Allah ismi şerifi ve bu ismin özellikleri
Bu kâinatın sahibi ve bu âlem sarayının sultanı ve bu mülkün maliki olan zatın adı
Allah’tır. Ve O, kitabında kendinden bahsederken “Enallah” yani “Ben Allah’ım”
diyor.
Bu ismi diğer isimlerden ayıran bazı özellikleri vardır. Şimdi bunları anlamaya
çalışalım:
- Kur’an’da ilk inen ayet besmeledir. Ve Allah ismi besmelede geçen üç isimden
ilkidir. Demek Allah ismi Kur’an’da nazil olan ilk isimdir.
- Allah ismi Esma-ül Hüsna içinde asıldır. Diğer isimler ise bu isme izafe
edilir. Mesela “Şâfi, Allah’ın bir ismidir.” denilir ama “Allah, Şâfi’nin bir ismidir.”
denilmez. Ya da “Rahman, Allah’ın bir ismidir.” denilir ancak “Allah, Rahman’ın
bir ismidir.” denilmez.
-Allah ismi ism-i âlemdir yani özel isimdir. Mecaz yoluyla da olsa başkası için
söylenemez. Bu isim Allah’a has ve ancak ona işaret eden bir isimdir. İlahlık
davasına kalkışan Firavun dahi “Ene rabbükümül a’la” “Ben sizin yüce
Rabbinizim!” demiş fakat “Enellah” “Ben Allah’ım!” diyememiştir. Allah’ın Rab
ismini kullanırken Allah ismini kullanmaya cüret edememiştir.
Yine Mekke müşrikleri Kâbe’nin etrafını 360 putla doldurmuşlar, her birine farklı
isimler vermişler ama hiç birine Allah diyememişlerdir. Demek bu isim ancak
Allah’a mahsus bir isimdir.
– İmana girmek kelime-i şehadet ile mümkündür. İmanın temeli olan
kelime-i şehadet ise ancak Allah ismi ile kabul olur. Mesela bir gayrimüslim,
Müslüman olmak için “Eşhedü enla ilahe illallah…” yerine “Eşhedü enla ilahe ille-r
Rahman” veya “Eşhedü enla ilahe ille-l Melik” dese İslam’a girmiş olmaz. Çünkü
Allah ismi, tek ve ortaksız olarak Cenab-ı Hakk’ın zatını ifade eden has bir
isimdir. Has isimlerde ortaklık manasını düşünmek mümkün değildir. Bunun için
bu isimde hakiki bir tevhid vardır. Diğer isimlerde ise bu hakiki tevhid
olmadığından ve onlar ile Allah’ın birliği ikrar edilmediğinden iman kabul edilmez.
- Allah ismini teşkil eden harfler birer birer kaldırılsa mana yine de
bozulmaz. Bu özellik diğer isimlerde yoktur. Mesela Melik ismindeki “mim” harfi
kaldırılsa “lik” olur ki hiçbir mana ifade etmez. Ya da Samed ismindeki “sad”
kaldırılsa “med” olur ki bu da hiçbir mana ifade etmez.
Hâlbuki Allah isminin lafzında bir camiiyyet yani toplayıcılık vardır. Mesela:
• Baştaki elif kaldırılırsa “lillah” olur, bu da Allah demektir.
• “Lillah”daki birinci lam kaldırılsa “lehu” olur, bu da ona işaret eder.
• Bu “lam” da kaldırılsa “hu” olur ki yine Allah’ı ifade eder.
• Hatta “hu”daki gizli “vav” kaldırılıp “he” kalsa yine Allah’a delalet eder. Çünkü
“hu” isminin de aslı “he”dir. ”Vav” asıl değil, ilavedir. Bu sırdan dolayı her canlı
teneffüs ederken “he, he, he” demek suretiyle Allah’ı zikretmektedir.
– Allah isminin manasında toplayıcılık vardır, diğer isimlerde bu yoktur.
Diğer isimler yalnız bir manaya işaret ederler. Mesela “Hadi” ismi sadece “hidayet
veren” manasında, “Nafi” ismi ise sadece “menfaat veren” manasında, “Halik”
ismi” ise sadece “yaratıcı” manasındadır. Fakat Allah ismi bunlardaki ve diğer
isimlerdeki manaların hepsini toplu bir şekilde ifade eder.
Nasıl ki Güneş dediğimizde yedi renk, ısı ve ışık gibi sıfatlara sahip olan bir ışık
kaynağı aklımıza gelir ve bu sıfatları kendinde bulunduramayan Güneş olamaz.
Aynen bunun gibi, “Allah” ismi denildiğinde de bütün kemal sıfatları ve isimleri
kendinde bulunduran Zat-ı Akdes akla gelir. Bu isim ve sıfatları kendinde
bulunduramayana Allah denilemez.
O hâlde madem Allah’tır, bütün kemal sıfatlarla sıfatlanmıştır. Bunun içindir ki bu
manadaki topluluğu düşünerek “Allah” diyen bir kimse Cenab-ı Hakk’ı bütün isim
ve sıfatlarıyla zikretmiş olur.
Er-Rahman
Rahman: Bütün mahlukatına sayısız nimetler ve rızıklar veren, onların
ihtiyaçlarını gören ve yarattıkları hakkında hayır ve rahmet dileyen manasındadır.
Şu âleme baktığımızda gözümüzle görüyoruz ki birisi var, yeryüzünü bir sofra
yapmış, o sofrayı en leziz yiyecekler ile doldurmuş ve o sofraya bütün canlıları
davet etmiş. Şimdi gelin hayalen bu sofralarda gezelim:
İşte hayvanatın sofrası! Bakın, her hayvana layık olduğu ve ihtiyaç duyduğu rızık
veriliyor.
1- İşte balıklar! Onları besleyen ne de güzel besliyor, rızıkları ağızlarına kadar
konuluyor. Kim onları böyle zahmetsizce besleyen?
2- İşte denizlerin dipleri! Karanlık, ıssız, acı bir su, kum ve çaresiz mahluklar!
Ancak hiçbirinin rızkı unutulmuyor, hiçbiri aç bırakılmıyor ve ihtiyaçları
mükemmel bir şekilde karşılanıyor. Kim onları böyle merhametle besleyip denizin
dibini onlara Rahmanî bir sofra yapan? Ve o sofradan istifade edebilmeleri için
gerekli cihazları onlara takan?
3- İşte böcekler! Küçücük, zayıf ve âcizler! Ama ne kadar da kolay besleniyorlar.
Muhtaçlar. Güçleri yok. Kimi elsiz, kimi gözsüz, kimi ayaksız. Ancak ihtiyaçları ve
rızıkları ellerinin yetişmediği yerlerden ne de mükemmel veriliyor. Kim bu âcizlere
merhamet edip ihtiyaçlarını gören?
4- İşte âciz ve merhamete muhtaç yavrular! Rızıkları umulmadık ve ellerinin
yetişmediği bir yerden, münasip bir vakitte ve ihtiyaç nispetinde onlara veriliyor.
Yardımlarına koşuluyor. Hâlbuki ihtiyaçlarının yüzde birini karşılamaya kendi
güçleri yetmez. Demek onların ihtiyacını bilen, onları merhamet ve şefkatle
besleyen perde arkasında birisi var. Kim bu zat? Cevabı Kur’an versin:
“Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların karar
kıldıkları yerleri de emaneten durdukları yerleri de bilir. Onların hepsi
apaçık bir kitaptadır.” (Hud 6)
Ve Rahman’ın o sofrasından istifade eden diğer muhtaçlar! Şimdi de Rahman’ın
sofrasında misafir olan bitkiler taifesine bakalım! Hayvanlara kıyasla daha âciz ve
daha fakir! Ama âcizliklerine binaen Rahman olan Allah onları daha zahmetsiz
besliyor. Rızıkları ayaklarına gönderiliyor. Bazen oluyor sıcaktan ve susuzluktan
feryat eden o bitkilere bir bulut ordusu ile imdat ediliyor. Güneş başlarında lamba
ve soba, toprak altlarında mineraller ile dolu bir mahzen. Ciğerleri hükmünde
olan yaprakları ile havayı teneffüs ediyorlar.
Kim bu bitkilerin feryadını işitip cansız mahlukatın elleriyle onlara yardım eden?
Ve şimdi bu bu Rahmanî sofranın en şerefli misafirine geldik! Sofranın
kurulmasının sebebi, yeryüzünün halifesi ve Rahman olan Allah’ın has muhatabı
olan insan! Bakalım şerefine sofraların kurulduğu insan için Allah neler hazırlamış
ve Rahman isminin tecellisini o sofralarda nasıl göstermiş!
Acaba Rahman olan Allah’ımız, rahmetinin bu kadar süslü meyveleriyle kendini
bize sevdirmek istese. Mukabilinde insan ibadetle kendini O’na sevdirmese. Hem
bu kadar türlü türlü nimetlerle muhabbet ve rahmetini gösterse. Mukabilinde
insan şükür ve hamd ile ona hürmet etmezse bu insan, insan ismine layık mıdır?
Hâlbuki bütün bu nimetlerin veriliş sebebini Rabbimiz kitabında şöyle beyan
etmiştir:
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından
yiyin ve Allah’a şükredin! Eğer yalnız O’na kulluk ediyorsanız.” (Bakara
172)
Er-Rahim
Rahim: Yarattıklarına merhamet eden, acıyan ve şefkat gösteren manasındadır.
Allah Rahim’dir; rahmetiyle bütün âlemleri kuşatmıştır.
• Merhametiyle şu âlemi yoktan icat etmiş,
• Her bir varlığa kendine mahsus bir elbise giydirmiş,
• Her birini farklı şekillerde terbiye etmiş,
• Vazifelerini öğretmiş,
• Hayatını devam ettirebilmesi için lazım olan cihazlarla teçhiz etmiş,
• Maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarını şefkatle karşılamıştır.
Şimdi o rahmet denizinden birkaç damlayı hep beraber görelim!
Büyük bir ateş görseniz, bir hortumdan çıkan su ile söndürülüyor. Lakin hortumu
tutan eli görmeseniz, ateşi söndürmek fiilini hortumun kendisine verebilir misiniz?
Elbette, hayır! Çünkü ateşi söndürmek için failinde hayat, ilim, kudret gibi
sıfatların bulunması gerekir. Hayatı olmayan, ateşi bilmeyen, hortumu tutamayan
ateşi söndüremez. Hepsinden önemlisi, söndürmek merhametin neticesidir;
rahmeti olmayan bu fiile fail olamaz. Ve bütün insanlar bir araya gelse o ateşi bu
hortumun kendisinin söndürdüğüne bizi inandıramaz.
Acaba yeryüzünün ateşini söndürmek, yaşamak ateşinin hararetini dindirmek
için, hortum hükmündeki bulutlardan suyu damla damla kim indiriyor?
Elbette, cansız, şuursuz bulutlar bu merhameti ve şefkati hissettiren fiile fail
olamaz. O hâlde bulut hortumunu tutan el kim? Kur’an bu sorumuza cevap
versin:
“İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini her
tarafa yayan O’dur. Övülmeye layık olan gerçek dost O’dur.” (Şura 28)
İşte yağan her bir damla Rahim isminin bir tecellisidir. Ve rahmetin
başka tecellileri!
Zehirli bir böceğin karnında şifalı ve en tatlı bir balı bizim için pişirmek ve o
böceğin eliyle bize ikram etmek elbette, o böceğin işi olamaz. Demek balı yapan
böcek değil, Allah’ın rahmetidir.
Ve bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara en güzel elbiseleri
giydirip çiçek ve meyvelerle süslendirip onların elleri hükmünde olan kuru
dallarıyla lezzetleri farklı, renkleri farklı, kokuları farklı, şekilleri farklı meyvelerle
bizi beslemek, elbette rahmetin bir tecellisidir. Yoksa o kuru ağaçlar bizi tanımaz
ve bize merhamet etmez.
Ve elsiz bir böceğin eliyle bize ipek gibi yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek
rahmetin neticesidir. Yoksa o elsiz böcek yemyeşil dut yaprağını yiyip bembeyaz
bir ipeği bizim için çıkartamaz.
Ya inek, deve, koyun ve keçi gibi hayvanlara ne demeli! Onlara yemyeşil otu
yedirip kan ve fışkıları arasından bembeyaz, besleyici bir sütü çıkarmak ve o
hayvanı bir süt fabrikası yapmak elbette, rahmetin işidir.
Ve o koca Güneş’i Dünyamız’a soba ve lamba yapmak, Ay’ı kandil ve takvim
yapıp yıldızlarla semanın yüzünü süslendirmek elbette, rahmetin bir tecellisidir.
Şimdi rahmetin insandaki cüzi bir tecellisine bakalım:
Acaba gözümüz olmasaydı ne yapardık? Kapkaranlık bir âlem!
Ya kulaklarımız olmasaydı? Sessiz bir âlem!
Ya dilimiz olmasa ve ona tat alma duygusu verilmeseydi? Konuşmanın ve lezzetin
olmadığı bir âlem!
Ya burnumuz olmasaydı? Kokunun olmadığı bir âlem!
Elbette, böyle bir âlemde yaşamak ne kadar zor olurdu. Acaba el, ayak, parmak
gibi maddi; akıl, korku, şefkat ve muhabbet gibi manevi hediyeler olmasaydı ne
yapardık? Demek her bir azanın takılışında rahmetin bir tecellisi görünüyor.
İnsanları böyle maddi ve manevi aza ve duygularla süsleyen Allah hayvanlara da
bu âlemden istifade edebilmeleri için lazım olan cihazları takmıştır. Kuşa kanat
takıp uçmayı, balığa yüzgeç verip yüzmeyi öğretmiş ve her canlıya rahmetiyle
muamele edip hayatının devamı için gerekli olan vücudu ve azaları vermiş. İşte
Allah’ın rahmeti her şeyi böyle kuşatmış.
Cenab-ı Hak, rahmetinin eserleriyle kendisini bize Rahim ismiyle tanıttırmak
istiyor.
İşte! İnsanın vazifeleri:
• Bahsettiğimiz ve bahsedemediğimiz rahmetin aynalarında Rahim ismini görmek.
• O isim ile Allah’ı zikir ve tefekkür etmek.
• Nimetlerine karşı şükür ve hamd etmek.
• Ve rahmetin bir cilvesini kalbine yerleştirip mahlukata Allah hesabına şefkat
göstermektir.
İnsan bu vazifeyi gördükçe insan-ı kâmil ismine layık olacak ve ahiret âleminde
de ebedî saadete nail olmakla Allah’ın rahmetine mazhar olacaktır.
El-Melik
Melik, sultan ve padişah demektir. Cenab-ı Hak Melik’tir. Bu kâinatın sultanı ve
padişahıdır. Her şeyin anahtarı O’nun yanında ve her şeyin dizgini O’nun
elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir.
Nasıl ki muhteşem bir saray görsek, o sarayın sultansız ve sahipsiz olması
mümkün değildir. Biz sultanı görmesek de o saray, varlığı ve ihtişamı ile
sultanının varlığına ve ihtişamına delalet eder.
Acaba böyle bir saray bile maliksiz, sultansız olamazsa; kâinat sarayının
sultansız, şu âlem memleketinin padişahsız ve şu mülkün maliksiz ve sahipsiz
olması mümkün müdür?
Kâinat öyle bir saraydır ki, yıldızlar o sarayın kandilleridir. Dünya ise o sarayda
sadece küçücük bir odadır. Güneş o odanın lambası ve sobası, Ay ise gece
lambasıdır. Şimdi kâinat sarayında küçük bir gezinti yapalım ve o Sultan-ı Ezel ve
Ebed olan Allah’ın saltanatının haşmetini ve Melik isminin tecellisini bir parça da
olsa görelim!
Dünyamız’ın lambası olan Güneş, Dünyamız’dan 1.300.000 defa daha büyüktür.
Bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinde ise iki yüz milyar ile üç yüz milyar
arasında yıldız vardır. Her biri Güneş büyüklüğünde üç yüz milyar yıldızın
kapladığı alanı hayal edebilir misiniz? Acaba bu kadar yıldızı birbirine
çarptırmadan gezdiren kim?
Bilim adamları 800.000.000 galaksiyi keşfetmişlerdir. Kendi itiraflarıyla bekli de
kâinatın milyonda birini ancak keşfedebilmişler. Acaba kâinatın büyüklüğü ne
kadardır?
Güneşin merkez sıcaklığı 20.000.000 santigrat derecedir. (Suyun 100 derecede
kaynadığı malumdur.) Eğer Güneş’ten toplu iğne ucu kadar bir madde
getirebilseydik, 160 km uzaklıktaki bir maddeyi yakabilirdi. Eğer bütün Dünya
odun ve kömür olsaydı, Güneş’in bir günlük ihtiyacını karşılayamazdı. Acaba
güneş sobasını söndürmeden yakan kim?
Güneş’in Dünya’ya uzaklığı 150.000.000 km’dir. Samanyolu galaksimizin çapı ise
100.000 ışık yılıdır. (Işığın saniyedeki hızı 300.000 km’dir) Eğer saniyede 10.000
km hızla giden bir rokete binseydik, Galaksimiz’in bir yanından öbür yanına
gitmek için 15.800.000.000 yıla ihtiyacımız olacaktı.
Bilim adamları 1.400 adet kuyruklu yıldızı tespit etmişlerdir. En kısasının kuyruk
uzunluğu 300.000.000 km.dir.
Güneşimiz’in, Dünya’dan 1.300.000 defa daha büyük olduğunu öğrenmiştik.
Şimdi dikkat edin! Hayalin dahi tasavvur edemeyeceği bir yıldızdan söz
edeceğiz: Betaklus yıldızı. Bu yıldız o kadar büyüktür ki, çapı 250 Güneş
büyüklüğündedir. Hacimce Güneş’ten on binlerce defa daha büyüktür.
Ve intizamla hareket eden muhteşem bir ordu görsek, ama kumandanını
görmesek; o ordunun meliksiz, sahipsiz ve başıboş olabileceğine ihtimal verebilir
miyiz?
Elbette hayır!
Çünkü askerlerin terbiyesi, düzenli hareketleri, silahlarının verilmesi, elbiselerinin
değiştirilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller ispat eder ki, bu ordu bir
kumandana ve melike bağlıdır ve onun emriyle hareket ederler.
Acaba böyle küçücük bir ordunun bile idaresi, terbiyesi, beslenmesi ve
ihtiyaçlarının karşılanması gibi hâller kumandansız ve meliksiz olmaz ve
tesadüfe havale edilemezse, şu yeryüzünde yüz binler muhtelif
taburlardan oluşan hayvanlar ve bitkiler ordusunun kumandansız ve
meliksiz olması mümkün müdür?
Bu öyle bir ordudur ki, milletleri farklı ve silahları farklı ve elbiseleri farklı
ve talimatları farklı ve suretleri farklı ve erzakları farklı.
İşte böyle bir ordunun meliksiz ve kumandansız olması hiç mümkün müdür? Bu
ordunun öyle bir meliki var ki, hiç birini unutmaz ve hiçbir işi birbirine
karıştırmaz.
İşte bu ordu, misalimizdeki ordudan ne kadar büyükse, büyüklüğü ve
mükemmelliği nispetinde kumandanları olan Allah’ı, Melik ve Sultan ismiyle
bizlere tanıttırır.
Bizim vazifemizse: Kâinat sarayına bakıp bu sarayın sultanı olan Allah’ı, “Ey
mülkün sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de
onu çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin. Hayır
senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kadirsin!” ayeti ile zikir etmek ve
zemin yüzündeki ordulara bakıp bu orduların kumandanı olan Allah’ı, “Göklerin
ve yerin orduları Allah’ındır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet
sahibidir.” ayetiyle yâd etmek, O’nu Melik ismiyle tesbih ve tefekkür etmek ve
her şeyin kendisine itaat ettiği O Melik’e itaat ederek ona abd ve kul olmaktır.
El-Kuddüs
Allah Kuddüs’tür. Bütün kusur ve noksanlıklardan uzaktır. Âcizlikten, fakirlikten,
zaaftan ve bütün eksikliklerden münezzehtir. Bu ismin diğer bir manası ise bütün
yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyendir.
Evet, güzellik güzelden gelir, mükemmellik kemalden gelir, ihsan cömertlikten ve
servet zenginlikten gelir.
Bu âlem bütün güzelliğiyle Cenab-ı Hakk’ın güzelliğine, kusursuzluğuyla O’nun
sonsuz ilmine, icadı ve intizamlı hareketleriyle O’nun eşsiz kudretine,
hazineleriyle nihayetsiz servetine, ihsanlarıyla O’nun sınırsız cömertliğine işaret
eder. Yani sözün özü: Kâinat bütün güzelliğiyle ve mükemmelliğiyle O’nun
kemaline ve Kuddüs ismine bir aynadır.
Şimdi de Kuddüs isminin diğer bir cilvesi olan, “Yarattıklarını maddi ve manevi
kirlerden temizleyen” manasına bakacağız!
Bir sokak görseniz, bir süpürge tarafından temizleniyor ve sizler süpürgeyi tutan
eli görmeseniz. Acaba bütün dünya toplansa, bu sokağı bizzat süpürgenin
kendisinin temizlediğini iddia etse, inanır mısınız? Elbette hayır! Hatta bu iddiaya
gülersiniz. Çünkü:
• Sokağı süpürmek için hayat sahibi olmak lazım. Hayatı olmayan süpüremez.
Hâlbuki süpürgenin hayatı yok.
• Hem süpürenin kuvveti olmalı. Hâlbuki süpürgenin kuvveti de yok.
• Hem süpürenin iradesi olmalı. Temizlemeyi temizlememeye tercih etmeli.
Hâlbuki süpürgenin iradesi de yok.
• Ve bu sıfatlarla birlikte ilmi olmalı, süpürmeyi bilmeli.
• Merhameti olmalı. Sokak sakinlerine acımalı.
• Hikmeti olmalı, faydayı anlayabilmeli. Ve daha birçok sıfatı olmalı.
Hâlbuki bu sıfatların hiçbiri süpürgede yok. İşte bundan dolayı, süpürgeyi tutan
eli görmesek de bu hikmetli faaliyeti, bu sıfatları taşıyan bir faile veririz. O eli
görmememiz yokluğuna delalet etmez, bilakis bu hikmetli faaliyet onun varlığına
delalet eder.
Acaba küçücük bir sokağı temizlemek bile süpürgeye isnat edilemezse, bu koca
kâinatı ve kâinatın sokaklarından biri olan Dünya’yı temizlemek, nasıl olur da
süpürge hükmündeki sebeplere havale edilebilir.
