Aydınlık BU SAYIDA 32 KİTAP TANITILIYOR 5 Ekim 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 32 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Toplam: 1105 Yaşamak, sevmek ve ölmek... Paris bir şenlik değildi İnsani Öyküler! Bir delilik hali Balyoz’a Balyoz Ezilenlerin gözünden bir Portekiz tasviri José SARAMAGO
24
Embed
Toplam: 1105 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir Yaşamak ...aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi32.pdf · Uzun yıllar Hollywood’da orta sınıf bir ...
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
AydınlıkBU SAYIDA
32KİTAP
TANITILIYOR
5 Ekim 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 32
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 1105
Yaşamak, sevmekve ölmek...
Paris bir şenlikdeğildi
İnsani Öyküler!
Bir delilik hali
Balyoz’a Balyoz
Ezilenlerin gözünden bir Portekiz tasviri
José
SARAMAGO
Yaşar Kemal “Bir Ada Hikayesi” dörtlemesinin son kitabı “Çıplak Deniz Çıplak Ada”yısekiz yılda tamamladı. Kitap 5 Ekim’de okuyucuyla buluştu. Edebiyat dergileri, gazete-lerin kültür – sanat muhabirleri söyleşi için çırpınırken yazardan yayınevi aracılığıyla biraçıklama geldi. Sağlık sorunları sebebiyle söyleşi yapmasının mümkün olmadığı bilgisi ve-rildi. Bunun yerine yazar yayınevi aracılığıyla merak edilen soruları yanıtladı. Yayınevi-nin paylaştığı söyleşinin tamamını birçok internet sitesinde bulmak mümkün. Yeni çıkankitabına ilişkin de birçok sorunun yanıt bulduğu söyleşiden küçük bir alıntıyı sizlerle pay-laşmak isteriz:
“Edebiyata çocukken başladım. Çocukluğumda bizim köye çok aşıklar, destancılargelirdi. Onlara çok meraklıydım. Köye her destancı geldiğinde onun yanındaydım, son-ra onlar gibi şiir söylemeye başladım. Köyün kayalık dağına çıkar dağ üstüne, çiçekler üs-tüne türküler söylerdim kendi kendime. Epopenin kırıntıları bile olsa hala yaşadığı böy-le bir dünyada büyüdüm. Eğer modern edebiyatla karşılaşmasaydım -ki karşılaşmam te-sadüftür- bir destancı olurdum. 16 ya da 17 yaşlarımda folklor derlemelerine başladım.Bir de tekerlemeler, destanlar, masallar derledim.
Okulu bırakınca Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalışmaya başladım, habire okudum.Biz cumhuriyet sanatçıları, Tercüme Bürosu’nun çevirdiği dünya klasikleriyle yetiştik. Ter-cüme Bürosu’ndan gelen kitapları okuyordum, klasikleri, dünya romanlarını, tarih kitaplarınıokuyordum.
Ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır. Stendhal, Tolstoy, Gogol, Dickens debenim kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem Batı hem de Doğuustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir?”
Alıntıladığımız bölümde usta, nasıl Yaşar Kemal olunduğunun ipuçlarını veriyor as-lında. Bu kadar gerçek hikayeler, kendimizle birebir özdeşleştirebildiğimiz karakterler na-sıl yaratılabilir başka? İnanması zor, akılalmaz özelliklere sahip roman kahramanları butoprakların gerçeğini yansıtıyor. Yine betimlenen doğa bu toprakların parçası. Ve YaşarKemal’in de vurguladığı gibi, yazar da yaşadığı toprakların parçası olmasa böyle destan-sı romanlar nasıl yaratılırdı?
* * *
Ahmed Arif’in eserleri sahneye taşınıyor. Tiyatro Kumpanyası’nın hazırladığı “Has-retinden Prangalar Eskittim” adlı oyun Sarper Özsan’ın müziği, Kemal Kocatürk’ün yo-rumuyla sergilenecek. Oyunun ilk gösterimi 5 Ekim Cuma günü saat 20.30’da CaddebostanKültür Merkezi’nde yapılacak. İlgililere duyurulur.
Haftaya görüşmek dileğiyle...
Karınca Adası’nda sonİÇİNDEKİLER SUNU
Haftanın Portresi: Edgar Allan Poe s. 4
Paris bir şenlik değildi s. 5
İnsani öyküler! s. 6
Bir delilik hali s. 7
Kutunun içinde s. 9
“Montaigne akılcılığın ışığını taşır” s. 10
s. 12
Rönesans Avrupası’nda tutsak bir şehzade s. 14
s. 15
Misafir: Cahit Sıtkı Tarancı s. 16
Balyoz’a Balyoz s. 17
s. 18
Yeni Çıkanlar s. 19
Çocuk: Masal her ülkede masaldır s. 20
Salinger ve Holden’a söylenen şarkılar s. 21
Alıntı Test - Bulmaca s. 22
5 EK�M 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupery,Mavibulut Yay. Ara ara hala açıp okuduğum
en sevdiğim masal.
Parfümün Dansı, Tom Robbins, Ayrıntı Yay.Pancarın benim için anlamını bambaşka bir
yere koyan kitap.
Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar,İletişim Yay. Set aralarında, hem bitmesin is-
Rousseau, çağımızı hazırlayan düşünceninen ateşli ve parıltılı sözcüsüydü
Kapak: Ezilenlerin gözündenbir Portekiz tasviri
Yunus Emrelerin Molla Kasımlara “eyvallah”ı yok!
Uzun yıllar Hollywood’da orta sınıf bir
senaryo yazarı olan James Elroy Chandler
bir film işi için Münih’te bulunurken
amansız bir hastalığa yakalandığını, bey-
ninde bir tümör olduğunu ve bununla en
fazla bir yıl daha yaşayabileceğini öğrenir.
Kahramanımız Dashiell Hammett’in ölüm
ihtimali ile yüz yüze gelince çok sıkıldığı
ve anlamlandıramadığı yaşantısını o anda
terk eden Flitcraft karakteri gibi arzu et-
tiği şekilde yaşamaya, karısını, metresini,
sıfatları, milliyetini bırakmaya belki de bu
sefer kendi senaryosunu kendi yazmaya ka-
rar verir.
Chandler’ın hastalığı salt fiziksel be-
lirtiler göstermez, bu bütün beynine hük-
meden bir tümördür; hem bedenen hem
de ruhen çökecek, git-
tikçe şüpheci, kimseye
güvenmeyen, bencil, içi-
ne kapanık, toplumsal
yaşayışa aykırı hareket
eder olacak, mülkiyet
kavramları, sorumluluk
bilinci, dini ve özel bağ-
lar kahramanımız için
anlamını yitirmeye baş-
layacaktır.
“Bilir misiniz, Mr.
Chandler, bazen bunu
çağımızın hastalığı, dün-
ya üzerinde yapılan çıl-
gınlıkların tek nedeni ol-
duğuna inanacağım geli-
yor!” Ne demek istediği-
nizi anlayamadım! “Çağımız da bilincini yi-
tirmiş sayılmaz mı? Yüzyılımızın bütün acı-
larını, karışıklıklarını ve dehşetlerini, doğ-
ru düşünebilme olanağının yitirilmesine
bağlamak mümkün değil mi? Beyinleri-
mizin yapısı değişti; basit insancıl bağlan-
tıları kuramıyor; basit insancıl gerçeklerin
yerine sahtelerini geçiriyorlar. Hasta ruh,
hasta dünya. Benim için hastalarım bazen
canlı simgelerden başka bir şey değildir.”
Böylece hiç de yabancısı olmadığımız
bir hastalıkla, bir tümörle Walter Frank
olarak yola çıkar kahramanımız. Yol boyu
kendi gibi pek çok hasta ruhla karşılaşır.
Aşk, hırsızlık, cinayet artık dört bir ya-
nındadır. Kendi hasta beyninden çıkmak-
tadır tüm bunlar, toplumun hasta beyni…
J. Mario Simmel “Güneşten de Sı-
cak” isimli romanında bir kez daha gel geç
bir yazar olmadığını gösteriyor ve karak-
terlerinden Doktor Freund’u dün, bugün
ve yarın için konuşturuyor:
“Dünyamızı artık etkisi altında tutan
şüpheciliktir! Şüphecilik ilişkilerimizi par-
çalar, yaşama duygumuzu zedeler, davra-
nışlarımızı frenleyip engeller. Bu tehlike-
yi artık herkeste görebilirsiniz. Her yerde
şüphecilik....
Büyükler birbirine inanamaz. Büyük-
ler insan değildir. Onlar sadece kavramdır
insanlar için. Birbirinden haberi olmayan,
birbirlerinden şüphe eden ve meslekleri ge-
reği birbirinden nefret eden birkaç politi-
kacının temsil ettiği milyonlarca insan
için. Hayır, bu kadar büyük kavramları biz
bugün düşünemeyiz. Biz
sadece küçük kavramlarla
düşünmeyi denemeliyiz.
İnanın bana, bu tek çıkar
yoldur! Çalışmamızın
amacını bunda görüyoruz.
Daima azınlık olmuştur
dünyayı değiştiren. Top-
lumun sınırları içinde ka-
lanlar başarıya ulaşamaz.”
Johannes Mario Sim-
mel savaş sonrası çok sa-
yıda edebi eser vermiş,
1960’da “Yalnız Havyarla
Yaşanmaz” isimli romanı
ile başarı kazanmış, pek
çok senaryosu filme alın-
mış ve ömrü boyunca öz-
gürlüğü için haksızlığa karşı savaşmış bir ya-
zar. Seksen ihtilaline olan tepkisinden ötü-
rü ise kitaplarının Türkiye’de yayımlan-
masına izin verilmemiş bir yazar. Ölü-
münden kısa bir süre önce, 2008 yılında, ve-
rilen izinle ülkemizde nadir bulunan eser-
leri Everest Yayınları tarafından yayım-
lanmaya başlandı. Ne mutlu ki “Gelsen ne
olur gelmesen ne!” furyasından haberi ol-
madı, nasibini almadı. Everest Yayınları Ah-
met Arpad’ın ve Ahmet Cemal’in o güzel
çevirisi ile yayımladı bu kitabı. Seksenler-
de kitaplarını saklamış bir babanın evladı
da değilsek eğer, belki de hiç tanışamaya-
caktık bu muhteşem yazarla!
(Güneşten de Sıcak, J. MarioSimmel, Everest Yayınları, Çev:
Ahmet Cemal, Ahmed Arpad, 354 s.)
HAFTANIN PORTRES�
Romantik Akımı’nın öncülerinden
olan Edgar Allan Poe, “Amerika Birleşik
Devletleri” ABD’nin ilk kısa hikâye ya-
zarlarındandır ve modern anlamda kor-
ku, gerilim ve polisiye türlerinin de ön-
cüsüdür. Çok yönlü bir yazar olan Poe’nun
öykülerinin yanı sıra şiirleri de meşhur-
dur. Yazarlık haricinde editörlük ve ede-
biyat eleştirmenliği de yapmıştır. Bugün
birçok kimse tarafından ABD’nin ilk
büyük yazarı olarak kabul edilmektedir.
Edgar Allan Poe’nun yaşamı zor-
luklarla geçmiştir. Erken yaşta annesini
kaybetmiş ve babası da terk etmiştir. Ev-
latlık alınınca kısmen iyi bir eğitim ala-
bilmiştir. Ardından çok sevdiği üvey an-
nesini kaybetmiş ve üvey babasınca da se-
vilmemiştir. 13 yaşındaki kuzeniyle ev-
lenmiş, ancak karısı da erken yaşta ve-
fat etmiştir. Bu durum öykülerindeki ölü-
me yakınlığı da beraberinde getirmiştir.
Hayatta çok sevdiği üç kadını da kay-
betmesi öykülerindeki ve şiirlerindeki gü-
zel ve ölü kadın karakterleri de açıkla-
maktadır. Hatta “Usher Konağı’nın Çö-
küşü” isimli öyküsünde ölümle yok olan
bir aileyi anlatırken kendi hayatını an-
latmaktadır sanki. Ölümlere hem mistik
bir saygı duymuş hem de gerçek olduk-
larını kabullenmiştir.
Poe, ölüm karşısında aciz kalmayı seç-
mez. Aksine ölümü yenmek için edebi-
yata sarılır. Mutsuzluğunu yaşadığı ölüm-
ler beslemektedir, ama öbür taraftan ede-
biyattaki dahiliğiyle bunu alt etmeye
başarır. Alkol batağındayken, delilik
krizleri geçirirken ve hastalık hastası
ruh haline rağmen, dönüp kendisine
bakmayı bilmiş ve gördüklerini olanca
gerçekliğiyle yazmıştır Karısının ölü-
münden evvel yazdığı “Kuzgun” şiiriyle
adeta o öldüğünde neler yaşayacağını,
hissedeceğini öngörmüş ve kendi kor-
kularıyla, çaresizliğiyle alay etmeyi de bil-
miştir.
Poe’nun hayatla bağlarını koparma-
dığını gösteren diğer bir kanıt da sis-
temden memnun olmayışında kendini
göstermektedir. 19. yüzyılın Ameri-
ka’sında gelişen ekonomiyle insanların
artan hırsından, açgözlülüğünden ra-
hatsızdır. Ülkesinde belli bir sanat gele-
neği olmayışından memnun değildir ve
bu sebeple gizemli olana yönelir. Yaşa-
dığı toplumdan memnun olmayışı onu
maddi dünyadan soyutlar ve hayal gü-
cüne sığınır.
Poe’nun öykülerinde efsanelerle ger-
çekler bir aradadır. Kimi öykülerinde
mantıksız hiçbir olaya yer vermezken,
kimi öykülerinde hayaletlere, ruhlara
rastlamak mümkündür. Sanayi toplu-
munun gerçekçi polisiye öykülerinin
yanı sıra eski çağın gotik öykü unsurla-
rına da rastlamak mümkündür. Her iki
çağın da insanıdır. Geleneksel öykü un-
surlarından da kopamaz, yeni teknikle-
re de karşı değildir. Matematik ve fizik-
ten keyif alır.
