Okur Yazar | Bahar 17 1
EDİTÖRDEN...KİTAP BİZİM DİLİMİZ
Timaş yayın yolculuğuna başlayalı 30 yıl oldu. İnsan için ol-duğu kadar yayınevi için de olgun bir yaş.. Yayın çeşitliliğimiz 2500’ü çoktan aştı.
Kültür yayıncılığının her alanında hizmet verdik. Ne çocuk-ları ihmal ettik, ne gençleri. Ne geçmişin biriktirdiği hazineyi, ne bugünün ürettiği irfanı. Kitabın insan mahiyetinde dö-nüştürücü, geliştirici bir etkisi olduğu aşikârdı. İnsanı bir bü-tün olarak algıladık ve onun ihtiyaçlarına tekabül eden her alanın bir kitap karşılığı olması gerektiğine inandık.
Bütün çeşitliliği ile bu topraklarda yaşayan tüm halklara ve onların inançlarına saygılı olma, müspet hareket etme gayreti içerisinde olduk. Dinimizi hep aziz bildik. Sadece din kitaplarımızda değil tüm kitaplarımızda dini duyarlılığın izi-ni sürdük. Dil bir zevk, üslup lezzetti bizim için. Okurumuza her seferinde daha üst bir dil, daha derinlikli bir üslupla ses-lendik. “Aile” kutsalımızdı. Onu korumayı ilke edindik. Aile içi eğitim, eşler arası iletişim, koruyucu psikoloji kitaplarından oluşan zengin içerikli kitaplar yayımladık.
Hep aynı yerden bakmadık. “Oradan bakınca nasıl görünü-yor?” sorusuna cevap aradık. Toplum kendi tarihi ile yeniden barışıp yüzleşirken “alternatif tarih” kitapları neşrettik. De-mokrasimiz darbelerle sarsılırken “perde arkası” kitapları...
Kitap bizim dilimizdi. Hep o dilde ifade ettik kendimizi. Tek seslilik hakimken çoğulculuğun, husumet topluma yayılmış-ken kardeşlik ve merhametin dili olan kitaplarla...
Darbe yargısına kitapla karşı çıktık. Fail-i meçhul cinayetle-re tepkimizi kitapla haykırdık. Bitmeyen bir tecessüsle ara-dık görünenin arkasındaki görünmeyeni...
Okurumuzu velinimetimiz olarak bildik. Onların daha iyisi-ni hak ettiğine daima inandık. İnandık şimdi’nin yeni şeyler söyleme zamanı olduğuna, anlam mertebelerinin sonsuz-luğuna...
Yola çıkarken sloganımız, “yağmur toprağa, kitap insana” idi.
Şimdi “iyi ki kitaplar var” diyoruz.
Timaş Dağıtım A.Ş. Adına SahibiOsman Nuri Öztürk
Genel MüdürOsman Okçu
Genel Yayın YönetmeniEmine Eroğlu
Yayın EkibiSeval Akbıyık
Adem Koçal
Neval Akbıyık
Zeynep Berktaş
Cüneyt Dalgakıran
Ümran Tüzün
Emre Barca
Dilara Gerger
Tuğçe İnceoğlu
Fahrunnisa Erdem
Emin Baş
Asena Meriç
Kapak TasarımRavza Kızıltuğ
Sayfa TasarımFatma Nur Kurtköylü
Baskı SorumlusuSoner Topal
Baskı ve CiltSeçil Ofset
Yayın TürüYerel Süreli
Yazışma AdresiAlayköşkü Cad. Alemdar Mah. No:5
Cağaloğlu/İstanbul
Tel: 0212 511 24 24
Faks: 0212 512 40 00
email: [email protected]
Timaş Yayın Grubu tanıtım bültenidir, üç
ayda bir yayınlanır ve para ile satılmaz.
ISSN: 1304-432-X
O K U R Y A Z A R
Timaş YayınlarıGenel Yayın Yönetmeni
Kâzım Karabekir Paşa’yı bir elinde
kılıç, öbüründe kalemle düşün-
mek hoşuma gidiyor. İyi bir asker;
ama o kadarla bitmiyor. Aynı zamanda
müşfik bir baba, kanunlara riayetten kıl
kadar ayrılmayan dürüst bir vatandaş,
hakkını sonuna kadar savunan medeni
bir insan, inandığı dava uğruna hayatını
otaya koymayı bilen bir kahraman, zarif
bir koleksiyoner, musiki ve şiirle iştigal
etmiş, marş yazıp bestelemiş bir sanat
amatörü, eğitim yoluyla kalkınma üze-
rinde düşünmüş ve icraatta bulunmuş,
sanayi projeleri olan bir devlet adamı,
Kürt ve Ermeni sorunlarının başımızı
ağrıtacağını daha 1920’lerden itibaren
söyleyen ve mutlaka tedbir alınmasını
isteyen ileri görüşlü bir siyasetçi ve
düzinelerce kitaba imza atmış ve-
lud bir kalem…
O bunların hepsi. Belki de
daha fazlası…
Dolayısıyla Kâzım Karabekir’e, mu-
hakkak kafalarımızdaki klasik ‘asker’
şablonunu bir kenara bırakarak bakma-
mız, bu doğrultuda ayrıca Osmanlı’nın
nasıl olup da bu denli çok yönlü askerler
yetiştirebildiği üzerinde imal-i fikr etme-
miz gerekir. Yazdığı eserlerde kullandığı
sıradan dili çözme kudretini bugün an-
cak edebiyat tarihi uzmanları kendilerin-
de görebiliyorsa orada bir cevher ışıldı-
yor demektir
Kâzım Karabekir Paşa tarihin yapıl-
masına katkıda bulunmuş bir şahsiyet
herşeyden önce. Gerek Birinci Dünya
Savaşı’nda, gerekse İstiklal Savaşı’nda
Doğu Cephesi’nde kazandığı başarılar
ders kitaplarında pek zikredilmese de,
halkın gönlüne ve hafızasına derinden
kazınmış durumdadır.
İkinci olarak Meclis’te görev yapmış bir
siyasetçi olarak görürüz onu. Üste-
lik bir parti başkanıdır. Siyasî bir ideali
var ve bunu Terakkiperver Cumhuriyet
Partisi’ni kurup başına geçerek göster-
miştir. İzmir Suikasti davasında İstiklal
Mahkemesi’nde yargılanmış ve beraat
etmiş ama 1939’a kadar göz altında sı-
kıcı ve sıkıntılı bir hayat geçirmiş. Yine
de devlete ‘of’ dememiş. Nihayet haya-
ta Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
olarak veda ettiğinde yıllardan 1948’dir.
Ancak Kâzım Karabekir’in üçüncü bir
cephesi vardır ki, o da aynı zamanda
‘tarih yazan’ bir figür olmasıdır. Mustafa
Kemal Atatürk gibi işi şansa bırakmamış
ve yaptığı tarihin hikâyesini bizzat yaz-
mış ve geleceğe emanet etmiştir. Hem
de sadece bir ‘anti-Nutuk’ olan ve yakla-
şık 1000 adet belgeyi içeren İstiklal
Harbimiz’le yetinmemiş, aynı
zamanda Günlük tutarak ve
başından geçenleri ve başı-
na gelenleri, askeri ve siyasi
mücadelelerini oturup yazarak
binlerce sayfadan oluşan zengin bir
külliyat vücuda getirmiştir. Yazdığı her
Cumhuriyet’in İlk Derin Devleti Deşifre Oluyor…
Mart ayında büyük tartışmalar çıkartacak KIZIL PENÇE
kitabının önsözünü sizlerle paylaşıyoruz…
“Bir suikast eserlerime, diğeri hayatıma karşı hazırlandı. Fakat haber alıp önledim.
aaaarırırırınnnıın nnn babaabaşşışımımızızı
ererereeerdedededed nn ittttibbibibi arararra eeenen
dbdbdbddbbbbbirriririrriririr aaaaaalılılılınmnmnmnmaasasaasınınnnnnınıııı
sisisis yayayayayaaseseseseseetçtçtçtçt i iii vevevevevee
atatatatmımımımışşş ş ş vevevevee--
ddedededede
bebeekikikikir’r’rr e,e,e,e, mmmuu--
kkkkkkkkkkkklalalaalalaaaalaaasisisisisissisisss kkkkkk ‘a‘a‘aa‘aa‘‘aaaskskskskskssksssksssskerererrerererrrerr’’’’’’’
akakakakakakkakkakakakaakaaaa arararaaaaararaaaarrrrraarrakakakakakaakakakakakakakakakakakakak bbbbbbbbbbbbbbbbbakakakakakakakakakakakakaakakaaakakakaaakkkmamamamamamamammamamamamamamam ------
ccccccccccca a aa a aaaaaaaa aaa OsOsOOsOsOsOsOsOsOsOOsOsOsOsOOOsssOsOssOOsssOssmmmmamammamammamammamamamamamamammmmmmmmmammmmmmmmm nlnlnlnlnnlnnlnlnlnlnlnnlnnn ı’ı’ı’ıı’ı’ı’ı’ı’’ı’ı nnınınınınnınınnınnn nnnnnnnnnnnnnnnnnn
yyyyyyyyyyyyyyyyyyyönöönönönönönöönnnnnnönnnööönnönönnönöönlülülülülüülülüülüülülüülülülülü aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa kskskskskskskkskskskskskskkskskkskerererererereerereerererereeee leleleleeleleleeleleleeeeeeleeeeeeer rrr r rr rrrrr r
kazıınnmışş ddurumummdadaddır. cecephphphp esesi v
‘t‘tararihih yazazaa
KeKeKemamm ll AttA aa
vveve yyyyapapptıtııığığığğğı
mımımmımım ş şş veve gggggee
de ssadadececcceeee
şışış k kkk 101010
mmmmmm
bibibibibibibinlnllnlnlnlnlnlnleeererererererererrrrrrerrrrcececececececececccee
kükkükükükükkükükk llllllllllll iyiyyiyiyiyiyiyyiyiyatatatatatatatataatataattatat vvvvvvvvvvüüüüüüüüüüü
Okur Yazar | Bahar 172
KAZIM KARABEKİR
notun arkasına mutlaka belgesini ekle-
yen ve daha 1933 yılı gibi resmi tarihin
en coşkulu yıllarından birinde –ki aynı yıl
Cumhuriyetin 10. yıldönümü gösterişli
törenlerle kutlanmıştı-, yeni rejimin en
kuvvetli döneminde çıkıp elindeki belge-
leri Milliyet gazetesinde yayınlama cesa-
retini göstermişti.
Bu yüzden evi 4 defa basılmış, dosyala-
rına el konulmuş, hakikatleri ortaya koy-
mak için yazıp parasını kendi cebinden
ödeyerek bastırdığı İstiklal Harbimizin
Esasları’nın bir gece itfaiye araçlarına
konularak yakılmaya götürüldüğüne
tanık olmuş; yine de mücadelesinden
vazgeçmemişti. O biliyordu ki, hakikatin
er geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu
vardır ve o gün mutlaka gelecektir.
Bir zamanlar kireç ocaklarında yakılan
kitaplarının rahatlıkla basılıp satılabildiği
günleri göremedi ama hakikatin hakim
olacağı, rahatlıkla konuşulabileceği bir
Türkiye’nin özlemiyle yandı tutuştu. Türk
Tarih Kurumu’na bizzat giderek verdi-
ği emsalsiz mücadeleyi hatırlamamak
haksızlık olur. Yetkililere, “Genç nesillere
tarihi tek bir kişinin kahramanlığı üzeri-
ne kurarak anlatamazsınız. Bu o kanlı
mücadelede canını siper etmiş olan ko-
mutanlara ve hele Mehmetçiğe de ha-
karettir. Onların haklarını nasıl yersiniz?”
diye çıkıştığında takvimler 1942 yılını
gösteriyordu. Yani bundan 70 yıl önce-
sini.
2012 Türkiye’si, Karabekir Paşa’nın 70,
hatta 80 yıl önce verdiği o efsanevi mü-
cadeleyi ve bu uğurda katlandığı tür-
lü haksızlıkları anlayabilecek noktaya
emekleye emekleye de olsa gelmiş bu-
lunuyor. Türkiye demokratikleşme yo-
lunda müstakbel şafağın altın ışıklarının
kendisine gülmesini ve cömert vaatlerde
bulunmasını beklerken, tarihin de gözü-
nün kendi üzerinde olduğunu hiç unut-
mamalıdır. Biz tarihi incelerken tarih de
bizi inceler çünkü. Daha doğrusu, tarihini
iyi, doğru ve sağlıklı anlamak, erişilmek
istenen hakikatlere yelkenleri şişirecek
rüzgarları beklemek, teyakkuzda olmak
bugünü yaşayan insanların önünü ay-
dınlatacak adımlardır.
Ancak bu noktada önemli olan,
Türkiye’nin korkudan bir yakılıp bir sön-
dürülen “hırsız fenerleri”ne değil, Kâzım
Karabekir gibi azim ve imanla mücadele
etmiş ve hakikatin nasıl yıkılmaz bir dağ
olduğunu bizlere göstermeyi başarmış
‘radyumlar’a olan ihtiyacımızı vurgula-
maktır. Malum, radyumu tedbir almadan
kullanmak tehlikelidir; çünkü sürekli ola-
rak içe işleyen öldürücü ışınlar (radyoak-
tivite) çıkartır. Kâzım Karabekir’in hayatı
ve yazdıkları resmi tarihin radyumudur.
Bence Kâzım Karabekir resmi tarih için
hayattayken olsun, öldükten sonra ya-
yınlanan kitaplarıyla olsun kesinlikle bir
radyum etkisi göstermiş ve ideoloji eliyle
bir tarih kurgulayanların daima korkulu
rüyası olmuştur. Resmi ideoloji onunla
uğraşırken, kaçınılmaz öldürücü ışınla-
rına maruz kalmaktan kurtulamamıştır.
Bugün ‘Ke-
malist’ tarih
görüşünün has-
ta ve bitap düşme-
sinde de Paşa’nın
radyum etkisinin
payı büyüktür. Me-
sela Karabekir’in resmi
tarihte açtığı en büyük ge-
dik, “19 Nisan 1919’da
Trabzon’a çıktım” cümle-
sinde en yetkin ifadesini
bulur ve bu atomik cümleyle
birlikte biz resmiyette var olma-
yan ve tasavvurumuzda açılan yeni bir
kulvarda koşmaya başlarız.
Kazım Karabekir, elinizdeki kitapta ye-
niden düzenlediğimiz notlarında 1922-
1933 döneminde, tam da tarihimizin bu
kırılma ve yeniden inşa döneminde per-
de arkasında neler olup bittiğini bize en
açık bir şekilde anlatıyor. Tarihi anlama-
mıza yardım ediyor. Tarihi sorgulamaya
devam ediyor. Onu adeta yeniden yazı-
yor. Ve geleceğin tarihçilerine rengarenk
ipuçları uzatıyor. Bu ipuçlarını değerlen-
dirip değerlendirmemek elbette tama-
men onlara kalmıştır.
2012 yılı Kâzım Karabekir Paşa’nın 130.
doğum yıldönümüne denk geliyor. Bu
satırların yazıldığı gün ise vefatının 64.
yıldönümüydü. Kızıl Pençe başlığını koy-
duğumuz kitabın Karabekir Paşa’nın
tertemiz adının gelecek nesillerce de
anılmasına ve anlaşılmasına mütevazı
de olsa bir katkıda bulunması ve hala
ışımakta olan bu ‘radyum’un nice gizle-
nen hakikatin ortaya çıkarılmasına vesi-
le olması en candan dileğimdir.
Mustafa Armağan
nn ışışşıklalarrınıınnn
ttt ttttttt vaavaatatatlelell rdr e
n dde e gögögözüzü-
u hiiç ununutut--
enn tttarihh ddee
su,, tataririhihinini
kk, erişilmem k
riri şşişişirirece ek
zdzda olmak
önünü ayy-
mli olan,
Buugügünn ‘K‘K‘Keee-
mamaliistst’ tatataaariririh hh h
gög rürüşüününüüün n n hahahaaaaaaaaasssss--
tat ve bibitatt p düdüdüşmşmmmeee----
sis ndndee de PPaşa’a’a’a’a nınınınııııınınnnn nnnnnnnnnnnnnn
rarradydyyyyumum etkisininninininnnn
payı bbüyüyüküktütür.r. MMMMMMeeeee---
sela Karraabekirr’i’in n rerreereeesmsmsmsmsmsmsmsmmmmsmmmmmmi iii i i
tarihte açtığı en bübübüüüüyüyüyüyüüyüyüükkkkkkk gegegegegegegegeegegeg ---
dik, “19 Nisan 1911119’9’9’9’999 dadadaadadadadaaada
Trabzon’a çıçç ktım” cüüüümlmmlmmlmmmleeeeee---
sinde en yetkin ifadddesesessssesininnnnininni i i i iiiiii
bulur ve bu atomik ccccümümümümümmümleleeeleeeeeeeylllylylylylyyylylyyy e ee e e eee eeeeeee
Okur Yazar | Bahar 17 3
4 Okur Yazar | Bahar 17
Merhum Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları idam edilişlerinin 51. yılında rahmetle anıldı geçtiğimiz günlerde. Adnan Menderes yalnız mazlumluğu ile değil, çalışkan bir başbakan, usta bir polemikçi ve sözünü bu-daktan esirgemeyen bir hatip kimliğiyle, en önemlisi de yakın geçmişe ilişkin cesurca değerlendirmeleri bulunan bir siyasetçi ve düşünür kimliğiyle de hatırlanmalıdır.
Mustafa Armağan, Menderes’i darağacına götüren
tarihi sözlerini Küller Altında Yakın Tarih serisinin al-
tıncı kitabı olan TEK PARTİ DEVRİ kitabında topladı...
Armağan, kitabında Menderes’in, iktidar yıllarından Yassıada
Mahkemesi’ne, bugün bile telaffuz edilirken çekinilen sözlerle
demokrasiyi savunmaktan geri durmadığını kaydederek, onu
idama götüren ifadelerine dikkat çekiyor.
Başvekil Adnan Menderes’in eleştiri okları özel olarak İnönü’ye
ve CHP’ye yöneltilmiş gibi görünse de, aslında İttihat ve
Terakki’den başlayarak son 40 yılın topyekün bir değerlendir-
mesini içerir.
Aşağıdaki cümleleri okuyunca göreceksiniz ki, bu sözlerin bu-
gün dahi söylenmesi büyük cesaret ister. Menderes, işte bu
cesareti göstermiş adamdır. Üstelik gayet açık meydan oku-
malardır bunlar.
İşte o on tehlikeli konuşma:
» “Siz bu rejimi devraldığınız zaman darağaçları kurdunuz, O
(İnönü) zannınca bu memleketin sahibidir. Tek başına memle-
kete tesahüb ediyor (sahip çıkıyor) ve tek başına bu memleket
hakkında konuşuyor. Bunu, bu hakkı nereden alıyor? Biz sizin
gibi istila veya fetih hakkına dayanarak mı geldik bu iktidara?”
» “Uzun seneler bir fetih hakkı olarak bu memlekete sahip ol-
dukları zannında olanlar, hayatlarının ileri devresinde ruhlarına
girmiş olan bu kanaati değiştirmek imkânını bulamazlar. Ken-
ADNAN MENDERES’İ
dileri, Allah tarafından memur olunmuş insanlardır! Telakkileri
böyledir.”
» “Bütün seçimlerde mağlup olurlar, yine de memleket bizim-
ledir, derler. Hükümet işlerinde şimdiye kadar hiçbir muvaffa-
kiyet (başarı) göstermemişlerdir. Gölge etmesinler, biz başka
ihsan istemiyoruz.”
» “1946 Türkiye’si ile 1954 Türkiye’si arasında asır farkı değil,
çağ farkı vardır.”
» “İsmet Paşa, kendi zamanında, ‘Ben memleketi idare edi-
yordum’ diyor. O devirde bu memleketi çocuklar da idare ederdi.
Çünkü herkesi susturmuş, bir tek kendisi konuşuyordu, mem-
leketi de böyle idare etti ve bu memleket seneler senesi olduğu
yerde saydı.”
» “(İsmet Paşa) 1946’da kendisinin mebus seçilmediğini
bilmiyor muydu? 4 yıl gayri meşru Devlet Reisliği (Cumhur-
başkanlığı) yaptığını İsmet Paşa bilmiyor mu? Vatandaşların
haklarını iptal etmek yolunda bizzat emirler vermemiş miydi?
İsmet Paşa milletvekillerini takip etmek için bütün milletvekil-
lerinin peşlerine hafiyeler koymamış mıdır?”
» “Bu memleketteki zulüm devri İsmet Paşa ile, onun iktidar-
dan düşmesiyle kapanmıştır. (İsmet Paşa) hırsı için bu memle-
keti bir baştan öte başa ateşe vermek isteyen adamdır. Paşa
yeter artık! Bu memleketi bizim gibi memleketin içinden gel-
miş olan insanlar idare etsin!”
» “Atatürk demokratik inkılabı tahakkuk ettirmemiştir (sonu-
ca ulaştırmamıştır), yarıda bırakmıştır.”
» “Millete mal olmuş inkılapları muhafaza edeceğiz, mille-
te mal olmamış inkılapları tasfiye edeceğiz.” (Nitekim Arapça
ezan yasağı millete mal olmamış inkılaplardan olduğu için kal-
dırılmıştır.)
» “Türk milleti Müslümandır ve
Müslüman kalacaktır.
Bu memle-
k e t t e
din hür-
r iyet ine
t e c a v ü z
etmek kim-
senin haddi
değildir. Hakiki
mümin ve samimi
Müslüman olanlar din
hürriyetinden tamamen
emin olabilirler.”
yasağı millete mal olmamış inkılaplardan olduğu için kal
mıştır.)
Türk milleti Müslümandır ve
üman kalacaktır.
memle-
t e
hür-
t ine
a v ü z
ek kim-
n haddi
dir. Hakiki
min ve samimi
üman olanlar din
yetinden tamamen
n olabilirler.”
TA
RİH
İPE GÖTÜREN SÖZLER
Doğrusu bize hükümdarlık değil, tür-bedarlık mukadder imiş. Çünkü gö-rüyorsunuz vatan viraneye dönmüş, düşman işgalinin her türlüsünü görü-yoruz!
Osmanlı İmparatorluğu’nun en zor
yılları, payitaht işgal altında, taht-
ta her fırsatta “Keşke padişah ol-
masaydım!” diyen Sultan Vahdeddin ve
ölene kadar sultanı yalnız bırakmayan
önce Bahriye Nazırı daha sonra siyaseti
hiç sevmemesine rağmen başyaver olan
gözüpek bir asker, Ahmed Avni Paşa. Bu
kitap ne bir tarih, ne de bir hatırattır. Bu ki-
tap, imparatorluğun en zor zamanlarında
Milli Mücadele’yi başlatması için Mustafa
Kemal Atatürk’ü Anadolu’ya gönderen Sul-
tan Vahdeddin’in ve bütün hazırlıkları ya-
pan, Bandırma Vapuru’nu türlü imkansız-
lıklar içinde Paşa’nın emrine sunan ve en
nihayetinde adı vatan haini olarak 150’lilik-
ler Listesi’ne son anda giren Ahmed Avni
Paşa’nın gözüyle bir dönem tasviridir.
Ahmed Avni Paşa, Sultan Vahdeddin’i hem
saltanatı boyunca hem de San Remo’da
sürgünde iken hiç yalnız bırakmamış, dikte
ettiği her sözü yazmış ve bu defteri ölene
dek yanından hiç ayırmamıştır. Kendisi ve-
fat ettikten sonra torunlarına intikal eden
ve özenle muhafaza edilen dede yadigârı
bu defter, yazıldıktan 90 yıl sonra ilk defa
Timaş Yayınları Tarih Kitaplığı’ndan çıktı.
» “Sultan Vahdeddin’in kayıp hatıratı ne-
rededir?
» “Her defasında “Keşke Padişah Olma-
saydım!” diyen Sultan Vahdeddin nasıl
padişah olmuştur?
» “Sultan Vahdeddin, Mustafa Kemal
hakkında Milli Mücadeleyi başlatmak
için Samsun’a gitmeden önce ve gittik-
ten sonra neler düşünüyordu?
» “Mustafa Kemal’i, Anadolu’da milli ha-
reketi başlatması için kim Samsun’a
göndermiştir?
» “Mustafa Kemal’i Samsun’a götüren
Bandırma Vapuru’nu kim bulmuş ve
emrine vermiştir?
» “Mustafa Kemal milli hareketi başlat-
madan önce Sultan Vahdeddin’in hu-
zurunda nasıl yemin etmiştir?
» “Ahmed Avni Paşa kimdir?
» “150 kişilik Vatan Haini Listesi nasıl ha-
zırlanmıştır?
» “Bu kişiler niçin ve nasıl vatan haini ilan
edilmişti?
» “İttihad ve Terakki, Kuvâ-yı Milliye nasıl
bir oluşumdur?
» “İttihad ve Terakki üyelerinin asıl mak-
sadı nedir?
» “Osmanlı İmparatorluğu’nu I. Dünya
Harbi’ne kimler, niçin sokmuştur?
» “Mustafa Kemal ve arkadaşları-
nın Amasya’da karanlık bir odada
aldıkları kararlar neydi? Osmanlı
İmparatorluğu’nun hazinesini hangi
paşalar boşaltmıştır?
» “Sultan Vahdeddin’in sürgünde nasıl bir
yaşam sürmüş ve nasıl ölmüştür?
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine,
Milli Mücadele ve sonrası hakkında merak
ettiğiniz bu ve buna benzer birçok sorunun
cevabını Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa
Anlatıyor kitabında bulacaksınız.
SULTAN VAHDEDDİN ve Sırdaşı AHMED AVNİ PAŞA’nın
Gözüyle Milli Mücadele Dönemi
AA’nınnnn AAAA’nn nın
mi
5Okur Yazar | Bahar 17
6 Okur Yazar | Bahar 17
EDEBİYAT
DEVİR MUHTEŞEMSÜLEYMAN DEVRİTarihi romanların vazgeçilmez ismi Okay Tiryakioğlu, aylarca bestseller listelerin-den düşmeyen romanı Kanuni’nin devamında okuyucuyu bu kez Sultan Süleyman hükümdarlığının en şaşalı dönemiyle buluşturuyor: Sultan, Bir Kanuni Romanı. Dö-nemin en merak edilen konuları yine maceralarla dolu bir kurgu ve soluk soluğa bir anlatımla okuyucuya aktarılıyor.
Sahneye ilk çıkan isim yine Vehimi’dir.
Kanuni’nin yavuz istihbaratçı-
sı yanına yardımcısını da alarak Ahi
dergâhlarından geçip dönemin en me-
rak edilen sorunları arasında başı çe-
ken Molla Kaabız olayının peşine düşer.
İç karışıklıkların tam ortasındaki Çelik
Hilal örgütünün akıbeti Kara Ömer’in
ismiyle müsemma ellerine kalmışken
Padişah’ın gönlünü hoş edebilen yegâne
sözler Hürrem Sultan’ın latif mektupla-
rından gelmektedir. Saraydaki rakip-
lerine kök söktüren kıvrak zekâsıyla
Pargalı İbrahim ise cihan hükümdarı-
nın gözünde biraz daha yükselirken bu
şöhret ona pahalıya patlayacak gibidir.
Tüm bu iç çekişmeler arasında Muhte-
şem unvanıyla ezeli düşmanları Şarlken
ve Ferdinand’a meydan okuyan Kanu-
ni Sultan Süleyman fetihlerine devam
etmektedir. Budin ve Estergon’un
ardından Viyana kapılarına
kadar dayanan, Bağdat se-
feriyle birlikte doğuya
da hükmeden Osmanlı
İmparatorluğu, Barba-
ros Hayreddin Paşa’nın
rüştünü ispatladığı Preve-
ze Muharebesi’yle denizlerdeki
hâkimiyetine de güç katacaktır.
Muhteşem Süleyman’ın karşısında
Avrupa’nın gücünü tek elde birleştir-
meye gayret eden amansız Şarlken…
Doğuda Şarlken’in desteğiyle güç topla-
yıp Osmanlı topraklarına göz diken Şah
Tahmasb… Sultan Süleyman’ın manevi
rehberleri Yahya Efendi ve Merkez Efen-
di Hazretleri… Osmanlı medeniyetinin
inşasının temel taşlarından Mimarba-
şı Koca Sinan Ağa… Ve Kanuni’nin Irak
seferinin en büyük manevi kazanımla-
rından Fuzuli... Cihan Padişahı Sultan
Süleyman Han’ın yedi iklime yayılan
hâkimiyet alanı ve büyük bir medeniyet
hareketi...
Peki zafer sevinci nereye kadar süre-
cek? Vehimi, Hürrem, Pargalı arasında-
ki saray çekişmesini kim kazanacak?
Pargalı’nın sonu ne olacak? Tüm soru-
ların yanıtı bu romanda…
ED
EB
İYA
T
Muhteşem Süleyman Ordusuna Sesle-niyor “
Ey Mübarek Sancak-ı Şerif altında
toplanan Müslümanlar! Ey yeniçeriler,
azaplar, sipahiler, humbaracılar, çarha-
cılar, akıncı beylerim, erlerim, erenlerim,
askerlerim! Cümle âlem bilir ki, Müslü-
manlar, yalnız ve yalnız Allah Rızasını
kazanmak için cenk ederler. İşte bizler
de buralara kadar, İslam dininin yayıl-
masına mani olmak isteyen fitnecilerle
harp etmeye geldik. Ölürsek şehidiz, ka-
lırsak gazi... Gayrı göreyim sizi!”
Hürrem’den Kanuni’ye Mektup
“Eğer siz, bu ayrılığın hicranıyla öz yüre-
ği alazlanmış, sinesi kahırlanmış, gözle-
rine kan düşmüş, ciğerine kürar değmiş
biçare kölenizi sorarsanız, Sultan’ından
ayrılıktan azim bir melal bilmeyen bu
aciz ah ile vah ile gece gündüz yollarını-
zı gözlemektedir. Kız kardeşiniz Hatice
Sultan dahi bahsinizi etmekten bitap
düşmüş, size dair yıllara ve yollara
vurgun iki kadın, günbegün eriyerek
mesut hatıraların gölgesinde söyleş-
mekteyiz. Zaman benim için nizamını
yitirmiştir Hünkârım. Gönderdiğiniz her
biri birbirinden kıymetli hediyelere şük-
ranlarımı sunar, dualarınızı niyaz ede-
rim. Ebedi aram-ı diliniz Hürrem.”
7Okur Yazar | Bahar 17
Pargalı İbrahim’den Güç Gösterisi
“Elverir!.. Bakın aziz Şövalyeler, dünya-
nın bu en büyük imparatorluğunu ida-
re eden kişi benim. Verdiğim hükümler
köklü ve kalıcıdır. Nedeni şu ki, cümle
güç benim elimdedir. Devlet vazifelile-
rini ve beylerbeylerini ben atarım. Ver-
diklerim verilmiş olarak kalır. Reddetti-
ğim detaylar ise asla kabul görmez. Her
şey benim kararımla olduğu için, yüce
Padişah’ın bile buyrukları benim ona-
yımdan geçmeden uygulanmaz. Savaş,
barış, politika, hazine hep benim elimin
altındadır. Sizinle böyle konuşmamın
nedeni, karşımda sıkılmadan, güven
duyarak rahatlamanızı sağlamak adı-
nadır…”
Düşman Kalesinden Haç İndirme
Kemal, Vehimi’den önce vardı kubbenin
üzerine. Ancak haçı sökme onurunu us-
tasına bırakmak istiyordu. Vehimi, o kat
kat nasırlı kaba parmaklarıyla sımsıkı
yapıştığı keskiyi öyle bir maharetle, haçı
kubbe üzerinde tutan sarmal çelik telle-
re ve bağlı uzantılarına saplayıp kopardı
ki, daha ana gövdeye hiç yüklenmeden
salip kımıldandı. Ardından harç içine gö-
mülüp kubbeye sağlamca oturtulmuş
haçın kanatlarından aynı anda sıkıca
kavradılar. O acı güçleriyle birkaç kez
yüklendiler; yumuşak ama ağır bir ma-
den olan altın fazla direnemedi ve bağ-
lantı noktasından acı iniltiler çıkararak
kırıldı.
Kanuni’nin Manevi Rehberleri: Merkez
Efendi ve Yahya Efendi
“Âcizane bize göre çare, devletin tarım
bölgelerindeki ihya faaliyetlerini arttı-
rarak sürdürmesi, nakit kaynaklarının
kaybedilmemesi için, eskisi gibi yakın
coğrafyada kuvvetle hâkim olunabile-
cek tüm ticaret yollarının tekrar can-
landırılması, ulaşım zorluklarını göz
önünde bulundurarak sorunlu bölgelere
ve sipahilere müdahalede gecikilmeme-
si ve dahi Safevi fitnesinin tamamen
kaldırılmasıdır. Ayrıca yeniçeri sayısının
artması, ulufeyle yaşayan ve devlet ha-
zinesinden geçinen bu geçimsiz sınıfın
cüretini ve zorbalıklarını desteklemek-
tedir. Başta her zaman sizin gibi dira-
yetli padişahlar bulunmayabilir Sulta-
nım. O takdirde Devleti Aliyye’nin hali
nic’olur?”
Vehimi Preveze’de Cenk Ediyor
Kılıç kılıcı, hançer hançeri örseledi; kal-
kanlar, tolgalar ve zırhlar parçalandı.
Alacakaranlıkta, amansızca tokuşan
çeliklerden fışkıran şerareler, yıldızla-
rın donuk yeşil ışığıyla boy ölçüşürken,
kamaşan sağlıklı gözüm tüm bunları
bir düşte yaşadığım hissini kuvvetlen-
diriyordu. Birkaç kez denize düşecek
gibi oldum. Ancak karanlık ve dalgalı
suların meşum görüntüsü beni o kadar
korkuttu ki, aklım başımdan gitti. Debe-
lendim, gençliğimi utandıracak yepyeni
bir güçle saldırdım; merhametsizce vur-
dum, haykırarak, akşamın loşluğunda
iyi seçemediğim düşmanca bir şeyleri
kırdım, hırıl hırıl soludum, köpük köpük
kan tükürdüm, ama o karanlık dalgalara
düşmedim.
Pargalı’nın Son Gecesi
İbrahim, tek çıkışın ana kapı olmadığını
biliyordu. Pencereler kafesli olduğu için
bu imkânsızdı, ancak arkadaki istira-
hat odasına ulaşabilirse eğer kafessiz
havalandırma bacasından dışarı sü-
zülebilirdi. Gerçi her bölgede bekleyen
nöbetçiler mevcuttu ama olsun varsın.
Hareket halinde olduğu sürece yine de
bir şansı var demekti. Belli belirsiz gü-
lümsedi ve “Nihayet istediğin oldu Hür-
rem,” diye fısıldadı. “Seni bu saraya alan
ben değil miydim Hürrem? Her şeyini
bana borçlu değil miydin Hürrem? Ya
ben sana ne ettim Vehimi? Ben size ne
ettim?..”
