_____________________________________________________________________________________ Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257 Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date Yayınlanma Tarihi / The Publication Date 24.01.2018 30.03.2018 Dr. Hamdi BİRGÖREN Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü [email protected]HAKİKAT-i MUHAMMEDİYYE DÜŞÜNCESİNİN TASAVVUF ŞİİRİNDEKİ YANSIMALARI Özet Tasavvufun önemli meselelerinden birisi hiç şüphesiz Hakikat -i Muhammediyye konusudur. Hakikat-i Muhammediyye, Hazret-i Muhammed’in beşerî hayatından önce manevî bir varlığını kabul eden düşünceye denmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de açıkça konuyu ele alan âyetler bulunmasa bile bazı hadis-i şeriflerin bu konuya te- mas ettiği bilinmektedir. Yahudîlikteki Adam Kadmon, Hıristiyanlıktaki Logos ve Yeni Eflatuncuların Nous düşüncesiyle benzerlikler taşıması, bazı araştırmacıların konuya kuşkuyla bakmasına yol açmıştır. Bu konunun, Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredilmemesi ve İslam’ın ilk yıllarında ele alınmamış olması bu kuşkuları artır- maktadır. Bazı hadis-i şeriflerde ilk yaratılanın nûr, akıl, kalem olduğu belirtilmek- tedir. Yine ilk yaratılanın Hazret-i Muhammed’in hakikati olduğuna ilişkin ifadeler yer almaktadır. Vahdet-i vücutçu mutasavvıflar bütün bunları Hakikat-i Muham- mediyye görüşü etrafında temellendirmektedirler. Bu makalede, Muhammed Fet- hü’l-Maarif’in Mensur Vahdetnâmesi 1 adlı doktora tezinde alt başlık olarak ele al- dığımız Hakikat-i Muhammediyye konusu; Hakikat-i Muhammediyye fikrinin do- ğuşu, âlemin yaratılışı, varlık mertebeleri ve kâmil insan çerçevesinde yeniden ele alınarak tasavvuf şiirindeki yansımaları üzerinde durulacaktır. Anahtar kelimeler: Vahdet-i vücut, Hakikat-i Muhammediyye, Tasavvuf, Kâmil insan, Varlık mertebeleri. 1 Hamdi Birgören, Muhammed Fethü’l-Maarif’in Mensur Vahdetnâmesi (İnceleme-Metin), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, 2017.
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
240
zerlik olduğu varsayımından hareketle hakîkat-i Muhammediyye fikrinin yabancı kültür ve din-
lerin etkisiyle oluştuğunu ileri sürmektedirler.
Bütün bu olumlu ve olumsuz görüşlere rağmen, İslam tasavvufunu meşgul eden konular arasın-
da hakîkat-i Muhammediyye düşüncesinin özel bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Türk edebiya-
tında da azımsanamayacak kadar şair ve yazarımız, bu düşünceyi ortaya koyan şiirler ve nesirler
kaleme almışlardır.
Varlıkların ortaya çıkışını zuhûr ve tecellî ile açıklayan mutasavvıflar, hakîkat-i Muhammediy-
ye’yi kâmil insan görüşüyle irtibatlandırmaktadırlar. Kâmil insan mertebesi, bütün âlemleri
toplayan mertebedir. Çünkü âlem, kâmil insan için var edilmiştir ve zuhûr ve tecellî onunla ta-
mamlanmaktadır.
Hakkîkat-i Muhammediyye Fikrinin Doğuşu
Hakîkat-i Muhammediyye kavramı, Hazret-i Peygamber’in beşerî hayatından önce manevî bir
hakîkate sahip olduğunu ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Asr-ı Saadet’te söz konusu edil-
meyen bu tür düşünceler hicrî üçüncü yüzyıldan itibaren tasavvuf literatürüne girmiştir. Hazret-i
Peygamber hayattayken daha çok onun maddî (beşerî) varlığı ve insanlara yaptığı manevî ön-
derlik (nübüvvet) üzerinde durulurken beşerî hayatı nihayetlendikten sonra insanlar onun ma-
nevî yönüne daha fazla önem vermişler ve o yüce insanın beşerî olmayan hakîkatini anlamaya
çalışmışlardır. Bu tutumun hakîkat-i Muhammediyye düşüncesine yol açtığı söylenebilir.
Hakîkat-i Muhammediyye ismini vermeksizin Hz. Muhammed’in manevî şahsiyetini ilk kez
dile getiren Zünnûn-ı Mısrî (ö. 859 veya 862) ve ardından Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö. 896)
olmuştur. Onlara göre, Allah, Hz. Muhammed’i kendi nûrundan yaratmıştır. Hz. Muhammed
beşer olarak dünyaya gelmeden önce manevî bir hakîkat olarak yaratılmıştır. Hazret-i Peygam-
ber’in, “Âdem su ile balçık arasında iken ben peygamberdim”2 hadîsini de bu manaya yorumla-
maktadırlar. Daha sonra aynı konuya değinen Hallâc-ı Mansur (ö. 922), Kitâbü’t-Tavâsin adlı
eserinde şöyle ifade etmektedir:3
Nübüvvet nûru, yalnız Onun nûrundan çıkmıştır. Nurların aydınlığı bile Onun nûrundandır.