Evet, bu kâinat ve bu Dünya, daima işler büyük bir fabrika ve her vakit dolar-
boşalır bir han ve bir misafirhanedir. Hâlbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve
misafirhaneler enkazlarla ve süprüntülerle çok kirleniyor. Eğer pek çok dikkatle
bakılmazsa ve temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Hâlbuki bu
kâinat fabrikası ve dünya misafirhanesi o derece pak, temiz ve kirsizdir ki
lüzumsuz bir şey, menfaatsiz bir madde, tesadüfî bir kir bulunmaz. Bulunsa da
çabuk bir şekilde temizlenir. Demek, bu fabrikaya bakan zat çok iyi bakıyor. Ve
bu fabrikanın öyle bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve bu büyük sarayı, küçük bir
oda gibi süpürtür, temizler.
Bir insan bir ay yıkanmazsa, küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir.
Demek bu âlem sarayındaki paklık ve temizlik, hikmetli ve dikkatli bir temizlikten
ileri geliyor. Eğer o daimî temizlik ve dikkatle bakmak olmasaydı, bir senede
bütün hayvanların yüz bin milletleri yeryüzünde boğulacaklardı. Ve uzaydaki
yıldızların enkazları ölüme sebebiyet verecek, dağlar büyüklüğündeki taşları
başımıza yağdıracaklardı…
Hâlbuki bu âlem Kuddûs isminin tecellisiyle yıkanmış ve temizliğiyle O’nun
Kuddüs ismine ayna olmuştur.
İşte denizler! Her gün binlerce balık ölür, ama hiçbir cenaze göremezsiniz.
İşte ormanlar! İçlerinde yüz binlerce hayvan yaşar, her gün binlercesi doğar ve
binlercesi ölür, ama kirlilik eseri yok.
Ve mahlukların kendilerini nasıl temizlediklerine bak! Kuddüs isminin bir cilvesini
gör!
Ve şimdi de Kuddüs isminin askerleri ve memurları olan hayvanata bak! Kim
onlara temizlik yapmayı öğretti? Ve kimin emriyle çalışıyorlar?
Acaba yaratılış gayemiz ve vazifemiz Allah’ı tanımak ve O’nu isim ve sıfatlarıyla
bilmek olmasına rağmen, hiç bulutlardan indirilen yağmur damlalarıyla
yeryüzünün yıkandığını gördüğümüzde Allah’ı Kuddus ismiyle yâd ettik mi?
Yağmurların yağması Kuddüs isminin bir cilvesi olduğu gibi, rüzgârların esmesi de
bu ismin bir tecellisidir. Bu sayede havadaki pis kokular ve zemin yüzü
temizlenir.
Ve göz kapakları gözleri temizlemekle bu isme aynadır. Ve biz her nefes alıp
vermekte kanımızın temizlenmesiyle Kuddüs isminin cilvesine her an mazhar
oluruz.
Ve bu ismin tecellisi sayesinde simsiyah topraktan ve kupkuru dallardan çıkartılan
tertemiz sebze, meyve ve çiçeklere bak! Ve sonra, Ya Kuddüs! Ya Kuddüs! Ya
Kuddüs! diyerek yaratanını tesbih et!
Es-Selam
Bu ismin üç manası vardır.
1- Selamete çıkartan.
2- Selamette olan yani zatının tüm hata ve kusurlardan münezzeh olması.
3- Kullarına cennette selam veren.
Şimdi bu üç manayı tek tek anlamaya çalışalım.
1- Selamete çıkartan
Allah Selam’dır. Bu isim ile yarattıklarına tecelli edince onları düşmanlardan,
sıkıntılardan, tehlikelerden, musibetlerden ve her türlü kederlerden selamete
çıkartır. Selam isminin bu manası şöyle maddeleyebiliriz:
• Yarattıklarını düşmanlarının saldırılarından kurtarmakla selamete çıkartması:
Her varlığın onlarca düşmanı vardır. O varlığın düşmanlarının saldırılarından
kurtularak selamete ulaşması Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.
• Hayatının devamı için lazım olan cihazları vermekle selamete çıkartması:
Sineğe kanat takmaktan tutun, balığa süzgeç takmağa; ağaçlara yaprak ve çiçek
takmaktan tutun, her mahluku, hayatının devamı için gerekli olan cihazlarla
donatmaya kadar her ihsan Selam isminin bir tecellisidir.
• Kullarını tehlikelerden kurtarmak suretiyle selamete çıkartması: Mesela, anne
karnında bir bebek düşünün! Gayet aciz, zayıf ve savunmasız… Onu o dar
mekânda boğulmak, aç kalmak, zehirlenmek gibi tehlikelerden muhafaza edip
selametle dünyaya çıkartmak, Allah’ın Selam isminin bir tecellisidir.
Yine insanın görünmeyen düşmanları olan Mikroplar! Mikroplara karşı insanın
bedeninde bir savunma sistemi kurmak ile onları hastalıklardan korumak ve
bazen birçok hikmete binaen hasta edip şifa vermek de Allah’ın Selam isminin bir
tecellisidir. İnsanın vücuduna savunma sistemi kuran Allah-u Teâlâ, büyük bir
insan olan dünyayı da savunma sistemleri ile donatmış ve Selam ismini farklı
farklı tecellileri ile bizlere tanıttırmıştır.
İşte bunlardan bir tanesi: Dünyamızı çepeçevre kuşatan atmosfer! Canlılar için
zararlı olabilecek gök taşlarından, zararlı ışınlara kadar birçok tehlikeye siper
olmakla Allah’ın Selam ismine büyük bir ayna olmuş.
Bizler de her an bu isme aynayız ve bu ismin tecellisine muhtacız. Kaçınılmaz bir
trafik kazasından umulmadık bir şekilde kurtulmak; canlı çıkılması mümkün
olmayan bir kazadan yara almadan çıkmak; çatıdan düşen bir kiremitin başımıza
değil de yanımıza düşmesi; depremde evimizin yıkılmaması veya yıkılan bir
binanın altından ölmeden kurtulmak; tehlikeli bir ameliyattan sağ salim çıkmak
ve bunlar gibi görünür ve görünmez tehlikelerden selamete çıkmamız Allah’ın
Selam isminin bir tecellisidir.
2- Bütün kusurlardan selamette olan
Selam isminin ikinci manası: Allah’ın bütün eksikliklerden ve kusurlardan
münezzeh olması yani selamette olmasıdır. Selam isminin bu manası Kuddüs
ismine benzer. Bu manada her bir mahlûk Allah’ın Selam ismine şahitlik eder.
Dilerseniz bir çiçeğin Allah’ın Selam ismine olan şehadetini hep beraber görelim.
Bir gülü yaratmak için sanatkârının hangi sıfatlara sahip olması gerekir?
İlk önce aciz olmamalı, kudreti sonsuz olmalı. Çünkü çiçeği basit bir tohumdan
çıkartmak ancak sonsuz bir güce sahip olmakla mümkündür. Aciz olan çiçeğe
usta olamaz. İşte çiçek, varlığı ile Allah’ın acizlikten selamette olduğuna ve O’nun
sonsuz bir kudrete malik olduğuna şehadet eder.
Yine ustası cahil olmamalı, âlim olmalı. Çünkü çiçekteki hikmet ve sanat ancak
sonsuz bir ilmin varlığı ile izah edilebilir. Hem bu çiçek güneşinden, havasına;
bulutundan toprağına kadar bütün âlem ile alakadardır. Bu münasebetleri ancak
ilim sahibi bir zat düzenleyebilir. İşte çiçek kendindeki sanat ve hikmetin lisanıyla
ve her şeyle münasebetlerinin düzenlenmesi cihetiyle Allah’ın cahillikten salim
olduğuna ve nihayetsiz bir ilme sahip olduğuna işaret eder.
Yine çiçeğin ustası kör olmamalı, görmeli. Çünkü yapan yaptığını görür,
göremeyen yapamaz.
İşte gül, varlığı ve kendindeki mükemmel sanat ile Allah’ın körlükten selamette
olduğuna ve her şeyi gören basir olduğuna şehadet eder.
Çiçek yoktu, var oldu. Varlığı yokluğuna tercih edildi. Demek sanatkârında irade
sıfatı vardır. Tercih edemeyen ve iradesi olmayan çiçeği yapamaz. İşte çiçek,
varlığının yokluğuna tercih edilmesiyle Allah’ın iradesizlikten selamette olduğuna
ve mutlak irade sahibi olduğuna şehadet eder.
Hem bakın, çiçeğe nasıl merhamet ediliyor ve ihtiyaçları ne kadar güzel
karşılanıyor. Çiçek bu haliyle, Allah’ın merhametsizlikten selamette olduğuna ve
Rahim ismiyle isimlendiğine şehadet eder.
Bu çiçek gibi milyonlarcası aynı anda yaratılıyor. Her birine farklı ziynetler
takılıyor. Demek bunların sahibinin bitmez ve tükenmez hazineleri vardır. Fakir
olan bunlara sahip olamaz. İşte çiçek, binler arkadaşı ile Allah’ın fakirlikten
selamette olduğuna işaret eder ve gani yani zengin olduğunu ispat eder.
Daha bunlar gibi daha birçok lisan ile o çiçek, Cenab-ı Hakk’ın bütün kusurlardan
beri olduğunu ispatla O’nun Selam ismiyle müsemma olduğuna işaret eder.
İşte her bir mahlûk yüzlerce lisanlarla Allah’ın Selam olduğuna ve bütün
noksanlıklardan ve kusurlardan beri olduğuna şehadet ederler.
3- Cennette kullarına selam veren
Selam isminin üçüncü manası: Cennette kullarına selam verendir. Bu mana Yasin
suresinde “Onlara Rabb-i rahimlerinden bir selam vardır” ifadesiyle beyan
edilmiştir.
Allah-u Teâlâ, bu dünyada Selam ismini bizlerde tecelli ettirdiği gibi bu isimle bize
cennette de tecelli etsin ve bizler Allah’ın selamını işitmekle bahtiyar olalım. Âmin
El-Mü’min
Bu ismin 4 manası vardır.
1. manası; mahlukatını korkulardan emin kılması ve onları güven içinde
yaşatması.
2. manası; kullarına iman nurunu vermesi ve onları mümin yapması.
3. manası ; Allah’ın emin olması, sözünde sadık olup vaadinden dönmemesi.
4. manası ise: Kullarının emin olup, sözlerinde sadık ve güvenilir olmasıdır.
1- Yarattıklarını korkulardan emin kılması ve onları güven içinde
yaşatması
Şimdi başınızdan geçmiş en korkunç hadiseyi düşünün. Bu bir deprem korkusu,
yangın korkusu, kaza korkusu, veya ölüm korkusu gibi bir korku olabilir.
Hayalinizle o ana gidin ve o korkuyu kalbinizde bir daha hissetmeye çalışın. Ve
şimdi şunu düşünün: Bir ömür boyu bu korku ile yaşamak zorunda olsaydınız ne
yapardınız? Ve hayat sizin için ne kadar zor ve çekilmez olurdu….?
Hal böyle iken acaba şimdiye kadar kalbimize yerleştirilen bu emniyet duygusu
için hiç şükür ettik mi?
Ve bu halin, Allah’ın hangi isminin tecellisi olduğunu hiç düşündük mü? Halbuki
Allah, “her şey zıddıyla bilinir” kaidesiyle, bu nimetin farkına varabilmemiz için
bazı insanları bu nimetten mahrum ediyor. Tıp diliyle panik atak, depresyon, ve
benzeri hastalıklarla, güven ve emniyet duygusunu onlardan alıyor, yani mümin
ismiyle onlara tecelli etmiyor. Ta ki bizler bu nimetin farkına varalım ve Mümin
olan Allah’a şükür secdesi yapalım…
İşte Allah mümin ismiyle kuluna tecelli ettiğinde, kalbine korku ve endişelerine
karşı bir emniyet duygusu koyar. Eğer bu ismin tecellisi bir an bizden çekilseydi,
korku ve endişelerin hücumuyla aklımız başımızdan gidecek ve dünya bize
manevi bir cehennem olacaktı. O halde emniyet duygusu büyük bir nimettir , ve
Allah’ın mümin isminin bir tecellisidir. Bu isim, insanlarda tecelli ettiği ve İnsanlar
bu isme mahzar olarak emniyet içinde yaşadıkları gibi, hayvanlarda da bu isim
tecelli eder ve onlarda bu ismin tecellisiyle güven içinde hayatlarını sürdürürler.
Bizlere mümin ismiyle tecelli edip, kalplerimizi korku ve endişelerden emin kılan
ve bizi bu nimetten mahrum etmeyen, rabbimize sonsuz şükürler olsun.
2- Kullarına iman nurunu vermesi ve onları mümin yapması
Allah mümindir. Bu ismiyle kuluna tecelli ettiğinde kalbinde iman ışığını yakar.
Allah’a iman eden her kul bu isme aynadır. Bu ismin tecellisiyle insan ateşe
tapmaktan, puta tapmaktan, güneşe ve diğer fanilere kulluk etmekten kurtulur,
sahibini, malikini sultanını tanır. Evet iman insanı insan eder, belki insanı sultan
eder. İmanda binlerce mertebe vardır. Nasıl ki, güneşin ışığından bir su damlası
ile bir denizin hissesi bir olmadığı gibi, mümin isminin Hz. Ebubekir-i sıddıktaki
tecellisi ile bizlerdeki tecellisi elbette bir değildir. Bize düşen iman hakikatlerini
çok tefekkür ile taklidi olan imanımızı tahkike çıkartmak ve bu ismin tecellisinden
hissemizi ziyadeleştirmektir.
3- Allah’ın emin olması, sözünde sadık olup vaadinden dönmemesi
Allah mümindir. Yani emindir, sözünde sadıktır. Vaadinden asla dönmez. Çünkü
sözünde durmamak, vaadinden dönmek asla izzetine yakışmaz. İşte bu manada
Allah, sözünden asla şüphe edilmeyendir. O halde madem Allah mümindir , vaad
ettiklerini yerine getirecektir, ve madem günahkarlara cehennemi vaat ettiği gibi
müminlere cenneti ve rızasını vaat etmiştir. O halde bize düşen; vaadine itimat
ederek, ona hakkıyla kulluk etmektir.
4- Kullarının emin olup, sözlerinde sadık ve güvenilir olması
İnsanların emin olup sözlerinde güvenilir ve sadık olması da bu ismin bir
tecellisidir. Bu isim bu mana ile azami mertebede Efendimiz (s.a.v) de tecelli
etmiş, dost ve düşmanlarının ittifakıyla Muhammedü-l emin ismini almıştır. Bize
düşen Cenab-ı Hakkın bu ismiyle ahlaklanıp sözünde ve özünde doğru ve emin
bir mümin olmak ve şu hadisi kulağımıza küpe yapmaktır:
“Doğruluğa yapışın, ondan ayrılmayın. Zira doğruluk iyiliğe götürür. İyilik de
cennete iletir.. kişi doğru söyledikçe ve doğruyu araştırdıkça Allah katında doğru
yazılır. Yalandan kaçının, zira yalan kötülüğe götürür. Kötülük de cehenneme
iletir. Kişi yalan söyledikçe ve yalan peşinde koştukça Allah katında yalancı
yazılır”
El-Müheymin
Allah Müheymindir. Bu ismin Allah hakkında 2 manası vardır:
1. Manası ile: Allah, koruyup, muhafaza edendir. Bir şeye göz kulak olan kişi o
şeyin koruyucusu ve müheyminidir demektir. Muhafaza edene müheymin derler.
2. Manası ile Allah, yarattıklarını her an gözetleyen ve onların her haline şahit
olandır.
Şimdi bu ismin iki farklı manasını anlamaya çalışalım:
1- Allah, koruyup, muhafaza edendir.
Hücre bilimcilerinin araştırmaları neticesinde insanın bir tek hücresindeki
DNA’larda 1 milyon sayfayı dolduracak bilginin var olduğu anlaşılmış.
Dünyanın en büyük ansiklopedisi olan ANA Britanicanın 40.000 sayfa olduğu
düşünülürse, bir tek DNA’nın taşıdığı bilginin büyüklüğü daha iyi anlaşılmış olur.
Dünyanın en büyük ansiklopedisindeki bilgilerden 25 kat daha fazla bilgi,
mikroskop ile yüzlerce defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bir hücrede ki
DNA’lara yerleştirilmiş. Böyle harikulade bir işin tesadüf eseri olması mümkün
müdür?
Acaba bütün dünya toplansa, Ana Britanica ansiklopedisinin tesadüfler sonucu
meydana geldiğine bizi inandırabilirler mi? Elbette hayır’ peki, Bu dev
ansiklopediden yüzlerce defa daha mükemmel olan DNA ansiklopedisinin
sebeplerden yada tesadüfler neticesinde meydana geldiği nasıl iddia edilebilir?
İşte her bir DNA hücresi, kendisinde muhafaza edilen ve saklanan 1 milyon
sayfalık bilgiyle, Allahı müheymin ismiyle bizlere bildirir. Allah bu ismin tecellisiyle
insanların amellerini hafızalarında, amel defterlerinde ve levh-i mahfuzda
muhafaza eder.
Yine bu ismin tecellisiyle çiçeklerin ve bitkilerin programlarını çekirdek ve
tohumlarında muhafaza eder. Ve bir sonraki baharda aynen iade eder.
Ve hayvanların hayat programlarını ise yumurtalarda ve su damlacıklarında
saklar ve muhafaza eder.
Müheymin ismi hayat sahiplerinin programlarını ve amellerini muhafaza etmek ile
tecelli ettiği gibi, yarattıklarını tehlikelerden korumak ve muhafaza etmekle de
tecelli eder. Dilerseniz müheymin isminin bu manadaki tecellisini insan aynasında
görelim:
İnsanın en önemli organı olan beynini çok sert ve sağlam olan kafatası ile
muhafaza etmek…
Gözü göz kapakları ve kaşlarla muhafaza etmek….
konuşma ve tad alma cihazımız olan dili ağız ile muhafaza etmek….
bir elbise gibi giydirilen deri ile vücudumuzu dış etkenlerden muhafaza etmek…
İç organlarımızı göğüs kafesinde muhafaza etmek
ölmemek için gereken rızkı iç yağ suretinde vücudumuzda depo ederek açlıktan
ölüme karşı muhafaza etmek…
Bütün bunlar bu ismin bir tecellisidir. Ayrıca bize korku duygusu vererek
muhtemel tehlikelerden sakındırmak da müheymin isminin bir tecellisidir. Eğer bu
isim bizde tecelli etmeseydi, elektrik tellerini tutabilir, trafikte korkmadan sürat
yapabilir ya da hızla gelen trenin önüne atlayabilirdik.
İşte Hayatımızın devamı ve muhafazası için vücudumuzda yerleştirilen bütün
maddi ve manevi cihazlar, Allah’ın müheymin isminin bir tecellisidir. Acaba ,
yaratılış gayesi onu tanımak olan insan, bütün bu cihazlardan istifade eder de, bu
cihazları kendine takan Allah’ı müheymin ismiyle bilmezse, aleme gönderiliş
gayesine muhalefet etmiş olmaz mı?
2- Allah, yarattıklarını her an gözetleyen ve onların her haline şahit
olması
Müheymin isminin diğer manası; Allah’ın her şeye şahid ve gözeten olmasıdır.
Perdesiz güneşe karşı yeryüzündeki eşya, güneşi görmemesi mümkün olmadığı
gibi, müheymin olan Allah’a karşı da eşyanın gizlenmesi bin derece imkânsızdır.
Çünkü her şey onun gözetlemesi altındadır. Her şeye nüfuzu vardır. Şu cansız
güneş, şu aciz insan, şu şuursuz röntgen ışığı gibi nur sahipleri, sonradan
yaratılmış ve kusurlu oldukları halde, onların nurları mukabilindeki her şeyi görüp
nüfuz ederse, elbette Allah’ın müşahedesinden ve gözetlemesinden hiçbir şey
gizlenemez.
Madem bu kainatın sahibi olan Allah, kelamında hadid suresi 4. ayette; “Nerede
olursanız olun, Allah yaptıklarınızı görendir”
ve mücadele suresi 7.ayette
“Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç
kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli
konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar
ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir.”
ifadeleriyle Müheymin olduğunu beyan ediyor. Madem Allah her şeyi görür ve
gözetir. Elbette bizi ve amellerimizi de görüyor ve gözetiyor.
Acaba yaptığı kötü bir işin başkası tarafından bilinmesinden rahatsız olan insan,
nasıl olur da, hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Allah’ın huzurunda günah işler
ve ona isyan eder.
El-Aziz
Yüksek bir dağa baktığınızda, helak olan bir kavmin kalıntılarının yanından
geçtiğinizde, yıldızların, ayların, güneşlerin ve diğer mahlukların itaatini
gördüğünüzde Allah’ı hangi ismiyle hatırlıyorsunuz?
El-Aziz
Aziz isminin 3 manası vardır.
1. Allah’ın izzet sahibi ve yüceler yücesi olması
2. Allah’ın mağlup olmayan galip olması
3. Yarattıklarının onun emrine itaat etmesidir.
Şimdi Aziz isminin bu üç tecellisini alem aynalarında görmeye çalışalım:
1-İzzet sahibi ve yüce olan
Allah azizdir. Yani Azamet, büyüklük ve kuvvet sahibidir. Şanı pek yücedir. Şu
alemde kendine büyüklük verilen mahluklar Allahın aziz ismine aynadırlar. O
yüksek dağlara, engin denizlere, denizlerde ki fırtınalara, uçsuz bucaksız çöllere,
aylara, güneşlere, yıldızlara kulak verseniz hep bir ağızdan yâ aziz, yâ aziz, yâ
aziz diyerek tesbih ettiklerini işitirsiniz.
Aziz ismi alemde böyle gözüktüğü gibi insan da hatta devletlerde bile gözükür.
Aziz isminin tecelli ettiği insanlar şu ayetin ifadesiyle
”Üstünlük, ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur.”
Yani aziz olan yalnız Allah, O’nun resulü ve müminlerdir. Yine bu isim tarihe adını
altın harflerle yazdıran Osmanlı imparatorluğunda ve Kur’an’ı kendilerine rehber
yapan tüm devletlerde tecelli etmiştir.
Şimdi bize düşen: Allah’ın aziz ismini alem sayfalarında okumak, lisan-ı halleriyle
ya aziz ya aziz diye zikir eden mahlukatın tesbihatını işitmek ve kuranı kendimize
rehber yaparak hem dünyada hem ahirette aziz olmaktır.
2- Mağlup olmayan galip
Allah azizdir. Yarattıkları üzerine galiptir. Yer yüzü Allah’a asi olup ta böyle
mağlup olmuş nice kavimlerin kalıntıları ile doludur. Bakın Allah, o asi ve inatçı
kavimleri helak ettiğini kitabında nasıl anlatıyor.
“Elçilerimiz Lut’a gelince, onlar hakkında tasalandı. Ve onlar(ı
düşünmesi) sebebiyle takatten düştü. O’na: “Korkma, tasalanma! Çünkü
biz seni de, aileni de kurtaracağız. Yalnız (azabta) kalacaklar arasında
bulunan karın müstesna” dediler.
“Biz şüphesiz bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık
(feci) bir azap indireceğiz.”(dediler). Andolsun ki biz, aklını kullanacak
bir kavim için oradan apaçık bir ibret nişanesi bırakmışızdır.
Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik ve Şuayb, “Ey kavmim! Allah’a
kulluk edin, ahiret gününe ümit bağlayın, yeryüzünde bozgunculuk
yaparak karışıklık çıkarmayın!” dedi.
Fakat onu yalancılıkla itham ettiler. Derken, kendilerini bir sarsıntı
yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar.
Ad ve Semud’u da (helak ediverdik). Sizin için, (onların başına nelerin
geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara
yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp
görebilecek durumdaydılar.
Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helak ettik). Andolsun ki, Musa onlara
apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı.
Halbuki (azabımızı aşıp geçebilecek değillerdi.
Nitekim onlardan her birini günahları sebebiyle suç üstü yakaladık:
Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik, kimini korkunç bir
ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah
onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (Ankebut
33-40)
İşte Helak olan bütün bu kavimlerde Allahın aziz ismi haşmetiyle gözüküyor.
Biz hiç bu kavimlerin yıkıntılarının arasından geçerken, onların yerle bir olmuş
kabirlerini gördüğümüzde Allahı aziz ismiyle yad ettik mi?
O kalıntıların ve harabelerin üzerinde Allahın Aziz ismini okuduk mu?
Yada bizde Allah asi olursak, Allahın bizi de onları yakaladığı gibi yakalayacağını
hiç düşündük mü?
3- Mahlukatının itaat etmesi
Mahlukatının Allah’ın emrine itaat etmesi ve ona karşı gelememesi de Aziz
isminin bir tecellisidir.
Evet insan ve bazı canavarlardan başka, güneş, ay, yeryüzünden tutunda, tâ, en
küçük mahluka kadar her şeyin dikkatle vazifesinde çalışması, zerrece haddinden
tecavüz etmemesi, büyük bir heybet altından umumi bir itaatin bulunması,
gösterir ki, büyük bir celal ve izzet sahibi bir zatın emriyle hareket ediyorlar. İşte,
vazifesini yapmakla ona itaat eden her bir mahluk bu itaatiyle Allah’ın aziz ismine
aynadır.
Bütün mahlukat ona böyle itaat ederken, biz nasıl cesaret ederiz ki, isyanımızla
öyle bir sultanının emirlerine karşı geliyoruz ki, yıldızlar, aylar, güneşler itaatkar
askerler gibi emirlerine itaat ederler.
Hem isyanımızla öyle bir azize karşı geliyoruz ki, öyle azametli ve itaatli askerleri
var ki, farz-ı misal şeytanlar dayanabilselerdi, onları dağ gibi güllelerle
taşlayabilirlerdi.
Hem öyle bir sultanın memleketinde isyan ediyoruz ki, kullarından ve
askerlerinden öyleleri var ki, değil bizim gibi küçük, aciz mahlukları, belki farz-ı
muhal dağ ve yer büyüklüğünde asi bir mahluk olsaydık, dünya büyüklüğünde
yıldızları, ateşli demirleri, bize atıp dağıtabilirlerdi.
El-Cebbar
Allah Cebbardır. Cebbar isminin Allah hakkında şu manaları vardır.
1-Allah’ın dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olması.
2-Kullarının işlerini yoluna koyması ve eksikleri gidermesi.
3-Kırıkları onarması ve dertlere derman vermesi.
4-Çok büyük ve azametli padişah olması.
Şimdi Cebbar isminin bu farklı manalarını tek tek anlamaya ve kainattaki
tecellilerini görmeye çalışalım:
1- Allah’ın dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olması
Allah cebbardır. Dilediğini zorla yaptırmaya muktedirdir. Hükmünü geri çevirecek
ve takdirini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur. Emri ve hükmü her şeye hakimdir.
Evet kim bu kainata dikkat ile baksa, kainatı; gayet haşmetli ve gayet faaliyetli
bir memleket, idaresi gayet hikmetli, hakimiyeti gayet kuvvetli bir şehir
hükmünde görür. Her şeyi ve her mahluku birer vazife ile itaat halinde bulur.
Kimi bir bal fabrikası, kimi bir süt çeşmesi olmuş, kimi rahmetin latif bir eli, kimi
şu dünya misafirhanesine bir lamba ve soba olmuş. Bunlar gibi her bir mahluk
Allah’ın kendisine emrettiği vazifeyle meşguldür. Ve o vazifeye isyan edemez.
Güneş o cesametiyle ve büyüklüğü ile “ben bugün doğmayacağım, yada
batmayacağım” diyerek Cebbar olan Allah’ın hükmüne karşı gelemez. Ay, kandil
ve takvimcilik vazifesinden geri kalamaz. İnsandan başka her şey vazifesine
gayet dikkat eder ve Cebbar-ı azim olan Allah’ın emrine boyun eğer, itaat eder.
İşte vazifesini yaparak Allah’ın emrine itaat eden ve ona karşı gelemeyip boyun
eğen her mahlukta ‘Cebbar’ ismi görünür.
Bizler bir tavuğun yumurtladığını, koyunun süt verdiğini gördüğümüzde hiç
Allahın Cebbar ismini tefekkür ettik mi? Yada devenin üzerine binmiş ve seyahat
eden bir adamı gördüğümüzde, deveyi insana hizmet yapmaya zorlayan Allah’ı
Cebbar ismiyle zikredip ona hamd ettik mi?
Çünkü insana itaat ettirilmiş ve vazifesine isyan edemeyen her mahlukta cebbar
ismi tecelli eder. Evet kainatın zerrelerinden, semanın yıldızlarına kadar her şey
Allah’a itaat ederek Cebbar ismine ayna oluyor ve onu Cebbar ismiyle tesbih
ediyor. Yalnız bedbaht insanlar müstesna…
Bakın Efendimiz (sav) Allah’ın Cebbar isminin hakikatine nüfuz ederek onu nasıl
vasfetmiş;
Ey azametine her şeyin boyun eğdiği,
Ey kudretine her şeyin teslim olduğu,
Ey izzetine karşı her şeyin zelil olduğu,
Ey heybetine her şeyin huşu içinde boyun eğdiği,
Ey saltanatına her şeyin teslim olduğu,
Ey korkusundan her şeyin alçaldığı,
Ey haşyetinden dağların parçalandığı,
Ey emriyle göklerin ayakta durduğu,
Ey izni ile yeryüzünün istikrar bulduğu…
2- Kullarının işlerini yoluna koyması ve eksikleri gidermesi
Allah Cebbardır. Kullarının işlerini yoluna koyar ve onların eksikliklerini giderir.
Cebbar ismi bu manasıyla devamlı bizde tecelli eder; Bir işsizin iş bulması, siftah
bile yapamayan bir esnafın işlerinin açılması, borçlunun borçtan kurtulması,
dersleri zayıf olan bir öğrencinin derslerini düzeltmesi, yakacak odun kömürü
olmayan bir ailenin bu ihtiyacının giderilmesi, eksik bir dosyanın evraklarının
tamamlanması ve bunlar gibi işlerin yoluna konulup eksiklerin giderildiği bütün
işlerde Allah’ın Cebbar ismi tecelli etmiştir.
Maddi alemde bu manasıyla tecelli eden Cebbar ismi manevi alemde tecelli
ettiğinde kullarının hallerini ıslah eder, onlara tövbeyi nasip eder, ahlaklarını
güzelleştirir, yapamadıkları ibadetleri onlara kolaylaştırır ve kulunun mana
alemindeki eksikliklerini giderir.
Allah Cebbar ismi hürmetine maddi ve manevi işlerimizi yoluna koysun ve
eksikliklerimizi gidersin.
3- Kırıkları onarması ve dertlere derman vermesi
Allah Cebbardır. Kırıkları onarır, dertlere derman ihsan eder. Kırılan bir kalbin
tesellisi Cebbar ismi ile olur. Kırılan bir kemik bu ismin tecellisiyle iyileşir.
Tereddüt içinde bocalayanlara maddi ve manevi yollar gösterir, ihtiyaç
sahiplerine imdat eder, ağır belalara düşen kullarının feryadına yetişir. Hastalar
bu isimde şifa, dertliler dertlerine derman bulur. Demek ki hastaya şifa, dertliye
deva, borçluya eda bu isim ile gönderilir. Küsler bu ismin tecellisi ile barışır,
Meselemiz Allah’ı tanımak ve her şeyde ona bir pencere açmak. Acaba kırılan bir
eşyamızı birbirine yapıştırdığımızda, bu fiilin Cebbar isminin bir tecellisi olduğu
hiç düşündük mü?
Veya borcumuz var ama ödeme imkanımız yok. Kara kara düşünürken hiç
beklemediğimiz bir yerden gelen yardımla borcumuzu ödediğimizde, derdimize
derman olan Allah’ı Cebbar ismiyle tefekkür ettik mi?
4- Çok büyük ve azametli padişah olması
Allah Cebbardır. Çok büyük ve azametli padişahtır. O öyle bir padişahtır ki;
saltanatının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. Onun saltanatından başka
hiçbir saltanatın devamı da yoktur.
O öyle bir sultandır ki; sineğin kanadından, semavatın kandillerine kadar,
bedenin hücrelerinden, semanın burçlarına kadar her şey O’nun mülküdür. O
koca güneş O’nun mülkünde küçük bir lamba, yıldızlar birer kandil ve ay bir
takvimcidir.
Evet kainatın sultanı birdir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini
O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir.
Bu manalar insana ifade eder ki;
O’nu bulan neyi kaybeder? Ve O’nu kaybeden neyi bulur? Sultan-ı Kainatı bulan
her şeyi bulur. Hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtulur. O’nu bulamayan ise
hiçbir şey bulamaz. Bulsa bulsa başına bela bulur.
El-Mütekebbir
Allah mütekebbirdir.
Bu ismin manası; Allah’ın, azameti ve büyüklüğü, ancak kendi zatına layık
görmesi ve her hadisede büyüklüğünü göstermesidir.
Bu itibarla bu isim; depremlerle yeryüzünün sallanmasında, bulutlara başları
değen dağlarda, sema denizinde yüzen yıldızlarda, ağaçları kökünden koparıp
savuran hortum ve fırtınalarda, gök gürlemesinde ve çakan şimşeklerde ve
kendisinde büyüklük ve azamet görünen her eserde tecelli eder.
Allah’ın niçin mütekebbir olduğunu ve büyüklenmek niçin sadece Allah’a mahsus
olduğunu anlamak için ilk önce Allah’ın zatının, isim ve sıfatlarının ve fiillerinin
büyüklüğünü anlamak gerekir. Bu büyüklük anlaşıldığında şu hadisin sırrı da
anlaşılacaktır:
“Büyüklük ridam, azamet örtümdür. Kim bunlardan birisinde bana
ortaklığa kalkışırsa onu cehenneme atarım.”
Evet şimdi, Allah’ın mütekebbir ismine ulaşmak için zatının, isim, sıfat ve
fiillerinin büyüklüğünü görmeğe çalışalım.
Büyüklük Allah’ın zatına mahsustur.
Ne kadar büyük ve büyüklük ifadesi varsa onun büyüklüğü yanında bu
ifadeler ne kadar küçüktür. Akıl, Allah’ın bu büyüklüğünün mahiyetini
anlamaktan acizdir ki, O’nu en iyi tanıyan gönüllerin sultanı (sav) bakın onu nasıl
vasfetmiş:
Ey gözlerin zatını idrak ve ihata edemediği,
Ey vasfedenlerin kendisini hakkıyla vasfedemediği,
Ey akıl ve anlayışların zatını kavrayamadığı,
Ey fikirlerin büyüklüğünü anlayamadığı,
Ey azamet ve kibriya örtüsü olan…
Evet akıl, Allah’ın zatının mahiyetini anlamaktan acizdir. Bu şuna benzer; Bir
kitabı gördüğümüzde, onu yazan katibin varlığını biliriz ve onu kabul ederiz. Ve
bu katibin ilim sahibi olduğunu biliriz. Çünkü kitabı ilmiyle yazmıştır. İlmi
olmayan kitap yazamaz. İrade sahibi olduğunu biliriz. Çünkü yazmayı,
yazmamaya tercih etmiştir. Kudret sahibi olduğunu biliriz. Çünkü kalemi
tutamayan kitap yazamaz. Hayat sahibi olduğunu biliriz, çünkü hayatı olmayan
bir kitaba katip olamaz. Ve bunlar gibi ona ait olan bir çok isim ve sıfatı biliriz.
Ancak onun kim olduğu ve boyu, kilosu, rengi gibi zatının özellikleri hakkında fikir
yürütemeyiz.
Aynen bunun gibi, şu kainat kitabı da, bu kitabı yazan Allah’ın ilmine, iradesine,
kudretine, hayatına ve diğer isim ve sıfatlarına delalet eder. Ancak az önceki
misalde kitabın katibi hakkında fikir yürütemediğimiz gibi, kainat kitabının katibi
olan Allah’ın zatı hakkında da fikir yürütemeyiz. Zira akıllar onun zatını
kavrayamaz, fikirler O’nun büyüklüğünü anlayamaz ve vehimler ve hayallar
O’nun künhüne ulaşamaz.
İsim ve sıfatlarında büyüktür
Allah’ın isim ve sıfatları nihayetsizdir. Kudreti, ilmi, iradesi, görmesi, işitmesi
sonsuz olduğu gibi rahmeti, ihsanı, hikmeti ve diğer bütün isim ve sıfatları da
nihayetsizdir. Bu isim ve sıfatların büyüklüğünü söz sultanı olan Efendimiz (sav)
şöyle beyan buyurmuş:
Ey İlmi her şeyi kuşatan,
Ey kudreti her şeye yeten,
Ey her şeyi engelsiz gören,
Ey her sesi işiten ve cevap veren,
Ey en yüce sıfatlar ve en güzel isimler kendisine ait olan,
Ey en geniş rahmetin sahibi,
Ey daimi izzet sahibi,
Ey hakimler hakimi,
Ey adillerin en adili,
Ey ikram edenlerin en kerimi,
Ey merhametlilerin en rahimi…
Allah fiillerinde büyüktür
Bir terzi bir ağaca veya bir hayvana kaç günde elbise dikebilir? Öyle bir elbise
dikmeli ki, ağaç ve hayvan büyüdükçe elbise de büyümeli, ne bol, ne dar olmalı.
Evet bir terzi değil, dünyanın bütün terzileri bir araya gelse bir karıncaya elbise
dikemez. Halbuki Allah her an milyonlarca bitki ve hayvana mükemmel elbiseler
giydirerek elbise dikmek fiilindeki büyüklük ile mütekebbir ismini göstermektedir.
Bir boyacı bir papağanı kaç günde boyayabilir? Öyle bir boya ki, renkler birbiriyle
uyumlu olup, ne solmalı, ne de dökülmeli. Evet bir boyacı değil, dünyanın bütün
boyacıları bir araya gelse suyun içinde yüzen bir balığa o çıkmaz boyayı vuramaz.
Nerede kaldı ki bulunduğu ortama göre 7-8 farklı renge bürünen ahtapotu
boyayabilsinler. Halbuki Allah her mahluku en güzel renklerle boyamakla,
boyama fiilindeki büyüklük ile Mütekebbir ismini göstermektedir.
Bir yönetici tek başına, yardımcısız kaç kişiyi idare edebilir? Öyle bir idare ki,
onların halinden haberdar olup, seslerini işiterek ihtiyaçlarını görmeli. Halbuki
öyle idareciler görüyoruz ki, binlerce yardımcısı olmasına rağmen küçük bir
topluluğu idare edemiyor. Şimdi bakın Allahın idaresine; kainat, intizamından
mükemmel bir şehir hükmüne girmiş. İçindeki her bir mahluk hikmetle idare
ediliyor. Her birinin sesi işitiliyor, ihtiyacı görülüyor. İşte kainattaki mükemmel
idare ile Allah idare etmek fiilinin büyüklüğü ile Mütekebbir ismini
göstermektedir.
Bir marangoz ağaç ve tahtadan ancak bir masa veya sehpa yapabilir. Bakın
sanatında dahi akılları hayrete düşüren zata; ağaç ve tahtadan, renkleri, tatları,
şekilleri, kokuları farklı binlerce meyveyi icad ediyor. Ve sanatla yaratmak fiilinin
büyüklüğü ile Mütekebbir ismini gösteriyor.
Bir heykeltıraş bir taş parçasını yontarak bir heykel yapabilmek için aylarca
çalışıyor. Halbuki Allah bir su damlasından saniyede 4, günde 300 bin insan
yaratıyor. Hem de öyle taştan değil, cansız değil, hayat sahibi. Ve insanın
yaratıldığı o saniyede, mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan, sinek ve
böceklerden ve diğer canlılardan hadsiz fertlerinde yaratıldığı ve yine o saniyede
bir milyona yakın bitki nevlerininde yaratıldığı göz önüne alınırsa Allahın
yaratmak fiilindeki büyüklük ile belki Mütekebbir ismi bir nebze anlaşılır.
İşte bu fiillere, beslemek, suret vermek, hayat vermek, öldürmek ve diğer fiilleri
kıyas edelim. Ve Allahın Mütekebbir ismini bir parçada olsa anlamaya çalışalım.
Netice olarak Allah’ın zatının, isim ve sıfatlarının ve fiillerinin büyüklüğü ve
azametinden dolayı Allah Mütekebbirdir. Büyüklüğü ve azameti ancak kendi
zatına layık görür.
Madem sadece Allah Mütekebbirdir ve büyüklenmek ona mahsustur. Kula düşen
şu ayete kulak verip tevazu ile onun büyüklüğü ve azameti karşısında hayretle ve
muhabbetle secdeye kapanmasıdır;
“ Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilir, nede
boyca dağlara erişebilirsin.” (İsra 37)
El-Halık
Halık; yoktan var eden ve yaratan demektir. Halık ismi alemde en çok tecelli
eden isimlerden biridir.
Zira yokluk karanlıklarından varlık alemine çıkan her mahlukta ‘halık’ ismi tecelli
eder.
Aleme bakıyoruz ve görüyoruz ki, eşya ve bilhassa hayat sahibi olanlar,
birdenbire ve çok kısa bir zamanda vücuda geliyorlar. Mesela saniyede 4 insan ve
günde yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca
cihaz takılıyor.
Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden, karıncalardan,
sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara kadar hadsiz
fertler, aynı o saniyede yaratılıyor.
Halbuki çabuk olan, ani bir surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler,
gayet basit, şekilsiz ve sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her
şey güzel bir sanatla, nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde
yaratılıyor. İşte bu yaratılış Allah’ın halık isminin kemalini bizlere gösteriyor.
Acaba bir harf katipsiz olabilir mi?
Yada şöyle sorsak; bir odaya bir kalem ve bir kağıt koysak, aradan 1000 sene
geçse, manalı bir yazının hatta bir harfin kağıtta gözükmesi mümkün müdür?
Elbette hayır. Zira bir harfin yazılabilmesi için; harfin varlığını, yokluğuna tercih
edecek irade sahibi bir katibe ihtiyaç vardır. Halbuki ‘irade’ kalemde ve kağıtta
yoktur. Ayrıca onu yazabilecek katibin hayat sahibi de olması gerekir. Çünkü
hayatı olmayan, bir harfe katip olamaz. Halbuki kalem ve kağıtta hayat ta yoktur,
cansızdırlar. Bununla birlikte katibinde kudret ve ilim gibi diğer sıfatlarında olması
gerekir. Halbuki kalem ve kağıt bu sıfatlardan da yoksundur.
O halde bir kağıt üzerinde manalı bir yazı hatta bir harf görsek, bu yazının
katibini inkar edebilmek için iki şeyden birisini yapmamız gerekir;
1- Yazının varlığını inkar etmek ve onu yok kabul etmek; Zira yazıyı inkar
ettiğinizde, katibi inkar edebilir ve “yazı yok ki, katip gereksin” diyebilirsiniz.
2- Kaleme katiplik sıfatlarını vererek, onun katip olduğunu ve yazıyı kalemin
bizzat kendisinin yazdığını iddia edebilirsiniz. Katibi inkar edebilmek için 3. bir
seçenek yoktur. Bu iki şıktan birisini tercih edemeyen, katibin varlığını kabul
etmek zorundadır ki, bu iki şıktan birini tercih etmekte akıldan istifa etmekle
mümkündür.
v Aynen bunun gibi, kainat ta mükemmel bir kitaptır. Dünya bu kitabın küçük bir
bölümü, bahar mevsimi bir sayfası, o mevsimde yaratılan mesela papatya nevi
bir satırı, her bir papatya bir kelimesi ve o çiçeğin çekirdeği, bu kitabın bir
noktasıdır.
Bu kitabın katibi ve Halıkı olan Allah’ı inkar edebilmek için iki şeyden
birini kabul etmek gerekir;
1- Kainatın varlığını inkar etmek ve alemi yok saymak; zira kainatı yok kabul
ettiğinizde, yaratıcıyı inkar edebilir ve “eser yok ki, yaratıcısı ve ustası olsun”
diyebilirsiniz. Ancak bunu yaptığınızda, ağaçların yapraklarından tutun,
semavatın kandillerine kadar her şey “biz buradayız, varız” diyerek size tekzip
eder ve yalanlar.
2-Kaleme katiplik sıfatlarını vermek gibi, maddeyi teşkil eden atomun, yaratıcının
sıfatları olan irade, hayat, ilim, kudret gibi sıfatlara sahip olduğunu iddia etmek
ve eşyayı onun yarattığını kabul etmek gerekir. Bu ise bir önceki şık gibi mümkün
değildir.
Zira elimize bir hokka mürekkep alsak ve boş bir kağıdın üzerine döksek, asla
manalı bir sayfa var olmaz. O halde sayfadaki mana, mürekkebi katiplik ve faillik
makamından kovar. Çünkü sayfadaki mana katibinin ve failinin irade, kudret ve
ilim sahibi olduğu gösterir. Bu sıfatlar ise mürekkepte yoktur. Öyleyse sayfaya
katip olamaz. Ve bütün dünya toplansa, bu sayfada mana ifade eden kelime ve
cümlelerin, mürekkebin tesadüfen dökülmesi sonucu oluştuğuna bizi ikna
edemez.
Kainat da atom mürekkebiyle yazılmış böyle manalı bir kitap değil midir? Bu
manalı kitabın, mürekkep hükmündeki iradesiz, kudretsiz, hayatsız, ilimsiz
sebeplerden meydana geldiğine nasıl inanılabilir? Ve bunu kabul edenlere akıllı ve
insan denilir mi?
Şimdi gelin Hâlık isminin insandaki tecellisini yaratıcısının kelamı olan Kur’an’dan
dinleyelim:
“Şanım hakkı için biz insanı çamurdan, süzülmüş bir hülasadan yarattık.