8 Okur Yazar | Bahar 17
TA
RİH
KANUNİ DÖNEMİ:
Osmanlı’nın en önemli dönemlerinden olan Kanuni dönemini,
İlber Ortaylı farkıyla okuduğunuzda; “Sen benim İstanbulum-
sun” diyerek yücelttiği Hürrem Sultan’ın Kanuni üzerindeki et-
kisini, Kanuni’nin kendi döneminde dünyadaki gelişmeleri nasıl
yakından takip ettiğini, Protestanlığın yayılmasını nasıl destek-
lediğini, Portekizlilerin Baharat Yolu’nu kesmesi ve Kızıldeniz’in
ağzını kapatıp kutsal yerleri tehdit eder hale gelmelerini ve
Kanuni’nin bu duruma müdahalesini ve Portekizlilere Akdeniz
yolunu engellemesi ile ilgili ayrıntıları okuyorsunuz.
OSMANLI’NIN MODERNLEŞME SÜRECİ:
Bu bölüm geniş bir tarihi dönemi önümüze seriyor ve ezbe-
rimizi bozuyor. Osmanlı’ya hasta adam diyen ama kendi-
si Osmanlı’dan çok daha kötü durumda olan Çar I. Nikola’yı,
Osmanlı’nın bu dönemde eğitim alanındaki çok ciddi atılımları-
nı, kurulan mühendislik okullarını veya matbaanın geç gelmesi-
nin anlatıldığı gibi olmadığını şaşırarak okuyorsunuz.
İSRAİL OĞULLARI:
Bu bölümde, İsrail’ in kelime anlamının, ‘Tanrı ile güreş tutan’
olduğundan başlanarak, üç bin yıllık Musevi tarihine kadar de-
ğiniliyor. Okuduğunuz sayfalarda Ömer Faruk Harman’ın katkı-
larını da unutmamak gerek.
I. DÜNYA SAVAŞI, OSMANLI VE MİLLİ MÜCADELE:
Bu bölüm bilgilerimizin daha net olduğu yakın tarihi anlatılıyor.
Savaş öncesi dünya dengeleri, savaş sonrası yeniden şekille-
nen dünya ve Osmanlı’nın çaresizliğiyle Kurtuluş Savaşı’na gi-
den süreç anlatılıyor.
TARİHİN GÖLGESİNDETAHA AKYOL - İLBER ORTAYLI
Taha Akyol’un Türkiye’nin gündeminde olan birçok konuyu konuştuğu İlber Ortaylı ile hazırladığı bu kitap tarihseverler için kaçırılmaması gereken bir eser.
Osmanlı ile Roma hanedanı ve diğer büyük hanedanlıklarla
benzerlikleri ve farklılıkları, aristokrasinin olup olmadığı, padi-
şah evliliklerinde yabancı soydan olanların durumu, padişahla-
rın nasıl eğitildikleri farklı bir anlatımla karşımıza çıkıyor.
MİLLİYETÇİLİK VE HANEDANIN SÜRGÜNÜ:
Kitabın son bölümlerinde dünyadaki değişmelere paralel ola-
rak Osmanlı hükümranlığındaki milletlerde başlayan milliyetçi
akımlar, kilisenin etkinliği ve mezhep farklılığına bağlı uluslara-
rası çekişmeler anlatılıyor. Hanedanın sürgünü bölümünde ise
uzun bir zaman dilimine yayılan Osmanlı çöküş sürecinin tüm
günah ve sevabıyla nasıl bir avuç insanın sırtına yıkıldığını, sür-
gün dönemindeki sefaletlerini okuyorsunuz.
İlber Ortaylı:
Muhteşem Süleyman büyük bir mareşal, usta bir kuyumcu,
beğenilen bir şairdi. Yaptıklarını ve yaşadıklarını, bir hükümdar
olmanın ne demek olduğunu anlayarak değerlendirmek gerekir.
Kanuni üzerinden aleme ders vermek manasızdır.
İlber Ortaylı:
Osmanlı hükümdarı, Ortaçağların bitiminde, Yeniçağ’da ortaya
çıkan ve kesintisiz olarak devam eden bir sülalenin temsilcisi-
dir.
ola’yı,
mları-
mesi-
tutan’
ar de-
katkı-
tılıyor.
ekille-
na gi-
Osmanlı hükümdarı, Ortaçağların bitiminde, Yeniçağ’da ortaya
çıkan ve kesintisiz olarak devam eden bir sülalenin temsilcisi-
dir.
9Okur Yazar | Bahar 17
TA
RİH
Yeni Bir Yıl, İki Yeni İsim
Her geçen gün artan okuyucu kitlesinin
de etkisiyle Tarih alanında oldukça çok
eser yayınlanıyor ve şüphesiz çoğu da
okuyucuların raflarında yerlerini alıyor.
Sahip olduğu akademik kitaplığa her ge-
çen gün yenilerini ekleyen Timaş Tarih,
yeni yıla alanında uzman iki yeni isimle
beraber giriyor.
Bunlardan biri; eserleri Cambridge Uni-
versity Press’te basılan ve George Town
Üniversitesi’nde Profesör olarak göre-
vine devam eden Macar tarihçi Gabor
Agoston tarafından araştırılan Osmanlı
askerî teknolojisi ve silah sanayisi…
Oryantalist ve Avrupa merkezli görü-
şe göre gücünün doruğundaki Osmanlı
İmparatorluğu, Avrupa üstünlüğü ve
gelişen teknolojik gelişmeler karşısında
modernleşmeyi başaramayıp gerile-
meye başlamıştı. İleri sürülen tüm bu
tezlere göre, Osmanlılar “muhafazakar”
oldukları için dünyada meydana gelen
dönüşüm sürecine mesafeli kalmayı
CEMİL KOÇAK, 1956’da
İzmir’de doğdu. 1978’de
SBF Basın-Yayın Yüksek
Okulu’ndan mezun oldu. SBF’de
yüksek-lisans ve doktora eğitimine
devâm etti (1978-1980). 1990 yı-
lında Âfet İnan Târih Araştırmaları
Ödülü’nü kazanan Türkiye’de Millî
Şef Dönemi (1938-1945) yazarın
doktora tezidir (1985). Makâleleri ve
kitap tanıtma yazıları, başta Târih
ve Toplum ve Toplumsal Târih ol-
mak üzere çeşitli dergilerde yayınlandı. 1984-1999 yılları ara-
sında TÜBİTAK’ta çalışan yazar, hâlen Sabancı Üniversitesi Sa-
nat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak, yakın
dönem siyâsî târihimiz ile ilgili araştırmalarını sürdürmektedir.
GÁBOR ÁGOSTON, Budapeş-
te Üniversitesi Tarih ve Tür-
koloji bölümlerinden mezun
olup, 1986’ta doktora, 1994’te do-
çentliğini aldı. 1986 ile 1998 tarih-
leri arasında Budapeşte ve Pécs
Üniversitelerinde Macar ve Osmanlı
tarihi dersleri verdi. 1998 yılından
beri Georgetown Üniversitesi Tarih
Bölümü’nde öğretim üyeliği yapan
Gábor Ágoston, 15.-18. yüzyıllar
arası Osmanlı, Habsburg ve Macar
tarihi ile ilgili İngilizce, Türkçe, Macarca ve Almanca dillerinde
yayımlanmış, 60’ı aşkın makalenin ve beş kitabın yazarıdır.
Kitapları Oxford, Cambridge, Thames&Hudson gibi dünyanın
önde gelen yayınevleri tarafından yayınlanmaktadır.
tercih ediyor, bu da “teknolojik bir gerilik”
olarak tezahür ediyordu. Oysa Osman-
lılar Avrupa askerî teknolojisindeki ge-
lişmeleri gayet yakından takip etmişler,
Avrupa ve Ortadoğulu rakipleri üzerinde
zaman zaman üstünlük kurmuş, hatta
bu üstünlüğü de muhafaza etmeyi ba-
şarabilmişlerdir. Öyle ki sahip oldukları
ateşli silah üretim gücüyle kendi kendi-
lerine yetebilen bir düzenek kurabilmiş-
lerdir. Evet, diğer yandan da büyük bir
imparatorluk çöküşe adım adım yaklaş-
maktaydı ama öğretilenin aksine bunun
ardındaki gerçek sebepler sadece bun-
lar mıydı?
Tamamen arşivlere dayanarak hazırla-
nan OSMANLI’DA STRATEJİ VE ASKERÎ GÜÇ, Osmanlı Devleti’ni Avrupa bağla-
mında ele alan ilk eser olmasıyla dik-
katleri üzerine çekiyor. Daha da önem-
lisi Macar bir tarihçi dışarıdan bakarak
Osmanlı askerî gücünü anlıyor ve Or-
yantalist ve Avrupa merkezli tezlerin
çoğunu çürütüyor.
Diğeri ise, Yakın tarih denilince titiz
araştırmacılığıyla ilk akla gelen önemli
tarihçilerden biri olan Sabancı Üniver-
sitesi akademisyenlerinden Prof. Dr.
Cemil Koçak’ın kaleminden GEÇMİŞ AY-RINTIDA SAKLIDIR…
Bu kitabı ile yakın tarihimiz konuşulur-
ken sıklıkla duyduğumuz birçok önemli
başlığı belgeler, anılar, eserler ve ga-
zeteler aracılığıyla yeniden inceleyen
Prof. Dr. Cemil Koçak, bir yandan tarihi
yazanların, tarihi yapanları nasıl tahrif
ettiğini gösterirken, diğer yandan da
geçmişin ayrıntılarda saklı olduğunu
okurlarına bir kez daha hatırlatıyor. İt-
tihatçıların ilginç hatıralarından Çanak-
kale Savaşı’na, Osmanlı’dan günümüze
bir sadrazam ailesinin hazin öyküsün-
den İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de
yaşananlara kadar pek çok bilgi, ilk defa
bu kitapta okurlarla buluşacak...
10 Okur Yazar | Bahar 17
Roma-Bizans döneminde Doğu ile Batı’nın sınırı sayılan Tuna’nın güneyinde doğup, yaşam rotasını Batı, çalışma eksenini ise Doğu olarak seçen Kemal H. Karpat’ı, diğer tarihçiler arasında farklı kılan en önemli özellik, salt
“laiklik-modernizm-İslam” ve “Türk Devletleri” gibi başlıklar altında sıralanabilecek özgün çalışmaları değil, yaşananı sürekli takip etmesi, yaşananı geçmişten devralınan miraslar ışığında yeniden ve yeniden incelemesi ve tüm bunların aktüel politikayla sürekli bağlarını kurmasıyla birlikte bu süreçte de yerleşik, resmi ya da sivil kalıpları tekrar tekrar sorgulamasıdır.
Hayatı boyunca hep “aktüel”in birebir içinde olan Kemal H. Karpat, Türkiye’nin bir çırpıda sayıvereceğimiz önde gelen politi-kacı ve devlet adamlarının büyük çoğunluğu ile ilişkiler kurmuş, Anadolu’nun köylerinde incelemeler yapmış, hakkında yazı yazdı-ğı tüm Türki cumhuriyetleri ve Ortadoğu’yu “sahada, yerlerinde” incelemiş, tabiri caiz ise “yaşayan” bir tarihçi olmuştur. Yaşa-dıkça, tarihi de genç ve canlı tutmuştur. Ömrünün elliden fazla yılını Amerika’da geçirmiş olmasına karşın, günümüze ışık tutan yakın geçmişimize dair klasik sayılabilecek eserler yazmıştır. Tüm bu külliyâtı Timaş Yayınları Tarih Kitaplığı yayımlanmaya devam etmektedir. Bu kitapları tekrardan hatırlamak gerekirse:
Dağı Delen Irmak: Bu kitap, Kemal H. Karpat’ın 89 yıllık yaşa-mını, hangi okullarda okuduğunu, nasıl dünya çapında bir tarihçi olduğunu bütün detayıyla anlattığı nehir söyleşidir.
Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din: Siyaset bilimi ile ta-rihin buluşma noktasında Türk toplumunun son yüz elli yılda geçirdiği sosyal, ekonomik ve siyasal değişime ilişkin kuşatıcı bir perspektif sunan kitap; Osmanlı’dan bugüne Türkiye’de si-yasal katılımın halka halka genişleme sürecini, bir bakıma Türk demokrasi tarihinin toplumsal arka planını anlatıyor.
Osmanlı Nüfusu: 19. yüzyıl boyunca ve erken 20. yüzyılda yapılan tüm Osmanlı nüfus araştırmaları üzerine kurulu olan kitap, Osmanlı toplumunun sadece demografik yapısı analiz etmiyor, aynı zamanda son dönem Osmanlı’daki kentleşme oranını, gelir düzeyini, yeni ekonomik birimleri, zenginleşen ve güç kaybeden “milletleri” daha iyi anlamayı sağlıyor.
Osmanlı’dan Günümüze Asker ve Siyaset: Kemal H. Karpat bu kitabında asker siyaset ilişkisini darbeci askerlerin çocuklarını analiz edecek derecede detaylı bir şekilde ele alıyor. 31 Mart olayından 80 darbesine, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na sürüklenişinden devşirme sistemine kadar asker-siyaset ilişki-sini toplumsal kökenlerini gözler önüne sererek inceliyor.
Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum: Bu çalışma toplum ile edebiyatın arasındaki karşılıklı etkileşimi örneklerle
Tarih Yazan AdamKemal H. Karpat Külliyâtı
TA
RİH
ortaya çıkarmakla kalmıyor, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yaşanan büyük sosyal değişimin, Türkiye’nin gerçek anlamda kültürel, siyasal bütünleşmesindeki rolüne de ışık tutuyor.
Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler: Kemal H. Karpat’a göre bu kitabın ana amacı, “tarihi göçleri, yani 19. ve 20. yüzyıl Rumeli, Kırım, Kafkas Müslümanlarının Osmanlı topraklarına göçlerini genel olarak gözden geçirerek, bu göçlerin yeni bir Türk toplumunun oluşumuna katkılarını incelemek.”
Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji: Türkiye’nin modern-leşme sürecinde kimlik oluşumlarının izlerini tarihte arayarak okura çok boyutlu bir politika ve tarih okuması sunan bu kitap Türkiye’yi gerçek demokrasiye götürecek bir çaba ve arayış etrafında dönen siyasi, ideolojik ve kültürel olayları inceliyor.
Türk Demokrasi Tarihi: Osmanlı İmparatorluğu’nda reform ha-reketi, Osmanlı toplumsal sınıfları ve savaş yılları, Cumhuriyet’in kuruluşu ve Cumhuriyet Halk Fırkası, hürriyetin ilk belirtileri ve muhalif partilerin kuruluşu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti’nin yükselişi, Ba-tılılaşma ve davranış değişimleri, komünizm ve etkileri Kemal H. Karpat’ın kaleminden.
Osmanlı’dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milli-yetçilik: Millet, milliyetçilik kavramının tarihî gelişimi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde millet ve milliyetçilik, Osmanlı sonrası devletler arasındaki uyumsuzluğun neden-leri, Medeniyetler çatışması, Türk-Arap ilişkileri, Türkiye-İsrail ilişkileri ve Batı’daki Ortadoğu çalışmalarının arka planını, Kemal H. Karpat bütün ayrıntılarıyla bu kitapta anlatıyor.
Türk Siyasi Tarihi: Türkiye’de modern siyasal sistemin baş-langıcı olarak 1876 Tanzimat Fermanı’nı kabul eden Kemal H. Karpat, bu yeni anayasal süreçle beraber Osmanlı toplumun-da nelerin değiştiğini, dönemin önde gelen edebiyatçıların ve düşünürlerinin eserlerinden, gazete yazılarından yola çıkarak yorumluyor, bu yorumlarını da belgelerle zenginleştiriyor. Daha sonrasında Meşrutiyet’in ilânı ve Jön Türk Devrimiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal rejimi olan “istibdat dönemi”nin bitişi ve akabinde Cumhuriyet’in ilânı, CHP’nin tek parti olarak dev-letin başına gelmesi, en nihayetinde çok partili sisteme geçiş, ordunun her dönemde nasıl siyasal rejimin en önemli unsuru haline geldiği ve aralarda yaşanan darbeler. Kemal H. Karpat, bu kitabında tarihin ancak edebiyat, sosyoloji, psikoloji ve felsefe gibi ilim dallarıyla kullanıldığında temel sorulara nasıl cevap verdiğini birbirinden farklı birçok örnekle sentezleyerek oku-yucusuyla paylaşıyor.
11Okur Yazar | Bahar 17
PS
İKO
LO
Jİ
11Okur Yazar | Bahar 17
Anne baba olmak, dünyanın en önemli ve aynı zamanda en anlamlı işi. Emek ister ama karşılığı dünyalara değer. Me-suliyeti çoktur ama evlat sevgisi söz konusu olunca insana hiçbir şey zor gelmez.
Doğru anne babalığın nasıl olduğu aslında iç dünyamızda ve geleneksel kodları-
mızda yazılı. Prof. Dr. Nevzat Tarhan işte buradan bakarak, çocuk eğitiminin en
esaslı noktalarını bir araya getiriyor. Doğru anne babalığın mihenk noktaları-
na değinerek her ailede yaşanabilecek sorunlar hakkında çözümü kolaylaştıran
öneriler getiriyor. Bizlere ebeveyn olmakla üstlendiğimiz en önemli vazifeyi ha-
tırlatırken aile içinde yaşanan pürüzlerde çözümün aslında ne kadar yakınımızda
olduğunu da gösteriyor.
İşte hemen hayata aktarılabilecek önerilerle dolu bir çocuk eğitimi rehberi olan
“Sen Ben ve Çocuklarımız”dan anne babalara tavsiye niyetiyle alıntıladıklarımız:
» “Çocuğun ruh hali elastiktir; eğitimdeki hatalar düzeltildiğinde çocuk yeni du-
ruma kolaylıkla uyum sağlayabilir, değişebilir, kendindeki hataları düzeltebilir.”
» “Ten teması bebeğin sevildiğini hissetmesini sağlar, bebekte temel güven
duygusu oluşturur. Hem anne hem de çocuk birbirlerine mutluluk ve rahatlık ve-
rir; birbirlerinin eksiklerini tamamlamış olurlar.”
» “Çocuk eğitimindeki en büyük sorunlardan biri ebeveynlerin aynı dili konuş-
muyor oluşudur.”
» “Evlilikte anne-babanın öncelikle doğru insan, eskilerin deyimiyle insan-ı
kâmil olmaya gayret etmeleri gerekir.”
» “Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, çocuğun 0-6 yaş arasında öğrendikleri
6 yaştan sonra öğrendiklerden daha çoktur.”
» “Özgüven sahibi bir çocuk yetiştirmenin en önemli kriterlerinden bir tanesi
çocuğun kişiliğini övmemek ise, bir diğeri de çocuğun kişiliğini eleştirmemektir.”
» “İnsan kendisine hangi sıfatla hitap edilirse zamanla o rolü benim-
semeye başlar. Yalan söylediği çocuğun yüzüne sürekli olarak vurulursa
çocuk bir süre sonra yalanı sıradanlaştırır.”
» “Çocuğun fiziksel sağlığı yerindeyse, herhangi bir iç hastalığı yoksa anne ye-
mek yemeyen çocuğu karşısında kendisini suçlu ve sorumlu hissetmemelidir.”
Çocuk eğitimi denince anne babaların ilk aklına gelen, en çok kulak verdikleri isim
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “SEN BEN VE ÇOCUKLARIMIZ” ile tüm ebeveynlere gü-
venilir bir rehber sunuyor.
Sen Ben ve Çocuklarımız
12 Okur Yazar | Bahar 17
Türkiye siyasetinin son birkaç yılı-na damga vuran kelimelerden birisi “Ergenekon” oldu. Bir Türk desta-nından alınan bu ismin, bir terör ör-gütüne ait olduğu iddia ediliyor ve bu konuyla ilgili dava hâlâ sürüyor. Ergenekon’un yapılanmasında dik-kat çekici olan şey, bu örgütün med-ya, yargı, asker, bürokrat, polis gibi çok sayıda ayağının olması. Bugüne kadar Türkiye kamuoyunda büyük tartışmalar, siyasetçiler arasında ciddi anlaşmazlıklar yaratan bu ör-gütün adı, bu kez farklı bir şekilde ortaya çıkıyor.
Ortaya çıkış öyküsü nasıl yazılırsa ya-
zılsın, PKK ve Abdullah Öcalan, 12 Eylül
düzeninin oyun kurucusu olarak saha-
ya sokuldu ve hâlâ pozisyonunu koru-
yor. 12 Eylül sonrası Diyarbakır Askeri
Cezaevi’nin kadro altyapısını oluşturdu-
ğu PKK, birçok derin ve gizli hesabın ciro
edildiği bir platformdur.
PKK’nın kuruluşundan, Abdullah
Öcalan’ın yakalanışına ve günümüze ka-
dar gelen dönemde PKK ve derin devlet
arasındaki ilişkileri ifşa eden Kürt Er-
genekonu bize hiç bilmediğimiz, gizli ve
karanlık bir tarih anlatıyor. Belgelerle,
tanıkların ifadeleriyle ortaya konan bu
gerçekler PKK’nın bambaşka bir yüzünü
gözler önüne seriyor.
» Hapse giren Öcalan’ı devlet nasıl bir
operasyonla kurtardı?
» Öcalan’a ev arkadaşlığı yapan subay-
lar kimlerdi?
» Diğer tüm arkadaşları tutuklanırken
ona neden dokunulmadı?
» Abdullah Öcalan’ın yanından ayırma-
dığı MİT mensubu Pilot Necati’nin sırrı
ne?
» Ergenekon’dan tutuklu JİTEM komu-
tanı Veli Küçük’ün PKK ile nasıl bir ilişkisi
var?
» Öcalan’ı defalarca ipten alan devlet
adamlarının amacı ne?
» Öcalan ve Karayılan arasında bir ik-
tidar mücadelesi var mı? Bu çekişmede
İran’ın rolü ne?
» Bir devlet denemesi olan KCK yapı-
lanmasının kodları neler?
» PKK, bir Kürt-İslam sentezi mi yarat-
maya çalışıyor? BDP’nin din ile ilgili çıkışı-
nın nedeni ne?
» Usta gazeteci Şamil Tayyar, ‘Fırat’ın
ötesindeki’ Ergenekon yapılanmasına
elinizdeki kitapla ilk defa ışık tutuyor…
» “Şamil Tayyar dostumun “Kürt Er-
genekonu/Derin PKK’nın Kodları” isimli
kitabı mutlaka hemen alınıp okunması
gereken bir kitap.”
(Aziz Üstel, Star, 15.10.2011)
KürtErgenekonu
Türkiyna da“Ergennındangütünbu koErgenkat çeya, yaçok sakadar tartışmciddi agütünoro taya
Ortaya
zılsın,
düzeniŞamil Tayyar
1965 yılında Gaziantep’in İslâhiye İlçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İslâhiye’de tamamladı. 1986 yılında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Gazeteciliğe 1985 yılında henüz öğrenciyken Milliyet Gazetesi’nde başladı. 23 yıllık meslek hayatının 17 yılı Milliyet ve Sabah gazetelerinde geçti. Şu anda Star Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi olan Şamil Tayyar, aynı gazetede köşe yazarı olarak günlük makaleler yazıyor.
PO
LİT
İKA
AZİZ ÜSTEL/ Star Gazetesi
13Okur Yazar | Bahar 17
Dünyanın Yeni Bir Vicdana İhtiyacı Var
Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra, tüm dünya gele-cekte ne olacağına dair bir belirsizlik yaşadı. Bu gelişmeleri kutlayanlar olduğu kadar, yeni dönem-
den kuşkulanan ve umudunu kaybeden kesimler ortaya çıktı. İki kutuplu bir dünyadan yeni bir dünya düzenine geçiş yaptığımız bu uğrakta, hemen her entelektüelin gündeminde bu “yeni dünya” vardı.
13Okur Yazar | Bahar 17
Aradan yıllar geçtikçe, nelerin değiştiğini, yeni dünyanın hangi
bakımlardan yeni olduğunu, geçmiş günlerden nelerin arta kal-
dığını daha iyi görüyoruz. Bu yeni dünyayı işaret eden ve daha
iyi anlamamızı sağlayan kavramlardan biri de “küreselleşme”
oldu. İki kutuplu bir dünyadan, kutupsuz, ulus-devlet sınırla-
rının gevşediği, sermayenin görece serbestçe hareket ettiği,
ekonominin temelini teknolojinin ve beyinsel yaratıcılığın oluş-
turduğu bir dünyada yaşıyoruz artık.
İşte bu dünyada yeni bir etiğe, yeni bir ahlak anlayışına ve niha-
yet yeni bir vicdana ihtiyacımız var. Bu yeni vicdanı oluşturur-
ken günümüzün ihtiyaçlarını yeniden düşünmemiz, bugünün
sağlam bir analizini yapmamız gerekiyor. İşte Küresel Vicdan
tam da bunu yaparak, bizlere hem yeni dünyayı tanıtıyor hem
de geleceğe ilişkin yeni perspektifler sunuyor. Küresel vicdana
neden ihtiyaç duyduğumuzu şöyle açıklıyor Mehmet Altan:
» İnsanın bir şekilde beyinsel buluşları çağımızda en büyük
zenginliği yaratıyor. Kol gücü etkisini kaybediyor. Facebook’u
bulan gencecik bir çocuk parası olmadığı halde dünyanın en
büyük zengini. Yeni çağda zenginliği babadan. Anadan kalan
sermaye birikimi oluşturmuyor. İnsanın bugün beyinsel buluş-
ları. Dünyanın en büyük zenginliğini oluşturuyor. İnsan beyni en
büyük zenginliği yaratıyorsa. Hayat insan üzerinden yeniden
şekillenmeye başlıyor. İster istemez yeni bir vicdan bulunmak
zorunda. Bir dünya vatandaşı olarak Van’da deprem olduğun-
da İstanbul’u etkiler mi diye sormamak gerek. İnsan sömürü-
sü eskisi kadar zenginlik yaratmıyor ve zaten insan sömürüsü
varsa vicdan olmaz.
Umutlu ve ufukta daha güzel günler görmek isteyen bir kitap
Küresel Vicdan. Mehmet Altan’ın kaleminden düne, bugüne ve
geleceğe dair düşüncelerimizi tazeleyecek bir çalışma…
“Küresel Vicdan bir geçiş dönemi kitabı; bir tezi olduğu kadar
bir talebi de var. Ben, insanı merkeze alan bu siyaset ve ahlâk
talebini önemsiyorum; kendi hesabıma, bu talebi karşılayan
zihniyetin bugün hâlâ en iyi tarifini demokratlıkta bulduğuna
da inanıyorum. ”Siyasetsizlik” sorununun çözümü olmasa da,
çözümün başlangıç yeri de burası galiba.”
(Neşe Düzel, Taraf, 28.10.2011)
“Mehmet Altan Küresel Vicdan kitabında kapitalizmin ‘ahlakı-
nın’ temellerini anlatıyor ve bunun eleştirisinden yola çıkarak
yeni bir vicdan tanımı yapıyor. Bu tanımlamanın bireyi merkeze
alan ama bireysel değil toplumsal-küresel bir kurgu iddiası ta-
şıdığını söyleyebiliriz.”
(Cemil Ertem, Star, 25.12.2011)D
ÜŞ
ÜN
CE
14 Okur Yazar | Bahar 17
NASIL BİRANAYASA?
DÜ
ŞÜ
NC
E
Osman Can son kitabı “Yol Ayrımında”da,
hem anayasa tarihimize hem de dünya-
daki farklı anayasa örneklerine değine-
rek, yeni anayasa tartışmalarına yeni bir
boyut kazandırıyor.
Anayasa yapmak ile anayasa yazmak
arasındaki farka işaret ederek, anaya-
sa tartışmalarına tüm toplumu davet
eden Osman Can, hem kavramsal hem
de tarihsel bir zeminde tartışıyor ana-
yasayı. Özgürlüklerin önünde engel ol-
mayan, mevcut düzeni korumanın değil,
gelişmelere uyum sağlamanın garantörü
olan bir anayasanın ipuçlarını görüyoruz
bu kitapta. Kitabında hem dünyanın
hem de Türkiye’nin anayasa deneyimle-
rini ele alan Osman Can, hayatın içinden,
demokrasinin önünde engel olmayan,
özgürlüklerin önünü açacak yeni bir ana-
yasanın nasıl yapılabileceğinin yol işa-
retlerini veriyor.
Anayasa Yapmak
Anayasa yapmak demek, bir devlet üret-
mek veya mevcut devletin anayasal dü-
zenini değiştirmek demektir. Bu da, dev-
leti ve o devleti üreten anayasayı ortaya
çıkaran dinamikler ne olursa olsun, ana-
yasanın toplumda belli bir karşılığının ol-
ması, kısmi de olsa bir onaya dayanması
gerekliliğini ortaya koyar. Bu onay yoksa
devlet ayakta duramaz.
Anayasalar Toplum Tarafından Yapılır
Demokratik ülkelerde anayasa, onu üre-
ten kurucu irade niteliğindeki toplumun
talep ve beklentilerinin ortaya çıkmasıy-
la toplum tarafından yapılır; demokratik
temsilciler tarafından da yazılır. Hukuk-
çuların desteği, işte bu yazım aşamasın-
da, yani hukuk kuralları biçiminde ifade
etme aşamasında gereklidir.
Anayasa Yapmak Uzmanların İşi Değildir
Türkiye’de anayasanın bu şekilde bir uz-
manlık alanı olduğu düşüncesi, toplumun
anayasaya ve devlet yapılanmasına, kı-
sacası siyasal sisteme yabancılaşma-
sına sebep oldu ve toplumun siyasetin
aktörü olmasını engelledi. Bunun kaçı-
nılmaz sonucu olarak Türkiye’de anaya-
salar, gerçekte hiçbir zaman toplum söz-
leşmesi anlamında anayasa kavramına
karşılık gelmedi.
Türkiye’de Anayasa Özgürlüklerin Önünde Engeldi
Türkiye’de anayasa; özgürlük ve eşitlik
temelinde bir toplumsal ve siyasal dü-
zen isteyenlerin karşısına çıkarılan, buna
karşın merkezde iktidarını sağlamlaştır-
ma arayışında olan güçlerin müracaat
ettikleri, önemseyip kutsadıkları üstün
bir “hukuk” metnidir. Başörtülü olarak
üniversiteye gitmek istenildiğinde, kar-
şılarına, o alanı düzenlediği iddiasıyla
anayasa çıkar. Kürt sorunu veya özgür-
lükler dendiğinde, karşınıza anayasanın
bir maddesi çıkar.
Anayasa Özgürlükler Karşıında Sus-malıdır
Sorunların çözülmesinin önünde engel
olmayan, toplumun kendi sorunları hak-
kında herhangi bir fikir beyan etmeyen
ve bu konuları toplumun bizatihi kendisi-
ne bırakan bir anayasa üretmektir “ideal”
olan. Toplumsal sorunların çözülmesinde
herhangi bir şey söylemeyen ve susan
bir anayasaya ihtiyacımız var. Kısacası
anayasa, özgürlük konusunda, bireysel
tercihler konusunda susmalıdır.
AYM Ve HSYK’nın Yeni Yapısı da Aşıl-mamalı
Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın bu ya-
pısı da, aşılması gereken bir yapıdır. Bunu
sadece bir geçiş dönemi olarak kabul
edebiliriz. Ama bu, bize bir şey ifade edi-
yor: Kurumların yapısını değiştirmeden,
özgürlüğümüzü garanti altına alamayız.
Aynı şey ordu için de geçerlidir.
Hukuk Demokrasinin SIınırlarını Be-lirlememli
Türkiye’de hukuk devleti, operasyonel
olarak kullanılan bir kavramdır ve parla-
mentoyu sınırlandırmak, anlamsızlaştır-
mak ve demokrasiyi işlevsizleştirmek için
kullanılır. Hukuk devletinin hukuk idesiy-
le, hukuk sistemiyle ve bunun mantığıyla
ilgisi kurulmuş değildir. Parlamentonun,
özgürlüğün önünü açabilecek olan bütün
tasarruflarının iptal edilmesinde, hukuk
devleti kavramı gerekçe olarak kullanılır.
Anayasa Herşeyin Çözümü Değil
Anayasa çözümün kendisi de değildir. Çö-
züm olanağı yaratacak bir enstrümandır.
Çünkübarışı tesis edecek olan toplumsal
ve siyasal müzakeredir. Devlet ve onun
normları değildir.
“Toplumun reflekslerine olumlu ve hızlı yanıt verebilen, kendini yalnızca toplumsal aktörlere karşı sorumlu gören bir siyasal yapılanmanın araçları ile siyasal kurumlar arasında karşılıklı denge ve kontrol mekanizmasını yaratan bir anayasadan başka çözüm yolu yok.”
15Okur Yazar | Bahar 17
Yaklaşık beş yıldır gazete yazıların-dan takip ettiğim Leyla İpekçi’nin yazarlığını tanımlamam gerekse ona “vicdan yazan” derdim.
Bir vakayı aynı hafta boyunca ele alan
onlarca benzer ve çoğu kez yüzeyde do-
laşan yazı arasında İpekçi’ninkiler vicdanı
esas alan derinliğiyle en gerçek bakıştır
kanaatimce. Vicdan, günün unutulan
kavramı; vicdanlılık haslet olmaktan
çoktan çıkmış, otantik bir değerdir ar-
tık. Ülkenin -ve elbette dünyanın- baş-
lıca sorunlarına “çağdaş” usullerle el
atılmaktadır! “Çözülen sorun, yerine ye-
nisini koymayı gerektirir” anlayışıyla sü-
ren seyirci siyasetin sorun çözücü, öneri
getirici teknik adamlar, her meselenin
en marjinal boyutlarına kadar eğitilmiş,
araştırmış uzman köşe yazarları vardır
artık. Kimileri derinlemesine tekniktir,
kimileri derinlemesine sığ... Ama tümü-
nün ortak özelliği, vicdanı sefil bir sokak
köpeğine karşı duyulan acıma hissiyatı
olarak kabul etmeleridir. Vicdanı canlı
severlik olarak algılayanlar için zaman da
çok sarih, algılanabilir bir kavramdır. 7/24
formülüyle özetlenmiştir zaman, 7 gün,
24 saat...
ZAMANI BİZ YAPMADIK
Peki, böyle değilse nedir? Aslında Leyla
İpekçi yıllardır yazdığı yazılarda ve ro-
manlarında bu sorunun yanıtını veriyor:
Vicdan esastır ve zaman herhangi birime
eşit değildir.
İşte bu savın daha vurgulu, daha öznel,
bütünsel ve daha kapsamlı halini “Ge-
cenin İkinci Rüyası”nda buluyoruz. Leyla
İpekçi aynı hikâyenin, aynı acının ve aynı
duanın içinde olduğumuzu sezdirerek
zaman ve vicdan döngüsünde dolaşan
metinlerine kısa hikâye tadı da katıyor.
Zamanın bizden bağımsız aktığı algısı-
nın aksine, bizi sarmalayan, bizden içre
bir “zaman” kavramı buluyoruz Leyla
İpekçi’nin yazılarında. Zaman, dünkü
ben’i bugünkü ben’e taşıyan, bugünkü
ben’in yegâne hammaddesi... Gittiğiniz
yere götürdüğünüz, “ben” diye başla-
yan cümlelerinizin daim gizli öznesi...
Değinilen onlarca olay ve olguda, göçün
mekândan mekâna değil, zamandan
zamana yapıldığını belleğe alıyoruz: “...
bakış açımızı bizi aşan bir zaman algısı-
na ayarlayabilmek, zamanın da ilahi bir
niteliği olduğunu hatırlamayı gerektiri-
yor. Biz yapmadık zamanı. Biz saatleri
yaptık. Kendimizi onun akışında bulduk.