Nûrlar içinde Kıdem’den daha parlağı, daha eskisi, daha belirlisi olamaz. Fakat O Kerem Sa-
hibi’nin nûru müstesna. Onun himmeti bütün himmetlerin önünde. Vücûdu yokluktan, adı Ka-
lem’den önce. Zira bütün ümmetlerden evveldi O. Varlıkların efendisidir O. O ki ismi Ahmed,
vasfı Avhad, zâtı Evced, sıfatı Emced, emri Evked, himmeti Efred. O ölmez. O hep yaşar. Oldu-
ğu gibi durur hep. Hâdiselerden de önceydi O, şeylerden de. Kâinatlardan önce meşhurdu O.4
Hallâc’a göre Hz. Muhammed’in iki hüviyeti vardır: Birincisi nûr olan ezelî yönü, ikincisi bir
beşer ve peygamber olan maddî yönüdür. Hz. Peygamber’in nûr’dan yaratılan manevî yönüne
ve beşer olan maddî yönüne mutasavvıf şairlerimizden Yunus Emre (1240-1321) ve Salih Baba
(1820-1908) da şiirlerinde şöyle işaret etmektedirler:
Çalap nûrdan yaratmış cânını Muhammed'ün
Âleme rahmet saçmış adını Muhammed'ün5
2 Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ ve Mezîlü’l-İlbâs ammâ’eştehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, el-
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1405, C. II, s. 187. 3 Demirci, “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, 1997, C. 15, s. 179-180. 4 Yaşar Nuri Öztürk, Hallâc-ı Mansûr ve Eseri (Kitâb’üt-Tavâsin), 1. Basım, Fatih Yayınevi Matbaası, İstanbul, 1976,
s. 69-70. 5 Mustafa Tatçı, Yûnus Emre Dîvânı (Tenkitli Metin), Ankara: Kültür Bakanlığı, 1990, s. 155.
naden mevcûdâtın yaratılışı “Allah’ın bilinmeyi arzu etmesine” ya da “bilinmeyi sevmesine”
bağlanmaktadır. Bundan dolayı bazı şairler, Allah’ın bilinme arzusunu, “aşk” olarak nitelendir-
mektedirler:
Cümle mevcûdât u ma’lûmâta aşk akdem dürür
Zîra aşkun evveline bulmadılar ibtidâ13
6 Fehmi Kuyumcu, Salih Baba Divanı, G. 80/6. Bkz. www.sohbetican.com/pdf_dosyalari/salih_baba.pdf.
Erselnâk: “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ suresi, 107) âyetinden iktibas
olarak kullanılmaktadır. 7 Ahmet, Doğan, Kuddûsî Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2002, s. 103. 8 Kuyumcu, a.g.e., G. 80 9 Abdurrezzak Tek, Tarihi Süreçte Tasavvuf ve Tarikatlar, Bursa Akademi Yayınları, Bursa, 2017, s. 144. 10 Hilmi Ziya Ülken, Eski Yunan’dan Çağdaş Düşünceye Doğru İslam Felsefesi, 6. Basım, Doğ Batı Yayınları,
Ankara, 2015, s. 249. 11 Kenan Erdoğan, Niyazi-i Mısrî Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1998, s. 4. 12 Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 132. Bu hadisin değerlendirilmesi için bkz. Enbiya Yıldırım, Kutsi Hadisler Üzerine Bir
Değerlendirme, http://www.cumhuriyet.edu.tr/akademik/fak_ilahiyat/bolumlery/enbiya.htm 13 Kenan Erdoğan, a.g.e., s. 3.
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
242
Zâtî aşkın zuhûra meylettiği bu mertebeye, “âlem-i ceberût” ismi verildiği gibi rûh-ı küllî,
imâm-ı mübîn, ilk madde, mirât-ı Hak, arş” gibi isimler de verilmektedir. Mevcûdâtın henüz
bilkuvve olarak var olduğu bu mertebede âlim, malum ve ilim birdir. Bu makama ilk nûr ismi
de verilir, çünkü Hazret-i Muhammed, “Allah’ın ilk yarattığı şey benim nûrumdur” buyurmuş-
tur.14 Bütün mevcûdâtın aslı ve başlangıcı bu mertebedir. Mutasavvıfların naklettiği bir kutsî
hadise göre Allah, Hazret-i Peygamber’e, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmaz-
dım”15 buyurmuştur. Âlemlerin yaratılışına vesile olan bu ilahî nûr hakkında Nesîmî de şu ifa-
deyi kullanmaktadır:
Hılkat-i eflâke sensin vasıta nûr-ı ilâh
Hem senin şânında münzel oldu levlâke lemâ16
Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf
Kur’ân’a sıfâtı zarf u mazrûf17
İslam filozoflarının ve vahdet-i vücûdcu mutasavvıfların âlemi ve insanı izah ederken
başvurdukları hakîkat-i Muhammediyye düşüncesinin edebiyattaki izlerini Mevlânâ gibi ilk
dönem şairlerinden itibaren görmekteyiz:
“Pak aşk, Muhammed’le esti. Tanrı aşk yüzünden ona ‘Sen olmasaydın’ dedi. Hâsılı o, aşktan
tekti. Onun için Tanrı, onu peygamberler içinden seçti. Sen, pak aşka mensup olmasaydın, sen-
de aşk olmasaydı dedi, hiç gökleri var eder miydim?”18
Âlemin Yaratılışı
Âlem kelimesi, soyut ve somut bütün varlıkları, kavramları içine alacak genişlikte kullanılmak-
tadır. Türkçe Sözlük, “Yeryüzü ve gökyüzündeki nesnelerin oluşturduğu bütün, evren; dünya,
cihan; aynı konu ile ilgili kimseler veya bu kimselerin uğraşlarının bütünü; hayvanlar ve bitki-
lerin bütünü”, evren kelimesini ise “gök varlıklarının bütünü, kâinat, âlem, kozmos”19 biçiminde
tanımlamaktadır.
