YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ SÜRELİ YAYINIDIR MEDENİYETİN MEKÂN VE ŞEHİR İLE İLİŞKİSİ MEDENİYETİN ÖZÜ ŞEHİR DÜNYA KÜLTÜR MİRASINA DEV ARMAĞAN: KİTAB-I DEDEM KORKUD ALÂ LİSÂN-I TÂİFE-İ OĞUZÂN BAHARIN MUŞTUSU CEMRE VE NEVRUZ DÜNYANIN HASBAHÇESİ İSTANBUL
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
YIL: 5 SAYI: 16 BAHAR DÖNEMİ’19 | ÜSKÜDAR İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ SÜRELİ YAYINIDIR
MEDENİYETİN MEKÂN VE ŞEHİR İLE İLİŞKİSİ
MEDENİYETİN ÖZÜ ŞEHİR
DÜNYA KÜLTÜR MİRASINA DEV ARMAĞAN: KİTAB-I DEDEM KORKUDALÂ LİSÂN-I TÂİFE-İ OĞUZÂN
BAHARIN MUŞTUSUCEMRE VE NEVRUZ
DÜNYANIN HASBAHÇESİ İSTANBUL
Editörİ s h a k A S L A N
Zaman, mekân ve tin yani kısacası insan, ba-
hara ayarlıdır. İnsan, âlemde var olan bütün nü-
velerin kendinde mücessem hale geldiği küçük
evrendir. Aynı zamanda Allah’ın esmasında yer
alan tüm anlamların yine kendisinde toplandığı,
bu güzel adların şarihi olan varlık yine insandır.
Bir bakıma o, evrenin hülasasıdır. Böyle bir dona-
nıma sahip olan insan, bu ulvi özelliğinden dola-
yı yeryüzünün halifesi konumundadır.
İnsanın tin(ruh) halini belirleyen ise mevsim-
lerdir. Baharın ilk gong sesi, Nevruz günü ile
başlar. Bu an, mevsimler içerisinde en çocuksu,
seyyal, heyecanlı ve helecanlı olandır. Kıpır kıpır,
İmtiyaz SahibiÜsküdar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Adına
Sinan Aydın
Genel Yayın Yönetmeni
İshak Aslan
Yazı İşleri Müdürü
Mine Kılıç
Yayın KuruluTayfur Kozan
Selahattin ÖzkökÖzgür Aras Tüfek
Mine KılıçReyhan Çelik
Sabahat Özgöl
Bülten
Rumeysa Karışmaz
TasarımGriton İletişim Grubu
www.griton.com.tr
Baskı
Hat Basım SanatlarıBasım Tarihi: Ocak 2019
6
S i n a n AY D I N *
MEDENİYETİN MEKÂN VE ŞEHİR İLE İLİŞKİSİ
leri görünmez ama aktarılan hafızaları ile bizim varo-luşumuzun birer parçasıdırlar. Doğadan ve kadim kül-türümüzün köklerinden uzaklaştıkça mekân bilincimiz de zayıflar.
Mimari, mekânın ahlaki ve estetik tanzimidir. Mimar-lar sadece dış mekânı oluşturan eserleri değil, ruhumu-zu da şekillendirirler. Konut yapımının endüstriyel bir üretim alanına dönüştüğü bir çağda, ana eksenlerini ahenk, adalet ve doğallığın oluşturduğu bir mekân ah-lakını korumak da gittikçe güçleşiyor. Mekâna saygısı olmayanın komşuya da saygısı olmaz. Tüm mimarların, mamur mekânın doğal mekânla ve insanla ilişkisinin ahlaki zemini konusunda duyarlı ve eğitilmiş olması gerekir. İbn Haldun’un şehir ve medeniyet için kullan-dığı “umrân” kavramı işte aslında bu anlamda mekânın fiziki ve ruhi açıdan imarı ile ortaya çıkan medeniyet birikimini ifade eder. Dolayısı ile mekân bilinci olma-dan medeniyet (umrân) bilinci de gelişmez…
Bir şehri, şehir yapan ise oradaki kendine özgü yaşa-ma imkânları, renkleri, çeşitlilikleri, havası ve suyudur. Şehirler medeniyetlerin özüdür, özetidir. Herhangi bir yabancı şehre girdiğinizde, o şehir o ülkenin medeni-
Medeniyet; şehirleşmek, şehir hayatını seçmek ve şe-hirliliği benimsemek anlamında Arapça bir kelimedir. Medineli, “şehirli” olmak anlamına gelir. Göçebelikten kurtulup yerleşik hâle gelmek, sahradan çıkıp vaha’nın yeşilliğini tercih etmek demektir. Osmanlıcada ise Me-deniyet karşılığı “imrân, ümrân, îmar ve mamûr” keli-meleri kullanılmıştır. Medeniyet; bir dünya görüşünün ve bir inanışın ete kemiğe bürünerek zaman ve mekân boyutunda görünür ve yaşanır hâle gelmesidir. Kültür nazariye ise medeniyet onun tatbikatıdır.
İçinde yaşadığımız mekân ise bir doğal çevreden, bir de insan tarafından inşa edilen mamur alanlardan oluşur. Bizim doğal varoluş alanımız olan mekâna bak-tığımızda ana kavram haritası hikmet, nimet, emanet ve sorumluluk duygularını çağrıştırır. Bizim için doğal çevre anlamındaki mekân, tüketmek ve egemenliğimi-ze almak üzere içine doğduğumuz bir nesneler toplamı değildir. Aksine hikmetleri ve kendilerinde biriktirdik-
Bu şehr-i sitanbul ki bimisl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedadır
Nedim
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 7
yeti, o yerleşim yerinin genel durumu, imkânları ve insanları hakkında size pek çok şeyi anlatır. Çünkü mil-letlerin dini, kültürü, gelişmişlik seviyesi, medeniyeti o şehirlerin dokusuna nakış gibi işlenir.
Şehir yaşamıyla medeniyet arasında yakın bir ilişki olduğu aşikârdır. Emin Işık Hocamız fakülte yıllarında zaman zaman “köyde doğmak bir şans, köylü kalmak-sa ahmaklıktır” derdi… Lewis Mumford ise “Kentlerin Kültürü” adlı çalışmasında, “Kent, bir topluluğun kül-türünün ve erkinin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürü-nü, birikimidir.” tespitini yapar.
Kur’an’da Mekke hakkında: “Bu emin şehre yemin ol-sun ki…” diye buyurulur. Bu ayet İslam dininin şehir anlayışını en güzel şekilde ortaya koymaktadır. İslam medeniyet ve şehirciliğinin en güzel örneklerini dün-yanın muhtelif yerlerinde tüm insanlara göstermiştir. Mekke, Medine, Kudüs gibi mukaddes şehirler yanın-da Erzurum, Kayseri, Konya, Bursa ve nihayet İstanbul gibi Anadolu şehirlerinde de bu medeniyet ve şehircili-ğin en güzel örneklerini görmek mümkündür. Buralar-da inşa edilen, camiler, medreseler, kervansaraylar ve evler estetik üslupları, özgün mimarileriyle hâlâ gözle-rimizi kamaştırmaktadır.
Hele İstanbul’un, fetihten sonra veçhesinin muazzam derecede değiştiğini görmek şehircilik ve medeniyet anlayışımızı anlamak bakımından son derece önemli-dir. Bir taraftan insanlığın ortaya koyduğu bir şahesere, Ayasofya’ya, sahip çıkıp onu yaşatmanın çareleri uy-gulanırken, öbür taraftan ona meydan okuyacak daha büyük şaheserler vücuda getirilmiştir. Süleymaniye ve Sultanahmet camileri bu meydan okumanın en açık tezahürleridir. İlber Ortaylı Hocanın ifadesiyle, fetihle birlikte ölmekte olan bir dünya başkenti ayağa kaldırıl-mış, oraya yeni bir ruh verilmiştir.
Ayrıca İstanbul’un fethi ile atalarımız kadime ek-lemlenen cedit bir şehir inşa etmiş oldular. Öyle ki bir efsane ile İstanbul’un kuruluşunu Hz. Süleyman’a bağlayarak hem kadimi gösterdiler, hem de şehri kendi anlam-değer dünyalarında cedit bir yere oturttular.
Osmanlıların, başta mimari olmak üzere en önemli
ilkelerinden biri süreklilik duyuşu ve algısıdır. Nitekim Yavuz Sultan Selim, Kahire’ye girdiğinde, “Dedem Hz. Yusuf ’un ülkesini yönetmeye geldim.” demiştir. Sürek-lilik geriye doğrudur, çünkü ancak kadim olan takad-düm eder ve ona da cedit denir.
Tam bu noktada, medeniyet anlayışımızın köklerini anlamak adına, günümüzün dünya çapında meşhur ta-rihçisi Yuval Noah Harari’nin “İstanbul’a bakınca bir tarihçi olarak neler geçiyor içinizden?” sorusuna ver-diği cevabı dikkatinize arz etmek isterim: “Tarihteki en önemli şehirlerden biri. Neredeyse iki bin yıldır ekono-mik, kültürel, dini ve politik bir merkez oldu. Şehrin en karakteristik özelliklerinden biri, dünyaya açık olması. Boğaz sayesinde hep ticarete, dolayısıyla da bir zen-ginliğe yön verdi. Her dinden, ırktan, etnik kökenden insana açıktı. Ortaçağ Avrupa’sında toleranstan eser yoktu. Önce Konstantinopolis, sonra da İstanbul bir hoşgörü cennetiydi. 1600’de Paris’te herkes Katolikti. Bir Protestan şehre girdiğinde onu öldürürlerdi. Lond-ra’da herkes Protestandı. Bir Katolik şehre girdiğinde onu öldürürlerdi. O yıllarda Avrupa’da Yahudiler sürü-lürdü. Kimse Müslümanları istemezdi. Oysa aynı dö-nemde İstanbul’da farklı mezheplerden Müslümanlar, Katolikler, Ermeniler, Ortodokslar, Rumlar, Bulgarlar yan yana mutlu mesut yaşarlardı.”
Yukarıda arz etmeğe çalıştığım anlam değer dün-yasına sahip Müslümanlar bir emanet olarak görür-ler, yeryüzünü. Şehirlerini kurarlarken bu inanca göre kurarlar/kurmalılar. Öncelikle Allah’ın tevdi ettiği bir emanet. Sonra bu doğal çevre ve inşa edilen mamur olan alan, ecdadın fethederek, kanıyla aldığı, emek ve-rip göz nuru döktüğü, gözü gibi koruduğu ve gelecek nesillere teslim etmek üzere bizlere emanet ettiği çok değerli bir mirastır. Bu mirasın anlamını ve kıymetini gelecek nesillere aktarmak da çok önemli bir görevdir.
KAYNAKÇA
Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, İlber Ortaylı, Timaş Yayınları,
Duruş Gençlerle Yüz Yüze, Ahmet Davutoğlu, Küre Yayınları,
Medeniyet Dedikleri, İrfan Gündüz, Altınoluk Dergisi,
“Avrupa Birliği çökerse savaş Avrupa’ya geri gelebilir”, başlıklı Hürriyet Ga-zetesinde yayınlanan röportaj, (16.12.2018)
Şehir; medeniyettir, kültürdür, şehir; hayat ve ruhun canlandığı kadim merkez.
Şehir; insanın yaşam alanı, sosyal bir varlık ola-rak kendi olabildiği, kendini bulabildiği, fıtratını somutça varlıklandırabildiği, anlamlandırabildiği hayatının merkezi…
İnsanın varlığını anlamlandıracak olan yegâne unsurlardan birisi, diğer insanlarla birlikte yaşa-ması, hem hal olması, ortak bir zaman ve mekân içinde yaşamını sürdürmesidir. İnsan; hem mane-vi anlamda hem de maddi anlamda temel ihtiyaç-larını ancak başka insanlarla birlikte yaşayarak karşılayabilir. İhtiyaçların karşılanması yanında insanın hem duygusal hem de fiziken tek başına anlamlı bir hayat sürmesi mümkün değildir.
Şehir, insanların birlikte yaşamak için oluştur-dukları yaşam alanı olmakla birlikte, hayatın an-lamlı ve güzel sürmesi için de bir huzur, güven ve yurttur insana…
Şehir, insanı adeta kuşatır, kendisinden bir par-ça haline getirir. Tabi ki aynı şehir, kuşattığı insa-nın birikimidir, kültürüdür, inancıdır. Şehri insan-lar inşa eder, şehirler de insanları…
Şehir; İnsana ailesine, dostlarına, aynı kültüre, aynı millete, aynı değerlere ait olmayı sağlayan bir araç.
Şehir insana hem faniliğin hem de baki olanın, bekanın en somut anlatıcısı, öğreticisi.
8
Ya k u p Ö K S Ü Z *
MEDENİYETİN ÖZÜ ŞEHİR
Şehir; insanıyla, yaşam alanlarıyla, mabetleriyle mi-marisiyle doğasıyla estetiğiyle her daim canlı ve sürekli yenilenerek yaşamaya devam eder.
Şehirlerin de ayrı isimleri olduğu gibi ayrı birer kim-liği, ayrı karakteri, ayrı özellikleri ve güzellikleri var-dır. Şehirlere anlam katan o şehri inşa eden ve yaşatan insanların hayat anlayışları, inanç ve değerleri, yaşam üslupları, sanat ve estetik biçimleridir.
Şehir; üzerinde insanların yaşamaya başladığı gün-den itibaren bir mirastır, bir emanettir, her yaşayan o mirası yaşadığı zamanın rengini katarak bir sonraki nesle ulaştırır. Üzerinde büyük medeniyetlerin, millet-lerin, devletlerin yaşadığı kadim şehirler vardır, adeta canlı müzelerdir. Kâinatın ve bildiğimiz bilmediğimiz her şeyin yaratıcısı olan Rabbimiz, bizlere gezip ibret almamızı emreder. İnsanların Hz. Adem’den itibaren oluşturdukları şehirleri, eserleri görmemize ve bunlar-dan kendimize derler çıkarmamızı buyurur.
Şehir bu anlamda bir tarihtir, bir eğitim öğretim mer-kezidir her bir insana. Her medeniyetin, her milletin kendine özgü şehirleri vardır, gelecek nesillere ve in-sanlığa mirası olan.
Bizler üzerinde yaşadığımız şehrin farkında olmalı, tarihini, geçmişini, üzerinde yaşamış insanları, kültür-leri, medeniyetleri tanıyarak ibret almalı ve bize mi-ras olarak bırakılan şehirleri koruyup güzelleştirerek gelecek nesillere taşımalıyız. Dünyanın en güzel şehri İstanbul’da yaşamanın ayrıcalığını farkındalığa dönüş-türerek anlamlandırmalı ve doya doya yaşamalıyız bu özel şehri.
İstanbul; üzerinde birçok farklı inancın, medeniyetin, kültürün, milletin yaşadığı her birinden özellikler ve güzellikler biriktirerek yaşayan eşsiz ve abide bir şehir. Camileri, kiliseleri, havraları, medreseleri, hamamları, çeşmeleri, sebilleri, mezarlıkları, koruları, yalıları, sa-rayları ile dünyanın adeta bir minyatürü, özeti. Allah’ın lütfu doğal güzellikleriyle birlikte İstanbul bir şaheser, canlı bir tablo…
* Üsküdar Belediyesi Gençlik ve Spor Hizmetleri Müdürü
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 9
İ s h a k A S L A N *
Beş Şehir kitabı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en önem-li eserlerinden biridir. Tanpınar, eserin önsözünde bu çalışmaya götüren saik ile ilgili olarak şunu söyler; ‘ha-yatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyak.’ Paradoksal bir durum esasında. Lakin zıtların uyumu sayesinde tablo anlamlı bir harmoniye dönüşür. Bu harmoniyi oluşturan asal unsur ise ‘sevgidir’. Sevgi çerçevesinde var olan şehir-ler onun için hayatının tesadüfleridir. Çünkü Tanpınar, karşılaştığı, tesadüf ettiği şehrin katmanlarını açtığın-da, içinde saklı en saf insanı ve deruni kültürü görür. Bu fenomenolojik incelemede; geride duran mazi ve gelecekte bizi bekleyen ati ile ilgili derin insicamı gö-ren Tanpınar, yaşadığımız an ile bir hesaplaşma içine girer.
İşte bu hesaplaşma geçmiş ile gelecek arasında şeh-rin içinden geçtiği zamanların da diyalektiğini oluştu-rur. Bu diyalektik; ‘neredeydik, neyiz, nereye gidiyo-ruz?’ suallerine indirgenecek kadar basit temellere dayanmıyor. Esasında, basit bir tarihsel arka planın vuzuhundan ziyade, yürüdüğü yolda, metafizik ge-rilim sonucunda, derin kültürün müşahhas halleri ile karşılaşması neticesinde duyduğu üzüntüdür. Selçuklu eserlerini dolaşırken, Süleymaniye’nin kubbesi altın-dan küçüldüğünü hissederken, Bursa manzaralarında yalnızlığını avuturken, divanlarımızı dolduran kervan seslerine karışmış su seslerinin gurbetini, Itri’nin Dede Efendi’nin musikisini dinlerken, gelen üzüntü halleri esasında Tanpınar’ı hesaplaşmaya götürür. Bu hesap-laşmayı geçmiş ve gelecek muvazenesinde yaptığı te-
10
TANPINAR’IN BEŞ ŞEHİR KİTABINDA ŞEHİR FENOMONOLOJİSİNE GİRİŞ DENEMESİ
zekkür, tefekkür ile harmanlayıp nihayetinde arzu ettiği saf şehri okuyucuya sunar.
Şehir Oluşumunun Önsözü: İklim
İklim birey üzerinde olduğu kadar, bireyin toplum-sallaşmasının düzenli sağlayıcısı olan kentlerin şekil-lenmesinde en önemli faktörlerinden biridir. Bilindiği gibi, yeryüzünde nüfusun dağılışı büyük ölçüde iklimin kontrolü altındadır. Nüfusun yatay dağılışı incelendi-ğinde, nüfusun yoğun olduğu ülkelerin, iklimin ılıman olduğu Orta Kuşak ’ta toplandığı görülür. Buna karşın sıcak ve kurak çöller ile kutuplarda nüfus yok denecek kadar azdır.
Tanpınar, Beş Şehir Kitabında Erzurum ile ilgili bah-sinde iklim hususuna yoğun değinilerde bulunuyor. Er-zurum, iklimin bir yapı ustası gibi hamurunda yoğur-duğu, şekillendirdiği ve sonra karşısına geçip seyrettiği kenttir. Dört mevsim, burada iliklerine kadar hakkıyla yaşanır. Bununla beraber iklim, saat gibi, klimatolojik saat gibi düzenli çalışır. ‘Mevsimler kendilerine has teşri-
fatla gelirdi. Çünkü her şey evvelden tanzim edilmişti. Bina-
enaleyh hepsinin habercileri ve solakları vardı. Çocuklar yaz
geldiğini çadırcı ustasının eve uğradığı zaman öğrenirlermiş.
O zaman bahçeye çadırlar yığılır, ihtiyar, yatkın elli ustalar
Boğaz’a, Ilıca’ya, açık havaya, eğlenceye kavuşacaklarını
çağırırlarmış.’ Yine bahar sonunda, çadırcılar, yaylaya çıkılacağını, yani yazın yaklaştığının habercileri olurlar. İklim, ebemkuşağı gibi Erzurum’u o kadar sarmalamış-tır ki her Erzurumlu bu bakımdan ‘biraz nüktedan, biraz
hicivcidir.’
Şehir Oluşumunun Esas Unsuru, İnsan
Tasavvufta insan, küçük bir âlem, âlem ise büyük bir insan. Aynı zamanda âlemin varlık sebebi insan-dır. Âdem, eşyanın adını öğrenirken tek tek şeylerden
tümele doğru anlam haritalarını öğrenmişti. Bireyden topluluğa, haneden şehre toplumsal yapı, insan ile vü-cuda gelmiştir. Şehir, bu bakımdan insan suretinden yapılmıştır. Tanpınar Konya’yı anlatırken insan tipo-lojisi üzerinde yola çıkar; O’na göre şehir kıskanç bir varlıktır. Sağlam ruhlu, kendi başına yaşamaktan hoş-lanan, dışarıdan gösterişsiz, içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmek kolay değil, bu-nun için saat ve mevsimlerine karışmanız gerekir. Bir defa şehir size alıştı mı kitabın sahifeleri gibi kendini açar. ‘Tıpkı’ der, Tanpınar, ‘bugün için verebileceği her şeyi
verdikten sonra, sizden uzakta geçmiş çocukluğunu ve genç-
liğini de hediye etmek isteyen, kesik başıboş hatırlamalarla
onları anlatan, güzel ve sevmesini bilen bir kadın gibi mazisini
açar’. Bu mazide, her bir taşa işlenmiş, muzafferiyeti, mağlubiyeti, sevinci ve trajediyi görür. Erzurum Çif-te Minareli medrese, Ankara Hacı Bayram Veli, Konya Selçuk işlemeleri, Bursa Ulu cami, İstan-bul Sur içi ve Üsküdar, insan serencamının tüm veçhelerinin hülasasıdır esasında. Bu sebeple in-san, sevincini ve trajedisini taşa işleyip ölümsüzleşerek varlığını gelecek nesillere açar.
Mükemmel bir varlık olan insan, içsel olarak gerçek-leştirdiği yolculuğun nihayetinde, vücut kentinin bütün organizmaları arasındaki mükemmel eşgüdüm ve har-moniyi görüp deneyimleyerek elde ettiği bilgiyi, dışsal
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 11
olarak yaşadığı şehre uygulamaya çalışır. Bu sayede hizmet, en ücra organlara kadar kılcallar aracılığıyla devridaimle ulaştırılmaya çalıştırılır. Hakikat şu ki doğadan ve insan vücudundan ilhamla ortaya konulan her eser, insanidir, ekolojiktir ve israf-tan azade geri dönüşlüdür.
Kent mi? Şehir mi?
Şehir ile kent kavramları arasında farklılıklar, değişen sosyal hayatın kaotik değişmeleri sürecinde tartışılan iki kavram. Şehrin medeni hayatı temsil etmesi, öte yandan kentin ise kaos üreten bir yapı olarak görülme-si kent-şehir ayırımını ortaya çıkarır. Esasen problem, şehirden kente taşınma ile ortaya çıktığı kent sosyolo-jisi bağlamında görülür. Şehir, kadim olanı ifade eder-ken, kent çağdaş olanı temsil eder. Aslında birbirleriy-le, içi içe geçmiş, farklılıkları nüans olan iki kavram. TDK şehri tanımlarken; ‘nüfusunun çoğu ticaret, sana-yi, hizmet veya yönetimle ilgili işlerle uğraşan, genel-likle tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı’ ola-rak kent ile eş anlamlı olarak kullanır. Şehir, etimolojik olarak, Arapçada; şahr, şar vilayet, memleket anlamın-dadır. Kent ise Farsça bir kavram olup yine şehir ile eş değer bir tanıma sahiptir. Nitekim Hacı Bayram-ı Veli bir Nutk-ı Şerif şiirinde ‘şar’ kavramını şehir anlamında kullanır:
Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde
Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde
Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm
Ben dahî bile yapıldım taş ü toprak âresinde
Beşir Ayvazoğlu’na göre, şehri Türkçeden kovmak için kent kavramı getirilmiştir. İster kent deyin ister şe-hir. Bu sosyolojik yapı insanoğlunun yapay mekânıdır. Bu mekân; bakılan, seyredilen, okunan, sevilen, hayran olunan rahatsız eden ya da insanı sıkan bir yapıdır. Do-ğaldan uzak, yapay, estetik hassasiyetlerden uzak, her tür ulustan gelen insanlarla heterojen bir yapının oluş-turulduğu, ulaşım ve iletişimin tüm veçheleriyle zaman geçtikçe zorlaştığı kaotik, kalabalık ve birey ıssızlığının yoğun yaşandığı yerlerdir.
Bir Medeniyet Tasavvuru Olarak Şehir
Saadettin Ökten, şehri tanımlarken; insanın bida-yetten (başlangıçtan) bugüne kadar ortaya koyduğu en karmaşık, en üst düzeydeki organizasyonudur, der. İnsanı hayvandan ayıran temel özelliklerin başında organizasyon yeteneği ile inşa edebilmesidir. Bu inşa sürecini medeniyet tasavvuru ile gerçekleştirir. Mede-niyet tasavvuru, Ökten’in ifadesiyle; kendi değerler sis-temine göre bir davranış biçimleri kompozisyonu öne-ren, bu biçemlere dayalı eylem yapmalarını sağlayan, eylemin gerçekleşip gerçekleşmediğine dayalı ahlaki ve hukuki statüleri ortaya koyan bir kavramdır. Ta-savvurda esas unsurlar; düşünce, eylem ve hu-kuk birlikteliğinin sağlanmasıdır. Bir medeniyet tasavvuru üzerine inşa edilen şehirler, insan ve doğa diyalektiğine dayalı olarak olduğunda ka-dim ve değerlidir.
Şehirler ya medeniyeti kurar ya da medeniyet tara-fından kurulur. Ahmet Davutoğlu, şehirleri medeni-yet ile ilişkisine göre sınıflandırırken; medeniyetle-rin kuruculuğu ile inşa edilen şehirleri: Bağdat,
12
ve kasırların taştan yapılması, dayanıklılık ve estetik bakımdan daha güzel görünmesi sebebiyle evlerin de taş gibi sağlam unsurlar ile yapılması, O’na göre hem ekonomiklik hem de hayatiyet bakımından elzemdi. Bu sayede kadim kültürümüzden beslenerek kurulacak evler, gelecek nesiller için miras olarak daha kalıcı ola-caktı.
Yangın konusu açılmışken Tanpınar, evvelinde İs-tanbul’da sık aralıklarla trajediye dönüşen yangınların Tanzimat’tan sonra bir zevke dönüştüğünü anlatır. Bu yangınlar, keyfi uygulamalardan dolayı da çıkabileceği gibi;
Eyledim icad bin yangın bir ateşparedenVe yahutKarşımda yangın olsa ısıtsam vücudumu
dercesine, tulumbacıların keyfi uygulamalarıyla key-fi geç söndürülmesi veya hükümete kızarak asker ta-rafından Neronvari çıkarılan yangıların İstanbul şehri başta olmak üzere ahşapla inşa edilen Anadolu şehri-nin makûs talihlerindedir.
Şehir Kültürünün Tüttürüldüğü Edebiyat Mahfi-li; Kahveler
Şehri anlamlı kılan, sosyal, siyasal ve edebiyat çevre-lerinin oluşumuna katkı sağlayan güzide mekânlardan biri de kahvelerdir. Tanpınar, havuzlu, fıskiyeli, pey-keli duvarlarına kehribar ağızlı çubuklar dizilmiş eski Türk kahvesi, diye iç geçirerek o dönem kahvelerinin tasvirini yapar. Ancak; ‘Tanzimat’tan sonra insanla be-
Kurtuba, İsfahan, Delhi, Paris, Pekin, Londra, Berlin, Amsterdam, Moskova, St. Petersburg; medeniyete ku-rucu özellikte olan şehirleri: Pataliputra, Atina, Roma ve Medine; medeniyetlerin oluşumuyla aktarılan/taşınan şehirleri: İskenderiye, Konya, Bursa ve Sa-raybosna olarak sınıflandırır. Ancak esas olan, mede-niyet tasavvuru ile inşa edilen şehirlerdir. İnsan-tabiat merkezli bir anlayışla inşa sürecinden geçtiği için an-lamlıdır. Ancak başka kültürlerin yıkıcı unsurlarına ma-ruz kalan şehirler, kurucu unsurları olan anlam-değer kürelerini zamanla kaybederler.