Tıpkı zamanı onlar sayesinde ölçebilece-
ğimiz güneşle ayı burada, bu dün-
yada bulduğumuz gibi.”
Türkiye’nin son bir-iki yıllık
siyasal ve sosyal olaylarına
da İpekçi’nin gözüyle, onun
günlük hayatından, bazen kah-
valtı masasından, bazen gecenin
bir yarısı penceresinden bakıyoruz.
Aslında İpekçi’nin romanlarını var eden
belleğin de izsürümü “Gecenin İkinci Rü-
yası”. Yazarın en önemli başarısı, insanın
kendine varışına giden yolu adeta bilin-
çaltı olarak metinlere işlemesi. Sözünü
ettiğim şey, bir alt metin değil. Ancak
kendisinin de belirttiği gibi, kelimelerin
sesini işiterek yazmak ve kalemin yazdı-
ğının mutlaka başka bir anlamı da içer-
mesinden gelen çok anlamlılık da değil...
“Aynı hikâyenin içinde yaşadığımızı aynı
yerde başkası olduğumuz sürece an-
layabilmek” gibi bir şey. İçerdeyken dı-
şarıdan bakmak! Bu “astral” halet-i
ruhiye hayat(lar)ın otopsisini yapabilir.
“Âdem’in dünyaya düşüşü bir ayrılış,
veda ve yalnızlık serüveni idi. Havva’yı
bulmasıyla yalnızlığını giderdi bir neb-
ze. Ama koptuğu cennete olan özlemi
baki kaldı. Bizler de dünyada bu gurbet
duygusunu bir evlattan diğerine nakle-
diyoruz” derken de aslında bu otopsiyi
“çağlararası”laştırıyor!
AYNI HİKÂYENİN,AYNI ACININ,AYNI DUANIN İÇİNDETEMEL KARATAŞ / Kitap Zamanı
15Okur Yazar | Bahar 17
zamanın da ilahi bir
hatırlamayı gerektiri-
zamanı. Biz saatleri
onun akışında bulduk.
sayesinde ölçebilece-
burada, bu dün-
z gibi.”
iki yıllık
laylarına
üyle, onun
, bazen kah-
bazen gecenin
sinden bakıyoruz.
omanlarını var eden
mü “Gecenin İkinci Rü-
nemli başarısı, insanın
den yolu adeta bilin-
ere işlemesi. Sözünü
ED
EB
İYA
T
16 Okur Yazar | Bahar 17
Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı her an-lamda bir değişim ve dönüşüm dönemi olmuştu. Toplum yapısı, ekonomi, siya-sal yaşam, aile, kadına yaklaşım, hukuk, eğitim, devlet teşkilatı gibi devlet ve toplum hayatıyla ilgili hemen her şeyin değiştiği bir dönemde sultan ailesinin bu gelişmelerden nasıl etkilendiği çok öne-mli bir husustur. Harem’in Son Yüzyılı kitabında akademisyen-yazar Cevdet Kırpık sultan ve ailesinin ekonomik, sos-yal ve hukukî sahada yaşadığı değişime yer vermekte ve bu değişimi arşiv belge-lerinden, hatıratlardan ve o günün gaze-telerinden derlediği örneklerle açıklayarak her kademesi birçok kural ve kaide ile yönetilen haremin herkese açılmayan kapısını aralamaktadır.
Haremin Son Yüzyılı kitabında cevap bulan bazı sorular
ve cevapları:
Haremin çiçekleri, sultanlar nasıl bir eğitimden geçiyor, nasıl yetiştiriliyordu?
Sultanların temel eğitimleri okuma, yazma, Kur’an, arit-
metik ve İslam dininin ana ilkelerinin öğretimiyle başlar
ilerleyen yıllarda farklılaşırdı. II. Abdülhamid döneminde
sultanların bir kısmı, padişah tarafından kurulan özel bir
okula devam ettiler. Ihlamur’da bulunan bir kasır, okul
haline getirilerek sultan ve şehzadeler ile bazı üst düzey
devlet adamlarının çocukları bu okula gönderilmişlerdi.
Okul için özel öğretmenler tutulmuş ve ders vermeleri
sağlanmıştı. Okuldaki öğrenciler Kur’an-ı Kerim tilaveti,
Dürr-i Yekta, Türkçe okuma, Coğrafya, güzel yazı (Hüsn-i
Hat), Fransızca okuma, gramer ve tercüme, Fransızca
güzel yazı derslerini almaktalardı.
Evlenme çağına gelen sultanlara damat nasıl se-çiliyordu?
Osmanlı Sarayı’na Damat Olmak!
TA
RİH
17Okur Yazar | Bahar 17
Damadın belirlenmesi konusunda tek tip
bir yöntem yoktu. Padişah, damadı doğ-
rudan doğruya kendisi belirleyebileceği
gibi damat bulunması konusunda sadra-
zamı görevlendirebilir ya da güvenilir bi-
rini aracı olarak tutup teklif götürebilirdi.
Müstakbel damatlarda aranan özel-likler nelerdi?
01. Soy itibariyle Osmanlı devlet adam-
larından olmak.
02. Güzel ahlak sahibi olmak.
03. Asla kadın yüzü görmemiş ergen (ev-
lenmemiş) olmak.
04. Yaşı otuzdan aşağı, kırktan yukarı
olmamak.
Sultanların düğünleri nerelerde nasıl oluyordu?
Nikâhın yer ve zamanının tayini resmen
padişah tarafından ilan edilmekteydi.
Padişah bunu öncelikle ailenin reisi ol-
ması hasebiyle yerine getirmekteydi.
Zaman tayin edilirken genel
olarak ay ismi zikredildiği
gibi çoğu kez gün ve saate
yer verilmekteydi. Bu özel an
için çoğunlukla pazartesi ve na-
diren de diğer günler tercih edili-
yordu. Nikâhlar genellikle padişahın
oturduğu sarayda kıyılmakla birlikte
bazen başka saraylar da tercih edi-
lebilmekteydi. Merasim yeri genellikle
Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-yı Saadet
Dairesi, Yıldız Sarayı veya Dolmabahçe
Sarayı idi.
Saray düğünlerinde misafirlere neler ikram ediliyordu?
Düğün menüleri bir hayli zengin olup şu
şekildeydi:
» Çorba
» Börek
» Balık
» Terbiyeli Kuzu
» Zeytinyağlı Enginar
» Mantarlı Tavuk
» Pilav
» Zerde
» Baklava
» Keşkül
» Dondurma
» Meyve
» Şekerleme
Parasızlıktan düğün tarihleri ertele-nen sultanlar kimlerdi?
Ekonomik durumun bozukluğu nikâhları
kıyılıp da düğünleri kararlaştırılmış olan
sultanlardan bazılarının düğünlerinin
bir hayli gecikmesinde etkili olmaktaydı.
Meselâ Naile Sultan’ın nikâhı akdedilip,
eksik olan çeyizlerin bir kısmı tedarik
edildiği ve düğün için girişimlerde bulu-
nulduğu hâlde padişah bir türlü düğünün
yapılması için kesin emir vermemişti.
Aynı şekilde Sultan Abdülmecit’in kızları
Behice ve Seniha sultanların da aynı se-
bepten düğünleri ertelenmişti.
Sultanlara ihanetin bedeli neydi?
Hanedan üyesi bir kızla nikâhlanıp, gös-
terişli düğünle evlenmek, konakta yahut
saraylarda birçok hizmetçinin arasında
yaşamak her kula nasip olacak bir şans
değildi. Ancak damatlığın huzur ve sükûn
içerisinde devam edip gitmesinin öncelikli
şartı sultanla ve elbette padişahla iyi ge-
çinmeye dayanıyordu. Sultan, hanedana
mensup olmanın yanında şatafatlı dü-
ğünler, saraylar, yüksek maaşlar, pahalı
çeyiz ve hediyelerle damada psikolojik
bir üstünlük sağlıyordu. Sağladığı avan-
tajlar da vardı ama damatlar için sultana
ve padişaha mahkûm olunan bir hayat
söz konusuydu. Bir şekilde sultanla ters
düşülmesi, onun memnuniyetsizliği
durumunda mesele padişaha inti-
kal eder ve padişah da hanedanın
reisi sıfatıyla gereğini yapardı.
Tarafların artık bir arada ya-
şayamayacakları kanaati hâsıl
olursa padişah, damadın sultan-
dan ayrılmasını temin ederdi.
ini resmen
ilmekteydi.
in reisi ol-
mekteydi.
an
na-
edili-
işahın
birlikte
rcih edi-
genellikle
yı Saadet
Parasızlıktan düğün tarihleri ertele-nen sultanlar kimlerdi?
ç y y
mensup olm
ğünler, saray
çeyiz ve hed
bir üstünlük
tajlar da vard
ve padişaha
söz konusuy
düşülmesi
durumu
kal ed
reis
Tara
şay
olurs
dan a
18 Okur Yazar | Bahar 17
Hz. Asiye, Hz. Meryem, Hz. Hatice ve Hz. Fatıma…
Sibel Eraslan’ın “Cennet Kadınlarının Sultanları” isimli dörtle-
mesinin bina olduğu dört temel sütun… Peki niçin bu isimler?
Hz. Muhammed(sav) bir gün ashabıyla otururken yere dört uzun
çizgi çeker ve sorar:
“Bu dört çizgi ne anlama gelir, bilir misiniz?”
Dinleyenler, “En doğrusunu Allah Resulu bilir” derler.
Hz. Peygamber cevap verir:
“Bunlar cennet kadınlarının sultanlarıdır. Hz. Asiye, Hz. Mer-
yem, Hz. Hatice ve Hz. Fatıma’dır.”
***
Çöl/Deniz - Hz. Hatice, Siret-i Meryem - Hz. Meryem ve Nil’in Melikesi – Hz. Asiye kitaplarında, insanlık tarihinin emsalsiz kadınlarının hayatlarını kaleme alan Sibel Eras-
lan, bu defa Hz. Muhammed’in sevgili kızı Hz. Fatıma’yı konuk ediyor satırlarına.
“FATIMA BENDEN
BİR PARÇADIR, ONU
SEVİNDİREN BENİ
SEVİNDİRMİŞ OLUR!” Hz. Muhammed(sav)
ED
EB
İYA
T
19Okur Yazar | Bahar 17
Hz. Fatıma ki Allah Resulü’nün can par-
çası, dünya üstünde ona en çok benze-
yen kişi…
İlmin kapısı Hz. Ali’nin eşi, cennetin genç
efendileri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in
annesi, iyilikler denizinin incisi...
Üç günlük açlıktan sonra bile elin-
deki tek lokmadan feragat eden, Hz.
Muhammed(sav) tarafından daima ayakta
karşılanan... Bir nur kandili hükmünde
olan Ehl-i Beyt’i çevreleyen kris-
tal fanus…
O Fatıma ki ateşten kesik, ateşe
uzak demektir. Allah’ın onu ve se-
venlerini cehennem ateşinden uzak
tutma muradıdır. Son Peygamberin
soyunu devam ettiren Kevser, aynı
zamanda ona duyduğu şefkatle ba-
basının etrafında pervane gibi dönen,
‘Babasının Annesi’dir.
***
Sibel Eraslan’ın son romanı Canfeda/Hz. Fatıma sadece biyografik bir Hazreti
Fatıma portresi değil, üç katmanlı bir hi-
kayesi var…
Hz. Fatıma aşkın yazılmış “Divan-ı Zeh-
ra” adlı eserin kime ait olduğuna dair bir
soru işaretiyle açılan romanda önce Ze-
bun bin Mestan ile tanışırız. Zebun bin
Mestan asırlara damgasını vuran, bugün
dahi beyitlerini ezbere bildiğimiz bir şai-
rin rumuzudur.
Zebun bin Mestan’ın Hz. Fatıma üzerine
anlattığı 40 kıssada bu kez Belhli tüccar
Cüneyd el Kındi, Kuşadalı Üveysi Haşim,
Necefli Hacı Hüsrev, Botanlı Ramazan,
Tıkritli bilge ebe Destigül Nine ve torunu
Abbas katılır romana. Dünyanın dört bir
tarafından yollara
düşen bu kişileri
buluşturan
tek şey
Ehl i -
b e y t
aşkıdır. Ker-
bela, Medine ve
Mekke güzergâhında uğradıkları her
durak, geçtikleri her menzilde zamanın
koridorları açılır ve Hz. Fatıma’nın haya-
tından kesitlerle karşılaşırlar. Yaşadıkları
her olayla Hz. Fatıma’ya daha çok yakla-
şır, onun tüm insanlığı kuşatan şefkatini
daha çok hissederler.
Canfeda’yı okurken Hazreti Fatıma’nın
inandığından hiçbir koşulda vazgeçme-
yen yılmaz cesaretine, temizliğine, mer-
hametine, daima kendinden vazgeçen,
yoklukta bile veren, veren, yine veren
cömertliğine duyduğunuz hayranlık ar-
tacak; Hz. Muhammed’i(sav) bugüne bağ-
layan damarı daha yakından tanıyacak-
sınız.
Maddeye iltifat etmeyen bir haya algı-
sının simgesiydi Hz Fatıma. Bakın Si-
bel Eraslan, “Gelin Tacı” kıssasında Hz.
Fatıma’nın düğün evini nasıl anlatıyor:
“Genç çiftin yerleşeceği evin toprak dö-
şemesine, nehir yataklarından taşıdıkları
ince ipeğimsi bir kum döşediler önce, tel
tel elediler, tel tel taradılar kumu. Aşkın
en güzel, en ince şiirlerini okuya okuya
yaydılar ince nehir kumunu evin ta-
banına. Bilal’in bin dereden bin kere
sular taşıyarak seçebildiği günlükleri
yaktılar.
Yemen’den getirilmiş siyah kadifemsi bir
abayı yorgan olarak örtünecekti gençler.
Altında Ehl-i Beyt’i uyutup Ehl-i Beyt’i
çoğaltacak siyah abaydı bu. Fatıma, Ali,
Hasan, Hüseyn, onun altında gireceklerdi
Resulullah’ın(sav) ‘ehli’ olmaya. Çeyizde-
ki bu siyah yaygı verecekti aileye ismini,
‘Ehl-i Aba’ olacaklardı onun altında. Si-
yahtı, yorgundu, solgundu ama işte bu
örtü ihtişamlı bir tarih yazacaktı.
Kumdan yatak, hurmadan yastık, solgun
abadan örtü: İşte düğün yatağı!
20 Okur Yazar | Bahar 17
ED
EB
İYA
T
‘Bir taş kadar fasılasız bir şiir yazmanın derdindeyim’YAVUZ ULUTÜRK / Kitap Zamanı
Kimi şairler kitaplarının yeni basımını “toplu şiirler” adı altında tek ciltte yayımlamayı tercih ediyor. Böyle bir yolu seçmeme sebebiniz, kitaplarınızın tek tek, bağımsız değerlendirilmesi isteği mi?
Daha ölmedim! Şaka bir yana ben toplu şiirlere sıranın gelmesi
için bir şairin sözünü tamamlamış olması gerektiğini düşünü-
rüm hep. Bunu tercih etmememin sebepleri çok net; her kita-
bın kendi hayatı olduğuna inanıyorum. Şiirlerin yazılışından ka-
pağın tasarlanmasına, basımına kadar hep bir anlam etrafında
dönülür. Şiirlerin bir kitapta dizilişi de özel bir anlam ve sentak-
sın neticesidir. Daha temelde ise dilin organik olduğu hissiyle
bakıyorum. Yani bir şiirin şiir olmasında, bir başlıkla diğerinden
ayrılmasında, bir kitaba ait olmasında bütün o sıralanma ve
dizilişte şairin seçiminin elbette büyük payı var. Ama bizim dı-
şımızda bir şiir gerçeği olduğu ve o gerçeğin bizi yönettiği hissi
de bende çok güçlü. Yani bir kitap tamamlandığında tıpkı bir
kapının kapanması gibi isteseniz de açamıyorsunuz. Nasıl bir
şiir son dizesiyle mührünü yaratır ve bir daha isteseniz de aça-
mazsınız, kitaplar da öyle. Şiirleri alıp bir başka dizilişte yeniden
sunmak bana, o ilk doğaya haksızlıkmış gibi geliyor. Ama tabii
bir şairin yaşlılığında yapılabilir bu.
Bejan Matur şiiri değerlendirilirken en çok öne çıkan ta-nımlardan biri “yalınlık”. Ne dersiniz bu konuda?
Aklımdan hiçbir zaman çıkarmadığım bir söz var: “İnsanlar için-
de bir insan ol”. Hazreti Ali’nin bu sözü beni çoğu zaman uyan-
dırmıştır. Şiirde yapmaya çalıştığım da çok farklı değil aslında.
Daha doğrusu şiirin bana geliş biçimi, insanın sonsuzluk içinde
biriktirdiklerine dairdir. O sözün hiç karmaşık olmadığını bir şair,
sezgileriyle bilir. Ona ulaşmak ise zordur. Yeterince ulaştığımı
sanmıyorum. Ben bir taş kadar fasılasız ve kendi hakikatinin
merkezinde bir şiir yazmanın derdindeyim. O şiiri yazabilirsem
sadeliği yakalamış olurum. Daha çok yol var...
İbrahim’in Beni Terk Etmesi en çok konuşulan kitapları-nızdan olmuştu. “Hazreti İbrahim” imgesinin şiirinizde yer alışını konuşalım biraz da…
İbrahim çağırdığı için gittim. Bir sesin peşinden gittim. Dergâha,
Urfa’ya, bozkıra o sese. Başlangıcın soruları çağırdı beni de.
Hazreti İbrahim büyük sorular soruyor. Büyük cevaplar arıyor.
Bir sonsuzluk arayışı onunki. Güneş’e gidiyor yok, Ay’a gidiyor
yok. “Batan şeyleri sevmem” diyor... Bütün bunlar ve daha faz-
lası şiiri ona götürdü.
Onun Çölünde, aşk’a ithaf edilen bir kitap. “İki Uzak Ne-hir” adlı ilk bölüm aşkın kısa şiirlerle yazılmış tarihi gibi. Ardından da iki bölüm ve iki uzun aşk şiiri… Fakat mıs-ralar acı, çöl, taş, kan ve susuşlarla bezeli. “Aşk uzakta” mı gerçekten?
21Okur Yazar | Bahar 17
Uzakta olmazsa aşk olmaz. Yahut uzakta olduğu için aşk! Mu-
hayyilemizi tetiklemeyen oradaki kapalı geçitleri, gizli kapıları
uyarmayan hiçbir şeye ruhumuzda yer açamayız. Aşkın mec-
rası da oralar değil mi?
“Ağaçların Hayatı” adlı şiirinizde, “Bir ağaç gölgesi gibi yalnızlık,/ Damarlarını yavaşça toprağa veren,/ Görün-mezde hüküm süren bir ağaç.” diyorsunuz. Aynı şiirde geçiyor yine, “Kalbime benziyor ağacın yaprakları/ Kal-bimin susuşu gibi kışın”. Şiirlerinizde pek çok imge var fakat ben ‘ağaç’ı sormak istiyorum. Nedir sizdeki yeri?
Benim çocukluk ağacım meşe. Bir meşe ağacının altında otu-
rup düşünen, yaprakların hayatını ezber eden bir çocuk olarak
büyüdüm. Aslında sadece o ağacı anlatarak da bir hayat ge-
çirebilirdim! Köyün mezarlığında, tarlaların, ıssız tepelerin or-
tasında bir işaret gibi duran meşe ağaçları. Sonra daha kadim
bir ziyaret tepesi var ki, oradan çıkan ‘temmuz meleği’ şiiri az
bile söyledi. Sadece o ağaçla olan konuşmamı anlatan bir ki-
tap yazmayı düşünüyorum. Uzun hikâye. Şimdilik bu kadarını
söyleyeyim.
Kader Denizi adlı kitabınızda Ege’de boğularak ölen mültecilerin kara yazgısını şiirle anlatıyorsunuz. Kitabı okurken “kabarcıklar arasında ilerleyen, taş gibi ağır ke-limeler” eşlik ediyor bize. Ölüme yüzen kollar, kıyıya atı-lan kulaçlar, bir çocuğun yüzmesi… Nasıl bir ruh haliyle yazıldı bu şiirler?
Mülteci bir ruh haliyle! Mülteciyiz çünkü. Bir yerden bir yere gi-
dişimizi unutarak yaşasak da bu böyle. Benim unutmamamın
hayatımda bir karşılığı var. Göçebe bir toplumdan geliyorum.
Hâlâ göç eden, yerini tam da bulamamış bir toplumdan. Ayrıca
büyük göç hikâyeleri ile büyüdük. Ermeni tehciri, Maraş olayla-
rı sonrası yaşanan küskünlüğün tetiklediği göç, pek çok motif
zihnimde canlı duruyor. Ege’yi geçerken boğulan o insanlara
çok da uzak değilim. Ayrıca Umuda Yolculuk filmine konu olan
mülteci hikâyesi var. Yakından yaşadık çünkü orada anlatılan
ailenin oğlu şoförümüzdü. Tüm bunlar ve insanın içinde yılların
biriktirdiği pek çok kırılma kimbilir hangi imgeyi biçimlendiriyor.
Bilmiyorum! Bildiğim şu; “suda ölümden kork” demiş ya şair.
Suda ölümün fazlasıyla trajik yanı da duyguları tetiklemiş ola-
bilir.
Türkçenin en güzel şiirlerinden bazılarında imzanız var bir Kürt şair olarak. Anadilinizde şiir yazdınız mı hiç?
Keşke yazabilseydim. Denemek istedim aslında. Hatta duy-
duğum bazı ağıtları biraz dönüştürerek yazmayı istedim. Ama
Kürtçe eğitim görmemişseniz folklorik bir dile mahkûm kalı-
yorsunuz. Halbuki ben başka bir dilin peşindeydim. Şiir folklor
değildi! Anne Kürtçesi ile ancak bir yere kadar gidebilirsiniz.
Sonrasında ciddi bir çaba, zaman ve entelektüel uğraş gerekli.
Ben Türkçe gelen şiirin öyle bir vakumu içindeydim ki, başımı,
ruhumu kurtarıp başka bir dile, bu Kürtçe bile olsa, bakacak du-
rumda değildim. Ayrıca benim konuştuğum Kürtçenin standart
Kürtçe olmayışı da bir engeldi. Maraş Kürtçesi edebiyatta kul-
lanılan Botan Kürtçesinden epeyce farklı. Sanıyorum ciddi bir
sebep de buydu. Yani kendi Kürtçemi bırakıp başka bir Kürtçe
öğrenmek için heves hissetmedim içimde. Oradaki hiyerarşik
durum beni rahatsız etmişti, hâlâ da ediyor! Ama kimbilir bel-
ki ileride, Passolini’nin yaptığı gibi kendi lokal Kürtçemle şiirler
yazarım.
Edebiyat dergilerine biraz mesafeli görüyoruz sizi. Son zamanlarda yeni şiirler yazıyor musunuz, tezgâhta neler var?
Tezgâhta çok şey var. Kitaplar var. Defterler dolusu birikmiş şiir
var. Ama çok sık şiir yayımlamak hazzettiğim bir durum değil.
O nedenle zamanı gelince basılmak üzere bekliyorlar. Bazıları
hâlâ defterden kurtulabilmiş bile değil. Bazılarının ilk daktilo,
yani bilgisayar yazımı yapıldı. Bekletiyorum şimdilik.
Dergilere mesafeliyim doğru. Başından itibaren öyleydi. Çok
az dergide yayımlandı şiirlerim. Bir dergi ortamı ve şiir çevre-
siyle yetişmedim. Hep bir başımaydım şiirle. Bu bazen yanlış
da anlaşılabiliyor. Benim şiirle sosyalleşmek istememem ki-
milerine kibir gibi de görünebiliyor uzaktan. Bundan rahatsı-
zım elbette. Ama yapacak bir şey de yok. Çıkıp “bakın ben kibir
bilmem” demek de çare değil. Çünkü şiiri hep kitap bütünlüğü
içinde düşündüm ve bu düşüncemi aşan bir paylaşma hissi
oluşmuyor devamla.
5 Aralık 2011
Kitap Zamanı
Sayı: 71
22 Okur Yazar | Bahar 17
Bilindiği üzere Avrupa ya da nam-ı
diğer Batı, hâlihazırda baskın olan
dinsel, kültürel, siyasal eğilimlerin büyük
ölçüde çoğunluğunu şekillendiren küçük
bir kıtadır. Bu sebeple Batı’nın yaşadı-
ğı tarihsel süreç hakkında bilgi sahibi
olmak, günümüzde her zamankinden
önemli hale gelmiştir.
Kimdir bu Avrupalılar?
Öteden beri büyük krallık ve impara-
torluklara ev sahipliği yapmış bu kıta,
kendini “öteki” olarak tanımladığı bazı
uygarlıkların zıddı olarak takdim etmiş-
tir. Avrupalı bazı yazarların Batı “aklın
egemenliği, bireyin özgürlüğü, demok-
ratik değerlerin geçerli olduğu bir top-
lum” olarak tanımlanırken; Doğu da tam
tersi olarak “geleneksel, muhafazakâr,
despotik bir toplum” olarak karşımıza
çıkarılmıştır. Bu bakış açısıyla da me-
deniyetler kültürünün bir parçası olan
ve onları besleyen bazı Doğu toplumları
(Mısır, Mezopotamya, Anadolu) görmez-
den gelinmiştir. Gene büyük bir coğraf-
yaya damgasını vuran Osmanlı İmpara-
torluğu da benzer bir akıbete uğramış,
Avrupa kendi kendini yaratan bir toplum
olarak takdim edilmiştir.
Diğer taraftan bakıldığındaysa aslında
bir yerde Avrupa da Doğu dünyası ve
Türk toplumu için bir “öteki”dir. Her iki ta-
raf da aslında gerek “öteki” olarak göre-
rek, gerekse de birbirine atıfta bulunarak
bir yerde kesişmekte ve birbirinin iç içeliği
açıkça kabul edilmese de her iki taraf ta-
rafından bir şekilde fark edilmektedir.
Avrupa Tarihine Dair Bilinmeyenler
Peki Avrupalılar tarihte neler yap-mış, nasıl bu kadar hakim güç ola-bilmişlerdir? Tarih sahnesinde Doğu gerçekten de etkisiz bir eleman mı-dır?
Tüm bu yönelimler Avrupa tarihinin ve
bu anlamda Avrupa’nın farklı dünyalarla
olan tarihsel ilişkilerinin bilinmesini zo-
runlu kılıyor. Bu bağlamda Önder Kaya
tarafından kaleme alınmış Avrupa Tari-
hi isimli çalışma, bu soruların cevapları
hakkında İlgi çekici okumalar sunuyor.
Bu sebeple Avrupa’nın tarihsel süreçte
Doğu toplumları ile olan ilişkileri üzerine
yoğunlaşan makalelerden meydana ge-
len bu kitap, genel okur kitlesi göz önü-
ne alınarak hazırlandı. Makale makale
ilerleyen konular incelendiğinde yazıların
İlkçağ’dan yakın zamanlara kadar Batı
uygarlığının İslam dünyası, Çin, Amerika
kıtası gibi farklı coğrafyalarla olan mü-
nasebetleri konusuna odaklandığı he-
men fark edilecektir.
» Dünyanın en görkemli imparatorluk-
larından biri olan Roma nasıl kurulmuş-
tu?
» Hollywood’un takdim ettiği 300
Spartalı, gerçeği ne kadar yansıtıyor?
» Kartacalı Hannibal’in mezarı
Türkiye’de mi?
» Ortaçağ’da gerçekleştirilen ve çocuk-
lardan oluşan bir Haçlı Seferi’nin ardın-
daki detaylar nelerdi?
TA
RİH
» Akdeniz’i paylaşmak için karşı kar-
şıya gelen Andrea Doria ve Barbaros’un
hesaplaşma hikayesi, hangi devre kadar
uzanıyor?
» Vikingler İstanbul önlerine kadar
uzandılar mı?
» Doğu ve Batı arasındaki güç çekiş-
mesi ne boyutlardaydı?
» Joseph olarak vaftiz edilen ancak
mezar taşına adını Yusuf olarak yazdıran
ünlü şarkiyatçı kimdi?
» Osmanlı’nın en önemli rakibi Habs-
burglar hakkında ne biliyoruz?
» II. Abdülhamid’in Çin’e bir nasihat he-
yeti göndermesinin sebebi ne idi?
Önder Kaya,
bu ve buna
benzer birçok
çarpıcı başlığı, metni
zenginleştiren gör-
sel malzemeler eşli-
ğinde ele alıyor.
Özetle, bu toplumun
“öteki”si olan bir kalem,
okuyucularını Avrupa
tarihinin içine davet edi-
yor…
Tarih alanında pek çok önemli çalışmaya imza atan İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Feridun Emecen bu sefer okuru 1453
yılına, İstanbul’un fethinin gerçekleştiği günlere götürüyor.
23Okur Yazar | Bahar 17Okur Yaz
FETİH VE KIYAMET
Genç Bir Padişah’ın Hayalleri ve İstanbul’un Fethi
TA
RİH
Hem Doğu hem de Batı dünyası için büyük önem arz eden bir
şehir Konstantinopolis… Bir yanda köklü bir imparatorluk Bi-
zans, diğer yanda da Doğu’nun yükselen gücü Osmanlılar ve
küçük yaşta babası tarafından tahta çıkarılan ve katı bir siyasi
mücadelenin içine itilen Fatih Sultan Mehmed…
Bu beklenmeyen başarı, İstanbul’un fethi, bir bakıma Batı dün-
yasının siyasi ve askerî ilerlemesine Müslüman dünyasının bir
cevabı niteliğindeydi. Bununla da bitmeyecekti; dünyanın en
güçlü temsilcisi olan Osmanlı Türklerine Orta Avrupa’ya kadar
uzanacak yeni hedeflerinin kapıları da açılacaktı. Nitekim Os-
manlı sadece İstanbul’u fethetmekle kalmayacak, aynı
zamanda dünyaya da gücünü göstermiş olacaktı.
Peki adı tarihte yer etmiş bu başarılı pa-
dişah Fatih Sultan Mehmed kimdi?
Şahsi dünyası, kişisel görüşleri, 21
yaşında “Fatih” olmasını sağlayan
etkenler nelerdi? İstanbul’u al-
mak için kurduğu hayaller ney-
di, kuşatmaya
h a z ı r l ı k
a ş ama la-
rında neler
yaşanmış ve
fetih nasıl
g er çek l e ş-
mişti? Ge-
miler ger-
çekten de
H a l i ç ’ t e n
bir gecede
yürütülmüş
müydü? Ku-
şatma bo-
yunca ya-
ş a n a n l a r ı
Doğu ve
Batı dünya-
sı nasıl yorumlamıştı? Bu “Hıristiyan başkentin” fethi, bir yanda
kıyametin habercisi olarak dehşetle karşılanırken, diğer yanda
da yeni bir çağın başlangıcı olan önemli bir olay addediliyordu…
İstanbul’un fethi ve kıyametle kurulan bu tarihsel bağlantının
ardında yatan sebepler nelerdi?
Bu ve bu şanlı fetih üzerine merak edilen daha pek çok konu,
ilk defa yayınlanan belgeler ve akıcı bir üslupla Prof. Dr. Feridun
Emecen tarafından araştırılıp yazıldı.
“Kostantin şehrine İstanbul denir, üç bucaklı muazzam şehir-
dir, iki tarafı deniz, bir tarafı karadır. Kalesi muh-
kemdir, sur yüksekliği 21 arşındır. Kapıları çoktur,
bunlar içinde biri altın kaplıdır. Şehrin içinde dört
yüz direkli büyük bir kasır vardır. Kapısına kadar
iki tarafa canavarlar dizmişlerdir, bakırdan fil, as-
lan, kaplan vb. hayvan şekilleri sıralamışlardır.
...Kostantiniye melikinin kabri var ve kabrin üze-
rinde bakırdan bir at mevcuttur. Sağ ayağı hava-
da yürür gibidir. Üzerindeki binicinin bir eli açık-
tır, Şam’dan yana işaret eder. Bu işaret şehri bu
yönden gelecek ordu tarafından
fethedileceğini gösterir. Di-
ğer elinde ise bir top tut-
muştur. Bunun anla-
mı ‘Dünyaya
sahip oldum
ama bu dün-
yadan ayrıl-
dığımda ya-
nımda hiçbir
şey götüre-
medim’ demektir.”
Ali b. Abdurrahman,
İstanbul’un Fethi öncesi ya-
zılan bir seyahatnameden...
24 Okur Yazar | Bahar 17
Yıllardır sevilmeyen, uzak durulan, tozlu raflara mahkum edilmiş bir alandı Tarih… Fakat her ne olduysa, gerek popüler kültürün etkisi gerekse de insanların geçmişlerine olan meraklarının günden güne artması sonucu, zamanla zirve-ye taşındı. Ağır akademik üslup içinde boğulmaktansa öz, net ve tadında bilgilere yöneldi okuyu-cular... Bu alanda öyle kitaplar yazıldı, öyle filmler çekildi ki sonuç oldukça tatmin ediciydi.
Bu konuda dikkatleri üzerine çeken, incelen-
meye değer bir seri de Ali Çimen tarafından
yazıldı. Öyle ki araştırıcı kimliği ile milyon-
lara seslenen bu yazarın kitaplarının satışı
25000’leri aştı… Peki ne olmuştu da bir ga-
zeteci, tarihi insanlara bu kadar çok sevdire-
bilmiş ve hatta çoğu insanın tarih yolculu-
ğunda bir başlangıç teşkil edebilmişti?
İşte sizlere çok okunan bir serinin ve yazarı-
nın yolculuğundan bir kesit…
Kendisi, 8 yıldır Tarihi Değiştirenler serisi için
çalışıyor. Yani sadece bugünün değil, tarihin
de gazeteciliğini yapıyor. İlk olarak 2004 yı-
lında Tarihi Değiştiren Konuşmalar’ı (Timaş
Tarih) Çimen, peş peşe tarihi değiştiren sa-
vaşları, askerleri, bilginleri, kadınları, dikta-
törlükleri, imparatorlukları, olayları, günleri
ve diktatörleri de kaleme aldı. Her bir kitap
GEÇMİŞ
TARİHTE,
TARİH
AYRINTIDA…
TA
RİH
25Okur Yazar | Bahar 17
için ülke ülke gezen, aylarca arşivlerde çalışan, çok sayıda röportaj
yapan Ali Çimen: “Söz konusu tarihi anlatmak olunca bir gazete-
ci olarak kendimi ‘özel tim’, meslekten tarihçileri ise ‘düzenli ordu’
olarak görüyorum” diyor. Gazeteciliğin ‘tarihin taslağını yazmak’
olarak tanımlandığını hatırlatan Çimen, gazetecilikle tarihçiliğin or-
ganik olarak birbirine bağlı olduğunu düşünüyor. Bu sebeple Tarihi
Değiştirenler’i ele alırken; “Bu olayın ilk gerçekleştiği anda yaşayan
bir gazeteci olsaydım nasıl yazardım?” diye düşünmüş.
