehabilite ediyorum.
Köpek eğitiminin önemi sizce nedir ?
Çok klişe olacak biliyorum ama köpek
eğitimi mutlaka gereklidir. Çünkü köpek de-
diğimiz canlı fizyolojisi, psikolojisi ve algıla-
rıyla bizlerden farklıdır. Ancak, biz insanlarla
aynı sosyal hayatı paylaşıyor, bizimle gezi-
yor, evimizde yaşıyorlar. Bizden bu kadar
farklı ama birlikte yaşadığımız bu canlılara
aynı hayatın sosyal kurallarını öğretmek zo-
rundayız.
Bizim eğitimden algıladığımız şey de bu.
Köpeğin doğasını bozmadan, bizim hayatı-
mıza onun davranışlarını adapte etmek ve
bunu yaparken de belirli işaretlerle ya da
komut dediğimiz sesli sözcüklerle ona nasıl
davranması gerektiğini öğretmek.
Köpek eğitiminde hangi tür eğitimler
kullanılmaktadır? Siz özellikle hangisini
tercih edersiniz ?
Köpekler de üç tür öğrenme vardır; tak-
lit ederek öğrenme, Pavlov’un klasik koşul-
lanması ve operant öğrenme. Operant öğren-
mede, pekiştirmeler ve cezalar vardır. Bun-
lar da kendileri içinde pozitif ve negatif ola-
rak ikiye ayrılır. Negatif pekiştirmeye; çivili
veya boğma tasmaların kullanılması ile acı-
dan kaçan hayvanın komutu yerine getirme-
si, pozitif pekiştirmeye ise verilen komutun
yerine getirilmesinden sonra yiyecek, oyun-
cak ya da dokunarak ödül verilmesi örnek
verilebilir.
Sizce bir köpeğin eğitimine ne zaman
başlanmalıdır? Belirli bir yaşı var mıdır ?
Alt sınırını
koymak müm-
kündür. Kö-
pekler iki ay-
dan itibaren
eğitilebilirler.
Ancak üst sı-
nır diye bir şey
yoktur. Çünkü
köpek doğası gereği her zaman öğrenmekte-
dir. Mesela barınaktan 5 yaşında sahiplenilen
bir köpeğin davranışları bile uygun şekle ge-
tirilebilir. Köpek eğitimi, köpeğin sahibi ile
köpek arasındaki ilişkinin düzenlenmesidir.
Köpeğin sahibiyle karşılaştığı ilk an eğitimin
başladığı andır.
DR. GÜRBÜZ ERTÜRK İLE KÖPEK
EĞİTİMİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ “
Kö
pek
eği
tim
i; sa
hip
ile
köp
ek a
rası
nd
aki i
lişki
nin
dü
zen
len
mes
idir
.
Kö
peğ
in s
ahib
iyle
kar
şıla
ştığ
ı ilk
an
, eği
tim
in b
aşla
dığ
ı an
dır
. “
A
N
K
A
R
A
Ü
N
İ
V
E
R
S
İ
T
E
S
İ
V
E
T
E
R
İ
N
E
R
F
A
K
Ü
L
T
E
S
İ
ZEYNEP T. SEVİM &
SEVİM ISPARTA
Sayfa 36
SEVİM ISPARTA & ZEYNEP TOL SEVİM
Ne tür eğitimler veriyorsunuz ?
Biz, köpeklerde uygulanabilir tüm eğitimleri verebi-
lecek bilgi ve donanıma sahibiz. Ama tabi ki bu eğitimler
arz ve talep çerçevesinde gerçekleşiyor. Özellikle isteni-
lenler; tuvalet alışkanlığı edindirme programları, koru-
ma, itaat ve yavru köpek eğitimleridir. İtaat eğitimi de
temel ve ileri eğitim şeklinde
ikiye ayrılmaktadır.
Temel itaat, ileri itaat ve
yavru köpek eğitimlerini
bize biraz açabilir misiniz?