Yıkıntılar ve Yangınlar İçinde Estetik Düşü
Tanpınar’ın yaşadığı dönem, şehirlerin bu yıkıcı et-kilere maruz kaldığı zamana denk düşmektedir. Yahya Kemal’in ‘Bozgunda Fetih Düşü’nde umuda ve muştu-ya doğru insanı, anlam haritalarına doğru yönlendirir-ken Tanpınar da savaşın yıkıntıları içinde Erzurum’un caddelerinde, medeniyetin kurduğu Erzurum’a gider, elinde bir yığın düş ile sokaklarını gezer. Toparlama sürecinde olan Erzurum’a son gelişinde kadim şehrin dokularına uyuşmayan bir şekilde kentin betonlar ile kurulduğunu görür. Bu durumla aynı şekilde Ankara’da da karşılaştığında, bu şehirlerin tabii unsurlarından olan taşlar ile inşa edilmemesindeki, kendi tabiri ile, nedeniyetleri sorgular. Aynı şekilde İstanbul’un ah-şap binalar ile birbirine bitişik tarzda ve daracık so-kaklar ile birbirinden ayrılarak inşa edilmesini yadırgar. Yirmi yılda bir yangınla yok olan şehir, büyük maddi imkânlarla tekrar aynı tarzda kurulmasındaki sebepleri sorgular. Selâtin camileri başta olmak üzere, saraylar
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 13
raber kahve zevki de değişti’ der. Ancak bu değişim kıraathanelere doğru bir değişimdir. Bir edebiyat mah-fili olan bu mekânlardan, Naşit, Sultanahmet, Küllük, Yıldız, Yeni Şark, Şehzadebaşı, Marmara Kahvelerinin müdavimlerinden, Yahya Kemal, Rıza Tevfik, Hasan Ali Yücel, Nurullah Ataç gibi edebiyatımızın söz ustaları-nı, zevkli ve lirik örneklerle yad eder. Şimdi bu munis mahfillerden hiç birisi maalesef kalmadı. Tanpınar’ın deyişiyle, mahalle kalmadığı gibi mahallenin en önemli unsurlarından biri olan kahve de kalmadı. Diğer bir un-sur olan cami ise ıssız ve loş olarak sadece o pitoresk içinde uzletinde bekliyor.
“Şehrin İnsanı Şehrin”
Apartman kültürü, medeniyet tasavvurunun tahrip-kâr unsurlarından biridir. Estetik anlam taşımayan, gelişigüzel yapılmış, toplum değerlerinden apart bina-lardır. Bu mekanlardaki insanlar, kapitalizmin çarkın-da koşturan, deyim yerindeyse kendisiyle dahi karşı-laşmayan, izole edilmiş, selamlaşmayan, musafaha ve musahabe(sohbet) edilmeyen, öldüğünde günler son-rasında ceset kokusundan anlaşılan, herkesin burnunu tutarak kaçıştığı kişilerdir. Ayrıca apartman kültürüne destekleyici olarak türeyen AVM’ler ve servet gösterisi olarak şehrin bağrında fışkıran iğreti yapılar olan gök-delenleri Tanpınar görse ne derdi acaba?
Şehir Geçmişiyle Yaşanır
Tanpınar, yukarıda bahsi geçtiği gibi Tanzimat son-rasında başlayan şehir bozulması sürecini yaşamasına rağmen, şehirleri geçmişi ile yaşayan kişidir. Ankara ka-lesine, akşam çıkarak yeni kurulan şehrin tarihini, Hacı Bayram-ı Veli’nin rahle-i tedrisinde takrir yaparken,
Evliya Çelebi ile seyahate çıkarak İnönü Muharebesini yaşar. Erzurum’u Lala Paşa Camisinde, Çifte Minarede estetiği işlerken aynı zamanda kente özgü hicvi, türkü-leri ve zamanı hususiyle bağrında taşıyan yaylalara gö-türüp, bu yiğit Anadolu şehrini keçeciler ile birlikte do-kur. Konya Tanpınar için Selçuklu tarihinin hülasasıdır. Mevlâna olup bütün Orta Asya’yı ulemasıyla, Moğol istilasıyla, beylikler arasındaki mücadelesiyle Divanı Kebir’de sayfa sayfa dokur. Bursa’yı, Osmanlı tarihinin dibacesi olarak görür. Bursa’da yaşadığı zamanın için-de ikinci bir zamanı daha yaşar; bu zaman, muayyen olan zamandan ayrı, sanatın, ihtirasla, imanla yaşan-mış hayatın, tarihin şehirde ebedi bir mevsim olarak ayarlandığı velut ve yekpare bir zamandır. Tanpınar, bu zamanın izleğinde Orhan devrinden başlayarak Emir Sultan, Kul Hasan, Vanî Efendi, Eşrefoğlu ile Muradiye mezarlığında iç geçirerek tarihin derununda seyahate devam eder. İstanbul ise hasta olan kadının şehrin su-larının isimlerini sayarak şifa bulması gibi Tanpınar için sağaltıcıdır. Yahya Kemal’in ‘Sade bir semtini sevmek bile bir ömre bedel’ dediği mahalleler, tepeler, deniz, çeşmeler, camiler… hülasa tüm veçheler derin anlama dönüşerek onda şiire ve nesre dökülür. İstanbul, ön-cesinde bahsettiği dört şehrin toplamından büyüktür. Ama Üsküdar İstanbul içinde ama İstanbul’dan ayrı bambaşka bir şehir olarak önemli bir mevkide durur. Ona ayrı aşk ve muhabbet besler.
Nihayetinde şehir, Tanpınar’da ontolojik bir varlık-tır; yaşayan, sevinen, üzülen, sevap ve günah işleyen. Ahmet Davudoğlu’nun deyişiyle, şehir bir hocadır. Bir insan olan şehrin, kendine özge aksiyolojisi(değer), epistemolojisi(bilgi) ve etiği(ahlakı) vardır. Doğurgan bir ana gibi medeniyeti doğurur, büyütür, anlamlandı-rır. Kendi varoluşunu, biçimini ve üslubunu kaybettiği anda şehir gibi insan da medeniyet de yıkılır, tarumar olur.
* Üsküdar İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü
KAYNAKÇA
Tanpınar, A.H, Beş Şehir, Dergâh Yay.
Ökten, S. İçimdeki AVM’ler, Tuti Yay.
Davutoğlu, A. Duruş, Küre Yay.
http://www.birdunyabilgi.org/
ttps://defter-i-ussak.blogspot.com
14
ASKIDA MUHABBET
Mana zora girdi, mefhum dara düştüÖlen gitti hatır, hatıralarda artık.Yekvücut olan sevda, râm oldu ayrılığaGayrilik baş tacı bu asırda.Askıda para...Şehrin meydanı yalnızlığın bam teliKalabalık içinde ıstırap en müstesnaÇok insan az tebessüm Zira vurgun hicran üzreBeni alan, beni bende eden ümit yok bu asırdaAskıda riyaNimet artık ağızda değil aslanı yedi fitneKarıştı şark, emek ziyan şimdiFark eden yok fark edilesi paylaşmayıPay edilen zulüm, inat ve bir avuç gözyaşıAç kaldı insan, insan insanı yediLakin bana kalırsa ki bu da doğruysaAskıda ekmekSeni anlattım aşk diye gurbet diyaraSes geldi ayrılıktan, girdap ummandaPeyda oldu ölüm mevt üzre mevtMevta topraktaYine de sen kalırsın adın kalır, mısrada saklıMatemin hicrandır, hayatın gayyaHüzün sensiz olmaz düşün sevdayıAskıda muhabbet
Nice revnaklı şehirler görünür dünyada Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan
Yahya Kemal Beyatlı, Bir Başka Tepeden
16
R e y h a n Ç E L İ K *
DÜNYANIN HASBAHÇESİİSTANBUL
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 17
Dünyanın hasbahçesi İstanbul, her mevsimde ayrı bir güzelliğe bürünse de “efsunlu güzellikleri yaratan hoş
ve uzun rüya” alemini bahar mevsiminde yaşar. Zama-na yayılan İstanbul kasidesinin bahariyyesinde şairler, iklimi, ağaçları, rüzgarları ile tabii bir hasbahçe olan İstanbul’un bahar coşkusunu anlatır. İslâm inancında, yemyeşil ağaçlarla, çiçeklerle bezenmiş, altından ır-maklar akan cennet bahçeleri misali hasbahçelerin ol-mazsa olmazı suyun kalbinden aktığı yegâne şehirdir İstanbul… Saraya mahsus hasbahçeler gibi, İstanbul da ancak aşina ruhların girebildiği görünmez surlar-la ve sularla kuşatılmıştır. Tarihteki yolculuğumuzda, Topkapı Sarayı’ndan Boğaziçi’ne uzanan hasbahçeler-de gezinecek; çiçeklerle söyleşecek, nihayetinde “hoş
ve uzun rüyanın” zamane elinde hüsrana dönmesine ta-nıklık edeceğiz.
İslâm medeniyetinde, “Şehre, toprağa, dünyaya Allah’ın
azametinin ve Cemâl sıfatının tecelli ettiği yerler ve insanların
idrak edeceği alanlar olarak bakmak”(1) anlayışı, asırlar boyunca hakim olmuş ve bu anlayış hayatın her ala-nında tezahür etmiştir. Turgut Cansever, “İslâm’da Şehir
ve Mimari” adlı kitabında bu anlayışın insana yüklediği
sorumluluğu şöyle ifade eder: “Allah’ın yarattığı dünya-
yı hüsn ü muhafaza etmek ve dünyayı güzelleştirmek insanın
birbirinden ayrılmaz iki görevidir.” (2) Müslümanlar, hayat-larını, şehirleri, evleri bu ulvî görevleri yerine getirmek gayesiyle kurmuşlardır. Osmanlı devrinde, doğal güzel-likleri, suları, ayazmaları muhafaza edilen şehirler, bah-çelerle, hasbahçelerle kuşatılarak güzelleştirilmiştir.
Osmanlı kültürü ve sanatına hayatını adayan Hoca-mız Prof. Nurhan Atasoy, “Hasbahçe- Osmanlı Kültüründe
Bahçe ve Çiçek” adlı muazzam emeğin ve sevginin ürünü olan eserinde, İslâmî bahçe geleneğini, Osmanlı dev-rinde Bursa, Edirne ve İstanbul saraylarının hasbahçe-lerini ve çiçek kültürünü her yönüyle tanıtır. Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonunda ve önemli kütüphane-lerde bulunan yazmalardaki minyatürler eşliğinde biz-leri İstanbul’un hasbahçelerinde gezdirir. Tabiatın ha-yal perdesindeki aksi olan bu minyatürlerde, Fatih’in kokladığı gülle Hz.Peygamber sevgisine, Kanunî’nin av merakına, servilerin, çiçek açmış meyve ağaçlarının gölgesinde padişahların meclislerine, avlarına, saray şenliklerinde esnaf alaylarının geçişlerine şahit oluruz.
Eski Saray’ı Ziyaret, Surname-i Vehbi
18
İslâmî geleneği yansıtan Selçuklu bahçelerinin deva-mı olan Osmanlı bahçeleri, geleneksel bahçelerle ortak özellikler yanında farklılıklar da taşımaktadır. “Osmanlı
bahçeleri, diğer İslâm ülkelerindeki bahçelerle aynı amaca;
Kur’an’da anlatılan akarsuların çiçek açmış ağaçlarla dolu
cennet imgesine benzetme amacına yönelik ise de Osmanlılar
bahçelerini ne Isfahan’a benzer, ne de Agra’ daki gibi geniş
alanlar kaplayacak şekilde planlamışlardır. Osmanlılar ke-
sintisiz olarak yaşattıkları göçebe çadır kültürünü, nasıl yeni
tip çadırlarla imparatorluk düzeyine çıkarmışlarsa, bahçeler
oluştururken de göçebeliğin koşullara uyum sağlamadaki
ustalığını göstermişlerdir. İran bahçelerine, cennette olduğu-
na inanılan dört nehir fikrinden yola çıkarak, bahçe alanını
dört ana bölüme, birbirini kesen dört su kanalıyla ayıran ve
havuzlarla, çiçek tarhlarıyla zenginleştirilen formel bir dü-
zen egemendir. Kaçınılmaz bir kültür ilişkisi içinde bulunulan
İran’ın birbirini kesen su kanalları ile belli bir düzen göste-
ren, çahar-bağ, yani dört bahçe şeması ve kültürünün etkisi
Anadolu’ya gelip yerleşen ve çeşitli devletler kuran Türklerin
yarattıkları bahçelerde kendini gösterir. Osmanlılarda ise bu
etkileşim, birkaç bahçeyle sınırlı kalmış görünmektedir. Diğer
yandan Roma bahçe kültürü ile gelişmiş, formel olmayan,
havuzlu, fıskıyeli Bizans bahçe kültürü, Osmanlı bahçeleri
üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Osmanlılar tanıştıkları
kültürleri kendi geleneklerine uygun olarak yeni baştan yoğur-
muşlar ve yepyeni bir birleşim ortaya koymuşlar; bahçelerini
doğanın bir parçası olarak ele almışlar; ağaçlar, çiçekler dike-
rek bunları yalnızca zenginleştirmişler, güzelleştirmişlerdir. Su
kanalları yapmak yerine, bahçelerini akarsuların bulunduğu
yerlerde yapmış, birçok ağaç dikerek bahçeleri geliştirmiş, çi-
çekleri için tarhlar düzenlemişler, ama bunları katı bir düzen
içine sokmadan yaptıkları ekler ve müdahalelerle doğal ola-
rak gelişmiş görüntüsü verecek şekilde bırakmışlardır. Güzel-
likleri genellikle “irem bağı” gibi diye tasvir edilen Osmanlı
hasbahçelerinin, yani padişaha ait olan bahçelerin başında
sarayların bahçeleri gelir. (3)
Osmanlı hasbahçe geleneği ilk başkent olan Bursa ve Edirne Sarayı bahçeleri ile başlamıştır. Saray bahçele-rinin bir kısmı hasbahçe olarak setler halinde meyve, sebze ve çiçek bahçesi olarak düzenlenmiştir. Vahdet timsali sayılarak çok değer verilen selvi ağaçları, en gü-zel manzaralı yerde yapılan etrafı açık bahçe köşkleri ve fıskıyeli havuzlar hasbahçelerin en önemli unsurları
olmuştur. Hasbahçelerde, selvi ağacının yanında çınar, dişbudak, ıhlamur, meşe, defne, erguvan ve ahlat ağacı fidanları dikilmiştir. “Fatih Sultan Mehmed, ilk kez çadırıy-
la konaklayıp, savaş gazilerine ganimet dağıttığı arazide bir
bahçe yapılmasını buyurmuş ve buraya on iki bin selvi ağacını
“satranç nakşı” düzeninde diktirmiştir. Fatih’in buraya ken-
di elleriyle de yedi selvi, hocası Akşemseddin’in de bir selvi
dikmesi anlamlıdır.” (4) Fatih Sultan Mehmed tarafından imar edilen ve içinde Tersane Kasrı yaptırılan bu bahçe daha sonra Tersane Bahçesi olarak adlandırılmıştır.
İstanbul’un fethinden sonra inşa edilen ilk saray olan Beyazıt’taki Eski Saray, Topkapı Sarayı, Üsküdar Sa-rayı (Kavak Sarayı), Beşiktaş Sarayı, Çırağan Sarayı, Baltalimanı Sarayı bahçeleri başlıca saray hasbahçe-leridir. İstanbul’da bulunan diğer hasbahçeler kitapta şöyle sıralanır: Florya Bahçesi, Langa Bahçesi, Kara-bali Bahçesi; günümüzde Fındıklı Kabataş’ta olduğu tahmin edilmektedir. Haliç’te Kağıthane’ye yakın Süt-lüce Kasabası’ndaki Karaağaç Bahçesi, Aynalıkavak Bahçesi; Boğaziçi’nin en güzel bahçelerinden biri olan Bebek Bahçesi, Emirgan Bahçesi, Kalender Bahçesi, Büyükdere Bahçesi, Fener Bahçesi, Beylerbeyi (İstav-roz Bahçesi), Kuleli Bahçesi ve Kandil Bahçesi. Evliya Çelebi, İstanbul’da kırk adet hasbahçe olduğundan ve bu bahçelerin yaşatılmasını sağlayan bostancılardan bahseder.
“İstanbul’daki bahçeler, yalnızca saray bahçeleri ve padi-
şahların yaptırdıkları hasbahçelerle sınırlı değildi. İstanbul’un
her semtinde, doğanın tüm güzelliğini sunduğu, havası, suyu
ve manzarası güzel, genellikle bir dere kıyısında olan, çimen-
lerle kaplı, ağaçlarla gölgelenen çayırlar; dinlenme ve eğlen-
me yerleri olan mesireler halkın sosyal yaşamında önemli bir
yer tutardı.(5) Lâle Devri’nde İstanbul’un zevk ve sefa yaşamıyla anılan Kağıthane Sadabad Mesiresi, mehtap sefalarının yapıldığı Göksu ve Küçüksu Mesireleri, Be-şiktaş’taki Ihlamur Mesiresi, Çubuklu Bahçesi, Tokad Bahçesi, Sultaniye Bahçesi hem sarayın hem de halkın yaşamında önemli yeri olan mesire alanlarıydı.
İstanbul’un çevresindeki araziler de tüm Osmanlı şe-hirlerinde olduğu gibi halkın çeşitli ihtiyaçları için kul-lanılmıştır. “Şehirlerin çevresinde, şehrin beslenmesini sağla-
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 19
yan kıymetli tarım alanları, bostanlar, bağlar, zengin meralar
ve hayvancılık alanları, okmeydanı ve bayram yerleri, pek çok
defa şehre özellik katan, şehrin çeşitli bölümlerin birbirinden
ayıran dere boyları ve mesire yerleri Osmanlı şehirlerinin ay-
rılmaz parçalarını oluşturur. Şehirde ve çevresinde tabiatın
korunması ve geliştirilmesi için Osmanlıların sarf ettiği gayret
ve gösterdiği itinayı anlamak için İstanbul Okmeydanı’nda
veya Boğaziçi, Kağıthane gibi mesire yerlerinde çeşitli otların
bir araya getirildiği çayırların korunmasından sorumlu “çayır
bekçileri”nin, toprak erozyonunu önlemek için funda dikmek
ve yetiştirmekle sorumlu “fundacı takımları”nın Cumhuriyet’e
kadar varlığını sürdürdüğünü hatırlamak yeterli olacaktır.”
(6)
Hasbahçelerin ve mesirelerin dışında halk da evle-rini, mahalleleri, tüm İstanbul’u meyve ağaçlarıyla, çiçeklerle adeta süslemiştir. İstanbul’da her kesimden halkın evi, ister büyük konaklar, isterse mütevazı evler olsun mutlaka bahçeliydi. Tabiatla iç içe yaşamın izleri şehir halkının davranışlarına da yansımaktaydı. “Evlerin
arasında bahçe duvarlarının üzerinden yollara uzanan meyve
ağaçları ve çiçekler, evlerin avlularından toplumsal mekânla-
ra taşan zenginlikleri ve güzellikleri ile bereketin ve tabiatın
lütfu, güzellikler ile mimarinin vakar ve zarafetinin, gerçeklik
ve tezyînîliğin bütünleşmesi, Osmanlı şehirlerinin biçim ve üs-
lûp özelliğini, şehir halkının davranış tercihlerini belirler.” (7)
Bahar Müjdecisi Çiçekler ve Bahar Satıcıları
İstanbul, kurulduğundan beri çiçeklerle anılmıştır. Bizans’ın saltanat pelerinini Boğaziçi’ne yayan ve su-lara buse konduran erguvanlarla başlayan İstanbul’un çiçek saltanatı, devirler değişse de daima canlılığını korumuştur. Erguvan mevsiminde kurulan* ve aynı mevsimde Fatih’i karşılayan İstanbul’da fetihten sonra kurulan hasbahçeler, Kanunî devrinde tüm şehre yayıl-mıştır. Kanunî Sultan Süleyman’ın pek bilinmeyen bir yanı; çiçeğe ve bahçeye olan düşkünlüğüdür. “Kanunî
döneminde Edirne’den kırmızı gül, sakız gülü fidanı, Ha-
lep’ten sümbül soğanı, Maraş’taki yaylaklardan ve dağlardan
ak sümbül soğanı ve gök sümbül soğanının getirildiği belge-
lerde yer almaktadır.”(8) Lâle-i Rûmî (Osmanlı lâlesi/ İs-tanbul lâlesi) diye isimlendirilen lâleyi ilk kez yetiştiren Kanunî devrinin Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi’dir .(9) Lâle Devri’nde olduğu gibi İstanbul’da çiçek sevgisi bazen tutkuya dönüşmüş, her meslekten şehir halkı yeni lâleler yetiştirmek için adeta yarışmış; özel bir lâle soğanı inanılmaz fiyatlara satılmıştır.
“Çiçek sevgisi ve merakı, bütün Osmanlı Türklerinde, köy-
lüsünde kentlisinde ortak ve yaygın bir tutkudur. Bunu, onun
bütün hayatında buluyoruz. Evinde, bahçesinde, manilerinde,
türkülerinde, şiirlerinde… Çiçek günümüzde olduğu gibi pek
bir ticaret metaı da değildir; musikı gibi, şiir gibi bir sevda
işidir. Çiçeklerle ilgili kitaplarda yer tutan yüzlerce adın, ne iş
ra, tanınmış bilginlere, tarikat reislerine, şairlere, zenaat ehli-
ne, bütün halka kadar sıralandığını görüyoruz” (10)
Söz ülkesinin sultanı olmadıkça cihan hükümranlığı-nı murad etmeyen Osmanlı padişahları, divanlarında Mutlak Güzel Allah’ı övmek için adeta kelimelerden hasbahçeler kurmuşlar; şadırvanların su sesleriyle gül-ler arasında gönülleri abad etmişlerdir. Hz. Peygam-berimizin kokusunu müminlerin kalbine ulaştıran gül, daima baş tacı olmuş, gazeller, gül ile bülbülün aşkını terennüm etmiştir. Türklerin ana vatanından Anado-
Kanunî Sultan Süleyman, Üsküdar Sarayı bahçesinde. Hünername II, Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.34
20
lu’ya getirdiği dağların nazlı çiçeği lâle, Osmanlı’nın muhteşem çağında saray başnakkaşı Kara Memi’nin tasvirleriyle, Kuran-ı Kerim’lerde hattatların harfle-rine yoldaş olmuş, turkuaz damlalarla camilerin sırlı mihraplarına, çinilere, türbelere, kumaşlara, kaftanlara dalga dalga yayılmış ve bütün medeniyeti vahdet boya-sıyla boyamıştır.
Tarikat ehlinin Allah’ın Cemâl sıfatının tecellisi olan çiçekleri yetiştirmesi ve çiçeklerle ilgili risaleler yaz-ması biz Üsküdarlılar açısından özel bir anlama sahip-tir. Üsküdar’ın manevi sultanı Aziz Mahmûd Hüdayî Hazretleri’nin, çiçekçilerin piri olduğu hikâyet edilir. “Şukûfenâme-i Ali Çelebi adlı çiçek risalesinde yer alan hikâ-
yeye göre Ahmet Dede adında bahçeye ve çiçeğe çok düşkün
bir zat, bir gün bir miktar çiçek tohumunu Aziz Mahmûd Hü-
dayî’ ye götürüp önüne koyar. Bunları onun emriyle dikmek
istediğini, bu konuda izin ve nefesinin bereketi ile tohumla-
rın çoğalmalarını arzu ettiğini anlatır. Aziz Mahmûd Hüdayî
Hazretleri izin verip dua eder; Ahmet Dede, tohumları zamanı
gelince dikip yetiştirir ve çiçekler dünyaya yayılır. (11) Aziz Mahmûd Hüdayî Hazretleri’nin duasıyla Üsküdar’ın maddi ve manevi toprağından hasıl olan tohumlardan fışkıran güller, lâleler, sümbüller gönülleri sarar. Çiçek-lerin efendisi Ali Üsküdarî gibi bir müzehhip ve ruga-ni üstadının elinde açan güller, karanfiller, nergisler; Özbekler Tekkesi Şeyhi İbrahim Efendi’nin gönlünden “suya düşen ateşle” kızaran lâleler; Hezarfen Necmed-din Okyay’ın elinden Yeni Vâlide Camii avlusunda yeti-şen güller bu tohumlardan tüm medeniyete yayılır.
Osmanlı saray törenlerinde çiçekler önemli bir yere sahiptir. Sultan düğünlerinde ve şehzadelerin sünnet düğünlerinde sepetlerle meyve, tablalarla, çiçek hediye edilmesi gelenek olmuştur. Seyyid Lokman tarafından 1582’de yazılan ve Nakkaş Os-man’ın minyatürlerini yaptığı Surname-i Hümayun
adlı eserde, Sultan III. Murad’ın oğlu Şehzade Meh-med’ in 1582 yılındaki sünnet düğününde 52 gün 52 gece süren şenlikler, eğlenceler ve geçit törenle-ri anlatılmaktadır. Atmeydanı’nda yapılan şenlikler, nahıl adı verilen, renkli kâğıt ve mumlardan çeşitli çiçekler ve süslerle yapılmış çok sayıda ağacın dü-ğün alayının önünden ilerleyerek taşınmasıyla baş-lamıştır. İki yüzü aşkın esnaf loncası hünerlerini sergileyen gösterilerle törene katılmışlardır. “Ba-har satıcıları” denen çiçekçilerin geçişi eserde şöyle anlatılır:
“Bahar satıcıları”, yani çiçekçiler ise, ellerinde ve
tablalar üzerinde yerleştirdikleri vazolarda taşıdıkları
birbirinden güzel çeşitli çiçeklerle gelip, meydanı irem ba-
ğına çevirmişlerdir. Bazıları ellerinde çiçekli dallar tutar-
ken, başları üzerinde de içinde nar, elma gibi meyvelerin
bulunduğu kaselerle yürürler. Meyve satıcıları kendilerini
çiçeklerle süsleyerek şenlik meydanına tekrar tekrar gel-
mişlerdir.” Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.38
Bahar Satıcıları
11.yüzyıldan itibaren Haçlı Seferleri ile İslâm bahçe kültürü ile tanışan Avrupa’da yepyeni bir çiçek kültürünün
gelişmesinin köklerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nu ziyaret
eden Avrupalıların Osmanlıların çiçek sevgisinden ve çiçekli
Osmanlı bahçelerinden etkilenmelerine dayandığı söylenebilir.
(12) Kanunî devrinde İstanbul’da görev yapan Avustur-ya Macaristan elçisi Busbecg’in beraberinde götürdü-ğü bitkiler arasında bulunan lâle soğanları, Avrupa’da büyük hayranlık uyandırarak yayılmıştır.18.yüzyılda yaygınlaşan “Turguerie” akımıyla Osmanlı yaşamı, ku-maşları, giyim kültürü yanında bahçe kültürü de Avru-pa’da moda haline gelmiştir. Asiller Osmanlı kıyafetleri içinde aile tabloları yaptırırken, Avrupa bahçeleri, lale,
Sünnet Alayı: Mimarlar ve nahıllar, Surname-i Vehbi
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 21
sümbül, nergis ve zambaklarla donanmıştır. Vaktiyle
Türkiye’den aldığı ilham ve bitkilerle geliştirilen Avrupa bah-
çeleri,18.yüzyıldan başlayarak 19.yüzyıl boyunca yavaş ya-
vaş artık Osmanlı bahçelerine örnek oluşturmaya başlamıştır.