Ali Çimen, geçmişin gazeteciliğini yapmayı ‘cinayet işlendikten
sonra olay mahalline giden polis’ durumuna benzetiyor. Olay ye-
rine giden o polis, ne cinayeti ne de katili görür. Ama bir gazeteci
için olay yerinde olmak heyecan vericiymiş. Çimen en çok etkilen-
diği ziyaretlerini şöyle anlatıyor: “Nümberg Mahkemeleri’ni yazmak
için gittiğim Nümberg’te, Nazilerden kalma, çoğumuzun belgesel-
lerden aşina olduğu o devasa ve ezoterik çağrışımları olan binalar
arasında dolaşırken; Hitler’den sonraki ikinci adam olan Herman
Göring ve diğer üst düzey Nazilerin yargılandığı mahkeme salo-
nunda, o tuhaf sessizliğin içinde öylece otururken, kimsenin size
bir şey anlatmasına gerek kalmıyor. Adeta duvarlar, her bir köşeye
sinmiş anılar dile gelip konuşuyor. Nazilerin o milyonluk kitle göste-
rilerini düzenlediği Zeppelin Meydanı’nda (ki Nazi amblemlerinden
arındırılmış şekilde muhafaza edilmekte), Hitler’in o devasa kitleyi
selamladığı podyumda dikilip etrafı süzünce ‘Vay be, gerçekten de
bunlar yaşanmış’ diyorsunuz, belki dile getirmesi zor ama hep bir
şekilde okuduğunuz, duyduğunuz, sağda solda gördüğünüz şeyler,
tetris taşları gibi yerine oturuyor. Yine aynı şekilde Normandiya
Çıkartması’nın yapıldığı sahillerde ya da iki Kore arasındaki sınırda,
Türk askerlerinin de çarpıştığı Kore’nin ücra köşelerinde dolaşırken
de yazdıklarınızı bizzat hissediyorsunuz ve bu da bir şekilde üslu-
bunuza yansıyor.’
Özetle söylenebilir ki insanoğlu şüphesiz geçmişini merak ediyor,
“Ben olsaydım ne yapardım?” ya da “Yaşadığım yerlerde önceden
neler yaşanmış?” sorusunu sık sık kendisine sorabiliyor. Tarihin hak
ettiği değeri geç de olsa bu kadar yoğun bir şekilde bulmasının ar-
dındaki etkenlerin büyük dilimini bu merak oluşturuyor demek bu
sebeple abartı olmayacaktır. Çünkü Ali Çimen’in de vurguladığı gibi,
geçmiş tarihte, tarih ayrıntılarda saklıdır.
26 Okur Yazar | Bahar 17
OsmanlıHoşgörüsü
DÜ
ŞÜ
NC
E
11 Eylül sonrasında, İslamofobi ve ya-
bancı düşmanlığının da etkisiyle, Batı
dünyasının İslam’a ve Müslümanlara
karşı bakış açısında ciddi bir çarpık-
lık ortaya çıktı. İslam denince ilk
akla gelen terörizm haline
geldi ve Batı mede-
niyeti karşı karşı-
ya kaldığı hoşgörü
sınavında başarısız
oldu. Ülkemizde ise,
farklı etnik ve dinî gruplar
arasındaki ilişkiler çatışma ve kar-
şıtlık ekseninde tanımlanır hale geldi ve
kültürel sahadaki bu hoşgörü eksikliğine,
siyasal alandaki mücadelenin çetinliği
de eklenince hoşgörü ve diyalog gittikçe
zorlaştı.
Tüm bunlara rağmen, hem ülkemizde
hem de dünyada hoşgörü ve diyaloğu
vurgulayan yaklaşımlar güçlenerek var-
lığını sürdürüyor ve bu karanlık ortamda
hepimize umut veriyor. Bu hoşgörü ve
diyalog anlayışının gelişmesi ve yaygın-
laşmasına katkıda bulunmak amacıy-
la, Timaş Yayınları, Kemal H. Karpat ve
Yetkin Yıldırım’ın editörlüğünü yaptığı
güçlü ve yetkin bir çalışmaya imza atıyor:
Osmanlı Hoşgörüsü. Yazarlar kitaba şu
önemli tespitle başlıyor:
Osmanlı İmparatorluğu tek bir mil-letten değil, pek çok milletin bir araya gelmesinden oluşmuştu. Os-manlıların tek bir dini yoktu; birçok dini vardı. Osmanlı İmparatorluğu
bünyesindeki çeşitli etnik gruplar arasında büyük farklılıklar olmasına rağmen, Osmanlılar barış içinde bir arada yaşama ortak arzusu ile fark-lı toplulukları birleştirerek birbiriyle uyumlu tek bir vücut haline getir-miştir.
Bu ümitleri yeşerten çalışma, Osman-
lı İmparatorluğu’nun çok-kültürlülük ve
hoşgörü temelinde şekillenen toplum-
sal yapısından dersler çıkararak, yeni bir
hoşgörü toplumu inşa etmeye katkıda
bulunmayı amaçlıyor. Alanında uzman
akademisyenlerin makalelerini bir araya
getiren bu çalışma, geçmişi yeniden keş-
federek, geleceğe dair aydınlık bir vizyon
ortaya koymaya çalışıyor. Bakın, Prof. Dr.
Sedat Laçiner bu kıymetli kitaptan nasıl
bahsediyor:
‘Kapsayıcı Osmanlı Hoşgörüsü’ pek çok araştırmacı tarafından ince-lenmiş bir konu. Ancak Kemal H. Karpat ve Yetkin Yıldırım’ın editör-lüğünde Timaş Yayınları’ndan çıkan ‘Osmanlı Hoşgörüsü’ adlı kitap hem okunma kolaylığı, hem de yazarları-nın güçlü makaleleriyle konuya yeni bir soluk, yeni bir heyecan getirmiş. Türk ve yabancı 11 yazar ‘muhteşem yüzyıllar’ı merak edenlere nefis bir kitap hazırlamışlar.
Osmanlı Hoşgörüsü, hoşgörüye ve diya-
loga inanan herkesin istifade edebileceği
önemli bir kaynak niteliğinde.
11 Eylül sonrasında, İslamofo
bancı düşmanlığının da etkis
dünyasının İslam’a ve Müsl
karşı bakış açısında ciddi b
lık ortaya çıktı. İslam d
akla gelen teröri
geldi ve Ba
niyeti kar
ya kaldığı
sınavında
oldu. Ülkem
farklı etnik ve din
sındaki ilişkiler çatışmarasın
nde tanımlanır haşıtlık ekseninde
i bu hoşgörü ekültürel sahadaki b
ücadeleninsiyasal alandaki müc
e diyalode eklenince hoşgörü ve d
zorlaştı.
27Okur Yazar | Bahar 17
Tıbbi terimlerle dolu yani bize göre sıkıcı psikoloji kitapların-dan biri daha çıkmadı. Çünkü
Prof. Dr. Erol Göka ve Uzman Dr. Mu-rat Beyazyüz biliyorlardı ki böyle bir kitap yine raflardaki yerini alırsa lise öğrencisi Ayşe, babası muhasebeci Ali Bey ya da annesi öğretmen Fat-ma Hanım bu cümlelerin içinden ge-çemezler. Oysa hepsinin sabahtan akşama kadar çeşit çeşit kişilikteki insanla iletişim kurması gerekiyor ve toplu taşıma araçlarında okuya-rak geçirebilecekleri saatleri var.
Bir gece yarısı TRT Ankara Radyosu çıkışı
demli çay eşliğindeki psikoloji sohbetle-
rinden sonra iki hekim bizim lise öğrenci-
si Ayşe ve ailesini de sohbete dahil etme-
ye karar verdiler. Bunun en etkili yolu ise
kitap yazmaktı. Zira ‘tezler eskise sözler
eskimez, yazı olur kalır’dı. İşte ‘Geçimsiz-
ler’ yola böyle başladı.
Psikoloji kitapları ile arasına mesafe ko-
yan, rafta gördüğünde selam vermeyen
ben ve benim gibiler, önyargının en kuv-
vetlisi ile yaklaştık ‘Geçimsizler’e ilk önce.
Çünkü insanı ve tüm ilişkilerini çözdüğü-
nü iddia etmekle kalmayıp ileri sürdükle-
rini ‘olmazsa olmaz’ olarak gören, oku-
yucuyla arasına mesafe koyan kitaplar,
meraklı olmasına rağmen birçok insanı
uzaklaştırmıştı bu alandan. Dolayısıyla
mükemmeliyetçi patronuna rapor verir-
ken terler döken ofis insanının henüz bu
sohbet tadında kitaptan haberi olma-
yabilirdi. Umulur ki rastlaşsınlar. Çünkü
‘Geçimsizler’in kulağına fısıldayacağı ke-
limeler var. Mükemmeliyetçiler, nam-ı di-
ğer ‘ince eleyip sık dokuyanlar’ bu yazıyı
okuyorlarsa şu ana kadar okuduklarında
birçok hata bulmuş olabilirler mesela. Ne
yani, ince eleyip sık dokuyoruz diye ça-
lışmayacak ya da yaşamayacak mıyız,
değil mi ama?... İşte ‘Geçimsizler’i kaleme
alan uzmanlarımız diyorlar ki: ‘Mükem-
meliyetçi patronunuza işi son hali gibi
sunmayın. Böyle yaparsanız patronunuz
o işte pek çok eksiklik bulacak, sizin o işi
yapamayacağınızı ve kendisini anlama-
dığınızı düşünecek, iyice huzursuz ola-
caktır. İşi yaparken size verilen sürenin
sonuna gelmeden sık sık yöneticinizin
fikrini alın ve ona işin gidişiyle ilgili bil-
gi verin.’ Velhasıl bir de böyle deneyin,
bakalım diyor ve mevzuya bizi de böyle
ortak ediyor uzmanlarımız. Sadece ince
eleyip sık dokuyan, patron mu olur? Çalı-
şanınız da mükemmeliyetçi olabilir elbet
değil mi? İlk bakışta gayet güzel bir du-
rum gibi gelebilir size bu ama kendisine
maaşlar ve çalışanlarla ilgili bir rapor ha-
zırlamasını söylediğinizde sizin için han-
gi bilginin daha önemli olduğunu da be-
lirtmeniz gerekir. Zira ‘mükemmeliyetçi
çalışanınız “bu da gerekir” deyip ayrıntılı
bir rapor hazırlar ve asıl aradığınız bilgiye
ulaşmanız tahmininizden kat kat fazla
zaman alır’ diye de ekliyor Prof. Dr. Erol
Göka ve Dr. Murat Beyazyüz.
‘Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçin-
meyi Kolaylaştırma Kitabı’nın şöyle bir
özelliği daha var; psikopat karakterlerden
bahsederken satır arasında MFÖ’nün
psikopat şarkısına, kaygılılardan dem vu-
rurken şair Sâdî’nin ‘bir damla kan ve bin
damla kaygı’ sözüne rastlayarak farklı
boyutlara geçebilirsiniz. Ne diyelim, siz
de şahsi manifestonuza insan ilişkilerine
ve kişiliklere dair cümleler katmak isti-
yorsanız işte oradaki rafta ‘Geçimsizler’.
Manifestonuza
Ufak Bir Katkı
PS
İKO
LO
Jİ
Şahsi
28 Okur Yazar | Bahar 17
Bazı kitapları okurken olur: sizde sus-
muş, dizlerini göğsünde toplamış,
ertelenmiş bir tarafınızın elinden tutar
okuduğunuz yazı ve bırakmaz olur bu
taraflarınızı. ‘Yenilgiden Dönerken’ bunu
yapıyor: Bütün keşmekeşiyle içinde bu-
lunduğunuz gündelik hayatı tanzim eden
ayrıntılardan kalkıp bize, yeni dünya dü-
zeni içinde işgal ettiğimiz mütevazı yeri
tadına doyulmaz bir üslûp nezaretinde
hatırlatıyor. Sanki Bastiani Kalesi’nden
Tatar Çölü’ne bakan Giovanni Drogo’nun
gözlerinde donmuş bir müziğe dönüşen
sıkıntı, başka bir zamanda Ali Ayçil’in ağ-
zında çözülüyor bu metinlerde. Anlıyoruz
ki, ‘Yenilgiden Dönerken’ bizi ha-
yatın anlamı üzerine düşünme-
ye davet ediyor. Dünyanın tenha
sokaklarına, duvar diplerine sinmiş
bakışımızı, sesimizi, kokumuzu taze
bir dokunuşla yeniden hayata iade edi-
yor Ayçil. İnsanı küçük büyük ayırmadan,
hayatın içinde tuttuğu yerden söküp ke-
limelerin içine, daha uzun yaşayabilece-
ği bir yere taşıyor. Bütün bunları etrafı
telaşa vermeden, gürültüsüz metinlerle
yapıyor.
Bazı kitapları okurken olur: dünyanın
neresinde olursanız olun, koruduğunuz
ve savaştığınız şeylerin yoğunluğu neye
tekabül ederse etsin, kitabın üslûbu kız-
gın bir ütü gibi geçer sizi dalgalandıran
serüvenlerin üzerinden. “Kovulmuşla-
rın Evi”nde başınıza gelenleri unutma-
mışsanız eğer, ‘yenilgiden dönmeye’
çoktan hazırsınız demektir. Yenilgiden Dönerken’de bulunduğu yeri, yöreyi dik-
katle rasat eden, üst üste binen olay ve
görüntüleri ustalıkla tanzim eden, belki
de en önemlisi sözü pek çok cepheden
okunacak bir alana taşıyan bir anlatıcı
var. Bu anlatıcı, kendisinde olup bitenleri
gözden geçirirken, bizleri dışarıda bırak-
mıyor; üzerimize yapışan, dünyanın haf-
ta sonlarından kalmış pası da işaret edi-
yor. İster trenleri, ister kanepeleri, isterse
kar bekleyen bacalarda tüten dumanları
bahane etsin, bir yol ve yolculuk içinde.
Bu yol; bir nesneden, bir durumdan, bir
insandan, bir kesitten kalkarak kendi-
ne menzil bulan bu yol, en son bunca
ustalıkla Sait Faik tarafından önümüze
serilmişti. O yüzden bu metinler her ne
kadar edebiyatımızın ‘deneme’ şubesi
adı altında toplanmış olsa da pekâlâ bi-
rer hikâye yahut mensur şiir olarak da
okunabiliyor.
Eskiler, ‘deneme’ye ‘muhasebe’ di-yordu; bir çeşit, kendinde başlayıp
biteni, devam edeni gözden, kulaktan geçirmek… Ayçil’in şiirlerinde, öykü ve dene-melerinde sözün neş’et ettiği alan “kendini bilme”ye odaklanıyor. Onun yazdıkları vasıtasıyla bize taşıdığı edebî zevkin arka planında hayat karşısında şaşkınlığı ve o ölçüde dikkati vardır diye düşünüyorum. Çünkü bütün yazdıklarında kendine mahsus bir koyultulmuş bakıştan, kararlılıktan kabaran, el değmemiş bir dikkat var. Bu dikkatle beraber toplanıp dağılan pek çok manzara ve yol fotoğrafı da var bu metinlerde. Ayrıca, Cemal Süreya’nın dediği gibi “düzyazıda da şair” kalabilmenin bereketli örnekleriyle yüklü yazdık-ları. İktidarın, mülkiyet güdüsünün, küçük hesapların ağır, ağdalı izleri-ni günlük hayatından uzak tuttuğu gibi, yazdıklarından da uzak tutmayı becerebilmiş bir yazar.
Samuel Beckett ‘”Dene, yenil; bir daha
dene, yine yenil” diyordu, Ayçil, yenilginin
bilgisini, yenilginin içindeyken taşıyor: Bu,
içinde olduğumuz hayatın bilgisidir. Ha-
yatın bilgisi çok uçlu, çok cephelidir elbet;
isteyen istediğini devşirebilir buradan,
ama söz konusu edebiyat olunca, bil-
diklerinizden ziyade nasıl bildiğiniz öne
çıkıyor. Ali Ayçil de, bu eşiği hepimizin
dokunacağı bir mesafeye yerleştiriyor.
Özlenenin, hasreti duyulanın geçmiş-
te olduğunu, ‘şimdi’ başımıza gelenin
geçmişle tartıya vurulduğunu, geçmişle
anlamlandırıldığını; dolayısıyla dilin geç-
mişin kokusunu taşıdığını biliyor yazar.
Bu bilgiyi, kuru bir biçimde değil de, dili
kullanırken, özgün bir üslûp üzerinden
aktarıyor okura.
Bir nesneden, olaydan, kesitten, durum-
dan kalkıp bizi taşıdığı dünya karşısın-
daki var oluş eşiklerinin tozlu mu toz-
suz mu olduğuna biz karar vereceğiz
elbet. Yaşayan, devam eden, isteyen…
nerden bakarsak bakalım ‘yenilmiş’tir.
Bu kitap bize, yenilginin öyle sanıldığı gibi
pek fena bir şey olmadığını, her adımda
bir önceki kahramanlığımızı, bir yerlere
yetişmiş olmamızı ‘geride’ bıraktığımızı
da söylüyor. Bizim evlere, işlere, eşyala-
ra, bir bakışın tahammül edemeyeceği
manzaralara komşuluğumuzun ve fakat
bütün bunlara geriye dönüp sahici bir ba-
kış atamayışımızın, bir kapılma halinde
yaşadığımız modern dünyanın fotoğra-
fıdır: Yenilgiden Dönerken. Bir hal kitabı
olarak da okunuyor.
Bu yazıları -mutlu olacaklarını düşün-
düğüm için- Hâşim’in, Tanpınar’ın, Sait
Faik’in, Atılgan’ın, Dino Buzzati’nin, Ezra
Paund’un okumasını isterdim. Bazı ki-
tapları okurken olur: sizde susmuş, diz-
lerini göğsünde toplamış, ertelenmiş bir
tarafınızın elinden tutar okuduğunuz
yazı ve bırakmaz olur bu taraflarınızı.
Okuyun, size de olacaktır.
YENİLGİDEN DÖNERKEN
go nun
nüşen
in ağ-
yoruz
ze
edi-
adan,
üp ke-
ilece-
etrafı
nlerle
Eskiler, deneme ye muhasebe di-yordu; bir çeşit, kendinde başlayıp
biteni, devam edeni gözden, kulaktan geçirmek…
te
ge
an
m
Bu
ku
ak
B
ne
Bu
pe
ED
EB
İYA
T
ŞEREF BİLSEL
29Okur Yazar | Bahar 17
İnsanoğlunun uygarlık macerası, doğa
ile kültür arasındaki karmaşık ilişki so-
nucunda doğdu. Kültürel bir varlık ola-
rak insan, tekniği ve sonradan teknolo-
jiyi kullanarak doğayı dönüştürdü ve bu
özelliğiyle, diğer tüm canlılardan farklılı-
ğını ortaya koydu. Teknoloji, üretim, kül-
tür ve siyaset alanında büyük değişimle-
rin yaşandığı 19. yüzyıldan sonra, insan
artık doğa karşısındaki hâkimiyetini ilan
eder bir konuma geldi. Elbette bu süreç
sadece doğanın değişmesi değil, insanın
da değişmesine, yeni bir insan kavramı-
nın ortaya çıkmasına sebep oldu. İşte bu
“yeni insan” kavramına odaklanan Nazife
Şişman bu kavramı kitabında nasıl kul-
landığını şu şekilde açıklıyor:
Çağdaş biyoteknolojiye muhatap olan insan anlamında kullandım. Kadim insan aslında kendini aş-mak isteyen bir varlık. Ölümsüzlü-ğü arayan, hem beden hem ruh sı-nırlılıklarını aşmaya çalışan. Bütün insanlık tarihi böyle. Bu çaba zaten medeniyetlerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Fakat bugünkü teknolojinin imkanlarıyla sınırlanan modern in-san kendini aşma çabasını bedenini mükemmelleştirmeye teksif etmiş durumda. Başka bir yücelme arayışı, metafizik bir arayışı yok. Kamil in-san olmak yerine transhuman post-human, insan ötesi olmaya çalışan bir şey.
Bugün insan kavramının bir kez daha
kökten bir şekilde değiştiğine tanıklık edi-
yoruz. Çünkü insan artık sadece doğaya
değil, kendisine de teknik ve teknoloji yo-
luyla müdahale eder hale geldi. Özne ve
nesne arasındaki sınırlar ortadan kalktı
ve biyoteknolojideki gelişmelerle, insanın
kendisi hem özne hem de nesne haline
geldi. Peki, insanın bu dönüşümünü, yeni
insanı nasıl yorumlamalı? Nazife Şişman,
kitabında bu konuya dair nasıl bir yorum
getirdiğini şöyle anlatıyor:
Teknolojiyle doğrudan muhatabız sürekli. Zihnimde hep şu sorular vardı: “Teknoloji, Müslümanların ha-yatına ne getiriyor ve ne götürüyor? Gündelik hayatımızı, ilişkilerimizi, zihniyetimizi nasıl etkiliyor?” Kadın bedeni politikalarını incelerken, be-den teknolojilerinin 21. yüzyılın son çeyreğinde ciddi bir etkisi olduğunu, tıp teknolojisindeki gelişmelerin de buna ivme kazandırdığını gördüm. Bu gelişmelerin insanlık anlayışı-mızı nasıl etkilediğini irdelemeye çalıştım. Kendimizi nasıl algıladığı-mızı, pratik hayattan metafizik du-ruşumuza kadar bize ne yaptığını sorguladım. Bu soruların cevabını düşünürken kitap ortaya çıktı.
YENİ İNSAN
Nazife Şişman bu kitabında öznelik ve nesnelik, doğa ve kültür, kader ve tasarım arasında kalan yeni insanı tartışıyor. Çoğumuzun şaşkınlık ve hayranlıkla izlediği biyoteknoloji ve genetik alanındaki dönüşümlerle ortaya çıkan yeni insanı sosyolojik ve felsefi bir bakış açısıyla ele alıyor Yeni İnsan’da. Yerleşik kabullerimizi, biyoteknoloji ve biyoiktidar karşısındaki derin suskunluğumuzu bozuyor ve bize yeni ufuklar sunuyor. Türkiye’de konuyla ilgili yayımlanmış sınırlı sayıdaki yetkin eserden biri olan Yeni İnsan, sosyoloji ve bilim etiği kitaplığımıza önemli bir katkı niteliğinde.
DÜ
ŞÜ
NC
E
30 Okur Yazar | Bahar 17
ED
EB
İYA
T
“Terapi” adını verdiğiniz kitap Rilke’den bir alıntıyla, “Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?” cüm-lesiyle başlıyor. İnsanlar şeytanlarını kovayım derken nasıl meleklerini ürkü-tüyor?
Benim terapi odamda, danışanlarımın
oturduğu yerin hemen yanı başında bir
kağıt mendil kutusu durur. Bazen da-
nışanlar takılır, “Bizim ağlamamızı mı
bekliyorsunuz?” diye sorarlar. Ama o
etkileşim içinde kişi geçmişin olumsuz-
luklarına odaklanırken ister istemez
duygusal bir yoğunlaşma yaşayabilir.
Sıklıkla gözleri nemlenir ve ağlar. Psiko-
terapide geçmiş yaşantılara odaklanır-
ken olumsuz olan çok ön plana çıkabilir.
Geçmişi yaşanan yoksunluk ve sıkıntılar
etrafında kurgulamak, hayatın getirdiği
imkânları, kazanımları, sevgiyi gözden
kaçırmamıza yol açabilir. Halbuki olumlu
deneyimler geçmişin olumsuz deneyim-
lerinin izini silebilir. O yüzden, şeytanları
kovarken melekleri ürkütmekten kaçın-
mak gerekir. Hayatın bize sunduklarını
ıskalamayan, kâinatı kuşatan o eşsiz
neşeyi ve rahmeti fark etmemizi sağ-
layacak bir bilinç hali, bizi meleklerimizi
taşlamaktan alıkoyar.
Sizi tam olarak bu kitabı yazmaya iten neydi?
Günümüzde birçok insan dertlerini aç-
mak ve yardım alabilmek umuduyla
terapi ofislerine başvuruyor. Fakat ne
yazık ki bu insanlar her zaman ihtiyaç
duydukları yardımı alamıyorlar. Uygula-
nan terapi yöntemleri hayal kırıklığına
sebep olabiliyor. Sorunlar iyileşemediği
gibi, terapi ofislerinde derman arayan
insanların umutları da giderek azabili-
yor. Bunlara dikkat çekebilecek, terapi
kültüründeki eksiklik ve ön kabulleri işa-
ret edebilecek bir kitap yazmak istedim.
Bu kitap, aynı zamanda modern hayatın
insanın ruhsal kaynaklarını nasıl kurut-
tuğunu dile getiren bir modernlik eleşti-
risidir.
Terapilere kökten mi karşısınız yoksa bir form öneriniz var mı?
Aklı başında hiçbir ruh sağlığı uygulayı-
cısı terapilere kökten karşı olmaz; bunu
aklından geçirmez. Terapi neticede bir
şifa yöntemidir. Ben terapilerin kültürel
bir süzgeçten geçirilmeden uygulanma-
sına karşıyım. Günümüzde pek çok batılı
psikoterapi yöntemi hiçbir kültürel in-
celemeye ve analize tabi tutulmaksızın
insanlara uygulanmaya çalışılıyor. Her
toplumun kendine göre bir normallik an-
layışı vardır; her toplum kendi normallik
anlayışını üretir. Batı toplumuna göre
normal saydığımız bir insan, bizim top-
lumumuzda normal kabul edilmeyebilir.
Dolayısıyla ben insanın ruhi ıstırabını
arttıran, insanın yabancılaşmasına yol
açan, insanı Tanrı’dan ve insandan uzak-
laştıran terapi yöntemlerinin kültürel
olanı dikkate almaksızın, batı kültürün-
den ithal edilmesine karşıyım. Elbette
terapilere toptan karşı değilim. Bir form
önerim elbette var; kitabım da bununla
alakalı.
Duygular da Artık Meta Haline GetirildiModern zamanların getirdiği hızlı değişim bazen ruhlarımızda büyük bir tahribata sebep oluyor. Tam bu noktada psikiyatri bilimi gündeme geliyor. Gerçekten bir psikoloğa ya da psikiyatra ihtiyacımız var mı? Terapi odası duyguların kapitalistleşmesine sebep oluyor mu? Bunu ve daha başka soruları Psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar’a sorduk.
Röportaj: HASAN HÜSEYİN KEMAL / Yeni Asya Gazetesi
31Okur Yazar | Bahar 17
Kitaptan sonra ne tür tepkilerle karşı-laştınız?
Kitap olumlu bir yankı uyandırdı. Ben-
ce pek çok terapist bu kitabı okuduktan
sonra kendi pratiklerini sorgulama ih-
tiyacı hissedecektir. Öncelikle psikoloji
ve psikoterapi öğrencileri içinde, daha
eleştirel düşünen insanlar arasında bu
kitabın daha heyecanla karşılandığını
söyleyebilirim. Yine psikoterapi alan in-
sanlardan da kitabı okuyup çok olum-
lu geribildirimde bulunanlar oldu. Bazı
çevreler de burada dile getirilen eleştiri-
lerden bir rahatsızlık duyabilirler. Zaten
benim de amacım özellikle psikoterapi
pratiğini çok da şuurlu bir şekilde sürdür-
meyen, kendini eleştirel düşünceye yakın
hissetmeyen insanların bir ölçüde kafa-
sını karıştırmak.
Önceden insanlar birbirlerinin dertlerini dinlerlerdi. Terapi modasıyla sizce duy-gular da ticari bir meta haline mi geldi?
Eva Illouz, bu duruma duygusal kapi-
talizm adını veriyor. Duygular da artık
metalaştırılıyor. Duygusal kapitalizmin
bir sonucu da insanların bazı duyguları
pazarlayabilir hale gelmesidir. Terapi de
sonunda alınır satılır bir “şey” haline dö-
nüştürülmektedir. İnsanlar en ufak bir
incinebilirlik hissettiklerinde terapistle-
rin ofislerine koşmakta ve günlük hayat
içinde dayanmaları, mukavemet etmeleri
gereken şeyleri bir terapistle paylaşarak
rahatlama yoluna gitmektedirler. Bu da
incinebilirlik ideolojisini öne çıkarmakta-
dır. Halbuki bizim psikolojide ve psikote-
rapide mukavemet kavramını (resilience)
biraz daha öne çıkarmamız gerekir. Yani
insan neye sahip olursa, ne şekilde dav-
ranırsa, hangi psikolojik güç noktalarına
sahip olursa, hayatın zorlukları karşısın-
da o kadar rahat mukavemet edebilir; bu
önemli bir konudur.
İnsanların sen merkezli olmaktan çıktı-ğını, ben merkezli olduğunu söylüyorsu-nuz. Bu durumun neticeleri nelerdir?
Günümüzde bencillik tırmanıyor. İhti-
mam ahlakı azalıyor. Maalesef dünyada
narsistik kültür ve kibir bütün burçlara
bayrağını dikiyor. Günümüzde bazı terapi
ekolleri narsistik kişiliklerin üretilmesi-
ne hizmet ediyor. Bu da çok tehlikeli bir
durum. İnsanlara şifa olsun diye sun-
duğumuz terapi yöntemleri insanların
patolojilerini tırmandırıyor. “Sadece sen
değerlisin, sadece sen önemlisin, diğer
insanlar kesinlikle önemli değil; önemli
olan senin ihtiyaçlarındır” tarzı yüzeysel
bir yaklaşım insanların hem toplumla
hem çevrelerindeki insanlarla bağlarının
kopmasına yol açıyor. İnsan kendini aşa-
bildiği, kendi nefsani dürtülerinden kur-
tulabildiği oranda olgunlaşır ve kemalat
yolunda bir seviye kazanır.
Yine bu ay okurla buluşacak olan kitabı-nıza “Kalbin Direnişi” adını vermişsiniz. Kalbin direnişi tabiriyle ne kastettiğinizi öğrenebilir miyiz?
Dünyanın giderek değerlerini yitirdiği ve
hayatın maddîleştiği bir zaman dilimin-
de anlam üzerine konuşmak gerçekten
her zamankinden daha fazla anlamlı. Bu
anlamı bize veren de kalp sahibi olmak.
İnsanı dört bir yanından kuşatan arsız
tehdide karşı kalbi yardıma çağırmak
gerekiyor. Kuru bir nehir yatağını coştu-
ran yağmurlar gibi, ancak o insanın ya-
şadığı kuraklığını giderebilir. Sadece kalbi
olanlar içlerinde olup biten mucizeleri
görebilir ve sadece kalbi olanlar kötülüğe
direnebilir.
32 Okur Yazar | Bahar 17
Bir bilim dalı olarak “tarih”, yaşadığımız veya yaşayacağı-mız olayları anlamak/anlamlandırmak adına en güvenilir
veriyi verir elimize. Hele merak ettiğimiz bir dönemi, o döne-mi yaşayanların ağzından dinlemek hazların en büyüğüdür iyi bir tarih okuyucusu için. Timaş Yayınları, Hatırat Kitaplığı bu sevdayla 2009 yılında “resmî tarih”in dayatmalarından âzâde, “içimizden” insanların yaşantılarıyla, tecrübeleriyle ve değer-lendirmeleriyle, gündelik hayatlarından kesitlerle şekillenmiş, birçok eşsiz/benzersiz eseri okuyucularına sunmuştur. En son 2011’de hangi kitapları yayımladığımızı hatırlayacak olursak:
Yıl 2011:
Dindar Bir Doktor Hanım: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başı ör-
tülü doktorlarından olan Ayşe Hümeyra Ökten, kendisiyle ya-
pılan bu söyleşide, kökleri Kafkaslara dayanan ulema menşe’li
ailesini, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki dinî ve sosyal olayları,
tıbbiye ve öncesindeki tahsil hayatını, öğretmenlerini, İmam
Hatip Liseleri’nin kurucusu olan babası Celaleddin Ökten’i ve
yakın çevresini, Mekke ve Medine’de geçirdiği güzel günlerini
zaman zaman tebessüm ederek zaman zaman da gözleri do-
larak anlatmıştır.
Binbaşı Erich R. Prigge’nin Çanakkale Savaşı Günlüğü: Ça-
nakkale Savaşı’nın başından sonuna kadar Osmanlı 5. Ordu
Kumandanı Liman von Sanders’in yanında emir subayı olarak
görev alan Binbaşı Erich R. Prigge, savaş süresince gözlemle-
diği her şeyi bu günlüğe yazmıştır. Savaş Devam ederken, 1916
yılında Almanya’da basılan bu kitabın bir nüshası da Enver
Paşa’ya gönderilmiş ve paşa da hemen Türkçeye çevrilmesini
istemiştir. Hatta kitapta basılmak üzere imzalı bir fotoğrafını
dahi göndermiştir. Daha sonra kitap, içerdiği detaylı stratejik
bilgilerin deşifresinden dolayı Osmanlı Genel Karargâhı’nın is-
teği üzerine Almanya Hükümeti tarafından hemen toplatılmış-
tır.
Millet-i Sadıkada İsyan: Bu kitap, 1978-1923 yıllarına ait Baş-
bakanlık Osmanlı Arşivi ve diğer kaynaklardan seçilmiş ve hiç-
bir yerde yayımlanmamış Ermeni komitacılara ait 100 adet
mektubun orijinallerinin deşifresi ve aynı zamanda Prof. Dr.
Haluk Selvi’nin yaptığı konjuktürel yorumla oluşmuştur. Agop
Agopyan, Aneurin Willams, M. Sevasly, Mihran Damatyan gibi
birçok Ermeni komitacıya ait bu mektuplar, açık bir fikri, plan-
lanan eylemleri ve sıradan bir Osmanlı vatandaşı Ermeni’nin
bile yeri geldiği zaman düşüncelerini ortaya koyan özel mek-
tuplardır. Ermeni sorunun tarihi gelişimi içerisinde esas faktör
olan komitacıların yazışmaları, onların samimi düşüncelerini
gösterdiği için halen tartışılan bu konuda en güvenilir bilgileri
okuyucularına verecektir.
Rus ve İngilizlere Karşı Bir Osmanlı Zabiti: Birinci Dünya
Savaşı’nın hakkında en az bilgiye sahip olduğumuz cephelerin-
den biri olan Irak Cephesi’nde yazılan Mülazım-ı sâni Serez-
li Mehmed Ragıb Efendi’nin günlüğü 93 yıl sonra gün yüzüne
çıktı. Serezli Mehmed Ragıb Efendi, İstanbul Polis Teşkilâtı’nda
Bugün’ü Anlamak ve Geleceği İnşa Etmek
HA
TIR
AT
33Okur Yazar | Bahar 17
çalışırken savaş patlak veriyor ve kendisi vatanî görevini yap-
mak üzere üsteğmen olarak Irak Cephesi’ne gidiyor. Önce İran
sınırındaki Süleymaniye’de Ruslara karşı ve daha sonra Rusla-
rın geri çekilmesiyle İngilizlerle savaşan Serezli Mehmed Ragıb
Efendi, günlüğünde Irak Cephesi’nde Birinci Dünya Savaşı’nın
nasıl geçtiğine dair birçok bilinmeyen bilgiyi sunuyor.
Hac Yolunda: Kadirî tarikatı şeyhlerinden Mustafa Necati Ak,
1950’de Cumhuriyet tarihinde ilk deniz yoluyla hac seferi yapan
kafileyle kutsal topraklara gitmiştir. Dönemin en mühim kana-
at önderlerinin arasında bulunan Mustafa Necati Ak, ifa ettiği
bu kutsal vazifeyi, gidiş/geliş güzergâhını, giderken ve gittikten
sonra ziyaret ettiği yerleri ve hissiyâtını detaylı bir şekilde gün
gün yazarak 150’li yıllarda mukaddes toprakların tasvirini yap-
mıştır.