Erken yaşta vefat etmesine rağmen
öyküleriyle ve şiirleriyle hâlâ akıllarda.
İnsanın karanlık tarafını gösterme ce-
sareti ile ölümsüzlüğünü de koruyacağa
benziyor.
Edgar Allan Poe(19 OCAK 1809 - 7 EKİM 1849)
Mutsuzlu�unu ya�ad��� ölümler beslemektedir, amaöbür taraftan edebiyattaki dahili�iyle bunu alt
etmeye ba�ar�r. Alkol bata��ndayken, delilik krizlerigeçirirken ve hastal�k hastas� ruh haline ra�men,dönüp kendisine bakmay� bilmi� ve gördüklerini
olanca gerçekli�iyle yazm��t�r
Hiç de yabanc�s� olmad���m�z bir hastal�kla, bir tümörleWalter Frank olarak yola ç�kar kahraman�m�z. Yol boyu kendigibi pek çok hasta ruhla kar��la��r. A�k, h�rs�zl�k, cinayet art�kdört bir yan�ndad�r. Kendi hasta beyninden ç�kmaktad�r tüm
“Filmimiz Paris’tegeçiyor; o �ahanegünlerde, sirenkelimesi alarmseslerini de�il, esmerdilberleri aklagetirirdi ve Frans�zerke�i hava ak�nlar�sebebiyle de�il,ba�ka bir sebeptençekerdi perdeleri!”
5Aydınlık KİTAP
Greta Garbo’nun güldürüldüğü
vaadiyle “Ninoçka” filmi 1939’da gös-
terime girer. Film, çarlık mücevhera-
tını satmak için Paris’e giden Sovyet
ajanlarının peşine mücevherlerin sa-
hibi düşesin takılmasıyla başlar. Bunun
üzerine Nina Yoldaş, Paris’e hem
mücevherleri satmak hem de üç yol-
daşını kurtarmak üzere gönderilir.
Ancak bu macera esnasında Nina
Yoldaş, Fransız komiserine aşık olur
ve Ninoçka’ya dönüşür. Nina yani
Greta Galbo gerçekten gülüyordur
vaat edildiği gibi. Coşkulu bir Ninoç-
ka olup çıkmıştır. Sosyalizmle kapi-
talizm birbirini tanımış, sevmiş ve
alışmıştır.
Bahsedeceğim kitap
Metis Yayınları’ndan çıkan
“Ninoçka”, filmin gösterime
girişiyle başlıyor, filmle iç
içe ilerliyor ve bizi savaş ön-
cesi Sovyetler’den Paris’e
göçmüş bir grup Rus ente-
lektüelinin yaşamlarına or-
tak ediyor. İki dünya ara-
sında sıkışıp kalmış bu in-
sanların hayatları bir ci-
nayetle daha da ilginç bir
hâl alıyor ve Paris’ten Le-
ningrad’a ve New York’a
kadar uzanan bir macera
sizleri bekliyor.
Romanın ana karakteri Tanya,
Sovyet Rusya’dan Amerika’ya göçmüş
tarih öğrencisidir. Araştırma esna-
sında kitaplardan birinde Nina Bels-
kaya adında kendi gibi bir göçmen
olan, dilbilimcinin makalesine rastlar
ve Nina’nın öldürüldüğünü öğrenir.
Üstelik “Ninoçka” filmini izledikten
bir gün sonra! Tanya, Nina ile hayat-
ları arasında benzerlik bulur ve ölü-
müyle ilgili araştırma yapmak üzere
önce Paris’e gelir. “Ninoçka” filminin
de cinayetle ilgisi olduğunu düşün-
mektedir. Ardından büyükannesinin
ölümü nedeniyle kendini Rusya’da bu-
lur ve Nina cinayetini araştırmaya
Rusya’da da devam ederken büyük-
annesinin geçmişine de yolculuk yapar
ve cinayeti çözer.
N�NA’DAN N�NOÇKA’YAKitabın cinayetle ilgili kısmından bah-
KUKLA ÇOCUKLARBir şiirimde şu dize geçer: “…çocuk,
yaşını izlemektir başka ten üzerin-
den…” Yaşını bir diğer beden üze-
rinden izlemekle kalmayıp, yaşa-
maya da kalkan ebeveynin çocuğu
olma durumu, başka bir dehada
daha göze çarpar. Kafka! Birlikte ol-
duğu kadınlarda dahi babasının mü-
dahalesiyle karşılaşan, yıllarca iste-
mediği halde bir sigorta şirketinde
çalışan Kafka’nın, 1919
yılında kaleme aldığı (o
tarihte yayınlanmamış
olsa da) “Babaya Mek-
tup” adıyla dilimize
çevrilen eseri, bu psi-
kolojinin bir dışavuru-
mudur. “Onunla hiç ko-
nuşulmaz zaten, he-
men insanın üzerine
gelir dersin hep, oysa o
kişinin aslında üzerine
geldiği yoktur; sen ki-
şiyi meseleyle karıştı-
rıyorsun; senin üzerine gelen mese-
ledir ve kişiyi dinlemeden meseleyi
derhal bir karara bağlarsın; ondan
sonra sana söylenenler seni ancak
daha da sinirlendirir; asla ikna et-
mez. O zaman da yalnızca şöyle ko-
nuşursun: Bildiğin gibi yap, benim
için fark etmez. Yetişkin bir insan-
sın; sana öğüt verecek halim yok. Ve
tüm bunları öfkenin alttan alta tın-
layan o hırıltılı korkunç sesi ve mut-
lak bir mahkumiyet kararıyla söy-
lersin.Bugün bu ses karşısında, ço-
cukluğumdaki kadar titremeyişimin
biricik nedeni, çocukluğun o katık-
sız suçluluk duygusunun, yerini kıs-
men ortak çaresizliğimizin sezgisine
bırakmış olmasıdır.”
(Babaya Mektup, Franz Kafka,
Can Yayınları, sayfa 24)
Kafka, epigraf cümlesinde ol-
duğu gibi kendini insanlığa bakarak
sınamıştır hep. Bu uzaktan bakış, as-
lında dahil olamamanın da bir so-
nucudur. Babasıyla ilişki biçimini
“ortak çaresizlik” olarak tanımlayan
Kafka’nın eylemsizliğinin sebebi,
belki de bu cümlede gizlidir. Bundan
dolayı yazmak, bir kaçış planıdır.
Gerçek hayattan, hayal kırıklığı dı-
şında karşılık göremeyen bu yalnız
adam, yazı yoluyla kendi kurduğu
hayatta soluğunu hissetmiştir. Ger-
çeküstücü hikayeler, birinci tekil
ağızdan yazılan hayvan öyküleri,
muazzam hayal gücü hep insanlığa
ve onun yaşadığı o kımıltısız, acı dolu
hayata uzaktan bakışın ürünüdür.
Çaresizliği kabullenişin… Kim bilir?
YERALTINDAK� DÖNÜ�ÜMAncak gerçeküstücü bir yaklaşımla
yazılan bu öyküler, asla gerçek ha-
yattan sonsuz bir kopuşun ifadesi de-
ğildir. Kopuş, yalnızca yazarın ken-
disine aittir. Aksine yazılan öyküler,
okuyucuyu daha çok hayatın gerçek
yüzü ile temas ettirmekte ve çarpı-
cı izler bırakmaktadır. Yine bir hay-
van öğesi olan “böcek” kullanılarak
yazılan “Dönüşüm”, Kafka’nın ya-
şadığı hayatın psikolojisini gözler
önüne serecek türdendir. Hatta,
edebi çevrelerde “Dönüşüm”ü; kök-
lerini tamamı ile yaşamın kendi-
sinden besleyen Dostoyevski ile pa-
ralel çizgide kabul eden görüşlere
rastlamak mümkündür:
“Dostoyevski kahramanının zih-
ninde yarım asır öncesinden kıpırdar
durur Kafka’nın böceği. Ama “Dö-
nüşüm”deki hatlarına en çok “Yer-
altından Notlar”da yaklaşır. Çünkü
“ne bir kahraman ne de bir böcek”
olabildiğinden yakınıyordur; yeral-
tı adamı. Madem kahraman olma-
mıştır, hiç değilse böcek olabilmeli-
dir. Madem siz beni bir böcek gibi
görüyorsunuz, diyor gibidir; alın
işte ben sizin sandığınızdan daha iğ-
renç, daha aşağılık, daha zararlı bir
böceğim. Notlarında bu gönüllü ge-
rilemeyi bile başaramadığını anlatır
yer altı adamı: Sevgili okuyucularım,
sizin dinleyip dinlemek istemediği-
nizi bilmem, ama şimdi size niçin bir
böcek bile olamadığımı anlatmak is-
tiyorum. Şunu bütün ciddiyetimle
belirteyim, pek çok kez böcek olmayı
istedim. Ne yazık ki buna bile eri-
şemedim.” (Benden Önce Bir Baş-
kası, Nurdan Gürbilek, sayfa 26)
“Hayvan Öyküleri” kitabına dair
birkaç satır okumak istediğinizi du-
yar gibiyim. Ancak ben bu kitabı sı-
radan bir fabl kitabı gibi değil, Kaf-
ka’yı anlama yolculuğunda bir köşe
taşı olarak okumanıza taraftarım.
Puzzle’ın parçası niteliğindeki bu ki-
tap, birçok hayvan öyküsünden te-
şekkül ediyor. Özellikle “Yuva” ve
“Bir Köpeğin Araştırmaları” üzerine
hayli düşünülmesi gereken öyküler-
den… Kitabın sonundaki, “Kafka’nın
Günlüklerinde Hayvanlar” ve M.
Kamil Utku’nun kaleme aldığı “Kaf-
ka’nın Hayvan Metinleri Üzerine”
başlığını taşıyan bölümler, kitabın içe-
riğini zenginleştiriyor.
Ferit Edgü, Kafka’nın “Aforiz-
malar” olarak Türkçeye çevrilen ki-
tabının önsözünde, “Kafka, içinde
yaşadığı dönemin, o dönemin olay-
larının değil, gelmiş geçmiş tüm za-
manların toplumsal mekanizmala-
rının yarattığı yalnızlığı, anlamsızlı-
ğı betimlemiştir. Kuşkusuz karanlık
bir tablodur bu. Bu karanlık tablo-
yu aydınlatan ise, Kafka Güneşi’dir.”
der. Saygıdeğer okur, bilhassa için-
de yaşadığımız coğrafyada, insanla-
rın ayrıştığı, kutuplaştığı şu günler-
de; bırakınız karşısındaki insanı din-
leyip anlamayı, bir hayvanla dahi öz-
deşleşebilen Kafka’nın Güneşi, gö-
zünüzü mü alacak yoksa sizi aydın-
lığa mı çıkaracak bilinmez…
(Hayvan Öyküleri,Franz Kafka, Altıkırkbeş Yayın,
Çev: Yekta Majiskül, 175 s.)
İnsani Öyküler!Gerçeküstücü bir yakla��mla yaz�lan bu öyküler, asla gerçek hayattan sonsuz bir kopu�un ifadesi
de�ildir. Kopu�, yaln�zca yazar�n kendisine aittir. Aksine yaz�lan öyküler, okuyucuyu daha çokhayat�n gerçek yüzü ile temas ettirmekte ve çarp�c� izler b�rakmaktad�r
“Önce kişisel bilgisayarın hesap ma-kinesi olduğunu düşündük. Daha son-ra ASCII ile birlikte sayıları nasıl harf-lere dönüştüreceğimizi keşfettik ve onunbir daktilo olduğunu farz ettik. Daha son-ra grafiği keşfettik ve televizyon olduğu-nu sandık. İnternet ile birlikte onun birbroşür olduğunu fark ettik.”
Douglas Adams
Yine o haftalardan birindeyiz. Bu
hafta elime ilgimi çekebilecek, bu köşe-
ye uygun bir kitap ulaşmadı. Bu gibi haf-
taların güzel yanı, başka konulardan ve
değerli bulduğum, tekrar hatırlatılması-
nın değerli olacağını düşündüğüm ki-
taplardan bahsetmeye olanak tanıması.
Kurgulamada ve yaratıcı çalışmalar-
da sıklıkla kullanılan deyişlerden biri ku-
tunun dışında düşünmektir. Misal, bilim
kurgu eserleri çoğunlukla kutunun dışı-
na çıkılarak yazılırlar. Bilimsel verilerin
ışığında, kutuyla bağlantıyı koparma-
dan kutudan ne kadar uzaklaşabilirseniz
kurgunuz da bir o kadar ilgi çekici ola-
caktır. Şimdi bu da nereden mi çıktı? An-
latayım. Bilim kurgu yazarı olduğu id-
diasında bulunan ve bir şekilde birkaç ki-
tabı da yayınlanmış bir arkadaşımı uzun-
ca süredir devam ettirdiği ısrarı sonun-
da dayanamayıp ziyarete gittim. Kendi-
sinden izin almadığım için ismini vermem
uygun olmaz, kitaplarının hatırı sayılır bir
satış rakamı yakaladığının ama buna
rağmen okurlarını ve eleştirmenleri bir
türlü tatmin edemediğini biliniz, yeterli.
Çalışma odasında kitapları hakkındaki
nacizane kendi eleştirilerimi de payla-
şırken, gözüm kitaplığında geziniyordu.