Sonra onu sağlam bir yerde bir nutfe olarak yerleştirdik. Sonra o nutfeyi
bir alaka olarak yarattık, sonra o alakayı bir mudga olarak yarattık,
sonra bu mudgayı bir takım kemikler halinde yarattık, sonra bu
kemiklere bir et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratılışla insan olarak
meydana getirdik. İşte yaratanların en güzeli olan Allah ne
yücedir.” (Mu’minun 12-14)
El-Bari
El-Bari; Kusursuz yaratan’ demektir. Bu isimde el-halıkisminden farklı olarak şu
manalar vardır;
1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan,
2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan,
3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde yaratan
demektir.
Şimdi bari isminin bu üç manasını kainat kitabının sayfalarında okumaya
çalışalım;
1- Bir kalıptan döker gibi düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde yaratan
Ham maddesi hazır olan bir bardağı yapmak için ilk önce ne yaparsınız?
Yapmanız gereken ilk şey; bardağa bir kalıp hazırlamaktır. Maddi bir kalıp
olmadan bir bardağı asla yapamazsınız. O halde şekilleri birbirinden farklı 50
bardak yapacak olsanız size 50 farklı kalıp lazımdır.
Demek en basit bir eşyayı yapmak için maddi kalıplara ve bir ustaya ihtiyaç var.
Ve usta ve kalıp olmaksızın o eşya var olamıyor.
Şimdi bir sineğin yada bir çiçeğin yaratılması için neler gerekli buna bakalım;
1- O çiçek ve sineğin planını çizmek ve programını yapmak,
2- O çiçek ve sineği oluşturan atomları ve maddeleri şu alemin her köşesinden
toplamak,
3- Topladığı atom ve maddeleri ince bir elek ile eledikten sonra o çiçek ve sineğe
lazım olacak kadarını hassas bir ölçüyle belirleyip almak,
4- Ve aldığı bu maddeleri bir kalıba dökerek, düzgün, tertipli ve güzel bir şekilde
onu yapmak.
O halde mesela bir toprağa bir gül tohumunu attığımızda, o toprağın ‘gülü
yaratmak’ fiiline sahip olabilmesi için, gülün plan ve programını yapabilmesi, güle
lazım olan maddeleri alemden toplayabilmesi, hassas bir teraziyle ona lazım olan
kadarını ayırabilmesi ve bu maddeleri maddi bir kalıba dökebilmesi gerekir. Bir
gül ancak bunlar yapıldıktan sonra var olabilir.
İlk 3 maddeyi bir kenara bırakıp, sadece maddi kalıbının olması gerektiği
hakkında biraz düşünürsek; madem o toprak, kendisine atılan binlerce farklı
tohumdan, farklı bitkiler çıkartabiliyor. O halde o toprakta, yeryüzündeki bitkiler
adedince maddi kalıpların var olduğunu kabul etmek gerekir.
Ayrıca her bitkinin yaprakları, meyveleri, çiçekleri, şekilleri farklı olduğundan, o
toprakta sadece bitkiler adedince kalıplar değil, aynı zamanda yapraklar,
meyveler, çiçekler adedince maddi kalıpların var olduğunu da kabul etmek
gerekir. Bunu kabul etmek ise öyle bir fikirdir ki, alemdeki bitkiler, çiçekler ve
meyveler adedince imkansızlık ve hurafeler içinde bulunur.
Halbuki bu sanatlı bitkiler ve hikmetli eserler Allah’ın bari ismine isnad
edildiğinde, o atomlar Allah’ın ilminin ve kaderinin manevi kalıplarına, kudretinin
sevkiyle girerler. Ve düzgün ve tertipli bir şekilde çıkarlar.
O halde bizler bir elmaya, bir kelebeğe, bir çiçeğe, bir insana ve insanın
azalarına, sözün özü, her bir mevcuda baktığımızda, ondaki bir kalıptan
çıkarcasına düzgün ve tertipli yaratılışı görerek Allah’ı ‘bari’ ismiyle tesbih
etmeliyiz.
Demek düzgün ve tertipli yaratılan her şey, Allah’ın bari isminin tecellisine
mahzardır ve okuyabilenler için Allah’ın ‘bari’ isminin bir mektubudur.
2- Mahlukların aza ve cihazlarını birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratan
Azaların birbirine uygun olarak yaratılması Bari isminin bir tecellisidir. Bu
manasıyla Bari ismi, İnsanlarda ve bütün hayvanlarda, hatta bitki ve ağaçlarda
dahi tecelli etmektedir. Zira her mahlukun bütün azaları, birbiriyle uyum içinde
yaratılmıştır.
Mesela insana bakalım; İnsanın dili ile ağzı uyum içindedir. Eğer dili uzun olsaydı,
ağzına sığmayacak ve hayat onun için ne kadar zor olacaktı. İşte dil ile ağız
arasındaki bu uyum Bari isminin bir tecellisidir.
Dil ile ağız arasındaki uyum gibi, dişler ile ağız arasında da bir uyum vardır.
Dişler adeta inci gibi ağza dizilmiştir. Eğer dişlerimiz uzun olsaydı ve ağzımıza
sığmasaydı, halimiz nice olurdu bir düşünün. İşte dişlerin, ağza uygun olarak
yaratılması Bari isminin bir tecellisidir.
Kaşlar ve göz arasındaki uyum da bu ismin bir tecellisidir. Kaşlar göze kadar
uzamamakta ve insanın görüşünü etkilememektedir. Kaşların da saçlar gibi
uzadığını ve insanın gözüne perde olduğunu düşündüğümüzde, Bari isminin
tecellisine ne kadar muhtaç olduğumuzu anlarız.
Yine insanın iki gözü ve iki kulağı arasındaki uyum, kolun uzunluğunun boy ile
uyumu, el ve ayak parmaklarının arasındaki uyum, bacakların birbiriyle eşit
uzunlukta olması, dişlerin kendi arasındaki uyumu ve iç organların birbiri
arasındaki uyum hep Bari isminin bir tecellisidir. Bu ismin tecellisi sayesinde bir
ayak uzun, diğer ayak kısa olmamakta ve bütün azalar birbirini
tamamlamaktadır.
İnsanda azami mertebede tecelli eden Bari ismi, hayvanlarda da tecelli
etmektedir. Kartala sinek kanadının takılmaması, sineğe arının iğnesinin
verilmemesi ve her mahluka vücuduna uygun azaların takılması hep bari isminin
bir tecellisidir.
Bari ismi bu manasıyla ağaçlarda dahi tecelli etmektedir. Ağacın gövdesi ile
dalları arasındaki uyum, dallar ile meyveler arasındaki uyum hep bari isminin bir
tecellisidir. Hatta bir ağaca baktığınızda, yaprakların dallara gelişigüzel takıldığını
zannedersiniz. Halbuki hakikat böyle değildir. Zira dala takılan her bir yaprak,
diğer yaprağın güneşine en az mani olacak şekilde takılmaktadır. İşte bir ağaca
yaprakların takılması dahi bu ismin tecellisi ile olmaktadır.
Madem vazifemiz Allah’ı tanımak ve mahlûkatta tecelli eden isim ve sıfatlarını
okumaktır ve bu vazife bizim yaratılışımızın en büyük gayesidir. O halde bizler
hem kendimize hem de her bir mahlûka baktığımızda aza ve cihazlarımızın
birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratıldığını görerek Allah’a hamd etmeli ve O’nu bari
ismi ile tespih etmeliyiz.
3- Her varlığı kainattaki umumi nizama ve gayelere uygun bir şekilde
yaratan demektir.
Her yaratılan varlık, kainattaki nizama ve gayelere uygun bir şekilde icad
edilmiştir.
Mesela, insanı ele alalım; bütün azaları ve cihazları kainattaki nizama ve gayelere
uygun olarak yaratılmıştır. Işığı görebilen göze, sesleri işitebilen kulağa, kokuları
hissedebilen burna, yiyeceklerin tadını alabilen ve konuşmayı sağlayan dile,
havayı teneffüs edebilen ciğerlere ve kainattaki nizama uygun diğer azalara
sahiptir.
O halde insanın gözünü yaratan kim ise, ışığı icad eden de odur. İnsana kulağı
takan kim ise, sesleri var eden de odur. İnsana burnu ihsan eden kim ise, o
burnun kokladığı varlıkları ve onlardaki kokuları yaratan da odur. İnsana dili
takan kim ise, o dilin tattığı bütün yiyecekleri ve o dildeki konuşmayı icad eden
de odur. Sözün özü; insan bu haliyle adeta şöyle der; “beni kim yapmış ise,
alakadar olduğum bütün eşyayı ve kainattaki nizamı da o yapmıştır. Ben kimin
mülkü isem, kainatta onun mülküdür. Ve O zatın adı bu cihetle El-Bari’dir. ”
Ver her şey kainattaki gayelere münasip bir şekilde yaratılmıştır. Mesela, alemde
hayatın devamı gibi bir gaye vardır. Her çiçek ve ağaç bu gayeye hizmet edecek
şekilde tasarlanmıştır. Adeta atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini
ayarlayacak şekilde bir hesap uzmanı gibi çalışır. Bütün ömrü boyunca oksijen
üreterek o dengeyi sağlar. Ölürken de ömür boyu karbondioksit emen o çiçek
oksijen vererek ölür. Eğer atmosferde karbondioksit gazı çoğalsa, bütün bitkiler
solunumlarını hızlandırır.
Eğer bu nizamı sağlayan –haşa- Bari olan Allah değilse, şimdi soruyoruz;
Acaba şuursuz olan bu bitkiler bir kimya mühendisi gibi nasıl çalışıyorlar?
Hangi aletleriyle ölçüm yapıyorlar?
Hayatın devamı onlar için niye bu kadar önemli?
Karbondioksiti oksijene çeviren fabrikayı onun vücuduna kim yerleştirdi?…
İnsanın azalarının kainattaki nizama uygunluğunu, çiçek ve bitkilerin alemdeki
gayelerle olan münasebetini gördükten sonra, şimdi bir bal arısını, kelebeği,
kuşu, balığı ve diğer canlı ve cansız mahlukları insan ve çiçeklere kıyas edelim.
Ve onların yaratılışına, kainattaki nizama uygun cihaz ve azalarına bakarak şu
sesi duymaya çalışalım;
“Ben yaratılırken tek başıma planlanmamışım. Bana kainattaki nizama uygun alet
ve cihazlar takılmış. Ve gayelere hizmet edecek vazifeler verilmiş. İşte ben,
nizama uygun cihazlarım ve gayelere hizmetim ile Allah’ın Bari ismine aynayım.
Sen de benim bu cihetime bak ve benim lisan-ı halim ile “ya bari, ya bari”
dediğim gibi, sen de lisan-ı kalin ile “ya Bari ya Bari “ diyerek rabbini tesbih et.”
El-Musavvir
El-Musavvir; tasvir eden, şekil ve suret veren demektir. Bütün mahluklar
kendilerine verilen şekilleriyle, tasvir edilen suretleriyle Cenab-ı Hakkın musavvir
ismini göstermektedir.
Yağmur damlasından, kar tanesine, papatyalardan karanfillere, parmak izinden
göz bebeğine, karıncalardan semanın yıldızlarına ve zerrelerden galaksilere kadar
her mevcud kendine mahsus suretiyle ve şekliyle Allah’ın musavvir ismine
aynadır.
Şimdi bir insanı ele alarak musavvir isminin tecellisini görmeye çalışalım; her
parçasıyla harikulade bir planlamanın neticesi olan kafayı bir kenara bıraksak bile
bu hazır malzeme üzerine geçebilecek bir yüz için sayısız, milyonlarca ihtimaller
vardır. Bu sayısız ihtimaller içince, bütün akılları aciz bırakacak bir şekilde en
uygununu, en güzelini seçmek tam anlamıyla imkansızdır. İnsanın yüzünde
kullanılan malzeme son derece basit ve sadedir. Tek bir deri, bir çift göz ve
birazda kıl. Buna rağmen iki aylık bir bebeğin yüzündeki o sadelik ve o basitlik
içinde böyle güzel bir yüzün yaratılabileceğini, görmeseydiniz ihtimal verebilir
miydiniz?
Bir insan için bir yüz çizdikten sonra ikincisi için başka bir yüz çizmek, en azından
ilki kadar imkansızdır. Çünkü insanlar seri imalat ile yaratılmazlar. Hepsinde aynı
unsurları kullanıp, her birine ayrı bir sima çizmenin zorluğunu meşhur Fransız
ressam Hanry Metisse şöyle anlatıyor; “Bir ressam için gül resmi çizmek kadar
zor bir iş yoktur. Çünkü daha evvel çizilmiş bütün gül resimlerini bir yana bırakıp
öylece çizmesi gerekir.”
Hem insan yüzü basit bir portreden ibaret de değildir. Oraya yerleştirilen her bir
azanın sınırsız bir sanat kadar sınırsız bir bilgiye ihtiyaç gösteren fonksiyonları
vardır. Bütün bu fonksiyonların bir kenara bıraksak bile, bu yüzdeki tebessüm,
endişe, sevinç, korku, kahkaha gibi yüzlerce manayı dile getirmek yüzü yaratmak
kadar imkansız değil midir? Okyanusu bir bardağa doldurmak ne kadar zor ise,
insanın ruhunu sima da temsil etmekte o kadar zordur. Müminin siması ruhu gibi
aydınlık, kafirin siması ise ruhu gibi karanlıktır.
Bir heykeltıraşın basit bir heykele bile o simetriği verebilmesi için bazen yıllarca
çalışması gerekiyor. Buna mukabil saniyede 4 insan ve her gün 350.000 insan
son derece kolaylıkla yaratılıyor. Her birine farklı bir yüz veriliyor.
Bizler birbirine benzeyen ikizleri veya üçüzleri gördüğümüzde hayret ederiz.
Şimdi soruyoruz; iki yüzü birbirine benzetmek mi daha zor? Yoksa milyarlarca
insanın birbirine benzetmemek mi daha zor? Birincisine hayret ederken, ikincisi
neden hayret etmiyoruz?
Kim birbirinden farklı bu yüzlerin yaratıcısı?
En basit maddelerden bir sanat harikası yapıp, sanatında akılları hayrete düşüren
sanatkar kim?
Kim o yüzde sayısız manayı ifade eden?
Kim her ferde farklı bir yüz veren?
Kim o yüzdeki cihazlara mükemmel iş yaptıran?
Göze görmeyi, burna koklamayı, dile tatmayı kulağı işitmeyi öğreten kim?…
Bütün bu kimlerin tek bir cevabı var; Musavvir olan Allah
İnsanın yüzünü bir nebzede olsa inceledikten sonra, bütün hayvanların, bitkilerin,
çiçeklerin, canlı ve cansız her şeyin tasvirini ve şeklini insana kıyas edelim. Ve
Allah’ın musavvir ismine şöylece pencereler açalım:
Fiil failsiz, sanat sanatkarsız , kitap katipsiz olamayacağı gibi suret ve şekil
vermek dahi musavvir yani bir tasvir edici olmadan olamaz ve mümkün değildir.
Acaba kağıttaki basit bir yüz resmi dahi bir ressamı gerektirirse, şu alemdeki
hadsiz hakiki yüzler Musavvir olan Allah’ın varlığını gerektirmez mi?
Farklı bir yüz çizebilmek için, çizilmiş bütün yüzleri bilmek gerektiği gibi, farklı bir
yüzü yaratmak için de, o ana kadar yaratılan bütün yüzleri bilmek lazım gelmez
mi? Bu da Musavvir olan Allah’ın birliğine ve bütün yüzleri yarattığına delalet
etmez mi?
Her bir yüz Allahın musavvir ismine delalet ettiği gibi, farklı olması cihetiyle de
Allah’ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarına işaret etmez mi?
Kainat kitabı bize Allah’ı musavvir ismiyle tanıttığı gibi, Kuran dahi şu ayetiyle
bizlere Allah’ın musavvir ismine şöyle haber veriyor;
“Sizi rahimlerde dilediği gibi tasvir eden ve şekillendiren O’dur. Ondan
başka ilah yoktur. O azizdir ve hakimdir” (Al-i imran 6)
El-Gaffar
El-Gaffar; Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok affeden, çirkinlikleri
örten ve ayıpları gizleyen manalarına gelir.Bu ismi affedici manasındaki ‘el-Afuv’
isminden ayıran fark şudur; el-Afuv isminde sadece günahı affetmek ve günaha
ceza vermemek vardır. El-Gaffar isminde ise günaha ceza vermemekle birlikte,
günahı yüze vurmamak ve kulu rezil etmemekte vardır.
Mesela birisi size karşı bir kusur işlese, eğer siz onun bu kusuruna karşı ona ceza
vermeyip, sadece kusurunu ve hatasını yüzüne vursanız, sizde el-Afuv ismi tecelli
etmiş olur. Eğer ceza vermeyi terk etmekle birlikte, işlediği hatayı yüzüne de
vurmayıp tamamen vazgeçseniz, sizde el-Gaffar ismi tecelli etmiş olur.
İşte Allah suçlara ceza vermeyip, suçu kuluna hatırlatmakla el-Afuvdur. Ve Allah
hatayı bütün bütün silerek, kulun yüzüne vurmayıp onu mahcup etmemekle de
el-Gaffardır.
Bu yüzden dualarımızda “Allah’ım bizi af ve mağfiret et” deriz ki, bu duada af
dileyip, günahlarımıza ceza vermemesini istemekle el-Afuv ismine, mağfiret
dileyip, günahlarımızı yüzümüze vurarak bizi rezil etmemesini istemekle de el-
Gaffar ismine sığınırız.
Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur;
Melekler kulun günahını yazarlar ve daha sonra semaya yükselirler.
Semaya yükseldiklerinde kulun amel defterinde bu günahın yazılı
olmadığını, buna mukabil işlemediği sevapların yazılı olduğunu görünce
Allah-u Teala’ya şöyle derler;
“Ey Rabbimiz biz kuluna zulmetmedik. Ancak onun işlediğini yazdık.”
Buna karşı Allah meleklere şöyle buyurur: “Evet doğru söylediniz. Kulum
o günahları işlemiş ve defterindeki sevapları işlememişti. Lakin kulum
günahına tövbe etti ve göz yaşlarıyla benden af diledi. Bende onun
günahlarını mağfiret ettim ve ona karşı cömertçe muamele ederek
günahlarını sevaba çevirdim. Ben ikram edenlerin en çok ikram
edeniyim.”
Allah-u Teala, Gaffar olduğunu Kur’an’daki şu ayetlerle de bize haber
vermektedir;
“De ki: Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları
bağışlar. Şüphesiz ki O, gafurdur, çok bağışlayıcıdır ve rahimdir, çok
merhamet edicidir.” (Zümer 53)
“Tövbe ve iman edip, salih amel işleyenlere gelince; Allah onların
kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır ve çok merhamet
edicidir. Ve her kim tövbe edip Salih amel işlerse, şüphesiz o, tövbesi
kabul edilmiş olarak Allah’a döner. (Furkan 70-71)
Bediüzzaman hazretleri de el-Gaffar ismine sığınmamız gerektiğinden şöyle
bahseder;
“Ey insan! Senin elinde gayet zayıf fakat günahta ve tahribatta eli gayet uzun, ve
iyilikte ve hasenatta eli gayet kısa cüz-i ihtiyar namında bir iraden var.
O iradenin bir eline duayı ver ki, iyilikler silsilesinin bir meyvesi olan cennete eli
yetişsin ve bir çiçeği olan ebedi saadete eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki,
onun eli günahtan ve seyyiattan kısalsın ve cehennem zakkumuna yetişmesin.
Demek dua ve tevekkül, hayırlara meyletmeye büyük bir kuvvet verdiği gibi,
istiğfar ve tövbe dahi günaha ve şerre olan meyilleri keser ve tecavüzünü kırar.”
Bu isimden alacağımız ders ise şudur;
Nasıl ki Allah Gaffar ismiyle hatalarımızı örtüyor, ayıbımızı yüzümüze vurmuyor.
Aynen bunun gibi, biz de Gaffar ismini ahlak edinerek başkalarının hatalarını
örtmeli ve kimsenin ayıbını yüzüne vurmamalıyız.
Ta ki, hem Gaffar ismine ayna olalım, hem de Peygamber Efendimiz (sav)’in şu
hadiste verdiği müjdeye nail olalım;
“Her kim, bir müminin ayıbını dünyada örterse, Allah’ta onun ayıbını hem
dünyada hem de ahirette örter.”
El-Kahhar
El- Kahhar; Düşmanlarını kahreden ve perişan eden, mutlak galibiyetin sahibi ve
her an kahretmeye muktedir olan manalarına gelir.
Kahhar ismi bu manalarıyla; Allah’a isyan eden Ad kavmi, Semud kavmi, Nuh
kavmi gibi bir çok kavimde tecelli etmiştir. Allah O kavimleri Kahhar ism-i şerifi
ile kahretmiş ve mahvetmiştir.
Yine Kahhar ismi, binlerce kişinin öldüğü depremlerde, sel felaketlerinde, ağaçları
kökünden koparan fırtınalarda, kasırgalarda ve maddi musibetlerde tecelli ettiği
gibi, en büyük ve asıl perişanlık olan imansızlık ve küfür musibetinde de tecelli
etmektedir.
Zira iman nimetinden mahrum olanlar devamlı manevi bir cehennemde yanarak
kalben ve ruhen sıkıntı çekerler. Bu da manevi bir kahır olduğu için el-Kahhar
isminin bir tecellisidir. Kahhar ism-i şerifi ile dünyada onları böyle manevi bir
kahır ile kahreden Allah, ahiret aleminde de Kahhar isminin en geniş aynası olan
cehennemde onları mahv-ı perişan ederek, adaletini ve mutlak galibiyetin tek
sahibi olduğunu gösterecektir. Evet cehennem, el-Kahhar ismine en geniş ayna
olarak ehl-i isyanı içine alacaktır.
Madem biz bu aleme, bu alemin sahibi olan Allah’ı tanımak ve O’na iman etmek
için geldik. Ve madem her şeyde O’na açılan pencereler ve hakka giden yollar
vardır. O halde bizler her şeyde O’na pencereler açmalı ve o pencerelerdeki
isimler ile O’nu zikir ve tesbih etmeliyiz. Yani;
Helak olan bir kavmin kalıntılarını gördüğümüzde; “Ey kendisine isyan edenleri
helak eden Allah’ım! Sen Kahharsın, dilediğini perişan ve mahvedersin. Senin
kahrın, adaletinle tecelli eder. Her şeyin perçemi senin kudret elindedir. Hiçbir asi
senin kahrından kaçamaz ve hiçbir zalim sana karşı gelemez. Sen mühlet verirsin
ama ihmal etmezsin…”
Bahardaki mahlukların, kışın gelmesiyle ölümlerini gördüğümüzde; “Ey bahara
Muhyi ismi ile hayat verip, hayat verdiği bu mahlukatı kışın kahhar ismi ise
kahreden Rabbim! Sen kahretmeye muktedir olansın ve el-Kahharsın. Bu kışta
ölen her bir mahluk lisan-ı haliyle seni kahhar ismiyle zikrettiği gibi, ben de
onların halka-i zikrine girerek lisan-ı kalimle seni “Ya kahhar, Ya kahhar” diyerek
zikrediyorum…”
Bir deprem felaketinde binlerce kişinin öldüğünü ve binaların yıkıldığını
gördüğümüzde; “Ey yeryüzünü kudretiyle bir beşik gibi sallayan Rabbim! Yıkılan
bütün bu binalar ve ölen bütün bu insanlar üzerinde senin Kahhar isminin mührü
gözüküyor, sancağı dalgalanıyor. Ancak bu Kahhar isminin tecellisi altında, yine
rahmetin tecelli ediyor. Ölen ehl-i imanı şehit kabul ediyorsun. Çektikleri
sıkıntıları, günahlarına keffaret yapıp, ağaçların yapraklarını döker gibi, bu
sıkıntılarla onların günahlarını döküyorsun. Ve onların helak olan mallarını sadaka
kabul ediyorsun. Hem biliyorum ki, senin Kahhar isminin bu tecellisine bizim
işlediğimiz günahlar sebep oldu. Ey Sultanlar sultanı! Kahhar isminin tecellisinden
senin rahmetine sığınıyorum.