Bâki Kalan Bu Kubbede: 1950’li yıllarda Sinema-Tiyatro-Musi-
ki-Radyo, Haftalık Resimli Perde, Sanatkârlar Postası, Yıldız ve
Salon-Hollywood Sesi dergilerinde yayın yönetmenliği ve dö-
nemin ünlü ses ve saz sanatçılarıyla çeşitli röportajlar yapan
Sermet Sami Uysal, sanat müziğimizin özellikle altın dönemini
yaşadığı 1950-60 yılları arasında, ses ve saz sanatçılarıyla ge-
çen zamanlarını anlatıyor.
2010 Yılından aklımızda kalan bazı hatıratlar ise:
Osmanlı Ordusunda Bir Nefer: 1915’te Çanakkale’de, 1916’da
Galiçya’da, 1917-18’de Filistin’de yani Birinci Dünya Savaşı’nın,
en kanlı cephelerinde ve 1918-20 yıllarında Osmanlı’nın çökü-
şüyle beraber İngiliz esareti altında geçen yıllar. İbrahim Arı-
kan hatıralarında bulunduğu cephelerde yaşadıklarını ayrıntılı
bir şekilde anlatır. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman acılı, kimi
zaman insanın kanını donduracak bu kareler İbrahim Arıkan
kronolojik anlatım metoduyla resmedilmiştir.
Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları: Osmanlı
İmparatorluğu’nun son padişahı Sultan Vahdettin’in harem-
lerinden Nazikeda Kadınefendi’nin nedimelerinden Prenses
Leyla Açba’nın Fransızca ve Osmanlıca kaleme aldığı hatı-
raları, sırlarla dolu saray hayatını ve yakın tarihimizin tartış-
malı noktalarını birinci ağızdan bir tanıklıkla dile getiriyor. II.
Abdülhamid’in tahttan indirilişi ve Yıldız Sarayı’nın basılması;
Mustafa Kemal Paşa’nın huzura çıkarak Sabiha Sultan’ı iste-
mesi ve Sultan Vahdeddin tarafından Samsun’a gönderilmesi
gibi birçok olayı fevkalade hoş bir üslupla anlatmıştır.
Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri: Sultan Abdülhamid’in
Selanik’te sürgünde bulunduğu yıllardan başlayarak İstanbul
Beylerbeyi Sarayı’na nakline ve ölümüne kadar hususi doktor-
luğunu yapan Atıf Hüseyin Bey’in hatıraları, Prof. Dr. Metin Hü-
lagü tarafından hazırlanmıştır. Sultan II. Abdülhamid ile alakalı
en güvenilir hatırat olma unvanını üzerinde taşıyan bu kitap,
sultanın son günlerini geçirdiği sürgün hayatında neler yaşadı-
ğını anlatan birincil bir kaynak niteliği taşımaktadır.
34 Okur Yazar | Bahar 17
Kibrit Kutusundaki Sarıkamış-Sibirya Günlükleri: Bir zaman-
lar Kafkas Cephesi’nde yaşanan dramlar, henüz askerî lisede
öğrenci iken esir düşen M. Fuad Tokad’ın elinde titizlikle diktiği
ve bir kibrit kutusunda sığacak küçüklükte hazırladığı günlük-
te bütün detaylarıyla anlatılıyor. Şimdiye kadar Birinci Dünya
Savaşı’na dair önemli hatıralar neşredilmesine rağmen, esaret
altında yazılmış bir günlüğe pek rastlanmamıştır. Fuad Tokad’ın
askerlik sırasında ve esarette gizlice tuttuğu bu günlük, hem
Kafkas Cephesi’yle ilgili sıcağı sıcağına yazılmış duyguları hem
de hakkında çok az şey bilinen, hatta büyük bir kısmı unutulan
Sibirya’daki esir askerlerimizin yaşadıkları üzerine önemli bil-
giler içeriyor.
Ve Hatırat Kitaplığı’nın çıkış yılı 2009’dan hafızamıza kazınan bazı hatıratlar:
Politika Galerisi: Gazeteciliğin duayenlerinden Cihad Baban’ın
aktif siyasette bulunduğu yıllardan tanıdığı İsmet İnönü, Celâl
Bayar, Fevzi Çakmak, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu,
Fuat Köprülü, Osman Bölükbaşı gibi bir çok ünlü politikacının
anlatımlarıyla 1945 sonrası Türk Demokrasi hayatı. Bu kitapla
siyasilerin karakter tahlilleri, aile yaşantıları, eğitimleri, siyasi
kararlarını hangi kriterlerle aldıkları, insani zaafları ve gündelik
yaşamdaki halleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.
Tekke’den Meclis’e: Mevlânâ’nın torunlarından Veled Çelebi’nin
Konya’dan İstanbul Bahariye Mevlevîhanesi’ne varan yolu.
Sultan Reşad tarafından Konya Mevlânâ Dergâhı postnişinliği-
ne getirilmesi. I. Dünya Savaşı Suriye Cephesi’ndeki askerlerin
maneviyatını artırmak üzere kurulan Mücahidîn-i Mevleviyye
Taburu’na Sultan Reşad’ın iradesiyle kumandan tayin edilmesi.
Şura-yı Devlet azalığına seçilmesi. Millî Mücadele hareketine
katılması. Yakın dönem Türkiyesi’nin siyaset ve tasavvuf haya-
tına bir şeyh efendinin penceresinden bakmayı sağlayan enfes
bir eser.
Pîr Aşkına: Bahariye Mevlevihânesi’nin son postnişini Mithat
Bahârî Beytur, tekkeler kapatıldıktan sonra yine bir derviş olan
Feridun Nafiz Uzluk’la yıllarca mektuplaşır. Bu mektuplaşma-
ları inceleyen kitap, Osmanlı’nın son dönem manevî elçilerini
ve yaşadıklarını yine onların ağzıyla anlatıyor. Bu mektuplar bir
yandan Şeyh Efendi’nin Mevleviliğin eski günlerini yâd ediyor,
bir yandan da tekke mensuplarının sıkı takibata uğradığı o yıl-
larda aktif-siyasi bir direniş göstermek yerine dervişliği nasıl
sürdürebileceklerini tartışarak yine Türkiye’nin yakın tarihine
bir başka cepheden bakma fırsatı sunuyor.
Halife II. Abdülhamid’in Hac Siyaseti: 1890 yılında Doktor Şakir
Bey, İstanbul’dan bir gemiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. Yolcu-
luğu boyunca uğradığı yerleri, gördüklerini en ince detaylarına
kadar not alır. Müspet ve menfi tüm yönleriyle haccı değerlen-
direcek verilere ulaşır. Hacı olup döndüğünde de Halife Abdül-
hamid bunları kendisine bir rapor olarak sunmasını ister. Bu
rapor II. Abdülhamid’in hac siyasetinin bir parçası olarak hıfzıs-
sıhanın esaslarını oluşturacaktır.
35Okur Yazar | Bahar 17
Onu uzun, sohbetiyle bereketli bir sofranın ta öbür ucundan
dinlerken, neşeli, varlığın özünü insanın göğüs kafesinde ara-
yan, arzulu, müşfik, isyankâr, hayalperest sesinin şiirlerine
sakin bir uyumla eşlik ettiğini düşünüyordum. Yağmur, sığın-
dığımız cam küreyi inceden kırbaçlıyordu. Bir şairin sesiyle şii-
rinin genellikle pek örtüşmediğini bildiğimden belki, o mucizevi
‘ses-şiir’ ahengine şaşırmıştım. Hikâyesini
omuzlarında taşıyan şiirler, sesinin yumuşak
tınısıyla nasıl da kendiliğinden coşarak akıp
gidiyordu aramızdan. Hemen yanımda otu-
ran dostum Semih’e “Sesi şiiri olmuş ya da
şiiri sesi olmuş, ne kadar benziyorlar birbirle-
rine, müthiş değil mi?” dediğimi hatırlıyorum.
‘Yoksulların ve Şairlerin Kitabı’nı paylaşmak için dostlarını da-
vet ettiği kahvaltı sofrasında, onu öyle biraz mahcup bir edayla
şiir okurken hatırlamak hoşuma gidiyor bunları yazarken.
Cahit Koytak’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan son kitabı
“Cazın Irmakları”ndaki (Timaş Yayınları) mısralara, hayatın caz
ritmiyle eşlik etmek, ruhumun kuytusundaki ‘ölü duyguları’ di-
riltti. Meğer ne çok ihmal etmişim iç seslerle çoğalan müziğin
şiirde gizlenen, onun hakikatiyle çoğalan manasını. Miles Da-
vis, otobiyografisinde, “Müziği bu şekilde duymam Tanrı’nın bir
armağanıdır. Nereden geldiğini bilmiyor, sorgulamak istemiyo-
rum. Zaman bir vuruş şaşmışsa hemen duyarım bunu. Doğuş-
tan böyleyim. Tempo bozulmuşsa çalmam, çalamam.” diyordu.
Koytak’ın bu kitabında da öncekilerde olduğu gibi şiirindeki bi-
linçli vuruşların yankısını hissediyorsunuz.
Cazın Irmakları, farklı okumalara, algılara açık bir kitap. İnsan
atlasındaki duyguların, cevapsız soruların, hakiki kırılmala-
rın, hayallerin müzikle köpük köpük kabarmasını izleyebilirsi-
niz. Başka bir gün kitabı benim gibi rastgele bir yerinden açıp,
blues’un ermişlerine, yoksullara, yoksunlara, aşka çare ara-
yanlara, kimsesiz kuşlara, kaybolmuşlara yazılmış ağıtlar gibi
okuyup onlarla ‘bir’ olmanın hasretini giderebilirsiniz. Kim bilir
eğer cazla çoğalan hayatları sevmişseniz, yağmur tıpırtısına
parmaklarınızla tempo tutarak eşlik ettiğiniz alaca saatlerde,
Charlie Parker’ı, Charlie Mingus’ı, Miles Davis’ı, Duke Ellington’ı,
Nat King Cole’u, merhametli şairi gibi ‘Caz ve Dua’yla anmak is-
tersiniz: “Kimi delilerine, kimi dervişlerine göre, caz,/Yerle gök
arasında akan/Ve çağıltısıyla,/Burada, yerde yaşadıklarını,/
Tattıklarını, çektiklerini,/Sevdiklerini, yerdiklerini/Sözle, sazla,
niyazla duyuramayanların/Yürek vuruşlarını,/O dayanılmaz
uğultuyu,/Bir jam session/Ve toplu doğaçlama halinde/Cen-
nettekilere hüzün, /Cehennemdekilere teselli veren/Ezgilere,
zikirlere çeviren/Büyük ırmağın,/Büyük dua ırmağın adıdır/.
Cazın Irmakları’ndan süzülüp hayata dokunan şiirlerin, Tanrı’nın
‘büyük şiirindeki’ melodilerle, resimlerle, inançla, dünyanın bü-
yük boşluğuyla, kaosla, merhametle, yüzlerimize yansıyan ke-
derle buluşmasını izlemek, insanın özünde saklı olan sevme
ihtimalini, umudunu nasıl da cömertçe genişletebiliyormuş
meğer. Cazın rengini, nefesini, zamanını, tadını mısralarının
ezgileriyle buluşturarak hissiyatımızı kanatlandıran
ozan, daha kitabın başındaki ‘İlk Vuruşlarıyla’ müzi-
ğin şiirdeki karşılığını fısıldıyordu: “İnsan müzik için
yaratılmıştır/ve dünyadaki tüm sesler,/tüm susuş-
lar insan kulağı için.../.
Cahit Koytak’ın mitolojiden, tarihten, edebiyattan,
felsefeden, roman sanatından, müzikten, kadim masallardan,
kimi zaman siyasetten, metafizikten ama en çok da hayatın en
hakiki, en kabuklaşmış halinden beslenen şiir dünyasını, tam
da o dizede görünen ‘suskunluk’ için seviyorum ben. ‘Sesleri
ve suskunluğu’, kulağı hassas bir müzisyen, yazmaktan usan-
mayan dirayetli bir romancı, taşları elleriyle yontan çilekeş bir
heykeltıraş, usulca lirini çalıp susan çileli bir ozan gibi buluş-
turabildiğinde, şiirinin güçlü damarıyla kabaran ırmaklarında
akabiliyorum. Orada kimi zaman durmayı, durduğum yerde
yosunlu kayalara tutunarak topladığım taşları iç ceplerimde
biriktirmeyi, ‘iki taşın birbirine sürtünmesinden çıkan swing
sesini’, onları kelimelerimi paylaştıklarımın derin kuyusuna
atabilmenin hazzını yaşıyorum her defasında.
Cahit Koytak, bana göre cesaretin, vicdanın ve maneviyatımı-
zın, mütevazı, zarif, güçlü, biricik sesidir. Biliyorum bunu, onun
şiiri gibi bilincimin, soluğumun içinden, kelime kıymığının en
derine battığı yerden biliyorum: Çünkü bir şair/- Sanırım, caz
sanatçısı da öyle -/En iyi olduğu işte, şiirde, müzikte,/En iyi ol-
duğu çağda bile/Kendini,/Bir bahçe, bir ağaç,/Hatta bir masa
kadar bile/Olmuş bitmiş,/Tamamlanmamış hissedemiyor;/
Bunu da kendimden biliyorum.
Caz gibi akıyor şiirESRA YALAZAN / Zaman
35OOOOOOOOOOOOkOkOkOkOkuOkukuOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOkuOOOOkkuOOOOOOOOOOOOO uOkuk rrr Yr YYr YYYYr Yaaaazaaaaaaaaarrrr rrrrrrrrrr |||||||||||| BahBahBahBahBahBahBahBahBahBaBahBahBahBahBahBaahBahBB ar ararar ararararaarar ar aar a 1711111111111111
arrrre ara-
ğıttttlaar gibi
KKKKimm bilir
ıpıpıpıppırırrtttttıtt sına
aaaaataaa lerde,
llinggton’ı,
nmak is-
Yerle gök
dıklaarını,/
le, ssazla,
yanılmaz
nde//Cen-
/Ezggilere,
dıdıır/.
kakakakakakakakadadadadadadadadadad r rr rrr rr bbbbibbbbbb leeeeeee/O/O/OOlmlmlmlmuşuşuşuşuuşuşuşuuşuşuuuu bbittttttttttmimimimimimiimimiiimimiş,ş,ş,ş,ş,ş,ş,ş,şşş,şşşş,ş,/T/T/TT/TTT/TTTT/TTTT/TT// aaamaaaaaaaaaaaa amamamamammmmammammmammlalaaalaalalaaaalaalalaaanmnmnnnnnnnnmamamama ış hhhhhhhhhhhhhhhisisisisisisisisisisssssi seseseseseseseseedeeeemimmmmmmm yooor;r;r;r;/////////////////
BuBBBBBBB nuuuuuu dddddddddda aaaaaaaaaaaaaaaa kekekekekeekekk ndimdeeeennnnnnnnn bibbbbbbbbbbbbbbbbbb liyoyoyoyoyoyoyoyoy rururuuuuururuuuuuurum.mm.m.m.m.mm.
“İnsan müzik için yaratılmıştır ve dünyadaki tüm
sesler, tüm susuşlar insan kulağı için...
ED
EB
İYA
T
36 Okur Yazar | Bahar 17
Halide Nusret Zorlutunaya da ”kadın yazarların annesi”…
ED
EB
İYA
T
1901’de İstanbul’da dünyaya geldi, İstanbul Üniversitesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi ve 1924’ten iti-
baren yurdun çeşitli yerlerindeki “küçük dostlarına” ilim,
irfan taşıdı, öğretmenlik yaptı… Kurtuluş Savaşı yıllarının etki-
si ve heyecanıyla Milli Edebiyat dairesinde eserler verdi. Kadın
duyarlığını, inceliğini bilhassa şiirlerinde olmak üzere, hemen
tüm eserlerinde önemli bir unsur olarak işledi… On beş yaşla-
rında başladığı yazım serüvenini, edebiyat ve kültür dünyasına
birbirinden değerli eserler bırakarak 1984’te noktaladı…
Edebiyatımızın “ışıksız bir devrinden” elinde meşale ile geçti
Halide Nusret Hanım… Gelecek nesillerin aydınlanması için bir
ışık tuttu… Fakat bugün, “küçük dostları” çok satanların ışıltı-
sı arasında onu seçmekte epey zorlanıyor… Bu noktadan yola
çıkarak, Halide Nusret Hanım’ı, haiz olduğu edebi değer anla-
mında hakkıyla konumlandırmış değerli yazarımız Selim İleri ile
konuştuk…
Halide Nusret Zorlutuna eserleriyle ilk karşılaşmanız nasıl oldu?
Selim İleri: Halide Nusret Hanım’ın eserlerini bir tesadüf sonucu
tanıdım. 60’ların sonu olması lâzım. Cağaloğlu’nda, ne alırsan
1 liraya diye kaldırıma düşmüş kitaplar arasında onun Gül’ün
Babası Kim adlı romanı elime geçti. Kapağı, 40’lı yılların at-
mosferini taşıyan bir kitaptı. Halide Nusret Zorlutuna’nın kim-
liğini, Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü’nden
okudum ve hemen arkasından o romanı okumaya başladım.
Gül’ün Babası Kim, bana çok şaşırtıcı geldi. Çünkü bizim ede-
biyatımızın, bence hem üslup olarak hem de sosyal endişeleri
açısından çok önemli bir romanıydı. “Babasız çocuk” yani bu-
gün gayet kaba bir şekilde tabir ettiğimizde “piç” sorunu üzeri-
ne yazılmış olan bir eserdi ve son derece insani açıdan kaleme
alınmıştı. Hatta -devrin bugünkü moda tabiriyle- feminist de-
nebilecek bir romanıydı. Ondan sonra Halide Nusret Hanım’ın
başka kitaplarına ulaşmaya çalıştım. Fakat o dönemde Halide
Nusret Hanım hayatta olmasına rağmen hiçbir kitabına ulaşa-
madım. Bizim edebiyatımızda bu anlamda ne yazık ki, “hakkı
yenmişler ordusu” diyebileceğim kadar kalabalık yazarlar var-
dır. Halide Nusret Hanım da çok uzun yıllar o şekilde kalmış bir
yazarımız. Tabii onun önemli bir şair olduğunu, bazı şiirlerinin
belli bir dönem içerisinde insanlar üzerinde, bilhassa savaş
yıllarında çok şiddetli bir etki bıraktığını bilen biliyordu... Ama
genel olarak bilinmeyen bir yazardı.
Halide Nusret Hanım’ı tanıyamadım hiçbir şekilde, ama kızıyla,
değerli Emine Işınsu’yla bir dostluğum oldu ve annesi hakkında
bazı anılarını dinledim Emine Hanım’dan. Sonraları, bütün ki-
taplarını okuma imkanım da oldu. Baktığınız zaman, hem şair
Halide Nusret var, hem anı yazarı Halide Nusret var, hem de
bence gizli kalmış olan bir romancı Halide Nusret var. Gençlik
döneminde yazmış olduğu kitapları o yıllarda yazılmış olan di-
ğer kitaplarla kıyaslayacak olursak, tekrar vurgulayayım; hem
üslup açısından, hem de içerik açısından çok önde gelmesi ge-
reken bir yazar. Sanıyorum ki, son yıllarda bazı yayınevlerinin
gayretiyle ki Timaş Yayınları da zannediyorum bunlardan birisi
olarak anılması gereken bir yayınevi, bugünün okurlarıyla bir
bağ kurmasına biraz daha imkân sağlandı. Cumhuriyet döne-
mine Osmanlı’dan bir köprü kurarak gelmiş olan, hiçbir şekilde
geçmişi inkâr etmek değil, tam tersine; geçmişle cumhuriyet
arasında bir gönül bağı olduğunu en iyi alımlamış olan yazarla-
rımızdan birisi Halide Nusret. Anıları da bu çerçevede okunursa
çok önemlidir. Bilhassa öğretmenlik anılarını anlattığı Benim
Küçük Dostlarım, üzerinde çok ciddiyetle durulması gereken bir
eserdir; yolun başında, genç bir cumhuriyetin, idealist öğretme-
ni olarak öğrencileriyle kurduğu ilişki ve o devrin ruhunu, duyuş,
anlayışını yansıtması açısından çok önemli bir kitaptır.
Benim Küçük Dostlarım’ın Milli Eğitim tarafından 100 Temel Eser kapsamına alınmış olması sanıyoruz bu önemin farkında olmak anlamını taşıyor… Peki, bu eser bağlamında, Halide Nusret Hanım’ın tüm eserleriyle bil-hassa öğrencilere okutulması konusunda ne düşünü-yorsunuz?
Milli Eğitim’in bu tespiti yerinde bir seçim, bunu tartışmak bile
37Okur Yazar | Bahar 17
gereksiz diye düşünüyorum. Yüz Temel Eser içerisinde birçok
şeyin doğru tespit edildiği kanısındayım. Fikir ayrılığı olan ki-
taplar da var, olmaması gerektiğine inandığım kitaplar da var,
ama çoğunluk olarak baktığımızda çok doğru saptanmış. Be-
nim Küçük Dostlarım da tabii bu açıdan hakikaten çok önemli.
Yalnız bu kitaplar okunuyor mu ve yeni nesiller üzerinde, yeni
kuşaklar üzerinde bir ruh aydınlığı yaratıyor mu ondan şüphe-
liyim. Hep iyi niyetle yola çıkılıyor, birtakım listeler oluşturulu-
yor, fakat sonra bakıyorsunuz, bu kitaplar listenin içerisinde bir
kitap olarak kalıyor. Bence bütün o dönemin, hatta bugünün
de bazı yazarlarının- başka türlü gündemde tutulması gere-
kiyor. Şimdilerde edebiyatımız sadece 5-10 kişinin çok satanlar
listesinde yer alışından ibaret hale geldi. Halide Nusret Hanım
gibi bir değerin de o gürültü patırtı içerisinde ne kadar karşılığı
olabiliyor, bilmiyorum, ama karşılığının muhakkak olması ge-
rektiğini ısrarla vurgulamak isterim.
Günümüz okurlarını baz alarak düşündüğümüzde, dil ve üslup açısından Halide Nusret eserleri herhangi bir anlaşılmazlık teşkil eder mi? Özellikle o dönemdeki millileşme kavramını göz önün-de bulundurduğumuz vakit, okur ‘bugün’ ile bir bağ kurabilir mi?
Halide Nusret Hanım’ın dilinin an-
laşılmaz olduğunu katiyen düşün-
müyorum. Kendisi sade Türkçeye ilk yol alanlardan birisidir,
bilhassa şiirlerine baktığınız vakit, son derece duru bir Türkçe
ile yazılmış şiirler olduğunu görürsünüz. Bu şiirlerin bir başka
özelliği, -o dönemdeki diğer tüm şairler, yazarlar, ressamlar
v.s’de olduğu gibi- çok yüksek bir memleket duygusu içeriyor
olmasıdır…
Halide Nusret Hanım da memleket coğrafyası üzerine çok
güzel şiirler yazmıştır, bu tarz şiirler çoğu kez hamasi olma-
ya yazgılıdır. Mesela Urfa’da yaz gecelerini anlatan -şimdi tam
adını hatırlayamadığım- çok güzel bir şiiri vardır. Aradan bunca
yıl geçmiş, birçok şey değişmiş olmasına rağmen, Urfa’ya gitti-
ğiniz vakit, Halide Nusret Hanım’ın yakaladığı ruhun değişme-
miş olduğunu hemen hissedersiniz. Bunun gibi diğer memleket
şiirlerinde de aynı şeyi görürsünüz. Dil bakımından belki aşırı
bir Öz Türkçe değildir, ama hep kullandığımız, konuşa geldi-
ğimiz Öz Türkçenin, has Türkçenin varlığını hissedersiniz. Ro-
manları ve anı kitapları konusunda da aynı kanıdayım. Dil ola-
rak, anlatım olarak belki son yıllarda yazdığı kitaplarda yaşın
getirdiği bazı yorgunluklar olabilir, ama daha önceki eserlerine
baktığınız vakit, özellikle Gül’ün Babası Kim, Beyaz Selvi, Sisli
Geceler gibi eserlerine baktığınız vakit, canlı bir Türkçe karşı-
lar sizi. Mesela Sisli Geceler bu anlamda şiirsel anlatımı olan
bir romandır. Bizim edebiyatımızda da ruh fırtınası açısından
baktığınız vakit, psikolojik derinliklere inmiş bir kitaptır. Ama
dediğim gibi bütün bunların Türkiye’de okunabilmesi ve kitlele-
re benimsetilebilmesi için yeni ruh lazım. O ruh halihazırda yok,
ama Halide Nusret Hanım’ın eserlerinin yeniden yayınlanması
belki o ruhu da getirecektir…
Gerek ilk ve ortaöğretimde gerekse Edebiyat Fakültele-rinde, Halide Nusret’e ve eserlerine çoğu zaman sadece değinilmekle yetinildiğini görüyoruz. Bunun nedenini o dönem edebiyatının veya siyasetinin bir getirisi olarak mı görmek gerekir?
Sanıyorum bunda etkili faktör şu… Halide Nusret Hanım’ın o
dönemde bir siyasetin içine oturtulmuş gibi olduğunu görüyo-
ruz. Kendisinin öyle bir tarafı olduğunu pek düşünmüyorum,
eserlerinde de olmadığını görüyoruz zaten. Ama bizde daima,
yazarın düşüncelerini ille birtakım sürülerin veya kampların
içerisine oturtmak hastalığı vardır. Bu konuda gerek sağda
gerek solda birçok yazarımızı ne yazık ki zayi ediyoruz, kaybe-
diyoruz. Halide Nusret’in de -belki son yıllarda baktığınız va-
kit- siyasi iktidarların önem verdiği, fakat onlara karşı muhalif
okurların o siyasi iktidar önem veriyor diye görmezden gelin-
diği söylenebilir. Bu, uzun süren bir hastalığımızdır bizim, çok
uzun yıllardan beri süregelen bir hastalığımız… Bu hastalığın,
iki binlerin artık onuncu yılları bitmekteyken sürüyor olmasını
çok yanlış buluyorum. Bir yaza-
rı elbette kendi düşünceleri
içinde kabul etmemiz ve
o düşüncelere -biz öyle
düşünmesek bile- saygı
duymamız gerektiği ka-
nısındayım. Buna karşı-
lık yazarı düşüncesinden
veya duruşundan ötürü
görmezden gelmek de bir
hastalık diye düşünüyorum. O
anlamda Halide Nusret
Hanım’ın yadsındığı, bir
inkar ya da görmezden
gelişle baş başa bı-
rakıldığı bir dönem
olmuştur. Ama
dileyelim ki ar-
tık bundan sonra
öyle bir şey ol-
masın…
38 Okur Yazar | Bahar 17
En SonNe ZamanHuzur Duydunuz?
İstanbul’da bulunan Karagümrük Cerrahi Âsitanesi, Osmanlı’nın son zamanlarında, birçok önemli zâtın hayatını değiştiren olaylara tanıklık etmiştir. Ama bu tanıklıklar genelde sözlü kültür içinde kalmış, dilden dile nakledilmiş ve çoğunlukla sıradan okura kapalı kalmıştır. M. Fatih Çıtlak, Huzur Defteri’nde, bizi bu dergâh ve çevresinde yaşananlara götürüyor, Safer Efendi’nin huzurunda tuttuğu notları ve dinlediği sohbetleri bizimle paylaşıyor.
Huzur Defteri’ne irfanî güzelliklerimizin
kaynakları ve abide şahsiyetlerin ha-
tıraları eşlik ediyor. Hz. Pîr Nûreddîn-i
Cerrâhî ve halifeleri; Şeyh Fahreddîn
Efendi, Celal Ökten Hocaefendi, Gönenli
Mehmed Efendi, İskilipli Atıf Efendi, Ney-
zen Tevfik, Hüseyin Sîret, dönemin padi-
şahları ve meşhur birçok zât…
SU
Fİ
İstanbul’da KaragümrüÂsitanesi, Ozamanlarınzâtın hayatolaylara tanbu tanıklıklakültür içindedile nakledilsıradan okuM. Fatih ÇıtDefteri’nde,ve çevresindgötürüyor, Shuzurunda dinlediği sohpaylaşıyor.
Huzur Defteri’n
Kitap, huzur yolunda ilerlemek isteyen
okura, bu yolun hem güzelliklerini hem
de talep ettiği bedelleri hatırlatıyor. Gü-
zel ahlak nasıldır, vefa nedir, nefs nasıl
arınır, kalp nasıl aydınlanır… Tüm bunları
bu çok önemli üstatların hayatlarından
süzerek huzurumuza taşıyor.
Kitapta bulunan hatıraları okudukça,
medeniyetimizin birçok unsuru, Osmanlı
mahalle hayatı, Osmanlı insanı, tekke-
lerin toplum içindeki fonksiyonları gibi
birçok önemli konuda yepyeni bilgiler
ediniyoruz. Şeyh olarak nitelendirdiğimiz
bir kişi nasıl yetişiyormuş, nasıl eğitiliyor
ve aile hayatını nasıl kuruyormuş, çocuk-
luk döneminden yetişkinliğe kadar uza-
nan hayat safhalarını nasıl yaşıyormuş,
rüya tabirinin derinliklerinden güncel
hadiselere bakış nasıl şekilleniyormuş…
Cumhuriyetin ilk zamanlarında tekke-
lerin kapatılması beraberinde neler ge-
tirmiş, toplumda ve tekke hayatında ne
gibi değişikliklere yol açmış, bugün bize
inanılmaz gibi gelen fakat yaşanmış bu
zorluklar nasıl aşılmış… İşte bunların
hepsini bu kitapta bulmak mümkün.
Huzur Defteri sadece tasavvuf okuru-
nun ilgisini çekecek bir kitap değil, aynı
zamanda yakın tarih meraklılarının, kül-
tür tarihine ilgi duyanların da ilgisini çe-
kecek bilgilerle dolu.
Tasavvuf, insan ruhunun tüm sır-
larını, gizli kalmış yanlarını çok iyi
anlayıp tahlil eden bir ilimdir. Tek
ve hakiki maksûd olan Allahu Teâlâ’ya
vâsıl olmak için insanlığın önüne birçok
yol, birçok alternatif sunulması insan-
ların mizaç ve meşreplerinin çokluğu ve
çeşitliliği sebebiyledir. Yollar sayısızdır
ama hepsi aynı menzilde birleşir. Gayesi,
“aşk üzerine yaratılan Hz. İnsanı” Yaratı-
cısına sâlimen ulaştırmak olan bu nurlu
yollarda yürümek gelişi güzel hamlelerle
değil; âdab, erkân ve usûllerle mümkün-
dür. Sonu olan insanın sonsuzluğa yani
fenadan bekaya bu sıçrayışının yol hari-
tasını sunan tasavvuf, Allah’ın kalbimize
koyduğu özü yakalayıp geliştirmek için
vardır. Hiç şüphesiz insana ait hiçbir şey
cetvelle ölçülür gibi düz bir çizgi halinde
ilerlemiyor. İnsanın kendini tanıma, ta-
nımlama ve tanımlandırma serüvenin-
de inişleri ve çıkışları hiç eksik olmuyor.
Cemil Meriç’in “dergi, hür tefekkürün
kalesi” sözünü hakikate uzanan yolda
bayrak yapan Keşkül dergisi 2004 yılı
Haziranın’dan bu yana, tam 21 sayıdır
adına yaraşır bir şekilde kalbimizin ihti-
yaç duyduğu çeyizleri sunuyor.
Seyyah dervişlerin, yiyecek ve içecek-
lerini saklamak için omuzlarına asarak
taşıdıkları kâse anlamına gelen Keşkül,
varolagelmiş hiçbir tasavvuf ve irfan
mektebine yüz çevirmeden, her türlü
meşrebi içinde cem ederek düşünceyi
karanlıktan, eylemi eğrilikten, ruhu şah-
siyetsizlikten kurtaracak hakikate davet
ediyor. Batı’dan Orta Asya’ya, Sema’dan
Hacc’a, Kadın’dan Hz. İnsan’a, Savaş’tan
Hayat’a ve Su’ya, Mevleviyye’den
Kâdiriyye ve Nakşibendiyye’ye birçok
konu başlığını insan ruhunun öz bahçe-
sine sunan Keşkül, bu bahçenin toprağı-
na hakikat tohumları eken Abdülkâdir-î
Geylanî, İbnü’l-Arabî, Hz. Mevlânâ, Hacı
Bayram-ı Velî, Akşemseddin-i Velî,
Necmeddîn-i Kübrâ, Hâlid-i Bağdâdî,
Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddin gibi is-
mini buraya yazmakla bitiremeyeceği-
miz zevât-ı kirâmın genişliği ve derinliği
önünde eğildiğimiz fikirlerine kapı aralı-
yor.
M. Fatih Çıtlak’in yayın yönetmenliğinde
üç ayda bir hazırlanan Keşkül dergisinin
danışma kurulunda Hasan Kâmil Yılmaz,
Baha Tanman, Mahmud Erol Kılıç, Mus-
tafa Kara, Ö. Tuğrul İnançer, Ümit Meriç,
Zeynep Uluant gibi makaleleriyle dergi-
ye zenginlik katan birbirinden kıymetli
isimler bulunuyor. Tasavvuf kültürünü
ülkemizde en iyi bilen ve yorumlayan Sü-
leyman Uludağ, Emin Işık, Ekrem Demirli,
Hüseyin Kutlu ve Bilal Kemikli gibi seç-
kin kalem erbablarının yer aldığı dergi,
şık tasarımı ve görsel zenginliği ile ruh
dünyanızı 128 parçaya ayırıyor; yakıyor,
gözyaşlarınızla serinletiyor, onarıyor, to-
parlıyor ve halinizi bir fragman gibi sey-
retmenize imkan veriyor.
Evet, insanın görevi her şeyden önce
yaşayan bir ölüden farksız olduğunu an-
lamak ve Allah’ın varlığıyla var olmadan
yaşamadığını idrak etmek olsa gerek.
Allah’la insan arasında var olan inanç,
bu ödevi anlamadaki en temel vasıta.
Bu vasıtanın cismani hâli ise Kur’an ve
Efendimiz Muhammed Mustafa’dır(sav).
Bu kutlu yola çıkmaya niyetli her insanın
ilâhî çağrının hikmetlerini, işaretlerini ve
izlerini görebilmesi için tasavvuf derya-
sına kendisini bırakması yeterli olacaktır.
Üç ayda bir yayınlanarak ruhlarımıza ko-
nuk olan Keşkül dergisi, görmek ve anla-
mak isteyen, yola revan olan okurlara bu
yitik hazineden eşsiz kesitler sunuyor.
Okuyacağınız her sayı sadra şifa olacak
vesselam.
Dervişin yitik çeyizi...