6 aydan küçük köpekleri yavru köpek eğitimi prog-
ramına alıyoruz. Yavru köpek eğitimini sosyalleştirme
ağırlıklı bir program gibi algılıyoruz ama bu çerçevede
verdiğimiz komutlar da var. Temel eğitimden tek farkı
yat ve yat—bekle komutunun olmaması. 6 ay üstü kö-
peklere ise temel itaat eğitimi veriyoruz. Temel itaat eği-
timinde ve ileri itaat eğitiminde ortak olarak; otur, yat,
dur, otur—bekle, yat—bekle, dur—bekle, git, gel ve ha-
yır komutları uygulanır. İkisi arasındaki fark temel eği-
timde bu komutların tasma eşliğinde yapılırken, ileri
düzeyde tasmasız yapılmasıdır.
Hangi ırk köpeklerin eğitimi daha kolay oluyor ?
Böyle bir ayrım yapamıyorum ama temel mantık,
köpeği çok iyi tanımak ve doğru yöntemi uygulamaktır.
Ancak bu şekilde başarıya ulaşılabilir. Köpek eğitiminde
ırk ve cinsiyetin çok önemli olmadığını düşünüyo-
rum.
Köpeklerde en çok hangi davranış bozuklukları
görülüyor ?
Genelde, benim gördüğüm ev köpeklerinde en
az bir belki daha fazla sayıda davranış bozukluğu olma-
sı. Seperasyon anksiyetisi (yalnız kalma korkusu), havla-
ma, tuvalet alışkanlığı edinememe, bahçe eşeleme gibi
davranışlar görülebilir. Ama özellikle agresiflik ve
seperasyon anksiyetisi karşımıza çıkmaktadır.
Yanlış bir eğitim sonucunda hayvanda oluşan bo-
zuk psikoloji ve davranışlar düzeltilebilir mi ?
Evet, köpeklerde oluşan davranış bozuklukları dü-
zeltilebilir. Çünkü tüm bu davranışlar biz insanlar tara-
fından oluşturulmaktadır. Tedavinin sonucu ve eğitimin
başarı düzeyi büyük ölçüde hayvan sahibine bağlıdır.
Veteriner hekim tedavi şeklini belirler, eğitmen eğitimi
başlatır ama hayvan sahibi kendine düşen görevi yerine
getiremiyorsa başarı beklemek pek mümkün değildir.
Eğitim verecek kişinin sahip olması gereken özel-
likler nelerdir ?
Eğitimi verecek kişinin bu konuyla ilgili teorik ve
pratik bilgisinin ileri düzeyde olması gerekir. Ülkemizde
ne yazık ki bu konuyla ilgili belli bir standart henüz
oluşturulamadı. Biz, bu sebepten ötürü 2007 yılında
Türk Köpek Eğitim Derneği’ni eğitici yetiştirmek ve kö-
pek eğitmenliğinde belirli bir standardı yakalamak ama-
cıyla kurduk, çeşitli kurslar düzenledik.
Sizce ülkemizde bu tür eğitimlerin kalitesi ne dü-
zeyde? Değiştirilmesi gereken hususlar neler ?
Şimdiye kadar ülkemizde kısa sürede büyük geliş-
meler kat edilmiştir. Yasal düzenlemeler sık sık yapılma-
sına rağmen hala eksiklikler bulunmaktadır, en önemlisi
de denetim eksikliğidir. Yeterince denetim yapılmadığı
için bir takım yanlış işlerin giderek artması söz konusu.
Fakat bireysel bazda bakacak olursak, gerçekten bu işi
büyük keyif alarak, uluslararası düzeyde yapabilen eğit-
men arkadaşlarımız bulunmaktadır. Bunlar da, ülke ola-
rak bu alanda ilerlediğimizi gösterir.