Fırtınaların, kasırgaların ve hortumların “Ya Kahhar, Ya Kahhar” diyerek
döndüğünü gördüğümüzde; “Ey azameti ve büyüklüğü karşısında her şeyin
küçüldüğü, Ey Celalinin korkusundan dağların parçalandığı, Ey kudret ve
azametine her şeyin boyun eğdiği ve Ey korkusu altında her şeyin zillet içinde
bulunduğu rabbim! Bu fırtınalar ve kasırgalar senin itaatkar askerlerindir ve
Kahhar isminin tecellileridir. Onlar nasıl “ya kahhar ya kahhar “ diyerek alemi
titretiyorlar, ben de, her ne kadar sesim onlar gibi gür çıkmasa da ve günahlarım
sesimi kıssada seni “ya kahhar ya kahhar” diyerek zikir ve tesbih ediyorum…
Kahhar isminden insanın alacağı en büyük ders ise şudur;
İnsan, geçmiş asırlara bakmalı ve o asırlarda yaşayan asi ve inatçı kavimlerin
akıbetini görmeli. Ve anlamalı ki, insan başıboş değildir. Her vakit bir celal ve
kahır sillesine maruzdur. Günahlarından dolayı azabın onu yakalamaması, Allahın
kendisine verdiği mühletten dolayıdır. Yoksa Allah asla ihmal etmez.
Bu mühleti bir ganimet bilmeli ve kahhar isminin tokadına yemeden evvel takva
dairesine girmelidir.
El-Vehhab
El- Vehhab; Hibe eden demektir. Hibe ise; karşılık beklenmeden yapılan bağıştır.
Evet Allah Vehhab’tır; karşılıksız hibe eder, cömertçe ihsan eder ve verdiklerine
mukabil bir bedel istemez. Zaten insan da kendisine verilen bu nimetlerin ücretini
ödemek istese de ödeyemez.
- Biz yoktuk var olduk.
- Mevcutlar içinde taş, toprak gibi cansız bir varlık olabilirdik. Ama olmadık, hayat
sahibi olduk.
- Hayat sahipleri içinde çiçek veya ağaç gibi bir bitki olabilirdik. Ama olmadık,
şuur sahibi olduk.
- Şuur sahipleri içinde herhangi bir hayvan olabilirdik. Ama hayvan da olmadık,
insan olduk.
- İnsanlar içinde ateşe tapan bir Mecusi, öküze tapan bir Hindu, veya puta secde
eden bir putperest olabilirdik. Ama olmadık, Allah tanıdık ve O’na iman ettik.
- Allah’a iman edenler içinde O’na evlat isnat eden bir Yahudi veya Hıristiyan
olarak Allah’ın gazabını celbedebilirdik. Ama yine olmadık. Elhamdülillah
Müslüman olduk.
- Müslümanlar içerisinde de Sultan-ı Enbiya ve Habib-i Kibraya olan Hz.
Muhammed (sav)’e ümmet olmakla şeref bulduk.
Bütün bu nimetlere karşı Allah’a ne verdik?
Hiçbir şey…
İşte karşılıksız, cömertçe ikram ve ihsan edilen bu nimetler üzerinde Allah’ın
Vehhab ismi gözükmektedir. Demek bizlere bedelsiz verilen hayatımız,
vücudumuz, vücudumuza takılan gözümüz, kulağımız, dilimiz ve diğer azalarımız,
bu azalara takılan hissiyat ve duygularımız, sözün özü maddi ve manevi sahip
olduğumuz her şey, Allah’ın bize bir hibesidir. Ve Vehhab isminin bir tecellisidir.
Demek ağaçlara takılan yapraklar, çiçekler ve meyveler, kuşlara takılan kanatlar,
balıklara verilen yüzgeçler, kısacası her bir mahluka yapılan hibeler ve ona
verilen hediyeler Allah’ın Vehhab isminin bir tecellisidir.
Demek her bir varlık kendisine verilen cihazların, hibe edilen duyguların, ikram
edilen rızıkların ve kendisine yapılan bütün iyiliklerin lisan-ı haliyle Allah’ı Vehhab
ismiyle zikreder ve O’nu tesbih eder.
İnsanın vazifesi ise; Bu mahlukların lisan-ı halleriyle “ya Vehhab, ya Vehhab”
diyerek yaptıkları tesbihatı işitmek ve Vehhab isminin kendindeki tecellilerini
görerek, haliyle, diliyle hatta bütün azalarıyla “ya Vehhab ya Vehhab” diyerek o
halka-i zikre katılmaktır.
İnsan bu vazifeyi yaptıkça insandır. Ve bu aleme gönderiliş vazifesi budur.
Kendisine yapılan en küçük bir iyiliği unutmayan ve yıllarca o iyiliğin sahibinden
övgüyle bahsedip ona minnettar olan insan, nasıl olurda, nimetleri saymakla
bitmeyen Allah’ın iyiliklerini unutur? Ve O’na karşı minnettar olması gerekirken,
nasıl olurda o minneti, nimetin gelmesine vasıta olan sebeplere verir?
Bir padişahın kıymettar bir hediyesini bize getiren miskin bir adamın ayağını
öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece ahmaklık ise, öylede, Allah’ın
nimetlerini bize getiren sebeplere medh ve muhabbet edip, nimetlerin hakiki
sahibi olan Allah’ı unutmak, ondan bin derece daha ahmaklıktır.
Evet tavuk sebeptir, yumurta Allah’ın ihsanıdır. Koyun sebeptir, süt Allah’ın
ikramıdır. Arı sebeptir, bal Allah’ın nimetidir. Bulut sebeptir, yağmur Allah’ın
rahmetidir. Ağaçlar sebeptir, meyveler Allah’ın hediyesidir. Bunlar gibi sebeplere
takılan bütün nimetler Allah’ın hibesidir. Ve Vehhab isminin tecellisidir.
O halde şükredilmeye, övülmeye ve methedilmeye en çok layık olan; nimetlerin
gerçek sahibi olan Allah’tır. Çünkü nimeti getirene değil, onu gönderene bakılır.
İnsanın bu ismi ahlak edinmesi ise şöyle olur; yaptığı iyiliklerde karşılık
beklememelidir. Karşılık sadece malla, mülkle de olmaz. Beklenilen bir övgü,
kazanılmak istenen bir şeref, istenilen bir hürmet ve arzu edilen bir teveccüh de
manevi bir bedeldir. Eğer yaptığı iyiliklere karşı böyle manevi bir bedel beklerse,
yine Vehhab ismini ahlak edinememiştir.
Hatta yaptığı ibadetleri, sadece Allah’ın rızası için yapmalı ve karşılığında cenneti
beklememelidir ki, Vehhab ismine mahzar olabilsin. Zaten ibadet, geçmişte
verilen nimetlerin şükrüdür. Yoksa gelecekte verilecek nimetlerin karşılığı
değildir. Evet biz ücreti almışız ve ibadetle mükellefiz.
Bir Allah dostu bu makamı şu sözleriyle dile getirmiş ve Vehhab ismini ahlak
edindiğini göstermiştir;
Ehl-i dünya dünyada,
Ehl-i ukba ukbada,
Her biri bir sevdada,
Bana Allah’ım gerek….
Er-Rezzak
Er-Rezzak: Bütün mahlukatının rızıklarını veren ve ihtiyaçlarını karşılayan
demektir. Allah Rezzak’tır ve rızık vermek ancak Cenab-ı Hakka mahsustur.
Bütün insanların ve hayvanların rızıklarına O kefildir ve O’nun garantisi
altındadır.Rızık ise iki kısımdır;
1- Beden için olan azıklar ve yemekler gibi zahiri rızıklar,
2- Ruh, kalp ve akıl gibi manevi latife ve duyguların rızkı.
1- Beden için olan azıklar ve yemekler gibi zahiri rızıklar;
Yeryüzünün içinde, havasında, denizinde yaşayan bütün hayat sahiplerinin,
bilhassa aciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların hem maddi ve midevi hem de
manevi bütün rızıklarını, kuru ve basit bir topraktan, cansız ve kemik gibi kuru
odun parçalarından yaratan O’dur. Adeta o toprak, bir kazan olur ki, içinde her
nevi rızık pişer. Ve her bir ağacın kuru dalı, rahmetin eli olur ki, o el ile en güzel
meyveler ikram edilir.
Hele hele en latifi, kan ve fışkı ortasından gelen tertemiz ve besleyici süttür ki,
adeta o koyun ve keçi gibi mübarek hayvanlar, rahmetin bir süt çeşmesi olur ve
Rezzak namına ab-ı hayat gibi en latif bir gıdayı bize takdim ederek, Rezzak
ismini kör gözleri dahi gösterir.
Bir sofra görsek, üzerinde birkaç zeytin ile bir parça kuru ekmek olsa, acaba bu
basit sofranın kendi kendine kurulduğuna, o zeytin tanelerinin ve ekmek
parçasının tesadüfen, sofranın üzerine geldiklerine bizi inandırabilirler mi? Elbette
hayır. Hatta dünya toplansa, bu basit sofranın tesadüfen bu hali aldığına bizi
inandıramaz.
Acaba küçük bir sofra bile, kendisini kuran bir zatın varlığını gerektirirse, zemin
yüzü sofrasının tesadüfen kurulması hiç mümkün olur mu ?
Bu öyle bir sofradır ki, kocaman bahar, bu sofranın gül destesidir. Bu sofrada her
vakit hadsiz misafirler oturur. Onlara, layık oldukları şekilde ikram edilir. Bu
sofranın üzerinde her çeşit yiyecek bulunur. Her vakit milyarlar oturur, o sofrada
doyar, kalkar ama sofra hiç boş kalmaz. Hiç mümkün müdür ki, küçücük bir sofra
bile sahipsiz olamazken, şu yeryüzü sofrası sahipsiz olsun?
Hem sakın zannetmeyin, bu sofrada oturanlar sadece insanlar ve hayvanlardır.
İktidar ve ihtiyarsız olan ağaçlar ve bitkiler taifesi dahi rızka muhtaçtır. Onlar
tevekkül edip, yerlerinde dururken mükemmel beslenirler. Hatta hayvanlardan
daha çok yavru beslerler. Evet onların yaprak, çiçek ve meyveleri onların
yavrularıdır.
Bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçlara sündüs misal cennet
elbiselerini giydirmek… çiçek ve meyvelerin ziynetiyle süslendirip, onların latif
elleri olan dallarıyla çeşit çeşit, en tatlı ve en sanatlı meyveleri bize takdim
etmek… hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı ve tatlı bir balı bize yedirmek… kan ve
fışkı arasından sütü bizim için çıkarmak… elsiz bir böceğin eliyle ipek gibi
yumuşak bir elbiseyi bize giydirmek… hem rahmetin büyük bir hazinesini bizim
için küçücük bir çekirdekte saklamak… denizi bizlere taze balık deposu ve
incileriyle, mercanlarıyla ziynet dükkanı yapmak… ve tavuğun yumurtasından
tutun, gökyüzünden inen yağmura kadar sayamadığımız ve saymakla da
bitiremeyeceğimiz daha nice nimetler üzerinde Allah’ın Rezzak ismi gözükür.
Demek yediğimiz her bir lokmanın üzerinde Rezzak isminin mührü vardır. Ve
sabah aç çıkan ve akşam yuvasına tok dönen bütün canlılar lisan-ı halleriyle
Cenab-ı Hakkı “ya Rezzak, ya Rezzak” diye tesbih ederek adeta şu ayeti okurlar;
“Nice canlılar vardır ki, onlar rızkını taşıyamaz. Allah hem onları, hem de
sizi rızıklandırır. O işitendir ve bilendir.” (Ankebut: 60)
Hem Rezzak-ı Rahim, insana daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalp ve
hayal, ruh ve akıl gibi duyguların her birisini rahmet hazinesinin birer anahtarı
hükmünde yaratmış ve insana takmıştır.
Mesela göz, kainatın yüzündeki güzellik ve cemal gibi kıymetli hazineleri açan bir
anahtardır. Dil; yiyecekler alemini açan bir anahtardır. Kulak; sesler aleminin
anahtarıdır. İşte bunun gibi her bir duygu birer alemin anahtarı olur ve insan o
alemden o anahtarlar vasıtasıyla istifade eder. Demek her bir aza ve duygu,
nimetlere kavuşmaya vesile oldukları için Rezzak isminin tecellisidir.
Acaba Allah’ın nimetlerini bizlere ulaştıran kişilere bir ücret öderken, nimetin
hakiki sahibi olan ve o nimeti bizim için yoktan yaratan Allah bu rızıklara mukabil
bizden ne fiyat istiyor?
Bizden istediği üç şeydir: Biri zikir, biri fikir ve diğeri şükürdür. Başta “Bismillah”
zikirdir. Sonda “Elhamdulillah şükrüdür.” Ortada ise; bu kıymetli sanat harikası
olan nimetlerin Rezzak-ı Kerim’in kudretinin bir mucizesi ve rahmetinin bir
hediyesi olduğunu düşünmek ve tefekkür etmektir.
2- Ruh, kalp ve akıl gibi manevi latife ve duyguların rızkı
Niçin insan güzel şeyleri dinlemekten hoşlanır?
Niçin güzel yerler görmeyi arzu eder?
Niçin konuşmak ister?
Niçin Kuran dinlerken tarif edemediği bir haz duyar?
Ve niçin Allah’ı isim ve sıfatları tefekkür etmek ona lezzet verir?
Bütün bu soruların cevabı şudur; Çünkü o anda o latifeler rızkını bulmuştur.
Nasıl ki mide bir rızık ister, öylede kalp, ruh, akıl, göz, kulak ve ağız gibi insanın
latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahimden rızıklarını isterler ve şükrederek
alırlar. Her birisine ayrı ayrı layık olduğu rızık rahmet hazinesinde ihsan edilir.
Kulağın rızkı seslerdir, gözün rızkı görülen güzel şeylerdir, kalbin rızkı Kurandır,
aklın ve ruhun rızkı ise Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmektir. Ve bunun
gibi…
Manevi rızıkların başında ise salih amel gelir. Çünkü dünyadaki salih ameller
cennette ebedi rızıklar tarzında sahiplerine ikram edileceklerdir. Cennet ehli bu
ikramdan sonra; “şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız salih amelin
neticesidir” diyeceklerdir. Yani dünyadaki salih ameller, cennette cisimleşmiş
birer rızık kesilmiştir.
Salih amellerin en salihi ise namazdır. Demek namaz kılan kişi o anda Allah’ın
Rezzak ismine mahzardır. Bunun gibi Kur’an okuyan, zikir eden, sadaka veren,
tavaf eden ve mahsus bir ibadetle meşgul olanlar o anda Rezzak ismine birer
aynadır.
Bu ismi şöyle bir dua ile tamamlayalım;
“Ey Rezzak-i Kerim, Ey Rahman-ı Rahim ve ey bizi nimetleriyle bu
dünyada besleyen sultanımız!
Bize bu dünyada gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını ve
menbaları cennette bize göster. Bizi huzur-u saltanatına celbet.
Bizi bu dünya çöllerinde sahipsiz bırakma. Bize merhamet et. Burada
bize tattırdığın lezizi nimetlerini orada da tattır.
Bize zeval ve kendinden uzaklaştırmak ile azap etme.”
El-Fettah
Fettah: Hüküm veren, kapıları açıp yardım eden, zafer ve fetih lütfeden ve
varlıklara suretler giydiren gibi manalara gelir. Şimdi bu ismin manalarını
sırasıyla inceleyelim:
1- Hüküm veren: Allah Fettahtır. Bu ism-i şerifi ile hak ile batılı birbirinden
ayırmış, aralarını yer ile gök arası kadar açmış, hakkı üstün tutup, batılı geçersiz
kılmıştır. Bu mana ile Kuran, Fettah ismine en büyük bir aynadır. Zira Kuran’ın
nüzulüyle hak gelmiş ve batıl zail olmuştur. Kuran’ın her bir hükmü hakkı ve
adaleti izhar etmiş, batılın ve zulmün tasallutundan insanları kurtarmıştır. Yine
Fettah ismi azami mertebede peygamber efendimiz (sav)’de tecelli etmiştir.
Efendimiz (sav) insanlar arasında hak ile hükmetmiş, verdiği her hüküm ile hakkı
galip kılıp, batılı yok etmiştir. Bu sebeplerdir ki Efendimizin isimlerinden bir tanesi
de “Fatih”tir. Yine bu isim, hak ile hükmederek, hak ile batılın arasını açan adil
sultanlarda ve devlet reislerinde de tecelli etmiştir. Hz. Ömer, Fatih Sultan
Mehmed ve Yavuz Sultan Selim gibi sultanlar bunlardan bazılarıdır.
O halde kim bu ismin tecellisine mazhar olmak isterse, ilk önce kendi nefsinde
hak ile batılın arasını ayırsın, hakkı hak bilip hakka tabi olsun ve batılı batıl bilip
batıldan ictinab etsin. Daha sonra insanlar arasında hak ile hükmetsin ve kendi
aleyhinde olsa dahi hakkın ortaya çıkması için adaleti gözetsin. Kim bunlara
yaparsa Fettah isminin bir aynası olmayı başarır. Cenab-ı Hak bizleri Fettah
isminin tecellisine mazhar eylesin!
2- Kapıları açan: Fettah isminin tecellisiyle maddi ve manevi kapılar açılır,
müşküller giderilir ve zor olan işler kolaylaştırılır. Bir işsizin iş bulması, borçlunun
borcunu ödeyecek imkâna kavuşması, bir ilim talebesinin zor bir meseleyi
kavraması, anlaşılması zor bir hakikatin anlaşılması, yeni bilgilerin keşfedilmesi,
kilitlenen işlerin açılması, hakkı görmeleri için insanların kalplerinin ve gözlerinin
açılması, günahkârlara tövbe kapısının açılması, zulme uğrayana yardım edilmesi,
ümitsizliğe düşen kullara ümit kapılarının açılması, dünyanın kapatılıp ahiretin
açılması hep bu ismin tecellisiyledir.
Bize düşen Cenab-ı Hakkı fettah ismiyle zikretmek, “Ey kapıları açan Allah’ım,
bize bütün hayır kapılarını aç” duasını dilimize vird-i zeban etmek ve maddi veya
manevi bir hayır kapısı açıldığında bu kapıyı açan Allah’ı fettah ismiyle tefekkür
edip O’na şükretmektir.
3- Zafer lütfeden: Cenab-ı Hak Fettahtır. Kullarına fetihler nasip eder.
Peygamber Efendimizin Mekke’yi, Hz. Ömer’in İran’ı, Selahaddin-i Eyyubi’nin
Kudus’ü, Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethetmesi ve diğer bütün
fetihler Allah-u Teâlâ’nın Fettah isminin tecellisiyledir. Cenab-ı Hak, Fettah
isminin hürmetine Ümmet-i Muhammed’e yeni Ömerler, Fatihler, Yavuzlar ihsan
etsin ve bizlere, gayesi hakkı götürmek ve zulmü defetmek olan yeni fetihler
nasip etsin. Fettah isminin tecellisi ile maddi fetihler gerçekleştiği gibi manevi
fetihler de gerçekleşir. Peygamber Efendimizin kalplerin sultanı olması böyle
manevi bir fethin neticesidir. Demek kalpteki sevgiyi kazanmak ve kişinin
muhabbetine mazhar olmak fettah isminin tecellisiyledir.
Ya Rab! Kalplerimizi muhabbetinle ve Habibinin muhabbetiyle öyle bir fethet ki
gayrısına yer kalmasın. Âmin.
4- Varlıklara suret veren: Fettah isminin bir manası da varlıklara suret ve şekil
vermektir. Bir tohumdan çiçeğin çıkartılması, çekirdeklerden ağaçların
yaratılması, ağaçlardan çiçek, yaprak ve meyvelerin çıkarılması, yumurtalardan
hayvanatın icadı ve nutfe denilen su damlacıklarından insanların ve hayvanların
halkedilmesi, hep Fettah isminin tecellisiyledir.
Bu manasıyla Fettah ismi âlemde azami mertebede tecelli etmektedir. Zira tohum
ve nutfe gibi basit maddelerden, çeşit çeşit muntazam suretlerin, hep beraber,
her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılması ve her mahlûka münasip bir suret ve
şeklin verilmesi tevhidin en kuvvetli bir delili ve kudretin en hayretli bir
mucizesidir.
Fettah ismi bu manasıyla gözümüz önünde her an tecelli ederken maalesef insan
ülfeti ve gafleti sebebiyle bu ismin tecellisinden gaflet etmekte ve adeta şu ayetin
manasına muhatap olmaktadır: “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki,
yüz çevirerek üzerinden geçerler.” (Yusuf 105) .
O halde Fettah isminin bu manasına karşı vazifemiz şudur: Tohumlardan,
çekirdeklerden, nutfe ve yumurtalardan çıkartılarak kendisine şekil ve suret
verilmiş mahlûkata ibret nazarıyla bakmak, onlarda tecelli eden Fettah ismini
tefekkür etmek ve tohum hükmündeki amellerimizin cennet sümbülleri şeklinde
açılmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz etmektir.
El-Alim
Bilen demektir. Allah alimdir. İlmi, ezeli ve ebedi olup bütün kâinatı ve her şeyi
kuşatmıştır. Hiçbir şey onun ilminin dışında kalamaz. Perdesiz güneşe karşı zemin
yüzündeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı gibi, o Alim-i zü-l Celalin nur-u
ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün değildir. Çünkü her şey şuhud
dairesindedir, her şeye nüfuzu vardır.
Peygamber Efendimiz (sav) ilim sıfatıyla Allah’ı şöyle vasfetmiştir: Ey gaybların
âlimi!