Âlem (evren)in ne zaman, nasıl ve kim tarafından yaratıldığı, hatta yaratılıp yaratılmadığı, nasıl
bir sistem içerisinde varlığını devam ettirdiği konusu tarih boyunca insanları meşgul eden
önemli konuların başında gelmektedir. Âlem; filozofların, ilahiyatçıların ve mutasavvıfların
üzerinde kafa yorduğu ve çeşitli görüşler ileri sürdüğü bir konudur. Bu konudaki görüş farklılı-
ğına, maddenin ezelî olup olmadığıyla ilgili varsayımlar sebep olmaktadır. Maddenin ezelî ol-
duğunu ileri sürenler, Tanrı’ya, bu maddeyi düzenleme, işleme görevi vermektedirler.20 Yani
14 Mahmud Erol Kılıç, İbnü’l-Arabî, İstanbul: İSAM Yayınları, 2015, s. 98. 15 “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım.” Aclûnî (ö.1748)’nin Keşfü’l-Hafâ, C.II, s. 123’te “hadis
olmasa bile anlamı sahihtir” dediği bu sözü, bazı kaynaklar ufak tefek değişikliklerle vermektedir. Bunlardan hadisin
merfu olduğunu belirten Aliyyü’l-Kârî (ö.1606) “Sen olmasaydın dünya yaratılmazdı” biçiminde rivayet ederken,
Sağânî (ö.1252) ise hadisin mevzu olduğunu kaydeder. Bkz. Muhammed Yılmaz, “Bazı Hadîslerin Sıhhat Durumuna
Dair Ünlü Sûfî Necmüddin el-Kübrâ’ya Yöneltilen Sorular ve Cevapları”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 14 (1), s. 7. 16 Hüseyin Ayan, Nesîmî Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1990, s. 75. 17 Muhammed Nur Doğan, Hüsn ü Aşk, Kültür Bakanlığı e-kitap, s. 4. www.kulturturizm.gov.tr 18 Metin Ekici, Mesnevî, Kültür Bakanlığı, e-kitap, 2003, C. , s. 74. Pdf. 19 Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, s. 668. 20 Necip Taylan, Ana Hatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul: Ensar Yayınları, 2016, s. 240.
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
244
Hz. Âdem’den sonra yaratıldığını ileri sürenler olmasına rağmen mutasavvıfların bu düşüncesi-
ne Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyetlerle karşı çıkanlar da bulunmaktadır:
De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu
vahyediliyor.”33
Peygamberleri, onlara dedi ki: “Biz ancak sizin gibi birer insanız. Fakat Allah, kullarından
dilediğine (peygamberlik) nimetini bahşeder.”34
Kur’ân âyetlerinin zâhirinden hakîkat-i Muhammediyye anlayışına ulaşamayanlar, İslâm dışı
tesirlerin etkisiyle geliştiğini söyledikleri hakîkat-i Muhammediyye düşüncesinin, Peygamber’i
insanüstü bir konuma yükselttiği iddiasıyla bu “aşkın peygamber” anlayışına karşı çıkmaktadır-
lar.35
Eski kültür ve dinlerle felsefecilerde de bütün âlemin kendisinden oluşturulduğu bir “ilk mad-
de”36 anlayışı vardır. Bunlardan Yunan filozoflarının, özellikle Yeni Eflatuncuların, Yahudile-
rin, Hıristiyanların, hatta Hint kültürünün İslâm’ın hakîkat-i Muhammediyye görüşü üzerinde
etkisi olduğu ileri sürülmektedir. H. Z. Ülken, Muhyiddin İbn Arabî’nin vahdet-i vücûdcu olma-
sına rağmen felsefî köklerinin Kur’ân’ın mistik yorumuna, Yeni Platonculara, İşrakîlere, kelâm-
cılara, Meşşâîlere, Kabbalistlere dayandığını belirtmektedir.37 Kabbalist Yahudilere göre Tanrı,
evreni kendi suretinde yaratmıştır. Adam Kadmon* adını verdikleri, insan aklının idrak edeme-
yeceği Tanrı’nın, kendisine benzer yarattığı ilk varlık, evrendir. Daha sonra bunu prototip insan
veya ilk insan olarak Sephirotik Sistem (Hayat Ağacı)* ismiyle sistemleştirmişlerdir.38 Hıristi-
yanlığın Logos (kelime) anlayışıyla İslâm tasavvufundaki hakîkat-i Muhammediyye anlayışı
arasında ilgi kurmak da mümkün görünüyor. Çünkü İncil’de geçen şu ifadeler mutasavvıflar
üzerinde etkili olmuşa benziyor:
“Başlangıçta Söz (Logos, Kelâm) vardı. Söz, Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta
o, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey onun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey onsuz olmadı.