Son rafı da gördükten sonra eleştirileri-
mi sıralamayı bıraktım. Çünkü artık beni
anlayamayacağından ve boşa nefes tü-
kettiğimden emindim. Dostumun kitap-
lığında bilime yönelik tek bir kitap dahi
bulunmuyordu. Asimov, Lem, Dick, Gib-
son ve nice yazarın kitapları yan yana di-
ziliydi dizili olmasına da… Sanıyorum öy-
kündüğü bütün bu yazarların kütüpha-
nesinin de kendi kitaplarıyla dolu oldu-
ğunu sanıyor olmalı. Bilim kurgu yazma
gayretinde olan bir yazarın kitaplığında
herhangi bir bilim dalına yönelik tek bir
kitabın bulunmamasının dehşeti bir yana
beni en çok hayal kırıklığına uğratan oku-
yan bir insan olarak da bunca zamandır
bilimin hiçbir dalına yönelik bir ilgi ve
merak beslememiş olmasıydı. Kutunun
içini hiç bilmeden dışına nasıl çıkılabilirdi
ki…
Çağımızda pek çok klişe (şükür ki) ar-
tık ailelere bir şekilde kabul ettirilmeye baş-
landı. Mesela, “çocuklarınıza satrancı öğ-
retin, zihin sporudur, kralların sporudur,”
“çocuğunuz mutlaka bir müzik enstrüma-
nını öğrenmeli, müzik ruhun gıdasıdır,
ruhu geniş çocuklar yetiştirin,” “çocukla-
rınızı kitaplarla tanıştırın, hayal gücü ve bil-
ginin temel kaynağı kitaplardır,” vb. Ge-
nellemek ne saçma ama?!! Satranç, müzik,
kitaplar, aksine yürütülen milyonlarca
kampanyaya rağmen tarih boyunca belir-
li bir azınlığın ilgi alanına girdiler. Madem
durum bu, bir klişe de benden olsun; ço-
cuğunuz değil, insan olarak herkesin en az
bir bilim dalıyla ve o dal-
da meydana gelen yeni-
liklerle (yeniliklerin altını
çizelim çünkü pek çok
akademisyenin de sürekli
atladığı bir noktadır bu) il-
gilenmesi gerekir. Atamı-
zın da dediği gibi: “Hayat-
ta en hakiki mürşit ilimdir.”
Meraklanmayın, “bi-
limin üretilmediği ülkede
bilim kurgu edebiyatı na-
sıl üretilsin,” klişesine gel-
meyeceğim tekrar. Tersine
bu ülkede de az da olsa bi-
limin üretildiğini bilen biri
olarak, öyküler kaleme alan ve hatırı sa-
yılır bilimsel bir kurumda üst düzey
araştırmacı görevi üstlenen bir başka ar-
kadaşımın kütüphanesinde de bilim kur-
gu edebiyatından örneklere hiç rastla-
mayıp supernatural (doğaüstü fantezi)
kurgu kitaplarına ve çoğunlukla da H. P.
Lovecraft’a rastladığımın anısını da pay-
laşayım. Tezatlar ülkesinin insanlarıyız
vesselam. Uzun uzadıya yazmanın âlemi
yok. Sorunun ne olduğu ortadaysa o
halde çözümü nedir? Var oluşumuzu,
canlılığı, hayatımızı, evreni ve varlığımı-
zı açıklayan, uygarlığımızın ve geleceği-
mizin şekillenmesinde tek etken olan bi-
lime yönelik yeniliklere katkıda buluna-
mıyorsak da okuyan ve düşünen bireyler
olarak takip etmek, izlemek ve ilgilen-
mekle yükümlüyüz. Demek istediğim
elinize immunoloji, mikro
cerrahi, yüksek matematik
kitabı alıp anlamaya çalışın
değil. Şükür ki hala ülke-
mizde az sayıda da olsa, po-
püler bilim kitaplarını ve
yeni bilim kitaplarını ter-
cüme eden, yayınlayan ya-
yın evleri hala mevcut.
Özellikle TÜBİTAK’ın yıl-
lardır bu konuda (gerek
içerik, gerek fiyat, tercü-
me, baskı kalitesi) inanıl-
maz katkıları var. Bu se-
beple bu hafta iki kitaptan
birini hatırlatmak istiyor-
dum; bir elimde Douglas
Adams’ın da hayattayken sıkıldıkça tek-
rar tekrar okuyorum dediği “Kör Saat-
çi”yi, diğer elimde “Dünyayı Değiştiren
Beş Denklem”i tutuyordum. Evrime yö-
nelik olarak artık okuyucuların da bu yıl-
larda oldukça yorgun olduğunu ve düz-
gün düşünemez hale geldiğini bildiğim-
den, sıkıcılıktan ve tekrardan uzak olmak
adına “Dünyayı Değiştiren Beş Denk-
lem” kitabını hatırlatmaya karar ver-
dim. Dr. Michael Guillen tarafından ka-
leme alınan “Dünyayı Değiştiren Beş
Denklem”de matematiğin
önemini bir kez daha an-
layacak, Newton, Berno-
ulli, Faraday, Clausius ve
Einstein’ın dünyayı değiş-
tiren denklemlerinin ne
anlama geldiğini ve dün-
yaya nasıl bir etki yaptık-
larını okuyacaksınız. Her-
kesin anlayacağı bir dille
yazılan harikulade kita-
bın en can alıcı noktası,
her denklemin ve denkle-
mi bulan bilim adamının
öyküsünün de bölümlerde
kaleme alınmış olması. Newton, Einste-
in, Faraday… Bizim gibi korkuları var
mıydı? Özlemleri, yalnızlıkları, çelişkileri,
iyi birer insan mıydılar, hiç aptallık et-
mişler miydi, toplumla araları nasıldı, an-
laşmazlığa düştükleri şeyler, hırsları, re-
kabetleri nelerdi?.. Her şey o kadar gü-
zel işlenmiş ki bazen denklemleri unutup
bir romanı okuduğunuzu da sanabilirsi-
niz. İşte en çok da bu yüzden yazının ba-
şında anlattığım yazar örneğine istinaden
bu kitabı hatırlatmayı istedim. Harikulade
bir geçiş kitabı. Kitap bir kurgu eseri de-
ğil, bilimsel gerçekler, bu gerçekleri or-
taya koyanların hayat öyküleri ve ger-
çeklerin sonuçları var. Kısmen biyogra-
fi ama olur olmaz bir siyasetçinin biri öte-
kine benzeyen sıkıcı, bunaltıcı biyografisi
değil. Kim bilir hatta belki kitabı okur-
ken günümüzü yaratan bu dev beyinle-
rin kimilerinden insan olarak nefret
edeceksiniz. En güzel yanı da kitap bili-
min nelere yol açabileceğinin anlaşılması
için oldukça keyifli bir okuma serüveni
sunuyor ve bunu, bilimi herkesin anla-
yabileceği bir şekilde anlatarak yapıyor.
Orijinal dilinde ilk olarak 1995 yılında ya-
yınlanan kitap, Gürsel Tanrıöver’in ha-
rika çevirisiyle dilimize kazandırıldı ve
Tübitak Yayınları tarafından 2001 yılın-
da yayınlandı. Kitap ciltli ve ciltsiz olarak
iki şekilde sunuluyor. Tavsiyem bulabi-
lirseniz ciltli olanı edinmeniz olacaktır,
çünkü tahminimce uzun süre kitabı sak-
lamak isteyeceksiniz. Sanırım bu kadarı
yeterli… Bu şekilde zaman aralıkları
buldukça, değerli ve kimi zaman göz ardı
edilmiş diğer kitapları da paylaşmayı
düşünüyorum. Hatta bir listesini dahi
oluşturdum. İlgi duyduğum alanlarda
yeni, dikkate değer bir şeyin yayınlan-
mamış olması hiç umrumuzda olmayacak
anlayacağınız.
Bu hafta da Bertolt Brecht’in “Life Of
Galileo” kitabından bir alıntıyla vedala-
şalım: “Bilimin amacı sonsuz bilgeliğin
kapısını açmak değil, sonsuz hataya sınır
koymaktır.”
(Dünyayı Değiştiren Beş Denklem,Michael Guillen, TÜBİTAK Yayınları,
Okuma yolculuğunuzun he-nüz başlangıcında elinizden tutup,size yol gösteren yazar Montaigne.“Gölgesi Kalemimin Ucunda Mon-taigne” adlı son deneme kitabı-nızda “okurken yazmayı öğretenbir yazarla başlayan yolculuğumunizlerini sizlerle paylaşmak” iste-dim diyorsunuz okura. Bu pay-laşma isteğinin gelişiminden, ki-tabın oluşum sürecinden bahsedermisiniz?
Belki de o ilk
okuma günlerine
dönmek gerekecek.
Montaigne ile karşı-
laşmanın da öncesi-
ne. Okuma tutkusu-
nun uç verdiği za-
manlar… Eğer kar-
şınızda sizi buna yö-
neltecek kişiler / mo-
deller / figürler varsa,
başlangıçta bir oyun
olarak algıladığınız
okumayı zamanla tut-
kuya dönüştürebilir-
siniz. Böylesi bir yol-
culuktu benim okuma yolculu-
ğum. O insanları gördükçe, haya-
tımda, çevremde onların varlığını
hissettikçe okumanın büyüsünü
keşfetmiştim. Karşıma çıkan her
yazılı metin o büyüyü donatıyor ye-
niden, biçimliyor; hatta efsunlu-
yordu. Bense bir ayin yaparcasına
okuyordum. İlkokul, ortaokul yıl-
larımda bu büyülü yolun kahra-
manıydım. Okuduğum her kitap
bir şeyler taşıyordu bana. Halam-
dan dinlediğim masallar, babamın
anlattığı halk hikayeleri, aşıklar
kahvelerinde dinlediğim Köroğlu
destanları, Karacaoğlan, Kerem
ile Aslı hikayeleri… Bin Bir Gece
Masalları’na kavuşmam… Ya-
zarları keşfetmeye başlamıştım bu
sıralarda da… Sait Faik, Halikar-
nas Balıkçısı, Yaşar Kemal… Go-
gol, John Steinbeck… Bir tür, ile-
ride edebi akrabalık kuracağım
çoğu yazarı keşfetmiştim. Lise yıl-
larımda Montaigne ile buluşmam
beni yazı üzerine düşündürttüğü
gibi yazmaya da yöneltmişti. Ön-
celeri öyküler yazıyordum, ama
şimdi düşünce yazıları, deyim ye-
rindeyse, denemeler yazmaya yö-
nelmiştim. Ressamla çırağının iliş-
kisine benzer bir yolculuk başla-
mıştı aramızda. Öyle ki bütün ya-
zılı sınavlarındaki yanıtlarıma Mon-
taigne’den düşünceler sızmıştı:
Edebiyat, felsefe, tarih, ahlak, sos-
yoloji gibi derslerde kendimi ya-
zarak sınıyor, hata gösteriyor-
dum… İşte tüm bu süreçlerdir
beni Montaigne’den koparmayan,
ona doğru yolculuğumu besleyen.
Zamanla kalkıp onun yaşama yur-
duna gitmem, ona dair yazamaya
başlamam da bu nedenledir. Yani
gölgesi hep kalemi-
mim ucundaydı onun.
Ben de oturup ona
dair yazmaya verdim
kendimi. Bu kitap da
öylece çıktı ortaya.
Michel de Mon-taigne, 38 yaşındadünyadan elini ete-ğini çekerek, Peri-gord Şatosu’nda varediyor Deneme-ler’ini. “Kendine aitbir oda”, bir yazıyurdu kuruyor ken-disine. Yazmak sa-natı ile uğraşan çoğu
insan böyle bir şeyi hayal eder sa-nırım. Bu kapanış, bu ayin üzeri-ne konuşalım biraz da…
Sanırım bütün yaratıcılar için
gölgede bir hayat gerek. Platon’un
“mağara” mitine inanırım. Yazar
kendi “in”ini kuran insandır. Ken-
di kuyusunu kazan, debisini yara-
tan… Hatta o kuyuya sürekli su-
yunu taşıyan. Kimi kez de onun bu
yolculuğunu Sisifos’un öyküsüne
benzetirim. Doğrudur da, hele ça-
ğımızda yazarlar / yaratıcılar ye-
nilgilerinden doğarlar, var olurlar
diye düşünürüm. Onların galiple-
rin yanında yeri yoktur. Geçenler-
de bunu dile getiren bir yazı yaz-
mıştım, okurlar “muhalif yazarın
tanımı bu mudur sizce?” gibisinden
sorular yöneltmişlerdi. Sorgula-
mak, eleştirmek, itiraz etmek ger-
çeğe ulaşmanın başlıca yolu… Ka-
bullendiğinizde sinikleşir, sıra-
danlaşır, hatta sürüleşirsiniz. Mon-
taigne’i bütün görevlerine yüz çe-
virip ayin odasına kapatan düşün-
ce de budur biraz. Kapandığınızda
yaratabilirsiniz. Hz. Muhammed’in
mağara kapanmasında bu tür bir
mitik görünüm vardır, ama özün-
de yaratmak için çekilmiştir oraya.
Yaratıcılığın özü sizi oraya çağırır.
Montaigne’e dönecek olursak, de-
nemelerin iki kitabını yazdıktan
sonra şatosundan ayrılır; gitmek za-
manı gelmiştir. Kabuk değiştir-
mek, yenilenmek, soluk almak,
yeni yerler görmek / tanımak / an-
lamak düşünmek ister… Uzun bir
yolculuğa çıkar… Döndüğünde
de üçüncü kitabını yazacaktır…
Kapanmak ve gitmek yazarın tek
yoludur diye düşünürüm. İnsana /
topluma, hayatın gerçekliğine o kı-
yılardan bakar, oralardan yolcu-
luklara çıkar, gerçekliğin dilini ku-
rabilirsiniz ancak. Bu kendini so-
yutlama değildir; düşüncesinin on-
dan istediği soyutlama eylemine
hizmet eder böylesi bir yaşamı se-
çerek ya da siz boyun eğerek deyin
isterseniz buna.