Ey ilmi her şeyi kuşatan! Ey en gizli ve en bilinmez sırları bilen, Ey ilmi geçmiş ve
gelecek her şeyi ihata eden! Ey dağların ağırlıklarını, denizlerin ölçüsünü, yağmur
damlalarının adetini, ağaçların yapraklarının sayısını, gecenin kararttığı ve
gündüzün aydınlattığı her şeyin adetini bilen! Şimdi Allah’ın ilminin delillerinden
bir kısmını zikredeceğiz:
1- Bütün hayat sahiplerinin, muhtaç oldukları rızıkları layık bir tarzda,
münasip bir vakitte ve umulmadık bir yerden vermek, ancak her şeyi
kuşatan bir ilim ile olur. Çünkü rızkı gönderen, rızka muhtaç olanları bilecek,
tanıyacak, vaktini bilecek, ihtiyacını görecek; sonra rızkını layık bir tarzda
verebilir. Mesela yavruları süt ile besleyen, zeminin suya muhtaç bitkilerine
yağmur ile yardım eden, elbette o yavruları tanır, ihtiyaçlarını bilir, o bitkileri
görür ve yağmurun onlara lüzumunu bilir ve sonra gönderir. O halde rızkı
mükemmel olarak verilen her bir mahlûk Cenab-ı Hakkın ilim sıfatına şehadet
etmektedir.
2- Eşyaya ayrı ayrı muntazam ve hikmetli suretler vermek ancak bir ilm-i
muhit ile mümkündür.Bu meselenin hadsiz misallerinden sadece deveye
bakalım:
Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç
hafta su içmeden yaşayabilir. Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir.
Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri
kum ile dolmaz.
Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes
alabilir.
Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar.
Uzun boynu yerden 3 metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu
nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve
yaralanmalardan korur.
Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50
dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…
Devenin vücudunda hadsiz şekiller ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının
devamı için en mükemmel sureti ve şekli vermek, her şeyi bilen bir zatın ilmini
ispat eder. Mesela, devenin bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın
ayakları gibi olsaydı, çölde 1 km. bile gidemezdi. O zaman diğer özelliklerinin bir
önemi kalır mıydı? Veya gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile
atamazdı. Dudakları yarık olmasa beslenemezdi.
Görüldüğü gibi deveye en hikmetli özellikler verilmiştir. Hadsiz imkânlar içinde en
güzel sureti, en mükemmel vücudu, el layık sıfatları vermek ise ancak bir ilm-i
muhit ile olabilir.
Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlûkatı deveye kıyas
edin ve Allahın nihayetsiz ilmini bir derece tefekkür edin.
3- Mahlûkatın icadı ve yaratışındaki kolaylık sonsuz bir ilme işaret eder.
Çünkü bir işte kolaylık, ilmin derecesi ve mahareti ile orantılıdır. Ne kadar fazla
bilse, o derece kolay yapar. Şimdi mevcudatın icadına bakıyoruz: Hayret verici
bir kolaylıkla, külfetsiz, kısa bir zamanda, noksansız, birbirine karıştırmadan fakat
mucizevî bir surette icad ediliyor. Demek hadsiz bir ilim sahibi vardır ki,
nihayetsiz kolaylıkla bu icatlar yapılıyor. Mesela saniyede 4 insan ve günde
yaklaşık 350.000 insan yaratılıyor. Her birine göz, kulak, dil gibi onlarca cihaz
takılıyor. Ve insanın yaratıldığı o saniyede mikroplardan, bakterilerden,
karıncalardan, sineklerden, böceklerden tutun kuşlara, balıklara ve diğer canlılara
kadar hadsiz fertler, aynı o saniyede yaratılıyor. Hâlbuki çabuk olan, ani bir
surette yaratılan ve basit bir maddeden oluşan şeyler, gayet basit, şekilsiz ve
sanatsız olması lazım gelirken, bakıyoruz ki, yaratılan her şey güzel bir sanatla,
nakışlarla süslenmiş bir tarzda ve mükemmel bir şekilde yaratılıyor. İşte bu
yaratılış, Allah’ın alim isminin kemalini bizlere gösteriyor.
4- Kainattaki mizan ve denge Allah’ın alim ismine işaret eder. Çünkü ölçü
ve denge ile yaratmak ancak ilim ile olur. Şimdi mahlûkatı bir kenara bırakarak
sadece insana bakalım ve bu mizanın ne derece hassas olduğunu bir derece
anlayalım:
Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Vücudumuzda belli
ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler bulunmaktadır ki, bunların
azlığı veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela, bakır kan yapıcı özelliğe
sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını
işlettirir. Eksikliğinde davranış bozuklukları gözükür.
Kadminyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır.
Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi
bir yerinde elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir. İşte
bu denge ve hassas mizan ancak ve ancak bir ilm-i muhitin tecellisi iledir. Bu
dengeyi gördükten sonra bu ilm-i muhiti inkar etmek, ancak akıldan istifa etmek
ile mümkündür.
5- Kainattaki hıfziyet hakikati nihayetsiz bir ilme şehadet eder. Şöyle ki:
Âleme bakıyor ve görüyoruz ki, küçük-büyük, adi-ali, yaş-kuru, gökte, yerde,
karada, denizde her şey mükemmel bir intizam içinde muhafaza ediliyor.
Bitkiler tohumlarda, ağaçlar çekirdeklerde, hayvanlar yumurta ve nutfe denilen
su damlacıklarında muhafaza ediliyor. Koca baharın bütün çiçekli ve meyveli
mevcudatının şekilleri ve programları küçücük tohumcuklar içinde yazılarak
muhafaza ediliyor ve ikinci baharda tekrar yaratılıyor. İnsanın tarihçe-i hayatı ise
kuvve-i hafızasında, vücudunun bütün özellikleri ise DNA’larında yazılıyor.
İşte bu derece dikkatli hıfziyet, ancak nihayetsiz bir ilim ile mümkündür ve onsuz
olamaz. Demek bütün tohumlar, çekirdekler, nutfeler, kuvve-i hafızalar ve
DNA’lar kendilerinde muhafaza edilen bilgi ve programlar ile Cenab-ı Hakkın
ilmine işaret ederler. Allah’ın alim isminin delilleri çoktur. Bizler bu delilleri
Bediüzzaman hazretlerinin Risale-i Nur külliyatına havale ederek zikrettiğimiz beş
delille yetiniyoruz.
Madem şu kâinatın sahibinin böyle bir ilmi vardır, elbette insanları ve insanların
amellerini görür ve insanların neye layık ve müstehak olduklarını bilir. Hikmet ve
rahmetinin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek. Öyleyle ey insan!
Aklını başına al, dikkat et, nasıl bir zat seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!
El-Kâbıd
Kabzeden, tutan, daraltan, sıkan, zorlaştıran ve az veren manalarına gelir.
Allah Kâbıd ismi ile bazen lütuf ve ihsanını kulundan kısar, rızkını daraltır, onu
muhtaç eder, rahat yaşamından mahrum bırakır ve yoksullaştırır. Bir kimse bu
hale düştüğünde Kâbıd isminin tecellisine ayna olmuştur. Demek iflas eden,
borcunu ödeyemeyen, malını kaybeden, işten çıkartılan, maddi sıkıntılar içinde
daralan kimselerde Allah’ın Kâbıd ismi tecelli etmektedir.
Kâbıd ismi maddi âlemde böyle tecelli ettiği gibi, bazen de manevi âlemde tecelli
eder; kul bu tecelli ile koca dünyaya sığmaz bir hale gelir, içi sıkılır, kalbi daralır,
ruhu sanki bir kafesteymiş gibi çırpınır. İşte bu hal Kâbıd isminin bir tecellisidir.
Bu tecelli ile kul kendi aczini anlar, fakrini derk eder ve rahmet-i ilahiyyenin
kapısını dua ve niyaz ile çalar, Allaha iltica eder, ona sığınır. Demek Kâbıd isminin
tecellisi, dua ve niyaza bir davettir.
Yağmurların yağmaması da Kâbıd isminin bir tecellisidir. Bazen olur ki Allah-u
Teala kimi yerlere yağmur yağdırmaz, kimi yerlere az yağdırır. Adeta yağmuru
tutar, kabzeder. Demek yağmursuz geçen günler Kâbıd isminin tecellisine
mazhar olan günlerdir. Kâbıd isminin tecellisini daha birçok yerde görebilirsiniz:
Mesela sıkışan trafikte, öğrenilmeye çalışılan bir meselenin anlaşılamamasında ve
kişiye zorlaştırılmasında, mahsullerin bir felaket ile helak olmasında, toprağın
kuraklaşıp ekinlerin bitmemesinde, işlerin kesat gitmesinde, hayatın insanlara
zorlaşmasında ve diğer bütün sıkıntı ve zorluk hallerinde tecelli eder.
Bu isim dünyada böyle tecelli ettiği gibi ruhun ölüm anında kabzedilmesinde de
tecelli eder. Her ölen ve ruhu kabzedilen mahlûk, Allah’ın Kâbıd ismine ayna
olmuştur. Ölümde tecelli eden Kâbıd ismi, ölümün kardeşi olan uykuda da tecelli
etmektedir. Uyku esnasında ruhlar tutulur. Eceli gelenlerin ruhu bırakılmazken,
eceli gelmeyenlerin ruhları bedenlere iade edilir. Bunun ölümden tek farkı,
ölümde ruhun tamamen çıkması, uykuda ise ruhun bedenle olan irtibatının
tamamen kesilmemesidir. İşte uykudaki ruhların tutulması da Kâbıd isminin bir
tecellisidir.
Bu tecelli Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirilmektedir: “Allah ölümleri anında
ruhları alır. Ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm
hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye
kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler
vardır.” (Zümer 42)
Ölüm ve uykuda ruhun kabzedilmesi ile tecelli eden Kâbıd ismi, kabrin kulu
sıkmasıyla ve hesap günündeki diğer sıkıntılarla da tecelli eder.
Hülasa: Çekilen her maddi ve manevi sıkıntı, dünyevi ve uhrevi zorluk Kâbıd
isminin bir tecellisidir. Burada kula düşen ise: Kâbıd isminin tecellisine karşı sabır
ile mukabele etmek, her sıkıntıdan sonra bir genişliğin olduğuna itikat ederek dua
ve tazarru ile acz ve fakrini rahmetin dergâhında izhar etmektir.
El-Bâsıt
Genişleten, açan, kolaylaştıran ve çok veren manalarına gelir.
Allah Bâsıt ismi ile kulundaki ihsanını çoğaltır, rızkını genişletir ve halini
fakirlikten zenginliğe, sıkıntıdan feraha ve zorluktan kolaylığa çevirir. Bu ismin
tecellisiyle fakir zenginleşir, borçlu borcunu kolayca öder, işsiz iş bulur ve diğer
bütün maddi sıkıntılar yok olur, yerlerini lütuf ve ihsana bırakır.
Yine Kâbıd ismiyle daralan gönüller ve ruhlar, bu ismin tecellisiyle inşirah bulur,
neşe dolar ve feraha kavuşur. Bu hal ile kul, Cenab-ı Hakk’ın ihsanını anlar,
lütfunu derk eder ve rahmetin hediyelerine karşı şükürle mukabele eder. Demek
Kâbıd isminin tecellisi, dua ve niyaza bir davet olduğu gibi; Bâsıt isminin tecellisi
de şükür ve hamde bir davettir.
Yağmurlar bu ismin tecellisi ile yağar, toprak bu ismin tecellisi ile rahmetin bir
kazanı olur, türlü türlü nebatatı içinde pişirir. Bu ismin tecellisiyle yeryüzü bir
sofra, bahar o sofranın bir gül destesi, ağaçlar rahmetin bir eli ve çiçekler o
rahmetin güzel bir hediyesi olur. Yine bu ismin tecellisi ile anlaşılması zor olan bir
mesele insana açılır, kesat giden işler bol kazanca ve berekete dönüşür, hayat
insanlara kolaylaşır, maddi ve manevi sıkıntılar yerlerini ferah ve mutluluğa
bırakır.
Uykuda kabzedilen ruh, Bâsıt isminin tecellisi ile tekrar bedene döner. Demek her
uyandığımızda Allah’ın Bâsıt ismini tefekkür ve zikir etmeliyiz.
Yine bu ismin tecellisi ile ibadetten lezzet ve zevk alınır, zor olan ibadetler insana
kolaylaştırılır, ibadetin peşin bir mükâfatı olan manevi hazlar hissedilir.
Sözün özü: Maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi bütün genişlikler Bâsıt isminin
bir tecellisidir. İnsan-ı kâmil odur ki: Nimetten nimetin hakiki sahibine çıkar,
kendisine lütfedilen maddi ve manevi nimetlerin sahibi olan Allah’ı Bâsıt ismiyle
tanır, her genişlikte Bâsıt isminin bir cilvesini görür ve O’na hamd ve şükür eder.
Allah-u Teâlâ, bu ismin hürmetine bizlere maddi ve manevi genişlikler versin,
sıkıntı ve darlıklardan kurtarsın ve Bâsıt isminin tecellisine bizleri mazhar etsin.
Âmin!
El-Hâfid
El-Hâfid: Alçaltan, yukarıdan aşağıya indiren, hor ve hakir kılan manalarına
gelir. Cenab-ı Mevla, bu ism-i şerifiyle zalimleri, asileri ve firavunları alçaltır.
Onları hem dünyada hem de ahirette zelil ve hakir eder. Bu ism-i şerif ile zalimler
zelil kılındığı gibi, bazen Müminler ve masumlar da alçaltılarak sabır ile imtihan
edilir. Demek bu isim, bazen kulun zulmünden dolayı ve bazen de sabırla imtihan
edilmesinden dolayı kişide tecelli eder.
Şimdi, bu ism-i şerifin âlemdeki tecellilerini görelim:
Zalim devlet reislerinin ve yöneticilerin devrilmesi bu ism-i şerifin tecellisi ile olur.
Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller ve onların her asırdaki timsalleri, Hâfid
isminin tecellisiyle alçaltılmış ve saltanatlarını kaybederek hor ve hakir
olmuşlardır. Demek, saltanatını kaybeden her zalim sultan, bu ism-i şerifin
tecellisiyle yerle bir olmuştur.
Bu isim, şahıslarda olduğu gibi devletlerde de tecelli etmiş, Roma, Bizans ve Pers
imparatorlukları gibi birçok imparatorluk ve devlet, bu ismin tecellisiyle yıkılarak
tarihin sayfalarına gömülmüşlerdir.
El- Hâfid ismi şuralarda da tecelli eder:
Bir yöneticinin makam ve mevkisini kaybetmesi, başarılı bir öğrencinin başarısını
kaybetmesi, zengin bir kimsenin malını ve varlığını kaybederek fakir olması,
sağlıklı bir insanın sağlığını kaybetmesi, güçlü ve kuvvetli bir insanın kuvvetini
kaybetmesi gibi bütün alçalmalar ve yukarıdan aşağıya inmelerde Hâfid ismi
tecelli eder.
Şu da bilinmelidir ki, alçalmak sadece işlenen günahlar ve kusurlar sebebiyle
değildir. Bazen Cenab-ı Hak, kulunu sabır ile imtihan etmek için verdiği nimetleri
ondan alır ve onu alçaltarak El-Hâfid ismine mazhar eder.
Bu isim maddi olarak böyle tecelli ettiği gibi, manevi olarak da şöyle tecelli
edebilir: Bir Müslüman’ın dinden dönerek kâfir olması, namaz kılan birisinin
namazını bırakması, bir hafızın hafızlığını unutması ve kulun işlemiş olduğu
günahlar sebebiyle manevi mertebelerden aşağıya, ahsen-i takvimden esfel-i
safiline düşmesi gibi… Hâfid isminin bu manevi tecellilerinden Rabbimiz bizleri
muhafaza etsin!
Bu isim dünyada tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecek, kâfirler ve zalimler
cehenneme sokularak orada hor ve hakir kılınacaktır. İşte bu, El-Hâfid isminin
belki de en büyük tecellisidir!
Peygamber Efendimiz (sav), El- Hâfid isminin bir tecellisine şu hadis-i şerifleri ile
şöyle dikkat çekmiştir:
Hz. Enes (ra) şöyle dedi: Resulullah (sav)’in devesi Adbâ, yarışta birinciliği
başkasına vermez ve yarışı başkasına kolay kolay bırakmazdı. Bir gün devesine
binmiş olarak bir bedevi geldi ve yarışta onu geçti. Bu durum Müslümanlara pek
ağır geldi. Onların bu halini fark eden Peygamber (sav) şöyle buyurdu:“Dünyada
yükselen bir şeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez bir kanunudur.”
İşte bu hadis-i şerif, her çıkışın bir inişi olduğunu beyan etmekle, El-Hâfid ismini
ders vermektedir.
Bu ismin tecellisi karşısında kula düşen vazifeler ise şunlardır:
1- Eğer kendisi El-Hâfid ismine mazhar olarak alçaltılmış ise, evvela kendisine
bakarak buna sebep olan günah ve kusurlarına hemen terk etmeli ve Cenab-ı
Hakk’a iltica ederek O’nun kulluğuna dört elle sarılmalıdır.
2- Bilmelidir ki: Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Dünyada başa gelen birçok
sıkıntı ve belalar vardır ki, Allah-u Teâlâ -kulunun sabretmesi şartıyla- o sıkıntı ve
belalarla kulunu günahlardan temizler ve manevi makamları kazanmasına o
belaları bir sebep kılar. Bu sebeple kul, bu ismin tecellisine rıza içinde sabır
göstermelidir.
3- El-Hâfid isminin tecellisiyle helak olan kavimlere, zelil olan sultanlara, makam,
mevki, şan ve şöhretlerini kaybeden insanlara ibret nazarıyla bakmalı ve onların
halinden bir ders alarak, onların mahvolmasına sebep olan amellerden, yılandan
kaçar gibi kaçmalıdır.
Er-Râfi
Er-Râfi: Yükselten ve aşağıdan yukarıya çıkaran manalarına gelir. Cenab-ı Hak
Râfi’dir. Dilediğini nasıl aşağılara indiriyor ve zelil ediyorsa, dilediğini de yükseltir
ve aziz eder. Bir padişahı köle yapabileceği gibi, bir köleyi de sultanlık tahtına
oturtabilir.
Cenab-ı Mevla, bu ism-i şerifiyle Müminlerin cennetteki derecelerini yükseltir.
Onları hem dünyada hem de ahirette kendisine yakın eder. Hâfid ismi ile zalimleri
alçalttığı gibi, Râfi ismi ile de Müminleri ve salihleri yükseltir, onları yüce
makamlara ulaştırır.
Devletler de bu ismin tecellisi ile büyür ve diğer devletlere üstünlük kazanır. İşte
bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu da bu isme ayna olarak yükselmiş ve diğer
devletlere hâkim olmuştur. Daha sonra da İsm-i Hâfidin tecellisiyle yukarıdan
aşağıya indirilmiştir.
Asr-ı saadet ve ondan sonra gelen Hülefa-i Raşidin devri de bu isme mazhar
olmuş ve o asrın Müslümanları bütün din ve devletlere üstün gelerek galip
olmuştur. İşte bu da İsm-i Râfi’nin bir tecellisidir.
Devletlerde tecelli eden Râfi ismi, devlet yöneticilerinde de tecelli etmiş ve bir
kısmı bu ismin tecellisine mazhar olarak yıllarca ülkelerini yönetmiştir. Demek
sultanlar ve devlet resileri, bu ismin tecellisi ile o makamlara oturmuşlardır. Tabi
bir vakit sonra bu isim yerini El-Hâfid ismine bırakmış ve iş başında olan devlet
reisleri makamlarından alaşağı edilmişlerdir.
Şimdi de bu ism-i şerifin âlemdeki diğer bazı tecellilerini görelim:
Semanın yükseltilmesi, kuşların uçması, ağaçların yükselmesi, bir uçağın
havalanması, gemilerin denizde batmaması ve suyun üzerinde yüzmesi, bir
yöneticinin makam ve mevki kazanması, başarısız bir öğrencinin başarıyı
yakalaması, fakir bir kimsenin zengin olması, bir hastanın iyileşip sağlığına
kavuşması, zayıf bir kişinin güçlü ve kuvvetli bir hale gelmesi gibi bütün
yükselmeler ve aşağıdan yukarıya çıkmalarda Râfi ismi tecelli eder.
Bu isim maddi olarak böyle tecelli ettiği gibi, manevi olarak da şöyle tecelli eder:
Meleklerin semaya yükselmeleri, bir kâfirin Müslüman olması, namaz kılmayan
birisinin namaza başlaması, ruhların bedenden ayrılıp gökyüzüne yükselmesi, bir
kulun işlemiş olduğu salih ameller sebebiyle manevi mertebelerde yükselmesi ve
kişinin esfel-i safilinden ahsen-i takvim sırrına yükselmesi gibi birçok hadisede
Râfi ismi tecelli eder. Peygamber Efendimiz (sav)’in en büyük mucizelerinden biri
olan Miraç hadisesi de bu ismin tecellisi ile olmuştur. Rabbimiz bizleri de Râfi
isminin bu manevi tecellilerine mazhar eylesin!
Bu isim dünyada tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecek ve Müslüman olarak
ölenler cennete girerek orada yükseleceklerdir. İşte bu, Er-Râfi isminin belki de
en büyük tecellisidir!
Bu ismin tecellisi karşısında kula düşen vazifeler ise şunlardır:
1- Eğer kendisi Er-Râfi ismine mazhar olarak yükseltilmiş ise, evvela bunun
sebebinin kendi yeteneği değil, Allah’ın rahmeti olduğunu bilmeli ve kendisini
yükselten Cenab-ı Mevla’ya hamd ve şükür ederek, oradan düşmesine sebep
olacak amellerden son derece kaçınmalıdır. Sözün özü Karun gibi olmamalı ve
“Ben bunu kendi katımdaki bir ilim ile kazandım” diyerek nimeti kendisine isnad
etmemelidir.
2- Bilmelidir ki: Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. İmtihan ise bazen sabırla ve
bazen de şükürle olmaktadır. Onun yükselmesi de şükürle bir imtihandır. Kişi
bunu bilmeli, gurur ve övünmek yerine şükrü kendisine ayrılmaz bir refik
yapmalıdır.
3- Er-Râfi isminin tecellisiyle yükselen kavimlere, aziz olan sultanlara, makam,
mevki, şan ve şöhret verilmiş insanlara gıpta ve hased etmemelidir. Onlara
verilen bu nimetlerin sadece imtihan için verildiğini düşünerek, o nimetlerin
kendisine verilmesini, imtihanı kaybetmek endişesinden dolayı talep etmemelidir.
Gıpta edeceği tek şey, uhrevi ameller ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazandıracak
ameller olmalıdır.
El-Muiz
El-Muiz: Dilediğine izzet ve şeref veren demektir. Cenab-ı Hak Muiz’dir. İzzeti ve
şerefi dilediğine verir. Her aziz olan, O’nun aziz kılmasıyla o izzete ulaşmıştır.