33 Kehf suresi, 110; Fussilet suresi. 6. 34 İbrahim suresi, 11. 35 Örnek olmak üzere bkz. Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, 2. Baskı, Yeni Ufuk Neşriyat, İstanbul 1998, s. 284;
Mahmut Ay, “İşârî Tefsirlerde Hakîkat-i Muhammediyye Anlayışı”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
2010, 23, 77-120. 36 Taylan, a.g.e., s. 46-47. 37 Hilmi Ziya Ülken, İslâm Düşüncesi, 5. Basım, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2015 s. 157. * Adam Kadmon, Kabala düşüncesinde kâmil insan olarak düşünülür ve Sefirot Ağacı ile temsil edilir. Zohar (Nur)
Kitabında “Tanrı hiçbir biçimde betimlenemez ve tanımlanamaz olandır. Bunun için Onu işaret edecek herhangi bir
şey ya da söz olamaz. Her şey ondan çıkar ama O, hiçbir şeyle nitelendirilemez. Tanrı, evreni sözleriyle yaptı ve
Adam Kadmon ile sözünü tamamladı. Bu nedenle, insan kendini bilmekle nura kavuşur” ifadesi yer almaktadır
(Cengil, Kabbalah, s. 180). Ayrıca Tevrat’ta Süleyman’ın Özdeyişleri kitabında insanın ontolojik yönüne vurgu
yapılarak şunlar söylenmektedir: “Rabb yaratma işine başladığında ilk beni yarattı. Dünya var olmadan önce, ta
başlangıçta, öncesizlikte yerimi aldım. Enginler yokken, suları bol pınarlar yokken doğdum ben. Dağlar daha
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
245
Yaşam ondaydı ve yaşam insanların ışığıydı. Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edeme-
di.”39
Yeni Platoncu ve gnostik (gizemci) düşünceleri İslâm’a uyarlamaya çalışan gruplar arasında
sufî çevrelerin, İhvân-ı Safâ gibi teolojik-felsefî grupların ve İsmailîlerin bulunduğunu belirten
Goldziher, “Peygamber’i adeta Yeni Platoncu ve sezgici fikirlerin mütercimi olarak takdim
eden büyük bir hadis külliyatının neş’et ettiğini” belirttiği bildirisinde40 bu hadîslere ilişkin iddi-
alarını dile getirmektedir.
Vahdetnâme adlı eserinde, Kur’ân-ı Kerîm’deki “Allah, göklerin ve yerin nûrudur”41 âyetine
işaret eden Fethü’l-Maârif (ö. 1824/25)42 nûrun hakîkatinin bir tek olduğunu ve bu yüzden Al-
lah’ın kendi zâtına nûr dediği gibi kelâmına da nûr dediğini belirtmektedir. Buna göre bütün
mevcûdâtın hakîkati ve mahiyeti bir tek nûrdur. Bir tek olanın çok olmasının düşünülemeyeceği
gibi parçalanma ve bölünme kabul etmesi de düşünülemez. Hz. Muhammed, o nûrdandır. Ma-
demki Allah’tan başka bir şey yoktur, öyleyse insanı yaratıcısından ayrı düşünmek de mümkün
olmaz. Bütün mevcûdât böyledir. Bu sebeple Allah, “Onlar dünyâ hayatının ancak dış yönünü
bilirler. Âhiret konusunda ise tamamen gaflettedirler”43 buyurmaktadır. Bir kutsî hadise göre
Allah, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım”44 ve başka bir hadise göre “On
sekiz bin âlemi senin yüzün suyuna yarattım” buyurmaktadır. Hz. Peygamber âlemin hem men-
şei hem de yaratılış gayesidir; yaratılmışların efendisi, mevcûdâtın ekmeli ve Allah kelâmının
39 Kitab-ı Mukaddes Şirketi, Kitab-ı Mukaddes (İncil, Yuhanna), İstanbul: 2001, 1: 1-5. 40 Ignaz Goldziher, XV. Uluslararaı Oryantalistler Kongresi’nde sunduğu bildirisinde, “Allah’ın ilk yarattığı şey
akıldır” biçiminde rivayet edilen hadisin Yeni-Eflatuncu sudur nazariyesine dayandığını, Sünnî hadis kaynaklarının
