Top Banner
68

OkurYazar Bahar 2012

Mar 24, 2016

Download

Documents

Timaş Yayın Grubu - iyi ki kitaplar var...
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: OkurYazar Bahar 2012
Page 2: OkurYazar Bahar 2012
Page 3: OkurYazar Bahar 2012

Okur Yazar | Bahar 17 1

EDİTÖRDEN...KİTAP BİZİM DİLİMİZ

Timaş yayın yolculuğuna başlayalı 30 yıl oldu. İnsan için ol-duğu kadar yayınevi için de olgun bir yaş.. Yayın çeşitliliğimiz 2500’ü çoktan aştı.

Kültür yayıncılığının her alanında hizmet verdik. Ne çocuk-ları ihmal ettik, ne gençleri. Ne geçmişin biriktirdiği hazineyi, ne bugünün ürettiği irfanı. Kitabın insan mahiyetinde dö-nüştürücü, geliştirici bir etkisi olduğu aşikârdı. İnsanı bir bü-tün olarak algıladık ve onun ihtiyaçlarına tekabül eden her alanın bir kitap karşılığı olması gerektiğine inandık.

Bütün çeşitliliği ile bu topraklarda yaşayan tüm halklara ve onların inançlarına saygılı olma, müspet hareket etme gayreti içerisinde olduk. Dinimizi hep aziz bildik. Sadece din kitaplarımızda değil tüm kitaplarımızda dini duyarlılığın izi-ni sürdük. Dil bir zevk, üslup lezzetti bizim için. Okurumuza her seferinde daha üst bir dil, daha derinlikli bir üslupla ses-lendik. “Aile” kutsalımızdı. Onu korumayı ilke edindik. Aile içi eğitim, eşler arası iletişim, koruyucu psikoloji kitaplarından oluşan zengin içerikli kitaplar yayımladık.

Hep aynı yerden bakmadık. “Oradan bakınca nasıl görünü-yor?” sorusuna cevap aradık. Toplum kendi tarihi ile yeniden barışıp yüzleşirken “alternatif tarih” kitapları neşrettik. De-mokrasimiz darbelerle sarsılırken “perde arkası” kitapları...

Kitap bizim dilimizdi. Hep o dilde ifade ettik kendimizi. Tek seslilik hakimken çoğulculuğun, husumet topluma yayılmış-ken kardeşlik ve merhametin dili olan kitaplarla...

Darbe yargısına kitapla karşı çıktık. Fail-i meçhul cinayetle-re tepkimizi kitapla haykırdık. Bitmeyen bir tecessüsle ara-dık görünenin arkasındaki görünmeyeni...

Okurumuzu velinimetimiz olarak bildik. Onların daha iyisi-ni hak ettiğine daima inandık. İnandık şimdi’nin yeni şeyler söyleme zamanı olduğuna, anlam mertebelerinin sonsuz-luğuna...

Yola çıkarken sloganımız, “yağmur toprağa, kitap insana” idi.

Şimdi “iyi ki kitaplar var” diyoruz.

Timaş Dağıtım A.Ş. Adına SahibiOsman Nuri Öztürk

Genel MüdürOsman Okçu

Genel Yayın YönetmeniEmine Eroğlu

Yayın EkibiSeval Akbıyık

Adem Koçal

Neval Akbıyık

Zeynep Berktaş

Cüneyt Dalgakıran

Ümran Tüzün

Emre Barca

Dilara Gerger

Tuğçe İnceoğlu

Fahrunnisa Erdem

Emin Baş

Asena Meriç

Kapak TasarımRavza Kızıltuğ

Sayfa TasarımFatma Nur Kurtköylü

Baskı SorumlusuSoner Topal

Baskı ve CiltSeçil Ofset

Yayın TürüYerel Süreli

Yazışma AdresiAlayköşkü Cad. Alemdar Mah. No:5

Cağaloğlu/İstanbul

Tel: 0212 511 24 24

Faks: 0212 512 40 00

email: [email protected]

Timaş Yayın Grubu tanıtım bültenidir, üç

ayda bir yayınlanır ve para ile satılmaz.

ISSN: 1304-432-X

O K U R Y A Z A R

Timaş YayınlarıGenel Yayın Yönetmeni

Page 4: OkurYazar Bahar 2012

Kâzım Karabekir Paşa’yı bir elinde

kılıç, öbüründe kalemle düşün-

mek hoşuma gidiyor. İyi bir asker;

ama o kadarla bitmiyor. Aynı zamanda

müşfik bir baba, kanunlara riayetten kıl

kadar ayrılmayan dürüst bir vatandaş,

hakkını sonuna kadar savunan medeni

bir insan, inandığı dava uğruna hayatını

otaya koymayı bilen bir kahraman, zarif

bir koleksiyoner, musiki ve şiirle iştigal

etmiş, marş yazıp bestelemiş bir sanat

amatörü, eğitim yoluyla kalkınma üze-

rinde düşünmüş ve icraatta bulunmuş,

sanayi projeleri olan bir devlet adamı,

Kürt ve Ermeni sorunlarının başımızı

ağrıtacağını daha 1920’lerden itibaren

söyleyen ve mutlaka tedbir alınmasını

isteyen ileri görüşlü bir siyasetçi ve

düzinelerce kitaba imza atmış ve-

lud bir kalem…

O bunların hepsi. Belki de

daha fazlası…

Dolayısıyla Kâzım Karabekir’e, mu-

hakkak kafalarımızdaki klasik ‘asker’