İzzet, kibirden farklıdır. İzzet, insanın kendi nefsinin hakikatini keşfederek
kendindeki üstünlüğü Allah’tan bilmesidir. Kibir ise, insanın kendindeki acizliği ve
fakirliği unutarak, kendindeki izzeti nefsine isnad etmesidir.
Cenab-ı Hak, izzete ve şerefe layık olan kullarını en iyi bilendir. O, dilediği kulunu
aziz eder, onun şanını artırır ve onu insanlar arasında vakar sahibi kılar. O kişi,
bu ismin tecellisi sayesinde daima rabbinin emrinde, resulünün yolunda olup, asla
kendisini rezil edecek bir işte ve harekette bulunmaz.
Şimdi, bu ismin tecellilerini bir nebze tefekkür edelim:
Evvela bu isim sadece Müminlerde ve Müslümanlarda tecelli eder. Zira İslam ve
iman, izzet ve şerefin olmazsa olmazıdır. İzzet ve şerefin mikyası İslamiyet’tir. Bu
hakikate Kuran şöyle işaret etmiştir:
“Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Yoksa izzet ve şeref
onların yanında mı arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a
aittir.” (Nisa139)
“İzzet ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere
mahsustur.” (Münafikun)
İşte bu ayet-i kerimelerin beyanıyla, izzat ve şeref Allah’a, Peygamber Efendimize
(sav) ve Müminlere mahsustur. Müminler, iman sıfatları sebebiyle aziz edilmiş ve
şereflendirilmişlerdir. Demek iman ve İslam, izzetin başlı başına bir sebebidir.
İzzet ve şeref sahibi kumandanlar da bu isme mazhar olmuştur. Onlardaki izzet
ve şeref, Allah’ın Muiz isminin bir tecellisidir. Demek Fatih’lerde, Kanuni’lerde,
Yavuz’larda ve diğer izzet sahibi bütün kumandanlardaki izzet ve şeref, Muiz
isminin bir tecellisidir.
Kumandanlarda tecelli eden Muiz ismi, devlet ve milletlerde de tecelli etmiş ve bir
kısım devletler El-Muiz ismine mazhar olarak diğer devletlere galip ve üstün
gelmişlerdir. Osmanlı Devleti, Muiz ismine geniş bir ayna olarak 600 yıl üç kıtada
hâkimiyet göstermiş ve topraklarının sınırlarında güneş hiç batmamıştır.
İlim tahsil eden ve ilmiyle amil olan âlimler de Muiz isminden nasiplerini
almışlardır. Zira ilim de izzet ve şerefin bir sebebidir.
Bu isim, Allah’a ibadet ve itaat eden kullarda da gözükür. Zira Allah’a itaat
etmekten daha üstün bir izzet ve şeref yoktur. Bu hakikate Efendimiz (sav) şöyle
işaret buyurmuştur: “Müminin şerefi gece namazı kılmasındadır. İzzeti ise,
insanlardan müstağni olup onlara el açmamasındadır.”
El-Muiz ismi kıyamet günü de bütün haşmetiyle tecelli edecek ve Müminler aziz
edilerek cennete sokulacaktır. Demek cennete girmek de Muiz isminin bir tecellisi
iledir.
Cenab-ı Hak bu ismin hürmetine bizleri hem dünyada hem de ahirette aziz
eylesin ve bizleri o izzetten mahrum edecek bütün amellerden muhafaza eylesin.
Âmin.
El-Muzil
El-Muzil: Dilediğine alçaltan ve zelil eden demektir. Allah-u Teâlâ, dilediğini aziz
edip şerefli kıldığı gibi, dilediğini de zelil eder ve hakir kılar. Allah’ın hor ve hakir
kıldığını kimse şerefli kılamaz; izzet ve şerefe ulaştırdığını da kimse zelil edemez.
İzzet, Allah’ın kullarına verdiği bir şeref olduğu gibi, zillet de bir perişanlık ve
mahrumiyettir.
Tarihin tozlu sayfaları bu ismin tecellisiyle zelil olan kavimlerle doludur. Başta,
peygamberlerini inkâr eden Ad kavminden Semud kavmine, Medyen halkından
Lut kavmine kadar bütün isyankâr kavimler İsm-i Muzil’ın tokadıyla yerle bir
olmuştur. Onların kalıntıları ise, sonraki nesillere birer ibret levhası olarak
bırakılmıştır. Hatta o kavimlerden bir kısmı, maymuna ve hınzıra çevrilmek gibi
en alçaltıcı bir azap ile zelil edilmişlerdir. Yine Firavun’un denizde boğulması,
Nemrud’un topal bir sivrisinek ile helak edilmesi, Karun’un hazineleri ile birlikte
yere geçirilmesi gibi bütün Allah düşmanlarının başına gelen tokatlar ve
musibetler, El-Muzil isminin bir tecellisidir.
Allah’ı tanımayan asi kavimlerde tecelli eden İsm-i Muzil, her kâfir ve münafıkta
da tecelli etmektedir. Zira iman ve İslam izzetin sebebi olduğu gibi, şirk ve küfür
de zilletin ta kendisidir. Demek bir kâfir, ne kadar zengin ve güçlü de olsa,
hakikatte ve manasında zelildir ve hakirdir. Bir mümin ise ne kadar fakir ve zayıf
da olsa, hakikatte azizdir ve şereflidir. Zira Allah’a dost olan zillete düşmez ve
Allah’a düşman olan da aziz olamaz.
Muzil ism-i şerifi, yeryüzünde insana itaat eden bütün mahlûkatta da tecelli
etmektedir. Yani insanı deveye bindiren şey, insanın kuvveti değil; Hak Teâlâ’nın
deveyi insanın emrine verip onu zelil kılmasıdır. Deve, kendindeki Muzil isminin
tecellisiyle insana karşı zelil olmuştur. Aynen bunun gibi, gözsüz bir akrep ve
ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlup olan insana, küçük bir kurttan ipeği
giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren onun iktidarı ve kuvveti değil,
zayıflığının bir neticesi olan teshir-i rabbanidir. Yani o mahlûklar, Allah’ın zelil
kılmasıyla insana itaat etmektedir.
El-Muzil ism-i şerifi, dünyada böyle tecelli ettiği gibi, ahirette de tüm haşmetiyle
tecelli edecek ve kâfirler cehenneme atılarak zelil kılınacaklardır.
Allah-u Teâlâ, Müslümanları da günahları sebebiyle kâfirlere karşı zelil edebilir ve
maalesef Âlem-i İslam’ın şu andaki hali bu hakikate şahittir. Müslümanlar ne
zaman Kuran’a ve İslam’a sarılmışlarsa aziz olmuşlar ve ne zaman Kuran’dan ve
İslam’dan uzaklaşmışlarsa zelil olmuşlardır. Bu hakikate Efendimiz (sav) şöyle
işaret buyurmuştur: “Kim Allah’a verdiği ahdi bozarsa, Allah-u Teâlâ,
düşmanlarını onlara musallat eder.” İşte düşmanların musallat olması ve
Müslümanların mağlubiyeti, Allah’a verilen ahdin bozulması sebebiyle olan bir
zillettir.
Müslümanların izzeti kaybedip zillete düşmelerinin bir sebebi de dünyaya olan
rağbetleri ve hırslarıdır. Bu hakikate şu latif misal ile işaret edeceğiz:
Fetihe-l Musili hazretleri bir yerde otururken kendisine, arzu ve isteklerinin
peşinden gidenlerin sıfatları soruldu. Fetihe-l Musili hazretlerinin yakınlarında,
birinin elinde sadece ekmek, diğerinin elinde ise ekmekle birlikte turşu olan iki
çocuk vardı. Elinde sadece ekmek olan çocuk, arkadaşına: “Elindeki turşudan
bana da versene” dedi. Arkadaşı: “Bir şartla, eğer benim köpeğim olursan
veririm” deyince, elinde sadece ekmek olan çocuk: “Tamam” dedi. Bunun üzerine
ekmeğinin yanında turşusu olan çocuk, arkadaşının boynuna bir ip geçirdi ve tıpkı
köpeklerin çekildiği gibi onu çekmeye başladı. Fetih hazretleri, soru sorana dönüp
dedi ki: “Eğer bu çocuk elindeki ekmekle yetinmiş ve turşuya rağbet etmemiş
olsaydı, arkadaşının köpeği olmazdı.”
Bu kıssadan hissemiz şudur: Demek, zilletin bir sebebi de dünyaya olan hırs
ve rağbettir. Çünkü hırs, müminde mahrumiyetin ve zilletin sebebidir. Eğer zelil
olmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken şey, dünya sevgisini kalbimizden
çıkarmak ve elimizdeki nimetlere kanaat etmektir.
Cenab-ı Hak bizleri El-Muzil isminin tecellisinden muhafaza etsin. Bu ismin
tecelline sebep olacak günahları terk etmemiz hususunda bizlere gayret ihsan
eylesin. Bu dünyada bizi izzetle yaşatsın, izzetle öldürsün ve izzetle diriltsin.
Âmin.
Es-Semi
Es-Semi, işiten demektir. Cenab-ı Hak Semi’dir. Her sesi işitir ve duyar. En kısık
sesler ve en gizli fısıltılar dahi O’nun işitmesinden hariç kalamaz. Hiçbir şey
işitmesine perde olamaz.
O’dur bir tohumun kabiliyet lisanıyla çiçek olmak için yaptığı duayı işiten ve onu
çiçek yaparak duasına icabet eden.
O dur bir kelebeğin ihtiyaç lisanıyla kanat için yaptığı duayı işiten ve ona kanat
takarak duasına icabet eden.
O dur kurumaya yüz tutan bir yaprağın ızdırar lisanıyla su için yaptığı duayı işiten
ve bulutlar ordusuyla duasına icabet eden.
O dur kalpten geçen en gizli bir sesten tutun karanlıktaki bir karıncanın ayak
sesine kadar her şeyi işiten ve duyan.
Cenab-ı Hak bütün kemal sıfatlarla sıfatlanmış olup bütün kusur ve
noksanlıklardan münezzehtir. İşitmemek ve duymamak ise bir kusur ve
noksanlıktır. Cenab-ı Hak bu kusurdan beridir, yani Semi’dir. Semi sıfatı Cenab-ı
Hakk’ın zati bir sıfatı olup bu sıfatın hakiki mahiyetini idrak etmemiz mümkün
değildir. Bu sıfatın azametini şu misalle bir derece anlayabiliriz:
Acaba aynı anda kaç kişinin sesini işitip anlayabilirsiniz? İki kişi mi? Üç mü?
Yoksa dört mü? Bir insan aynı anda kaç kişinin sesini işitip anlayabilir? Evet, iki
kişiyi bile aynı anda dinleyip sözlerini anlamak insan için mümkün değildir.
Şimdi de Allah-u Teâlâ’nın işitme sıfatındaki azamete bakın… Bu kâinat
galaksilerin hareketlerinden sineklerin vızıltısına, rüzgârların terennümatından
bulutların naralarına, denizlerin dalgalarından yağmurların nağmelerine kadar
türlü türlü seslerle ve çeşit çeşit nağmelerle dolu ilahi bir musiki dairesidir.
İşte Cenab-ı Hak aynı anda bütün bu sesleri işitir. Denizlerin dibindeki balıklardan
tutun semadaki yıldızlara kadar, zerreden şemse, insanlardan meleklere kadar,
nihayetsiz varlıkların sesini aynı anda duyar. Hiçbir ses diğerine mâni olmaz.
Hatta sadece sesleri değil, kalplerden geçenleri dahi işitir. Elbette böyle bir
işitmeyi akıllarımızın idrak etmesi mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim bu ismi şu ayetleriyle ders vermektedir:
Kullarım sana benden soruyorlar. Muhakkak ki ben çok yakınımdır. Bana
dua edince, dua edenin duasına icabet ederim. (Bakara 186)
(Musa ile Harun) “Rabbimiz! Onun bize kötülük yapmasından veya
azgınlığını artırmasından korkarız.” dediler. Allah buyurdu ki:
“Korkmayın, zira ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm.” (Taha 45-
46)
Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen
Allah’a sığın. Çünkü O her şeyi işitir ve bilir. (Fussilet 36)
Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının
sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah
işitendir, bilendir. (Mücadele 1)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Allah-u Teâlâ’ya Semi ismiyle şöyle senada
bulunmuştur:
Ey sesleri işiten!
Ey dualara icabet eden!
Ey şikâyetleri duyan!
Ey işitmesi bütün işitenlerin üstünde olan!
Ey en gizli sesleri işiten ve en gizli arzuları bilen!
Ey çaresizlerin feryat ve inlemelerini işiten!
Ey hiçbir ses diğerine engel olmadan bütün sesleri bir anda işiten!
Bu isimden hissemiz şu olmalı: Madem Cenab-ı Hak Semi’dir ve her sesi işitir, o
hâlde biz de tazarru ve niyazla tevazu ve mahviyet ile dua etmeli ve
yalvarışlarımızı O’na işittirmeliyiz. Hem madem O Semi’dir, her şeyi hatta
kalbimizden geçenleri dahi işitir, o hâlde bizler de dilimize ve kalbimize sahip
olmalı ve Rabbimizin işitmekten razı olmadığı şeyleri O’na işittirmemeliyiz.
El-Basir
El- Basir: Her şeyi gören demektir. Evet, Allah Basir’dir. Her şeyi görür. Hiçbir
şey ondan gizlenemez ve saklanamaz. Bütün eşya her an O’nun şuhud
dairesindedir. Nasıl ki, güneşe karşı perdesiz eşya, güneşin şuasından gizlenemez
ve saklanamaz. Güneş, ışığı ile onları ihata eder. Aynen öyle de hiçbir eşya da
Cenab-ı Hakk’ın görüşünden gizlenemez ve saklanamaz. Cenab-ı Hak bütün
eşyayı tek bir eşya gibi görür; bir görüş, başka bir görüşe mâni olmaz.
Allah-u Teâlâ’nın Basir sıfatını tam manasıyla idrak etmek mümkün değildir.
Şöyle ki: Basir isminin küçük bir tecellisi insanda da mevcuttur. İnsan bu sıfatın
kendindeki tecellisi sayesinde âlemi ve içindeki eşyayı görür. Ancak insanın
görme sıfatı sınırlıdır. Mesela duvarı görür, ama arkasını göremez. Şu kadar
metredeki eşyayı görür, ama daha ötesini göremez. Önünü görür, ama arkasını
göremez. Birisini görürken diğerini göremez. Hâlbuki Allah-u Teâlâ bütün eşyayı
aynı anda görür. Birisini görmesi başkasını görmesine mâni olmaz. Zerrelerden
şemslere, papatyalardan galaksilere, denizlerin dibindeki balıklardan semavâtın
kandillerine kadar her eşyayı aynı anda görür ve müşahade eder. Elbette böyle
azametli bir görme sıfatını insanın kasır fehmiyle idrak etmesi mümkün değildir.
Bizler Allah-u Teâlâ’nın Basar sıfatıyla mevsuf olduğunu kabul ederiz, buna
inanırız. Ancak bu sıfatın künhünü idrak edemeyiz.
Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şu âlem şehadet etmektedir. Şöyle ki: Her bir
mevcut intizamlı ve sanatlı vücuduyla Allah’ın Basir olduğuna şehadet eder ve
duymasını bilenlere âdeta şöyle der: Ey insan, bana bak ve beni oku! Bak, nasıl
intizamla yaratılmışım. Ve nasıl harikulade bir sanatım var. Bak, her azamda bir
denge söz konusu. Bu intizamın ve dengenin keşfi için bütün ilimler seferber
olmuş. Elbette beni böyle yaratabilmek için yaratanımın beni görmesi gerekir.
Beni görmeli ki, böyle intizamlı ve sanatlı bir şekilde beni yaratabilsin. Görmeyen,
bu intizam ve sanata sahip olamaz. İşte her bir varlık kendindeki intizam ve
sanatın lisan-ı hâliyle Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet eder.
Yine rızıkların mükemmel bir şekilde yaratılması ve tam vaktinde muhtaçlara
verilmesi Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna bir delildir. Zira rızkı ihtiyaç sahibine en
münasip bir vakitte yetiştirmek ve o rızkı onun vücuduna uygun olarak yaratmak
ancak görmek ile mümkündür. Görmeyen, bu hikmetli fiile fail olamaz. Demek,
bu hikmetli fiilin sahibi ancak bütün eşyayı aynı anda görebilen bir zat olabilir.
Yine atomlardan tutun yıldızların hareketlerine kadar şu âlemdeki umumi intizam
Allah-u Teâlâ’nın Basir olduğuna bir delildir. Zira böyle bir intizam ancak bütün
kâinat şuhudunda ve görüşünde olan bir zat tarafından idare edilebilir. Bütün
kâinatı aynı anda göremeyen, bu intizamı tesis edemez ve devam ettiremez.
Demek, şu âlemdeki intizam da lisan-ı hâliyle Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna
şehadet etmektedir.
Mahlûkların intizamlı ve sanatlı vücutları, rızıkların yaratılması ve ihtiyaç
sahiplerine vakt-i münasipte yetiştirilmesi ve şu âlemdeki intizam, Cenab-ı
Hakk’ın Basir olduğuna şehadet ettikleri gibi, varlıkların nakış nakış dokunması,
birbirleriyle hikmetli münasebetleri, yaratılışlarındaki kolaylık ve suretlerinin
farklılığı gibi daha birçok cihetler yine Cenab-ı Hakk’ın Basir olduğuna şehadet
etmektedir.
Dilerseniz şimdi Kur’an’a kulak verelim ve Basir ism-i şerifinin anlatıldığı bazı
ayetlere dikkat kesilelim:
Hangi işi yaparsanız yapın, Kur’ân’dan ne okursanız okuyun, ne işte
çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken biz sizin
üzerinizde şahidiz. Ne yerde ne de gökte zerre kadar hiç bir şey
Rabbinden saklanamaz. (Yunus; 61)
İnkâr edenler: “Bize o kıyamet saati gelmez.” dediler. De ki: “Hayır, öyle
değil, gaybı bilen Rabbim hakkı için kıyamet size mutlaka gelecektir.
Göklerde ve yerde zerre kadar bir şey ondan gizlenemez. Bundan daha
küçük ve daha büyük ne varsa hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.”
(Sebe; 3)
Göklerde ve yerde olanları Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç
kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli
konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar
ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir. Sonra
kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah her
şeyi bilendir. (Mücadele; 7)
Bu ism-i şeriften hissemiz şu olmalıdır: Madem Allah-u Teâlâ Basir’dir ve her şeyi
görür; elbette bizi de görür ve her hareketimizi müşahede eder. Hiçbir hâlimiz
O’ndan gizlenemez. Madem O bizi görür, o hâlde biz de Rabbimize karşı hayâ ve
edep içinde olmalıyız. O’nun görmekten razı olmadığı amel ve hareketleri O’na
göstermemeli, yani o çirkin amelleri işlememeliyiz. Küçük bir çocuğun yanında
bile işlemekten hayâ ettiğimiz amelleri Allah-u Teâlâ bizi görürken O’nun
huzurunda işlemekten kaçınmalıyız.
Ey Rabbimiz! Sen kelamımızı işitiyorsun, hâlimizi görüyorsun, hiçbir işimiz
senden gizlenemez. Biz senin fakir, muhtaç, günahkâr, asi ve nefsine zulmetmiş
kullarınız. Bizleri bağışla ve bizlerde gördüğün çirkin hâlleri ihsanınla ve
kereminle affet.
El- Hakem
El-Hakem: Hükmeden, hak ile batılın, yanlış ile doğrunun, güzel ile çirkinin ve iyi
ile kötünün arasını ayıran demektir.
Bu manalarla Cenab-ı Hak Hakem’dir. Her şeyin hükmünü O verir ve hükmünü
eksiksiz icra eder. O’nun hükmü olmadan hiçbir şey, hiçbir hâdise meydana
gelemediği gibi, O’nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, infazına mâni olacak
hiçbir kuvvet de yoktur.
Allah-u Teâlâ Hakem’dir. Hak ile hükmeder. Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan,
güzeli çirkinden ve iyiyi kötüden ayırır. Eğer Cenab-ı Hakk’ın bu isminin tecellisi
olmasaydı, bizler bu zıtlar arasında bir ayırım yapamayacak, neyin hak, neyin
batıl; neyin güzel, neyin çirkin ve neyin iyi, neyin kötü olduğunu hiçbir zaman
bilemeyecektik.
Şimdi, Hakem isminin bazı tecellilerini görelim:
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Hakem ismine en geniş manada mazhar olmuş ve
bu ismin mazhariyetiyle hakkı batıldan, güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırmış ve
insanlar arasında hak ile hükmetmiştir. Sünnet-i Seniyyenin bütün meseleleri ve
bütün hükümleri El-Hakem isminin tecellisi ile meydana gelmiştir.
Yine Kur’an-ı Kerim, ism-i Hakem’e geniş bir aynadır. İçindeki hak hükümler, iyi
ile kötünün, güzel ve çirkinin arasını ayıran beyanlarıyla El-Hakem isminin
tecellisine mazhardır.
Yine İslam’ın şeriatı ve şeriatın her bir hükmü, El-Hakem ismine mazhardır.
Zaten bu mazhariyeti sebebiyle 14 asır boyunca insanları adaletle idare etmiş ve
her haklıya hakkını teslim ederek adaleti tesis etmiştir.
Dünyada insanlar arasında hak ile hükmeden bütün hâkimler yine Hakem ismine
aynadırlar ve bu ismin tecellisi sayesinde hükümlerinde isabet etmektedirler.
Hâkimler gibi gerçek âlimler de Hakem ismine güzel bir aynadırlar. Onlar da bu
ismin kendilerindeki tecellisi sayesinde yanlış ile doğrunun, hak ile batılın, hayır
ile şerrin arasını ayırmışlar ve bizlere göstermişlerdir. Hatta bu isim o kadar geniş
bir alanda tecelli eder ki Hz. Ali efendimizin ism-i azam olarak gördüğü altı
isimden birisi ve yine İmam-ı Azam efendimizin İsm-i azam olarak gördüğü iki
isimden birisi de Allah’ın Hakem ismidir.
Hakem ismi kâinattaki her hadisede ve her olayda tecelli etmektedir. Zira her
hadise ancak Allah-u Teâlâ’nın hüküm vermesi ile meydana gelmektedir. Bu
manasıyla, bir yaprağın düşüşünden tutun, yumurtadan çıkan bir civcive;
aldığımız nefesten tutun, yeni doğan bir bebeğe; denizlerin dalgasından tutun,
gökyüzündeki gezegenlere kadar her hadisede Hakem ismi tecelli etmekte, ya da
başka bir ifadeyle, Hakem isminin tecellisiyle bu hadiseler meydana gelmektedir.
Allah’ı inkâr eden ve O’na isyan eden kâfirin vücudunda dahi Allah’ın
hükümranlığı geçerlidir ve Hakem ismi tecelli etmektedir. Onun kalbini çalıştıran,
kanını dolaştıran, her hücresine gıda veren, saçının her teline renk veren ve
sözün özü, vücudundaki her tasarrufa hükmeden ve bu hükmü icra eden Allah-u
Teâlâ’dır.