itirazına cevap mahiyetinde “Senin sayende bilinirim, senin sayende bana hamdedilir ve senin sayende bana ibadet
edilir” eklemesinin yapıldığını, yine “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir”, “Âdem su ile balçık arasındayken ben
peygamberdim”, “Ben yaratılışta insanların ilkiyim, dirilişte ise sonuncusuyum” biçiminde rivayet edilen hadîslerin
Muhammed’in varlığının önceliği telakkisine dayandığını ifade etmektedir. Hatta Şiîler, bu üstün varlık düşüncesini
biraz daha ileriye götürerek Ehl-i Beyt etrafında bir mitoloji oluşturdular. Bu mitolojiye göre Allah, Âdem’i yarattı-
ğında Muhammed, Ali, Fâtıma ve bunların oğulları Hasan ile Hüseyin’i nuranî cevherler halinde Âdem’in beline
koydu.” Meleklerin Âdem’e secde etmesinin sebebi bu ilahî nurdu. Daha sonra Allah, Âdem’e başını kaldırıp yukarı
bakmasını söyledi. Âdem, Muhammed’in ve Ehl-i Beyt’in diğer fertlerinin nurani cisimlerinin, tıpkı insanın yüzünün
temiz bir aynadaki aksi gibi arşa aksettiğini gördü. Goldziher, bu şahsiyetlerin göğe aksetmesi düşüncesinin temelle-
rini sadece İran’ın eski dinlerinde aramamak, Yahudilerin “İsrailoğullarının ilk atası Yakub’un arşa aksetmesi” dü-
şüncesiyle de ilişkilendirilmesi gerektiğini söylemektedir. Üstün insan olan Peygamber’in nuraniyeti meselesini, Hz.
da kapsayacak biçimde genişletildiğini söylemektedir. Âdem’in toprağı yoğurulurken, Cebrail tarafından yeryüzün-
den, Hz. Muhammed’in kabrinin olduğu yerden alınan beyaz bir toprak, cennet ırmaklarıyla yoğrularak Muham-
med’in bedeni oluşturulmuştur. İnci gibi parlayan bu toprağa Allah nazar etmiştir. Allah korkusundan terleyen bu
inciden 124 damla dökülmüş ve bunlardan da peygamberler meydana gelmiştir. Nûr-ı Muhammedî düşüncesinin
oluşumuna sebep olan nur bu nurdur. Âdem’den önce yaratılan bu nur, önce Âdem’in alnında parlamış, sonra diğer
peygamberler vasıtasıyla Muhammed’e kadar gelmiştir. Sünnî düşünce Hazret-i Peygamber’le bu nurun tamamlandı-
ğını söylerken Şiîler imamlar vasıtasıyla devam ettiğine inanmaktadır. Bu düşünce bütün peygamberlerin aynı asıldan
geldiğini, muhtelif zamanlarda farklı simalar olarak ortaya çıkan peygamberlerin Allah’ın mesajını insanlara ulaştıran
elçiler olduğunu ifade etmektedir. Hepsinin özü aynı, fakat görünümleri farklıdır. Ignaz Goldziher, bu son düşüncenin
de Hıristiyan gnostisizmindeki “Tek gerçek peygamber, her dönem Allah tarafından yaratılıp Kutsal Ruh ile donatı-
lan, dünya var olduğundan beri isimlerini ve görüntülerini değiştire değiştire dünyanın bütün safahatını yaşamak
suretiyle, kendisi için belirlenen sürenin sonunda, üzerine aldığı görev nedeniyle ilahî rahmetle kutsanmış olarak
ebedî dinginliğe ulaşan insanın kendisidir” anlayışına dayandığını iddia etmektedir. Bkz. Ignaz Goldziher, “Hadis’te
Yeni-Eflatuncu ve Gnostik Unsurlar”, Ömer Özsoy (çev.), A.Ü.İ.F.D., cilt: 36, Ankara 1997, s. 405-421. 41 Nûr suresi, 35. 42 Muhammed Fethü’l-Maârif (ö. 1824/25), Rıfaî tarikatının bir kolu olan Ma’rifîliğin kurucusu ve şeyhi. 43 Rûm suresi, 7. 44 Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 123.