(13) 19.yüzyılda saray bahçeleri için artık Avrupa’dan yaban-
cı bahçıvanlar getirtilmeye başlanmasıyla, bahçeler tamamen
Batı tarzında düzenlenmeye, Osmanlı bahçe tarzından gittik-
çe uzaklaşılmaya başlanmıştır. (14)
“Hoş ve Uzun Rüyadan” Uyanmak
İstanbul’un tarihî güzellikleriyle mest olarak “hoş ve
uzun rüyada” yaşamak, şehrin zarafetini anmak ruhu-muzu ve gönlümüzü okşasa da günümüz şehirli insa-nının dünyasında bu nostaljik sevinçlerin yeri var mı-dır? 20.yüzyıldan itibaren yaşanan kültürel kirlenme ve tahribat sonucunda şehirler, bürokratların ve teknok-ratların icraatlarına teslim edilmiştir. Plansız göçler ve çarpık kentleşme ile her geçen gün İstanbul’un güzel-liklerini yok ettiğimiz aşikâr. Tarihî mesireler, dere ya-takları da dahil olmak üzere tüm şehir hızla zevksiz ve sakat binalarla doldu. Yazımı yazarken İstanbul’un or-tasında bir bina daha onlarca cana mezar olarak yıkıl-dı. İstanbul ve aynı kaderi yaşayan Bursa gibi özel şe-hirleri, yöneticilerin, müteahhitlerin insafından ziyade insanî, bilimsel ve estetik değerler şekillendirmelidir.
Şehirlerimizin ağaçları, suları, çiçekleri kaybolurken ardında ruhları yaralı nesiller bırakıyor çünkü ruhumuz şehirle alışveriş halindedir. Şehrin güzelliklerinden, yeşilden, şiirden, sanattan uzaklaştıkça toplumda ne-zaketsizlik, kabalık yaygınlaşıyor. Cumbalı evlerinin komşuya gölge etmediği, tevazu ile anılan Üsküdar’ın kalbinde yükselen devasa alışveriş merkezi kaç evi güneşten mahrum bırakacak? Mütevazı büyüklükte-ki Beylerbeyi Parkı’nın girişindeki Roma tapınakları benzeri mermer sütunlu tak, Kandilli Parkı’ndaki be-ton çardaklar hangi estetik zevkin(!) ürünüdür? Tarihî Küçüksu Mesiresi uzun bir aradan sonra yeniden dü-zenlendi; çok güzel bir hizmet fakat artık tarihî mesire değil Küçüksu Parkı olarak. Etrafını saran beyaz mer-merlerin üstündeki uzun siyah parmaklıklarıyla, yollar-la, renkli plastik oyun parkıyla, mesirenin tam ortası-na yerleştirilen -Anadoluhisarı Kalesi’nin önüne denk gelen- parlak yeşil kabin ile mesire anlayışından uzak,
İstanbul’un sıradan parklarından biri oldu. Projeyi ha-zırlayanlar tarihî mesirenin bir gravürünü gördüler mi acaba? Benzer bir proje ile anılan Âdile Sultan’ın Va-lidebağ Korusu’nda seyir terasları, yollar, plastik oyun gruplarına değil, çocuklarımızın ve yaşlılarımızın tabi-atın içinde gezmeye ihtiyacı vardır.
Millet Bahçeleri, yeşil şehirler, yatay mimari, şehrin etrafına kurulacak tarım alanları gibi şehirli insanın ta-biatla kopan bağını yeniden kurma çabaları son günler-de ülkemizin gündeminde önemli bir yer tutuyor. Gele-neksel mimarimizin insani ikliminden uzaklaşarak çok katlı binalara, gökdelenlere mahkûm edilen şehirlerin ruhundan akmayan sesler, Millet Bahçelerinin üstün-de çınlayabilecek mi? İnsanların şehrin kalabalığından kaçıp sığınabileceği vahalar imdada yetişebilecek mi? Yöneticilerden başlayarak şehre, tabiata, toprağa karşı vefasızlığımızı artık geride bırakmalı ve umutlu olma-lıyız.
Dünyanın hasbahçesi İstanbul ve Boğaziçi bunu faz-lasıyla hak ediyor…
* Eğitimci - Yazar
KAYNAKÇA
1. Turgut Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimari, İstanbul, Timaş Yay.2016, s.8
2. Turgut Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimari, İstanbul, Timaş Yay.2016, s.132
3. Nurhan Atasoy, Hasbahçe-Osmanlı Kültüründe Bahçe ve Çiçek, İstanbul, KitapYay.2011, s. 21-27
4. Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.43
5. Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.290
6. Turgut Cansever, a.g.e.s.123.
7. Turgut Cansever, a.g.e s.117
8. Nurhan Atasoy, Hasbahçe, s.258
9. Gül İrepoğlu, Lâle, Doğada, Tarihte, Sanatta, İstanbul, YKY, 2012
15. *Hasan Kanbolat, İstanbul’un Gölgede Kalmış Rengi ve Simgesi:Ergu-van,2009, www.hurriyet.com
22
RABİA GÜLNUŞ EMETULLAH SULTAN
Eleğimsağma köprülerden geçelim mi?Salıncak kuralım u kollarımız Bir ayağımız Girit, Üsküdar bir Ayağımız sürüne sürüne sulardan kaleİçinde çiçek sütü rengi cariyeliğimiz.
Büyüyoruz küçüldükçe dünya Kanadım kocaman, Hezarfen, uçalım mı?Yer ayağıma basmıyor yerçekimsizFiillerim buğday zülüflerim gibi dolaşıkUçalım öyleyse yönümüz Doğancılar.
Sözü aldım elime cidarından sıyırdımLal renkli gözlerimdir saklı duran sözlerSöylene söylene sessizlik haykırdıkça aşkGiritli ozanım cebimde kritiçes madinadhes;itan tis miras mas grafto, emeis na gnoristume.
Mehmet sultandır bir kucak bir doru sevdaSarsın beni içine dolambaçlı yoldan o kollarEridikçe hiçleniyorum, içlendikçe seniZerrelerimden kuşlar olup uçmakta Gök ülkemden beyaz kanatlı gelinim.
Girit manileri
(Rumca) alnımıza yazılmış
bizim tanış olmamız
Bir sürü kuş davetlimdi geldiler mi kethüdamBir süre kış davetlimdi gittilerdi değil mi?Bahar saatine de ayarlı mı muvakkithaneArtık kurulalım Üsküdar’da şehir içinde şehirTaze ekmek kokusu gibi hayat sunalım ahaliye.
Kulunuz işte, Rabia Gülnuş Emetullah Sultanım, emrinizdeyim baş hasekinizKuş melikesi huş ülkesinden evimizMustafa ve Ahmed. İki sultan annesiFakir fukaranın hamisi, Valide Sultan.
Evimizi kurduk kuş tüyü taşlardanİbadet içredir tasviri göndersem sultanım‘Bu zülal-i hoş güvara yaptırıp bir selsebil’Akmalı bu kevser ümmete, ben haremi hümayunBir şişe dolu aşk göndersem surei hümayun.
Vakt erişti Sultanım kuşlar toplandı huzurumuzdaEleğimsağma köprülerden geçelim mi?Kafesim hazır gök kıvılcımından çatıHaber salın, Edirne ilinden naaşımGetirilip konula, yüz sürüle yüz Fatihalarla.
İshak ASLAN
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 23
Fa t m a G i z e m A S İ LT Ü R K *
İçinde çeşit çeşit ağaçlar olan büyük bahçeli bir evden kentte doğru düzgün bir balkonu bile olmayan eve yerleştiğimde neden daha özgür ne-den daha birey hissetmiştim kendimi? İstanbul’a çocukluk yıllarımdan beri gelip gitmişsem de bu-rada yaşama fikrinin ilk defa on yedi yaşımday-ken kafama yerleştiğini çok net anımsıyorum. Bir an önce büyüme çabalarının en yoğun yaşandığı, ruhun karmaşık duygularla çalkalandığı çocuk-lukla yetişkinlik arasındaki on yedi yaşın insan hayatındaki yerini hepimiz biliriz. Şimdi kendi deneyimime bakarak bu bireyselleşme ve kar-maşıklaşmanın aynı zamanda kentin ruhuyla da ilişkili olduğunu görüyorum.
Özellikle lise yıllarımda okuduğum, İstanbul’un daha çok zengin kesiminin aile yaşamına ait Tan-zimat ve Servet-i Fünun, Fecr-i Âti dönemleri ro-manlarının uyandırdığı merak, Sergüzeşt’te çeşit çeşit konaklar ve buralarda yaşanan farklı hayat-lar, Aşk-ı Memnu romanında Beyoğlu, Kâğıtha-ne, Göksu, Kalender, Bendler gibi mesire yerleri; Mai ve Siyah’ta Süleymaniye, Tepebaşı, Erenköy, Beyoğlu sokak ve kahveleri; Eylül romanında Boğaziçi’nde kiralanan yalı; diğerlerindeki gibi zengin bir hayatı anlatmasa da Sinekli Bakkal ro-manının semti Aksaray, tüm olumsuz anlatımıyla beraber Sodom ve Gomore’de Arnavutköy, Ye-niköy, Galatasaray, Büyükdere, Beyoğlu, Nişanta-
24
KENTE DÂHİL OLMAK VE KENTLİLİK
şı, Şişli’deki levanten çevreler; Fatih-Harbiye’de yaşa-ma tarzı ve zihniyet bakımından birbirine karşıt hatta düşman gibi sunulan Fatih ve Harbiye semtleri; Benim Adım Kırmızı’da eski dönemlerin nakkaşhaneleri, esir pazarları, külliye ve medreseleri, kahvehaneleri haya-limde ayrı ayrı canlanıyordu. İstanbul elbette aslında şiirlerde daha derin, daha içten bir yaşam buluyordu edebiyatımızda. Yahya Kemal’in “aziz İstanbul” diye-rek hakkında semt semt gazeller kaleme aldığı bu şe-hir Orhan Veli’de daha içeriden bir bakışla yansıtılıyor, Necip Fazıl’da mistik katlara yükseliyor, Attilâ İlhan’da birbirinden ilginç çeşitli serüvenlerin yaşandığı renkli tablolarla canlanıyor, Ziya Osman Saba’da munis bir kimlik kazanıyor, Bedri Rahmi’de deniziyle, doğasıyla, yaşama kültürüyle destanlaşıyor, İlhan Berk’te karşıt kimliklerin tarihsel süreç içindeki varlığı kentin ayrı bir değeri olarak dile geliyordu.
Küçük bir beldeden gelen biri olarak İstanbul’da dik-katimi çeken ilk şey hemen herkesle aynıydı: kalabalık. Şu anda, uzun süre içinde yaşayan pek çok kişiye tik-sinti ve sıkıntı veren kalabalık o zaman benim için çok
farklı bir anlam taşıyordu. Birbirine hiç benzemeyen yüzlerce insanı bir arada gördüğümde kentin insana farklı olma izni verdiğini anlamıştım. Kentin sadece, coğrafya dersindeki köy, belde, bucak, kasaba gibi sı-nıflandırmalarla, yalnızca yüzölçümü ve nüfus gibi sa-yısal verilerle kent olmadığını biliyordum artık. Daha çok dille, felsefeyle, sanatla açıklanabilirdi. Pek çok dil-de kent, “uygarlık, medeniyet, civilization” kelimeleriy-le karşılanıyordu. Uygarlık kentsel zenginliği, kentsel zenginlik farklılığı, farklılık da özgürlüğü getiriyordu.
Kent deyince de bütün çekiciliğiyle akla gelen ilk yer kentler kenti İstanbul oluyordu. Bütün yolların İstan-bul’a çıktığını düşünmeye başlasak da Yeşilçam filmle-riyle büyümüş bir nesil olarak kente dair korkularımız yok muydu? Pek çok film büyük hayallerle kente gelip içinden çıkılmaz durumlara düşmüş, hayal kırıklıkları ve büyük ümitsizlikler içinde perişan olan hayatları göstermiyor muydu? Belki hepsinden de kötüsü kent sakininin taşradan geleni aşağıladığını gösteren yayın-ların etkisidir. Kentin kent dışında kalana bakışı diğer kültürlerde de farklı değildir. Yine de burada yerli tu-
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 25
rist olarak kente gelmek ile içinde yaşamak için gel-mek arasında çok ciddi fark olduğunu söylemek zo-rundayım. Birincisinin daha az stresli olduğu kesindir. Hatta eğlenmek görevinizdir. Önemli yerleri gezer, yer, içer, bol bol fotoğraf çektirir, çok uzun ve can sıkıcı olmayan bir misafir havasında gidersiniz. Pek çok yer-li turistin yaptığı gibi benim de geldiğimde gezdiğim ilk yerler Beyoğlu, Şişli, Eminönü, Yerebatan Sarnıcı, Yıldız Parkı, Beşiktaş, Sultanahmet, Ayasofya, Mı-sır Çarşısı, Fatih, Üsküdar, Maltepe, Kadıköy, Bağdat Caddesi idi. Ancak kente yaşamak için geldiğinizde durum farklıdır. Önce ayrık otu gibi hissedersiniz; fark edilmemek, göze çarpmamak için uğraşırsınız. Kenti çeşitlilik, kozmopolitlik, mozaik, harman kelimeleriy-le eşleştirseniz de kendinizi bunun herhangi bir yeri-ne yerleştiremezsiniz. Çünkü kentli olmak zaman ve eğitim isteyen bir süreçtir. Paraya sahip olmak da sizi kentli yapmaz, sadece kentte yaşayan zengin bir taşralı olursunuz ve kentliler sizden parasız taşralılardan et-tiklerinden daha çok nefret ederler. Bunda zengin taş-ralının kent hayatına dâhil olmaya değil, onu zorbaca değiştirmeye olan meylinin de etkisi inkâr edilemez. Çünkü bireyin şahsiyeti olduğu gibi kentin de bir şah-
siyeti vardır ve ne kadar farklı olsalar da bu şahsiyetler arasında bir saygı, uyum ve mesafe olması beklenir. Kentle özdeşleşmiş kentli insanın birbirlerine dokun-madan, müdahale etmeden birbirlerini anlamalarını, kentin değerler sistemini, sosyal dinamiklerini, üretim, tüketim, boş vakit ve eğlence anlayışlarını kavramadan kente dâhil olmak da mümkün değildir. Mümkün ol-saydı, bu durum kenti yamalı bir bohça gibi birbirine eklenmiş koca bir köyden farksız kılardı.
Belki bir kente kabul edilmenin en kolay yolu benim yaptığım gibi, öğrenci olarak gelmektir. Kentin insan zihnini derinleştiren bir yapısı vardır. Kent deyince akla mimarinin, büyük-küçük pek çok kalıcı yapının gelmesi oldukça doğal. Özellikle İstanbul gibi kuruluşu M.Ö. VII. yüzyıla dayanan, neredeyse 3000 yıllık tarihî bir kent olunca bu daha da önemli. Victor Hugo kentin taştan bir kitap olduğunu, ancak taştan kitabın yerini kâğıttan kitaba bırakacağını sezmişti. Her mimari ese-rin bir anlamı, temsil ettiği bir düşünce vardı. Benim gibi büyük kente dışarıdan gelen pek çok kişi bu taş-tan kitabı anlamaya çalışmış, ancak her kentin yaşadığı gibi yalnızca evlerden oluşan vahşi büyüme Avrupa’nın kentleri gibi İstanbul’u da bozmuş, taştan kitap burada da yerini kâğıttan kitaba bırakmıştı. Öğrenci olmak bu yüzden önemliydi; öğrenmek kenti anlamaktı, kentli olmaktı. Kente sahip olmaya çalışmamak, kente dâhil olmaktı.
Derinleşen insan zihninin ihtiyaçlarının farklılaşma-sı, sanat ihtiyacını ortaya çıkarıyordu… Aristocu bir anlayışla bakarsak sanatın görevi duyguları arıtmaktı. Her şeye yetişmeye çalışan, zamanla yarışan, stresle mücadele eden kent sakininin arınmaya ihtiyacı vardı. Birey olmakla beraber bütünü anlamaya -belki de far-kında olmaksızın- bir eğilimi oluyordu. Resim, müzik, edebiyat, tiyatro, sinema toplum ile birey arasında bir çeşit konsensüs işlevi görecekti. Ama diğer taraftan da öğrenim görmeden kentte yaşamayı sürdüren, sadece giyinme-beslenme-barınma ihtiyaçlarını gideren insan-la aradaki uçurum gittikçe daha da derinleşecekti.
Taşradaki okulumda bulunan minik kütüphaneyi an-siklopedi maddelerine kadar okumuş biri olarak ken-
26
dimle ilgili fark ettiğim ilk şeylerden biri insanlarla zorunlu olarak iletişim kurma mecburiyetinden kaçma isteğimdi. Oysa taşranın ruhu buna asla izin vermez-di. Kamusal olan ile bireysel olan arasında neredey-se hiç mesafe yoktu. Tek bir organizma, belki aynı başın kontrol ettiği bir ahtapotun kolları gibiydik. Ay-rıca birey olmaya izin yoktu. Bu, organizmada uyum içinde yaşayanlar için sorun değildi. Merakı bir türlü bitmeyen, dünyayı sürekli anlamaya çalışan, kafasın-da durmaksızın bir şeyler tasarlayan, doğalı değiştir-mek, nesnelere yeni biçimler vermek, kelimelere yeni anlamlar yüklemek arzusu ve estetik heyecan ile dolu bir insan bu organizma için neredeyse bir tümördü. Önce içine kapanan, yalnızlaşan, yalnızlaştığı için de büyüyen bir tümör. Yalnızlık her şeyi büyütmüyor mu? Çok daha sonraları şehirdeki hayatımda da uzun uzun düşünecektim bunu. Yalnızlığın insanın çabalama is-teğini büyüttüğü, tamamlanmamışlık hissini artırdığı kesindi. İnsanın aşırı karmaşıklığının farkına vardığı bu yalnızlık anlarında kendini ifade etmek için bir şey meydana getirmek en büyük ihtiyaçtı. Bu anlarda pra-tik ve üretken olunabileceği gibi, delilik ve buhran hâ-linde de olunabilirdi. Evet, yalnızlık gerçekten de her şeyi büyütüyordu. Kartal, Maltepe, Bostancı, Göztepe, Üsküdar, Taksim, Kâğıthane, Kadıköy, Feneryolu gibi kentin farklı semtlerinde ve bölgelerinde çalıştığım ve oturduğum yaklaşık yirmi yıllık yolculuğumdan sonra yalnızlığın kenti de büyüttüğünü görecektim. Bütün bu yalnızlaşma ve bireyleşmeyle beraber kentin aynı zamanda sadece bireyin kendi arzularına göre sosyal-leşmeye olanak sağladığını da anladım. Restoranlar, pastaneler, kafeteryalar, çeşitli eğlence mekânları buna imkân veriyordu.
Çocukluk yıllarımda kente ve kentliye dair en keskin hatırlamalarımdan biri de tanımadığımız misafirlerin “İstanbul’da oturuyorum.” derken seslerindeki tuhaf övünmeydi. Bu aynı zamanda gizemli, farklı bir dünya-dan geliyorum, sizin bilmediğiniz çok şeyi biliyorum, anlayamayacağınız pek çok deneyime sahibim demek-ti. Kentin davetkârlığının küçücük zihnimi öfkeyle dol-durduğunu, misafirlerin yüzlerindeki kibirli ve neşeli ifadeden huzursuz olduğumu hatırlarım. Heidegger’a göre “oturmak” bir var olma biçimi. Bu yüzden oturma
yeri de dünya üzerinde var olma şekli ile ilişkili. Otur-ma biçimimiz ölümlü insanın dünyada bir iz bırakma şekli. Antik bir kentin harabeleri karşısında olduğu ka-dar, bir kentin tanımadığım, henüz yeni gördüğüm bir sokağına girdiğimde de şaşkınlığa düşer, aynı şeyi dü-şünürüm: “Burada nasıl insanlar oturmuş, oturuyor?” Binalarına, pencerelerine, kapılarına, çatılarına, bahçe-lerine, sokaklarına, kaldırım taşlarına, sokak lambaları-na, ağaçlarına, çiçeklerine bakarım. Nesnelere bakarak zihnimde orada yaşayanları kurgularım. Kiminde fazla neşe görürüm kiminde kentli insan bunalımı, kiminde müreffeh bir hayat görürüm kiminde alt düzey bir ha-yata sahip olsa da kendini orta hâlli sanan sıkıştırılmış bir hayat.
Kentin şahsiyeti ile bireyin şahsiyetini karşılaştırdığı-mızda insanın içindeki birbirine zıt duygu ve durumlar-la uyum içinde yaşaması; kentin farklı dokularla, fark-lı estetik anlayışlarla var olması paralellik taşır, bunu görebiliyoruz. Sözgelimi Üsküdar’daki mistik hava ile hemen yanıbaşındaki Kadıköy’ün dışa açık dünyası arasında dağlar kadar fark var ama bu ikisi de İstan-bul’un kimliğinden dışlanamaz. O kadar uzağa gitmeye de gerek yok aslında; sadece Üsküdar içinde bile, Sala-cak ile Validei Atik arasında veya Bağlarbaşı ile Beyler-beyi arasında ciddi bir görünüm farklılığı dikkat çeker. Bu farklılık bugünün değil, yüzyılların bir fotoğrafıdır aslında çünkü kentte semtten semte her şey öyle kısa sürede değişmez, değişemez. Ciddi değişimlerin olma-sı için on yıllar yetmez, yüzyılların geçmesi gerekir. Kentli insanın gündelik hayatındaki, kılık kıyafetindeki, davranış biçimindeki değişimler kentin kimliğinden ba-ğımsız düşünülemeyeceği için bu değişimlerin yüzyılla-ra eşdeğer olduğunu kabul etmek gerekir.
Yazının başlarında bahsettiğim, kentte yaşamaya dı-şarıdan gelen insanın fark edilmeme isteği, kentlileşme süreci tamamlandıktan sonra tersine döner. Bundan sonra bu istek aksine, kalabalıklar içinde var olma, fark-lılığıyla kabul edilme, sivrilme arzusuna bırakır yerini.
* Mithatpaşa MTAL Türk Dili Edebiyatı Öğretmeni
Fotoğraflar Mithatpaşa MTAL Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni
Erva KARA’nın özel albümünden alınmıştır.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 27
İ s h a k A S L A N * , S e l a h a t t i n Ö Z KÖ K * *
İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü (1976) ve İstanbul Üniver-sitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi (1977). Bu fakültenin Türk ve İslam Sanatı Kürsüsünde Prof. Dr. Oktay Aslanapa’nın dok-tora derslerine devam etti. 1984’te Dr., 1990’da Doç., 1997’de Prof. unvanlarını aldı. 70’li yıllarında merhum Hattat Hamid Aytaç’ın öğrencisi oldu. Vefatına dek kendisinden meşk ederek hat sanatının inceliklerini öğrendi. 1987-1988 yıllarında Kahire Üniversitesi’nde bulundu ve Türk hattatlığının Mısır’daki izle-rini araştırdı. M.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde Türk İslam Sanatları Tarihi, Paleografi, Epigrafi ve Hat dersleri verdi.
Türk İslam sanatları ve Hat sanatı alanında ulusal ve ulusla-rarası kongrelere katıldı, bildiriler sundu, konferanslar verdi. Kitap, makale ve bildirileri yayınlandı. Radyo ve TV program-larına katıldı. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve mülakatları neşredildi. Bu gibi vesilelerle geleneksel sanatlarımızı yaşatma ve kültür mirasımızı koruma bilincinin yaygınlaştırılması gibi konularda görüşlerini açıklamaya çalıştı.
Tezhip sanatçısı eşi Naciye Subaşı ile birlikte Kahire, Bursa, Dubai, Sharjah, Tunus, Cidde, Berlin, Tahran
ve İstanbul’da sergiler açtı.
Modern oldum diyerek, kravatla, iskarpinle modern olunmaz. Geleneği, geçmişten tevarüs edilen birikimi
sağlıklı okuduğumuzu düşünmüyorum. Kitap okumayı kast etmiyorum; değerlendirmeyi ve istişareyi kast ediyorum.
28
PROF. DR. HÜSREV SUBAŞI ile GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ŞEHİR ve ESTETİK ÜZERİNE
Mekteb-i Üsküdar dergisi adına bizlere bu rö-portajı yapma fırsatı verdiğiniz için, siz değerli hocama, minnetlerimi sunuyorum. Geleneksel Türk Sanatları ile ilgili yoğun ve kıymetli çalış-malar yaptığınızı biliyoruz. Bu bağlamda Ge-leneksel Türk Hat Sanatları üzerine yaptığınız çalışmalarla Eski Yazı Ana Sanat Dalı’nın 1990 yılında ilk doçenti oldunuz. Hocam alanınızda bir ilk olma durumu üzerine nasıl bir değerlen-dirme yapmak istersiniz?
Üç yaşından beri İstanbul’da yaşıyorum. Beyoğlu, Fatih, Kasımpaşa, Aksaray, Beyazıt, Eminönü hep bu-ralarda geçti ömrüm. Otuz yılı geçeli de Üsküdar’da ikamet ediyorum. Genelde İstanbul’un tarihi yerlerin-de yaşadım. O tarihî mekânlarda, tarihi dokunun güçlü olduğu yerlerde çalışmanın getirdiği bir etkiyle mi bile-miyorum, tarihi, edebiyatı, musikiyi, hat sanatını, dini mimariyi sevdim. Dini mimarinin görkemli eserleriyle süslü İstanbul’u o şekliyle ayrıca sevdim. Dolayısıyla bunların bütünlüğü içinde büyüdüm. Lise, üniversi-te yıllarında bile sahaflardan çıkmazdım. Çok az kişi böyledir. Sahaflarda peşinde koştuğum, az bulunan ve kaç yıl önce basılmış olursa olsun bende olmasını is-tediğim dergiler vardı. Dolayısıyla çoklu alan ilgisiyle büyüdüm.