şablonunu bir kenara bırakarak bakma-

mız, bu doğrultuda ayrıca Osmanlı’nın

nasıl olup da bu denli çok yönlü askerler

yetiştirebildiği üzerinde imal-i fikr etme-

miz gerekir. Yazdığı eserlerde kullandığı

sıradan dili çözme kudretini bugün an-

cak edebiyat tarihi uzmanları kendilerin-

de görebiliyorsa orada bir cevher ışıldı-

yor demektir

Kâzım Karabekir Paşa tarihin yapıl-

masına katkıda bulunmuş bir şahsiyet

herşeyden önce. Gerek Birinci Dünya

Savaşı’nda, gerekse İstiklal Savaşı’nda

Doğu Cephesi’nde kazandığı başarılar

ders kitaplarında pek zikredilmese de,

halkın gönlüne ve hafızasına derinden

kazınmış durumdadır.

İkinci olarak Meclis’te görev yapmış bir

siyasetçi olarak görürüz onu. Üste-

lik bir parti başkanıdır. Siyasî bir ideali

var ve bunu Terakkiperver Cumhuriyet

Partisi’ni kurup başına geçerek göster-

miştir. İzmir Suikasti davasında İstiklal

Mahkemesi’nde yargılanmış ve beraat

etmiş ama 1939’a kadar göz altında sı-

kıcı ve sıkıntılı bir hayat geçirmiş. Yine

de devlete ‘of’ dememiş. Nihayet haya-

ta Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı

olarak veda ettiğinde yıllardan 1948’dir.

Ancak Kâzım Karabekir’in üçüncü bir

cephesi vardır ki, o da aynı zamanda

‘tarih yazan’ bir figür olmasıdır. Mustafa

Kemal Atatürk gibi işi şansa bırakmamış

ve yaptığı tarihin hikâyesini bizzat yaz-

mış ve geleceğe emanet etmiştir. Hem

de sadece bir ‘anti-Nutuk’ olan ve yakla-

şık 1000 adet belgeyi içeren İstiklal

Harbimiz’le yetinmemiş, aynı

zamanda Günlük tutarak ve

başından geçenleri ve başı-

na gelenleri, askeri ve siyasi

mücadelelerini oturup yazarak

binlerce sayfadan oluşan zengin bir

külliyat vücuda getirmiştir. Yazdığı her

Cumhuriyet’in İlk Derin Devleti Deşifre Oluyor…

Mart ayında büyük tartışmalar çıkartacak KIZIL PENÇE

kitabının önsözünü sizlerle paylaşıyoruz…

“Bir suikast eserlerime, diğeri hayatıma karşı hazırlandı. Fakat haber alıp önledim.

aaaarırırırınnnıın nnn babaabaşşışımımızızı

ererereeerdedededed nn ittttibbibibi arararra eeenen

dbdbdbddbbbbbirriririrriririr aaaaaalılılılınmnmnmnmaasasaasınınnnnnınıııı

sisisis yayayayayaaseseseseseetçtçtçtçt i iii vevevevevee

atatatatmımımımışşş ş ş vevevevee--

ddedededede

bebeekikikikir’r’rr e,e,e,e, mmmuu--

kkkkkkkkkkkklalalaalalaaaalaaasisisisisissisisss kkkkkk ‘a‘a‘aa‘aa‘‘aaaskskskskskssksssksssskerererrerererrrerr’’’’’’’

akakakakakakkakkakakakaakaaaa arararaaaaararaaaarrrrraarrakakakakakaakakakakakakakakakakakakak bbbbbbbbbbbbbbbbbakakakakakakakakakakakakaakakaaakakakaaakkkmamamamamamamammamamamamamamam ------

ccccccccccca a aa a aaaaaaaa aaa OsOsOOsOsOsOsOsOsOsOOsOsOsOsOOOsssOsOssOOsssOssmmmmamammamammamammamamamamamamammmmmmmmmammmmmmmmm nlnlnlnlnnlnnlnlnlnlnlnnlnnn ı’ı’ı’ıı’ı’ı’ı’ı’’ı’ı nnınınınınnınınnınnn nnnnnnnnnnnnnnnnnn