Bordeaux’a gidişiniz üzerine ne-ler paylaşabilirsiniz? Büyük ustanınyaşama yurdunu, Perigord Şato-su’nu, yazı kulesini / yazı sığınağı-nı görmek… Nasıl bir duyguydu?
Evet, o şatoyu görmek Monta-
igne’nin yazı yurdunda gezinmek
için gittim Bordeaux’ya. Dokun-
dum her bir şeyine. Adımladığı
merdivenlere, seyre çıktığı pen-
cerelere, sığındığı ayin odasına,
uyuyup seviştiği yatağa, gözlerini
soldurduğu masasına, giydiği elbi-
selerine, elinden bırakmadığı ka-
lemlerine, sayfaları yıpranmış ki-
taplarına… Onu yeniden yeniden
okumak, ona dair yazmak duygu-
mu körükledi şatoda geçirdiğim sa-
atler ve Bordeaux günlerim…
Şair dostunuz Aytekin Kara-çoban'dan da bahsetmek gerekiyorsanırım. Onunla mektuplaşma-larınız da yer alıyor kitapta. VeBordeaux’da yol alırken Karaço-ban’ın anlattıkları da Montaigne’ebir adım daha yaklaştırıyor sizi…
İlk gençlik dönemimizde ede-
biyatı solurduk onunla… Bugün
halen sürdürürüz o heyecanı. Dos-
tumun Fransa serüveni, gidip Bor-
deaux’ya yerleşmesi yılları buldu.
Artık kentlidir o, bir bakıma da
Montaigne’nin yeni hemşerisi, yani
yerdeşidir. Şairdir, çevirmendir Ay-
“Montaigne ak�lc�l���n �����n� ta��r. Üç ciltlik denemelerinde, bugünlerde okurumuza ula�an ‘YolGünlü�ü’nde en çok gözledi�imizin ayd�nlanmac� bak��� kadar ça��n�n kavrama / tan�ma / yans�tmabilincidir de. Bu üç kavram bile ö�renmenin temel anahtar� de�il midir? Safsatalar ö�retmek yerine
Montaigne’le ö�renmeyi ö�retmek / dü�ünmeyi ö�retmek neden olmas�n.”
5 EK�M 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
“Montaigne akılcılığın ışığını taşır”
ELİF ŞAHİN HAMİDİ
Feridun Andaç
FERİDUN ANDAÇ İLE MONTAİGNE ÜZERİNE SÖYLEŞİ:
Montaigne’ninyaratıcılar
üzerindeki etkisibugün bile sürüyor.Bu yanıyla onu salt
aydınlamanındüşünürü değil,
yazınsal geleneğinde en önemli
anlatıcısı olarakgörürüm
11Aydınlık KİTAP
tekin. Yeni yaşama yurdunda gene ede-
biyatla yol alır… Onunla Montaigne’e git-
mek, hatta ondan dinlemek ona dair
söylenenleri ilgimi çekmiştir hep. Ama
onun serüvenini de getirip Montaigne’le
buluşturarak bir anlatı yazmak düşünce-
sini de gene bana Aytekin’in yaşama bi-
çimi vermişti. Bu kitapta sözünü ettiğim
anlatının oluşması da o süreçte gerçekleşti.
Sürgün, göçmen bir figür olarak dos-
tumun gerçeğinde Montaigne’le buluşan
eski bir okurunun kenti anlamak / tanı-
mak yolculuğu biraz da bu. Bir yanıyla
kentinde Montaigne’i didikleyerek okur-
ken, ötede de sürgün bir şairin dünyası-
na dönmek… Montaigne’nin yaratıcılar
üzerindeki etkisi bugün bile sürüyor an-
layacağınız. Bu yanıyla onu salt aydınla-
manın düşünürü değil, yazınsal gelene-
ğin de en önemli anlatıcısı olarak görü-
rüm. Özellikle yaşadığı kenti gördükten,
onun yurdunu tanıdıktan sonra bu dü-
şüncem daha da pekişti. Unutmayalım;
iki dönem de kentinin belediye başkan-
lığını yapmış biridir Montaigne. Bugün
bile böylesi pek enderdir!
“İyi okur’un okuma yolu Monta-igne’den geçer, geçmelidirde. (…) Herkesin oku-malarının ilk sırasına al-masını istediğim yaşamustasıdır Montaigne.Onunla yolculuğum yazıömrümü, düşünce ve ya-şam yolumu biçimlemiştirdesem, abartı gelmemelibu” diyorsunuz kitapta.Denemenin okullarda birders olarak yer almasınınçok yararlı olacağını be-lirtiyorsunuz. Keşke müm-kün olabilse bu. Genç okur-lar ve yazarlar için deneme okumanın,yazmaya çabalamanın önemi ve fayda-sından bahseder misiniz?
Montaigne akılcılığın ışığını taşır.
Üç ciltlik denemelerinde, bugünlerde
okurumuza ulaşan “Yol Günlüğü”nde en
çok gözlediğimizin aydınlanmacı bakışı
kadar çağının kavrama / tanıma / yan-
sıtma bilincidir de. Bu üç kavram bile öğ-
renmenin temel anahtarı değil midir?
Safsatalar öğretmek yerine Montaig-
ne’le öğrenmeyi öğretmek / düşünmeyi
öğretmek neden olmasın. Yanına İbn
Arabi’yi de koyabilirsiniz… Deneme
öğretici bir yazınsal türdür. Yazmayı ol-
duğu kadar düşünmeyi de öğretir. De-
neme yazabilen her türde yazabilir. Ede-
bi bellek oluşturmada deneme okumanın
açabileceği kapılar yadsınamaz. Ayrıca bi-
lim alanındaki gelişmelerde deneme ya-
zarak / okuyarak varılabilecek yollar yı-
ğınla. Özcesi denemeyi salt bir yazın türü
olarak da görmemek gerek. Düşünme
yordamını taşıyan bir alan… Evet, ken-
di içinde türsel çeşitliliği olan bu konu-
da da düşün yaşamımızın azımsanma-
yacak bir birikim taşıdığını düşünürüm.
Cumhuriyet Aydınlanması bu birikimi
bugün var etmiştir. Ataç’tan Emin Öz-
demir’e, Sabahattin Eyuboğlu’dan Ah-
met Cemal’e, Melih Cevdet Anday’dan
Uğur Kökden’e değin karşımızda duran
birikim bunu anlatıyor biraz da.
Camus, Sartre ve daha başka büyükyazarlardan da söz ediyorsunuz kitapta.Ve çok önemli bir noktaya parmak ba-
sıyorsunuz; Türk okuruna henüz bir Ca-mus külliyatı sunulmadı. Sartre, Balzac,Flaubert külliyatımız da yok. Bu noktadayayınevlerine, çevirmenlere büyük bir so-rumluluk düşüyor, değil mi?
Yayıncılığımız henüz kendi Röne-
sans’ını yaratamadı. Bunun düşünce ik-
limi, eğitim düzeyimizle ilgisi olduğunu
düşünürüm. Şu küreselleşme çağında
tüketime endeksli bireyi var etme sava-
şımı birçok değeri yitirmemize neden ol-
duğu gibi aydınlanmanın önemli değer-
lerini tanımaya da kapılarımızı kapat-
mamızı sağlıyor ne yazık ki. Gelişmenin
göstergesi yüksek binalar, içlerini do-
nattığımız AVM’ler değildir. Sokakları,
mahalleleri tüketerek sözüm ona dikey
uygarlık yaratmak neyi var ediyor? İle-
tişimsizliği, değersizliği, kültürsüzlüğü, in-
sansızlığı, yabancılaşmayı, aidiyetsizli-
ği… Hatta vicdansızlığı… Yayıncılık da
vicdan duygusuyla yapılabilecek bir uğ-
raştır. Andre Gide, yazarlar toplumun
vicdanıdır der, ekler; kamu işi yapar
herkes öyledir… Sanırım toplumumuz ve
yayıncılığımız giderek bunu yitiriyor;
oysa buna en çok ihtiyacı-
mızın olduğu dönemleri
yaşıyoruz. Kendi yayıncılık
deneyimimden de biliyo-
rum; iyi şeyin önünde en-
geller çoktur bu ülkede;
ama yılmayan insanlar da
çok. Yani bu karda bo-
randa çalışıp iyi şeyler ya-
panlar da… Evet, az olan
iyidir değerlidir. Oysa ço-
ğalsın istiyoruz… İnsan
özgürlüğünü, düşünce ve
yaşama özgürlüğünü bu
kültürel dokuyu kurarak
var edebilirsiniz ancak;
yoksa her şeyi dinle yorumlayan bir an-
layışı körükleyerek, bunun kurumlarını
var ederek değil. Akıl çağından bilgi ça-
ğına geçeli çok oldu. Ama biz bunun alt-
yapısını oluşturacak kültürel kurumları
oluşturmak zorundayız. İşte yayıncılık da
bu anlamda çok ciddi bir iştir, imlediğim
vicdan duygusuyla yapılabilecek bir iş, uğ-
raş… Ama bunu görmeden bilmeden ya-
panların o yazarları bilmesi, bir araya ge-
tirmesi çok zor elbette.
“Deneme Zamanı” serisinin ilk ki-tabıydı Montaigne. Diğer iki kitapta Eli-as Canetti ve Italo Calvino’nun izini sü-receksiniz. Bu kitaplarla ilgili çalışma-larınız ne durumda? Yine yollar, yolcu-luklar vardır sanırım…
ZAMAN İÇİNDE KAYBOLAN VE BULUNAN KİTAP: JOSÉ SARAMAGO - “ÇATIDAKİ PENCERE”
Büyük yazarların yeni eserleri
basıldıkça yazarın dünyasına bir
adım daha atarız. Her yeni kitap ya-
zarın kişiliğini, hayatını, fikirlerini,
diğer eserlerini anlamamıza kapı
aralar. Hele ki büyük yazarlardan
birinin ilk eseri ölümünden sonra
yayımlanıyorsa... Öyle bir eser dü-
şünün ki yazar bunu yirmili yaşla-
rında yazsın - ancak gerek birikimi
ile gerek üslubu ile ustalardan far-
kı olmasın -ve yayınevinin onayla-
maması ile yirmi yıl yazmayı bırak-
sın. Sonra olgunluk dönemiyle kar-
şımıza çıksın ve Nobel’i alsın. Bu
hafta, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden
çıkan “Çatıdaki Pencere” José Sa-
ramago’nun son kitabını, ancak
esasında Saramago’nun yayınevle-
rince reddedilmiş ilk kitabını tanı-
tacağız.
İlk kitapların önemini vurgula-
makta fayda var elbet. Bazen ilk
anda keşfettirirler yazarlarını bazen
de yıllar sonra. Bazen keşfedilme-
yen bir ilk kitap azmettirir yazarı-
nı bazense küstürür. “Çatıdaki Pen-
cere”nin keşfedilememesi Sara-
mago’yu yirmi yıl
uzak tutmuştur
okurlardan. Fakat
bunların hepsinin
dışında önemi şu-
dur ki, bir tanışma,
bir keşif kitabıdır ilk
kitaplar.
CESUR B�RYA�AMPortekizli yazar Sa-
ramago’yu çoğumuz
“Körlük”, “İsa’ya
Göre İncil” roman-
larıyla ve 1998 yılın-
da aldığı Nobel Ödü-
lü’yle tanıyoruz. Ancak edebi kişi-
liğinin yanı sıra siyasi fikirleriyle de
damgasını vurmuş bir isim Sara-
mago. Sadece Portekiz’de kitapla-
rı 2 milyondan fazla satmış yazar
“İsa’ya Göre İncil” kitabıyla kilise
tarafından afaroz edilmiş, uzun yıl-
lar ülkesinde Komünist Parti’nin
üyesi olmuş, İsrail’e gittiğinde işgal
altındaki yerlere de uğramış ve
bunu Nazi işgaline benzetmiş, mül-
teci kamplarını da Auschwitz’le
benzerliğini vurgulayarak siyasi tav-
rını Filistin lehine ortaya koymak-
tan çekinmemiştir. Hatta Nobel
Ödülü’nün genellikle siyasi karar-
lar doğrultusunda verildiğine tanık
olsak da Saramago’nun ödülü, siyasi
gerekçelerle değil edebiyatıyla ka-
zandığı fark edilmektedir. Yazarın
eserleri yirmibeş dile çevrilmiştir.
Saramago’yu farklı kılan nedir
diye düşündüğümüzde kuşkusuz
işlediği konular ve üslubu ön plana
çıkmaktadır. İnsanları büyük bir
ustalıkla, kusursuz bir şekilde ve an-
latımı uzatmadan betimlemesi Sa-
ramago’nun en büyük özelliklerin-
den. Sıradan ve önemsiz görünüp
de aslında hepimizin yaşadığı so-
runları eserlerinde işlemesi, dingin
bir şiddetle değer yargılarına ta-
mamen karşı çıkışı okuyucunun
Saramago’yla özdeşleşmesini ve
O’nu ve eserlerini
içselleştirmesini
sağlayan en önemli
unsurlardan. Üste-
lik dilinin zorlayıcı-
lığına rağmen. Ya-
zılarında sadece
noktayı ve virgülü
kullanmayı tercih
eden yazarın kimi
cümlelerinin bir
sayfayı bulması,
okuyucuyla buluş-
masını engelleyen
bir unsur değil. Sa-
ramago yazı dili-
nin kurallarına çok
önem vermez ve vuruculuğu bakı-
mından sözün ve akıcılığın önde ol-
masına inanır. Bu onun yazım ku-
rallarına bağlılığını azaltır. Örneğin
konuşmalarda tırnak kullanmaz,
konuşma cümlelerini virgüllerle
ayırır. Saramago için okuyucuyu
zorlayıp gene de sevilmeyi başaran
nadir yazarlardan diyebiliriz belki
de.