Bizim zamanımızda İmam Hatip Lisesi mezunları, lise fark dersleri vererek lise diploması alır, onunla üniversite imtihanına girer; diğeriyle de Yükseköğre-tim Genel Müdürlüğü’ne başvururduk. Böylece ikili bir eğitimin içinden geçtik. Lisede kültür edebiyat kolun-
daydım. Sınıfımızda bir duvar gazetesi çıkarırdık. Bu gazetede yazılar yazardım. Yazı yazmaya böylece bir merakım oluştu. Şiir denemelerim oluyordu. Bu çalış-malar içerisinde kendimi bir gün eski adıyla Yüksek İslam Enstitüsü olan Marmara İlahiyat Fakültesinde asistan olarak buldum. Bunun yanında İstanbul Üni-versitesi Edebiyat Fakültesi’ni de bitirdim. Bir yandan Edebiyat Fakültesi’nde sanat tarihinde Oktay Aslana-pa’dan doktora dersleri alıyorum. Marmara İlahiyat’ta İslami Türk Edebiyatı asistanı ve sonra hocası olarak Yavuz Sultan Selim’in Türkçe şiirlerini çalıştım. Yüzler-ce yazma eserden cımbızla ayırır gibi tek tek mısralar bularak ilk kez Divançe’sini oluşturdum. Bir yandan da İstanbul irfanı ile büyümüş bir İstanbul hanımefendisi olan Necla Pekolcay hocamın teşvikiyle YÖK’ün ilan ettiği alan listesinde hat sanatı alanında “Eski Yazı Ana Sanat Dalı” şeklinde yer bulan alana başvurdum. Baş-vuru yapmak için çalışmalarımı tararken elde ettiğim verilerden bir kitap ortaya çıktı. Bu çalışmaları güzel bir kapak ve bir önsöz ile bir araya getirdiğimde 150-170 sayfalık bir kitap olabilecek bir dosya ortaya çıktı. Dosyayı rektörlüğe ulaştırdık. Değerlendirme sonucu beni çağırdılar. Bir jürinin önüne çıktım. Jüridekiler çok muhterem insanlar olmasına rağmen, hat sanatı alanında uzmanlıkları yoktu. Heyecanla ve merakla so-racakları soruları bekliyorum. Onlar soruyor, ben anla-tıyorum. Beni rahatlatmak için de: “Biz burada hiçbir şey bilmiyoruz. Sen anlatacaksın biz dinleyeceğiz.” de-diler. Böyle bir atmosferde geçen doçentlik savunması sonucu Türkiye’deki ilk hat doçentliğini almış oldum. Tabii bu bir sorumluluk da yüklüyordu aynı zamanda insana. Unvan gelince üniversitede kadro açıldı ve ata-
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 29
mam yapıldı. Bundan sonra edebiyat dersleri yerine Türk İslam Sanatları Tarihi, Hat, Osmanlı Türkçesi, Paleografi gibi alanlarda derslere girmeye başladım. “Türk Hat Sanatında Hilyeler” konulu tezimle 1997 yılında Türk İslam Sanatları Tarihi Anabilim dalında profesörlüğe yükseltildim. Bu çalışma da yine alanında bir ilk oldu.
Hocam önceki soruda biraz bahsettiniz ancak ben yine de sormak istiyorum. Çocukluğunuzun geçtiği Beyoğlu penceresinden şehr-i İstanbul’a nasıl bakardınız?
Ben Türk İslam Sanatları Tarihi okuttuğum yıllar boyunca Marmara Üniversitesi’ndeki öğrencilerimle sanat tarihi gezileri yaptım. Sadece İstanbul’u değil; Edirne, Bursa, Kayseri, Konya, Sivas, Tokat, Amasya gibi Selçuklu ve Osmanlı merkezlerini de gezdirdim. İstanbul’u gezdirmeye ilk olarak Tepebaşı’ndan baş-larım. Onları oradan karşı sırtlara baktırırdım. Çün-kü gerçek İstanbul’u görmek için, ona doğru yerden bakmak gerekir. Oradan bakıldığında bir yanda Eyüp’e doğru uzanan bir yamaç, bir yanda Sultan Selim, biraz daha gelince Fatih, Şehzade, Süleymaniye, Ayasofya… Hepsi muhteşem bir manzaranın parçalarıdır.
Bir defasında Galata Kulesi’ne gitmiştim. Ancak bi-letin pahalı olması sebebiyle çıkamamıştım. Kırkından sonra çıktım. Şimdi diyorum ki: “Öğle yemeğini yeme, akşam aç kal. Git o bilet ne kadarsa ver parayı, çık yukarı! Bu güzelliği erteleme. Kaç yaşında olursan ol fark etmez, kültürle alakalıysan, çık oradan Süleymani-
ye’ye, Sultanahmet’e, Topkapı Sarayı’na, Ayasofya’ya bir bak. Muhteşem bir manzara.
Beyoğlu’nun hafızamda derin izleri var. Şişhane’ye giderken Tevfik Sağlam İlkokulu vardı. Oradan mezu-num ben. Beyoğlu’nda İngiliz Konsolosluğu’nun hemen yanında Kamer Hatun Cami var. Biz oraya “sefaretha-ne” derdik. Babam o camiinin imamıydı. Oralarda bü-yüdüm ben. Oralardaki mevlithanların sesleri hafıza-ma nakşolundu. Nişantaşı, Osmanbey, Taksim’e yakın o zamanki İstanbul’un elit mekânlarının müdavimleri arasından ölenlerin mevlitleri Ağa Cami’nde ya da Ka-mer Hatun’da okunurdu. Onun için de en usta mevlit-hanlar bu camilere gelirlerdi. Şekeri çok sevdiğimden şeker alma bahanesiyle mevlide giderdik. Bir olta mi-sali şekere takılırdık. Buralarda dinlediğim nağmeler, kulaktan girip yüreğe iner, hafızama nakşolurdu.
Güzel komşulukları yaşadık. Rum, Ermeni komşula-rımız vardı. Ramazan ayında sokakta simit yiyen bir Rum çocuğa, annesi “Müslümanlar oruç tutarken sen nasıl simit yersin!” diye kızmıştı. Bu olayı unutamam. İşte bu, ahlâktı. İstanbul, İstanbullu buydu. Şimdi bunu anlatsan, yeni nesil “Ne diyorsun?” diyecektir. Nesil çok değişti. Beyoğlu böyle bir yerdi. Beyoğlu, hem musiki kulağı alma hususunda, hem de insanî değerler kazanma hususunda bende özel bir yere sahiptir. Hoş-görüyü, insanları ayırmadan sevmeyi, şefkat ve sevgi kanadı altına çekebilmeyi, Yunusça bir yolun yolcusu olabilmeyi buralarda öğrendim.
Hocam, hiç bir şeyin rastgele yapılmadığı Os-manlı’dan günümüzün modern Türkiye’sine na-sıl bakmak gerekiyor? Değişen nedir? Modern yapıların kimlik sorunu mu var? Modern yapıda olmayan nedir?
Çok güzel bir soru. Buna cevap verebilmek için ön-celikle modern yapının ne olduğunu tanımlamalıyız. Estetik çehre bakımından, gelenekte olmayan yeni-likler taşıyor olması mı yapıları modern kılıyor, yoksa bu eserin yüz sene, iki yüz sene evvel değil de bugün yapılmış olması mı? Aslında her iki anlamda da kulla-nılıyor.
30
İlahiyat Fakültesi yıllarında yapmış olduğum geziler-den birinde Konya’ya giderken sabah namazını kılmak için Ankara Kocatepe Camii’ne misafir olduk. Namaz çıkışında öğrencileri topladım, dedim ki: “Beş dakika boyunca çıt çıkarmadan camiyi izleyin, cami hakkın-daki intibalarınızı otobüste alacağım.” Öğrenciler öyle güzel şeyler söyledikler ki, bu kadarını ummuyordum açıkçası. “Camiye baktığımızda büyük bir eserin kar-şısındayız, muhteşem, kocaman bir bina diyoruz. Ama Süleymaniye’ye baktığımız zaman duyduğumuz heye-canı duyamıyoruz. Bir şey eksik, ama adını koyamıyo-ruz.”dediler.
İşte bu yapı modern bir yapı. Evet üslup olarak eski, klasik ama inşaat yeni. Eksik olan şeyin adını koyamı-yoruz. Çünkü Süleymaniye’ye, Şehzadebaşı’na, Selimi-ye’ye baktığımız zaman duyduğumuz heyecanı duya-mıyoruz.
Osmanlı, gerilemeye başladığı dönemde, gerileme-sinin sebeplerini düşündü; baktı ki Batı medeniyeti sürekli ilerliyor. Biz de onları kendimize örnek alalım diyerek, siyasi, kültürel, sosyo-politik birtakım kararlar alındı. Bunun neticesinde eskiye, kadim değerlere ait her şey atılmaya, yeni diye birtakım unsurlar alınma-ya başlandı. Böylece etkisi uzun yıllar sürecek kör bir düşüncenin içine düştü. Nihayetinde eski kültürün taşı-yıcıları teker teker öldüler. Eski mimarlar, minareciler, mahyacılar, tezyinat, ebru, tezhip, hat sanatı ustaları… Çok Partili Dönemle birlikte eski değerlere dönüşler oldu ama arada birkaç nesli kaybettik. Eski kültürün yaşatıcısı ve taşıyıcısı o kıymetli insanlar o güzel ve vakur çehreleriyle, tavırlarıyla, yürüyüş şekilleriyle, birbirleriyle konuşurken hangi kelimeleri kullanacakla-rına dikkat etmeleriyle birlikte göçüp gittiler.
Dil devrimiyle birlikte bizi biz yapan bütün kelimeleri atıp yerine batı kökenli biraz da uydurukça diyebile-ceğimiz kelimeler koyduk. Dilin ve yazının değişmesi, esasında kültürel akışı da kopardı. Biz aslında tam ma-nasıyla modern de olamadık. Şimdi eskinin birikimini, bir insaf düzleminde bir araya getirip, geleceğe kuvvet-le yürüyecek kuvveti arıyoruz.
Eskiden, İslam şehrindeki en kutsal değer, en tepe-sinde Allah’ın varlığını yüceltircesine bir hilalle göğe yükselen minarelerken, bugün kapitalizmi güçlendirir-cesine gökdelenler yükseliyor ve bu beni kahrediyor. Üsküdar gibi kadim bir semtin göbeğinde gördüğüm bu yapılar bana alışılmışın dışında geliyor. İnsanlarsa bunu modernlik olarak algılıyor. Tabii ki yenilik olmalı. Ancak bu, eskiyle yeniyi bütünleştirmeyi başarabilecek bir birikime sahip kişilerce yapılmalı.
Nihayetinde şehirlerin karakterleri değişiyor. Şurası unutulmamalı ki mimarlar, şehirleri, şehirler de insanı inşa eder. Nasıl bir insan tipi istiyorsak, o tipin inşa edileceği bir şehir inşa etmeliyiz.
Bilge mimar Turgut Cansever’in ifade ettiği gibi artık kubbeyi yere koyma durumuna geldik. Peki Hocam, camiler ve şehirlerden bahsettiniz; şehirler, medeniyetin neresindedir?
Al birini vur ötekine. Yeni yaptığın camiler cami de-ğil. Mesela yeni yapılan camilerin çoğunlukla iki kapısı var. Neden iki kapı? Cami, birliğin yeridir. Tek olmalıdır. İhtiyaç için yanlardan kapılar açılır, o ayrı. Yine başka bir cami. Ana kapısında üçgen var. Sen o üçgenin içine hilal ve yıldız koyduğun zaman, o bayrak olmuyor bana göre. Niye üçgen? Bunu sorarım ben. Üçgen teslistir. Caminin ana kapısında ne işi var? Bu olmamalı. İstişa-re olmadan bu işler olmamalı. Bu kültürel bir davadır. Biz bugün varız, yarın yokuz. Bir iş yapılacaksa, hak-kıyla yapılmalı.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 31
Modern oldum diyerek, kravatla, iskarpinle modern olunmaz. Geleneği, geçmişten tevarüs edilen birikimi sağlıklı okuduğumuzu düşünmüyorum. Kitap okuma-yı kast etmiyorum; değerlendirmeyi ve istişareyi kast ediyorum. Herkes iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışı-yor, ama istişare yapılmıyor. İstişarenin önemi üzerine ayetler, hadisler var. Buna rağmen bu noktayı atlıyo-ruz. Ama ümitsiz değilim. Yanlış ebedi olamaz. Yeni nesiller bu yanlışı görecek ve düzeltecektir.
Hocam bu noktada şehrin inşası mı, neslin ih-yası mı ön planda olmalı? Neden?
Konuşmamın bir noktasında “mimarlar şehri inşa eder, şehirler de insanı” demiştim. Mesela Edirne’ye giderken, şehre yaklaştığınızda taa üç dört kilometre öteden Selimiye sizi “Gel bakalım gel, hoş geldin!” di-yerek kucaklıyor. Keza, Güzel Sanatlar Fakültemizin yakınında bulunan Ömer Öztürk Camii’ne doğru ge-lirken, altı-yedi yüz metre öteden iki minaresi ve kub-besiyle harika bir şekilde size “Gel” diyor. Kime diyor bunu? Namaz kılana da kılmayana da, inanana da inan-mayana da, “Gel, ben buradayım” diyor. Sonra önüne binalar yaptılar, caminin kubbesini kapattılar. Şimdi camiye yaklaşınca ancak iki tane minarenin ucunu gö-rebiliyorsun, kubbe mubbe, yapı falan görünmez oldu! Bu nasıl bir şeydir ki, caminin önünü kapatıyorsun. Bu tür yapılara izin verilmemeli. Çünkü yapının, mekânın insanı eğiten bir yapısı var.
‘Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyle-yeyim’ derler. Günlük hayatının hangi mekanlarda geçtiğini söyleyen birisine, nasıl bir insan olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Mimari mi insanı, insan mı mimariyi inşa eder? İşte, cevabı burada. Nasıl mekân-ların müdavimi olduğunu söyle; ben de senin ruh tahli-lini yapayım, ruh profilini çıkarayım. Kanaatkâr mısın, bencil mi, hırslı mı? Yalan söyler misin, hak yer misin, yemez misin? Bu bakımdan esas olan, mekân üzerin-den insan eğitimi. Mekân insanı eğitir. Olumsuza doğ-ru da eğitir, olumluya doğru da. Mesela; şu mübareğin (tavandaki ahşabı göstererek) olduğu yerde huzur çok, yalan az olur. Kanaat, sabır gibi hikemi özellikler böy-lesi mekânlarda, gelişmeye imkân bulabilir.
Okullara bakalım; hepsi tek düze yapılıyor. Koridor belli, sınıf belli. Binanın kimliği yok! Biz buralarda me-deniyetimizi nasıl öğreneceğiz. Kimliğini belli etmeyen mekânda, kimlik nasıl öğrenilir? Mahallelerimiz, soka-ğımız, içinde yaşadığımız evlerimiz… Hasılı ömrümü-zün geçtiği mekanlar çok önemli.
Maalesef ki, dikey mimarinin insan ruhunu öldürdü-ğü kanaatindeyim. Şehrin merkezî yerlerinde buna izin verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. İlla yapılacak-sa, bu iş için bir alan belirlenmeli ve bu alanın dışına, bu iş taşmamalı.
Hocam, estetik bilince sahip nesil yetiştirebil-mek için işe nereden başlamak gerekir? Nasıl bir eğitimle öğrencilerimizi yetiştirmeliyiz? Öğret-menlerde estetik bilincini oluşturmak için neler yapmamız lazım? İslam şehirlerinin yeniden di-rilişi bağlamında bu konuda dertli mimarlar ye-tiştirmek için neler tavsiye edersiniz?
Evvela, eğitimcileri eğitmek lazım. İki eğitimci düşü-nün. İkisi de öğrencilerini Süleymaniye gezisine götür-mekle görevlendirilmiş olsun. Biri akşam evine geldi-ğinde internetten Süleymaniye Cami ile ilgili neler var, bakar, bilgi toplar. Çocuklara bunları okur, anlatır. Bir de küçük gezi düzenler. Diğer öğretmen ise, Yahya Ke-mal’in ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı içine sindi-rerek okur, sonra öğrencileriyle paylaşır. Yahya Kemal
32
ne hissiyatını anlamaya çalışır. Önce duygularını, son-ra öğrencilerini bu hikmetten besler. Süleymaniye’nin sade bir inşadan ibaret olmadığını, Türk-İslam tarihi içinde, Osmanlı İstanbul’unda ne ifade ediyor; bunu irdeleyerek anlatmaya çalışır. En sonunda da ‘Süley-maniye, İstanbul’un askeri fethinin kültürel manada ta-mamlanışıdır, diyebilir miyiz çocuklar?’ gibi bir soruyla öğrenciyi askeri anlamda ‘fetih’ kavramından, kültürel manada fetih kavramına doğru düşünmeye sevk eder. Sizce bu iki öğretim yönteminden hangisi amaca daha çok yaklaştırır?
Hakikatte, minare ayakta durduğu müddetçe, bir eği-tim vasıtasıdır. Çocuk büyüdüğü zaman babasına sora-cak: “Bu uzun bina ne?” Babanın cevap vermesi lazım: ‘cami’ der. Çocuk tekrar soracak: “cami ne?” Baba bu durumda Allah’tan bahsedecek. Derken, Kur’an, din, iman, dua… kelimeler ardı ardına sökün edecek. İşte sana en güzel eğitim. Orada ateist yetiştiremezsin!
Hakikat şu ki, eskinin insanlarıyla, bugünün insanları arasından çok sular aktı. Eskiyi anlamak artık gittikçe zorlaşıyor. Eskiyle yeni arasındaki o köprüyü kurdura-cak olan mütefekkir, öğretmendir. Sadece bakarak alan değil, perdenin ardını merak edip okuyan, görebilen, gördürmeye çalışan eğitimciler bu köprüyü kuracaktır. Bunlar da eğitilmiş eğitimcilerle mümkün olur ki, bu da ayrı bir konudur.
Tekrar etmek babında, gerek öğretmenler, gerek öğ-renciler açısından eğitim için gezi olayının çok ustaca yapılması gerektiğini düşünüyorum. Dört duvar arasın-da, istediğin kadar iyi anlat, yine de yetersiz kalacak-tır. Sahaya inmeden bu iş olmaz. Nedir saha? Mesela Çanakkale sırtlarıdır. İşte o sahaya indiğinde bazen bir şey anlatmana gerek bile kalmaz. Bazen, sessizce yü-rümen bile yeterli olur. Toprak konuşur adeta, o şehit-lerin ruhu konuşur. Al oradan Sivas Gök Medrese’ye, Konya’da Mevlâna’ya, orayı görsün, hissetsin. Üç asır sonrasına, Selimiye’ye gel; hiçbir şey anlatma, bırak çocuk o ruhu dinlesin. İnan o çocuk, bütün bu gördük-lerinden alacaktır.
Bunlar detay gibi görünüyor, ama detay değil olma-
sı gereken bu. Çocuğu al Çifte Minareli Medrese’nin önüne koy, çocuk orayı seyretsin. Baksın ve sonra sor-gulasın. Neden iki tane minare? Hem, burası medrese, neden minareye ihtiyaç duyulmuş? Burası cami değil. Minarenin yoksa başka anlamı da mı var? Sorsun bun-ları. Bu işi sadece öğrenciye değil, öğretmene de yap-mak lazım.
Çocuğu anaokulundayken gezdireceksin, nihaye-tinde ses güzelliğiyle, estetikle, davranış güzelliğiyle tanıştıracaksın. Sıhhatli bir bakış için seyahat şarttır. Gezin ki sıhhat bulasınız. Zaten sonrasında o kendine yol açacaktır. Çocukta kendiliğinden bir estetik bakış oluşacaktır.
İşte, nasıl estetik zevki olan nesiller yetiştiririz derse-niz, ben size çocukları okulun dört duvarının içinden, sağlıklı anlatan rehberlerle birlikte dışarı çıkarın derim.
Hocam Güzel Sanatlar Fakültesi’nin başında-sınız. Türk İslam Sanatlarının yeniden neşv ü nema bulması hususunda gayretleriniz var. Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Sanatlar, medeniyet anlayışımızın adeta bize uza-nan köprüleridir. Medeniyetler, sanatın diliyle konuşur. Onun için de geleneksel sanatlar, o medeniyetin ifade dili içinde önemli bir yer işgal ediyor. Biz fakültemizde geleneksel Türk sanatlarından hat, tezhip, minyatür, cilt, çini, halı-kilim dokuma olmak üzere altı dalda li-sans, lisansüstü ve doktora eğitimi veriyoruz. Buralara yetenek sınavı ile öğrenci alıyoruz.
Hocam, altından daha kıymetli vaktinizi ayırarak kül-liyat derecesinde önemli bilgileri bizlerle paylaştığınız için size Mekteb-i Üsküdar dergisi adına çok teşekkür ediyoruz.
Böylesi güzel bir çalışmanın içinde bulunma fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
* Üsküdar İlçe MEM Şube Müdürü** Pendik Tefik İleri İlkokulu MüdürüRöportaj Deşifre: Tuğba TATLI Mithatpaşa MTAL Türk Dili Edebiyatı Öğ-retmeni
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 33
İnsan çevresinden etkilenen, çevresini değiştiren, zaman-
la kendi de değişen aktif bir organizmadır. Birey yaşama
ortamından soyutlanmış olarak düşünülemez. Ortam ise
bireyin her gün içinde bulunduğu mekânsal çevre hem de
bireyin bir parçası olduğu sosyal çevre olarak ele alınır. Me-kansal ortam; kişisel mekân, ev, komşuluk çevresi, şehir,
bölge ve ülke gibi farklı ölçeklerde düşünülebilir. Sosyal çevre ise; kişisel özellikler, aile etkileri, komşuluk, hemşeri-
cilik, alt kültürler ulusal kültürler olarak ifade edilebilir.
İçinde yaşadığımız, çalıştığımız, iş yaptığımız, oyun oy-
nadığımız vb. fiziksel çevrenin, davranışlarımızı, deneyimle-
rimizi, yaşamımızı nasıl etkilediğini pek düşünmeyiz. Oysa
günlük yaşamımızı çevreleyen ve destekleyen çeşitli düzen
ve tasarımlar, düşüncelerimiz, davranışlarımız ve duyguları-
mız üzerinde önemli bir rol oynar. Hatta denilebilir ki; tasa-
rım o kadar güçlü bir olgudur ki, tasarım yapılan mekândan
faydalanacak, o mekanda bulunacak insanların davranışla-
rını doğrudan etkiler. Bu yazı da işte bunu biraz irdeleyece-
ğiz.
Bugün binaların ve şehirlerin genel sağlığımızı ve ruh ha-
limizi etkilediğini biliyoruz. Bu nedenle şehirler ve yapılar
tasarlanırken o şehirde yaşayanların üzerindeki etkisini göz
ardı etmemek gerekir. Bunun içinde psikoloji biliminin yak-
laşımını işin içine katmak gerekiyor.
Yan yana dikilmiş çok sayıda apartman, içinde yaşayanla-
ra izolasyon hissi veriyor, doğru tasarlanmamış kamu alan-
ları, onları kullananları mutlu etmemektedir.
Psikoloji alanında son yıllarda çevre ile davranış arasın-
daki ilişkiyi araştırma gereği ön plana çıkmıştır. Çevresel
stres ve bununla başa çıkma yolları, kalabalık ve yarattığı
“Biz binaları biçimlendiriyoruz, sonra onlar bizi biçimlendiriyor”Winston Churchill
34
Ç e t i n K I L I Ç *
ŞEHİR, PSİKOLOJİ VE ÇOCUK
stres, mahremiyet, kişisel alan, kent yaşamı, çevre büyüklü-
ğü, hava kirliği, gürültü kirliliği gibi pek çok konuyu kapsar.
Dış cephelerin psikolojik etkileri
Bina cephesinde, cepheyi oluşturan elemanların fiziksel
yansımaları, farklı psikolojik etkiler yaratabilmektedir. Ya-tay yapılar insanda rahatlama etkisi uyandırır ve daha
insancıldır. Günlük yaşantımızda hareketlerimizin büyük
çoğunluğu yatay hareketlerdir. Basit ve kendi kendine yapı-
labilir. Dikey yapılar ise uzunluğu ölçülemez, elle tutula-
maz gibi görünmekte heyecan, belirsizlik, insanüstü bir güç
ve başarı etkisi uyandırmaktadır. Eğer dikey hareket etmek
isterseniz, merdiven ya da asansör gibi araçlardan destek
almamız gerekir. Ayrıca dar cadde ve üzerinde adeta bir
duvar gibi yükselen yapılar, uzunluğu ölçülemez, elle tutula-
maz gibi görünmekte ve düşey hareket insanı ezen bir etki
yaratmaktadır. Bu psikolojik etkiler nedeniyle insanlar daha
çok yatay yapıları tercih etmektedirler.
Dış mekanlarda kullanılan renkler insanlarda psikolojik
etki yaratır. Renkler insanlar üzerinde psikolojik olarak ya-
rattıkları etkiye göre sıcak ve soğuk diye ikiye ayrılmaktadır.
Sıcak renkler, sarı, kırmızı ve turuncudan oluşmakta-
dır. Sıcak renklerin ruhsal etkisi, neşe canlılık ve harekettir.
İzleyeni uyarır ve neşelendirir. Fiziksel gücü, enerjiyi, dina-
mizmi artırır, metabolizmayı hızlandırır; fazlası ise heyecan,
yorgunluk, şiddet, saldırganlık ve konsantrasyon güçlüğü
yaratır.
Soğuk renkler; mavi, mor ve yeşildir. Yatıştırıcı ve din-
Üstündağ, B. (2009). Bina cephesi ve işlevlerinin görsel analiz kapsamında değerlendirilmesi.
Yazgan, B. (2017). İstanbul İlinde çocuk dostu kent için mekân, çevre, ta-sarım, gelişim eksenli bir proje: “Esenler Çocuk Sokağı” örneğinin ince-lenmesi.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 37
M e h m e t C e m a l Ö Z T Ü R K *
Üsküdar, 1352’de Orhan Gazi tarafından fethedilmiş-tir. Ancak Karacahmet adlı Müslüman Mezarlığı, I. Mu-rad devrinde oluşmaya başlamış, İstanbul’un fethinden sonra giderek genişlemiştir. Karaca Ahmed, Anado-lu’nun İslamlaşmasında önemli katkıları olan abdalân-ı Rûm zümresinden menkıbevî bir şahsiyettir. Bundan dolayı adına çeşitli yerlerde türbeler yapılmıştır. Üskü-dar’da kabristan içindeki türbesi de bunlardan biridir. Evliya Çelebi’nin, “Karaca Ahmed Sultan Tekkesi me-zaristan içindedir” şeklindeki ifadesinden burasının o dönemde bir türbe-tekke olduğu anlaşılmaktadır.
750.000 m2 olan mezarlık Miskinler, Saraçlar Çeşme-si, Şehitlik, Musalla ve Duvardibi adlı beş büyük bölge-ye, Çiçekçi, Duvardibi, Harmanlık, Hattatlar, Hünkâr İmamı Mevkii, İnadiye, Kaygusuz İbrahim Baba, Ku-yubaşı, Miskinler, Saraçlar Çeşmesi, Seyitahmet Dere-si, Şehitlik, Kaldırım ve Tunusbağı olmak üzere 14 alt bölgeye ayrılmıştır.
Menzilhane’den başlayarak Karacaahmet Türbe-si’nin önünden geçen ve mezarlığı geçerek Ayrılık Çeş-mesi’ne ulaşan güzergâh, surre alayının ve ordunun sefere çıktığı yoldur.2 Bu yol, iki yanında yer alan ve her biri bir mimari şaheseri olan aile sofaları ve devlet adamlarının mezarlarıyla Karacaahmet Mezarlığı’nın
Deryada sonsuzluğu zikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!
Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!
Necip Fazıl Kısakürek
II. Bayezid’in hat hocası Şeyh Hamdullah’ın
(ö.927/1520)
Karacaahmet mezarlığındaki mezartaşı.