diye bir şeyin varlığından söz edilemeyeceğini, var olan bir şeyin yokluğundan söz edilebilece-
ğini belirtiyordu. Farabî ve İbn Sina’nın yokluk anlayışı da Aristo’ya benzemektedir.”47 Aynı
kaynakta vücûd konusunu S. S. Yavuz da şöyle açıklamaktadır: “Vücûd, Allah’ın zihin dışında
gerçekliğinin bulunduğunu ve yokluğunun düşünülemeyeceğini belirten sıfattır. Dinî bir terim
olarak vücûd, Allah’ın, zihin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve mevcûdiyetinin zorunlu
(vâcibü’l-vücûd) olduğunu belirtmektedir. Allah’ın varlığı, zâtının gereği yani kendindendir
(bizâtihî, lizâtihî), onun dışındaki varlıkların mevcûdiyeti ise kendileri dışındandır (bigayrihî,
ligayrihî).”48
Mutasavvıflar, Allah haricindeki her şeyi âlem olarak değerlendirmektedirler. Onlara göre, akla,
hayale gelen, düşünülebilen her şey âlem (mâsivâ)dir. “Bidayette Allah vardı, O'ndan önce baş-
ka bir şey yoktu”49 hadîsine istinaden Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığı lâ-taayyün merte-
besi tasavvur edilmekte, hatta bazıları bu tasavvura “şimdi de öyledir”50 sözünü ilave etmekte-
dirler. Âlemin nasıl var olduğuna ve Allah’la münasebetine dair çeşitli görüşler ileri sürülmüş-
tür. Yeni Eflatunculardan Plotinus (205-270), Tanrı’nın varlığı ve mahiyetiyle âlemin var oluşu
arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu söylemekteydi. Her şeyin kaynağı Tanrı’dır. Ona göre âlem,
Tanrı (Bir)’dan sudûr yoluyla oluşmuştur. Elbette İslam filozofları üzerinde Platon, Aristo ve
Yeni Eflatuncuların etkisi bilinmektedir.51
Varlığı, zorunlu ve mümkün diye ikiye ayıran filozoflardan Farabî (872-951)’nin ilk kez sözünü
ettiği ve İbn Sinâ (980-1037)’nın geliştirdiği “sudûr” teorisine göre âlem, zorunlu varlık (vâci-
bü’l-vücûd)tan belli bir düzen içinde ve devamlı olarak taşma biçiminde meydana geliyor.52
Âlemin oluşumunu sudûr ve tecellî teorisiyle açıklayan sûfîlere göre varlıklar Allah'tan zuhûr
etmek suretiyle derece derece ondan uzaklaşmakta ve tenezzül ederek (aşağıya inerek) meydana
gelmektedirler.
45 Hamdi Birgören, Muhammed Fethü’l-Maarif’in Mensur Vahdetnâmesi (İnceleme-Metin), Sakarya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, 2017, s. 374. 46 Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, s. 2079. 47 Mahmut Kaya, “Vücûd”, DİA, 2013, C. 43, s. 139-140. 48 Salih Sabri Yavuz, “Vücûd”, DİA, 2005, C. 43, s. 136-137. 49 Buhârî, Megâzî 67, 74, Bedü’l-halk 1, Tevhid 22. 50 Muhyiddin İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, Ekrem Demirli (çev.), Litera Yayıncılık, İstanbul, 2015, C. 1, s. 338. 51 Taylan, a.g.e., s, 107-108. 52 Hüseyin Atay, Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001, s. 234-235.
53 Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Vahdet-i Vücûd md., C. 4, s. 236-237. 54 Mahmut Erol Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık Mertebeleri (Vücûd ve Merâtibü’l-Vücûd), Doktora Tezi,
İstanbul 1995, s. 315. 55 Doğan, Hüsn ü Aşk, s. 5. 56 Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 132. 57 İsmail Hakkı Burusevî, Şerh-i Hazarât-ı Hamse, İBB, Atatürk Kitaplığı, OE_Yz_0312, vr. 2b. 58 Nesefî, a.g.e., s. 215-220.
Vahdet mertebesi, Zât’ın ulûhiyyet mertebesine tecellîsidir. Bu mertebede Vücûd, bütün isimleri
ve sıfatları câmi olduğundan Allah ismini alır. Vücûd-ı Hakîkî’nin, hakîkat-i Muhammediyye
olarak adlandırılan vahdet mertebesine tenezzülü meşiyyet (irade, isteme) ile değildir, bu ilk
tenezzül onun zâtının gereğidir. Zât-ı lâ-taayyünün taayyün suretindeki bu ilk zuhûru, ilk tenez-
59 Muhammed Nur, Mısrî Niyazî Divanı Şerhi, s. 70, 86. 60 Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık Mertebeleri, s. 314. 61 Tasavvufta varlık mertebeleri için bkz. Ahmed Avni Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, Mustafa Tahralı
(hzl.), İstanbul: İz Yayıncılık, 1992, s. 23, 35, 79; Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Vahdet-i Vücûd md., C. 4, s. 238-
239; Ahmet Ögke, “Varlık Meselesi”, Tasavvuf El Kitabı, Kadir Özköse (Ed.), 1. Basım, Grafiker Yayınları, Ankara,
2012, s. 472-490; Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Şerhleri, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2000, s. 208-213; Fuzûlî,
Matlau’l-İtikâd fî Ma’rifeti’l-Mabda’i va’l-Ma’âd, Muhammad B. Tâvît At-Tancî (nşr.), DTCF Yayınları, TTK
Basımevi, Ankara, 1962, s. 24; Nur, a.g.e., s. 70, 86; Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Füsûs’undaki Anahtar-
Kavramlar, Ahmed Yüksel Özemre (çev.), 4. Basım, İstanbul: Kaknüs, 2015., s. 207-214; Karaşab-ı Velî, Miyârü’t-
Tarîkat (Tarikat Âdâbı), Mutasafa Tatçı-Cemal Kurnaz (haz.), Alperen Yayınları, Ankara, 2002, s.117-124; Mustafa
Aşkar, Molla Fenarî ve Vahdet-i Vücûd Anlayışı, 1. Basım, Ankara: Muradiye Kültür Vakfı Yayınları, 1993, s. 125-
176. 62 Aşkar, a.g.e., s.172. 63 Birgören, a.g.e., s. 609. 64 Buharî, Megâzî 67, 74, Bed’ul-Halk 1. 65 Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği, Ekrem Demirli (çev.), 4. Basım, İz Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 145. 66 Çelik, a.g.e., s. 63.