Eserlerinde alegorik anlatımı
tercih eder. Canlandırma tekniğini
çok güzel işler okuyucuya. Sem-
boller üzerinden anlatıma önem ve-
rir. Kimi anlatılarında distopyaya
yaklaştığı olur, ancak umutsuzluk
hüküm sürmez, her şeye rağmen
umut vardır. Kitaplarındaki kö-
tümserlik havası Kafka’nınkine
benzetilmektedir. Hayalgücünden
yola çıkarak tarihsel olayları işler ki-
taplarında. Ancak bunu yaparken
salt bir tarih anlatısından ziyade
olaylara insani açıdan bakmaya
özen gösterir. Kimi eleştirmenler-
ce büyülü gerçekçilik akımına bağ-
lı olduğu için Marquez’e benzetil-
mektedir. Hayalgücünü temel alan
kurguları masalsı olduğu kadar,
pek çok eseri politik taşlama nite-
liği taşımaktadır.
Yazarın eserlerini bu tarzda şe-
killendirmesinde yaşadıklarının da
payının olduğu göz ardı edilme-
melidir. Saramago çok fakir bir ai-
leden gelmektedir. Annesi okuma
yazmayı bilmeyen bir kadındır. Sa-
ramago’nun lise mezunu olup üni-
versiteyi okuyamaması Lizbon’da
seçkin sınıfa dahil olmasını engel-
lemiş ve yazar yapılan pek çok küs-
tahlığı sineye çekmek zorunda kal-
mıştır. İkinci Dünya Savaşı sonra-
sı entelektüel çevreye girmede ol-
dukça önemsenen bu tür sosyal
statü geçmişleri yazarın zorlu za-
manlar yaşamasına sebep olmuştur.
Öte yandan kekemeliği nedeniyle -
daha sonra bu sorunu çözmüş olsa
da- insanların alaylarına maruz kal-
ması içedönüklüğe neden olmuş ve
söz söylemek yerine yazmaya sevk
etmiştir. Dünya büyük bir yazar
kazanmıştır.
ÇÜRÜMÜ�LÜ�ÜNKAOSU: “KÖRLÜK”Nobel Ödülü’nü kazandığı “Kör-
lük” isimli eseri kuşkusuz yazarın en
önemli eseridir. Büyük bir politik hi-
Ezilenlerin gözündenbir Portekiz tasviri
Kitaba bir fakirlik havas� hakim olsa da ayakkab�c� ve e�inin konu�malar�ndan her �eye ra�mençok mutlu olduklar� ve en büyük s�k�nt�lar�n�n geçim derdi oldu�unu görürüz. Ayakkab�c�n�n
evine kirac� olarak gelen Abel ile Silvestre’nin dostlu�u siyasi sohbetler ekseninde geli�ir. �kisiaras�ndaki sohbetler umudun, ayd�nl���n simgesidir. Portekiz sava�tan çok fazla yara almadan
kurtulmu� olsa da dönemin toplumsal yap�s�na suskunluk hakimdirDAMLA [email protected]
İyimserlik vekötümserlik
arasındaSilvestre’nin Abel
ile konuşmasıkitaba ayna
tutuyor;“İnsanlarla
yaşıyoruz,insanlara yardım
ediyoruz.” “Ne yapıyorsunuz
insanlar için?”“Onlar için başkayapabileceğim birşey olmadığından
ayakkabılarınıyamıyorum.”
José Saramago
Saramago’nun lisemezunu olup üniversiteyiokuyamaması Lizbon’daseçkin sınıfa dahilolmasını engellemiş veyazar yapılan pek çokküstahlığı sineye çekmekzorunda kalmıştır.
5 EK�M 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
civ barındıran roman bir adamın aniden
kör olmasıyla başlar ve körlük bir salgın
gibi bütün topluma yayılır. İktidar bu sü-
reçte kontrolü ele almanın yolunu akıl has-
tanesinden bozma bir binaya kör olanla-
rı hapsetmekte bulmuştur. Michel Fou-
cault’ un dediği gibi “Hapishanenin tari-
hi, gözetim altında tutma ve cezalandır-
manın tarihidir.” Fakat kaos her çürümüş
sistemi ele geçirdiği gibi bu hapishaneyi de
ele geçirecektir. Suç artacak, insanlar acı-
masızlaşacaklardır. Kitapta tek kör ol-
mayan karakter olan doktorun karısı gibi
eğitimli ve sorgulayıcı yapıdaki bireylerin
bile bu kaosta nasıl içlerindeki bütün zıt ka-
rakterleri ortaya çıkarabildiğini gözler
önüne seren yazar insan doğasını sorgu-
latır. Suçun, ölümün ve açlığın sıradan-
laştığı bir yapıda görmenin önemini kav-
ratmaya çalışır. Kurgusu, dili ve konusuy-
la bir başyapıt olan “Körlük” yazara 1998
yılında Nobel Ödülü kazandırmıştır. No-
beli aldığında Saramago “Bu kadar zaman
sonra Nobel’i aldım da anlatacak hiç kim-
sem yok.” demiştir. Kitabın Fernando
Meirelles yönetimenliğinde filmi de çe-
kilmiştir. Saramago filmi izlediğinde göz-
yaşlarını tutamamıştır.
Vahşi sistemin ve iktidarların insanlar
üzerinde yarattıklarını yaratıcı kurgular-
la okuyucuya sunan yazar din konusunda
da eleştirel tavrını sürdürmüştür. Din ko-
nusundaki düşünceleri nedeniyle yapıtla-
rı Portkiz Hükümeti tarafından sansürle-
nince Kanarya Adaları’nda Lanzarote’ye
yerleşen yazar ölümüne kadar burada ya-
şamak zorunda kalmıştır. Vatikan’ın res-
mi yayın organı olan L’Osservatore Ro-
mano gazetesinde şu sözlere yer verili-
yordu: “Saramago din karşıtlığının akıl ho-
calarındandı. O, hiçbir metafizik inancı ka-
bullenmeyen, hayatının son anına dek ta-
rihsel materyalizme, bir başka deyişle
Marksizme inatla bel bağlamış bir insan-
dı.” İşte bu fikirlerdeki bir adamın yazdı-
ğı İncil, “İsa’ya Göre İncil” kitabıydı.
Dini kişiliklere atfettiği betimlemeler ay-
kırılıklarıyla sivriliyordu ve okuyucuyu
şaşırtıyordu.
ES�RGENEN YANITYazımızda temel aldığımız
“Çatıdaki Pencere” kita-
bına gelirsek Sarama-
go’nun geç keşfedilmiş iyi
kitabı diyebiliriz. Kitabın
önsözünde Jose Saramago
Vakfı Başkanı hem de karısı
olan Pilar Del Rio kitabın
gecikme öyküsünü şöyle
anlatıyor. “Telefon çaldı-
ğında Saramago tıraş olu-
yordu. Almacı yüzünün sa-
bun köpüğü bulunmayan
kısmına dayayarak kısa ko-
nuştu: ‘Öyle mi? Şaşırtıcı.
Siz rahatsız olmayın, yarım
saat içinde orada olurum.’ Ve telefonu ka-
pattı. Banyodan hiç bu kadar çabuk çıktı-
ğı olmamıştır. Sonra bana 1940-50 yılları
arasında yazdığı ve o zamandan beri ka-
yıp olan romanını almaya gideceğini söy-
ledi. Döndüğünde kolunun altında “Ça-
tıdaki Pencere” vardı, yani daktiloda ya-
zılmış sayfalarla dolu bir dosya; zamanla
sararıp yıpranmamışlardı da üstelik, bel-
ki de zaman 1953 yılında teslim edilen bu
özgün metne insanlardan daha saygılı
davrandığı içindir. 1989 yılında, José Sa-
ramago’ya, ‘Taşınma sırasında bulduğumuz
bu metni yayımlamak yayınevimize büyük
onur verecektir,’ demişlerdi törensel bir ta-
vırla, o sırada “İsa’ya Göre İncil” adlı ki-
tabını tamamlamakla uğraşıyordu ve ‘Ob-
ridago (teşekkür ederim) şimdi olmaz,’ ya-
nıtını vermiş, yeni bulu-
nan kitabı elinde, tüm ha-
yalleri dorukta otuz bir
yaşında genç bir adam-
ken ondan esirgenen ya-
nıtı nihayet kırk yedi yıl
sonra almış olarak sokağa
çıkmıştı. Yayınevinin bu
tutumu Saramago’nun ar-
tık yok edilmesi müm-
kün olmayan ve onlarca
yıl süren ıstıraplı bir ses-
sizliğe boyun eğmesine
neden olmuştu çünkü.”
Yazarın 1940- 1950
yılları arasında yazdığı
ve o zamandan beri kayıp
olan romanı “Çatıdaki Pencere” keşfe-
dildiğinde ve Saramago’nun yirmi yaşın-
da bir genç olarak böylesine incelikle, ku-
sursuzca ve anlatıyı uzatmadan betimle-
meler yapması pek çok kişiyi şaşırtmıştı.
Yazarın isyankarlığı, özgürlük arayışı,
onca yoksulluğa ve talihsizliğe karşı kimi
bedenlerin kapsadığı dürüstlük savunusu
kitaplarındaki iyi ve sade betimlenen ka-
rakterlerde güçlü bir biçimde yansıtılı-
yordu.
“Kitabı bu gözle incelemeye / okuma-
ya başladığımızda şunları söyleyebiliyoruz:
“Çatıdaki Pencere” ki-
şilerin romanıdır. Kırk-
lı yılların Lizbon’unda
geçer. İkinci Dünya Sa-
vaşı bitmiştir, ama ro-
mandaki her şeyi sarıp
sarmalayan bir gölgeye,
sessizliğe benzeyen Sa-
lazar diktatörlüğü sür-
mektedir. İlk bakışta po-
litik bir roman değildir,
bu nedenle dönemin san-
sür uygulamaları yüzün-
den basılmadığını düşün-
mek yerinde olmayacak-
tır. Dönemin değer yar-
gılarına karşı çıkması, ai-
leyi ocağın değil de cehennemin eşan-
lamlısı olarak görmesi, görünüşlerin ger-
çeklerden daha güçlü olduğunu vurgula-
ması, övülmeye değer amaçlar gibi görü-
nen bazı ütopyaların sayfalar sonra sor-
gulanması, kadınlara kötü davranışların
açıkça kınanması, hemcinsler arasındaki
aşkın doğallıkla anlatılması; tüm bunların
yargılayarak değil ama kişisel bir kaygıy-
la yazarın bakış açısından dile getirilme-
si ve kitabı oluşturan diğer her şey, kitabın
basılmadan bir kenara itilmesine karar ve-
rilmesinde etkili olmuştur kuşkusuz. Faz-
la serttir, tanınmamış bir yazarın kale-
minden çıktığı için de fazla riskli bir ro-
mandır, getireceği kârla kıyaslayınca top-
lum ve sansür karşısında savunmak için
gösterilecek çabaya değmeyecektir. Böy-
lelikle kitap ne şimdi umut vaat eden bir
‘evet’ ne de gelecekte umut vaat edebile-
cek bir ‘hayır’ olmaksızın sürgüne gönde-
rilir.”
APARTMANDAK� ORTA SINIF�NSANLAR Kitap bir apartmanda yaşayan kişilerin ya-
şamlarına tanık olmamızla başlıyor. Yazar
metropol hayatının başlangıç yılları olan
savaş sonrası dönemi yansıtıyor. Apart-
mandakiler 20. yüzyıl Lizbon’unda “orta
direk”, orta sınıf insanlar; Amelia Teyze,
kunduracı Silvestre ve karısı Mariana,
Bayan Carmen, kocası Emilia Fonseca ve
küçük oğulları Enrique, yıllar önce kızını
kaybetmiş ve yalnız yaşayan Justina, şuh Li-
dia, Rosalia, kocası Anselmo ve kızları Ma-
ria Claudia, Silvestre’nin evindeki odaya
kiracı gelen Abel... Kıt kanaat geçimleri-
ni sağlamaya çalışan bu insanlar yazarın
anlatmak istediklerini sözleriyle ve ya-
şamlarıyla aktarıyorlar bizlere. Farklı ai-
leler, farklı hikayeler. Aile kurumu oldukça
fazla yer alıyor kitapta. Kitaba bir fakirlik
havası hakim olsa da ayakkabıcı ve eşinin
konuşmalarından herşeye rağmen çok
mutlu oldukları ve en büyük sıkıntılarının
geçim derdi olduğunu görürüz. Ayakka-
bıcının evine kiracı olarak gelen Abel ile
Silvestre’nin dostluğu siyasi sohbetler ek-
seninde gelişir. İkisi arasındaki sohbetler
umudun, aydınlığın simgesidir. Portekiz sa-
vaştan çok fazla yara almadan kurtulmuş
olsa da dönemin toplumsal yapısına sus-
kunluk hakimdir.
Kitabın bütününe baktığımızda tarih-
sel göndermeler görüyoruz. Portekiz’in dü-
şün dünyasına oldukça fazla atıf yapılmış
eserde. Bunlar şöyle sıralanabilir:
Yazar, ayakkabıcı Silvestre karakteri ile
büyük filozof Gonçalo Anes Bandarra’yı
simgelemiştir. Portekiz tari-
hinde çok önemli bir yere sa-
hip olan düşünür, “Trovas”ın
yazarıdır. Krala yönelik yaz-
dığı şiirler nedeniyle engi-
zisyon mahkemesi tarafından
yargılanmış ve daha sonra bir
daha İncil’i kafasına göre
yorumlamayacağına dair ye-
min ettirilerek serbest bıra-
kılmıştır.
Kiracı Abel’in en sevdi-
ği şair olarak ünlü şair Fer-
nando Pessoa’nın belirlen-
mesi bu göndermelere baş-
ka bir örnektir. Saramago
Fernando Pessoa’nın şiir-
leriyle bezenmiş bir anlatımı da kullana-
rak kaybedenlerin gözünden bir Portekiz
tasviri yapmaktadır.