“Reîsü’l-Hattâtîn Hamdullah
el-ma’rûf bi-ibni’ş-şeyh rahmetullâhi aleyh”
38
KARACAAHMET’İ ZİYARET1
bel kemiğini oluşturur. Yol üzerinde mezarlar arasın-da sırasıyla Hoca Sâdeddin Efendi, Karaca Ahmed, Arapzâde, Mollacık, Miskinler ve Hacı Hüseyin Paşa sebilleri bulunmaktadır.3
Mehmed Süreyyâ Bey, Fındıklılı İsmet Efendi, Ali Fuat Paşa, Şeyh Kemâleddin Efendi gibi araştırmacılar, Karacaahmet Mezarlığı’nda yatanların kabir taşlarını ve kimliklerini araştırmışlardır. Mekteb-i İ‘dâdî Harbiy-ye-i Şahane öğretmenlerinden Kolağası Mehmed Râif Efendi, Mir’ât-ı İstanbul (İstanbul 1314) adlı eserinde burada gömülü 138 meşhur kişi hakkında bilgi vermek-tedir (s. 149-197). Behcetî ailesinden İsmail Hakkı Üs-küdarî, Merâkid-i Mu‘tebere-i Üsküdar adlı kitabında (İstanbul 1976) 540 adet kabir ve kitabesini tanıtmak-tadır. Son dönemde üniversitelerde bazı tezler de yapı-larak mezar taşları kaydedilmeye çalışılmıştır.4
İçinde birçok kuş türünün yaşadığı Karacaahmet Mezarlığı başta servi olmak üzere çınar, defne, çitlem-bik gibi ağaçları ve çeşitli bitkileriyle bir koru gibidir. Mezarlığın içinde ve çevresinde altı tekke ve namaz-gâh, üç cami, yedi çeşme, iki mektep, bir hastane ve bir kireçhane yapılmış, ayrıca irili ufaklı çeşitli kuyular açılmıştır.
Tunusbağı’ndan Ayrılık çeşmesine kadar birçok tari-hi mezar taşı yakın zamana gelebilmişken tarihin tah-ribatı bir kenara, ya istimlak ya defin sebebiyle maa-lesef ortadan kalkmıştır. Mezarlık hizmetleri de vakıf sisteminden çıkarılarak belediye hizmetleri kapsamına alınınca âbkeş, duâgû ve hafızlık gibi resmî paralı me-muriyetler kalkmış, böylece gravürlerdeki görüntüler bir hayal olmuştur.
Karacaahmet’te, Şeyh Hamdullah, Nabi, Nedim, Ya-man Dede, Sebilci Hüseyin, Esat Paşa, Ali Fuat Başgil, Mustafa Düzgünman, Necmeddin Okyay, İbrahim Hak-kı Konyalı, Burhan Felek, İsmail Hakkı Altunbezer gibi pek çok meşhur zevat burada metfundur.
Yahya Kemal’in bir şiirinde “Ölüm asude bahar ülke-sidir bir rinde” şeklinde ifade ettiği ölüm, korkulan-ka-çınılan bir yok oluş olarak değil de bir evden diğer eve Surre Alayını tasvir eden bir resim.( Seppings Wright (1850–1937))
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 39
gidiş olarak algılanmış, “Ölüm ayırsa bile, mahşerde buluşuruz” inancı ile “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık ol-masaydı” gibi ifadelerle geçici ve mecburi ayrılık gö-rülmüş, en nihayetinde mahşerden sonra ebedi bir ha-yat bulunması insanlarımızda bir teselli uyandırmıştır. Bu sebeple mezarlıklarımızın bir kısmı mahallemizdeki camilerin içindedir. Bu durum bir nevi ölümle iç içe yaşamak gibidir. Zaten bir sözümüz “hiç ölmeyecek-miş gibi dünya, hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalış”5 demektedir. Dünyayı bilip aldanmamamız, ahireti bilip aldatmamamız, gerektiğinden inançlı-ölçülü bir hayat yaşamaya çalıştığımızda ahiretteki hesabımızın kolay olmasını ümit ederiz. Bir hadis-i şerif; her gün, ya bir hastayı ziyaret etmemizi, ya bir cenazeye katılmamızı ya da kabir ziyaret etmemizi öğütler ki, dünyaya da-lıp, ahiretten gafil olmayalım6. Kabristana girdiğimiz-de “es-selamu aleyküm ya ehle’l-kubur” diyerek selam verir, üç ya da on bir İhlas bir Fatiha suresini okuruz. Kabirlerin üstüne basmamaya dikkat ederiz. Ölmüşle-
rimizin mezar taşlarını ve mezarlarını gösterişe düşme-den, sade ve basit bir şekilde yaptırırız ki israfa düşme-yelim. Karacaahmet olsun, başka mezarlıklar olsun çok şatafatlı kabirler yapılmasa, defnedilen kişi kadar daha defin yapılabilir belki.
Gözlerim ebnâ-yı âdemden o kadar yıldı ki,İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı...
diyen Şair Eşref (ö. 1912) o zamanlarda dahi mezar taşlarının tahribatından bizar olduğunu belirtmektedir. Her biri bir sanat eseri olan eski mezar taşlarımız birer tapu mesabesindedir.
Biraz gayretle 3-5 satırlık mezar taşlarımızı okumak o kadar da zor bir şey değildir. İlk ve son satırları genel-de “Hüve’l-Baki, el-merhum ve’l-mağfur el-muhtac ila rahmet-i Rabbihi’l-gafur, ruhuna el-Fatiha” şeklindedir.
KAYNAKÇA
1 Bu yazı, Necdet İşli, Karacaahmet, DİA, XXIV/375-377 İstanbul, 2001, Erkan Övüç, Bir Osmanlı Sokağı’nın Tasavvuf Merkezli Tahlili: Üsküdar İnadiye Caddesi Örneği, Basılmamış YLT, İstanbul, 2007, M. Nermi Haskan, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, II/667-884, İstanbul, 2001’den yararlanılarak yazılmıştır.2 Hamidiye Hicaz Demiryolu’nun 1908’de açılmasıyla surre alayı trenle gönderilmeye başlanmış idi.3 Mehmed Süreyyâ Bey, Fındıklılı İsmet Efendi, Ali Fuat Paşa, Şeyh Kemâleddin Efendi gibi araştırmacılar, Karacaahmet Mezarlığı’nda yatanların kabir taşlarını ve kimliklerini araştırmışlardır. Mekteb-i İ‘dâdî Harbiyye-i Şâhâne öğretmenlerinden Kolağası Mehmed Râif Efendi, Mir’ât-ı İstanbul (İstanbul 1314) adlı eserinde burada gömülü 138 meşhur kişi hakkında bilgi vermektedir (s. 149-197). Behcetî âilesinden İsmâil Hakkı Üsküdârî, Merâkid-i Mu‘tebe-re-i Üsküdar adlı kitabında (İstanbul 1976) 540 adet kabir ve kitâbesini tanıtmaktadır. Son dönemde üniversitelerde bazı tezler de yapılarak mezartaşları kaydedilmeye çalışılmıştır. 4 Mezarlık, yüzyıllar boyunca yabancı seyyahları büyülemiştir. Bunlardan 1852’den itibaren Ernest de Caranza, Abdullah Biraderler, Bergren, Foto Sabah, Theophile Gautier (Karacaahmet’in Doğu’nun en büyük mezarlığı olduğunu söyler ki, 750.000 m2’dir), R. Walsh ve Thomas Allom resimlerini yapmış, fotoğraflarını çekmişlerdir. 5 Câmiu’s-Sagîr, II/12, Hadis No:1201. Bu hadisi şu şekilde anlayabiliriz; Dîninin, milletinin ve devletinin kıyâmete kadar bekâsı için çok çalışman lâzımdır. Beri tarafda, nefsin için yarın ölecekmişsin gibi âhirete hazırlanman gerekir. Zîrâ sen de her kul gibi ölüme namzedsin...Sen ölümlüsün ammâ milletinin ve dîninin kıyâmete kadar bâkî kalması için de çalışman şartdır. Eğer çalışmazsan, okumazsan, anlamazsan, marifet ve san’at sâhibi olmazsan, düşmanların seni yaşatmazlar....Kâfire esîr, zâlime uşak olursun.6 Vaktiyle İstanbul’da bazıları sünnetten maada, mekteb başlarken her sene Eyüp Sultan, Sünbül Efendi, Merkez Efendi, Yahya Efendi ve Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerini ziyaret ederlermiş…
40
* Uzman Öğretmen
İnsan yaşamı boyunca bir dizi eylem içerisinde bu-lunur. Bu eylemlerini de bir mekân içinde gerçekleşir. Bu mekân evi, mahallesi, semti, köyü, kasabası, kenti, ülkesi ve dünyadır. İnsanı biçimlendiren, ona kimlik, kişilik kazandıran kısacası hayata dokunduğu yerdir kent…
Yalnız kent mi etkiler insanı. İnsan da yaşadığı kenti etkiler. Karşılıklı bir etkileşim vardır aralarında. Kent aslında insana benzer. Kişilerin nasıl özellikleri varsa kentlerinde kendine has özellikleri vardır. Kimi kentler-de yaşam sakin akarken kimi kentlerden yaşam hare-ketli, hızlı, yoğun, stresli ve kargaşa içinde akar gider.
Bir kentin coğrafi özellikleri, sosyo-ekonomik duru-mu, büyük alışveriş merkezleri, tiyatroları, sinemaları, kültür merkezleri, rezidansları, iş kuleleri, yüksek katlı siteler insan üzerinde büyük bir etki yaratır. İnsan ya-şadığı kent ile arasında bir bağ kurar. Bağ kuramadığı bir kentte yaşamak insanı mutsuz eder. Hayata bakış açımız, yaşam tarzımız, iş olanakları, sevdiklerimizin olması, hayallerimiz yaşayacağımız kenti seçmemizde önemli rol oynar.
Kent yaşamı, geleneksel kent yaşamından modern kent yaşamına doğru yol almıştır. Modernleşme elbette
yaşamımıza iyi yönde kolaylıklar getirse de bizden gö-türdüklerini de göz ardı edemeyiz. Modern kentleşme insanın kendine, diğer insanlara yabancılaştırmaktadır. Sabahın erken saatlerinde koşturmaya başlar, gecenin karanlığı, yalnızlığı, yılgınlığı ve tükenmişliği ile evine döner kent insanı… Bu duyguları yaşayan insandan çevresiyle sağlıklı bir iletişim kurması beklenemez. Kendine ve kentine yabancılaşan insan sonunda bir çıkmaza girer. Hiçlik duygusu hisseder. Sonra durur ve kendine şu soruyu sorar insan: ‘Ne oldu bu kente? Ne oldu bana?’ O güzelim toprak kokan yeşilliklerin ye-rini yüksek katlı lüks siteler, rezidanslar aldı. O sıcak, samimi, insana güven duygusu veren mahalle kültürü yok oldu. Sadece kentin görünüşünü değil insanı da de-ğiştiriyor modern kent yaşamı. İnsanların birbirlerine karşı sevgisi, hoş görüsü, samimiyeti, güveni, dostluğu, yardımlaşması, paylaşımı sadece öykülerde kalıyor. Bu yüzden midir insanların ‘yaz gelse de memlekete git-sem ‘demesi. Kentte bulamadığı insanlardaki samimi-yeti, muhabbeti, doğayı memleketinde bulmak istemesi midir, kim bilir……
*Türkan Sabancı Görme Engelliler Okulu
KENTİN İNSANLARIS a b r i ye S ev i l Y İ Ğ İ T E R *
41M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
“12 Eylül 1920’de Antalya’da doğmuş, Bursa’da
İlkokulu, İstanbul’da Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş-
tir. Üniversiteyi Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık
Bölümü’nde okuyan Cansever, babasının, ressam
olma isteğine karşı, girdiği mimarlık sınavını ka-
zanmış, Sedat Hakkı Eldem’in yapı derslerini takip
etmiş, mimarlıkla ilgili bazı toplantılara katılmış ve
onun asistanı olmuştur. Ayrıca Mimar Muhiddin
Güven’in bir projesinde desinatör olarak çalışmış-
tır. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi
Bölümü’nde 1949 yılında meşhur sanat tarihçisi
Ernst Diez’den doktorasını tamamlamış ve ilk sa-
nat tarihi doktoru unvanını almıştır. 1960 yılında ise
doçent olan Cansever’in, özellikle Bursa’daki ço-
cukluk yılları ve İstanbul’daki tecrübeleri, düşünce
sisteminin ve mimari merakının gelişiminde etkili
olmuştur. Babasının mizacı, sosyal ilişkileri ve kü-
Bilgili, Ahmet Emre, Şehir ve Kültür İstanbul, İstanbul 2011
Davutoğlu, Ahmet, Duruş: Gençlerle Yüz Yüze, İstanbul 2017
Dünyabizim/ Fatma Betül Demirel, 1 Nisan 2013
AYŞE GÜLGÜN SONUŞEN – KUZEY HABER AJANSI, Sondevir 10 Mart 2015
Estetik kaygılarla çok az işi kabul etti, Yeni Şafak 22 Mart 2015
Cansever’e Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü, Hürriyet 30 Ekim 2008
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 45
Zorunlu göç durumu her zaman psikolojik
travmalara gebe.
Zira mülteci alıştığı çevreyi, uzun yıllar topla-
dığı eşyalarını, kendi evini, alıştığı arkadaş çevre-
sini ve komşularını kaybediyor. Zorunlu göçmen
bir anda kendini farklı bir dünyada buluveriyor.
Burada ona göre hem iklim farklı, hem gökyü-
zü, hatta koku bile. Uzun yıllar topladığın serveti
kaybetmek, evini kaybetmek-büyük maddi ka-
yıplara sebep olur ki, bu da daha sonra elde ol-
madan ciddi psikolojik travmaya dönüşür. İnsan
belirsizlik içinde kendini buluverir, kendi içinde
çatışma haline girer, kişiliği darbe almıştır, haya-
tı anlamını yitirir, bununda akabinde depresyon
hali gelir. Bu gibi durumlarda insanların bir şok
yaşama olasılığı çok yüksek. Bu duygusal travma
veya kültür şoku şeklinde kendini gösterebilir.
Dünyada kötülükler çoğaldıkça insanlar huzur
bulabilmek adına canları pahasına topraklarını
terk etmek zorunda kalıyor. Kimi zengin bir ülke-
de iş bulup memleketinde ailesine bakmak için
kaçıyor, kimi tüm ailesini toplayıp hayatlarını
kurtarabilmek için.
Suriye’den ülkemize göç edenleri ve Myan-
mar’da Budist işkencesinden ve savaştan kaçan-
ların meşakkatli bir yolculuğu göze alıp evlerini
terk etmeleri ve bunun hem kendilerinde hem de
gittiği yerdeki insanlar üzerindeki psikolojik etki-
lerini, göçün sebep olduğu travmalar ve bunlarla
nasıl mücadele edebileceklerine dair söylenecek
çok şeyler var.
46
Z e ke r i ya Ç İ Ç E K *
ZORUNLU GÖÇ VE PSİKOLOJİK ETKİLERİ
Aslında göç insanlık tarihi kadar eski bir olgudur.
İnsanoğlu devamlı bir yer değiştirme hareketi için-
de olmuştur. Fakat günümüzde göçün hızı ve içeriği
değişmiştir. Özellikle küreselleşme olgusu günümüz-
de uluslararası göç hareketlerini hızlandırmıştır. Aynı
zamanda önceleri daha çok doğudan batıya doğru
olarak gelişen göçler bugün artık farklı yönler içer-
mektedir. Göçün çok çeşitli nedenleri vardır. Bunları
genel olarak ekonomik, siyasi ve sosyal sebepler ol-
mak üzere üç yere ayırabiliriz.
Özellikle son dönemlerde işsizliğin yoğun olduğu
ülkelerde insanlar iş imkânlarının bol olduğu yerleri
tercih etmesine dayalı İş göçü ve beyin göçü olarak
isimlendirilen iyi eğitilmiş insan gücünün kendini ger-
çekleşme olanağı bulduğu yörelere göç etmesi ağırlık
kazanmaktadır. Gönüllü göç dışında insanları göçe
sevk eden ve zorlayan sebepler bunlarla da sınırlı de-
ğil. Etnik kökeni, dili veya dini farklı olduğu için ay-
rımcılığa maruz kaldığı için göç etmek mecburiyetin-
de kalan insanların sayısı bir hayli fazla.
Günümüzde göç bir takım şeylerin özlemi olarak
da kendini gösterebiliyor, insanlar kendi ülkelerinde
bulamadıkları fırsatları yakalayabilmek için farklı ül-
kelere bu hayallerin peşine koşabiliyorlar. Biraz da
küreselleşme olgusunun getirmiş olduğu şartlardan
dolayı göç, özellikle süreli göç bir gereklilik haline ge-
lebiliyor. Örneğin çocuklara iyi eğitim olanaklarının
sağlanması, dil öğrenme, belli bir konuda araştırma
yapmak, kendini geliştirmek gibi etmenler burada söz
konusu.
Zorunlu göç dediğimizde şu sıralar akla ilk gelenler:
Suriye’den ülkemize yaşanan göç ve Myanmar’da Bu-
dist işkencesinden kaçan Müslümanların göçü.
Günümüz dünyasında zaman-zaman baskı, savaş ve
zulümden kaçabilmek için insanlar başka ülkelere göç
etmek zorunda kalıyorlar. Bu tarz göçler bilimsel lite-
ratürde zorunlu veya sığınma göçler olarak tanımla-
nır. Özellikle son dönemlerde Türkiye bu tarz göçleri
sık kabul eden bir ülke konumuna geldi.
Yakın tarihimize baktığımız zaman 1980’lerin so-
nunda önce asimilasyon ve etnik temizlemeden kaç-
mak için Bulgaristan’da yaşayan Türk soydaşlarımız,
daha sonra Körfez Savaşı sırasında Türkiye’ye sığınan
insanlar ve son olarak da Suriye’deki malum olaylar-
dan sonra sayıları psikolojik sınır olan yüz bini aşan
sayıda insan Türkiye’ye sığınmışlardır.
Bu insanların Türkiye’yi tercih etmelerinin temel
nedenlerden biri yalnız coğrafi yakınlık değil, aynı za-
manda Türk halkının tarihi geleneklerden gelen maz-
luma sahip çıkmak, kollamak vasfının da çok büyük
etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye ise ensar ve muhacir kardeşliği anlayışı
gereği etnik kökenine bakmaksızın üç buçuk milyon
Suriyeliye vatan olmuştur. Anadolu insanı, 1988-89
yılları arasında Türkleri asimile politikası başlatan
Bulgaristan’dan göç etmek zorunda kalan bir milyona
yakın soydaşımıza hiç düşünmeden kapısını açmıştır.
Bosna savaşı sırasında zor durumda kalan Boşnakla-
ra, Çeçen-Rus savaşı sırasında Çeçenlere, Irak savaşı
sırasında kuzey Iraklılara kapısını açan hep ülkemiz
olmuştur. Anadolu yıllardır zor durumda kalanların
sığınağı olmuştur.
Avrupalıların ve Amerika’nın emperyal çıkarlarını
destekleyen savaşlar maalesef kısa sürede biteceğe
benzememektedir. Bu emperyalist anlayışa bağlı ola-
rak göçler de bitmeyecektir. Büyük, muktedir sözde
demokrat olan ülkeler çıkarlarına son vermedikleri
sürece savaşlar sona ermeyecektir.
Bizler ise çevremizde yaşanılan bütün bu olaylar-
dan ders çıkararak, iri olarak, diri olarak, bir olarak
bu emperyal oyunun parçası olmamalıyız. Ülkemize
göç edenlerin zor durumda olan muhacirler olduğunu
unutmadan ensar tavrı sergilemeliyiz.
* Şadıman Polat Çebi İlkokulu Müdürü
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 47
M e h m e t C e m â l Ö Z T Ü R K *
Sultan II. Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağını kaldırmasından
sonra, Mekteb-i Tıbbiye (Tıp Okulu) (1827) ve Mekteb-i Harbiye
1834 (Harp Okulu) açılmıştır. Söz konusu okullar bir taraftan yeni
kurulan ordunun subay ve doktor ihtiyacını karşılarken, diğer taraf-
tan da Batı düşüncesinin ve modernizmin temel değerlerinin İmpa-
ratorluğa giriş kanalları olmuşlardır. Bu doğrultuda, 1839’da Evkaf-ı
Hümayun Nezareti içinde Mekatib-i Rüştiye Nezareti kurulmuştu. Bu
süreçte açılan okulların medreselerden farkı, dini dersler, sosyal ve
fen dersleri, Arapça ve Farsçanın yanı sıra bir Batı dilinin de öğretil-
mesi olmuştur. 1845’te kurulan Meclis-i Maarif-i Muvakkat, eğitimin
sıbyan, rüştiye ve dârü’l-fünûn şeklinde düzenlenmesini önermişti.
1846 tarihinde Meclis-i Maarif-i Umumiye kurulmuştur. 1857’de Ma-
arif-i Umumiye Nezareti ve 1869’da Maarif-i Umumiye Nezaretinin
kuruluşu ile eğitim teşkilatı ortaya çıkmıştır. Devlet, yabancı devlet,
yabancı vakıf vs. tüm okullar Maarif Nezareti’ne, Müslümanlara ait
medreseler ve sıbyan mektepleri ise Meşihat’a2 bağlıydı. Dolayısıyla
Müslüman halka hitap eden okullar iki ayrı sistem içinde yer almak-
taydı.
Modern genel eğitim sisteminin kurulmasına ortaöğretim kademe-
sinden başlanmıştır. İlk genel okullar, 1846 yılında açılmaya başlanan
Batı tipi ortaokullar (rüştiye) olmuştur. Bu okullara öğretmen yetiş-
tirmek için 1848’de Dârü’l-muallimîn adıyla erkek öğretmen okulu
açılmıştır. 1850 yılında lise seviyesinde Dârü’l-maârif adlı bir okul
açılmıştır. Tanzimat Devri, İslâm dünyasında kız çocukların eğitimi
için 1859 yılında İstanbul’da açılan ilk kız ortaokulu (inas rüştiyesi)
on yaş üstü Müslüman kızlara 3-4 yıl fazla öğrenim görme fırsatı
sunmuştur.
1 Bu makale, Prof.Dr. Cezmi Eraslan’ın hazırladığı “Objektiften Yansıyanlarla Sultan II. Abdülha-mid Döneminde Eğitim, İstanbul, 2017” adlı eserden yararlanılarak hazırlanmıştır. 2 Şeyhülislamlık, Osmanlı Devletinde din işlerini düzenleyen daire.
48
OSMANLI DEVLETİNDE MAARİF VE SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN’IN ÜSKÜDAR’DA AÇTIĞI MEKTEPLER1 (Vefatının 101. Yılı Anısına)
Üsküdar Merkez Rüştiye Mektebi 1847’de açılmıştır .
Bu binanın akıbeti hakkında bir bilgiye ulaşamadık.
1792’de açılan Hacı Selim Ağa Mektebi 1893-1909 arası Üsküdar İnas Rüştiyesi olmuştur.
Taşmektep diye de anılan bina, sağlam olmasına rağmen,
1930’lı yıllarda okulu genişletmek için müdürü tarafından
yıktırılmıştır.
1890- Üsküdar Nehâri Kız Sanat Mektebi -Üsküdar Kız
Sanayi Mektebi, 1914’te Mithatpaşa Kız Sanayi Mektebi
adını almıştır.
Aziz Mahmud Hüdayi Mahallesi, Açık Türbe Sokağı, 72
numarada olduğunu tahmin ettiğimiz bu binada 1928’e ka-
dar eğitime devam edilmiştir.
1870 yılında açılan kız öğretmen okulu (Dârü’l-mual-limât) ise yükseköğrenim görme, öğretmen olma yolu-nu açmıştır. 1840’lı ve 1850’li yıllardaki kısa süreli bazı meslek okullarından sonra, 1860’lı yıllarda açılan kız ve erkek meslek okulları (sanayi mektepleri) ve daha sonraki dönemlerde açılan birçok yeni meslekî eğitim kurumu, ülkenin nitelikli meslek erbabı ihtiyacını kar-şılamada önemli katkılarda bulundu.
Batı modelinde bir üniversite kurma çabaları sonucu
1863’te İstanbul’da, Dârü’l-fünûn adıyla açılan üniversi-
te binası, 1865’te kütüphanesinde bulunan 4.000 kitap ile
beraber yandı. Bunun üzerine üniversite fiilen kapandı.
Üniversite, 1870’te parlak bir törenle yeniden açılsa da
1873’te kapatıldı. Fakat 1874’te hukuk, mühendislik ve
edebiyat okullarına sahip olarak Galatasaray Sultanîsi
içinde hizmete girdi. Bu kurum da 1881’de kapandı.
Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkışı olan 1876 tarihin-
de, Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde, 4 yüksekokul, 4
Dârü’l-muallimîn, 253 Rüştiye, 1849 Sıbyan mektebi ve 1
özel okul bulunmaktaydı. Tanzimat Döneminde rüştiyele-
rin açılmasına ağırlık vermesine rağmen Sultan II. Abdül-
hamid Dönemi maarifinin simgesi idadiler olmuş ve bu
dönem eğitim tarihçileri tarafından idadilerin altın çağı
olarak nitelendirilmiştir. Osmanlı eğitim sistemi içinde ilk
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 49
olarak İstanbul’da 19 Aralık 1873 tarihinde açılmış olan
idadiler, yüksekokullara öğrenci hazırlayan ve günümüz-
de liseye denk gelen kurumlardır. 1893 yılında yürürlüğe
konulan idadi ders programına, Tarih-i İslam, Akaid ve
Fıkıh, Ahlak dersleri eklenmiştir. II. Abdülhamid’in Tan-
zimat Dönemi eğitim sisteminden devraldığı mirasta, din
ve ahlak derslerinin, rüştiye düzeyine kadar olan okulların
ders programlarında oldukça az, idadi ve yükseköğretim-
de ise hiç yer almadığını görmekteyiz.
Sultan II. Abdülhamid tahta geçtiğinde 250 olan rüştiye
mekteplerinin sayısı 1909 yılına gelindiğinde 900 mek-
tebe çıkmıştı, idadi 109’a, dârü’l-muallimîn 32’ye ibtidai
mekteb sayısı da 5000’ine yaklaşmıştır. 1892 yılında rüş-
tiyeler, idadîler (lise) ile birleştirilmiş ve öğretim süreleri
3 yıla indirilmiştir.
İstanbul’da 1848 yılında Rüştiye mekteplerine başlan-
gıç olarak Üsküdar, Davud Paşa, Bayezid, Tophane ve Ba-
bıali civarında Ağa Camii’nde olmak üzere 5 adet rüştiye
mektebi açılmıştır. 1909 yılı istatistiklerine bakıldığında,
II. Abdülhamid devri bitiminde (1908) İstanbul’da Rüşti-
ye düzeyinde eğitim yapan okul sayısı 33 devlet, 39 özel
okul olmak üzere, toplam 72 Rüştiye vardı.
Bu dönemde, İstanbul’da Soğukçeşme, Beşiktaş, Fa-
tih, Kocamustafapaşa ve Toptaşı askerî rüştiyeleri kurul-
dukları gündeki işlevleriyle bırakılmış, Kasımpaşa Askerî
Rüştiyesi Bahriye’ye devredilmiş, Gülhane Askerî Rüşti-
yesi Gülhane Tatbikat Mektebi ve Seririyat Hastanesine,
Hasköy Askerî Rüştiyesi Topçu Mektebi’ne, Paşakapısı
Askerî Rüştiyesi Üsküdar İdadisine çevrilmiştir.
Üsküdar Rüştiye Mektebi
Üsküdar Rüştiye Mektebi- Paşakapısından Tunusba-ğına giden yolun sağında idi.
İstanbul’un işgalinde, işgal kuvvetleri tarafından karargâh
haline getirilen okul binaları 1918 Doğancılar yangını ile ta-
rihe karışmıştır. Günümüze ahşap kısmı yanmış halde alt katı
ulaşmıştır.