etmiş, latifliğini bir derece daha kaybetmiştir. Rûh, bu mertebede kendisini, kendi benzerini ve
kendisinin mebdei olan yüce Zâtı kavrar.77 Bu merhale önceki ilmî suretler, basit cevherler bi-
çiminde zuhûr eder. Bu cevherlerin biçimi ve rengi yoktur, zaman ve mekan ile de kayıtlanmış
değillerdir. Çünkü zaman ve mekan cisimle ilgili şeylerdir. Âyette geçen “Hani Rabbin (ezelde)
67 Konuk, a.g.e., s. 27. 68 Kılıç, İbnü’l-Arabî, s. 98. 69 Birgören, a.g.e., s. 610. 70 Mahmut Erol Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık Mertebeleri, s. 314. 71 Gizli bir hazine idim... (Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 132) 72 Ceylan, a.g.e., s. 212. 73 Çelik, a.g.e., s. 63. 74 İzutsu, a.g.e., s. 166. 75 Ögke, a.g.e., s. 476. 76 Birgören, a.g.e., s. 611. 77 Kılıç, İbnü’l-Arabî, s. 103.
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
252
cûduna delil saymaktadır. İnsan-ı kebîr sayılan yedi kat gökyüzünün bir benzeri olarak yeryü-
zünde ve yeryüzü unsurlarından yaratılan varlık (insan-ı sağîr) da bir âlem sayılır.94
Şehadet âleminde bulunan her varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtıyorsa da bu yansıtma
kâmil manâda değildir. Hak Teâlâ’nın bütün isim ve sıfatlarını yansıtan asıl varlık insân-ı
kâmildir. “Ey Resulüm! Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım”95 hadîs-i kutsîsinde belirtildiği
üzere âlemin yaratılma amacı insandır; insandan maksat ise insân-ı kâmildir. İnsan, âlemin bir
özeti mesâbesindedir. Şeyh Gâlib’in “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen”96 beyti bu noktaya işaret etmektedir. İnsan iki cepheli bir varlık-
tır. Bir yönüyle Hakk’a, bir yönüyle halka (âleme) bakmaktadır.
İnsan-ı kâmil, Hakk’ın sûretini ve âlemin suretini birleştirmektedir. Bu yüzden Hak ile âlem
arasında berzah ve ayna vazifesi görür. Hak, suretini insan aynasında görür, mahlûkât da kendi
suretini onda görür.97
Hakîkî insân-ı kâmil olan Hz. Peygamber’in Hakk’a ayna oluşunu Hüdâyî şu beytinde ifade
etmektedir:
Âyînedir bu âlem her şey Hakk ile kâim
Mirât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim98
Mevcûdât, Hak Teâlâ’nın sıfat ve isimlerinin tecellî ve zuhûrlarıyla meydana gelmektedir. Yani
âlem, Hakk’ın sıfat, isim ve fiillerinin tecellî mahallidir. Bir nevi Hakk’ın gölgesidir. İsmin
müsemmâdan, sıfatın mevsuftan farkı olamayacağı için, vahdet-i vücûd anlayışı, âlemi, Hak’tan
farklı bir şey olarak görmez. Aslında gölgenin bir varlığı yoktur. Bir tek vücûd vardır, o da Zât-ı
İlahî’nin vücûdu (varlığı)dur. Dolayısıyla âlem ve içindekiler vehimdir, hayaldir, izafîdir.