Keşkül dergisi, 21. sayısında, XVII. yüzyılda yaşayan, tasavvuf tarihinin en renkli ve en önemli simalarından biri olan Halveti pirlerinden Niyâzî-i Mısrî ’yi dosya konusu olarak sunuyor. Dr. Mustafa Tatçı, Sadık Yalsızuçanlar, M. Safiyüddîn Erhan, Prof. Dr. Bilal Kemikli, Prof. Dr. Kenan Erdoğan gibi yetkin yazarların kaleme aldığı makaleler Keşkül’ün yeni sayısında…
39Okur Yazar | Bahar 17
H. SALİH ZENGİN
SU
Fİ
Esmâü’l-Hüsnâ… Günlük ha-yatımızda pek sık duyduğu-muz, en bilindik dua mecmu-
alarından tutun da idraki çatırdatan tasavvufî eserlere kadar birçok dinî eserde rastladığımız o En Güzel İsimler… Onların işaret ettiği mana, yegâne mana, hakiki mana nedir?
İnsana kâinatın gözbebeği denmiş.
Bütün ilâhî isimleri içeren, Allah ismine
yegâne mazhar olduğu için yaratılmış-
ların en şereflisi olan Hz. İnsan’ı kuru
bilgi olarak değil, müşahede ederek
bilenler, yani kâmiller, “Bil, Bul, Ol” diye
özetlemişler insanın manevi macerası-
nı. Peki, neyi bilecek, neyi bulacak ve ne
olacak insan?
Yaradan’ı bilecek. O’nu bilme sürecinde
evvelâ kendi acziyetini, yani ‘haddini’
bilecek. Peki, gündelik yaşadığımız ha-
yatların dağdağasında bu süreç nasıl
başlayacak? Ağızlarımıza pelesenk ol-
muş, fakat oradan rastgele kelimeler-
miş gibi tefekkürsüz, şuursuz, hissiz
çıkarttığımız, bu yüzden de gırtlağımız-
dan aşağı inmeyen, kalbi titretmeyen,
böylece davranışlarımızda ve dolayı-
sıyla mâneviyat âlemimizde bir dönü-
şüme dönüşemeyen, ama Âdem’i me-
leklerin secdesine lâyık eyleyip Efendiler
Efendisi’nin teşrifiyle varlık âlemindeki
zuhurları kemâle eren Esmâ-i Hüsnâ’yı
tek tek okuyup, satır satır düşünüp, cid-
di bir hayat programı dâhilinde günlük
hayatımızın her bir teferruatına hâkim
kılarak bilecek. Bildikten sonra kapasi-
tesi elveriyorsa her bir zerrede O’nu bu-
lacak, sonra arayanın da arananın da ve
dahi arayışın da O olduğunu görür hâle
gelince olacak…
Günümüzün tasavvuf üstatlarından
muhterem Tosun Bayrak Beyefendi’nin
yılların birikimiyle derlediği, yine kendi
gönül ikliminden satırlara aksettirdiği
irfan incileri sayesinde Allah Teâlâ’nın
güzel isimlerini günümüzün şartlarında
anlayıp uygulamak daha kolay bir hâle
geliyor. Her bir esmanın şerhinde o es-
maya kemâl seviyede mazhar olmuş
olan kulun hâli anlatılarak günümüz in-
sanının onulmaz dertlerine kalıcı şifalar
bulmak mümkün olduğunca somut bir
hâle getiriliyor. Günümüzün argüman-
ları ve malzemeleriyle düşünüp söyle-
yen ve yazan bir üstat tarafından kale-
me alınmış olmasının yanı sıra bu esma
şerhini hususi kılan diğer bir özellik, ilâhî
isimleri tek başlarına anlayamayacak
olduğumuz hakikatinin, Efendimiz’in
kitabın ikinci bölümünde verilen 201 is-
miyle ve gayet ârifane bir incelikle zım-
nen, “Şayet yaratılıştan maksat olan
hakiki Abdullah’ı, yani Efendimiz’i(sav)
öncelikle bilip bulamazsan, bil ki Hakk’ın
esmaları sana bir şey söylemeyecek-
tir!” denerek hatırlatılmasıdır. Çünkü
her bulan, Bâb-ı Muhammed’in eşiğine
yüzler, gözler sürerek bulmuş.
En Güzelİsimler O’nundur
TOSUN BAYRAK
» Kanlıca: Doğduğu semt (1926).
» Robert Kolej: Orta öğrenimini gör-düğü okul.
» 1940’lar: Bir süre mimarlık eğitimi alsa da ressam olmayı kafaya koyduğu yıllar…
» Şok Art: 60’lı yıllarda başını çektiği ve büyük ses getiren bir sanat akımı.
» Fairleigh Dickinson Üniversitesi (Amerika): 33 yıl sanat tarihi dersleri verdiği eğitim kurumu.
» Şeyh Muzaffer Ozak Efendi: 1974’te tanışmasıyla hayatını değiştiren zat.
» New York: Otuz yıldan beri, çoğu Amerikalı mühtedilerden oluşan takip-çilerine tasavvufi eğitim vermektedir.
ÖMER ÇOLAKOĞLU
rruatına hâkkkimmmmmmmmmmmmmmimimmmm
sonra kapasii-
errede O’nu bu-
arananın da ve
unu görür hâle
üstatlarından
k Beyefendi’nin
diği, yine kendi
ara aksettirdiği
Allah Teâlâ’nın
zün şartlarında TOSUN BAYRAK
40 Okur Yazar | Bahar 17
SU
Fİ
“Modernitenin katı rasyonalist, pozitivist, materyalist ve anti-tra-disyonel yapısı artık ciddi eleştiriler almaktadır ve tahtı sallanmaya baş-lanmıştır. Post-modern insan artık mana arayışına girmiş, kaybettiği anlam haritalarını yeniden arama-ya başlamıştır. Düşüncede, inançta, eylemde, hayatta, kısacası bütün beşerî sahalarda hep bir “anlam” arayışının, bir derine inme çabasının öne çıktığı gözlenmektedir. Modern insan için “Nasıl?” sorusu önemli iken post-modern insan için “Ne-den?” sorusu öncelikli olmaya baş-lamıştır.”
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’ın son kitabı
Tasavvufa Giriş’in önsözü böyle başlıyor.
Yazarın bu kısa paragrafla çizdiği çerçe-
ve oldukça geniş bir ufka işaret ediyor.
Bunda Mahmud Erol Kılıç’ın kadim bil-
gelikten beslenen bakışının etkisi bü-
yük şüphesiz. Zira hudutlarını tayin bile
edemeyeceğimiz tasavvuf ve İslam fel-
sefesi okyanuslarından, elimizdeki kaba
içebileceğimiz kadar su kolaylıkla doluyor
kitabı okurken.
Tasavvufa Giriş başlığı bir ilim disiplinine
akademik anlamda sistematik bir “giriş”i
çağrıştırsa da, bu kitabın, öylesi siste-
matik bir giriş olmadığını söylüyor yazar
ve ekliyor: “Belki öylesi giriş kitaplarına
bir ‘giriş’ olabilir. Buna tasavvuf düşün-
cesine giriş de denebilir.”
Kitap, yazarın daha çok İstanbul Ta-
rık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde
2002 - 2008 yılları arasında devam et-
miş olan “Bir Doktrin ve Kültür Olarak
Tasavvuf” derslerinde tutulan notlardan
ve bant çözümlerinden hazırlandı. “Soh-
bet havasında geçen bu derslerde gerek
doktrin gerekse pratik olarak kültür ve
medeniyet tarihimiz üzerinde derin izler
bırakan bir ‘Dünya Görüşü’ karşılaştır-
malı olarak ele alınmaya çalışıldı.” diye
anlatıyor Mahmud Erol Kılıç. Derslerin
içeriğini bilenler bilir; kıymeti ölçüleme-
yecek kadar yüksek bu toplantıların
hemen her ayında tarihî denebilecek
dakikalar yaşanmış, hiç unutulmayacak
ve belki bir daha tekrar edilmesi müm-
kün olmayacak cümleler kurulmuştu.
Dolayısıyla, bu mühim derslerin şimdi
bir kitapta toplanmış olması haberi tam
anlamıyla büyük bir müjde niteliğinde.
Bu işte emeği geçenler ise gerçekten
sonsuz teşekkürü hak ediyor.
Kitabın sonuna yaklaşırken, önemli bir
cümle kuruyor Mahmud Erol Kılıç: “Ta-
savvufun iddiası bize kaybettiğimizi
geri verme, unuttuğumuzu hatırlatma-
dır. Yeni şeyler öğretme değil.” Burası
önemli. Unutulanı hatırlatmak derdine
düşmüş kitaplardan biri olarak Tasavvu-
fa Giriş’in değeri buradan geliyor olma-
lı. Çünkü yeni şeyler öğrenmeden önce,
neyi unuttuğumuzu hatırlamak gereki-
yor.
» Tasavvuf niçin bir metoddur?
» Nasreddin Hoca neden haklıydı?
» Modern insan hangi yanlış soruları soruyor?
» Sufiler, “Ben yokum” demekle neyi kastettiler?
» Hakikat-i Muhammediye ne demek-tir?
» Allah insanı niçin çok sever?
» Tasavvufi bilginin kaynakları neler-dir?
» Tasavvuf niçin bir hikmet felsefesi-dir?
» Tasavvuf İslam sanatına nasıl kay-naklık etmiştir?
» Sufiler “gül, bülbül, Leyla…” derken aslında ne demek istemişlerdir?
» Suretten sirete geçmek ne demek-tir?
» Niçin önce Niyâzî-i Mısrî, sonra Yu-nus Emre okunur?
» İnsana ilâhî nefesin üflenmiş olma-sını nasıl anlamalıyız?
» Allah’ın isimlerinin insan ve âlem üzerindeki etkileri nelerdir?
» Aristo niçin tekke kaçkınıdır?
» Yeni bir perspektifle tanışmaya ha-zır mısınız?
TasavvufNedir?ESRA TÜRKAN
ul Ta-
zi’nde
m et-
Olarak
ardan
“Soh-
» Tasavvvuf niçin birr metodddur?r
N ddi H d h kl d ?
41Okur Yazar | Bahar 17
SU
Fİ
Tarih Bu Sefer Bambaşka Bir Şekilde Yazıldı
“Başlangıçta amacım geç Osmanlı İmparator-luğu ve modern Türkiye’nin panaromik bir
tarihini yazmaktı. Kronolojik olarak kitap, 1789’dan günümüze kadar olan dönemi
kapsayacaktı. Konu olarak da siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel ta-
rihi ele alacaktım.
Kültürel tarih araştırmalarım
sırasında fark-lı dönemlere ait
edebî eserleri oku-maya başlarken, bir
keşif yolumu aydınlattı. Osmanlı ve Türk edebiyat-
çıları, en azından yakın za-manlara kadar, genellikle kendi
dönemleri hakkında yazmışlar ve çevrelerindeki topluma bakışları
tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin bakışından çok daha zengindi.
Şu sonuca vardım ki, her bölümün sonuna farklı
yazarların dünyaları-nı keşfe çıkan kısa
d e n e m e l e r yerleştir-
mek, sadece kültürel üretim üzerinde değil; o bölüm boyunca tartışılan siyasal, sosyal ve ekonomik konular üzerinde de derinlemesi-ne düşünmeyi sağlayacaktı. Bu denemeler akademik tarihçiliğin kronolojik yapılarına ve önermelere dayanan yorumlarına edebiyatın sembolik ve kinayeli dilinin ahenkli tınılarını ekleyecekti.”
ABD’li Osmanlı Tarihçisi Prof. Dr. Carter V.
Findley’in, 1789-2007 yılları arasındaki döneme
çok farklı açılardan bakan ve yeni paradigmalar
geliştiren kitabının 60’lı yıllardan günümüze ka-
dar uzanan yolculuğu işte böyle başladı.
Kitapta, “Romanı kurmak, en ince ayrıntıları-na dek tasarlanmış bir dünya ile yola çıkmak demek. Bu ayrıntıları ise ancak bağlı bulundu-ğumuz, içinde yaşadığımız hayattan derleye-biliriz.” diyen Findley’in bu sözlerinden de an-
laşılacağı üzere, ‘hayal gücü’nün modernleşme
süreciyle paralel bir ‘modernleşen’ Türk tarihiyle
karşı karşıya kalıyoruz. Osmanlı ve Türk ede-
biyatçılarının eserleriyle tarihin arka odalarına
girerek edebiyat-tarih ilişkisini en verimli haliyle
kullanan Carter V. Findley, Tanzimat dönemin-
den günümüze kadar süregiden bu “modernleş-
me” sancısını, yaşanılan sosyal, siyasal, ekono-
mik olayları ve bunların döneme ve Türk tarihine
etkilerini kronolojik bir sırayla yazarken, aslında
bir yandan da bize bizi anlatıyor.
Carter Findley, geç Osmanlı İmpara-
torluğu ve Türkiye tarihinin kronolojik
olarak 1789’dan günümüze kadar döne-
mini kapsayacak bir çalışmayı hedefle-
yerek yola çıktığı yeni kitabında, kronolojik
42 Okur Yazar | Bahar 17
TA
RİH
tarihin yanı sıra kültürel tarihin zengin-
liklerini merkeze koyarak okurunu edebi-
yattan tarihe kadar uzanan bir düşünce
yolculuğuna çıkarıyor. Ana konusu siya-
sal, ekonomik, soysal ve kültürel tarih
olarak düşünülmüş kitap, bu verileri kul-
lanarak orijinal sonuçlar elde ediyor.
Önce geç Osmanlı İmparatorluğu, sonra
da Türkiye Cumhuriyeti’ne ev sahipliği
yapmış bir coğrafyada Türklük, Osman-
lılık, İslam, laiklik gibi kavramlar çeşitli
çerçevelerle sıklıkla tartışılagelmiş; “Tür-
kiye Cumhuriyeti bu imparatorluğun bir
devamı mı, yoksa köklerinden doğan
yeni bir devlet mi?” sorusu uzunca bir
süre gündemden düşmemiştir. Yusuf
Akçura’nın Üç Mesele’de dile getirdiği,
Ziya Gökalp’ın ‘Türkleşmek, İslamlaşmak,
Muasırlaşmak’ diye formülleştirdiği ve
Findley’in kaleminde de “İslam, Milliyetçi-
lik, Modernlik” şekline dönüşen bu üç te-
mel kavram; bu sefer pek alışık olmadığı-
mız bir yöntemle, ‘hayal gücü’ üzerinden
değerlendiriliyor.
Tanzimat’la başlayan modernleşme sü-
recinden Türkiye’nin son dönemlerine ka-
dar damgasını vuran temel mesele olan
“modern dünyada kendi yerini bulma” ça-
bası, çok-uluslu bir imparatorluğun mi-
rasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde de
şüphesiz farklı şekillerde zuhur ediyor-
du. Bazıları dil ve milliyeti öne çıkarırken,
bazılarında İslami değerler ön plana çık-
mıştı. Olabildiğince objektif bir tarihyazı-
mı yapan Findley’in kaleminde ise bu, “bir
Türk modernitesi” olmaktan ziyade, bir-
çok modern Türk fenomenine dönüşüyor
ve bunlar ulusal ölçekten daha geniş bir
bağlama yerleştiriliyor.
Aralarında Namık Kemal’den Orhan
Pamuk’a, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan
Fatma Aliye’ye, Halide Edib Adıvar’dan
Adalet Ağaoğlu’ya kadar pek çok değer-
li ismin olduğu 10 Türk yazar ve eserleri
üzerinden Osmanlı ve Türk tarihi oldukça
başarılı bir şekilde yeniden yazılıyor.
Kısacası Modern Türkiye Tarihi birçok yö-
nüyle daha önce yapılmamış bir araştır-
ma olma özelliğini taşıyor.
“Kitabın konusunu ve yöntemini ken-di içimde çok tartıştım. Çeşitli başlan-gıç noktaları seçtim. Başlarken bunun sadece bir sentez kitabı olacağını dü-şünüyordum. Fakat araştırmalarımı derinleştirdikçe sentezle yetineme-yeceğimi anladım. Çünkü toplumsal tarihin niceliksel tarafı epeyce araş-tırılmış fakat niteliksel tarafı ihmal edilmişti; yani kaynak sorunu vardı. Bu yüzden kitabımda sentezler ol-makla birlikte birçok orijinal araştır-ma da var.” Carter V. Findley
“Türkiye’de oturanlar genelde laik ve muhafazakar kesimin çatışmasını görüyorlar. Yalnız çatışmalar olsaydı büyük ihtimalle 1918 yılından son-ra yeni bir Türk devleti çıkmayacaktı. Birbirlerinden hiçbir şey öğrenmemiş olsalardı Türkiye’nin geleceği parlak olmazdı. Türkiye tarihi büyük bir neh-rin akışı gibi oluşan bir şey. Yan kollar var.” Carter V. Findley
“Doğrusu ben tarih ve edebi-yat alanlarında düşünce üreten ve aynı zamanda okuma hazzı veren bu kitabı sevdim. Daha evvel Yale Üniversitesi’nde yayınlanan bu araş-tırma, sadece Türkiye’nin son iki yüz-yıllık geçmişini anlatmıyor çünkü. Gündelik gerçekliği ‘anlatıcı akılla’ şekillendiren hayal gücünün, edebiya-tın önemini de hatırlatıyor. Bunu pek önemseyen bir toplum için fevkalade önemli bir kazanç.” Esra Yalazan
“Findley’in bu son derece sıcak, ber-rak, engin bilgiye dayanan, günce-li yakalayan özgün kitabı Osmanlı Devleti’nin ve Türkiye’nin modernleş-meye yönelik olarak iki yüzyıldan beri attığı adımlara ilişkin eski basmakalıp anlatımlara başarıyla meydan okuyor ve bu dönüşüm sürecinde doğru bir İslam ve milliyetçilik tablosu ortaya koyuyor. Bu kitabın, Türk modernleş-me destanının bilinmeyen boyutları-nı kavramak isteyen herkes için çok kısa bir süre içinde vazgeçilmez bir başvuru kaynağı olacağına eminim.” Kemal H. Karpat
e edebreten ve
zzı veren vvel Yalebu araş-
n iki yüz-r çünkü. cı akılla’ edebiya-
Bunu pek fevkalade azan
ıcak, ber-n, günce-
Osmanlı odernleş-ıldan beri smakalıp
an okuyor doğru birsu ortrtaayaodernr leş---boyuttlaları-s için çok kilmez bir eminim ”
43Okur Yazar | Bahar 17
Edebiyatın ince kollarıyla gerçeği tutup kaldırıyor
Erdoğan öykülerde öyle bir kıvam
tutturmuş ki haykırmıyor, ama
belli belirsiz mırıldanmıyor
da. Sadık Yalsızuçanlar’ın
belirttiği gibi “kale-
mini kamera gibi
kullanıyor.
Acının kutsal bir vahşiye dönüştüğü bir coğrafyanın yazgısını,
gerçekçi fotoğraflar pozlayarak anlamaya ve anlatmaya çalışı-
yor.”
Belki iddialı bir söz olacak ama kelimeleri hakiki anlamlarıyla
buluşturuyor. Sözcüklerin taraflar arasında bölüştürüldüğü,
özgürlük, barış, güvenlik gibi zamansız kavramların bir ezbere,
hatta simgeye dönüştürüldüğü bir iklimde ‘şey’leri yalın haliyle
anlatma, oyunlardan uzak kalma cesaretini gösteriyor. İki ateş
arasında sıkışıp kalan bir halkın yaşadıklarını en saf haliyle
Çocukların bir gecede büyümek zorunda kalmayacağı zamanlar ümidiyleNEVAL AKBIYIK
Edebiyatın ince kollarıyla gerçeği tutup kaldırıyor
Erdoğan öykülerde öyle bir kıvam
tutturmuş ki haykırmıyor, ama
belli belirsiz mırıldanmıyor
da. Sadık Yalsızuçanlar’ın
belirttiği gibi “kale-
mini kamera gibi
kullanıyor.
A
g
y
B
b
ö
h
a
a
Keje… Koca bir ülkenin batısında yaşayan çoğunluğun kulakları 90’lı yılların ikin-ci yarısında tanıştı bu isimle. Yavuz Turgul’un unutulmaz Eşkıya filminde acısını suskunluğuna gömen karakterin ismiydi Keje. Yabancılaştığımız bir coğrafyanın
isimlerinden bile uzaklaştırılmıştık.
Sivil inisiyatiflerin, edebiyat ve medya dünyasının aşina olduğu Emine Uçak Erdoğan’ın öykü kitabının başlığı da bu: Keje. Emine Uçak, bir yaz gecesi aniden patlayan silah sesle-riyle hayatları alt üst olan bir nesli anlatıyor; o gecenin dehşetiyle bir anda hayatları ikiye bölünen, arafta kalan, bir gecede büyümek zorunda kalan çocukları.
Xazallar, Nazeler, Ahmetler ve Esatlar önce özgürlüklerini, dağ bayır rahatça gezindikleri günlerin neşesini, sonra okullarını kaybediyorlar. Devamında evlerinin ateşe verildiğini görmeye, yurtsuz kalmaya kadar uzanıyor yoksunlukları. Büyükler onlara hiçbir şey söylemiyor, sadece kendi aralarında “dışardakiler” dedikleri birilerinden bahsediyorlar. Çocuklarsa olup bitene akıl sır erdiremiyor.
44 Okur Yazar | Bahar 17
ED
EB
İYA
T
anlatmayı önemsiyor. Şiddeti yalın biçimde şiddet olarak res-
mediyor, fiilin neşet ettiği kaynağın kimliğine göre terazisinin
ayarlarını bozup kurmuyor. Evet, bir edebiyat metniyle karşı
karşıyayız, bunun farkında olarak konuşmalıyız, ama her bir
öykünün okura hissettirdiği en belirgin duygu; gerçeklik, yalınlık
ve edebiyatın ince kollarıyla adaletli davranmaya çalışan bir ya-
zarın metniyle karşılaşmanın verdiği ferahlık.
İnsanoğlunun değişmeyen acısı
Yedi öyküden oluşan kitapta bir gece baskınından sonra hayat-
ları değişen yedi çocuğun hikâyesini okuyoruz. Keje, hikâyesini
kendi ağzından anlatan çocuklardan hiçbirinin adı değil aslında.
Belli ki Emine Uçak, “bu öykülerde zamana ve mekâna özellikle
yer verilmedi. Yaşananlar bu kadar benzerken, yerin ve yurdun
bir önemi yok çünkü” derken biraz da bunu kastediyor. Kürt-
lerin, küçük kız çocuklarını severken kullandıkları bu kelimeyle,
sadece kahramanlarının değil, bütün çocukların çocuk olduğu-
nu, huzurlu ve şiddetsiz bir ortamda büyümeye duyduklara ih-
tiyacı vurguluyor.
Yaşananlar gerçekten de zamansız. Kitabı okuduğum günler-
de bir gazetede Dersim’in canlı tanıklarından 87 yaşındaki Efo
Bozkurt’un yaşadıklarına rastladım. Efo Dede’nin anlattıkları
ile bütün gün “aha böyle dili iki karış dışarıya çıkana kadar çalı-
şıp duran” bizim küçümen Xayro’nun (s.111) baskın gecesi yaşa-
dıkları ne kadar da benzerdi. Failler ve taraflar değişse de aynı
acımasızlık, aynı kör şiddet, aynı korku ve koca bir baskından
güya “kurtulduktan” sonra yaşanan aynı anlamsızlık duygusu…
Kurbanlar değişse de insanoğlunun yaşadığı acılar hep aynı.
Kendi taşramıza yabancılaşma-mız
Emine Uçak, kurduğu atmosferle, kendi
taşramıza ne kadar yabancılaştığımızı
da hissettiriyor. Kasaba hayatının gün-
delik telaşları, bir şenliğe dönüştürülen
kış hazırlıkları, bulgur öğütmek için
düzenlenen dibek geceleri, bağlarda
ve bahçelerde özgürce dolaşmak
gibi ayrıntılar, artık unuttuğumuz
huzurlu bir bahçenin havasını su-
nuyor adeta. Bunlar artık hayatımızdan çıksalar da en azından
varlığından haberdar olduğumuz anılar. Peki ya kendi doğumu-
za bakarken farkında olmadan takındığımız gizli oryantalist
gözlük? Kalabalık ailelerde en hafif tabirle, “kayıtsızlıkla” bü-
yütüldüğüne inandığımız çocuklara anne babaların gösterdiği
özen karşısında ilk anda duraksadığımda hissettim bunu. Sanki
babalar kız çocuklarını sadece şehirlerde dizlerinde uyutabilir,
anneler oğullarının kaldıramayacağı ağırlıkları yalnızca bizim
dünyamızda sırtlayabilirdi! Bu evlat duyarlılığının zirve noktası
ise öksüz torunu Xazal’ı büyüten Hatçe Kadın oldu. Doğum ya-
parken hayatını kaybeden gelini Susin’in yadigârı, torunu Xazal,
annesizliğini hissetmesin diye çabalayan Hatçe Nine ona anlat-
tığı masalları bile değiştiriyordu çünkü:
İki küçük yavrusu olan bir anne keçinin masalını mesela. Yav-
rulardan birinin adı aynı Hatçe Nine’nin torunu gibi Xazal, diğeri
Delal. Anne keçi Xazal ile Delal’i evde bırakıp çayıra otlamaya
gider her gün ve gitmeden önce de yavrularını hain kurda kar-
şı sıkı sıkı tembihler. “Gelince şöyle sesleneceğim: Xazalamin,
Delalamin /Derî dayka xe veke/Şîr hatiye gohane. (Hazalım,
Delalim/ Annenize kapıyı açın/ Göğüsleri süt dolmuş)” Baba-
anne ise ninelerin sütü olmaz diye şaşıran torununa rağmen
tekerlemeyi her seferinde değiştirir: “Derî pirka xe veke. (Açın
kapıyı babaannenize).” (s. 133)
Emine Uçak Erdoğan önsözde “Hayatın ve imkânların bütün
yoksunluğuna rağmen, hayal dünyamızın ve zihinlerimizin ala-
bildiğince özgür ve zengin olduğu o günleri biraz da olsa bugüne
taşımak istedim” diyor. “Savaş, göç, molotof kokteyli, acı, öfke
ve daha nice olumsuz kelimeyle yâd edilen o topraklarda bir
zamanlar bambaşka kelimelerin, hayatların hüküm sürdüğünü
hatırlatmak için.” Ve bunu gerçekten de başarıyor.
45Okur Yazar | Bahar 17
KİM BU SELÇUKLULAR?
Tarih boyunca her
millet kendini di-
ğerlerinden farklı
kılan özellikleriyle ön pla-
na çıkmıştır. Türk milletini
de farklı kılan pek çok
özellik vardır; misafirper-
verliği, doğruluk ve adalet anlayı-
şı, atalara saygısı, vatan sevgisi,
ezileni koruması, teşkilâtçılığı gibi
pek çok hususiyet bunlar arasında sa-
yılabilir, ancak bir özellik var ki adeta
Türk milleti ile asırlar boyunca
özdeşleşmiş durumdadır; o
da savaş sanatında göster-
dikleri ustalık ve gelişimdir.
Bu yüzden dünya tarihinde
savaş sanatı ve askerî kültür
bakımından dikkat çeken milletlerin
başında da Türkler gelmektedir.
Bu konuda Osmanlılar için de iyi
birer örnek teşkil etmiş olan Selçuklu-
lar, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu
ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Af-
rika, Hicaz ve Yemen’den Rusya içlerine
kadar yayılan hakimiyetin, muazzam bir
kültür ve medeniyetin temsilcisiydiler.
Her anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun
kuruluş sürecinin temellerinin atıldığı
devlet olarak gösterilebilecek Selçuklu-
lar, anlaşılmayı ve araştırılmayı bekleyen
bir alan olması itibariyle dikkatleri zaten
üzerine çekiyordu. Selçukluları alıp gü-
nümüze kadar taşımanın gerekliliği işte
belki de bu noktada ortaya çıkıyor. Ye-
terince araştırmaya konu olmuş ve hâlâ
da olmaya devam eden Osmanlıların
aksine, unutulmuş, bir nevi tarihe terk
edilmiş bir konu Selçuklular… Bu konuda
çalışılmış eserlerin az olması bir yana,
“Selçukluların Asya ve Anadolu’daki ba-
şarısının sırrı neydi?”, “Kimdi bu küçük bir
beylikten güçlü bir devlete doğru adım
adım ilerleyen Selçuklular?”, “Nereden
gelmişler, nerede devlet kurmuşlar, na-
sıl başarılı olmuşlardı?”, “Eğitimleri, sos-
yal hayatları, savaşları, İslamiyet’e geçiş
süreçleri nasıldı?” ve belki de en önemlisi
“Bizans gibi köklü bir imparatorluğa karşı
bu devlet nasıl üstünlük sağlamıştı?” gibi
soruların cevapları hâlâ havada…
Bu hususta gözden kaçırılan konu, belki
de yeterince araştırmaya konu olmuş ve
hâlâ da olmaya devam eden Osmanlıla-
rın aksine, unutulmuş, tarihte asılı kal-
mış Selçukluların da en az Osmanlılar
kadar Türklerin atası olduğu gerçeğiydi.
Neyse ki bugünlerde bu alanda yazılmış
ya da yazılmayıp eksik kalmış eserlere
belli bir katkı sağlayacağı şüphesiz olan
bir seri Timaş Tarih tarafından başlatıl-
dı. Bu seri, her ne kadar daha yeni baş-
lanmış olsa da, Selçuklular konusuna
meraklı her okura, şimdiye kadar ya-
pılmayanı yapma ve onlara Selçukluları
anlatma konusunda oldukça katkı sağla-
yacağa benziyor.
46 Okur Yazar | Bahar 17
TA
RİH
Yeterince araştırmaya konu olmuş ve hâlâ da olmaya devam eden Osmanlıların aksine, unutulmuş, bir nevi tarihe terk edilmiş bir konu Selçuklular…
Araştırmacı yazar Hakkı Öz-nur, “1993 Örtülü Darbe” adlı
titiz ve detaylı çalışmasında,
işte bu sorulara son derece tatmin
edici yanıtlar veriyor. 1993’le ilgi-
li bilmediklerimizi, Türkiye tarihinin
derinliklerini ve bugünün siyasal
çatışmalarının temellerini açıklıyor.
Bu yönüyle kitap hem belleklerimizi
tazeliyor hem de derin devletin şif-
relerini çözüyor.
Bugün geçmişe baktığımızda, 90’lı
yılları tarihimizin karanlık dönemle-
rinden biri olarak görüyoruz. Bu on
yıl içinde en dikkat çekici yıl ise 1993.
Uğur Mumcu suikasti, Başbağlar
katliamı, Eşref Bitlis’in öldürülmesi
gibi çok sayıda karanlık hadise aynı
yıl meydana geldi. Tüm bu olaylar
neden aynı zaman diliminde mey-
dana geldi ve hangi beyin tarafından
yönetiliyordu? Hakkı Öznur, döneme
dair bütün karanlık soruların birbi-
riyle bağlantısını kitabında ortaya
koyuyor.
Çekiç Güç’ün izlediği politikadan yola
çıkarak Uğur Mumcu Suikastı, Eşref
Bitlis Olayı, Bingöl’de verilen şehit-
ler ve Erzincan Başbağlar Katliamı
gibi olayların arkasındaki kirli ilişki-
leri gözler önüne seren Öznur, PKK
merkezli gizli görüşmelere vurgu
yaparak olayların ortak noktalarına
dikkat çekiyor. Büyük çaplı ve detaylı
bir araştırmanın ürünü olan kitapta
tüm olaylar tek tek belgelere dayan-
dırılıyor.
Örtülü Darbe 1993, karanlık bir
geçmişe cesaretle bakmak iste-
yen okurlar için eşsiz bir kaynak
ve siyaset kitaplığımıza başarı-
lı bir katkı niteliğinde. Yetkin ve
titiz araştırmacı Hakkı Öznur’un
kaleminden dikkatinize sunulu-
yor.
47Okur Yazar | Bahar 17
PO
LİT
İKA
işte b
edici
li bilm
derinli
çatışm
Bu yö
tazeliy
relerin
1993’te kapalı kapılar ardında neler yaşandı?1993’te gizli bir darbe mi yapıldı?Bu gizli darbeyi kimler gerçekleştirdi?Çekiç Güç, Ortadoğu ve PKK bu resmin neresinde?
Yıl 610… Allah’ın insanlığa son me-sajı olan Kur’an-ı Kerim, nâzil olma-ya (inmeye) başladı. Vahiy, aslında Allah’ın insanoğluna bir tenezzülü idi, yani ona değer vermesiydi, insa-noğluna kendi diliyle seslenmesiydi ve onu önemsemesiydi. Bir ikramdı vahiy, Yaratıcısı’ndan insanoğluna, söz aracılığıyla. O’nunla ahit taze-lemekti Kur’an’a inanmak. Allah’ın sofrasına konuk olmaktı, vahye mu-hatap olmak. Ve bu sofraya konan-lar, tarih boyunca hayatlarını, sa-natlarını, ilgilerini, bilgilerini, devlet ve medeniyetlerini hep bu sofradan aldıklarına göre şekillendirmeye ça-lıştılar.
Yıl 2010… Kur’an’ın nüzûlunun, yani yeryüzünü ve insanlığı şereflendir-mesinin, insanoğlunun önüne ilâhî sofranın serilmesinin üzerinden 1400 yıl geçti. O sofra, hala tüm in-sanlığa açık… Hala onları doyurmaya yetecek durumda… İşte vahiy sofra-
sından nimetlenenler, bu nimetleri başkalarıyla da paylaşmak üzere, vahyin 1400. doğum yılını kutlama münasebetiyle 2010 yılından itiba-ren ülkemizde çeşitli faaliyetler ve etkinlikler düzenleniyor. Bu faali-yetler kapsamında Kur’an’a dair pek çok kitap yayınlanıyor. Biz de Timaş olarak, medeniyetimizin temel taşı olan ve ilk öğretisine “oku”manın önemiyle başlayan Kur’an’a bir vefa borcu sadedinde şu eserleri yayın-ladık:
Kur’an’la Diriliş, Prof. Dr. Suat Yıldı-rım
Allah Teâlâ, “Ey iman edenler! Sizi dirilt-
mek üzere sizi çağırdıklarında Allah ve
Resulü’nün çağrısına kulak verin” (Enfâl
(8/24) buyurarak vahyin, insana ruh
üfleyen, manen dirilten yönüne işaret
etmekte ve bizleri Kur’an ile dirilmeye
çağırmaktadır. İşte bu eser, Kur’an’la di-
rilişin ilk basamağı olan onu tanıma ko-
nusunda sahasında yetkin bir ilim ada-
mının ciddi bir katkısıdır.
Bu kitabın özelliği, akademik bir çalış-
manın ilmî ölçülerini gözetmekle bera-
ber, onun sonuçlarını ortalama kültür
seviyesine taşımaya, küçük bir hacim
içinde Kur’an hakkında her insanın sahip
olması gereken bilgileri toplamaya çalış-
masıdır. Bilhassa çağdaş okurun ihtiyaç
duyacağı taraflara öncelik vermesidir.
Kitaba, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu
isbat ederek başlama, Kur’an’ın temel
maksatları, yapısı, mahiyeti, muhtevası,
üslubu, sürekli bir mucize olduğunu izah,
bizzat Kur’an’dan alınan veciz kurallar
ve ilkeler ile tanıtma, ferde ve topluma
verdiği evrensel değerleri vurgulama gibi
hususlar bu mülâhazadan ileri gelmiştir.
Kur’an’la Yaşamak, Ahmet Bulut
İnsanın Kur’an’la tanışması, ikiz karde-
şiyle tanışması gibidir. İnsan, ikizini tanı-
dıkça, kendini yeniden tanır. İkizinin yü-
Nüzûlünün 1400. Yılında Kur’an’a Dair...