Sonuç olarak, İyimserlik ve kötüm-
serlik arasında Silvestre’nin Abel ile ko-
nuşması kitaba ayna tutuyor; “İnsanlarla
yaşıyoruz, insanlara yardım ediyoruz.”
Apartmanın çatısındaki pencereden
içeri sızan ışık ise bütün baskılara rağmen
hala umudun var olduğunu sembolize
ederek kitabın Türkçe ismini oluşturuyor:
“Çatıdaki Pencere”
(Çatıdaki Pencere, José Saramago,Kırmızı Kedi Yayınevi,
Çev: Pınar Savaş, 306 s.)
Vahşi sistemin ve iktidarların insanlar üzerindeyarattıklarını yaratıcı kurgularla okuyucuya sunan
yazar din konusunda da eleştirel tavrınısürdürmüştür
14 Aydınlık KİTAP
RönesansAvrupasında
tutsak bir şehzadeCenazesinin Avrupal�lar taraf�ndan bir pazarl�k unsuru
olarak kullan�lmas� Cem Sultan’�n trajik hikâyesininya�am�yla s�n�rl� olmad��� gözler önüne seriyor
Evim taştan yapılmış. Annem kardeşim gibi severim Ağaçları, taşları, çiçekleri; Hepsine dair hatıralarım var, Kimi acı kimi tatlı hatıralar. Bu ağaç servi olmadan, Bu taşa kitabem yazılmadan, Bu çiçek kabrime çelenk diye ge-
tirilmeden, Söyleseniz beni onlara kuşlar. Beni yanlış bilmesinler.”
* “Kabrime çiçek getirenlere gülerim; Gafil kişilermiş şu insanlar vesse-
lam; Bilmezler ki bu kabirle yoktur
alâkam; Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çi-
çeklerim.” Aslında Cahit Sıtkı tanrısızlığa
meyyaldir. Bu meyli nedeniyledir ki
tanrı hiç aklından çıkmamaktadır.
Zihninin tanrıyla buluştuğu anlar ise
korku bütün ruhunu sarıp cehen-
neme çevirmektedir:
“Her mihnet kabulüm yeter ki
Gün eksilmesin penceremden”
Ölüm karşısında dünyanın her
ezasını, cefasını çekmeye hazır ol-
manın nedeni, tabii ki ölüm sonra-
sının bilinmezliğidir. Bu dizeleri şai-
rin yaşam sevgisine yormak için
hayli çabalamamız gerekir. Cahit
Sıtkı’nın zaman zaman ölüm kor-
kusundan kısmen sıyrıldığına, daha
rahat bir psikolojiye kavuştuğuna ta-
nıklık eden dizeleri de vardır:
“Ölmek varsa günün birinde gayri Göz nuru, el emeği, alın teri Yaşadığım iyi kötü günleri Değişmem hiçbir cennet masalına” Burada ölüm sonrasına ait din-
sel argümanları masal olarak nite-
lendiren rahat, korkusuz ve tercihi-
ni hayattan yana yapan bir ruh ha-
liyle karşı karşıyayız. Ama Cahit
Sıtkı bütünüyle bu değildir. Tanrının
varlığı ve yokluğu ikilemi içinde gi-
dip gelen, şiirini bu ikilem içindeki
korku, şüphe, sevinç, hüzün, yalnız-
lık, saadet ve mutsuzluk üzerine
kurmuş bir şairdir.
Gündelik hayatıyla iç dünyasını
bütünleştirerek yansıtması şiirinin
okuyucu alanını genişleten bir özel-
liktir. Yankılanan, çağıldayan, du-
yulduğunda sarsan kelimelerle yaz-
madı hiçbir zaman. Onun kelimeleri
bizim günlük hayatımızın kelimele-
riydi ve hiçbir yabancılık çekmedik
onu okurken. Sözlüklere başvur-
madık, etrafımızdaki çok okumuş-
lara sormadık. Sıradan kelimelerle
seçkin şiirler yazabilmesi de onun şa-
irliğinin tabii ki üstün tarafların-
dan biridir. Anlatımında ise sami-
miyetin tınısı hiç eksik olmadı. Onun
şiirlerini okurken bir arkadaşıma
sırlarımı anlatıyormuşum hissine
kapılmam sanırım bu nedenledir.
Cahit Sıtkı’nın şiiri ölüm-yaşam,
varlık-yokluk ikilemi üzerinde yük-
seldiği için felsefi bir içeriğe de sa-
hiptir. Bu nedenle onunla ilgili tah-
lil ve analizlerin bu mecraya da ta-
şınması ve ciddiyetle yapılması ge-
rekir.
Yaşadığı her anın üzerinde göl-
gesini hissettiği ölüm ne yazık ki şai-
rimizi çok bekletmiyor. 1954 yılının
Ocak ayının ikinci yarısında felç
kisvesinde hayatına yerleşiyor. Yer
ise Ankara’dır. Üç ay sonra tedavi-
sinin daha iyi yapılabilmesi için şair
İstanbul’a nakledilir. İstanbul’daki
doktorlar doğduğu topraklara gö-
türülmesini tavsiye ederler ve Cahit
Sıtkı, Diyarbakır yolculuğuna çıka-
rılır. Doğduğu topraklar da derdine
çare olmayınca eş dost ve sevenle-
rinin çabaları sonucu devlet şairi
1956 yılı Eylülünde Viyana’ya gö-
türür. Viyana’da tedavi gördüğü
hastanede zatülcenpe tutularak ya-
şama veda eder.
Cenazesi Hacı Bayram Ca-
mii’nden kaldırılır. Sonbahar tam da
ona yakışan bir mevsimdir. Zaten
onun en sevdiği şair de sonbahar de-
korlarının unutulmaz dizelerini yaz-
mış olan Ahmet Haşim’dir. 26 Ekim
1956’da defnedilir.
Ölümün uzak ve ihtimallerle dolu karanl���na her bakt���nda ya�am�n bin bir lezzete kaynakolan ve bütün bu lezzetleri teklifsizce sunan ayd�nl���na döndüVe böylece ölüm ve ya�am gibi
iki devasa olgunun gerilimli hatt�nda gidip gelen bir ruh kompleksi oldu
Beyaz Saray’�n kap�s�nda kendisini aramaya kalkanlara izin vermeyerek milletingönlünde taht kuran general, Ordu’dan umudunu kesmenin e�i�ine gelen millete gönül
penceresi aç�yor
Balyoz’a Balyoz
CÜNEYT AKALIN
Hiç kolayınakaçmadan
satır aralarına“Cumhuriyet
ilelebet payidar
olacaktır”duygusunu/düşüncesini
okurun bilincine
nakşediyor
Em. Org Ergin Saygun
5 EK�M 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAP
5 EK�M 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP GÜLDEN TERAZİ
Roman bu ya… Bir akşam yolda, ya-
ğan yağmurun altında, yarı çıplak, saçı sa-
kalı birbirine karışmış meczup bir derviş,
bir mollanın eline, “bunu sana gönder-
di gönderen, oku bakalım!” deyip bir to-
mar kâğıt tutuşturarak kaçıp gider. O za-
mana dek “tarikat ehline hor bakmış”
molla, tomarı açınca bunun bir takım şi-
irler olduğunu görür. Okumaya başla-
dıkça beğendiklerini bir kenara, beğen-
mediklerinin kimini ırmağın sularına,
kimisini ateşe verir.
Dilden dile, kulaktan kulağa yayıla-
rak günümüze değin ulaşan bu efsane,
Yunus Emre’nin şiirlerini hikâye etme-
siyle meşhurdur. Efsanedeki molla ise
Molla Kasım adında bir kimsedir.
İskender Pala’nın “Od” adlı romanın
çıkış noktasını oluşturan bu efsaneden
bundan önceki yazımda söz etmiştim.
(Bkz. “Mah’ını yerde bulan şairler/Çağ-
dan çağa, ozandan ozana özü hep aynı ka-
lan imge”, Aydınlık Kitap, 7 Eylül 2012).
TAR�KAT EHL�NE HORBAKAN MOLLA“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söy-
leme
Seni sigaya çeker bir Molla Kasım ge-
lür.”
Efsaneye göre Molla Kasım, sıra bu
beyitin olduğu şiire geldiğinde yaptığı ha-
tanın farkına varır.
Romanda mollanın hatasının farkı-
na varışı güncellenerek şu hale koyul-
muştur: “Son beyit kanımı dondurdu:
‘Derviş Yunus bu sözü / Eğri büğrü söy-
leme / Seni sigaya çeker / Bir Molla Ka-
sım gelir.’ Bu adam benim adımı nereden
bilmişti... Tevbe ediyor ve ağlıyordum.
Ağladığım iki sebeptendi; ilki o güne dek
tarikat ehline hor bakmış olmam; ikincisi
de şiirleri ateşe ve ırmağa atmış olmam”
(Od, İskender Pala, Kapı Yayınları, s.5)
�A�R M�, CAH�L B�RMECZUP MU?Efsanenin romandan çok daha gerçek ol-
duğu bu hikâyede Pala’nın güncellediği
gerekçe, Molla Kasım’ın “tarikat ehline
hor bakma”sı meselesi. Pala’nın, Molla
Kasım’a “tarikat ehline hor bakma” ha-
tası uyduruverip sonra bundan rücu et-
tirmesi, romancı muhayyilesi deyip ge-
çemeyeceğimiz kadar önemli bir saptır-
ma. Tarikatlarla asıl kendi arasını dü-
zeltme, “eyvallah” etme yolunu bu şekilde
bulan Pala, mollanın din içi, tarikat ehli
bir sıfat, Molla Kasım’ın ise bir şair ol-
duğunu bilmez mi?
Allah’tan elimizde Fuad Köprülü ve
Abdülbaki Gölpınarlı gibi kaynaklar
var…
Pala’nın uydurmalarına ancak safdin
kimselerle çocuklar ve gençler inanır. Za-
ten roman da onlar için yazılmıştır. Yu-
nus Emre’yi çağının aydını bir şair, bir
mutasavvıf / düşünür değil de cahil /
ümmî, saçı sakalı birbirine karışmış mec-
zup bir derviş olarak göstermenin gele-
bileceği başka bir anlam yok çünkü.
Ama Yunus Emre’nin de o çağın ve
bu çağın Molla Kasımlarına “eyvallah”ı
yok. Efsaneye ilk taşı koyan
müstensihten beri bu
böyledir.
“EYVALLAH”INBÜYÜKLÜ�Ü DEADIMINA GÖRE Türkiye sağından soluna,
işçi sınıfından burjuvazi-
sine bir sürü kişi ve yere
“eyvallah”ı bulunan şair,
yazar, aydın ve sanatçıyla
dolu. “Eyvallah”ın büyük-
lüğü, derecesi, şiddeti, ge-
tirisi ve götürüsü adımına
göre değişiyor. Adam var
“eyvallah”ı da kendi denli büyük! Adam
var “eyvallah”ının değeri kendi ederinin
kırkta biri bile değil. Ama borcu var! Söz-
gelimi bir iki yazısını ya yayımlamışlar, ya
da yayımlayacaklar diye umuyor. Eli
burda, gözü orda! yüreği burda, küreği
hâlâ o tarafa toprak atıyor! Adam var “ey-
vallah”ı tarikata, adam var “eyvallah”ı
parti başkanına, milletvekiline, belediye
başkanına.
Ama adam var Tanrı’ya bile “eyval-
lah”’ı yok.
Bizim Tanrı’ya bile “eyvallah”ı ol-
mayan adama ihtiyacımız var! Bizim
“eyvallah”ımız sadece halka, işçi, köylü
ve emekçi kitlelerine...
EROT�ZMLE PORNOGRAF�B�RB�R�NE KARI�INCAHalk müziğimizin son büyük ustası, Yu-
nussoylu ozanların son büyük temsilcisi
Neşet Ertaş türkülerine başlarken halk-
tan başka kimseye “eyvallah”ı olmadığı-
nı “ayağınızın turabıyım, gönlünüzün
hizmetçisiyim” sözleriyle dile getirirdi.
UNESCO'nun “yaşayan insan hazinesi”
ilan ettiği ozanın, kendisine sunulan
“devlet sanatçılığı” unvanını “hepimiz bu
devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sa-
natçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor, ben
halkın sanatçısı olarak kalırsam benim
için en büyük mutluluk bu” diyerek ka-
bul etmediği bilinmektedir.
“Od”da Yunus’tan cahil bir derviş çı-
karmaya çalışan İskender Pala, geçen-
lerde henüz cesedi soğumamış Neşet Er-
taş’tan da pavyon sanatçısı çıkarmaya kal-
kıştı. Üzerine kalem oynatmasına karşın,
türkülerden zerre kadar anlamadığı an-
laşılan profesör, ozanı bir kalemde, açık
saçık türküler söyleyen pavyon sanatçı-
sı yapıverdi.
“Neşet Ertaş’ın türkülerinde de ero-
tizm vardır” diyor; “ ‘Bir
tenhada can cananı bu-
lunca...’ diye başladığı-
nızda istediğiniz sahne-
yi üretebilirsiniz.”
Türkünün sözleri
“sinemi yaralar dil gizli
gizli” diyor bayım, siz
hangi sahneyi?
“Erotizmin nezih ve
zarafete bindirilmiş kıs-
mı başımla beraber, on-
dan heyecan duyarım,
lezzet alırım. Ama ka-
dınları aşağılayan tür-
küleri artık radyoları-
mızdan çalıp söylemeyelim” diyen İs-
kender Pala’nın, erotizmle pornografiyi
birbirine karıştırdığı nasıl da belli!