50
II. Abdülhamid devri sonlarında imparatorluk dâhilinde
93 adet resmi, 11 adet özel, 5 adet de askerî olmak üze-
re, toplam 109 adet olan idadîlerdeki öğrenci sayısı ise
20.000’e yaklaşmıştı. İdadiler için güzel taş binalar inşa
edilmiş, elde yeteri kadar mimar olmadığı için, Paris’ten
planlar getirilmiş, Fransız mimari modeli takip edilmiştir.
İstanbul’da 7, taşrada ise ancak 1 idadi bulunmaktaydı.
maları yardımlaşmaları, birbirlerine destek olmaları için
ortam oluşturulması gereklidir.
• İşe yeni başlayanlara kurum ve işleyiş konusunda or-
yantasyon çalışmasının yapılması önemlidir.
• Çalışanların bilgi, deneyim ve becerilerini arttırmaya
yönelik hizmet içi eğitim programlarının bir süreç dâhilin-
de verilmesi gerekir.
Tükenmişlik Sendromu, farkına varılması ve sonuçları
açısından önlem alınması gereken bir konudur.
2023 Eğitim Vizyonunu açıklayan Milli Eğitim Bakanı-
mız Ziya Selçuk, “Öğrencilerimizin içindeki saklı cevheri
mücevhere dönüştürecek olanlar öğretmenlerdir. Şahsi-
yeti, şahsiyet inşa eder. Öğretmenin şahsiyeti yeterli ol-
gunluğa ve güce erişmezse içerik, teknoloji, fiziksel alt-
yapı değerini bulamaz. Bu nedenle, Vizyonumuzun ana
aktörü “öğretmen”dir.” diyerek öğretmenlik mesleğine ve
öğretmenlerimize vurgu yapmıştır. 2023 Eğitim Vizyonu
kapsamında yürütülen projelerden bazıları öğretmenle-
rin, öğretmenlik becerilerinin gelişimine yönelik olması
yanında bireysel, sosyal, kültürel yönden gelişimine de
katkı sağlayacak şekilde oluşturulmuştur. Bu konudan
burada bahsetmemin sebebi, 2023 Eğitim Vizyonunun
Tükenmişlik Sendromu konusunda, Devlet Politikası Dü-
zeyinde Geliştirilen Stratejiler açısından değerlendirilebi-
leceğini belirtmek içindir.
Tükenmişlik Sendromu, belirtilerinin oluşması zaman
alan ve ortaya çıktığında öğretmeni, öğrenciyi, çalıştığı
kurumu ve bununla ilişkili tüm eğitim sistemini etkileye-
cek önemli bir konu olup bu konuda farkındalığın artması
için çalışılmalıdır.
* Psikolojik Danışman
KAYNAKÇA
Ardıç, K. ve Polatcı, S. (2008). Tükenmişlik Sendromu. Akademisyenler Üzerinde Bir Uygulama (GOÜ Örneği). Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 10 (2). Syf 69-96
Şanlı, Ö. ve Tan, Ç. (2017). Öğretmenlerin Tükenmişlik Düzeylerinin Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergi-si 27 (2). Syf 131-142
Akyüz, H.K. (2012). Bakım Veren Kişilerde Tükenmişlik Sendromu. Yaşlıya Psikolojik Destek Kitabı (Huzurevi ve Bakımevi Çalışanları İçin Rehber). İs-tanbul Büyükşehir Belediyesi Yayını. Syf 273-282
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 55
D o ç . D r. F i l i z M e ş e c i G I O RG E T T I 1 *
Haydarpaşa Lisesi müdürü Dr. Ömer Faruk Araz’ın teşviki ile 2017 yılında Haydarpaşa
Lisesi’nin tarihini yazmaya başladım. Bu çalışmanın 2019 yılı içerisinde tamamlanmasını
hedeflemekteyim. Çalışmada önce arşiv çalışması yaptım, sonra da Haydarpaşa Lise-
si’nin öğretmen öğrenci, mezun, emekli öğretmen ve yöneticileri ile görüşmeler yaptım.
Bu inceleme ve görüşmelerim sırasında belki de ismi en çok anılan öğretmen Yahya
Kızılsümer idi. Yahya Hocanın arşiv belgelerinden bilgilerine ulaştım. Ne yazık ki 2013
yılında 101 yaşında vefat eden yüzyıllık eğitim çınarımızla görüşebilme imkânım olmadı.
Ancak Hasan Hüseyin Tekışık ve Nebahat Bayram’ın Yahya Hoca ile yaptıkları görüş-
meleri, öğrencileri ve meslektaşlarının Yahya Hoca ile ilgili anıları hocayı dolaylı da olsa
tanımamı sağladı. Yahya Kızılsümer’in öğrencilik ve öğretmenlik kariyeri eğitim alanında
çalışan herkese örnek oluşturacak niteliktedir. Yahya Hoca kendisini “yaşamında dürüst,
basit hırslardan uzak olan, ülkesini ve halkını seven ve onlar için çalışan, yetişmiş halkı ile
gurur duyan ve özellikle köylerin kalkınmasını ideal edinen” bir öğretmen olarak tanımlar.
Yahya Hoca’nın yaşamı, kendisi için yaptığı bu tanımı doğrulayan örneklerle doludur.
İşte size Haydarpaşa Lisesi’nin bu efsane Fizik öğretmeni Yahya Kızılsümer’i tanıtmaya
çalışacağım.
Yahya Kızılsümer 1912 Sivas, Suşehri ilçesi Gölova Bucağı Sarıyusuf Köyü doğumludur.
Babası Birinci Dünya Savaşında Kop dağında, üç amcası da Sarıkamış’ta şehit düşer. Tey-
zesine evlatlık olarak verilir. Küçük yaşından itibaren hem çobanlık yapar hem de Şuşehri
Avanıs Nahiyesi İlkokulu’na devam eder. Tebeşir ve kalem bulunmadığından kireç suyu
ile yazmayı öğrenir. İlkokul hocaları onun iyi bir öğretmen olacağına kanaat getirirler.
İlkokulu bitirdikten sonra 12 yaşındayken teyzesinin ortaokula gitmesin diye komşuda
sakladığı diplomasını ve nüfus cüzdanını alarak üç arkadaşıyla beraber yaya olarak köy-
1 İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü. [email protected]
zik kültürünü edinir. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Tabi-
at Şubesinden mezun (mezuniyet: 25.05.1938, dip. No:
821) olur. Mezun olduktan hemen sonra 30 Eylül 1938
tarihinde 2500 TL aylıkla Şebinkarahisar Ortaokuluna
Tabiiye öğretmeni olarak atanır.9 Burada bir laboratuar
kurmayı hedefler ancak aletler yetersizdir, okul yönetimi
2Hüseyin Hüsnü Tekışık, “101 yaşında örnek bir öğretmen… Gölova’lı Yahya Kızılsümer”. Sivas Öğretmen Okulu Mezunları. 30 Kasım 2012. http://www.sivasogretmeno-kulumezunlari.com/haberler/962-101-yasinda-ornek-bir-ogretmengolovali-yahya-kizilsumer; Nebahat Bayram’ın 2 3Yahya Kızılsümer ile yaptığı görüşme videosu, “Gölova’lı yaşayan tarih : Yahya Kızılsümer” https://www.dailymotion.com/video/xblzvy. 10 Aralık 20093Yahya Kızılsümer Dosyası. Dosya No:142, Sicil No: 8872. Haydarpaşa Lisesi Arşivi.4Hüseyin Hüsnü Tekışık, “101 yaşında örnek bir öğretmen” 5Yahya Kızılsümer Dosyası.6Niyazi Altunya, Gazi Eğitim Enstitüsü: Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü, 1926-1980. (Ankara: Gazi Üniversitesi Yayını, 2006).7 Erdal İnönü, “Profesör Hayri Dener ve Ankara Fen Fakültesinin Başlangıç Yılları,” Çağdaş Fizik 10 (1980): 4-6.8 Demir İnan, “Prof. Dr. Hayri Dener (1898 – 1980)” http://fizikciler.info.tr/index.php/13-fizikciler/69-hayri-denel9 Yahya Kızılsümer Dosyası.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 57
destek olmaz. Gelen müfettişe durumu anlattığında ise
müdür ile arası bozulur. Bu Ortaokulda okuyan öğrencile-
rin gidebilecekleri yakın bir lise olmadığından Kızılsümer
öğrencilerini yazılı sınavları kazanabilecek şekilde yetiş-
tirmeye özen gösterir. Bu azmin sonucunda öğrencileri
yatılı öğretmen okullarına, Kuleli Askeri Lisesi’ne ve yatılı
liselere yerleşir. Çeşitli mesleklerde Şebinkarahisarlı bir
bilim ordusu yetişir. Öğrencilerinden biri de Türkiye’de
eğitimin her alanında hizmetleri ve ödülleri olan Hüse-
yin Hüsnü Tekışık idi. Tekışık, Yahya Kızılsümer’in onu en
çok etkileyen öğretmenlerinden olduğunu belirtir. Hem
okuyup hem çobanlık yaparken geçmişi efsane şeklinde
okulda anlatılan Yahya Kızılsümer hocasını örnek alıp öğ-
retmen olmayı düşünmeye başlar.10 1948’de Sivas Öğ-
retmen Okulunu, 1959 Gazi Pedagoji bölümünü bitirir.
Yaptığı eğitim faaliyetleriyle Yahya Hocanın kendisinde
uyandırdığı hayali fazlasıyla gerçekleştirir.
Yahya Kızılsümer 1950 senesine kadar atanmış olduğu
bu ortaokulda görevine büyük bir azimle devam eder. Şe-
binkarahisar Ortaokulunda on beş sene çalıştıktan sonra
tedavi amaçlı İstanbul’a tayin olur. İlk olarak depo tayini
olarak 23.10.1950 tarihinde İstanbul Erkek Lisesine nakil
olur. Daha sonra Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsünde
Fizik ve Kimya öğretmeni olarak atanır. Burada fizik la-
boratuarı kurar. Bu görevlerinde üstün gayret ve başarı-
larından dolayı Maarif Vekâletince teşekkürle taltif edilir.
Yahya Kızılsümer’in 7 çocuğu olur. Malı mülkü, evi olma-
yan Kızılsümer’in arşiv belgelerinden nerede olduğu tam
anlaşılmayan bir arazisi vardır sadece. Kızılsümer Maarif
Vekâletinin bilgisi dâhilinde lisede öğretmenlik yaparken
aynı zamanda Pınar Dershanesi’nde de (1958) ders ver-
mektedir.11
Yahya Kızılsümer Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsün-
deki başarılı çalışmaları nedeniyle Haydarpaşa Lisesine
çağrılır. 16.11.1959 Tarihinde Haydarpaşa Lisesi’nde gö-
revlendirilir ve görevine başlar. Kadrosu ise Haydarpaşa
Lisesi’ne 1963 yılında gelecektir. Haydarpaşa Lisesi’ne
geldiğinde okul müdürü Matematik ve Astronomi ala-
nında önemli öğretmenlerden biri olarak tanınan Vehbi
ile paylaşma konusunda çok da hevesli olmadığı anlaşıl-
maktadır. Hocanın deney yaptığı malzemeleri diğer öğ-
retmenlerle paylaşmadığı, laboratuara giden öğretmenle-
ri bile sorguladığı, bilgisini kolay kolay paylaşmadığı dile
getirilir meslektaşları tarafından.21
Laboratuardaki malzemenin kayda alınması hususunu
da çok önemsemez Yahya Hoca. Ekim 1968’de müdür
Halil Tekinalp tarafından Yahya Kızılsümer’e gönderilen
bir uyarı yazısında iki senedir fizik aletlerinin tespitinin
yapılamadığı, okul ve kooperatif tarafından alınan fizik
aletlerinin kayıt edilmediği yazmaktadır. İki yıldır Hay-
darpaşa Lisesi fizik laboratuarı malzeme tespitinin niçin
yapılamadığına bir türlü akıl erdiremediğini, kendisini ay-
dınlatırlarsa memnun olacağını belirten ve saygılarımla
ifadesiyle biten otoriter, aynı zamanda taltif eden ve say-
gıda kusur etmeyen bir uyarı yazısıdır bu. Bu yazıya nasıl
bir cevap verildiğine arşiv belgelerinden ulaşılamadı.22
Ancak Yahya Hoca’nın yönetim ile arasını iyi tutmak gibi
bir kaygı gütmediği de ortadadır. Meslektaşlarıyla yapı-
lan görüşmelerden yola çıkarak Haydarpaşa Lisesinin iki
güçlü ismi Yahya Kızılsümer ile müdür Halil Tekinalp’in
ara sıra sürtüştüklerini söyleyebiliriz. Hele bir öğretmen-
ler kurulunda yaptıkları tartışma sonunda Yahya Kızılsü-
mer’in Halil Tekinalp’e “senin yerine bu okulda 10 müdür
bulurlar, ben gidersem 1 tane fizik öğretmeni bulamaz-
sın.” demesi okulun dilden düşmeyen hikâyelerindendir.23
Yahya Kızılsümer hem kendisi hem de meslektaşları ta-
rafından aşırı otoriter olarak tanımlanır. Ancak öğrencile-
rin gözünde Yahya Kızılsümer tatlı sert bir noktada durur.
İlkönce öğrencilerin öğretmenlerine olan saygılarının en
üst noktada olduğunu söylemek gerekir. Yahya Hoca ile
19Yahya Kızılsümer Dosyası.20Yahya Kızılsümer ile yapılan görüşme videosu. https://www.youtube.com/watch?v=rddsVWaznew. 25 Nisan 2012. Yükleyen: Ahmet Sema Efe21Haydarpaşa Lisesi emekli Kimya öğretmeni Nurettin Yaman ile Mayıs 2017 tarihinde yapılan görüşme.22Yahya Kızılsümer Dosyası.23Haydarpaşa Lisesi emekli Kimya öğretmeni Nurettin Yaman ile Mayıs 2017 tarihinde yapılan görüşme.
60
ilgili anlatılan bütün anıların içinde tebessümle anlatılan
saygı korku ve haylazlık vardır. Öğrencilerin saygısı öğ-
retmenlerinin bilgisinden ve yönteminden, korkuları oto-
riterliğinden, ona karşı yaptıkları haylazlıklar ise hocanın
dersler dışındaki konulara tolere edici bir yaklaşımı olma-
sından kaynaklanmaktadır.
Haydarpaşa Lisesi’nde son sınıfa kadar başarıyla gelen
Ali Baykal, Fizikte kaldığı için üniversiteye girişi bir yıl
gecikmiştir. Sınıfta kalmasının nedeni sözlü sınavda bir
katsayıyı bilememesidir. Bir yılına mal olur ama Yahya
Hocaya hiç kızmaz. Fizikten lisede bir sene kalmıştır ama
mezun olunca ODTÜ Fizik bölümünü kazanır. Üniversite-
de akademik kariyerine devam eder, Boğaziçi Üniversite-
si Eğitim Fakültesi’ne dekan olur. Yıllar sonra pilav gün-
lerinde Yahya Hoca ile karşılaşsa da saygı ve çekinceden
bu başarılarından kendisine hiç bahsedemez.24
Yahya Kızılsümer’in Haydarpaşa Lisesi’nde öğrenciler
tarafından kullanılan lakabı Kel Yahya’dır. Bir gün öğren-
cilerine laboratuarda hafif elektrik verir, sonra da “kork-
mayın faydası var” der. Sınıfta sesi gür olan Kasım adlı
öğrenci “saç mı çıkarır” diye cevap verir. Yahya Hoca o
espriye güler ve tolere eder.25 Yahya Hoca bir gün labo-
ratuarda bir radyo vericisi yapar. Öğrencinin bir bölümü
mikrofona konuşup radyo yayını yapmak amacıyla labo-
ratuarda kalır, diğer bölümü de okulun öteki ucuna gider.
Sınıfta kalan öğrenciler “Öhö öhö öhö” diye sesler çıkar-
maya başlar, Yahya Hoca da “doğru dürüst bir şey söyle-
yin” der. Öğrenciler “Yahya! Yahya! Kel Yahya!” der, tabi
kimin söylediği belli değil. Hoca “yanınızda olsam ben
size gösteririm” der.26 Bazen lakabını söyleyen öğrenci-
lere kızar gibi yapar bazen ise ne olmuş kel olmuşsak der
ve aldırmadan geçer. Anlaşılan tek tahammülü olmayan
şey başarısızlıktır.
Yahya Kızılsümer 2 Haziran 1972 tarihinde kendi isteği
ile emekli oluncaya kadar Haydarpaşa Lisesi’nde çalış-
mıştır. Emekli olduktan sonra Özel Ata Lisesi’nde ve Mo-
ran Lisesi’nde çalışmaya devam eder. Bunun yanında Ye-
şilköy Hava Harp Okulu’ndan, Çamlıca Kız Lisesi’nden,
Kabataş Erkek Lisesi’nden, Yeditepe İstek Vakfı Okulu ve
Üniversitesi’nden fizik laboratuarları kurmak için çağrılır.
Özel Moran Lisesi kapanırken laboratuardaki fizik aletleri
Yahya Hocaya armağan edilir. Yahya Hoca bu aletlerle
evinde dostlarına ve torunlarına deneyler yapar, fiziği
sevdirmeye devam eder.27
1972 Haziran ayında emekli olarak görevinden ayrılan
Yahya Kızılsümer okul ile ilgili en fazla konuşulan öğret-
men olma özelliğini taşımaktadır. Özellikle laboratuarın-
da yaptığı Fizik deneyleri öğrencilerini oldukça etkilemiş-
tir. Yahya Hoca okul ile bağını emekliliğinden sonra da
kesmez. Öyle ki, Haydarpaşa Lisesi yeni binasına taşındı-
ğında Fizik ve Kimya Laboratuarlarının oluşturulmasında
meslektaşlarına ve öğrencilere desteğini esirgememiştir.28
Yetiştirmiş olduğu bütün öğrencileri adına Yahya Hocayı
saygıyla anıyoruz.
241964 mezunu Ali Baykal ise 22 Mayıs 2018 tarihinde yapılan görüşme. 251970 mezunları Oğuz Saygın ve Remzi Sarıoğlu ile 30.05.2017 tarihinde yapılan görüşme261969 mezunu Hamdi Gezmiş ile 19.12.2018 tarihinde yapılan görüşme27Hüseyin Hüsnü Tekışık, “101 yaşında örnek bir öğretmen” 281985-1994 Haydarpaşa Lisesi emekli okul müdürü Huzeyfe Coşkun ile 27 Nisan 2017 tarihinde yapılan görüşme.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 61
M i n e K I L I Ç *
Türk edebiyatının tamamı terazinin bir kefesine, Dede Korkut Hikâyeleri ise diğer kefesine konulursa Dede Korkut ağır basar.
Fuat Köprülü
62
DÜNYA KÜLTÜR MİRASINA DEV ARMAĞAN: “KİTAB-I DEDEM KORKUD ALÂ LİSÂN-I TÂİFE-İ OĞUZÂN”
Kısa adı UNESCO olan Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve
Kültür Kurumu’nun Paris’te 29 Eylül-17 Ekim 2003 tarihleri
arasında toplanan 32.Genel Konferansı, 17 Ekim 2003 1972
tarihinde “Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Söz-
leşmesi”ni kabul etmiştir. Sözleşme, TBMM’nin 19.01.2006
tarihli oturumunda oy birliği ile kabul edilmiş, “Somut Olma-
yan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesinin Onaylanma-
sının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” (No: 5448) 21 Ocak
2006 tarih ve 26056 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yü-
rürlüğe girmiş ve Türkiye’nin taraf olma süreci 27 Mart 2006
tarihinde tamamlanmıştır.
Sözleşmenin 16. 17. ve 18. Maddelerine göre oluşturulan
Somut Olmayan Kültürel Miras Listeleri bulunmaktadır ve bu
listelerin adları şunlardır:
1. İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsilî Listesi
2. Acil Koruma Gerektiren Somut Olmayan Kültürel Miras
Listesi
3. En İyi Uygulama Örnekleri Listesi
Türkiye’nin ilk yazımları Hükümetlerarası Komite’nin 2008
yılında İstanbul’da gerçekleşen Üçüncü Olağan Toplantısı’n-
da daha önce ilan edilen başyapıtların 16. Madde kapsamın-
daki Somut Olmayan Kültürel Miras Temsilî Listesine alınma-
sıyla gerçekleşmiştir.
Kasım 2018 tarihi itibariyle Türkiye’nin İnsanlığın Somut
Olmayan Kültürel Mirası Temsilî Listesine kayıtlı 16 adet un-
suru bulunmaktadır:
1. Meddahlık Geleneği (2008)
2. Mevlevi Sema Törenleri (2008)
3. Âşıklık Geleneği (2009)
4. Karagöz (2009)
5. Nevruz (2009)
6. Geleneksel Sohbet Toplantıları: Yaren, Barana, Sıra Ge-
celeri vd. (2010)
7. Alevi-Bektaşi Ritüeli Semah (2010)
8. Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali (2010)
9. Geleneksel Tören Keşkeği (2011)
10. Mesir Macunu Festivali (2012)
11. Türk Kahvesi ve Geleneği (2013)
12. Ebru: Türk Kâğıt Süsleme Sanatı (2014)
13. İnce Ekmek Yapımı ve Paylaşımı Geleneği (2016)
14. Geleneksel Çini Sanatı (2016)
15. Bahar Bayramı Hıdırellez (2017)
16. Dede Korkut-Korkut Ata Mirası: Kültürü, Efsaneleri ve
Müziği (Azerbaycan ve Kazakistan ile Ortak Dosya, 2018)
Dede Korkut; 28.11.2018 tarihinde Morityus Cumhuri-
yeti’nin başkenti Port Louis’de gerçekleştirilen UNESCO
Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması 13. Hükü-
metler arası Komite Toplantısı’nda listeye alınmış ve Tür-
kiye listeye en çok eser veren beş ülke arasındaki yerini
yine korumuştur. Listede 122 ülkeden 508 unsur yer al-
maktadır.
Türkçenin konuşulduğu bütün ülkelerde bu haber bü-
yük bir sevinçle karşılandı. Türk ve dünya edebiyatlarında
özel bir yeri olan Dedem Korkut Kitabı’nın yazılı metni
(Dresden nüshası) bulunalı iki yüz yıl oldu. 1815 yılında
Heinrich Friedrich Von Diez’in bir incelme yazısıyla bilim
dünyasına tanıtılan eser, o günden beri Türklük biliminin
eskimeyen ve tüketilemeyen konularından biri olarak yer-
li ve yabancı araştırmacıların, mütercimlerin hep ilgisini
çekmiştir ve çekmeye de devam edecektir. Burada dikka-
te şayandır ki bu abidenin Türkiye’deki ilk neşri, bulunu-
şundan yüz yıl sonra 1916 yılında Kilisli Muallim Rifat ta-
rafından yapılmıştır. Kilislinin bu çalışması, eserin Orhan
Şaik Gökyay (1938) ve Muharrem Ergin (1958) tarafından
yapılan Latin harfli neşirlerine kadar yıllarca elden ele tek
kaynak olarak dolaşmıştır. Türkiye’deki bu ilk yayından
günümüze yaklaşık yüzyıl geçmiştir. Bu zaman zarfında,
eserin birçok araştırıcı tarafından bilimsel ölçütlere uy-
gun kitap halinde neşirleri ile yüzlerle ifade edilebilecek
makale yayımlanmıştır (Bekki, 2015).
Bugüne kadar iki ayrı nüshası (Dresden Nüshası ve Va-
tikan Nüshası) tespit edilen metindeki bölümler, tek ba-
şına birer hikâye özelliği gösterseler de, bütüncül olarak
ele alındığında bir ilişki ağı içerisinde olan toplam on iki
hikâyeden ve bunlara ek olarak bir mukaddimeden oluş-
maktadır. Dede Korkut Kitabının asıl adı, eserin giriş kıs-
mında belirtildiği üzere, “Oğuzların Diliyle Dedem Kor-
kut Kitabı” anlamına gelen “Kitab-ı Dedem Korkud Alâ
Lisân-ı Tâife-i Oğuzân”dır.
Dede Korkut Hikâyeleri Oğuz Türklerinin 12.-14. yüz-
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 63
yıllarda Anadolu’nun doğusundaki geleneksel yaşam tar-
zını, aile yapısını, dilini, dinini, dünyaya mitolojik açıdan
bakışını, etnografyasını, mücadelelerini anlatmakta ve
kesin olarak bilinmemekle birlikte 15. yüzyılın ortaların-
dan itibaren yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Dede
Korkut Kitabı, mukaddimesi ve bu mukaddimenin somut
hikâyeleri sayılabilecek on iki boyuyla Türk mitolojisi açı-
sından geçmişi açıklayan, geleceğe örnek insan tipleri su-
nan bir “töre” kitabıdır. Oğuznamecilik geleneğinin en gü-
zel örneklerinden olan kitap ihtiva ettiği atasözü, deyim,
ağıt, alkış-kargış örneklerinin yanı sıra, eski Türk gelenek-
leri, inanışları ve pratikleri ile eski Türk şiiriyle nesrinin
en güzel örneklerini sunması bakımından halk edebiyatı
araştırmaları için eşsiz bir kaynaktır (Aça, 2000). Bugün
birçok aile terapisti, eğitimci için de bir kaynak olduğu,
üzerinde yapılmış çalışmalardan anlaşılmaktadır.
Dedem Korkut Kitabı, Dresden nüshasında, kendi içeri-
sindeki anlatıları yani her bir hikâyeyi “boy” veya “oğuz-
name” olarak tanımlamaktadır. Vatikan nüshasında “hikâ-
yet” terimi “boy”u karşılar şekilde kullanılmıştır. Ayrıca
bu nüshada da anlatılar için “oğuzname” terimi de kulla-
nılmaktadır. Bir kahramanın maceralarını anlatmaya “boy
boylamak”; boylar içindeki manzum kısımlara “soy”, bu
soyları kopuz eşliğinde belli bir ezgiyle okumaya ise “soy
AÇA, M. (2000) “Türk Destancılık Geleneğine Bütüncül Yaklaşabilme ve Alp Kavramı Üzerine Bazı Yeni Yaklaşım Denemeleri” Milli Folklor Dergisi Yıl:12 Sayı:48, Kış
ARI, B./ KARATEKE, E. (2010) “Dede Korkut Hikâyelerinde Kadın ve Ço-cuk Eğitimi”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 7 Sayı: 14, (275-284)
BAŞAR, L. K. (2012) “Dede Korkut Hikâyelerinde Savaşçı Eğitimi” Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and His-tory of Turkish or Turkic Volume 7/4, Fall, (1009-1017)
BEKKİ, S. (2015) “Dedem Korkut Kitabı Araştırmalarının 100 Yıllık Tarihi Ve ‘100 Temel Eser’ Kapsamında Yayımlanan Dede Korkut Hikâyeleri Adlı Kitapların Niteliği Üzerine Bir Değerlendirme”, Düşünce Hayatımızda ve Kültürümüzde Dede Korkut Uluslararası Sempozyumu Tebliğler, Haz. Fatih Yalçın-Kürşat Kara, Bayburt Üniversitesi Yayınları, (179-198)
DEVECİ, H. vd. (2013) “Dede Korkut Hikâyelerinde Yer Alan Değerler” Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi Electronic Journal of Social Sciences, ISSN:1304-0278, Yaz, Cilt:12 Sayı:46 (294-321)
DUYMAZ, A. (1998) “Dede Korkut Kitabı’nda Alplığa Geçiş ve Topluma Katılma Törenleri üzerine Bir Değerlendirme”, İkinci Uluslararası Dede Korkut Kollokyumu, Bakü/Azerbaycan
ERCİLASUN, A. B. (2000) “Dede Korkut Mirası”, C: 2000/I, S: 578, (111-115) Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
ERGİN, M. (2004), Dede Korkut Kitabı I, TDK Yayınları
HAKKOYMAZ, S./ UYGUN, N. (2017) “Dede Korkut Hikâyelerindeki Üs-tün Yetenekli Çocuklar” Ekuar Jetpr Eğitim Kuram ve Araştırmaları Dergisi Cilt: 2017 Sayı: 2 (22-34)
KOÇ, Y. (2017) “Banu Çiçek’ten Gülcemal’e Alp Kadın Tipinin İzleri” Litte-ra Turca Journal Of Turkish Language And Literature. Cilt: 2017/3. Sayı: 2
ÖZÇELİK, S. (2016) “Dede Korkut İpek Yolunda” Teke Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 5/1 s. 1-11
http:/+/basin.kulturturizm.gov.tr/TR-219846/turk-destani-dede-korkut-u-nescoda.html (erişim tarihi: 10 Ocak 2019)
http://www.unesco.org.tr/Pages/126/123/UNESCO-%C4%B0nsan-l%C4%B1%C4%9F%C4%B1n-Somut-Olmayan-K%C3%BClt%C3%BC-rel-Miras%C4%B1-Temsili-Listesi (erişim tarihi: 10 Ocak 2019)
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 67
A h s e n Ç A M L I C A / U l a ş E V R E N *
İngiliz General Aspinall-Oglander, Çanakkale Sava-şında verdiğimiz genç şehitleri ifade ederken bu cüm-leyi kurmuştur. Bu cümle, savaşın sebep olduğu acı ka-yıpları özetler niteliktedir.