48 Okur Yazar | Bahar 17
DİN
züne baktıkça, kendi yüzünde yol alır. İkizi
olduğunu öğrenince hep bir geç kalmışlık
hissi yaşar. İkizini kendinden saklayanla-
ra hesap sorar. Daha önce tanımadığına
yanar.
Gönlümüzde bir nüshasını taşıyo-
ruz Kur’an’ın… Onu bize oku’mak üze-
re gönderen, hiç şüphesiz bizi de onu
oku’mak üzere var etmiştir. “Okunan”
Kur’an, “okuyan” insanı arar. “Okuyan”
insan,”okunacak” Kur’an’ı arar. Okuyan
ile okunanı ayırmak, hem okuyana hem
de okunana haksızlıktır. Kur’an ile insanı
ayıran yine insan… Unutan insan… Vur-
dumduymaz insan… Sağırlaşan insan…
Körleşen insan… Kendi kendimizedir
kötülüğümüz. Haydi öyleyse kendimize
iyiliklerin en güzelini yapalım. Kendimi-
zi geç kaldığımız yerde yeniden bulalım.
Kendimizi kendimizle tanıştıralım. Kendi
kalbimizi, kendimizce adımlayalım… Cen-
netimizde yürüyüşe çıkalım. Kendimizi
kendimize çağıralım… Kur’an’la yaşaya-
lım…
İşte bu eser, Kur’an’la yaşamanın ana
ilkelerini, nasıl ve ne şekilde gerçekleş-
tirilebileceğini anlatmaktadır. Bunu da
sadece teorik olarak yapmamakta, an-
latılanların yaşanabilirliğini göstermek
üzere hayatlarını, adeta yaşayan/canlı
bir Kur’an’a dönüştüren büyük zatların
hayatlarından örnekler sunmaktadır.
Vahyin Binbir Sesi, Senai Demirci
Yazarının ifadesiyle bu eser, bir tefsir de-
ğil, teknik bir dille yazılmadı, sistematik
bir sıra izlemiyor. Sadece vahyin haya-
tımıza dokunuşlarındaki “sesler”i dillen-
dirmeye niyet ediyor. Vahiy ırmağının
yatağında ıslanmış bir kalbin kıpırtılarını
kaydediyor.
Senai Demirci, bu kitabında vahiy denizi-
nin kıyısındaki bekleyişinde diline geçen
kar beyaz köpükleri paylaşmakta, kula-
ğına çalınan tatlı çırpınış seslerini yankı-
landırmaktadır. Vahiy dağının zirvesine
çıkma iddiasında bulunmamakta, sadece
o zirvenin varlığını görmekte ve ona ula-
şan yolda yürümeye gayret etmektedir.
Vahiy dağını kucaklamaktaki acziyyetini
itiraf edip, onun tarafından kucaklanabil-
meyi arzulamaktadır.
Bu eserde, gah vahiy okyanusunun der-
yalarındaki bir “dalgıç”la bulacaksınız
kendinizi, gah vahiy dağının evc-i bâlâsına
tırmanmaya çalışan bir “tırmanışçı”ya
eşlik edeceksiniz. Ve her sayfasında,
vahyin rengârenk ama âhenkli sadâsını
duyacak gönül kulaklarınız…
Dr. Mahmut Ay
49Okur Yazar | Bahar 17
Hutbe-i Şamiye 1911’de Emeviye Camii’nde verilen bir hutbe… Bediüzzaman bir asır evvel, günümüz insanının yaşadığı temel problemleri tespit etmiş ve çözüm yolları göstermiş… Bunu nasıl anlamalıyız?
İslamiyet kıyamete kadar devam edecektir. Bu hüküm Al-lah’ındır. Fakat beşeri planda İngiltere’nin Kur’an-ı Kerim’i yok etmeye kalkışması, harf devrimiyle Kur’an harflerinin yasak edilmesi, modernizm ile Avrupalılar gibi yaşanması, kapitalizmle bankaların piyasaya hakim olması gibi İslam düşmanlarının yaptığı taarruzlara karşı Bediüzzaman Said Nursi’nin yaptığı yenilikler şunlardır:
Camiyle okulu bütünleştirdi.Tezgahla seccadeyi bütünleştirdi.Akılla vahyi bütünleştirdi.Allah Bediüzzaman’ı muvaffak eyledi. İslam’dan uzaklaşanları
İslamiyet’e yaklaştırdı. Tabiatçılığın tesirinde kalanları tabiat dalaletinden kurtarıp helal daireye çekti. Mıknatıs gibi insanlara tesir etti. Denebilir ki, tek başına İngiltere, Fransa, Almanya gibi devletlerle mücadele ederken, Türkiye’deki inkılapların hakiki yönünü gösterdi. Çünkü Bediüzzaman imana hizmetle vazifeliydi. Bu noktayı çok iyi anlamak lazım… Ona bu vazifeyi veren Allah, onu korudu.
O günün şartlarını iyi okumak lazım…Deccaliyet, camileri, tekkeleri, İslami öğretimi, şeyhleri,
alimleri ortadan kaldırmak istiyordu. Yani ülke sürülmüş bir tarlaya dönmüştü. Ne meyve ağacı kalmıştı ne çiçek. Hepsi solmuştu. Bediüzzaman, nadas edilen bu tarlaya iman tohumlarını ekti. Ve iman tohumları bugün yeşerdi, dünyanın her yerine dallarını uzattı…
Mesela Üstat, Hutbe-i Şamiye için, “Bu kitap benim siyasetimdir” demiş.
Siyaset seyis kelimesinden gelir. Atı idare edenlere seyis denir. Sosyal hayatta ise, devletin milleti idare et-mesidir. Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye için “bu benim siyasetimdir” buyurduğuna göre, talebelerini Hutbe-i Şamiye prensipleri dairesinde görmek istiyor demektir.
Bir de meselenin şu yönü var; Hutbe-i Şamiye’yi yazan Bediüzzaman Said Nursi haz-retleri, bütün o hükümleri Kur’an’dan alıyordu. Kur’an’ın hükümleri ezeli ve ebedidir. 1922’de söylenen, anlatılan Hutbe-i Şamiye, değil ki 100 yıl sonrasını, 200 yüz yıl sonrasını da aydınlatır. Allah’ın yarattıklarında eskimek yok. Güneş es-kimedi, atmosfer eskimedi, su eskimedi, Kur’an eskimez. İşte bu eskimezlerden alınan Hutbe-i Şamiye 100 sene evvelinden bugünü anlatıyor. Said Nursi, bu hutbeyi içerisinde yüz ehl-i ilim olan on bin kişiye yakın bir cemaate veriyor. Yüz yıl sonra bu hutbeyi dinleyen cemaat olarak Üstad bize neler söylüyor?
Aslında hastalık aynı hastalık, dert aynı dert fakat derde müptela olanlar farklı.
Müslümanlar arasındaki dini meselelerin halli, İslam’a yapı-lan hücumlara ilmi cevaplar verebilmek, halkın dini ihtiyaçlarını temin, basın yayında İslam’ı anlatmak, Avrupa hayranlığı ile sarsılan imanı ve ahlakı korumak, hurafelerle mücadele etmek, mekteple medreseyi bütünleştirmek...
Bakınız o günün sorunları bugün de aynen devam ediyor. Tek fark, o günün sorunlarına muhatap olan Müslümanlar bugün ahirette. Şimdi muhatap biziz...
Bediüzzaman hazretleri buyurmuş ki,Risale-i Nur okumak benimle konuşmak gibidir. Hatta bazı
kardeşlerimiz üstadı ziyaret etmek istiyorlar. Diyor ki, benimle konuşacağınıza Risale-i Nur okuyun.
Hutbe-i Şamiye’yi açtık, sanki üstadımızın meclisinde onunla sohbet ettik, ders aldık. Ya sonra? Sonra sanki üstadımız emret-miş gibi, oradaki prensipleri uygulamaya koyacağız.
Hutbede üzerinde çok durulan konulardan biri de İttihad-ı İslam. İslam birliğinin tesisi adına her fert ken-
di çapında neler yapabilir?
İslamiyet, her türlü istibdadı (esareti) yıkmış, meş-vereti esas alarak tahakkümü ortadan kaldırmıştır. Bu şekliyle de her halukârda ittifak ve ittihadı tavsiye ve
emretmiştir. Öyleyse “Müslümanım” diyenler, “İslamiyet’e hizmet ediyorum” davasında bulunanlar, bu noktaya azami
derecede dikkat etmekle mükelleftirler. Zaman, öyle feda-karlıklar bekliyor ki, her fiil ve hareketiyle, her teşebbüs ve davranışıyla İslam’a tabi olsun, onu “fiilen” yaşasın, ihtilafları ortadan kaldırıp, kardeşliği tesis için her türlü fedakarlıkta bulunmaktan, malını, canını, şan ve şöhretini ayaklar altına
almaktan bir an için tereddüt etmesin. Çünkü bu dava lafla değil, samimiyetle, cesaretle, ihlasla, alın teriyle, feragat ve fedakarlıkla yürür. Ehli dalaletin taarruzuna karşı İslam cephesini bugüne kadar müdafaa edenler, böyle olan-lardır. Bu bakımdan bizler kendimizi müspet hareketle
vazifeli bilmeliyiz ki, işler yürüsün. Çünkü ittihad-ı İslam’ın birinci şartı, müspet harekettir. Üstadın vefat etmeden önce de verdiği son ders, müspet hareket üzerinedir.
Yüzyıllık Müjdenin Hutbe-i Şamiyeyi anlama çalışması oluğunu söylüyorsunuz. Hutbe-i Şamiyenin verdiği müjde nedir?
Müslüman milletimiz İslam alemine liderlik yaparken, dünyanın en medeni, en modern, en kuvvetli bir milleti iken, İslamiyet’e en fazla bağlı olan tek milletti. Ve bu dini bağlılık sebebiyle de her sahada süratle inkişaf etti. Ne zaman ki iç dış hadiselerin tazyikiyle millet olarak dinden uzak-laştık, İslami prensipleri tatbik edemez olduk, işte o zaman dünyanın en büyük imparatorluğu yıkılıp gitti…
Fakat ne zaman ki, Kur’an-ı Kerim’in ulvi düs-turları ile kendimizi ve beşeri teçhiz ederiz, O’nu dinleyip, O’na bağlanırız, O’nun emirleri dairesinde hareket ederiz, işte o zaman yine üstün olacağız… Bundan daha güzel müjde olur mu?
YÜZYILLIK MÜJDE
belerini Hutbe-i stiyor demektir. utbe-i si haz-yordu.922’de l ki 100
dınlatır.neş es-Kur’an
Hutbe-i latıyor. z ehl-imaate nleyen lüyor?
nı
ş pe verdiği son ders, müde
Yüzyıllık Müjdçalışması oluŞamiyenin ve
Müslüman myaparken, dünkuvvetli bir milolan tek millether sahada sürhadiselerin tazlaştık, İslami pro zaman dünyagitti…
Fakat ne zamturları ile kendidinleyip, O’na bahareket ederiz, Bundan daha g
SERHAT ŞEFTALİ / Zaman
50 Okur Yazar | Bahar 17
DİN
PEYGAMBERİMİZ SİZE “HOŞGELDİN” DESİN İSTER MİSİNİZ?
”Şimdi usulca kapatın gözlerinizi:Uzaklardan hafifçe bir rüzgar esiyor ve siz son nefesinizle bu
dünyadaki ömrünüzü tamamlıyorsunuz…Yaratıcınızın size bir armağan ve imtihan olarak verdiği bu
ömrün son ânı…Ruhunuz hafifçe yükseliyor ve sadece birkaç zaman sonra
karşınızda uzun, karanlık bir tünel görüyorsunuz.Tünel sizi önce ürkütse de yola devam ettikçe uzaklardaki
ışık gözünüze çarpıyor.İlerliyorsunuz, ilerliyorsunuz anlayamadığınız bir boşlukta ve
ışığa doğru yaklaşıyorsunuz.Işığa ulaştığınızda karşınızda bazı insanlar görüyorsunuz.Evet, onlar sizden önce bu dünyadan göçen aile büyükleriniz.Sizi gülümseyerek karşılıyorlar; “Ne kadar da güzel bir ömür
yaşadın” diyorlar.Sonra diğer aile büyükleriniz, sizin en çok sevdikleriniz hepsi
gülümsüyorlar size.Aileniz için verdiğiniz emek adına, yaydığınız iyilikler adına
onlara armağan ettiğiniz Kuranlar adına teşekkür ediyorlar…Sonra feyziyle yaşamınızda yolunuza ışık tutanlar bir bir
size doğru yaklaşıyorlar ve tebrik ediyorlar sizi: “Ne güzel an-lar yaşadın, o Kadir Gecesi çocuğunla seccaden başında dua ederken, Allah’ı zikrederken biz de yanındaydık, seninle iftihar ettik” diyorlar.
Sonra daha da ötelerden bir kişinin yaklaştığını görüyorsunuz.Ne kısa ne de uzun boylu, yanakları düz, gür saçlı ve sakallı.Size doğru yaklaşıyor yürürken adeta yeryüzü ayaklarının
altında dürülüyor, yüzü dolunaydan daha parlak.Size doğru yaklaştıkça O’nu tanıyorsunuzÖylesine çok şey okuduğunuz ki hakkında… Öylesine çok
andınız ki adını…O da sizi hatırlasın bilsin diye hep O’nu andınız hep O’nu ha-
tırladınız.O üzülmesin diye sünnetlerinizi hiç bırakmadınız.O’nun ismini içinizden geçirerek dilinize gelen gıybeti dur-
durdunuz.O’nun hatırına yüreğinizi kıskançlıklardan temizlediniz.O’na yaklaşmak için her içtiğiniz suyu üç yudumda içtiniz.
Her gece onun duası ile uykuya daldınız.İçinizden “acaba beni bilir mi tanır mı” diye geçirirken O size
daha da yakınlaşıyor.Mübarek yüzünü görür görmez O’na doğru siz koşmaya baş-
lıyorsunuz.“Adımı andığın anlarda salâvatların bana ulaştı biliyorum
seni” diyor.“Hatta oğluna beni anlatırken de yanınızdaydım.Bir gece ona dolunayı gösterirken benim nurumu ona anlat-
tığında sizinleydim.Sonra bir sabah namazı vakti 9 yaşındaki kızınla seccadende
beni anlatırken,mahallenizdeki yetimi çocuklarınla ziyaret ettiğinde de si-
zinleydim.İyi bir insan, iyi bir Müslüman olarak ömrünü tamamladın.Hem Rabbimin hem de Benim adımı çokça andın.Yavrularına hem beni hem de Rabbimi anlattın,Seninle iftihar ediyorum,HOŞ GELDİN….”
Evet, Biz hep O’nun sevgisini ve şefaatini kazanmak için çabaladık. Çünkü O bizi çok seviyordu ve yaşadığı hayat her türlü nefsani arzulardan uzak, iyiliği, doğruluğu güzelliği yaymak adına adanmış bir hayattı.Şimdi sıra bizde…O’nu ve O’ndan kalan mirası en doğru şekilde geleceğe nasıl taşıyacağız?Çocuklarımızı O’nunla ne şekilde ve hangi şartlarda tanıştıracağız?Siyer ödüllü yazar Salih Suruç, geçmişten bize aktarılan Peygamber anlayışını ve sevgisini günümüz şartlarında çocuklarımıza kazandırmak üzere sağlam adımlar atmak için “Çocuklarımıza Peygamberimizi Nasıl Anlatalım”ı kaleme aldı. Uzman Pedagog Kudret Eren Yavuz da meslekî yaklaşımıyla çalışmaya destek oldu. Siyer ödüllü yazar ve pedagog danışman işbirliği ile ortaya Peygamberimizin nurunu ve gül kokusunu geleceğe taşımak niyetiyle elinizden düşürmeyeceğiniz rehber bir eser: “Çocuklarımıza Peygamberimizi Nasıl Anlatalım”.
KUDRET EREN YAVUZ
51Okur Yazar | Bahar 17
DİN
Başdöndürücü hızı ve etkisiyle bizi şekillendiren 21. yüzyıl,
“biz”den de bir şeyleri uzaklaştırmaya ve “biz”i bir şeylere ya-
bancılaştırmaya devam ediyor. Kaybettiklerimizi kaybettiğimi-
zi fark etmemiz bile neredeyse bir nesil geçecek kadar zaman
alıyor. Peki ya fark ettiğimizde? İşte o zaman iş, uzmanlara
kalıyor. Toplumu bilinçlendirmek, 21. yüzyılın bizde oluşan
yansımalarını, insanca yaşamaya ve erdeme dair unutulanları
vurgulamak, kaybetmeye yüz tutan değerlerimizi anlamak, an-
latmak ve aktarmak, bu konu üzerinde çalışan ve mesafe kat
eden uzmanlara düşüyor.
İnsanın ruhsal boyutu ve bunun davranışlarına yansımasıyla
ilgilenen bir araştırmacının, insanı ruhsal anlamda yücelten,
onun gelişimine ve olgunlaşmasına katkıda bulunan değerleri
göz ardı etmesi düşünülemez. Bu nedenle yakın zamana ka-
dar otoritelerce ihmal edilen bu konu, günümüzde Batı’da ve
ülkemizde toplumların içine girdiği çıkmazlara çözüm olarak el
üstünde tutuluyor.
Türkiye’de değerler eğitimi çalışmalarının öncülerinden olan
Prof. Dr. Hayati Hökelekli, değerler üzerine yaptığı incelemele-
rini, değerlendirmelerini, düşüncelerini ve çıkarımlarını “Ailede,
Okulda, Toplumda Değerler Psikolojisi ve Eğitimi”
kitabında kaleme aldı.
Değerlerin günümüzde bu ka-
dar güncel olmasını mutlu-
luk ve erdem arasındaki çok
eski zamanlardan beri biline
gelen içsel ilişkinin yeniden keşfi
olarak değerlendiren
Hökelekli, değerleri
kitabında psikolojik,
sosyal, dinî ve eğitim yönüyle ele alıyor. Hökelekli’ye göre de-
ğerler eğitiminde, pratik uygulamayı bir zemine oturtmak için
öncelikle değerler psikolojisinin üzerinde durmak gerekir. Bu
nedenle kitapta sevgi, merhamet, doğruluk, tevazu, alçak gö-
nüllülük gibi başlıca değerler psikolojik boyutuyla derinlemesine
incelenirken bunların pratik olarak yeni nesillere aktarımında
takip edilebilecek metotlar ilgilisine sunuluyor. Eğitim sistemi-
mizde yeni yeni üzerinde durulmaya başlanan “Değerler eğitimi
nasıl olmalı?” sorusuna eğitimcilere destek olacak mahiyette
önerilerle cevap veriliyor.
İnsanın kendini bilmesi ve kendini kontrol etmesiyle başlayan
erdem serüveni, değerlerin gençlik, okul, siyaset, din gibi kav-
ramlarla ilişkilendirilmesiyle toplumsal boyuta taşınıp, psikoloji
ve ilahiyat disiplinlerinin bilgilerinin bir araya getirilmesiyle ak-
tarılıyor.
Çalışmada, doğru yönlendirilmesi durumunda toplumsal açıdan
büyük kazanım olan üstün yetenekli çocuklara ve gençlere ay-
rıca değiniliyor. Sahip oldukları kapasitenin erdemle buluşması
noktasında ailelerin ve eğitimcilerin dikkat etmesi gerekenler,
öneriler onlar için ayrılan bölümde detaylı olarak aktarılıyor.
Ülkemiz ve dünya gündeminde
üzerinde durulan sorunların
büyük bir kısmının çözümü için
ümit bağlanan değerler eğitimi-
ni çok yönlü bakış açısıyla kap-
samlı olarak ele alan “Değerler
Psikolojisi ve Eğitimi”, geniş kay-
nakçasıyla eğitimciler, ebeveynler
ve bu konuya kafa yoran herkes
için rehber kitap olma niteliğinde.
FAHRÜNNİSA ERDEM
DEĞERLERİN PSİKOLOJİSİ VE EĞİTİMİ
, ş ç ,
Değerler Psikolojisi ve Eğitimi”
aldı.
üzde bu ka-
sını mutlu-
sındaki çok
beri biline
n yeniden keşfi
ren
eri
k,
ç y
Ülke
üz
bü
üm
n
s
Psik
nakça
ve bu
için re
BaBaşdööndüdüdü üürü üücü hhhızı ve etkisiyyll
52 Okur Yazar | Bahar 17
AİL
E
İki yabancı ve bambaşka dünyanın bir kaba sığmasıdır evlilik. İki “ben”in bir araya gelerek “biz” olmanın hazzını yaşamasıdır. “Ben”den vazgeçip “biz”e ulaşamadıkça köle olduğunu düşünmektir. Evlilik insanın hayatındaki en cesur adımdır. Peki, bu atı-lan cesur adımı uzun soluklu bir yürüyüşe dönüştürmek her zaman mümkün müdür? Mümkün olması için kimin neler yapması lazımdır?
Binbir hayal ile nikâh masasına oturdu-ğunuz ve her şeye rağmen sevdiğinizi dü-şündüğünüz, uğruna hiçbir fedakârlıktan kaçmayacağınızı söylediğiniz eşiniz, nasıl oluyor da birden gözünüzden düşüveriyor?
Aile danışmanı Muhittin Korucu, kendi-sine gelen danışanlarına yönelttiği soruyla onları belki yıllar öncesine göndererek birlikte yaşadıkları zaman dilimine bir üst bakış oluşturmalarını ve duygularını yeniden gözden geçirmelerini hedefliyor: “Eşinizi seviyor musunuz?” Belki de da-nışan odasına girene kadar zihinlerde hiç tazelenmemiş bir cevap, kısa bir iç çekiş-ten sonra veriliyor: “Evet” ya da “Hayır”. Verilen cevaba göre adımlar atılıp yol kat ediliyor.
Muhittin Korucu “Evliliğimize Aşk Olsun”u, evliliklerindeki aşınmayı telafi için kendisine başvuran çiftlerin hayat-larından, problemlerinden, çıkmazların-dan esinlenerek, ulaşamadığı problemli çiftlere derman, evliliğe yeni adım atmış çiftlerin kulağına küpe, evliliği düşünenle-re rehber, problemsiz evliler için de şükür olması niyetiyle kaleme aldı.
Kitabın isim hikâyesini ise şöyle anla-
tıyor: “Evlilik, sitemlerin ve beklentilerin yoğun olarak yaşandığı bir süreçtir. Bu nedenle kitabımızın ismini ‘Evliliğimize Aşk Olsun’ koyduk. Günümüzde ‘Aşk Ol-sun!’ bir sitemi, yakınmayı veya kırgınlığı vurgulamak için kullanılır. Diğer taraftan da temenni ve beklenti ifade etmek için söylenir. Aslında bir Mevlevi duasıdır ‘Aşk olsun!’. Mevlevilerin karşılaştıklarında kullandıkları bir temennidir.”
Bütün problemli ilişkilerde olduğu gibi evlilikte de problemlerin çözülebilmesi için sağlıklı bir iletişim dili yakalamak ve onu evliliğin her aşamasına taşımak gerekir. “Eşler arası iletişim, bir bakıma kendini anlatabilme, eşini anlayabilme sürecidir.” Bu süreç, eşlerin birbirlerinin kısmeti olduğu ön kabulü ile sevgiyle birbirlerini kuşatıp, yaşanan ortak hayata derinlik kazandırmakla taçlanır. Sevgi, saygı, gü-ven ve paylaşım topluma hediye edilecek sağlıklı çocukların yetişeceği “yuva” sıcak-
lığında evler sunar eşlere.İşte bu yuva sıcaklığındaki evler için
“Evliliğimize Aşk Olsun” yanı başınızda:Evinizi pırıl pırıl yapıp en güzel yemek-
leri onun için hazırladığınız halde makbule geçmiyor musunuz?
Eşiniz her akşam iş toplantılarına mı kalıyor ya da kahvehane köşelerinde ar-kadaşlarıyla vakit mi geçiriyor?
Aranız her zaman çok iyi olduğu halde anne babasıyla bir aradayken eşinizi ta-nıyamıyor musunuz?
Akşamları eşiniz mutfakta kendine ait olduğunu iddia ettiği 32 ekran TV’de günün dizisini izleyip gözyaşı dökerken siz oturma odasında uzandığınız kane-penizden maç ya da haber programı mı izliyor, birbirinizi hiç göremiyor musunuz?
Karınız kredi kartı limitini bu ay da mı aştı?
Evinize dünya meyvesi bir yavrucak geldi ve gözünü gözünüzden ayırmayan biricik karınız artık sizi görmez mi oldu?
Bir haftadır ayrı odalarda yatıyorsunuz ama artık canınıza tak etti ve nasıl barı-şacağınızı mı düşünüyorsunuz?
Peki şimdi ne yapacaksınız?Aile danışmanı Muhittin Korucu pek
çok sorununuza rehberlik edebilecek zen-ginlikteki kitabıyla sizi yalnız bırakmıyor. Problemleri okumaktan yorulduğunuzu düşündüğünüz noktalarda “kahve molası” hikâyeleriyle sevginin farklı boyutlarına taşıyor sizi. Bazen de karikatürize edilmiş yaşam kesitleriyle güldürüyor.
Siz en iyisi daha fazla düşünmeyin ve “Evliliğimize Aşk Olsun” deyin.
FAHRÜNNİSA ERDEM
EVLİLİĞİMİZE AŞK OLSUN MU?
53Okur Yazar | Bahar 17
AİL
E
André Gide, bir yerde, yazarların “top-
lumun vicdanı” olduğundan söz eder.
“Toplumun vicdanı olmak!”, iddialı olduğu
kadar bir çırpıda içi boşaltılabilecek bir
kavram... Ne ki tarihin her döneminde
ideoloji ve yaşam tarzı tercihinden ba-
ğımsız olarak tüm kesimler tarafından
(ya da çoğu kesim tarafından) benimse-
nen soy aydınların varlığını inkâr edeme-
yiz. Siyasi, ekonomik, değer yargılarıyla
ilişkili sayısız çatışma anında hakem ya-
hut sözcü işlevi gören; tarihe kayıt düşen
bu isimler olmasaydı toplum dediğimiz
karmaşık sistemi ayakta tutan önemli
bir bağ eksik kalırdı.
Olağanüstü ve sabun köpüğü gündemle-
ri hiç bitmeyen memleketimizde de işte
böyle, toplumun vicdanı olmayı başara-
bilmiş figürler her zaman için var olmuş-
tur. Tanzimat’tan bu yana resmi ideo-
lojiler ve sosyal gerçeklik çoğu zaman
uyuşmasa bile (belki de bundan ötürü)
bu böyledir.
Mehmet Akif Ersoy (1873-1936) bu top-
rakların yaşadığı büyük krizde gözlem
ve tespitleriyle yerel kalmayı başaran;
İslamcılığını teoriden pratiğe taşıyan gö-
rüşleriyle de evrenselliği yakalayabilen
tutarlı bir düşünürdür. Milletin tarihten
silinmeye mahkûm edildiği bir anda/yer-
de doğan İstiklal Marşı’nın özüne indiği-
mizde, sadece Türkçe konuşan insanları
heyecanlandıran bir metin olduğunu kim
iddia edebilir ki?
Öte yandan Akif’in kalemiyle dünya ve
ahiret görüşü arasında kurduğu sarsıl-
maz bağ, Safahat’ını pek az kitabın layık
olmayı başardığı bir noktaya taşımış-
tır: Anadolu’nun en ücra köşesinde bile
evlerde iki kitap muhakkak bulunur biri
Kuran-ı Kerim öbürü Safahat.
Yazarlarımıza İstiklal Marşı’nın kabulü-
nün doksanıncı; Akif’in vefatının yetmiş
altıncı yıldönümünde bu eylem ve fikir
adamını “nasıl bildiklerini” sorduk. Aldı-
ğımız cevaplar Mehmet Akif’in toplumun
vicdanı olmayı nasıl başardığı hakkında
da ipuçları taşıyordu.
“Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?”
Taha Kılınç
Safahat ’ la
tanıştığım-
da sanırım
henüz ilko-
kula bile git-
miyordum.
R a h m e t l i
d e d e m i n
Arapça ve
Osmanlıca
eserlerle dolu zengin kütüphanesinde,
kapağında Akif’in buğulu bir portresinin
bulunduğu kalınca bir kitap hatırlıyo-
rum. Okuma-yazma öğrendiğim dönem-
de, o kitabın sonlarında yer alan İstiklal
Marşı’nı gördüğümde nasıl şaşırdığım;
‘İstiklal Marşı Şairi’nin başka şiirlerinin
de bulunduğuna inanamadığım dün gibi
aklımda. İlkokul yılları boyunca Safahat’ı
okuyup anlamadıysam da, Akif’in,
İnkılâp-Aka etiketli o gri kitabın kapağın-
daki derin bakışlarını hiç unutmadım.
Dedemin kütüphanesinde Akif’le ilgili bir
eser daha vardı: Tercüman Gazetesi ta-
rafından okurlara sunulan “Mehmet Akif
ve Safahat” kitabı. O, çocuk muhayyileme
daha çok etki eden bir eserdi; resimleri-
ni, küçük anekdotları, şiirlerden alıntıları
-anlamasam da- tekrar tekrar gözden
geçirdiğimi hatırlıyorum.
Yıllar geçip de Mehmet Akif’in haya-
tına ve eserlerine yakından baktıkça,
Anadolu’nun bir sahil kasabasında, oku-
yan insanların pek az olduğu bir iklimde
başlayan bu ilk izlenimler peşimi hiç bı-
rakmadı. Akif, o gri kapaktan bakıp durdu
bana. Yıllar içinde yakından tanıdığım ve
çok sevdiğim Akif’i o bakışlar hep tasdik
etti. Ya da zihnimdeki o bakışlar, Akif’in
portresini oluştururken bana hep eşlik
etti.
İlk tanışmamızın üzerinden belki 25 sene
geçti. Hala Akif’e olan hayranlığım, sev-
gim ve ilgim devam ediyor. İslam dünya-
sının ve Müslümanların zor zamanların-
da, tam anlamıyla bir geçiş döneminde
yaşamış olan Akif’in fikirleriyle, düşün-
celeriyle, eserleriyle eleştirel ve tarafsız
bir şekilde incelendiği bir edebi-düşünsel
ortamın oluşması ise en büyük hayalim.
İbrahim Şamil Köroğlu (Editör)[email protected]
54 Okur Yazar | Bahar 17
Peki, Safahat’tan bir seçme yapacak ol-
sam ve tek hakkım bulunsa hangi mısra-
ları seçerdim? Bu soruya herkesin başka
bir cevabı olabilir. Benim cevabım ise,
uzun yıllardır aynı:
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,Günler şu heyulâyı da er geç silecektir.Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?
“Akif bu toprakların hissiyatını tem-sil ediyor.”
Gökhan Özcan
M e h m e t
Akif’in he-
men herkes
tarafından
“vatan şairi”
olarak anıl-
ması, hatı-
rasının bu
topraklarda
ne kadar
büyük hüs-
nü kabul
g ö r d ü ğ ü -
nün delilidir. “Vatan” kavramını tartışır-
ken bile bu kadar büyük bir uzlaşma nok-
tası yakalayamayan bir toplumuz biz;
ama Mehmet Akif’i hiç tartışmıyoruz.
Kim olursak olalım ya da kendimizi na-
sıl tanımlıyor olursak olalım Mehmet
Akif bizim için vatan şairidir, Safahat da
hamuru bu toprakların hissiyatıyla yoğ-
rulmuş bir vatan şiirleri güldestesidir.
Çanakkale ya da Yemen dendiğinde bu
toprağın her insanının içine nasıl ateş
düşüyorsa, burun direkleri nasıl sızlıyor-
sa, Mehmet Akif şiirinin yaptığı tesir de
hemen hemen budur.
Bizi hissiyatımızda birleştiren bir kişilik-
tir Mehmet Akif. Sadece Safahat ile değil,
sadece şiirleriyle değil, insanlığıyla da öy-
ledir. Kişiliği üzerinde hiçbirimizin bir tar-
tışma, bir çekince üretemediği kadar saf
ve berrak bir duruşa sahiptir.
Aradan onlarca yıl geçmiş olmasına rağ-
men, vatanımıza sevgimizi, istiklalimize
bağlılığımızı onun kadar güçlü ifade ede-
bilen, bu noktada Akif’i aşabilen bir baş-
ka isim çıkaramadık. Bu anlamda Akif’in
sözünün, şiirinin, duruşunun ve hissiyatı-
nın zamanlar üstü bir gücü ve zenginliği
olduğunu kabul etmeliyiz.
Safahat: Bir Uyarı ve Yakarış Kitabı!
A.Vahap Akbaş
M e h m e t
Akif, O’na
erişebilen-
ler, O’nu an-
lay ab i len-
ler için bir
mek teptir.
Aydınlar ın
fikrî çelişki-
ler yaşadığı,
k a r a k t e r
zaafı içinde
olduğu ve
toplumunun değerlerinden koptuğu bir
zamanda Akif’in ilkeli, kendi içinde bü-
tünlük taşıyan, tutarlı ve o derece zengin
hayatı, dikkatli
takipçileri için
başlı başına
bir öğreti nite-
liğindedir.
Demem şu ki,
Akif, yalnızca
eseriyle değil,
hayatının bazı
ayrıntılarıyla
bile bize sürekli
bir şeyler öğretmektedir. Mesela, nelerin
nasıl okunması gerektiği, öğrenme aşkı
ve bunun için nelere katlanılabileceği, ka-
riyerimiz ne olursa olsun, lisandan edebi-
yata, spordan musikiye kadar zengin bir
kültüre nasıl sahip olunabileceği… Bun-
lar, birçok öğretmenden ve ders kitabın-
dan daha etkili değil midir? Tabii bunun
için özellikle Akif’in hayatına birinci elden
tanıklıkları ve bizzat onun eserlerini “ka-
yadan taş söker gibi” okumak gerekir.
Safahat, Mehmet Akif’in abidevî şahsi-
yetinin, bu şahsiyetin ince eleğinden sü-
zülmüş fikir ve hislerin toplamıdır. İnan-
dığı, düşündüğü gibi yaşayan; yaşadığını,
düşündüğünü yazan bir şairdir Akif. Bu
bağlamda, sevdiği toprakların, inandığı
uygarlığın “hazan devri”ne tanıklık eden
şairin devrine tuttuğu dev bir aynadır
Safahat. O aynada çöken bir imparator-
luğun dramı, dünya Müslümanlarının
hâli, bu hale düçar olunmasının sebepleri
bütün açıklığı ile yansımaktadır. Safahat,
bu hicranlı dönemin duyarlı tanığının
gönlünün sesidir aynı zamanda. Bundan
dolayıdır ki bir yönüyle de baştan sona
bir uyarı ve yakarış kitabıdır.