Cîlî’ye göre insân-ı kâmil, daima birincilik makamının sahibidir. Bu durum, varlığın başlangı-
cından ebediyete kadar sürecektir. İnsân-ı kâmil, çeşitli vasıflara bürünerek çeşitli yerlerde gö-
rünür. Hazret-i Muhammed’in nûru ilk yaratılandır, meleklerden bile önce yaratılmıştır. Bu nûr
ilk defa Âdem’de tecellî etmiş, ondan diğer peygamberlere intikal etmek suretiyle asıl sahibi
olan Hazret-i Muhammed’e ulaşmıştır. Ölümsüz ve ebedî olan bu nûr, ölümünden sonra da de-
vam etmektedir. Bütün mahlukattan önce ilk yaratılanın Hazret-i Muhammed’in nûru olduğunu
ve bu nûrun Hazret-i Âdem’den diğer peygamberlere intikal etmek suretiyle Hâtemü’l-
Enbiyâ’ya ulaştığını belirten Süleyman Çelebi, konuyu beyitlerinde şu şekilde ele almaktadır:
Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i
Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi
Âdem’e kıldı ferişteler sücûd
Hem ona çok kıldı O lûtf ıssı cûd
Mustafa nûrunu alnında kodu
Bil habîbim nûrudur bu nûr dedi
94 Konuk, a.g.e., s. 15. 95 Aclûnî, a.g.e., C.II, s. 123. 96 Muhsin Kalkışım, Şeyh Gâlib Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1994, s. 179-181 97 Çelik, a.g.e., s. 126-127. 98 Hüseyin Vassâf, Tasavvufî Şiir Şerhleri, Muammer Cengiz (hzl.), 1. Basım, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2015, s.
The Journal of Academic Social Science Yıl:6, Sayı: 67, Mart 2018, s. 238-257
254
Sensin yâ Resûla'llâh103
Nûr-ı Muhammedî kavramını ontolojik manada kullanmasalar bile bazı tasavvufî kaynaklar, ilk
yaratılanın Muhammed’in nûru olduğunu, bütün âlemin yaratılış sebebi olan Hazret-i Muham-
med’in insan türünün en üstünü olduğunu vurgulamaktadırlar. Sonraki peygamberler ve velîler
arasında olduğu gibi peygamberlerin ümmetleri arasında da mertebe farkları bulunmaktadır. Bu
düşünceye göre dünyaya sonradan gelen ümmet olarak Muhammed ümmeti, öncekilerin hep-
sinden üstündür. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’inde, “Böylece, sizler insanlara birer şahit (ve
örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yap-
tık”104 bir başka ayette ise, “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz”105 buyurulmak-
tadır. Bu âyetler, Muhammed ümmetinin diğer ümmetlerden üstünlüğüne delil gösterilmektedir.
Hadîs-i şerifte, “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrail peygamberleri gibidir”106 buyrulurken bir baş-
ka hadiste, “Alimler, peygamberlerin vârisleridir”107 buyurulmaktadır. Mutasavvıflara göre
Hazret-i Muhammed son peygamber olduğu için ondan sonra başka bir peygamber gelmeyece-
ğine göre Allah onları sahipsiz, öndersiz bırakmamak için Peygamber’in yolunu izleyerek in-
sanlara rehberlik yapan velîler gelecektir. Yaratılıştan bu makama istidatlı olarak dünyaya gelen
bu insanlar, tarîkatın âdâb ve erkânını bilen kimselerin gözetiminde ilmî, tasavvufî ve ahlakî bir
eğitimden geçirilirler. Velîlik makamına ulaşmak için yalnızca zahirî bilgilerle donanmak yeter-
li olmaz. Bu sebeple tasavvuf çevreleri bu görevi üstlenecek kimseyi şeyh, mürşid, rehber, kıla-
vuz edinerek onun insân-ı kâmil olduğunu kabul ederler.
İzin izle yüri bir merd-i Hakk’un
Yolın öğretsin ol merd sana Hakk’un108
***
Nâkıs vücûda çün kim noksân gelir hemîşe
Cehd eyle kâmil ol kim gelmez kemâle noksân109
***
Her mürşide dil virme kim yolunı sarpa ugradur
Mürşidi kâmil olanun gâyet yolı âsân imiş110
Sonuç
Varlığın ne olduğu, âlemin nasıl var edildiği ve insanın bu âlemdeki görevinin ne olduğu gibi
konular İslam filozofları, kelamcılar ve mutasavvıfların ciddiyetle üzerinde durdukları konular-
dandır. Allah’ın varlığı, birliği, varlığını kimseye borçlu olmayışı, evvel ve âhir, bâtın ve zâhir
oluşu konusunda hiçbirisinin şüphesi yoktur. Âlemin var edilişindeki Allah’ın “Ol” emrinin
yaratılış ya da sudûr biçiminde mi gerçekleştiği hususunda farklı düşünenler bulunmaktadır.
103 Aziz Mahmud Hüdâyî, Dîvân-ı İlâhiyât, Mustafa Tatçı-Musa Yıldız (hzl.), Kıtabevi Yayınları, Ankara, 2005, s.
53. 104 Bakara suresi, 143. 105 Âl-i İmrân suresi, 110. 106 Aclûnî, a.g.e., C. II, s. 64. 107 Ebû Dâvûd, İlm 1/3641; Tirmizî, İlm 19/2683; İbn Mâce, Mukaddime 17/223. 108 Süleyman Gökbulut, Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi’nin Vahdetnâme/Usûl-i Muhakkıkîn’i Işığında Tasavvufî
Görüşleri (İnceleme-Metin), Dokuz Eylül Üniversitesi SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2003, s. 143. 109 Ayan, a.g.e., s. 277. 110 Erdoğan, a.g.e., s. 98.