El-Hakem ismi dünyada böyle tecelli ettiği gibi ahirette de tecelli edecektir. Bütün
insanları mahşer meydanında toplayacak olan Cenab-ı Hak, El-Hakem isminin
tecellisiyle insanlar arasında hak ile hükmedecek, boynuzsuz koyunun hakkını
boynuzlu koyundan alacak ve bu ismin tecellisiyle müminlerle kâfirlerin arasını
ayırarak müminleri cennete, kâfirleri de cehenneme sokacaktır. Ahiretteki
muhasebe El-Hakem isminin tecellisiyle yapılacak ve kimseye zerre miskal
zulmedilmeyecektir.
Bu isimden hissemiz şu olmalıdır: Yanlış teraziyle tartan, dünyanın en adil
insanı da olsa yanlış tartar. İlk önce teraziyi düzeltmek gerekir. Aynen bunun
gibi, Allah-u Teâlâ’nın El-Hakem ismine iman eden bizler, O’nun koyduğu,
Resulünün uyguladığı kurallara uyarak, beşerin yanlış terazilerini bırakmalı ve her
meseleyi Kur’an’a ve Sünnete göre tartmalıyız. Sorunlarımıza El-Hakem isminin
en geniş aynası olan Kur’an ve Sünnet ışığında çözüm bulmalı ve şu ayet-i
kerimenin tehdidinden her zaman titremeliyiz:
“Hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni
hakem yapmadıkça, sonra senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir
sıkıntı bulmadıkça ve tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş
olamazlar.” (Nisa 65)
El-Adl
El-Adl: Çok adil olan, asla zulmetmeyen, hak ile hükmeden, adalet sahibi
manalarına gelmektedir. El-Adl ismi hem Hz. Ali’nin hem de İmam-ı Azam
Hazretleri’nin İsm-i Azam olarak gördükleri isimler arasındadır.
Allah-u Teâlâ adalet sahibidir. Haksızlık ve zulüm yapmaz. Zaten zulüm
başkasının mülküne tecavüzdür. Bütün mülk ise Allah’ındır. Bu cihetle Cenab-ı
Hak hakkında -hâşâ- zulüm düşünülemez. O her işinde adaletle hükmeder. Ne
hesabında, ne takdirinde, ne kahrında, ne gazabında ve ne de icraatlarında zerre
miskal zulüm yoktur. Her işinde ve her fiilinde mutlak adalet sahibidir.
Şimdi El-Adl isminin âlemdeki tecellilerini tefekkür edelim:
1. Zalimlere gelen bütün semavi tokatlar El-Adl isminin bir tecellisidir.
Zalimlere gelen bütün semavi tokatlar El-Adl isminin bir tecellisidir. Nuh
kavminin, Ad kavminin, Semud kavminin, Firavunların, Nemrutların, Karunların
helakı hep bu ismin tecellisiyledir. Nerede bir zalim varsa ve ona semavi bir tokat
inmişse, onda El-Adl ismi tecelli etmiştir. Şimdi bu ismin tecellisine Kur’an’ın
beyanıyla bakalım:
“Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helak ettik). Andolsun ki, Musa onlara apaçık
deliller getirmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki (azabımızı
aşıp) geçebilecek değillerdi. Nitekim onlardan her birini günahları sebebiyle
suçüstü yakaladık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik. Kimini
korkunç bir ses yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk.
Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlar. (Ankebut 39-40)
İşte bu ayetlerle beyan buyrulan bütün azaplar El-Adl isminin tecellisiyle inmiş ve
zalimler bu ismin tecellisiyle helak edilmiştir.
Ya Rab! El-Adl isminin bu manasıyla bizlerde tecelli etmesinden sana sığınırız.
Ya Rab! Gazabından rızana, azabından affına, adaletinden rahmetine sığınırız.
Affın cömertliğindir, azabın ise adaletindir. Bize adaletinle değil, kereminle
muamele eyle. Âmin!
2. Kâinattaki mizan, denge ve ölçü El-Adl isminin bir tecellisidir.
Kâinattaki mizan, denge ve ölçü El-Adl isminin bir tecellisidir. Şimdi El-Adl isminin
bu manasını âlem sayfasında tefekkür edelim: Şu âlemdeki her varlık,
mikroorganizmalardan bitki ve hayvanlara varıncaya kadar her şey bu dünyayı
istila etmek istemektedir. Hâlbuki onların bu istila meyli ve arzusu bir kuvvetin
setti ile önlenmekte ve her biri bir limiti geçememektedir.
Mesela bir mikroorganizma uygun şartları bulduğunda 44 saat içinde 5000 dünya
ağırlığında bir büyüklüğe ulaşabilme özelliğine sahiptir. Eğer bu mikroorganizma
dilediği gibi büyüyebilseydi, tek başına şu âlemi istila edebilirdi. Ancak diğer
canlıların hayat haklarının korunması için bu mikroorganizmaya müsaade
edilmemiş ve çeşitli düşmanlarla mücadele etmek zorunda bırakılarak dünyayı
istilasının önüne geçilmiştir. İşte bu organizmanın büyümesini önleyen El-Adl
isminin tecellisidir.
Denizlerde milyonlarca yumurta yumurtlayan balıklara da bir sınır getirilmiştir.
Eğer bir sınırlama getirilmeseydi, her bir balık türü denizleri kendi cinsiyle istila
ederdi ve denge de yerle bir olurdu.
Mesela ıstakoz bir yılda yedi milyon yumurta yumurtlar. Eğer bunların hepsi
ıstakoz olsaydı, birkaç senede denizler ıstakozla dolar taşardı.
Mezgit balığı da senede altı milyon yumurta yumurtlar. Eğer bütün mezgitler
yaşasaydı, bir seneye kalmaz denizler mezgitle dolardı. Oysa altı milyon
mezgitten ancak bir düzinesi hayatta kalabilmekte ve diğerleri hayvanlara yem
olmaktadır.
Eğer balıklar ve diğer deniz canlıları diledikleri gibi çoğalsalardı, bir sene içinde
denizlerin dörtte üçünün canlılarla dolup taşacağını, karaları da suların istila
edeceğini kestirmek herhâlde güç olmaz. Ancak buna müsaade edilmemekte ve
denizlerde muhteşem bir denge hâkim olmaktadır. İşte bu denge El-Adl isminin
bir tecellisidir.
Bir cins ev faresinin bir sene içerisinde 400’e, ikinci senede ise 65.000’e
ulaşabileceği tespit edilmiştir. Eğer farelerin üremesi ve çoğalmasının önüne
geçilmeseydi, iki sene içerisinde yeryüzünü iki karış fare kaplardı. Bu farenin de
dilediği gibi çoğalamaması El-Adl isminin bir tecellisidir.
Ya dünya atmosferindeki oksijen dengesine ne demeli? Atmosferde % 21 oksijen,
% 77 azot ve %2 oranında da diğer gazlar vardır. Eğer oksijen %21 oranında
değil de biraz daha fazla olsaydı, ocağı yakmak için kibriti çaktığınızda dünyayı
yakabilirdiniz. Ya da biraz daha az olsaydı, boğazımıza bir ip geçirilmiş gibi
nefessiz kalırdık. İşte bu denge ve ölçü de El-Adl isminin bir tecellisidir.
Misalleri çoğaltmak hatta kâinattaki denge ile ilgili bir kitap yazmak mümkündür.
Zaten her fennin konusu bu denge olup her fen bu dengenin varlığına sadık bir
şahittir. İşte âlemdeki bütün bu dengeler, mizanlar ve ölçüler El-Adl isminin bir
tecellisidir. Demek, bu ism-i şerif bir an âlemdeki tecellisini çekse, âlem
karmakarışık bir hâl alıp her şey birbirine girecektir. El-Adl isminin bu manadaki
tecellisi sebebiyle Rabb’imize sonsuz hamd ve sena olsun.
3. Her şeye hassas ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek ve her azayı
yerli yerine koymak El-Adl isminin bir tecellisidir.
Her şeye hassas ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek ve her azayı yerli yerine
koymak El-Adl isminin bir tecellisidir. Şimdi El-Adl isminin bu manadaki tecellisini
insan aynasında tefekkür edelim:
Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Bu elementlerin hepsi bir
ölçüye ve dengeye göre vücudumuzda bulunmaktadır. Vücudumuzda belli
ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler vardır. Bunların azlık veya
çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir.
Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan beyin fonksiyonlarını işlettirir.
Eksikliği davranış bozukluklarına sebep olur. Kadminyumun görevi ise tansiyonu
ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon
rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerine elementlerin yığılması ise
hormonal bozuklukları meydana getirir. İnsanın vücudunda böyle son derece
hassas bir denge hâkim olduğu gibi, diğer hayat sahipleri olan hayvanların ve
bitkilerin vücudunda da aynı denge hâkimdir. İşte bu denge El-Adl isminin bir
tecellisidir.
Şimdi de suretlerdeki ve azaların yerleştirilmesindeki dengeye ve ölçüye
bakalım:
İşte insanın yüzü… Ne kadar da ölçülü ve dengeli… Her aza birbiriyle ne kadar
uyum içinde… Mesela eğer burnumuz biraz uzun olsaydı, ağzımızı kapatırdı.
Kaşlarımız uzasaydı, gözlerimizi kapatırdı. Ya dişlerimiz ya da dilimiz uzun
olsaydı, bu durumda ağzımızı nasıl kapatırdık? Gözümüz veya kulağımız büyük
veya küçük olsa ne kadar dengesiz ve ölçüsüz olurdu. Ve bunlar gibi… Her aza
nasıl da dengeli yaratılmış ve diğer azalarla uyumu ne de mükemmel sağlanmış…
Şimdi diğer mahlûkların suretlerindeki ölçüyü, azalarındaki dengeyi ve azalar
arasındaki uyumu insana kıyas edin…
İşte suretlerin böyle dengeli bir şekilde icadı, azaların ölçülü bir şekilde
yaratılması ve azalar arasındaki uyum El-Adl isminin bir tecellisidir. El-Adl ismi bu
manasıyla her an sayısız varlıkta tecelli etmektedir.
4. Her hak sahibine kabiliyeti nispetinde hakkını vermek El-Adl isminin
bir tecellisidir.
Her hak sahibine kabiliyeti nispetinde hakkını vermek yani vücudunun bütün
ihtiyaçlarını karşılamak ve hayatına devam edebilmesi için gereken bütün
cihazları en münasip bir tarzda ona takmak El-Adl isminin bir tecellisidir.
Dilerseniz El-Adl isminin bu manadaki tecellisini bir deve üzerinde tefekkür
edelim:
Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç
hafta su içmeden yaşayabilir.
Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir.
Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri
kum ile dolmaz.
Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes
alabilir.
Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar.
Uzun boynu yerden üç metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Dizler bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar
hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan
korur.
Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağına, kışın ise (-) 50
dereceye kadar ulaşan soğuğuna dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…
Mesela devenin bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın ayakları gibi
olsaydı, çölde 1 km bile gidemezdi.
Ya da gözü ağlı olmasaydı, fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı.
Veya dudakları yarık olmasaydı, beslenemezdi. O zaman diğer özelliklerinin bir
önemi kalır mıydı?
İşte devenin bu şekilde yaratılması yani hayatının muhafazası için ona en uygun
vücudun ve azaların verilmesi ve ihtiyacının karşılanması, başka bir ifadeyle
hayat hakkının korunması El-Adl isminin bir tecellisidir.
Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlukatı deveye kıyas
edin. Onların hayat haklarının korunması için onlara verilen vücuda, onlara
takılan cihazlara ve ihtiyaçlarının mükemmelen karşılanmasına bakın ve El-Adl
isminin bu tecellisi karşısında hayret secdesine varın!
5. İyiliklere güzel neticeler ve kötülüklere fena neticeler verme El-Adl
isminin bir tecellisidir.
İyiliklere güzel neticeler ve kötülüklere fena neticeler vermek El-Adl isminin bir
tecellisidir. Demek, mümine cenneti vermek ve kafiri cehenneme sokmak El-Adl
isminin bir tecellisidir. Gerçi cennet kazanılmaz, belki bir lutf-u İlahidir. Ancak
müminlerle kafirlerin arasını ayırarak müminleri cennete, kafirleri cehenneme
sokmak bir adalettir ve ism-i Adlin bir tecellisidir. El-Adl isminin bu ciheti ahirette
tam manasıyla tecelli edecektir.
Bu isimden hissemiz şu olmalıdır: İlk önce her işimizde doğru ve adaletli
davranmalı ve El-Adl ismine bu cihette parlak bir ayna olmalıyız. Yalan ve hile
asla bizden sudur etmemelidir. Daha sonra, bu ismin saydığımız manalarını âlem
sayfalarında tefekkür etmeli ve her mahlukun üzerinde El-Adl ismini farklı
cihetlerle okuyarak marifetullahta yükselmeliyiz.
Cenab-ı Hak bizleri El-Adl ismine tam bir ayna yapsın. Ve mahluklar üzerinde bu
ismin tecellisini okuyarak zatına ulaşan kullar zümresine dâhil eylesin! Âmin!
El-Latif
Latif isminin 2 manası vardır:
1- Çok lütufkâr ve lütfu bol olan manasına gelir.
2- Bütün gizli işlere vâkıf olan ve ilmiyle her şeyi kuşatan manasına gelir.
Allah-u Teâla bu iki manayla Latif’tir.
Kullarına karşı lütuf sahibidir. Kullarını bilmedikleri ve ummadıkları yerlerden
rızıklandırır ve bilmedikleri sebeplerle ihsanlarda bulunur.
Hem ilmi her şeye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey ondan gizlenemez ve saklanamaz. O,
gizli ve açık bütün hâllere vâkıftır. Alenen yaptıklarımızı ve gizlediklerimizi bilir.
Her hâlimiz onun nazarında ve şuhudundadır…
Şimdi Latif isminin bu iki manasını âlem sayfasında tefekkür edelim:
1- Allah-u Teâlâ çok lütufkâr ve lütfu bol olandır.
“Allah kullarına lütufkârdır (latif), dilediğini rızıklandırır. O güçlüdür,
galiptir.” (Şûrâ, 42/19)
Allah-u Teâlâ Latif’tir. Lütfu bol ve ihsanı çok geniştir. Her mahlûk bu ismin
tecellisiyle ummadığı yerden rızıklanır, bilmediği yerden ihtiyacı karşılanır,
beklemediği yerden iyiliklere ve hayırlara mazhar olur.
Latif ismi bu manasıyla şu âlemi ihata etmiştir. Mesela:
Biz yoktuk, var olduk. Rabbimiz bize varlık ile lütufta bulundu…
Var olduk; taş gibi, dağ gibi bir cansız olabilirdik. Rabbimiz bize hayat vermekle
lütufta bulundu…
Hayat sahibi olduk; ağaç gibi, çiçek gibi ruhsuz olabilirdik. Rabbimiz bize ruh
vermekle lütufta bulundu…
Ruh sahibi olduk; ancak bir böcek, bir kelebek, bir sinek gibi hayvan olabilirdik.
Rabbimiz bizi insan yapmakla lütufta bulundu…
İnsan olduk; ateşe tapan bir Mecusi, ineğe tapan bir Hindu, puta tapan bir
putperest ya da bir beşere ilah diyen bir Yahudi veya Hıristiyan olabilirdik.
Rabbimiz bizi Müslüman yapmakla ve Hz. Muhammed (s.a.v.) kuluna ümmet
yapmakla lütufta bulundu…
İşte bütün bu ihsanlar ve iyilikler Rabbimizin Latif isminin birer tecellisidir.
Bizlere takılan göz gibi, dil gibi, kulak gibi her türlü maddi cihazat; akıl gibi,
muhabbet gibi ve ilim gibi her türlü manevi cihazat Latif isminin bir tecellisidir.
Bu ismin tecellisi ile kuşa kanat, balığa yüzgeç takılır. Yine bu ismin
tecellisiyledir; şu koca güneş bizlere bir lamba ve soba, şu ay bizlere bir gece
lambası ve takvimci ve şu yıldızlar dünya evimizin birer kandili olmuştur.
Yine bu ismin tecellisi ile günahlar bağışlanır, kusurlar örtülür, kabahatler silinir
ve bütün günahlar bir anda sevaba dönüştürülür. Bütün bu ihsanlar lütfu bol ve
ihsanı sınırsız olan Rabbimizin lütfudur ve Latif isminin bir tecellisidir.
Bu ismin tecellisi ile yeryüzü bir sofra ve bahar mevsimi bu sofranın bir gül
destesi olur. Bu ismin tecellisi ile o kuru ağaçlar hayat bulur ve ellerini bizlere
uzatarak Rabb-i Latif’in şirin nimetlerini bizlere sunar.
Bu isimdir toprağı kazan gibi kaynatan ve her türlü bitkiyi bu kazanda pişiren…
Bu isimdir zehirli bir böceğin eliyle bize balı yediren ve elsiz bir böceğin eliyle bize
ipek gibi yumuşak elbiseyi giydiren…
Bu isimdir; koyun, deve, keçi gibi hayvanları bizlere birer süt çeşmesi yapan ve
develerden gemilere, atlardan fillere ve güneşlerden bulutlara kadar her şeyi bize
itaatkâr kılan ve her şeyi bizim emrimize veren…
Bu ismin tecellisiyledir şu sema bize bir bina ve şu yeryüzü bizlere bir döşek
olmuştur. Dağlar birer direk ve bulutlar su ambarı olmuştur. Gece bir dinlenme
vakti ve gündüz bir gezinti yeri olmuştur…
Bu ismin tecellisiyle hastalar şifa, borçlular eda bulur. Her muhtaç ihtiyacına, her
dertli dermanına bu ismin tecellisiyle kavuşur.
Bu ismin tecellisidir şu âciz ve fakir insanı âlemlerin Rabbi olan Allah’a muhatap
ve sevgili yapan. Dünyada O’na misafir ve cennette O’na dost kılan.
Şu âlemdeki bütün güzellikler Latif isminin bir tecellisidir. Mahlûkatın bu kadar
güzel olması, nakış nakış dokunması, rengârenk boyanması ve hikmetle
tanzimleri Latif olan Rabbimizin güzelliği istemesinden ve lütfetmesinden
kaynaklanmaktadır.
Latif isminin “lütfu bol ve ihsanı çok olan” manasını anlatmaya ciltler dolusu kitap
yazılsa yine azdır. Zira aldığımız her nefes bile bu ismin bir tecellisidir. Böyle
devamlı lütufta bulunan Rabbimizin hangi nimetlerini sayarak bu ismin tecellisini
bitirebiliriz? Rabbimizin nimetleri saymakla biter mi? İşte Latif ismi bu âlemde bu
kadar geniş bir şekilde tecelli etmektedir. Kelebeklerden meleklere, çiçeklerden
kuşlara kadara her mahlûk bu ismin tecellisi ile hayat bulmuş, varlık âlemine
çıkmış ve sayısız lütuflara mazhar olmuştur. Onlarda görülen her ihsan ve her
lütuf Latif isminin bir tecellisidir. Koca cennet bu ismin zayıf bir gölgesidir.
Ey bize Latif ismiyle tecelli eden ve bizi nimetleriyle besleyen sultanımız! Bize
gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster. Ve bizi
saltanatının merkezi olan cennete celbet. Bizi bu dünya çöllerinde mahvettirme.
Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada
da yedir. Bize yokluk ile ve lütfundan uzaklaştırma ile azap etme. Sana müştak
ve müteşekkir şu itaatkâr kullarını başıboş bırakıp idam etme. Âmin!
2- Allah-u Teâlâ bütün gizli işlere vâkıf olan ve ilmiyle her şeyi
kuşatandır.
Latif isminin ikinci manası, Allah-u Teâlâ’nın bütün gizli işlere vâkıf olması ve
ilmiyle her şeyi kuşatmasıdır. Allah-u Teâla bu manayla da Latif’tir. İlmi her şeye
nüfuz etmiştir. Hiçbir şey ondan gizlenemez. O bütün gizli işlere vâkıftır. Alenen
yaptıklarımızı ve gizlediklerimizin tamamını bilir.
Perdesiz güneşe karşı zemin yüzündeki eşyanın gizlenmesi mümkün olmadığı
gibi, o Latif-i zü’l-Celal’in nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi de mümkün
değildir. Çünkü her şey şuhud dairesindedir, her şeye nüfuzu vardır.
Mahlûkatın icadı, intizamlı ve sanatlı vücutları, rızıkların yaratılması ve ihtiyaç
sahiplerine vakt-i münasipte yetiştirilmesi ve şu âlemdeki intizam ve denge
Cenab-ı Hakk’ın Latif olduğuna şehadet ettikleri gibi; varlıkların nakış nakış
dokunması, birbirleriyle hikmetli münasebetleri, yaratılışlarındaki kolaylık ve
suretlerinin farklılığı gibi daha birçok cihetler yine Cenab-ı Hakk’ın Latif olduğuna
şehadet etmektedir.
Dilerseniz şimdi Kur’an’a kulak verelim ve bu mana ile Latif ism-i şerifinin
anlatıldığı bazı ayetlere dikkat kesilelim:
“(Lokman oğluna): Yavrum, (yaptığın iyilik veya kötülük) hardal tanesi
ağırlığınca olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa, Allah
mutlaka onu getirir. Çünkü o latiftir, habirdir.” (Lokman, 31/16)
“Sözünüzü ister gizleyin ister onu açığa vurun (fark etmez). Çünkü O,
göğüslerin özünü bilir. O, yarattığını bilmez mi? O, latiftir, habirdir.”
(Mülk, 13-14)
Ey nefsim, işte senin böyle Latif bir Rabbin var ki, seni görür ve her gizli işini
bilir. Değil fiillerin, hatıra ve hayallerin bile ondan gizlenemez ve saklanamaz. Her
hâline muttalidir. Her an üzerinde galip ve her hâline şahittir. O hâlde nasıl olur
da Rabbinden utanmaz ve türlü türlü günahlarla kendini ona arz edersin? Bir
düşün… Her günahı işlerken Rabbin yanında. Seni görüyor ve seni biliyor. Bundan
nasıl sıkılmaz ve o günaha devam edersin?
Ya Rab! Sen Latif’sin. Her hâlimizi bilir ve her şeyimizi görürsün. Hiçbir hâlimiz ve
işimiz hatta düşünce ve duygularımız dahi senden gizlenemez. Sen bizlerde
gördüğün kusurları affet. Latif isminin tecellisiyle bizlerde gördüğün kusurları yine
Latif isminin tecellisiyle yok et ve günahlarımızı silmekle bizlere lütfet. Bizler
senin Latif isminin tecellisine çok muhtaç olan âciz, fakir, asi ve günahkâr
kullarız. Biz kullarına hem dünyada hem de ahirette lütfunla tecelli et. Âmin!