I. Dünya Savaşında Türkler hemen her cephede o ka-dar çok kayıp vermişti ki, ülke genelinde savaşı devam ettirecek yetişkin erkek bulunamaz olmuştu.
11 Mayıs 1915…
Binlerce lise ve üniversite öğrencisi İstanbul’un Be-yazıt Meydanında toplanıyor. Harbiye Nâzırı Enver Paşa gençlere şöyle sesleniyor: “Vatan elden gidiyor. Vatanın geleceği Çanakkale Savaşı’na bağlı. Binlerce askere ihtiyaç var. Eli silah tutan gençler gönüllü ola-rak silâh altına alınacaklar”. Ortalığı büyük bir heye-can dalgası sarıyor. Başta tıbbiyeli gençler olmak üzere üniversiteli gençlerin çoğu, zaten askere alınmışlardır. Şimdi de 20 yaşın altındaki liseli gençler askere çağ-rılmaktadır. Meydandaki lise öğrencilerinin yürekleri, vatan ve millet aşkıyla çarpmaktadır ve her vatan evla-dı gibi cepheye koşmak için can atmaktadırlar. Ancak 1909-1914 Askerî Mükellefiyet Kanunu’na göre, Sul-taniye (Lise) öğrencileri askere alınamaz. Ama hiçbiri kanun dinlemez ve gönüllü asker olarak isimlerini yaz-dırmak için kuyruğa girerler.
Çiçeğin tomurcuğu...
Vakti gelmeden solan gül goncası...
Hey on beşli...
Türkiye’nin gözü yaşlı...
68
TÜRK ORDUSUNUN AÇMADAN SOLAN ÇİÇEKLERİ
“Gelibolu’daki kanlı muharebeler, Türk ordusunun çiçeğini bitirmiştir.”
Sultan V. Mehmed Reşad, Askeri Mükellefiyet Kanu-nunda değişiklik yaparak eli silah tutan ve fiziksel geli-şimini tamamlamış gençlerin muayene edildikten son-ra cephelere sevk edilmesini emreder. Böylece “Hey On Beşli” türküsünün hikayesi başlamış olur.
Böylece cepheden dönemeyenlerin anısına, şahadet-le şereflenenlerin anısına matem rengi siyah; sarılarla, bordolarla simge olur da bir kahramanlık destanı yazar bayraklara.
Türkiye’nin dört bir yanından cephelere akın akın Mehmetçik yağar. Hepsinin tek bir amacı vardır: “şehit olmak”. Hiçbirinin aklında geri dönmek yoktu, gider-ken arkalarına bakmadılar. Çünkü hepsi görevlerinin bilincindeydiler, kutsal bir göreve talip olmuşlardı.
Bu savaş, vatan yolunda kendi hayatlarını ‘yok’ yaz-dıranların savaşıydı.
18 Mayıs 1915’i 19 Mayıs 1915’e bağlayan gece, cep-hede heyecan doruk noktasındadır. Yapılan plana göre, düşman mevzilerine ani ve sessizce saldırılacak, düş-man gafil avlanıp yok edilecektir. Bu nedenle saldırı, marş söylenmeyerek ve borazan çalınmayarak sessizce yapılacaktır.
Saat 03.30’da hücum emri verildiğinde heyecanlanan
ve coşan gençler, marşlarla hücuma geçerler. Halbuki düşman, gündüzden keşif uçaklarıyla böyle bir hazırlı-ğın yapıldığını tespit etmiş, gerekli bilgileri toplamıştı. Böylece koca tümen tuzağa düşer, düşmanın makineli (mitralyöz) ateşiyle gençlerden binlercesi hücum anın-da yere yıkılır. Anzaklarla yapılan bu iki saatlik çatış-mada binlerce şehit verilir. 2. Tümenin bazı alaylarının yer aldığı cephenin uzunluğu 600 metre olup, her 15 cm’ye bir asker düşmektedir. Düşmanın bu saldırısında her bir Türk askerine 95 mermi isabet eder. 2. Tümen-den geriye dönen olmaz.
Çanakkale Savaşı’nın en kanlı anlarından biri, bu an olur. Bu nedenle bu bölgeye “Kanlısırt” adı verilir. Böy-lece eğitimli binlerce genç, cepheye gittikten bir gün sonra şehit olurlar.
Şehit haberleri okullara ulaşınca, okullar yasa bürü-nür ve geride kalan öğrenciler, ağabeylerinin anısına okulun bütün kapı ve pervazlarını matem rengi siyaha boyarlar.
Sarı ve siyah; bordo ve siyah… Aslında bir acı ama bir o kadar onurlu bir hatıranın izleridir.
Anadolu’da açılan ilk devlet lisesi olan Kastamonu Abdurrahmanpaşa Lisesi 120 öğrencesini cepheye gönderdiği 4 yıl boyunca mezun veremez.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 69
Üsküdar Mekteb-i Sultanisi, Galatarasay Lisesi, Ka-bataş Lisesi, Vefa Lisesi, Balıkesir Lisesi, Konya Lisesi, Sivas Lisesi, Yozgat Lisesi ve İzmir Lisesi de I. Dünya Savaşında mezunları yerine şehitlerini anar.
“Ahmet Kemaleddin Efendi geri döndü, Fransızca sözlü sı-
navından 5 alarak sınıfını geçti.
Hasan Numan Efendi geri dönemedi.
Mehmed Sadi Efendi’nin akıbetinden bihaberiz.
Mehmed Nazmi, Aziz Ulvi, Halit Fuat, Besim İbrahim,
Mehmed Muzaffer, Hasan Tahsin…
Bugün kimliklerini bile bilemediğimiz 100’den fazla eğitimli
insan… ”
Hasan Numan Efendi, Ahmet Kemaleddin Efendi, Mehmed Sadi Efendi ve daha niceleri... Adını bile duy-ma şansımızın olmadığı meçhul çocuk askerler... Hepsi şehit düşerek fidan oldular, o fidanlar büyüdü ve gü-nümüz Türk gençliğine nefes aldıran ormanlar oldular. Hepsine minnettarız.
“Bir çocuk düşün; henüz on beş yaşında
Hayatının en başında
Bir çocuk düşün; dipçik izi kaşında
Cesedi musalla taşında
Bir çocuk düşün; adanmış hayatları cesaretiyle yoğurdu
Şanlı anneler her çakala bir aslan doğurdu
Bir çocuk düşün, mavi gözlü bir devin asaleti var kanında
Bu yüzden ezilirsin karakterinin yanında
Bu çocuk ki yurdun temeli
Ülkesini geliştirmek olmalı tek emeli
Atasının her vizyonunu benimsemeli
Vatanına değmesine izin veremez yabancı eli
Bir savaş düşün; olmaya yakın bir Yaş, renk, cinsiyet gözet-
meksizin kötülüktür ikonu
Sonu esarettir savaşın her tonu
Türkler tunçtan kalkan, vatansa konu”
Türk halkının geçmişini, varlık mücadelesini, şanlı tarihini anlatan; çocukluktan yeni çıkmış bedenlerin, pırıl pırıl zihinleri, en iyi hatıraları cephedeki bomba-lar ve ellerindeki silahlarken günümüz gençliğinin bu vatanı bağrına basması uğruna her şeyi feda edecek durumda olması bir zarurettir.
Gençliğin baharında, yaşama sevincinin doruğunda, savaşın bağrında kalan Türk gençliği duygularını hiçe sayarak cepheye koştu. Öğretmeni, öğrencisi, hade-mesi, aşçısı kime kim demeden koştu. Geriye bomboş bina yığınları, soğuk duvarlar, tebeşir değmemiş tahta-lar ve tozlu sıralar kaldı. Önemli değildi. Çünkü gençler vatandan önemli hiçbir şeyin olmadığını biliyorlardı. Savaş için kendini feda etmek bu yiğitliği göstermek. Türkiye olmak için verilen mücadelenin önemini en çarpıcı ve yıkıcı şekilde gözler önüne sermektedir. Bu kahramanlık hikayesini biz gençlerin sahip çıkması, ko-ruması boynumuzun borcudur.
Atatürk’ün “Biz Çanakkale’de bir Darülfünun göm-dük!” sözü, ülkelerini savunmak uğruna şehit düşen okumuş nesillerin kaybının memleket için ne denli mü-him olduğundan ve zaferin ne büyük bir fedakârlık so-nucu elde edildiğinin bir kanıtıdır.
Bir nesil cepheleri sınıf, silahları kalem, asker arka-daşlarını sınıf arkadaşı, komutanlarını da öğretmen olarak bildi.
Bu zaferin bize öğretmesi gereken çok şey var, unu-tulmamalı ki:
“O gün şehit olanlar, bugün yaşayan insanlar için vardı.”
* Çağrıbey Anadolu Lisesi 11. Sınıf Öğrencileri
70
İçimdeki çavlanı serbest bıraktım ya sevgili
Meraktan bir yorgunluk telvesi hesap istedi benden
Şehirlerin en durusu gelip dayandı aşka
Ve istanbul vefalı bir tapınak sundu bana
Gözlerinle kurtuldum sunak bozması taştan
Yazdı mevsim can çekişiyordu ülküler kederliydi
Bir can simidi gibi yapışmıştım gölgeye
Şimdi istanbul gibi bir sevdasın gönlümde
Artık taşralı değilim geldin payitahtı oldun kalbimin
Şehrin böğrüne bir hançer olarak saplandım önce
Yüzüm görünmüyor bir süredir fotoğraflardan
İncecikten bir kar yağacak kabrimin de üstüne
Leyla baksa belki de o kar yağmayacaktır
İstanbul beni affet sana geldim koynuna geldim
Sana geldim seni sormaya geldim yaşlı sevgilim
Sevildikçe onanan nadide bir çiçeğim süsen
Gidiyorum kavuşma emeliyle hasreti duya duya
Ey sevgili şehir senin olmamak kötülüklerin en yücesi
Hadi söyle bana gel de koynunda yer aç
Öleceksem sende ölmeliyim işvende dirilmeliyim
Sen bana gelmeden kucak açtın ne güzel bir sevdasın sen
Şivekâr nazenin beka yolcusu süreyya gelinliği
İpekten yumuşak öpüşün dağlara doğarız biz seninle
Dağlar bir türkünün son mısraı sen aşkın öbür yarısı
(27.02.2019, pazar)
İSTANBUL’A MERHABA
* Şair Yazar
71M E K T E B - İ ÜSKÜDAR
İ s m a i l AY K A N AT *
Soğuk kış günlerinde siyah beyaz takvim yap-rakları bir bir yırtılırken büyüklerimizin dilinden heyecanlı ve sevinçli bir eda ile “cemre düştü” müjdesini duymayanımız yoktur. (19-20 Şubat) Cemre havaya düştü… (26-27 Şubat) cemre suya düştü… Sonunda (5-6 Mart) cemre toprağa düş-tü… Neydi cemre? Neye benzerdi? Dahası na-sıl ve niçin düşerdi? Birçoğumuz hayatımızın ilk dönemlerinde körpe zihinlerimizde bu ve benzeri sorulara cevaplar aramışızdır hep. Baharın müj-desidir dedi babaannem cemre havaya düşer o kasvetli ve soğuk günler yavaş yavaş çekilir, gü-neş bulutlara inat ara sırada olsa sıcak ve aydın-
lık yüzünü gösterir, cemre suya düşer sular ısınır, buhar olur yağmurlara karışır, sonunda cemre toprağa düşer bahar gelir… Üçüncü cemre düş-müş, tabiat güneşine buluşmuştur artık. Kuşlar bu buluşmanın sevinciyle ötüşür, böcekler arılar, kelebekler bu buluşmanın sevinciyle uçuşurlar. Öbek öbek eriyen kar yığınlarının altında, akan derelerin kanaralarında filizlenen baharın ilk çi-çekleri, adeta bizlere haşrı müjdeler… O anlat-tıkça derin hülyalara dalar, söylediklerini küçük zihnimde anlamlandırmaya ve kavramaya çalış-tırdım.
72
Tayfur KOZAN*
BAHARIN MUŞTUSUCEMRE VE NEVRUZ
Şubat’tan Mart’a üç sıcak muştu var,
Düşer cemre, sonra nevruz, sonra bahar.
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 73
Anlamıştım bir zaman sonra. Cemre bir mahlûk de-ğildi, güneşi, ateşi, bereketi hassaten yeniden dirilme-yi müjdeleyen tecrübî bir simgeydi. Zira kadim kültü-rümüzde tarih boyunca doğayla adete hem hal olan insanlar doğayı gözlemlemiş, doğada belli aralıklarla gerçekleşen iklim olaylarından yola çıkarak, temel uğ-raşlarının, yaşam şekillerinin ve sosyal hayatlarının da etkisiyle doğal takvimler meydana getirmişlerdi. Bununla beraber tüm yaşam biçimlerini, doğanın mü-saade ettiği ölçüde bu takvime göre düzenlemişlerdi. Mesela en önemli geçim kaynağımız olan hayvancılık-la uğraşanlar için cemre rızık ve berekete açılan kapı demekti. Göç başlayacak, koçlar katımlanacak, saya-lar dökülecek, koyunlar kuzulayacak demekti. Nitekim benim çocukluğumda köylerimizde ilk cemreyle bera-ber hayvancılıkla uğraşan göçebe (yaylacı) ailelerde hummalı bir hazırlık başlar, ikinci ve üçüncü cemrenin düşmesiyle birlikte harekete geçilip yemyeşil yaylala-ra doğru göçler dizilirdi. Soğuk ve kara bir zemheri-nin ardından cemrelerin düşeceği, havanın, suyun ve toprağın güneşle buluşacağı günlere koyunların kuzu-lamasını denk getirmek isteyen yaylacılar, kasım ayı ile birlikte koç katımını yapar ve bu günleri şenlik hava-sında “çoban bayramı” adı altında kutlardı. Davul ve zurna eşliğinde süslenmiş, kınalanmış koçlar dualarla ağıllara salınır, ağıldan çıkarılırken sırtlarına küçük ço-cuklar bindirilir, erkek çocuk bindirilirse erkek kuzu, kız çocuk bindirilirse dişi kuzu olacağına inanılırdı.
Kuzunun annesinin karnında tüylenmeye başlandı-ğı birinci ve ikinci cemreye denk gelen “saya gezme”
günlerinde ise köyümüzün çobanları ve onlara katılan çocuklar kapı kapı dolaşarak bugüne özgü sözler eş-liğinde yiyecek ve bahşiş toplarlar, köyün delikanlıla-rınca “köse oyunu”, “köse gezdirme”, “saya gezme”, “koyun
yüzü” gibi adlarla anılan oyunlar oynanırdı. Daha sonra evlerden toplanan yiyecekler, sayacılar tarafından hep beraber yenilir, duaya çıkılır, gece geç saatlere kadar eğlenceler düzenlenirdi.
Koyunların kuzulamaya başladığı göç kervanlarının dizildiği üçüncü cemreye denk gelen tabiatla güneşin adeta nikâh tazelediği günlerde ise yayla şenlikleri dü-zenlenir, çobanlara bahşişler verilir şükür ve bereket duaları edilirdi.
Güneşi, ateşi, bereketi simgeleyen baharın muştusu cemrelerin düşmesi tarımla uğraşanlarımız içinde ayrı bir anlam ifade ediyordu. Birinci cemreyle ısınan hava güneşi, ikinci cemreyle ısınan su yağmurları, üçüncü cemreyle ısınan toprak ise uzun kasvetli kış gecelerin-de kurulan bahar düşlerinin gerçekleştiğinin müjdesini verirdi. Zira Anadolu’mun bağrında havaya suya ve gü-neşe doymuş toprak bembeyaz gelinliğini çıkarıp yem yeşil elbisesini yeniden kuşanırken, çiftçisine rızık ve bereket ikram ederdi. Bunun için üçüncü cemreyle be-raber toprak sürülür, tohum serpilir, yağmur ve bere-ket için duaya çıkılır, kazanlar kaynar, yemekler pişer konu komşuya ikram edilirdi.
Üçüncü cemrenin sonunda 21 Mart’a denk gelen günler Nevruz olarak adlandırılırdı. Nevruz değişik top-lumlarda farklı tezahür ve şekillerde kutlansa da kadim tarihimizde ve Anadolu kültüründe tıpkı cemrenin düş-mesi gibi bolluğun, bereketin, kardeşliğin paylaşmanın ve yardımlaşmanın simgesi; kapalı bir mekândan açık bir mekâna doğru hareket etmenin, yeşile, güneşe, yağ-mura ve berekete duyulan özlemin timsali kutlu bir gün olarak kabul edilirdi. Bugünde eğlenceler düzenlenir, toylar kurulur, güreş müsabakaları düzenlenir, atlı ci-rit oyunları oynanırdı. Kazanlarla yemekler pişer, konu komşuya ikram edilir, fakir fukara gözetilirdi.
Kışın ardından baharın gelişinin çeşitli şenlik ve eğ-lencelerle kutlandığı, halkın bayram yaptığı bir gün olan Nevruz’un sembolü, kıştan sonra kırlarda diğer çiçeklerden daha önce çıkan ve adını bugünden alan Nevruz çiçeğidir. Bu çiçeğe Türk kültüründe üçüncü cemrenin toprağa düşmesiyle beraber baharın somut simgesi olarak kıymet atfedilmiştir. “Dirilik, yemlik, tazelik” sembolü olarak ta kabul edilen bu çiçeğin ba-harın simgesi olması yanında tabiatta nadir bulunma-sı, fiziki görünümü, sert ve zorlu kışa başkaldıran, zor şartlara cesaretle karşı koyan bir çiçek olması da onu orta Asya’dan Anadolu’ya tüm Türk boyları arasında hürriyet ve bağımsızlığın sembolü haline getirmiştir.
Tarihten günümüze toplumsal tecrübenin bir ürünü olarak ortaya çıkan ve sosyal hayatımızda derin tesir-ler uyandıran bu sembolik zamanlar ve takvimler, söz-lü ve yazılı edebiyatımız içinde ilham kaynağı olmuş, orta Asya’dan Anadolu coğrafyasına birçok ozanımı-zın, şairimizin kaleminde neşet etmiştir. Bineanalyh, Türklerin İslamlaşma süreciyle beraber Fars ve Arap Edebiyatının da tesiriyle teşekkül eden Divan edebi-yatımızda bir kısım şairlerimiz, baharın yaklaşması ile
74
birlikte devrin önemli kişiler için övgü dolu şiirler ya-zarlardı. Bu şiirlere Cemreviyye denilmiştir. Ancak bu türde şiirler diğer divan şiir türleri kadar revaçta de-ğildi. Bunun yanında baharın gelişini tabiatın uyanışını ifade eden Bahariyye, Nevruziyye tarzı şiirlerde vardı. Örneğin gazel nazım şekliyle şiirler yazan divan şai-ri Fıtnat Hanım (1286) bir şiirinde cemrelerin havaya, suya, toprağa düşmesini bilmece üslubunda şöyle ifade edilmiştir:
Ol nedür kim üç birâder her zaman
Birbiri ardınca olmuşdur revân
Yılda bir kerre gelirler âleme
Makdemiyle kesb-i feyz eyler cihân
….Divan şiirinde Cemreviyye, Bahariyye, Nevruziy-
ye tarzı şiirlerin yanında “melheme” türü şiir yazan şairlerimizin kaleminde de zaman zaman cemrelerin düşüşü, baharın gelişi doğanın yeşille buluşması man-zum biçimde tasvir edilmiştir. Bu tarz şiir yazan divan şairimizden birisi olan İbrahim Cevrî, mesnevi nazım şekliyle yazmış olduğu melheme türü şiirinde cemre olayını baharın gelişini şu mısralarla ifade eder:
* Üsküdar İmam Hatip Ortaokulu
Müdür Yardımcısı
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 75
Hem yedincide cemre-i ûlâ
Ola meşşâtâ-ı izâr-ı hevâ
Tokuzıncısı sa’d-ı ekberdür
On birincide kâr ebterdür
….Mevlana’da kalemine cemre düşmüş şairlerimizden-
dir. O baharın gelişini, cemrelerin düşüşünü, güneşin tabiatla vuslatını şöyle tasvir etmiştir:
La’l rengi elbiseler giyen gül sevdalanır da kaftanını yırtar.
Sümbül, yasemine; “Merhaba seni saygı ile selamlarım” der.
Yaseminde “Ey nazik dost seni candan selamlarım” der.
Ekşi suratlı kış geçer gider. O zevki, neşeyi kaçıran soğuklar
yok olur.
Sevdalı nergis sahralara dalar da çimenlere göz kırpar!
….
Kadim kültürümüzde ata yurttan Anadolu’ya, tabiat-la hem hal olan milletimizin hayatında yaşanan acıları, sevinçleri saza ve söze dökerek halkların sesi olmuş nice ozanlarımızın, halk şairlerimizin dizlerinde de cemrelerin düşmesi, baharın gelmesi, tabiatın uyanışı, nevruz vs. geniş yer bulur. Mesela Doğu Türkistan’ın ünlü ozanı Abdurrezzak Bahşi baharın uyanışını nevru-zun gelişini dizelerinde şöyle ifade eder:
Kış kiçti vü yaz boldı
Mahbub-lara naz boldı
Kar muz şimdi az boldı
Nevruz mübarek-bad
….
Hulasa Orta Asya’dan Anadolu’ya kadim kültürü-müzün her döneminde, şehirlerimizde, köylerimizde, hanelerimizde şubat ayı girince cemreler konuşulur, takvim yapraklarında cemreler aranır ilk cemreyle be-raber adeta hayat yeniden başlardı. Yüz yıllardır mısra-lara, namelere, destanlara konu olmuş, nesilden nesile intikal eden, bir çoğumuzun hafızalarında hala tazeliği-
ni koruyan işte bu tecrübî sembol ve zamanlar, adet-ler gelenekler, yaşam biçimleri maalesef bugün yeni nesillerimiz tarafından pek bilinmemekte, bu nedenle unutulmaya yüz tutmaktadır. Nitekim sanayileşme ile birlikte gelişen modern yaşam biçimi ve şehirleşme toplumsal dinamiklerin, sosyal ve iktisadi uğraş ve bi-çimlerin farklılaşmasına neden olmuş, doğadan uzak-laşan topraktan kopmuş nesillerimize zalimane, sefih bir menfaatperestliğin tahakkümü altında ölçüsüz, ruh-suz muvazeneden yoksun bir yaşam biçimi dayatmıştır. Hal böyle olunca koca koca binaların arasında ağaçtan, çiçekten, yeşilden mahrum yapay parklarda veya dara-cık odalarında kelebeğin zarafetini, çiçeklerin güzelli-ğini, kuşların cıvıltısını, akan derelerin şırıltısını bilme-yen zamana tutsak olmuş çocuklarımızdan cemrelerin düşüşünü, zor şartlara cesaretle karşı koyan nevruz çiçeğinin vakarını, baharı, Hıdırellez’i idrak etmelerini beklemek beyhude bir uğraş olacaktır vesselam…
KAYNAKÇA
Remzi Duran “Türk Süsleme sanatlarının ortak motifi Nevruz Çiceği” Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi Sayı II, îzmir 1997, ss. 125-171
Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir ERKAL, Divan Şiirinde cemre ve Bosnalı Sabitin Cemreviyyesi, http://dergipark.gov.tr/download/article-file/157192
Agm, s.7
Mevlâna, Divan-ı kebir cilt 1s,211
Mehmet TEMİZKAN, Türk Dünyasında Nevruz Şiirleri üzerine Bir İncele-me, http://www.turkishstudies.net/dergi/cilt1/sayi3/temizkan.pdf
Ş ü k r ü B İ Ç E R *
Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütünün (UN-HCR) 2018 yılında yayınladığı Küresel Eğilimler raporuna göre, 2017 yılı sonu itibariyle 68,5 mil-yon kişi vatanından edildi. Bunların 25,4 milyonu ülkelerinde yaşanan çatışma ve zulüm nedeniyle evlerini terk eden mültecilerden oluşuyor. Aynı rapor, çoğunluğunun gelişmiş ve refah düzeyi yüksek ülkelerde bulunduğuna dair yaygın kanı-nın pek de doğru olmadığını ortaya koymuştur. Mültecilerin yüzde 85’i, kendileri ciddi derecede yoksul olan ve bu nüfusa yardım etmek için çok küçük miktarlarda destek alan gelişmekte olan ülkelerde, her beş mülteciden dördü kendi ülke-lerinin kapı komşusu olan ülkelerde yaşamak-tadır. Zorla yerinden edilen kişilerin neredeyse üçte ikisi ülkelerini terk etmemiş ve kendi ülke-leri içerisinde yerinden edilmişlerdir. 25,4 milyon mültecinin, yalnızca beşte birinden biraz fazlası UNRWA’nın sorumluluğu altındaki Filistinliler-den oluşmaktadır. Dünya çapındaki göçmenlerin %68 i Suriye, Afganistan, Güney Sudan, Myan-mar, Somali’den. Türkiye açık ara farkla 3,5
milyon göçmene kapılarını açan bir ülke olarak, ev sahibi ülkeler listesinin başında yer almakta. Çocuklar dünya çapındaki mültecilerin %52 sini oluştuyor. Bunların büyük bölümü ise refakatsiz ve ebeveynlerinden ayrı düşmüş olan çocuklar-dan oluşuyor.1
Sayılar ve oranlar böyle, okuyup geçtiğimizde sadece rakamlardan ibaret. Oysa içinde milyon-larca hikaye barındırıyor. Bırakın bir şehirden başka bir şehre yerleşmeyi, bir semtten bir semte taşınırken bile binbir tereddüt yaşıyoruz. Konfor-lu alanlarımızın dışına çıkmak dünyanın sonu gibi geliyor çoğumuza. Dili, kültürü yabancı yeni bir ülkede neyle karşılacağınızı bilemeden hayatta kalabilmek için yaşamak zorunda kalmayı düşü-nün bir de. Daha beteri çıkmayı başarabilirseniz yabancı diyarlarda bir yabancı olarak yaşama şansınızın olması. Evliyseniz bu maceraya eşini-zi, çocuklarınızı belki yaşlı anne ve babanızı da sürükleyeceksiniz, yolda nelerle karşılaşacağınızı bilmeden.