Bu şekilde eğitim veren köpek eğitim merkezle-
rinde sizce veteriner hekimlerin bulunması şart mıdır ?
Kesinlikle olmalıdır. Zaten yasal zorunluluktur. Ayrı-
ca, köpeğin olduğu her yerde hayvan sağlığının korun-
ması açısından veteriner hekim bulunmak zorundadır.
Çok deneyimli bakıcı eğitmen arkadaşlar olabilir ama
köpek sağlığına sıra geldiğinde söz sahibi kişi veteriner
hekimdir.
İleride bu dala yönelmeyi düşünen veteriner he-
kimlere önerileriniz nelerdir ?
Öncelikle, köpekleri
ve açık havada ça-
lışmayı sevmeliler,
sabırlı olmalılar.
Bunları sağladıktan
sonra, eğitmen ol-
mak isteyen veteri-
ner hekim arkadaş-
ların bu konuyla ilgili mutlaka eğitim almalarını ve sü-
rekli kendilerini geliştirmelerini öneririm. Ama benim
esas önerim, köpek eğitim uzmanı olmak yerine, köpek
davranış bozuklukları ile ilgilenen birer veteriner hekim
olmalarıdır ki, beş yıl boyunca aldıkları ağır eğitimin
karşılığını görebilsinler.
FOTOGRAFLAR: Gürkan DOĞRAMACI
Sayfa 37
AVBAT
Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Bilimsel Araştırma Topluluğu (AVBAT) olarak 2011—2012 Eği-tim-Öğretim yılında gerçekleştirdiğimiz ve gerçekleşme-si hedeflenen etkinliklerimiz aşağıda kronolojik olarak sıralanmıştır:
1) AVBAT SEMİNER GÜNLERİ-4 ETKİNLİĞİ:
14 Aralık 2011 Prof. Dr. Mehmet AKAN: Kanatlı Aşı Takvimi, Mikrobiyoloji A.D
14 Aralık 2011 Araş. Gör. Hadi ALİHOSSEİNİ: Kedi ve Köpeklerde EKG, İç Hastalıkları A.D
16 Aralık 2011 Araş. Gör. E. Çağatay ÇOLAKOĞLU: Kedi—Köpek Aşı Takvimi, İç Hastalıkları A.D
16 Aralık 2011 Araş. Gör. İdil BAŞTAN: Endokrin Acil Müdahaleler, İç Hastalıkları A.D
21 Aralık 2011 Prof. Dr. Okan ERTUĞRUL, Dr. Bengi ÇINAR KUL : Yerli Geni Koruma Projesi, Genetik A.D.
22 Aralık 2011 Prof. Dr. Mustafa KAYMAZ,Vet. Hek. Kübra KARAKAŞ: Yerli Geni Koruma Projesi, Doğum ve Jinekoloji A.D.
23 Aralık 2011 Uzm. Vet. Hek. Koray TEKİN: Yerli Ge-ni Koruma Projesi, Dölerme ve Suni Tohumlama A.D.
2) 27—28 Ocak 2012 AVBAT AKSARAY KOÇAŞ TİM TEKNİK GEZİSİ
3) BİLİMSEL ÇALIŞMALAR
Devam Eden Projeler:
Asitesin Neden Olduğu Abdominal Basıncın Kalp, A. Abdominalis, A. Carotis Communis ve Böbrek Da-marları Üzerindeki Etkilerinin Değerlendirilmesi—Aytaç ÜNSAL (A.Ü.B.A.P. Destekli)
Kangallarda Melanistik Maske Olarak Bilinen Pigmentasyon Üzerine Etkili Mutasyonların Tespiti İçin MC1R Geni Dizi Analizi – Ahmet YURTSEVEN (A.Ü.B.A.P. Destekli)
Tıbbi Adaçayının Rumendeki Metan Gazı, Uçucu Yağ Asitleri ve Protozoon Parametreleri Üzerine Etkileri– Mehmet Barış Özer, Nafiye Koç, Ufuk Toygar (A.Ü.B.A.P. Destekli)
Sözlü Sunumlar:
Arılarda Suni Tohumlama—Gizem ÇOPUROĞLU
Besi Sığırcılığı Yetiştiriciliği Fizibilite Etüdü—Murat BAL
Araştırmalarda Hayvan Kullanımı, 3R Prensibi ve Replacement—Aytaç ÜNSAL
HACCP—Ahmet YURTSEVEN
Homeopati—Eren POLAT
Etkili Bir Sunum Nasıl Yapılır ? - E. Şemsa DEMİREL
E-Kütüphane Kullanımı—Adem YÜCEL
Yapay Et—Barışhan Doğan
Bilimsel Proje Nedir ? - Tuğçe AKGÜL, G. KALAYCI
Kaynakça Yazımı ve Atıfta Bulunma—T. AKGÜL, Göknil KALAYCI
Sunum Teknikleri—Araş. Gör. Murat ULUDAĞ
AVBAT 2011-2012 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI ETKİNLİKLERİMİZ
Sayfa 38
AVBAT
Sığırlarda Boynuz Köreltme—Eren USLU
Homo Erectus—Gül DOĞAN
2217—TÜBİTAK Lisansüstü Yaz Okulu ve Benzeri Diğer Etkinlikleri Destekleme Programı—Yasin SEZER
Sentetik Et—Çınar ZAİMOĞLU, Şeyda ŞİMŞEK
Eşek Sütü—Erhan TEK, Ali KARAHAN
Sunum Yapmanın Amaçları—Nilhan COŞKUN
Atlarda Davranış—Reyhan DUYMUŞ
Cerrahi Tarihi—Özge SİDEKLİ
Poster Sunumları:
Kanatlı Gübresinin Değerlendirilmesi—Gürkan DOĞRAMACI
Apiterapi—Arda ATAY
Echinococcus Granulosus’ un Türkiye’deki Önemi ve Hastalıktan Koruma—Murat BAL
Asitesin Neden Olduğu Abdominal Basıncın Değer-
lendirilmesi—Aytaç ÜNSAL
4) KATILDIĞIMIZ ETKİNLİKLER VE
ORGANİZASYONLAR
10 Şubat 2012 Türkiye’de Veteriner Halk Sağlığının Mevcut Durumu ve Geleceği
17 Şubat 2012 EndNote X5 Programı Kullanıcı Eğiti-mi
Ankara Üniversitesi 19.Geleneksel Kültür Haftası Etkinlikleri; ‘’HUMANİMAL’’ Veteriner Patoloji Sergisi
5) ’’TÜSİAD, BU GENÇLİKTE İŞ VAR PROJESİ”
ANKARA ÜNİVERSİTESİ EV SAHİPLİĞİ
6) HEDEFLENEN ÇALIŞMALARIMIZ
AVBAT II. Veteriner Bilimleri Öğrenci Kongresi
HİPPOCAMPUS Kongre Özel Sayısı
AVBAT III. Veteriner Bilimleri Öğrenci Çalıştayları
AVBAT Seminer Günleri—5 Etkinliği
Muğla—Dalaman TİGEM Teknik Gezisi
7) AVBAT II.VETERİNER BİLİMLERİ
ÖĞRENCİ ÇALIŞTAYLARI
20 Mart 2012 Prof. Dr. Ali DAŞKIN: Köpeklerde Suni Tohumlama
21 Mart 2012 Prof. Dr. Sevil ATALAY VURAL: Patolo-jide İmmunohistokimyasal Yöntemler
22 Mart 2012 Prof. Dr. Ali BUMİN, Dr. Oytun Okan ŞENEL, Dr. İrem ERGİN, Dr. Yusuf ŞEN: Köpeklerde Torakoskopik ve Laparoskopik Muayene Bulgularının Değerlendirilmesi
Sayfa 39