55Okur Yazar | Bahar 17
Dünyayı gezme hayalleriyle inler dururdum’
deyip ‘Seyahat Ya Resulallah’ diyerek
yollara düşen Evliya Çelebi’nin izin-
den giderek İstanbul’u gezmek ister
misiniz? Böylesine eşsiz bir rehberi
bulmak kolay değil. Kuşkusuz hepinizin
cevabı evet. Bu iş nasıl olacak diyenleri
ise haberin detayında aydınlatacağız. Bi-
lindiği üzere 2011 UNESCO tarafından Ev-liya Çelebi yılı ilan edildi. Geçtiğimiz günlerde
de Avrupa Konseyi Çelebi’yi, 21. yy’da İnsanlığa
Yön Veren En Önemli Yirmi Kişiden biri olarak ka- bul etti. Bu
haberlere kayıtsız kalmayan çizer Enis Temizel ve TİMAŞ Ya-
yınları el ele verip yeni başlayanlar için Evliya Çelebi’nin İzinde
İstanbul isimli bir çizgi roman yayınladı. Tommiks ve Teksas’tan
bu yana epeyce uzak kaldığımız çizgi romanın büyüleyici gücü
ve İstanbul’un eşsiz güzelliği de birleşince ortaya kaliteli bir iş
çıktı. Kitapta Kim- Sun ile Murat tarihi yarımadada uzun bir
geziye çıkıyor. Fakat bu gezi sadece günümüzde geçmiyor. Ge-
zilen mekâna göre bir asır öncesine dönülüp o mekânların ta-
rihi Evliya Çelebi’nin anlatımları ışığında yeniden yorumlanıyor.
Yani bazen seyahatnamedeki İstanbul’a dönüyorlar, bazen de
günümüzde dolaşıyorlar. Gezi güzergâhı Eminönü, Sultanah-
met, Mısır Çarşısı, Galata Köprüsü, Tophane, Taksim, Beşiktaş.
Kahramanlar, İstanbul’da bir geçmişe gidiyorlar bir de günümü-
ze dönüyorlar. Geçtikleri güzergâhların tarihte nasıl olduğunu
konuşuyorlar. Bu konuşmalarda geçen bazı kelimeler için kita-
bın arkasına bir de sözlük yapılmış. Tarihi çizgi romanda çizerin
tarihi biliyor ve seviyor olması lazım. Temizel de bu düsturdan
yola çıkarak epeyce kitap karıştırmış. “Ezelden beri bunları çi-
ziyordum çünkü tarihe ilgim var. Çizerken yorumluyorum, bu
da işin ustalığı” diyen çizer şimdiden seyahatnamenin diğer
ciltlerini üzerinde çalışmaya başlamış. Yaklaşık bir yıl boyunca
araştırmalar yapan çizer Enis Temizel “Çizgi romanı yapılacak,
kahramanlaştırabileceğimiz çok karakter var. İçinde bilgi de
olan bir çizgi roman yapmak istediğimiz için Evliya Çelebi seçi-
mi her şey yerine oturttu” diyor. İstanbul hakkında bugüne dek
doğeu düzgün bir çizgi roman yapılmadığını söyleyen Temizel
sözlerine şöyle devam ediyor: “Biraz içine aksiyon biraz da bilgi
katarak Evliya Çelebi’nin İzinde İstanbul’u dolaştık. Seyahatna-
meden yola çıkarak günümüze uyarlanmış postmo-
dern bir seyahatname diyebiliriz. Benim de biraz
yorumum oldu tabi.” Temizel arsştırmaya Evli-ya Çelebi’yi tanıyarak başlamış. Biraz hayal-
perest, biraz mimar, biraz gurme, biraz da
tıfıl bir delikanlı olduğunu görünce onun-
la empati kurmak da daha kolay olmuş:
“Bu çalışmaya başlamadan önce Evliya Çelebi’yi sakallı, tonton biri gibi hayal edi-
yordum ama araştırmalarım bana gösterdi
ki Çelebi sakalsız, göbeksiz ve tıfıl biriymiş. Çok romantik biri
mesela. Okurken bazen ürktüm ama çizerken Evliya Çelebi’yi
tanıdım. Absürt ve fantastik bir dili de var Evliya’nın. Tasvirleri
çok enteresan. Bu nasıl bir bilgidir. Aldığın eğitimle olacak bir iş
de değil. 2000 tane makam biliyor, aynı zamanda gurme, aynı
zamanda mimar.”
ÇELEBİ’NİN SPONSORU SARAY
30’lu yaşlarda İstanbul’u gezerken aldığı notların hepsini ince-
leyen çizer Evliya Çelebi hakkında bilgi vermeye devam ediyor:
“Babası sarayda kuyumcu. O da sarayda özel eğitimler alıyor.
Resim, musiki, ok atma, yabancı diller, makamlar her şeyi biliyor
Ayasofya’da ezan okurken 4. Murat görüyor ve o andan itiba-
ren padişahın himayesine giriyor. O günleri ise şöyle anlatıyor:
“Sarayda gelen yabancı konuklarla ilgileniyordum ama o arada
da dünyayı gezme hayalleriyle inler dururdum.” 30’lu yaşlarda
İstanbul’u gezip yazmaya başlıyor. Gezerken sponsoru saray-
mış. 1600’lerde Anadolu’da basmadığı toprak parçası kalma-
mış. 10 yılı İstanbul’da olmak üzere elli yıl yazmış. 1600’lerde
o zamanın İstanbul’unu anlatmış. Tarih içerisinde tarihi anla-
tıyor.”
Kitabın algılanabilir bir dili ve gravürlerden esinlenerek yapılan
etkileyici İstanbul çizimleri var. Kim- Sun kitap sayesinde Top-
kapı Sarayı’nın çevresinin 6500 adım olduğunu, Lağari Ağa’nın
ilk roketle uçuş yaptığını da öğreniyor. Serinin Evliya Çelebi’nin
on ciltlik seyahatnamesine 10 tane çizgi roman şeklinde devam
edeceğini belirten çizer Yavuz Sultan Selim, Barbaros Hayrettin
Paşa’yı da çizgi roman olarak çalışmak istiyor.
Evliya Çelebi’nin izinden giderek İstanbul’u gezmek ister misiniz? Enis Temizel ve TİMAŞ yayınları güzel bir projeye imza attı ve ‘Evliya Çelebi’nin İzinde İstanbul’ adında çizgi roman yayınladı. Çizgi romanın gücü İstanbul’un güzelliği ile birleşince ortaya da keyifle inceleyeceğiniz bir eser çıktı. Eserin çizeri Temizel “Bu bir postmodern seyahatname’dir” şeklinde konuşuyor…
dururdum’
iyerek
zin-
ster
hberi
pinizin
diyenleri
cağız. Bi-
afından Ev-miz günlerde
yy’da İnsanlığa
en biri olarak ka- bul etti. Bu
meden yola çıkara
dern bir seyaha
yorumum old
ya Çelebi’yperest,
tıfıl bi
la em
“Bu ça
Çelebi’yordum a
ki Çelebi sakalsız, göbeks
mesela. Okurken bazen ürk
eşince ortaya da keyifle inceleyeceğiniz bir eser çıktme’dir” şeklinde konuşuyor…
AYSEL YAŞA/ Yeni Şafak
56 Okur Yazar | Bahar 17
Timaş Çocuk’un sevilen ve merakla beklenen ikinci dizisi Levent - Türkiye’yi Geziyorum raflarda!
Mustafa Orakçı’nın kaleme aldığı Levent
dizisinin devamı “Levent - Türkiye’yi Ge-
ziyorum!” artık raflardaki yerini aldı. Ça-
nakkale, Kapadokya, Pamukkale, Rize ve
Mardin’ e giden Levent bu bölgeleri bizle-
re çocuk gözüyle anlatıyor. Her kitapta o
şehre ait doğal güzellikler, tarihi geçmiş,
öne çıkan yerler; kimi zaman komik kimi
zaman duygulu maceralar eşliğinde an-
latılıyor. Rengârenk resimlerle de karak-
terlerin hâlleri ilk dizideki gibi yine olduk-
ça komik!
Yeni başlayanlar için Levent!
Levent, saf, temiz bir Anadolu çocuğu…
Genelde bir karakterin ön plana çıktı-
ğı kitaplarda, o karakter diğerlerinden
baskın olur ve deyim yerindeyse dünya
onların etrafında döner. Levent dizisini
diğer kitaplardan ayıran en önemli özellik
bu olsa gerek. Ana karakterimiz Levent
sıradan bir çocuk ama onu diğerlerinden
farklı yapan da bu… Kitaptaki her bir
karakter o kadar muzır ve yaramaz ki
Levent doğallığı ve normalliğiyle, diğer-
lerinden farklılaşıyor ve arkadaşlarının
başına açtığı işlerle mücadele ederken
kendisini komik olayların içinde buluyor.
Dizinin ilk kitabı Kapadokya ilimizi konu
alıyor. Kapadokya’nın eşsiz yapısını,
Göreme açık hava müzesini, Kapadok-
ya’dabalon ile gözlem yapmanın heye-
canını yaşayacaksınız. Yer altı şehrinde
kaybolan Levent ve Tayfasına çok gü-
lecekseniz. Pamukkale ile devam eden
dizi Pamukkale’nin travertenleri, efsane-
leri, Denizli horozunu Levent ve Tayfası
ile daha yakından tanıyoruz.
Üçüncü kitap Rize’de,
Levent ve gezi kulübü
arkadaşları ile Rize’ nin
şivesini tanıyacak ve
kendine has muhlama-
sını tadacak ve rafting
yapmanın keyfine va-
racaksınız. Rize’ den
sonra Çanakkale ili-
mizi gezen Levent
ve Tayfası burada
da maceralarına de-
vam ediyor. Levent
Çanakkale’de” , Conk
Bayırı’ndan Nusret Ma-
yın Gemisi’ne kadar birçok
önemli tarihsel olayı ince-
leme fırsatı buluyoruz. Di-
zinin beşinci ve son kitabı
olan Mardin’de, şehre
özel Telkâri ustalarını, Deyrülzafaran’ ı
ve Kartal Yuvası’ nı Levent ve Tayfası ile
öğreniyoruz. “Levent - Türkiye’yi Geziyo-
rum!” kitabını okurken hem yeni şeyler
öğreneceksiniz hem keyif alacaksınız ve
tekrar tekrar okumak isteyeceksiniz.
Levent, karakterlerinin zenginliği, ko-
mik kurgusu, bilgi dolu içeriği, gerçekçi
hikâyesiyle 9 yaş üzeri çocuklar için ol-
dukça güzel bir dizi…
57Okur Yazar | Bahar 17
“Eğlenceli Dünyamız” başlığı altında,
Dünya, yeryüzü ve içindeki ilginç konu-
larla ilgili birbirinden güzel kitaplar oku-
yucusuyla buluşuyor.
“Yorgun Dünyamız”, “Çılgın Havalar”, “Korkunç Volkanlar”, “Tehlikeli Kutup-lar” ve ”Vahşi Hayvanlar” olmak üzere
şimdilik beş kitabı
okurlarla buluştu-
ran seri, dünyamız
hakkında bir şeyler
öğrenmenin ne ka-
dar eğlenceli olduğu-
nu kanıtlıyor.
Yeni seri çocuklar
için daha da ilgi çeki-
ci olacak. Daha önceki
Eğlenceli Bilgi Dün-
yası kitaplarının bilgi
ve mizahı bir arada
sunan içeriği bu seri-
de renkli çizimlerle ve
kuşe kâğıt baskısıyla
daha canlı, daha çekici hâle bü-
ründü. Rengârenk kitaplar aynı
zamanda alışılmışın dışında, özel tasa-
rımları ve yeni ebatlarıyla okurların kar-
şısına çıkmaya hazır.
“Eğlenceli Dünyamız” Dünya hakkında
daha fazlasını öğrenmek isteyenlere,
hem müthiş bilgiler hem de okurken za-
manın nasıl geçtiğini anlamayacakları
rengârenk çizimler ve mizah
öğeleri sunuyor.
İlköğretim müfredatıyla da
uyumlu olan bu seri, çocuk-
ların hem derslerine yararlı
olacak hem de Dünyamıza
dair bilgileri onlara en renkli
ve en eğlenceli şekilde vere-
cek.
İşte Mart ayından itibaren kitapçılarda
bulabileceğiniz, yeni tasarımı ve konuları
ile rengârenk eğlenceli kitaplar…
VAHŞİ HAYVANLAR
Vahşi hayvanlar hakkındaki gerçekler,
hayat kurtaran tavsiyeler ve kalbini-
zi durduracak hayatta kalma
hikâyeleri Vahşi Hayvanlar
’da!
Yeryüzünü paylaştığımız hay-
vanların en vahşi olanları ve
sıra dışı dünyaları, çarpıcı
bir dille anlatılıyor.
»Bir yılan sal-dırırsa ne yapı-lacağı,
» Bir kaplanı kor-kutmak için nasıl davranılacağı,
» Bir ayının dilini dışarı çıkar-masının ne anlama geldiği,
» Gafil avlanıp, hayatlarının kâbusunu
RE K E OREğlenceli Bilgi Dünyası’nın ödüllü yazarı Anita Ganeri’den yepyeni bir dizi.
58 Okur Yazar | Bahar 17
ED
LL
Ü N Y AAAAM IZE
ENC
ED
LL
Ü N Y AM IZE
ENC
yaşayan bazı insanların tatsız hikâyeleri ve daha fazlası…
Çocuklar, renkli resimler ve mizahi öğe-
lerle zenginleştirilmiş bir içerikle vahşi
dünyanın korkutucu hayvanlarıyla tanı-
şıyor.
ÇILGIN HAVALAR
Akılalmaz fırtınalar,
dönüp duran hortum-
lar, korkunç kasırgalar,
ölümcül seller, kavuru-
cu sıcaklar, dondurucu
soğuklar ve daha fazla-
sı… Eğlendirirken bilgi-
lendiren içeriği ile geze-
genimizdeki en zorlu hava
koşulları “ Çılgın Havalar” da keşfedil-
meyi bekliyor.
» Arılar kovanlarına saklandıklarında niçin korkmaya başlasınız iyi olur?
» Meşe palamudu ne zaman hayatını kurtarabilir?
» Hangi doğa olayı 350 tonluk bir treni havaya kaldırıp bir
hendeğe fırlatabilir?
» 1978 sene-sinde tipiye yakala-
nıp arabada mahsur kalan İskoçyalı’ nın
hayatta kalmasını sağ-layan neydi?
» Havalar aşırı sıcak olduğunda seni ne serinlete-
bilir?
Tüm bu soruların cevapları Çılgın Hava-
lar’ da.
YORGUN DÜNYAMIZ
Dünya tüm insanların evi…
Daha da önemlisi
DÜNYA insanoğ-
lunun üzerinde
y a ş ay a b i l e ce ğ i
tek gezegen! Yal-
nız ufak bir sorunu
var: İnsanoğlunu
yüzyıllardır üzerin-
de misafir eden Dün-
ya artık kendisini iyi hissetmiyor.
Nedeni basit! Korkunç insanlar Dünya’ya
büyük zararlar veriyorlar.
Otomobiller ve fabrikalar atmosfere ze-
hirli gazlar salıyor ve Dünya’nın endişe
verici şekilde ısınmasına neden oluyor.
Enerji kaynakları hızla tükeniyor, orman-
lar yok ediliyor ve çevremiz akılalmaz bir
şekilde tahrip ediliyor.
“Yorgun Dünyamız” çocuklara, Dünya’nın
içinde bulunduğu tehlikenin farkına var-
maları ve bu konuda duyarlı, bilinçli bi-
reyler hâline gelmeleri için rehber olmayı
amaçlıyor. Çok geç olmadan gezegenimi-
zi kurtarmak için ihtiyaç duyacakları çö-
züm önerileri de kitapta yer alıyor.
KORKUNÇ VOLKANLAR
Korkunç Volkanlar, yanardağlar hakkın-
da bilinmeyen gerçekleri öğrenmeye da-
vet ediyor.
» Korkunç bir yanar-dağ nasıl oluşur ve onu sinirlendiren nedir?
» Yeryüzünde kaç tane aktif yanardağ vardır?
» Aktif bir yanardağ nasıl ayırt edilir?
» İnsanlar tüm tehlikelerine rağmen neden bir yanardağın civarında yaşama-ya devam ederler?
Tüm bu hararetli soruların cevapları
“Korkunç Volkanlar ”da.
TEHLİKELİ KUTUPLAR
Sıra dışı kutup gerçekleri, hayat kurta-
ran öneriler ve kanınızı donduracak ku-
tup hikâyeleri… Kutuplar
hakkında daha fazlasını,
üstelik eğlenceli bir dille
öğrenmek isteyenler için
“Tehlikeli Kutuplar”, dün-
yanın bir ucundaki yer-
lere dair şaşırtıcı, faydalı
bilgilerle dolu.
» Kutuplar tam olarak nerede bulunmaktadır?
» Kuzey Kutbuna giden ilk insan kim-dir?
» Antarktika bir zamanlar inanılmaz derecede sıcakken nasıl oldu da bugün dünyanın en soğuk yerlerinden biri ha-line geldi?
» Dünya’nın en büyük sorunlarından küresel ısınma kutuplardaki yaşamı nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya bı-raktı?
Kolay kolay gidilemese
de hep merak edilen,
Dünya’nın en soğuk yer-
leri hakkındaki tüyle-
ri diken diken
eden bilgiler
Tehlikeli Kutuplar ’da!
59Okur Yazar | Bahar 17
Bazen yapılacak işleriniz,
ödevleriniz, ziyaret edi-
lecek dostlarınız, akra-
balarınız ve kafanızı kurcalayan
sorunlarınızın arasında bir an du-
rup, “Ne zaman bitecek Allah’ım?”
diye sorarsınız ya… Günlük işler,
koşuşturmacalar bitse, hiçbir şey
düşünmeden sadece otursam,
uyusam dersiniz… Dünyanın kar-
maşasına katılmışken aklınıza bile
gelmeyen hayalleriniz, köreldiği-
ni hissettiğiniz düş gücünüz için
hayıflanır, “Ah biraz vaktim olsa!”
dersiniz… Bütün günün yorgun-
luğuyla; sıcak, rahat yatağınıza
uzandığınız o ‘ilk an’da hissettiğiniz mutluluk, rahatlık hiç bit-
mesin, hep sürsün istersiniz hani… İşte Oblomov olmak tüm
bunları sadece düşünmek, istemek değil gerçekleştirebilmektir.
İflah olmaz bir tembel, rahatına düşkün bir aristokrat, bir na-
nemolla olmakla suçlar herkes Oblomov’u. Oysa onun yapmak
istediği sadece çocukluğundan alışık olduğu hayatı sürdürmek,
dünyanın akıl almaz hızı ve keşmekeşinden uzak durmaktır.
Devlet memurluğu, resmi mektuplar, gece gündüz çalışma
düşüncesi bile soluksuz kalmasına neden olur. Bırakın resmi iş-
leri Oblomov için tiyatroya, panayıra gitmek, yemek davetlerine,
balolara katılmak bile büyük bir külfettir.
Oblomov’un tembelliği evinin her köşesine ve uşağı Zahar’a
da sinmiştir. Sobanın üstündeki sıcacık yerini bırakıp da ev iş-
leriyle uğraşmaktan hiç hoşlanmaz Zahar. En büyük eğlencesi
kapının önüne inip diğer uşaklar ve arabacılarla sohbet etmek,
efendisinden aşırdığı küçük paralarla dostlarına bir şeyler ıs-
marlamaktır. Aman ha bu söylediklerime bakıp Zahar’ı kötü,
hain bir uşak ilan etmeyin. Böyle küçük birkaç ayrıntıyı say-
mazsak efendisine bağlı, namuslu bir adamdır. O da çok ister
Oblomov’un etrafındaki boş insanlardan uzaklaşmasını, And-
rey İvanoviç Ştoltz gibi düzgün adamlarla arkadaşlık edip, ken-
dine gelmesini. Ama gelin görün ki Oblomov’un Oblomovluk’tan
kurtulması hiç kolay değildir.
Zahar’ın sevdiği, saygı duyduğu nadir insanlardan biri olan
Ştoltz; düzenli bir hayata sahip, akıllı bir adamdır. Oblomov’un
da çocukluk arkadaşı, sırdaşı, sıkıntılarını paylaştığı en yakını-
dır. Gerçi hikayenin sonunda ayrı düşerler ama… Şimdi burada
anlatmak doğru olmaz. Okuyup görmek gerekir!
Oblomov çocukluğunu geçirdiği köyünde süreceği, sakin bir ha-
yatı düşleyedursun; Petersbug’da renkli bir hayat yaşanmakta;
zengin, soylu Ruslar günlerini eğlence içinde geçirmektedir.
Oblomov küçümsediği bu hayattan ve insanlardan uzak dur-
mayı seçer ve bu fikrini değiştirmeye “aşk”ın bile gücü yetmez.
Sevgilisinin onu bırakıp gittiğini okurken yüreğiniz cızlayacak,
hem Oblomov’a hem sizde de olduğunu içten içe fark ettiğiniz
Oblomovluğa öfkeleneceksiniz. Ama büyük ihtimal Oblomovluk
galip gelecek ve “aman canım, ömür de sıkıntıyla geçmez” diye
avutacaksınız kendinizi.
Siz Oblomov’la tanışmadan önce bazı uyarılarda bulunmayı
görev sayar ve şunları söylemek isterim: Oblo-
mov hayatınıza girecek ve muhtemelen kolay
kolay çıkmayacak. Bazen tembellik yapar-
ken onun de karşınızdaki kanepede, el-
leri ensesinde uzandığını görebilirsiniz.
Şaşırmayın! Oblomov’u eleştiren birçok
insan duyacaksınız; onun iflah olmaz bir
tembel, ülkesine ve kendisine hayırsız
bir adam, hayattan kopmuş bir
zavallı olduğunu söyler ba-
zıları. Ancak Oblomov iyi
kalpli, saf ve tek derdi
sakin bir hayat olan
bir adamdır. Zaten
tanıdıkça anlaya-
caksınız! Tabi en
önemlisi; sizde
de biraz hatta
belki oldukça
fazla Oblo-
movluk bulun-
duğunu fark
e d e c e k s i n i z .
Korkmayın! Han-
gimizde yok ki!...
Bir Miktar Oblomovluk
60 Okur Yazar | Bahar 17
AN
TİK
OblomovGonçarov’un tembelliğe yeni bir tanım getiren eseri Oblomov yazıldığı
zamanda büyük ses getirmiş ve bir buçuk asır sonra bile tembellikten
konuşurken akla gelen ilk isim olmuştur. Oblomov’un tembelliği üzerin-
den bir ulusun içinde bulunduğu halin mizahi bir dille anlatıldığı bu ro-
man her okuyana biraz “Oblomov” olduğunu fark ettirir.
Ecinniler Gelmiş geçmiş en güçlü politik romanlardan biridir Ecinniler. Yüzlerce yıl
sonrasında bile dinmeyen liberal, muhafazakâr, ateist çatışmalarının en
şiddetli döneminde ortaya konulan yapıt, her çağda karşımıza çıkabile-
cek tipik karakterleri ve evrensel konusuyla günümüz insanına da ses-
lenmeyi başararak bir klasik haline gelmiştir.
DÜNYA EDEBİYATININ
BAŞYAPITLARI, ORİJİNAL DİLİNDEN,
TİTİZ ÇEVİRİLERLE
Ekmeğimi Kazanırken Ekmeğimi Kazanırken, Maksim Gorki’nin hayatı ve insanları tanıma ça-
basını; Rus orta sınıfının, köylülerin, işçilerin mücadelelerine tanık olma
sürecini anlatır. Gorki, çocukluğundan yola çıkarak kaleme aldığı bu ro-
manda kendi yaşamını okuyucuyla paylaşırken Rusya’nın içinde bulun-
duğu durumu da gözler önüne sermektedir.
Milena’ya Mektuplar Yeryüzünün en büyülü, en karanlık ve elbette en umutsuz aşklarından
biriydi onlarınki: Franz Kafka ve Milena Jajenska… Milena’nın Kafka’nın
öykülerini Çekçeye çevirmesiyle başlayan bu derin ilişki; Kafka’nın ölü-
münden kısa süre öncesine kadar devam ederek mektuplarla büyüyen
bir aşka dönüştü. Ve nihayet okuyucuyla buluşuyor.
61Okur Yazar | Bahar 17
AN
TİK
Ben BirYazarım...
En sevilen gençlik kitapları yazarıÖmer Sevinçgül, çok satan romanı Mervin’den sonra, bu kez ismi meçhul bir kahramanın bir ömür süren aşk hikayesiyle okurlarının karşısında.
‘’Kitaptaki ana karakterimiz bir yazar, o yazar olmaya çok küçük yaşta karar verdi. Kimse önünde duramadı bu tutkusunun. Üniver-site yıllarında yazarlık tutkusuna yeni bir tutku eklendi. Aşk! Artık o ‘’aşk’’ı ile yazıyor, tüm sevdasını bu yolda kalbinden kalemi-ne döküyordu. Her yazısı sevdiğinden izler taşıyor bazen de sadece ona yazıyordu. Onu, aşkı gerçek bir yazara dönüştürdü. Aşk elle-rinden tuttu. Sevdiği hiç yanından ayrılmadı. Her zaman onsuz ama onunla oldu...’’Aşk, masumiyet, mesafe, özlem, tutku, hayal …Aşkı bütün benliğinizle yaşamaya, en derini-nizde hissetmeye hazır olun!.
62 Okur Yazar | Bahar 17
Elinde paket, zihninde sorularla evine girdi. Kapıyı kapattı,
arkadan sürgüledi. Kısa bir tereddütten sonra paketi açtı.
Kahverengi kaplı bir defter çıktı içinden. Kapağını kaldırınca
ilk sayfada büyük harflerle yazılmış kendi ismini gördü. Hay-
reti ve merakı daha da arttı.
Pencerelerin perdelerini çekti. Lambaderi yaktı. Rahat kol-
tuklardan birine oturdu. Defterde yazılanları okumaya baş-
ladı.
Bu defter sana yazılmış uzun bir mektuptur. Bir ömür sensiz
yaşanmış hayatımdan arta kalandır. İçindeki yazılar mara-
zi bir ruh halinin tezahürü gibi gelebilir sana. Fakat yine de
okumalısın. Zira senin hayalinle yaşanmış bir ömrün yadi-
garıdır...
Ben kim miyim? Senin için belki silik bir hatıra, belki unutul-
muş bir gölge, belki bir hiç... Hatırlaman için anılarını taze-
lemem gerekiyor. Bahar yıllarımızdan söz etmeliyim. Hafı-
zanın derin kuyularında belli belirsiz bir iz bırakmışsam bir
ihtimal hatırlayacaksın...
“Ben bir yazarım” demiştim yıllar önceki karşılaşmamızda.
Yine aynı sözü söyleyeceğim... Ben bir yazarım. Eserlerinin
her kelimesini bir tek kişi için yazan bir yazar. Senin için! Ne
yazdımsa seni düşünerek yazdım. Sen okuyasın, beğenesin
diye.
Yollarımız ayrılmıştı. Kendi hayatını kurmuştun. Ve bu ha-
yatta bana yer yoktu... Yayımlanmış kitaplarımı bile gönder-
medim sana. Düşündüm, kurguladım ama yapamadım...
Sana gelecektim. Kitaplarımı okuyacaktın. Beni yazardan
sayacaktın artık. Belki zaman zaman buluşup konuşacaktık.
Olmadı hiçbiri... Cesaret edemedim. Benimle yine alay eder-
sin diye endişe ettim.
Vitrinlerde kitaplarım sergileniyor artık. İmza günlerine gi-
diyorum. Biliniyor, tanınıyorum. Birileri romanlarımı okuyor,
bana takdir dolu mektuplar yazıyorlar. Geçip giden on yıllar
boyunca binlerce okurumla yazıştım, konuştum. Eleştir-
menler eserlerim hakkında olumlu ifadeler kullandılar.
Fakat hiçbirini yeteri kadar önemseyemedim. Hep senin fik-
rin önemli oldu benim için. Yazarken her sayfada senin deri-
ne nüfuz eden gözlerini hissettim üzerimde...
Seni tanıdıktan, sana sevdalandıktan, senin hayalinle yaşa-
maya başladıktan sonra anladım ki, şu fani ömrüm ulaşıla-
mayanın peşinden koşmakla geçecek! Bir yanda hayal vardı,
öbür yanda gerçek. Benim payıma hayal düşmüştü.
…
63Okur Yazar | Bahar 17
Öykülerinizdeki kahramanlar genel---
İlk öykülerim çoğunlukla ölüm kavramı üze-
rine kurulu. Geriye dönüp baktığımda bunda metafizik bir ilginin
yattığını görüyorum. Evimizin karşısında orman içinde bir me-
zarlık vardı. O mezarlığın çağrıştırdıklarıyla, “Ya sonra? Nasıl?”
şeklinde bazı sorular sormaya başladım. Bu sorular ilerideki
tasavvuf merakımın temeliydi belki de. Ardından düşler geldi.
Gördüğüm rüyaları kâğıda döktüm. Oldukça ilginç bir süreçti bu
çünkü rüya bilinçaltı demek. Farkında olmadan biriktirdiklerimi-
zi, duygularımızı açığa vuran bir ayna demek.
Hayal gücümü zapt edebilmem kolay olmadı hiçbir zaman. Be-
yaz kâğıda insan figürleri çizerdim. Sonra onları özenle keser,
isimlendirir, farklı ses tonlarıyla konuştururdum. Mahallede
arkadaşlarımı çevreme toplayıp fantastik hikâyeler anlattığı-
mı hatırlıyorum. Çocukluğuma kadar gidiyor anlatma tutkum.
Yazmak hep özgürlüğü çağrıştırdı bana. Satırların arasında her
yerde ve herkes olabiliyorsunuz çünkü. On üç yaşımda “Ben
yazmalıyım” dedim. Ve öyle başladı serüvenim...
İstanbul, arka plan
oluyor kimi hikâyelere.
Değişik yüzle-
ri, semtleriyle
olup bitenlere
tanıklık ediyor. Anne
tarafından birkaç kuşaklık bir İs-
tanbul geçmişi var. Boğaz’da
doğdum, büyüdüm. Çocuk-
luğumun en hareketli gün-
leri deniz kenarında, parklarda, şehir hatları vapurlarında geçti.
Sonra baba semtine, Fatih’e taşındık. Sur içi, şehrin kalbi, impa-
ratorlukların doğup sona erdiği mekânlar, keşfetme ve öğren-
me tutkumu tetikledi. Mahalle kültürünün hâlâ yaşadığı bir yer
Fatih. Uydu kentler, duvarlar ardındaki güvenlikli siteler bana
göre değil. Şimdi yeniden Boğaz’da oturuyorum. İstanbul’un
tarihine dair kitaplar okumaya başladım, bu da yazdıklarıma
yansıdı.
Yoğun bir iş ve hayat temposunda her gün yazıyorum diye-
mem. Fakat gün içinde yaşadığım ilginç olayları not defteri-
me yazıyorum; kimi zaman da cep telefonuma kaydediyorum
aklıma gelen ilginç sözcükleri, yaşama dair izlenimleri. Akışın
yavaşladığı her an, hafta sonları, tatillerde, tüm bu notları, duy-
guları bir kurgu dâhilinde kâğıda dökmeye başlıyorum. Gezme-
yi seviyorum. Ne zaman müzeye, bir sergiye gitsem defterimi
muhakkak yanıma alırım. Geçmişin seslerini duyabiliyorsunuz
orada çünkü.
Doğa bir başka ilham kaynağı benim için. Yazları Saros
Körfezi’nde oluyoruz genellikle. Yavaşlamak, deniz ve yeşille
bir olmak, sessizlik ruha iyi geliyor. Fakat son iki yıldır bana en
iyi gelen şey âşık olmak. Yirmi yıldır bir köşede kendi halinde
sayfalarca öyküler, şiirler yazan ben, âşık olduktan ve evlendik-
ten sonra yazdıklarımı paylaşma adımını atmaya karar verdim.
Kimi yazarlar mutsuzluktan, melankoliden beslendiğini söyler.
Ben de tam tersi gelişti bu süreç. Huzurdan ve güzelliklerden
ışık alıyorum.
Olabildiğince farklı görüşleri, türleri okumaya özen gösterdim.
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı’nda okumamın da bunda etkisi
vardır. Klasik, modern, post modern edebiyat, kısa öykü, roman
her çeşit yazın türü ilgi alanıma girdi. Politika, tarih, sinema ve
özellikle müzik beslendiğim diğer damarlar.
BENİM ADIM HİÇ KİMSE...---
leleeellelllellelleleeeeleeeeeeeeeeeeeeeeleeeleeleeeeeeeeeeeeeeeeeeeeleeleeeelleeeleeeeeeeeleeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeri deniz ke
SSSSoSoSSoSSoSoSoSSSoSoSoSSoSoSoSoSoSSoSoSoSSSSSSSoSSSSSoSSSSSSSoSSSSSSSoSoSSoSSSSSooSoSoSSSSSSoooooSoSoSoSSoooooSSSSSoSSSoooooSoSooSSSSSSoSoooooSoSSSSoSSooooSSSSSSSSSSSoooooonnnnrnrnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnn a baba
rrrrraaraaaraaarrrarraaaaarrrraaarrraaraaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaarrraaraaaaraaaaarrrrrararaaaararaaaaaaarrraaaaaarrrraaaaaraaarraraaaarrraararrarrraaatttttotottottttotttoototoottootootototttotootototoooooootottttoootooototooootottttttotoooooootooottttttootootoooottttttoooototoototototttotottttoooootoottotoooootooooottooootooototoooottotoooooototttttoooooottotttootottooottttottoottttoorlllrlrlrrllrrlrlrllrrlrlrllrlrrrrlllrrrrrrrrrrlllrrlrlrrrrrrllrlrrrrrrrrlrrlrrrllrrrrrlrrrlrlrrlrllrrlrrrrrrllrrrrrllukuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu ların
mmmmemmememememememmmmmmmmmmmmmmmmmmmeeeeemememememmmmmmmmmmmmmmmmeeeeememmmmmmmmmmmmeemmmmmmmmmmmmemmmmmmmmmmmmmmemmmmmmmmmmmemmmemmmmmmemmmmmmmmemmmemmmmmmmememmmmmmmmmmmemmmmmemmmmmmmemmmmmmmmmmmmemeeememm ttttttttttttttttttttutuutuutttttttuutuutttttttuuuutttttttttttuuuuuuutttttttttutuuuuuuuutttttttttuuuuuuuuutttttttttuuuuuuuuttttttuuuuuuuuuuuttttttttuuuuuuuuttttttttuuuuuuuuuutttttutututuuuuutututtutututuuuuuuttututututuuutuuuuutttutututuuuuuuutuuututttuuuuttttuuuuuuuttutttutttttttttttttutttttuuuututuuuuuuutttkkukukkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk mu
FFFFFaFaFFaFatitiitt h.hh.hhhh UUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUydu
ööööööögögöööööre değil.
tarihine dai
yazmalıyım” dedim. Ve öyle başladı serüvenim...
İstanbul, arka plan
oluyor kimi hikâyelere.
Değişik yüzle-
ri, semtleriyle
olup bitenlere
tanıklık ediyor. Anne
tarafından birkaç kuşaklık bir İs-
tanbul geçmişi var. Boğaz’da
doğdum, büyüdüm. Çocuk-
luğumun en hareketli gün-
Kimi yazarlar mutsuzluktan, m
Ben de tam tersi gelişti bu sür
ışık alıyorum.
Olabildiğince farklı görüşleri, tü
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı’
vardır. Klasik, modern, post mod
her çeşit yazın türü ilgi alanıma
özellikle müzik beslendiğim diğe
64 Okur Yazar | Bahar 17