76
SÜRGÜNDEKİ ÇOCUKLAR
Göçmenlik, sürgünde olmak, iltica, mültecilik gibi kavramlar insani duygulardan bağımsız sosyolojik ya da politik açıdan ele alınıp birer olgu olarak açıkla-nabilir. Sanat ise bunları birer terim olmaktan çıkarır, zaten bildiğimiz şeyleri bazen sert, bazen naif bir bi-çimde önümüze sererek bilgiden kalan boşluğu dol-durur. Sanat yoluyla insanın ve toplumun ahvalini, tek bir kare fotoğrafa sığdırmak, yada tuvale yansıtmak herkesin harcı değildir. Ancak insanlık arşivi bunların muhteşem örnekleriyle doludur. Edebiyatın veya güzel sanatların çıktılarından, okuma bilen ve duyuları sağ-lam herkes kalemden zihne, suretten göze ve gönüle kendi idrakince bir şeyler alır. Gerektiğinde eser üze-rine sayfalar dolusu yazılar yazabilir veya konuşabilir.
Peki bir şarkının ruhunu anlatmak mümkün müdür? Notalar mı? Keşke notaları okur okumaz melodiyi du-yabilsek zihin dünyamızda. Bazılarımız için mümkün olsa bile müziğin göz ve akılla değil kulak ve gönülle idrak edilen bir bir araç olduğu kanaatindeyim. Dinle-diğim bir melodiyi bu değersiz yazıya ekleyip nasıl bir ruh katabilirim, bilmiyorum. Yine de şarkıdan şarkıya dolaştığım dünya müzikleri arasında tesadüfen kar-şıma çıkan, bir şarkıyı paylaşmak isterim.2 Dünyanın heryerine çocuklarını serpiştirmiş coğrafyadan tınısı acıyı, isyanı ve umudu harmanlamış kısacık bir şarkıyı.
Merak ettiyseniz bu noktada internet üzerinden her-hangi bir müzik platformuna giriniz ve şiirin ilk satı-rını yazınız. Arapça klavyeniz yoksa “Marcel Khalife & Oumaima Khalil - A Child” yazmanız yeterli. Gönül isterdi ki bu kâğıdın üzerine, satırların arasına bir bağ-lantı yazayım, işaret parmağınızla iki kere dokunun ve ses başlasın şarkısını söylemeye. O günler de gelecek kim bilir. Ya da kâğıda düşen kalemin itibarının azaldığı şu günler yerini ekranların hükümranlığına bırakacak. Çevirdiğim sayfaların sesi, kitabın kokusu nostaljisi yapmayacağım ama kâğıdın ve kalemin saltanatında büyümüş biri olarak, güncel malumatlara göz atmak, gelir geçer merak konuları arasında dolaşmak dışında, kallavi bir metni ekrandan okuyup bitirmişliğim yok-tur. İlle de uzun bir metni okumam gerekiyorsa, kâ-ğıda basmayı yeğlerim: Kitapları elektroniğinden değil matbusundan okumayı, resimleri kopyalarından değil orjinalinden görmeyi, filmi sinemada izlemeyi, şarkıyı plağından dinlemeyi de. Elbette teknolojinin nimet-lerinden kendime göre sonuna kadar yararlanıyorum. Bugün beyaz camın karşısında dünya müziğiydi, Filis-tin’di, mülteciydi, Mahmud Derviş’ti derken tüm saflı-ğı, öfkesi ve suskunluğuyla yeniden çıktı karşıma Han-zala3 ve fondaki Filistin şarkılarına eşlik etti.
Bilenler bilir Hanzala’yı. Sırtı her zaman dünyaya dö-
Duvara yazıyor bir çocuk,Parmaklarının arasından ateş filizlenen çocukEy beyaz miğferler dikkat edin!Parmaklarının arasında ateş filizlenen çocuğaDuvara yazan çocuğaBazı taşlara yazan çocuğa;Ve bazı ağaçlara,Ve bazı şiirlere…
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 77
nük, elleri arkasında bağlı, 1969’dan beri hep on yaşın-da bir çocuk. On yaşında kaldı çünkü çizeri, Naci El Ali, ülkesi Filistin’i terkedip Lübnan’daki mülteci kampına gitmek zorunda kaldığında henüz on yaşındaydı. Ka-rikatürist Ali, insanlığın Filistin’de yaşananlara sessiz kalmasından ötürü küskünlüğünün ifadesi olarak Han-zala’yı sürekli sırtı dönük halde resmetti. Bir açıklama-sında Ali, Hanzala’ya ilişkin şu ifadelere yer vermişti:
“Hanzala 10 yaşında doğdu ve her zaman 10 yaşın-da olacak. Vatanına döndüğünde de 10 yaşında olup büyümeye başlayacak. Doğanın kanunları ona işleme-yecek. O eşsiz. Her şey vatanına döndükten sonra nor-malleşmeye başlayacak. Onu yoksul ve acının sembolü olarak resmettim ve adını Hanzala koydum. En başta Filistinli bir çocuktu. Fakat şuuru, onu ulusaldan ulus-lararası bir yere taşıdı. Basit fakat sert bir çocuk. İşte bu nedenle insanlar onu sahiplendi ve kendi duyguları-nı temsil ettiğini hissetti.”4
Naci El Ali’nin 40 binin üzerindeki karikatürlerinden en bilineni ve mesajı tüm dünyada en güçlü olanı şüp-hesiz Hanzala’nın baş kahraman olduğu çizgileriydi. Mesajı o kadar güçlüydü ki, bu sesin susturulması istendi. Sanatçı 1987’de Londra’da gazetesine gitmek üzereyken yol ortasında MOSSAD’ın suikastı sonucu öldürüldü. Çizeri öldü ama Hanzala’nın çığılığı dün-yanın pek çok yerindeki protestolarda yankılanmaya devam ediyor. Hanzala duvarlarda, gazetelerde, dergi-lerde ve her neredeyse göründüyse sırtı dönük olup bitene.
Dönelim bu satırlara vesile olan şarkıya, sözler Mah-mud Derviş’in bir şiirinden. Naci El Ali adı sanı olan, hayali, büyümeyen bir çocuk çizerek tüm dünyanın dikkatini Filistin meselesine çekti. Derviş ise zalimi tenbihledi, korkun çocuktan! Şairin kaderi çoğu kez örtüştü Naci El Ali ile. Ondan üç yaş daha erken, yedi yaşında ülkesini terkedip aynı gurbete, Lübnan’a göç etmek zorunda kaldı. Bir şiirinde geçen babasının ya-sağına rağmen Moskova, Kahire, Beyrut, Tunus ve Pa-ris’te bir sürgünden diğerine yolculuğu sürdü:
Babam bir kez şöyle dedi: “Vatanı olmayanın, Toprakta bir mezarı olmaz”Ve yasakladı bana yolculuğu!
…Ve Sen Annem, babam, kardaşlarım, akra-balar ve dostlarım, belki sağsınız, belki ölü. Belki benim gibi adressiz-siniz. İnsanın değeri nedir, Vatansız Bayraksız Ve adressiz Nedir değeri insanın?
Derviş’in Sürgünden Mektuplar şiirinin5 son bölümü bu yazının da sonu olsun. Sürgünlerin, zorunlu göç-lerin son bulduğu, duvarlara, taşlara ağaçlara öfkeyi değil aşkı, mutluluğu, barışı, sevinci yazan çocukların yaşadığı bir dünya temennisiyle.
* Üsküdar MTAL Muhasebe ve Finansman Öğretmeni
4https://www.aa.com.tr/tr/kultur-sanat/filistinin-sembolu-hanzalanin-babasi-naci-el-ali-istanbulda-anilacak/8878295https://www.aldiwan.net/poem2304.html (Şiirin tümüne bu adresten ulaşabilirsiniz)
78
BİR YETİŞ/TİR KİTABI: AÇILIN BEN ÖĞRETMENİMM a h m u t S a i d C E L AY İ R *
“İlk kez bir sınıfa öğretmen olarak giriyorsunuz. Birazdan
kapıyı açacaksınız ve herkes gözlerindeki öğrenme ışığı ile
sizi izlemeye başlayacak. Defterler açık, kalemlerin ucu siv-
riltilmiş, silgiler ve diğer araç gereçler masanın üstünde ha-
zır. Sınıfa genel bir sessizlik hâkim, öğrenmeye aç öğrenciler
ağzınızdan çıkanları dinlemek için pür dikkatler, saha ders
başlamadan susmuş ve öğrenmeye hazır olmuşlar. Kapıyı açıp
içeri girdiğinizde bir soru soruyorsunuz ve sınıftaki herkes size
bakıyor, sessizce parmaklarını kaldırarak söz hakkı vermenizi
bekliyor. İçerdeki ahenk gözlerinizi yaşartıyor. Hayal etmesi
bile güzel öyle değil mi?
Gerçekte olan ise şöyle; (…)”
Eğitim fakültesindeyken ezberlemekten zihinlerimi-zin kamburu hâline gelmiş kuramlar, teoriler, süreçler ve akımlar ile onların savunucularının öğretmenliğe başlayınca bizlere yardımcı olmadığı hepinizin malu-mudur. Yanlış anlaşılmasın, maksadım bu pedagojik yapıyı eleştirmek değil; teorik bilgilerle baskı altına alınmış zihinlerimizin pratik değerler karşısında tökez-lemesini göstermektir. Durum böyle olunca mesleğe adım attığımız anda “Skinner, Erikson, John Dewey aklı-
mızdan silinirken eğitime gerçek anlamda el yordamıyla giriş
yapmış” oluyoruz. Belli bir dönem eğitim odaklı düşün-mekten ziyade, öğretme kaygısıyla yol aldığımız için fasit bir daire içinde dolaşıp duruyoruz. Çocukların salt akademik başarıları karşısında egolarımızı tatmin edi-yor, aslında “öğretmencilik” oynadığımızın bilincinde olmadan çok iyi öğretmenler olduğumuzu düşünüyo-ruz. Çünkü “öğretmenlik adına çıktığımız yolda ku-ramsal kuru bilgilerle donatılıyoruz. Bu bilgilerin üs-tüne bir şeyler eklemek için başladığımız yüksek lisans programlarında yetmeyen ve ucu bucağı görünmeyen teorik bilgiler üstüne yeni teorik bilgiler ekliyoruz.”
Öğretmen olarak başladığı eğitim hayatına yönetici
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 79
olarak devam eden ve bu süreçte eğitim adına paydaş edinmeyi ve meslektaşlarına el uzatmayı kaçınılmaz bir mesuliyet addeden sevgili Müjdat Ataman’ın son kitabı “Açılın Ben Öğretmenim” son zamanlarda yazıl-mış en güzel ve en çarpıcı eğitim kitaplarından birisi. Eğitim fakültelerinde kuşatıldığımız ve uygulamaya dö-kemediğimiz onlarca kuram ve tekniği; samimi, sıcak ve yalın bir üslupla, bilgi ve deneyimleriyle harmanla-yarak okuyucularına ve biz eğitimcilere aktarmış Müj-dat Ataman. Kitabın ilk sayfasından son sayfasına ka-dar eğitim-öğretim yaşantısından ve deneyimlerinden örnekler verirken, aslında bizim başımızdan geçenleri anlatıyor. Hatalarını, eksikliklerini, deneyimlerini, ha-tıralarını, metot yanlışlarını nasıl toparlayıp düzeltti-ğini, kısa ama etkili anekdotlarla sunuyor. Bunları su-narken zihnimize üşüşen soru bombardımanından ise kurtulamıyoruz: Öğretmencilik mi oynuyorsun yoksa yetişmiş/yetişen bir öğretmen misin? “Kimler bitirdi” diyerek, zamanın ritmini bozanlardan mısın? Çektiğin fotokopilerin posta görevi sana mı ait? Sık sık “yapma, etme, dur” diyenlerden misin? Derslere ve içeriklere göre kendine rol biçiyor musun? Sınıfa girişin nasıl? Çocukları düşünmeye mi sevk ediyorsun yoksa net ce-vaplarla, düşünmeden, hamuru yoğurmadan konu ge-çişleri mi yapıyorsun? Oyun oynuyor musun? Bahçeyi etkili bir eğitim alanı olarak kullanıyor musun? Sınıfın
sus pus mu olmalı? Bilginin hamalı mısın? Dramayı ne kadar kullanıyorsun? Dersini başka eğitimcilere açıyor musun? Heyecan ve gerilimden ne kadar besleniyor-sun? Takım çalışması ve akran eğitimi senin için ne kadar önemli? Bilgiye ulaşılabilecek onlarca mecra varken ve çocuklar sınıfta senden erken davranabi-liyorken, öğrenmeyi paylaşmayı hiç düşündün mü? Çember buluşmasının bütünün parçası olma olanağı sağladığını biliyor musun? Meslektaşların seni ne ka-dar geliştiriyor? Rol model olma konusunda ne kadar kaygılısın? Daha ne kadar uzatılabilir bilmiyorum ama ufuk açan ve isabetli sorularla sizi kendinize getirme-yi hedefleyen bir kitap… Umarım okuduğunuzda, bu soruların devamını getireceksiniz ve kendinizi sorgu-layacaksınız.
“Açılın Ben Öğretmenim”, mesleki anlamda defor-masyona uğramaktan çekinen ve yenilenmek/geliş-mek isteyen öğretmenlerimiz için, tekdüzelikten sıyrı-lıp keyifli bir eğitim inşa etmeye, esnek bir öğrenme ortamı oluşturmaya, sınıf yönetimine ve öğrenme biçimlerine kadar, dikkat etmeyip es geçtiğimiz pek çok konuda yardımcı olabilecek bir kitap. Yazar, “Biz-
ler öğrenciyken bilgiyi temsil eden öğretmeni can kulağıyla
dinlemek zorundaydık çünkü anlatılacak bilgiye başka türlü
erişme şansımız yoktu. Günün öğrencileri ise en hızlı şekilde ve
farklı kanallarla bilgiye ulaşabiliyorken; haydi sınıfta durun,
susun, beni dinleyin size bilgi vereceğim demenin hiçbir an-
lamı kalmıyor.” derken, aslında biz öğretmenlere kendi duygu, düşünce ve davranışlarımız konusunda dikkat etmemiz gerektiğini belirtiyor. Unutulmamalı ki yeryü-zünde eğitime dair ne kadar kuram, teori, süreç, akım vb. olursa olsun bilinen ve yüzleştiğiniz tek bir gerçek var: Her öğretmen yeni bir kuramdır, yeni bir akımdır. Kimse sizin sınıfta Skinner’a göre mi yoksa Piaget’e göre mi ders işlediğinize, metotlarınızı belli kalıpla-ra mı sığdırdığınıza bakmaz. Siz, tek başınıza yeni bir süreci temsil ediyorsunuz. Sınıfınızı paylaştığınız öğ-renciler, zihninizde tasarladığınız ve ilk paragrafta yer alan ifadelerde olduğu gibi karşılamıyorlar sizi. Eğitim algınızı tersyüz edebileceğiniz bir gelişimle onların kar-şısına çıkmanız gerekiyor. Çünkü gerçekte olan tama-men farklı. “İlk kez bir sınıfa öğretmen olarak giriyorsunuz.
80
Derse gireceğiniz sınıfın kapısına doğru ilerliyorsunuz. Sınıfın
kapısı açık, içerden duyma bozukluğuna yol açacak bir ses
koridorlara taşıyor. Sınıf kapısından, hızla kaçar gibi çıkan
bir öğrencinin peşinden koşan diğer bir öğrencinin savurduğu
tekme havaya karışıyor. Üç öğrenci koridorla sınıf kapısının
arasında kalan bölümde ağızlarındaki sakızları çiğneyerek
sohbet edip yüksek sesle bir arkadaşları hakkında atıp tutu-
yorlar. Koridoru bitirip sınıf kapısından içeri giriyorsunuz.
Bu sırada sınıfın dışında bekleyen öğrenciler peşinizden içeri
girmiyor. Arka arkaya dizilmiş öğrenci masaları ve sıraları
darmadağınık duruyor. Öğrenci çantalarının ve montlarının
çoğu yerde. Yerdeki çanta ve montların arasında yer yer def-
terler, buruşturulmuş çalışma kâğıtları, mandalina kabukları
ve açılmış kalemlerin atıkları göze çarpıyor. (…)” Hangi ka-demede olursa olsun, hangi branşa ait olursa olsun bu ve buna benzer ortamlar çoğu öğretmenimizin rastla-dığı ve yüzleşmek zorunda kaldığı ortamlar olmuştur. Bu süreçte üslup geliştirmek, uygulama farkındalığı oluşturmak, normlar ve değerler felsefesi inşa etmek ve kitapta yer alan eğitimci profili itibariyle etkin bir role bürünmek zorundasınız. Anahtar basit: “Siz” ku-ramı ya da adına ne derseniz. Çünkü karşılaşabileceği-miz örnek, deneyim ve olaylar üzerine pratik yapmaya dayalı bir eğitim yapısından çıkmadık. Uygulama alanı bulamadığımız için stajlarımız bile “devamsızlık yaz-masınlar” denilerek ancak bir imza değeri taşıyordu. Sınıfa girince de haliyle sudan çıkmış balığa dönmüş-tük. Tüm bu noktaların ışığında kendi eğitim devrimi-ni oluşturabilecek, dönüşüm inkılâbıyla ve her daim gelişim meşalesi elinde öğretmenlere ihtiyacımız var. Her öğretmen, kendini geliştirip yenileyebildiği ölçüde deneyim sahibidir. Değilse 25-30 yıl sabit bir mecrada sıkışıp kalmış öğretmen deneyim sahibi değil, olsa olsa pinekleyen bir emekli adayıdır.
Müjdat Ataman, belli bir yaş veya eğitim-öğretim grubuna değil her yaştan öğrenci gruplarına ait ör-neklerle gerek sınıf içerisinde gerekse sınıf dışında yapılabilecek uygulamalarla geniş bir yelpazeye yay-mış kitabını. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi gerek öğretmenlik gerek yöneticilik yaşamında başına gelen olaylardan deneyimler elde ederek ve hiç gocunmadan dersler çıkarıp bize sunmuş. Tek başına yeterli ol(a)mayan eğitim kuramlarını ve süreçlerini, dizayn edip
yeni modellemeler meydana getirmiş. Formalitelerden sıyrılıp özgün ve kalıcı etkinlikler geliştirmiş. Tüm bu etkinlikleri ve örnekleri planlarken de kendisini bilgi-nin merkezi ilan etmemiş. Farklılıklar üzerine bir tabi-atı olan eğitim, öğrenciyi merkeze alır. Bu da öğrenci-yi tanımayı, başkalarından ayırt etmeyi, nevi şahsına münhasır bir kıymete haiz olduğunu, uygulamalar es-nasında bireysel farklılıklara dokunmayı gerektirir. Do-layısıyla devamlı bir arayış içinde, ortaya kalbin ve vic-danın konularak sunulduğu bir kitap meydana çıkmış. Öğretmencilik oynamamayı ve “yetkin” bir fotoğrafın içinde kendini öğretmen olarak adamayı, öğretmenliği iş olarak görmeyip, onun kutsiyetine sığınmayı yeğle-miş. “Şu an iyi öğretmen olarak çizeceğim bir resmin içine, o
zamanlar sınıfta öğretmencilik oynayan beni koymayacağım
kesin.” ifadesinde buna vurgu yapmış, bize de uyarı ma-hiyetinde.
“Öğretmenler artık II. Dünya Savaşı sonrası tezgâh önünde
bantta çalışacak bireyleri yetiştirmek için değil, bizi yaşadı-
ğımız distopyadan kurtarmak için yaratıcı düşünceler geliş-
tirecek çocukların özgün öğrenme ortamlarını oluşturmanın
yollarını aramalı.”
Çektiği derdin türküsünü yakan bir eğitimci Müjdat Ataman. Yılların getirdiği dinamizm, coşku, paylaşma ve yol gösterme arzusuyla kaleme aldığı “Açılın Ben Öğretmenim” kitabında aslında mesleki olarak yıprat-tığımız kalbimizi ve zihnimizi de yoklamamızı sağlıyor. Kalıcılığı yakalamak adına, evrensele ulaşma adına, paylaştıkça çoğalacağına inanan bir eğitimci edasıy-la arkasında şimdiden güzel bir iz bırakmış oldu. Ne diyordu sahi: “Eğitimci kimliğimizi kişisel değerler üstüne
değil, evrensel değerler üstüne kurmalı ve okulda bunu yan-
sıtmalıyız.”
Madem ilk söz kendisinindi, son söz de onun olsun: “Dünyayı emek verdiğimiz çocuklar güzelleştirecek.”
Müjdat AtamanElma Yayınevi296 sayfa
* Kuzguncuk İlkokulu Sınıf Öğretmeni
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 81
Tür: Dram, Savaş Filmi.Yapım: 1997- ABD, İngiltereIMDB Puanı: 7.0Yönetmen: Jean-Jacques ANNAUDOyuncular: Brad PITT, David THEWLIS, Vic-tor WONG, B.D. Wong, Ingeborga DAPKUNAI-TE, MAKO ve Dalai LAMA rolleri; Jamyang Jamtsho WANGCHUK, Sonam WANGCHUK, Dorjee TSERING.
Sevgili sinemasever öğretmenlerim, bugüne kadar siz-
lerle eğitim konulu filmleri paylaşmıştım. Fakat bu defa bu
konuyu alt tema olarak ele alan, bir yandan “medeniyetler
ve şehirler” üzerine odaklanırken aynı zamanda hırstan
arınmanın önemine gönderme yapan bir filme değinelim
ve Orta Asya’ya gidelim istedim. O halde 4900 m yüksek-
Eğitim Vizyonu Çalıştayı”nı İlçe Millî Eğitim Müdürü-
müz Sinan AYDIN, Şube Müdürleri, Üniversite ve STK
temsilcileri ile Resmi ve Özel Okul/Kurum Müdürlerinin
katılımları ile Adile Sultan Kasrı Öğretmenevinde ger-
çekleştirdik.
98
TBMM BAŞKANIMIZ SAYIN BİNALİ YILDIRIM TENZİLE ERDOĞAN KIZ ANADOLU İMAM HATİP LİSESİNE ZİYARETTE BULUNDULAR
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanımız Sayın Binali
YILDIRIM, İlçemiz Tenzile Erdoğan Kız Anadolu İmam
Hatip Lisesi’ni ziyaret ederek incelemelerde bulundular.
“KENDİNİ GELİŞTİR GELECEĞİ DEĞİŞTİR” PROJEMİZ ÖĞRETMEN SEMİNER VE ATÖLYELERİYLE DEVAM EDİYOR
Öğretmenlerimizin hem mesleki hem kişisel hem de
kültürel yenilenmelerine katkı sunmak için yürüttüğümüz
öğretmen seminer ve atölyelerimiz devam ediyor.
1. Oktay AYDINLAR-İletişimin Temel İlkeleri ve Sağlıklı
İletişim
2. Cavit YEŞİLDAĞ-Waldorf Yaklaşımı
3. Hüseyin ÖZTÜRK-Ritim Atölyesi
4. Doç. Dr. Can POLAT-Neyi Parlatacağız?
5. Neriman YILMAZ-Akıl Oyunları Atölyesi
6. Zeynep Hülya KANBAY-Müzik Ritim Drama
7.Cavit YEŞİLDAĞ-Özel Eğitimde Finlandiya Modeli
8. Yrd. Doç. Dr. Nilüfer ÇELİKKOL-Motivasyon
9. Sara ŞAHİNKANAT- Erken yaşta kitap okumanın öne-
mi ve püf noktaları
10. Jale TURHAN-Su Doku ve Ötesi
11. Cavit YEŞİLDAĞ-Öğrenmede Hareketin Önemi
12. Bahadır Emre BOZKURTLAR-Her Fotoğrafın Hika-
yesi Vardır
M E K T E B - İ ÜSKÜDAR 99
2018-2019 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI KAPANIŞ PROGRAMINA ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANIMIZ FATİH DÖNMEZ KATILDI
“2018-2019 Eğitim Öğretim yılı 1. Dönem Kapanış
Programı ve Karne Töreni”; 4.Murat İlkokulu’nda Enerji
ve Tabii Kaynaklar Bakanımız Sayın Fatih DÖNMEZ,
Kaymakamımız Murat Sefa DEMİRYÜREK, Belediye
Başkanımız Hilmi TÜRKMEN, İlçe Millî Eğitim Müdü-
rümüz Sinan AYDIN, öğrencilerimiz, öğretmenlerimiz ve
velilerimizin katılımıyla gerçekleşti.
Ardından evde eğitim alan öğrencimiz, İlçe protokolü-
müz tarafından evinde ziyaret edilerek karne ve hediyesi
takdim edildi.
“ÜSKÜDAR EĞİTİM OKUMALARI” PROJEMİZ KAPSAMINDA AHMET DAVUTOĞLU’NDAN DURUŞ’U DİNLEDİK
Otuz Beşinci kitabımızın okunduğu okul müdürleri-
mizin yoğun ilgi gösterdiği Üsküdar Eğitim Okumaları
projemize ocak ayında Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU
ve şubat ayında Prof. Dr. Deniz Ülke ARIBOĞAN misafir
oldu.
1. Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU-Duruş
2. Prof. Dr. Deniz Ülke ARIBOĞAN-Duvar
“İSTANBULU OKUYORUM” PROJESİ KAPSAMINDA İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ PERSONELİ OLARAK KİTAPLARIMIZI OKUDUK “İstanbul’u Okuyorum” projesi kapsamında Üsküdar
İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü personeli olarak hepimiz güne
kitaplarımızı okuyarak başladık.
AZERBAYCAN TAHSİL CEMİYETİNDEN MİSAFİRLERİMİZ VAR
Azerbaycan Tahsil Cemiyeti’nden gelen öğretmen,
okul yöneticisi ve akademisyenler İlçe Millî Eğitim Mü-
dürümüz Sinan AYDIN’ı makamında ziyaret ettiler.
100
HÜSEYİN AVNİ SÖZEN ANADOLU LİSESİ ÖĞRENCİLERİMİZ BİLİM OLİMPİYATLARINDAN MADALYALARLA DÖNDÜ Antalya’da yapılan Ulusal Bilim Olimpiyatları TÜ-
BİTAK Organizasyonu’na katılan Hüseyin Avni Sözen
Anadolu Lisesi öğrencilerimiz Matematik alanında 2
bronz, Biyoloji alanında 1 bronz madalya almaya hak
kazanmışlardır.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANIMIZ İTO MARMARA ANADOLU İMAM HATİP LİSEMİZİ ZİYARET ETTİLER
Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali ERBAŞ, İTO
Marmara İmam Hatip Lisesini ziyaret ettiler.
Kaymakamımız Murat Sefa DEMİRYÜREK, İl Milli Eği-
tim Şube Müdürümüz Mustafa AKHAN, İlçe Milli Eğitim
Müdürümüz Sinan AYDIN, İlçe Müftümüz Ali ÇAKMAK
ve ÖNDER Başkanı Halit BEKİROĞLU’nun da katılım-
larıyla gerçekleşen ziyarette, Diyanet İşleri Başkanımız
Prof. Dr. Ali ERBAŞ okulun bölümlerini gezerek, yürü-
tülen projeler, hafızlık eğitimi ve Kur’an-ı Kerim dersi