TRT REPERTUVARINDANÇIKARILACAK TÜRKÜLERİskender Pala salt bunu değil çok daha
fazlasını söylemiş alt yapısını hazırladığı
11 Eylül 2002 günlü Zaman gazetesinde.
“Türküler, anamızın ak sütü kadar te-
miz, hayatın kaynağı olan su kadar aziz
ve öz kimliğimiz kadar asildir” demiş
önce. Sonra, “Gel gelelim bazı türküler
vardır ki maalesef eski oturak âlemleri-
nin veya cinsel sapkınlıkların sözcülüğünü
yapar gibidir. Hazret-i Pir’in eşiğinde hiç-
bir Konyalının ‘Haniya da benim elli di-
rem yoğurdum’ diye gezip dolanacağı dü-
şünülemez.”
Doğru! Çünkü o türküde yoğurt söz-
cüğü yok! Türküyü bilmediği, dizeye
yoğurt sözcüğünü sokuşturmasından da
belli olan Pala’nın vardığı sonuç, kadını
aşağıladığı savıyla böyle türkülerin TRT
repertuvarından çıkarılması ihtiyacıdır.
TÜRKÜLER� ÇAR�AFASOKMA MERAKISırf meraktan künyesine baktığım bu tür-
küyü, türkülerimizin yarıdan fazlasını
bir araya getiren Muzaffer Sarısözen,
1945 yılında çıktığı derleme gezisinde yö-
renin folklor ekibinden derlemiş.
Konya, halk müziğimizin ana da-
marlarından birinin bulunduğu bir yö-
redir; “Hazret-i Pir”den (Pala her halde
Mevlânâ’yı kastediyor) ibaret olmadığı
gibi, türküleri de “Haniya da benim elli
direm yoğurdum”dan ibaret değildir.
Türküler üzerine yazarken biraz da tür-
künün ne olduğunu bilmek gerekir.
Tabii İskender Pala’nın meselesi bu
değil. O türküleri tesettüre sokmaktan
yana. Türkülere giydirmek istediği çar-
şafı “erotizmin kadını aşağılamasından”,
“kadınları, alınır satılır bir meta olarak gö-
ren”, “düğmelerin dar geldiğini anlatan”
türkülerden rahatsız olduğu şekerine
bulayarak vardığı bir başka sonuç ise he-
pimize çok daha güçlü başka bir zehiri
yutturmak:
“Düğmelerin dar geldiğini falan an-
latan türküler var. Bir taksiye binseniz,
taksi şoförü bu şarkıyı açsa rahatsız olmaz
mısınız? Ben toplumda bazı şeylerin
normalleşmesi gerektiğini düşünüyo-
rum.” (Habertürk, 30 Eylül 2012).
Yani repertuvardaki İskender Pa-
la’nın müstehcen bulduğu tüm türküler,
bütün o Keremler, Garipler Karacaoğ-
lanlar, divanlar, mayalar, zeybekler, se-
mahlar, halaylar, horonlar atılınca, çün-
kü bunların tümünün ana teması aşktır,
toplumdaki “bazı şeyler normalleşecek”!
Hadi ordan anormal!
Dikkat!
“… O İmparatorluk’ta Haritacılık
Sanatı o denli Mükemmellik’e ulaş-
mıştı ki, Tek bir eyaletin Haritası bütün
bir Şehir’i ve İmparatorluk’un kendisi-
nin Haritası bütün bir eyaleti kapsıyor-
du. Zaman içerisinde, bu ayrıntılı hari-
talar biraz eksik bulundu ve Haritacılık
Okulu, İmparatorluk’la bire bir ölçek-
te bir imparatorluk haritası geliştirdi, öy-
leki, harita, noktası noktasına gerçeğiyle
çakışıyordu. Haritacılık bilimine daha az
önem veren sonraki kuşaklar, bu bo-
yuttaki bir haritanın kullanışsız olduğuna
karar verdiler ve biraz da saygıızlık
ederek onu güneş ve yağmur altında yıp-
ranmaya terk ettiler. Batı Çölleri’nde ha-
ritanın yırtılmış parçaları bugün bile bir
hayvana ya dilenciye barınak olabiliyor;
Coğrafya biliminden tüm ulusa kalan
yalnızca budur.” (Alçaklığın Evrensel Ta-
rihi, Jorge Luis Borges, Telos Yayıncı-
lık, 1991, sf. 123).
MEC�T ÜNAL
Adam var “eyvallah”� tarikata, adam var “eyvallah”� parti ba�kan�na, milletvekiline,belediye ba�kan�na. Ama adam var Tanr�’ya bile “eyvallah”’� yok. Bizim Tanr�’ya bile
“eyvallah”� olmayan adamlara ihtiyac�m�z var! Bizim “eyvallah”�m�z sadece halka,i�çi, köylü ve emekçi kitlelerine
Yunus Emrelerin MollaKasımlara “eyvallah”ı yok!
BİZİM “EYVALLAH”IMIZ SADECE HALKA…
Modernlik Fragmanlar�
Dünyanın her coğrafyasında, uygar-
lık tarihinin her periyodunda ve her
kültürde kesintisiz biçimde, değişik ma-
teryaller üzerine betimlenen bereket
sembolü falluslar arkeolojisi dünyasının
ihmal edilmiş, ötelenmiş bir nesnesidir.
Bedendeki onca organ içinde erkeklik or-
ganının bu denli sembolik bir anlam yük-
lenmesi ve tüm dünya tarafından bu an-
lamın korunması ve üretilmesini açıkla-
mak, araştırmacıyı bilim sınırlarının da
dışına çıkmaya mecbur bırakmaktadır. İs-
mail Gezgin, “Fallusun Arkeolojisi”nde,
arkeologların basitçe bereketle özdeş-
leştirdikleri bir sembolün, yüklendiği
anlamı ve toplumlar üzerindeki dönüş-
türücü etkisini açıklarken fallus konu-
sunda söylenecek tüm sözleri söyle-
mekten ziyade, söylenecek ne kadar
çok söz olduğunu ortaya koymaktadır.
Fallusun Arkeolojisi
“Evrim mi Yaratılışçılık mı?” kitabı
evrim tartışmasını dinsel, bilimsel,
eğitsel, tarihsel, yasal ve politik yön-
leriyle ele alıyor; görüşlere, sorulara,
açıklamalara geniş ve objektif bir ba-
kış açısıyla yaklaşıyor. Bu nedenle de
birbirinden çok farklı otoritelerce,
konuyu dünyada en iyi aktaran kitap-
lardan biri olarak tanımlanıyor. Dr. Eu-
genie C. Scott, donanımı ve konuya hâ-
kimiyetiyle tartışmanın her boyutunu
ayrıntısıyla öğrenebileceğimiz ender ki-
şilerden biri olarak tanınıyor. Scott’un
bu kitabı bu kaygılara yer bırakmaya-
cak denli anlaşılır ve berrak. Bugüne
dek okurlarına pek çok bilimsel ki-
tap sunan Evrensel Basım Yayın’ın
500. kitabı olan “Evrim mi Yaratılış-
çılık mı?” çok tartışılacak.
Evrim miYarat�l��ç�l�k m�?
Bu kitabın adına ve içeriğine ba-
kılarak kesinlikle ve kesinlikle polemik
ve sansasyon amaçlı yazıldığı sanıl-
mamalı... Tam bize göre, tam bizim gibi
ve tam içimizden iki tarihsel aktörün
kurtuluş ve kuruluş mücadelesinde
geçen ve süreç boyunca yaşanan olay-
ların bilinmeyen yönleri farklı bir ba-
kışla ortaya konulmaktadır. Bütünsel
ve bağımsız portreler çizilme yerine,
Rauf Bey kişiliği okunarak Mustafa
Kemal portresi, Mustafa Kemal port-
resi okunarak Rauf Bey kişiliği ortaya
çıkarıldı. Etno - kültürel Rauf Bey mu-
hafazakarlığı ile, ana toplum bütün
kimlik odaklı Mustafa Kemal dev-
rimciliğini anlaşmazlığa sürükleyen
kan uyuşmazlığının ideolojik kök pa-
radigmaları mercek altına alındı.
Atatürk - Rauf OrbayKavgas�
Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikaye-
si” dörtlemesi, son kitabı “Çıplak De-
niz Çıplak Ada” ile tamamlandı. “Bir
Ada Hikâyesi” dörtlüsü, Yunanistan’a
gönderilen Rumların boşalttığı bir
adada yeni bir yaşam kurma çabaları-
nı konu alır. Dörtleme hem bir Yaşar
Kemal klasiğidir hem de diliyle, ya-
rattığı kişilerle, yarattığı doğayla Yaşar
Kemal’in romancılığında önemli bir ye-
niliği işaret eder. Dörtlünün bu son ro-
manında, geçmişin yaraları kapanma-
ya yüz tutmuş ama izleri kalmıştır.
Ağaefendi’yle Melek Hatun, Poyraz’la
Zehra, Ali Hüseyin’le Nesibe muradına
erecektir; Lena Ana’nın yollarını bek-
lediği kayıp oğulları da geri dönmüş-
tür ama balıkçıların reisi Hıristo’nun
başına beklenmedik bir olay gelir.
Ç�plak Deniz Ç�plak Ada/ Bir Ada Hikayesi – 4
Ahmet Büke, sıradan insanların
iç dünyalarını yürek burkan bir in-
celikle anlatan öykülerin yazarı. Al-
nından gözüne inen siyah lekesiyle
kurt indi çok uzakta bir yerde. Havayı
derin derin kokladı. Yanık kokusu-
nu takip etti. Et ve kemik çekti onu.
Koşmayacak, kovalamayacak bir avı.
Ne sürüden geri kalmış, kocamış
bir koyun, ne yılkı, ne korkmuş bir
tavşan. Pıhtısından donmuş, çatlamış
kan. Ahmet Büke, delilerin akıllı-
lardan, anıların yaşanan zamandan
daha muteber olduğu küçük bir Ege
kasabasında doğdu. Edebiyatı kim-
sesizlerin kimsesi olarak görüyor.
Büke yeni kitabı “Cazibe İstasyo-
nu”nda kalemiyle çizdiği coğrafyayı
biraz daha genişletiyor; daha iyi bir
dünya umuduyla.
Cazibe �stasyonu
“Trainspotting”, dibe vurmaktan çe-
kinmeyenlerin öyküsü. Şimdi ve her za-
man, bir iş, bir eş, bir yuva masallarıy-
la doymaktansa hayatın gerçekleriyle aç
kalmayı seçenlerin gün sonu özeti. Ya-
şamlarını kariyerle ya da ilişkileriyle an-
lamlandırmaya çalışanlara inat, bam-
başka şeylerin üzerine şeytan arabala-
rıyla tam gaz gidenlerin çarpıcı, unu-
tulmaz, kafası güzel ve hazmı zor hi-
kâyesi “Trainspotting”. Bizi seç, haya-
tı seç, çamaşır makinesi seç, araba seç,
bir kanepeye oturup ağzına berbat
şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve
ruh çökertici aptal televizyon prog-
ramları seyretmeyi seç. Bir huzur evin-
de üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi,
bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir
utanç kaynağı olmayı seç. Hayatı seç.
İyi de, ben hayatı seçmemeyi seçiyorum.
Trainspotting
1946 yılında Steiermark’ta doğan
Elfriede Jeliniek, 1983 yılında ya-
yımlanan ve pek çok baskısı yapılan
“Die Klavierspielerin” (Piyanist) adlı
romanından beri Alman çağdaş ede-
biyatın en ilginç yazarlarından sayıl-
makta. Jelinek, 1998 yılında Georg
Büchner ödülünün ve 2004 yılında
Nobel edebiyat ödülünün sahibi
oldu. “Dışarıda Kalanlar”, önceki ne-
sillerin gölgesinden kurtulmaya ça-
lışan genç insanların hikâyesini an-
latıyor: Karanlıktan yararlanarak ve
çocuksu görünümlerini kullanarak
yoldan geçenlere saldırmak, mallarını
yağmalamak ve soymak amacıyla bir
çete kuracaklar ama ruhani liderle-
ri Rainier suç işlerken ya da aşkı ko-
valarken aralarındaki en başarısız kişi
olacaktı...
D��ar�da Kalanlar
Ahmet Büke,Can Yay�nlar�, 96 s.
David Frisby, Metis Yay�nlar�,Çev: Ak�n Terzi, 360 s.
Georg Simmel, Siegfried Kracauer,
Walter Benjamin. Üçü de modernliğin
kırıntılarından, süprüntülerinden, ar-
tıklarından, kısacası “fragmanların-
dan” yola çıkmayı tercih eder. Felsefi bir
yaklaşım ve nüfuz edici çözümlemelerle,
modernliğin hayatımızda neleri, nasıl
dönüştürdüğüne bakarlar. Geleneksel
zaman, mekân ve nedensellik algıları-
nın parçalanmasını, para ve metanın ha-
yatımıza damgasını vuruşunu odakla-
rına alırlar. Sosyolog David Frisby, de-
ğerleri görece geç anlaşılmış bu düşü-
nürlerin külliyatlarını didik didik ede-
rek, düşüncelerinin zengin bir panora-
masını sunuyor. Kitap, bu üç düşünü-
rün dünyasına iyi bir giriş olmasının yanı
sıra, “yaşadığımız dünyayı” anlamak için
de değerli iç görüler bulabileceğimiz
özel bir inceleme niteliğinde.
Eugenie C. Scott, EvrenselBas�m Yay�n, Çev: Levent Can
Y�lmaz, 464 s.
Elfriede Jelinek, DestekYay�nlar�, 280 s.
�smail Gezgin,Sel Yay�nc�l�k, 376 s. Osman Selim Kocahano�lu,
Temel Yay�nlar�, 807 s.Ya�ar Kemal, Yap� Kredi
Yay�nlar�, 272 s.
Irvine Welsh, Siren Yay�nlar�,Çev: Avi Pardo, 352 s.
5 EK�M 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Masal her ülkedemasaldır
Çocuk edebiyatının saygın emektarı
Bilgin Adalı’yı kaybettik. Atatürk’ü konu
alan belgesel filmlerin yanı sıra çocuklar ve
gençleri ilgilendiren programlar hazırlayan,
Türkçenin tüm inceliklerini kullanan ve ço-
cuk edebiyatına özgün eserler kazandıran
müstesna yazarımız Bilgin Adalı, “Benim
dilim dillerin en güzeli...” demişti. Aslında
dilimiz böyle yazarların kaleminde güzeldi.
Başımız sağolsun.
ŞAKACI ŞİİRHadi güneşi budayalımdaha çok ışısın diyesaçlarını kınalayalım aydedeningençleşsin birazTop namlusunda saksıuçaklardan dönme dolaptüfeklerden fasulye sırığı yapalımişe yarasınlarKavun karpuz yetiştirelimçatısında evlerindenizi sürüp darı ekelim ortasınabu da şakası olsun şiirimizinÇöle su, tarlaya tohum gerekyoksula aş, hastaya hekimher köye bir okul kuralımdeğişsin görünümü yeryüzününDavranın çocuklar ha gayret geç kalırsak bu iştebüyükler oyunu bozacak(Bilgin Adalı)
HAYVANLAR DÜNYASINDANDUYULMADIK MASALLARHayvanların insanlardan korkmadığı, bir-
“Stradlater tıraş olurken ıslıklaSong of İndia’yı çalıp duruyordu. İyi ıs-lıkçıların bile zor çıkaracağı Song of İn-dia ya da Slaughter on the Tenth Ave-nue gibi parçaları böyle kulak tırmalayatırmalaya, bozukdüzen öttürmeye ça-
lışırdı. Şarkının gerçekten de içineederdi yani.” (Çavdar Tarlasında Ço-
cuklar-YKY, s.31)
Kitabın kahramanı (ki ABD için
bir anti-kahraman) o kadar unutul-
maz bir karakterdir ki pek çok bes-
teciyi etkilemiştir. Kitaptan etkilene-
rek ortaya çıkan şarkılara geçmeden
önce kitabın orijinal adını Holden’ın
biraz değiştirdiği Robert Burns’ün
“Comin Thro’ The Rye” şiirinden al-
dığını belirtelim. Kitaba esin kayna-
ğı olan dizeler “Should somebody
meet somebody comin’ through the
rye”dır. Şiir ayrıca bestelenip şarkı ha-
line de gelmiştir.
Kitapta bu atıf, Holden’ın çok sev-
diği küçük kız kardeşi Phoebe ile kur-
duğu diyalogta şöyle geçmektedir:
“O şarkıyı biliyor musun, hani,“Yakalarsa birini biri, çavdarlar ara-sında,” diye? Ben işte...”
“O öyle değil, “Rastlarsa birinebiri, çavdarlar arasında,” olacak! Şiirbu, Robert Burns’ün.”
“Robert Burns’ün şiiri olduğunuben ben de biliyorum.”
Doğru söylüyordu. Doğrusu, “Rast-larsa birine biri, çavdarlar arasında,”olacaktı. Demek ki, bilmiyormuşum.
“Ben, ‘Yakalarsa birini biri,’ sanı-yordum,” dedim. “Her neyse, hep, bü-yük bir çavdar tarlasında oyun oynayançocuklar getiriyorum gözümün önüne.Binlerce çocuk, başka kimse yok orta-lıkta -yetişkin hiç kimse yani- bendenbaşka. Ve çılgın bir uçurumun kena-rında durmuşum.
Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşanherkesi yakalıyorum; nereye gittiklerinehiç bakmadan koşarlarken, ben bir yer-lerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bü-tün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben,çavdar tarlasında çocukları yakalayanbiri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, bi-liyorum, ama ben böyle biri olmak is-terdim. Biliyorum, bu çılgın bir şey.”
1953 yapımı, baş-
rollerinde Clark Gab-
le, Grace Kelly ve Ava
Gardner’ın yer aldığı
“Mogambo” filminin
bir sahnesinde Ava
Gadner piyano başın-
da bu şarkıyı söyle-
meye başlar. Natasha
Holt, Julia London,
Marion Anderson,
Isobel Baillie, Ameli-
ta Galli-Curci gibi pek
çok isim şarkıyı ses-
lendirmiştir.
Holden, yazarı Sa-
linger kadar ilgi çeki-
ciydi ve doğal üslubu onun etkileyi-
ciliğini arttırıyordu. Bu etkileyicilik bir
süre sonra bestelerin Holden’a ya da
Salinger’a adanmasını doğurdu.
Guns N’ Roses 1998-2008 yılları
arasında hazırladığı “Chinese De-
mocracy” albümünde bir parça Sa-
linger’in kitabının adıyla aynı adı
paylaşıyordu: “Catcher in the Rye”.
Sözler Axl Rose’a aitti.
“Oooh, the Catcher In The Rye
Again
Won’t let ya get away from him
(Tomorrow never comes)
It's just another day...
Like today”
Ooo, çavdar tarlasında bir avcı
ondan uzak kalmana izin verme-
yecek
(yarın hiçbir zaman gelmez)
o sadece başka bir gün
tıpkı bugün gibi
Kitap Türkçeye “Çavdar Tarla-
sında Çocuklar” isminden önce “Gö-
nülçelen” adıyla çevrilmişti. Teoman’ın
“Gönülçelen” parçasının adını buradan
esinlenerek koyduğu bilinir.
Ünlü punk rock grubu Green
Day 1992’te çıkarttığı “Kerplunk”
albümünde sözleri Billie Joe Arms-
trong’a ait olan “Who Wrote Holden
Caulfield?” isimli bir parçaya yer
verdi.
There’s a boy who fogs his world
and now he’s getting lazy
There’s no motivation and frus-
tration makes him crazy
He makes a plan to take a stand
but always ends up sitting.
Someone help him up or he’s gon-
na end up quitting
Kendi dünyasını karartan bir ço-
cuk var, gitgide tembelleşiyor
Hevesi kalmadı ve hayal kırıklığı
onu çıldırtıyor
Ayakta durmayı hedefliyor ama
her seferinde sonu oturmak
Biri ona yardım etsin ya da so-
nunda pes edecek
İngiliz müzik grubu The Divine
Comedy 1999’da çıkardığı “A Secret
History – The Best of The Divine Co-
medy” albümünde “Gin Soaked Boy”
adlı parçasının son kısmında Salin-
ger’ın kitabına atıfta bulunmuştur.
“I’m the half-truth in the lie
I’m the why not in the why
I’m the last roll of the die
I’m the old school in the tie
I’m the spirit in the sky
I’m the catcher in the rye
I’m the twinkle in her eye
I’m the jeff goldblum in the fly”
Yalanın içindeki yarı gerçeğim
Nedenin içindeki neden olmasın
Sikkenin yuvarlanışındaki son devir
Eski moda kravatım
Gökteki ayım
Çavdar tarlasındaki avcıyım
Gözlerindeki parıltı
Göklerdeki Jeff Goldblum benim.
Billy Joel’in “We Didn’t Start
The Fire” şarkısı “Storm Front” al-
bümünün 1949-1989 yılları arasına
kısa ve güçlü atıflar yapan bir parça-
dır bu. “Çavdar Tarlasında Çocuklar”
kitabı da bu atfa uğramıştır. Şarkı ya-
yınlandığı zaman Amerika'da birinci
sıraya yükseldi.
“Rosenbergs, h-bomb, Sugar Ray,
Panmunjom
Brando, “the king and i” and
“the catcher in the rye”
Rosenbergler, atom bombası, Su-
gar Ray, Panmunjom
Brando, kral ve ben ve çavdar tar-
lasında çocuklar
“Le Pastie De La Bourgeoisie”,
Belle and Sebastian’ın sözleri İngi-
lizce adı Fransızca olan şarkısı. “3 6
9 Seconds of Light” albümünde yer
almaktadır.
Fransız müzik grubu Indochine,
“Le Baiser”(1990) albümünde “Des
Fleurs Pour Salinger” adlı bir par-
çaya yer vermişti.
Görüldüğü üzere müzik ve ede-
biyat hayatlarımızı beslerken bir-
birlerini de beslemeyi ihmal etmi-
yorlar. Bu beslenmeden doğan şey-
leri sizlerle paylaşmaya her hafta
devam ederken Holden’dan bir alın-
tıyla yazıyı bitirelim;
“Yemin ederim, ben bir piyanist yada aktör filan olsaydım ve bu sersemlerde benim olağanüstü biri olduğumudüşünselerdi, bu durumdan nefret eder-dim. Beni alkışlamalarını bile istemez-dim. İnsanlar hep yanlış şeyleri alkışlı-yorlar. Ben piyanist olsaydım, gider birkenefe kapanır, öyle çalardım.”
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. (AHMET ... ... ) Resimdeki yazar2. Kimononun üstüne tak�lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya�a,
mevkiye ve bölgeye göre de�i�en, bir dü�ümle birle�tirilengeni� ipek ku�ak - Bir aletin, bir arac�n veya bir biçimin anaçizgilerini gösteren çizim - Geçmi�te i�lenmi� ve mahkemeceispatlan�p cezaland�r�lm�� olan suç
3. Su yosunu - Bir �eyi benzerlerinden ay�rt etmeye yarayandurum veya ö�e, ay�rmaç - Ho�lanma, zevklenme
5. Yeryüzü parças� - M�s�r’�n plakas� - Ekmek6. Dayan�lacak �ey, ilke - Yava�, a��r - Ulusal bir parayla
yabanc� bir para birimi aras�ndaki de�i�im oran�
7. Baryum’un simgesi - Tatl� bir besin maddesi - Bir gayretünlemi - �sviçre’de bir nehir
8. Haber verme - Ut çalan kimse - Terbiyum’un simgesi9. Kale duvar� - Germanyum’un simgesi - �nsan�n dü�ünme, ak�l
yürütme, yarg�lama ve anlama yeteneklerinin tümü10. Bolluk, varl�k ve rahatl�k içinde ya�ama, gönenç - Stanislaw
Lem’in bir eseri11. Kur�un’un simgesi - Kolayca duygulan�p incinen, duygulu,
hassas - Otlar - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad�)12. Anlam, mana - Doyma, doymu�luk - Güney Amerika’da
s���r çoban�na verilen ad13. Bir nota - Jüpiter’in bir uydusu - Tepkili uçak -
Rubidyum’un simgesi14. Platin’in simgesi - Türk ��veren Sendikas� Konfederasyonu
(k�sa) - Çok ince gözenekli pamuk, ipek veya sentetikdokumadan yap�lm�� perde - Ak�am yeme�i
15. Bir damla gözya�� - Ahlak, huy, karakter - Cennet
YUKARIDAN A�A�IYA1. Holmiyum’un simgesi - Çakal ba�l� bir insan görünümündeki
M�s�r tanr�s� - Prometyum’un simgesi - Palladyum’un simgesi2. Eski Türklerde “totem”e verilen ad - Resimdeki yazar�n bir
eseri3. Yabanc� bir uzunluk ölçüsü birimi - �sim - Bir seslenme sözü
- E�ek sesi4. Garipler - Bir hayvan - Tantal’�n simgesi5. Çal��ma, meslek - Radyum’un simgesi - Dokumada çözgüler
aras�ndan enine geçirilen iplik - Bizmut’un simgesi6. Erdem ve meziyette birbiriyle yar��ma - �nsana al��k�n,
kendisinden yararlan�lan hayvan, evcil - Nazi polis örgütü7. Japonya’da buda rahibesi - Duman lekesi - Dü�ünmenin
bilincini belirten Japonca terim8. Külhanbeyi ba��rt�s� - “... Derek” (aktris)9. A��r� dereceye varan al��kanl�klar - Sümerler’de su tanr�s� - Bir
cetvel türü10. Geçersiz k�lma - Resimdeki yazar�n bir eseri - Elyaf�ndan ip
ve çuval yap�m�nda yararlan�lan bir bitki11. Ölünün vücudu, ceset - Oturma, oturu� - Bedevi Araplar’�n
ba�l��� olan kefiyeyi tutturmakta kullan�lan dü�ümlü kordon12. Bir kan grubu - Mezopotamya panteonunda tüm tanr�lar�n
babas� ve kral� olan gök tanr�s� - Yapma, meydana getirme -Argoda “esrar”
13. Mürekkep kurutma kumu - “... Güler” (foto�rafç�) - Ayn� ad�ta��yanlardan her biri - Bir yüzölçümü birimi
14. Eski Çin ve Mo�ol hükümdarlar�na verilen ad - Bir binekhayvan� - �nsan ya da hayvan vücudunu derisiz, yaln�zca kasyap�s� görülür biçimde betimleyen sanat yap�t�
15. �slam dinini korumak veya yaymak amac�yla yap�lan kutsalsava� - ABD’nin Illinois kentine ba�l� bir eyalet - Saz�n enkal�n teli ya da kiri�i
5 EK�M 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
Tanrılar adildir. Hiç kuşkusuz. Son tahlildegörünen o ki, tanrıların yasalarını, top-lumları idare eden kişiler dikte ederler;İlahi Takdir düşüncesi insanlardan çıkar.
1 “... hayatlarını son derece çekilmez bulaninsanlar her zaman vardır, ve yapacakları eniyi şeyin başka bir varoluş düzlemine geçiş-lerini hızlandırmak olduğuna inanırlar.”
... olduğumuz yerde değiliz, sahte bir konumdayız. Doğamızdakibir zaaf yüzünden, bir durumu varsayıyoruz, kendimizi onuniçine yerleştiriyoruz ve bu yüzden de kendimizi aynı anda ikidurum içinde buluyoruz, içinden çıkılması iki kat zor oluyor.