yyyyyyyyyyyyyyyyyyyönöönönönönönöönnnnnnönnnööönnönönnönöönlülülülülüülülüülüülülüülülülülü aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa kskskskskskskkskskskskskskkskskkskerererererereerereerererereeee leleleleeleleleeleleleeeeeeleeeeeeer rrr r rr rrrrr r

kazıınnmışş ddurumummdadaddır. cecephphphp esesi v

‘t‘tararihih yazazaa

KeKeKemamm ll AttA aa

vveve yyyyapapptıtııığığığğğı

mımımmımım ş şş veve gggggee

de ssadadececcceeee

şışış k kkk 101010

mmmmmm

bibibibibibibinlnllnlnlnlnlnlnleeererererererererrrrrrerrrrcececececececececccee

kükkükükükükkükükk llllllllllll iyiyyiyiyiyiyiyyiyiyatatatatatatatataatataattatat vvvvvvvvvvüüüüüüüüüüü

Okur Yazar | Bahar 172

KAZIM KARABEKİR

Page 5: OkurYazar Bahar 2012

notun arkasına mutlaka belgesini ekle-

yen ve daha 1933 yılı gibi resmi tarihin

en coşkulu yıllarından birinde –ki aynı yıl

Cumhuriyetin 10. yıldönümü gösterişli

törenlerle kutlanmıştı-, yeni rejimin en

kuvvetli döneminde çıkıp elindeki belge-

leri Milliyet gazetesinde yayınlama cesa-

retini göstermişti.

Bu yüzden evi 4 defa basılmış, dosyala-

rına el konulmuş, hakikatleri ortaya koy-

mak için yazıp parasını kendi cebinden

ödeyerek bastırdığı İstiklal Harbimizin

Esasları’nın bir gece itfaiye araçlarına

konularak yakılmaya götürüldüğüne

tanık olmuş; yine de mücadelesinden

vazgeçmemişti. O biliyordu ki, hakikatin

er geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu

vardır ve o gün mutlaka gelecektir.

Bir zamanlar kireç ocaklarında yakılan

kitaplarının rahatlıkla basılıp satılabildiği

günleri göremedi ama hakikatin hakim

olacağı, rahatlıkla konuşulabileceği bir

Türkiye’nin özlemiyle yandı tutuştu. Türk

Tarih Kurumu’na bizzat giderek verdi-

ği emsalsiz mücadeleyi hatırlamamak

haksızlık olur. Yetkililere, “Genç nesillere

tarihi tek bir kişinin kahramanlığı üzeri-

ne kurarak anlatamazsınız. Bu o kanlı

mücadelede canını siper etmiş olan ko-

mutanlara ve hele Mehmetçiğe de ha-

karettir. Onların haklarını nasıl yersiniz?”

diye çıkıştığında takvimler 1942 yılını

gösteriyordu. Yani bundan 70 yıl önce-

sini.

2012 Türkiye’si, Karabekir Paşa’nın 70,

hatta 80 yıl önce verdiği o efsanevi mü-

cadeleyi ve bu uğurda katlandığı tür-

lü haksızlıkları anlayabilecek noktaya

emekleye emekleye de olsa gelmiş bu-

lunuyor. Türkiye demokratikleşme yo-

lunda müstakbel şafağın altın ışıklarının

kendisine gülmesini ve cömert vaatlerde

bulunmasını beklerken, tarihin de gözü-

nün kendi üzerinde olduğunu hiç unut-

mamalıdır. Biz tarihi incelerken tarih de

bizi inceler çünkü. Daha doğrusu, tarihini

iyi, doğru ve sağlıklı anlamak, erişilmek

istenen hakikatlere yelkenleri şişirecek

rüzgarları beklemek, teyakkuzda olmak

bugünü yaşayan insanların önünü ay-

dınlatacak adımlardır.

Ancak bu noktada önemli olan,

Türkiye’nin korkudan bir yakılıp bir sön-

dürülen “hırsız fenerleri”ne değil, Kâzım

Karabekir gibi azim ve imanla mücadele

etmiş ve hakikatin nasıl yıkılmaz bir dağ

olduğunu bizlere göstermeyi başarmış

‘radyumlar’a olan ihtiyacımızı vurgula-

maktır. Malum, radyumu tedbir almadan

kullanmak tehlikelidir; çünkü sürekli ola-

rak içe işleyen öldürücü ışınlar (radyoak-

tivite) çıkartır. Kâzım Karabekir’in hayatı

ve yazdıkları resmi tarihin radyumudur.

Bence Kâzım Karabekir resmi tarih için

hayattayken olsun, öldükten sonra ya-

yınlanan kitaplarıyla olsun kesinlikle bir

radyum etkisi göstermiş ve ideoloji eliyle

bir tarih kurgulayanların daima korkulu

rüyası olmuştur. Resmi ideoloji onunla

uğraşırken, kaçınılmaz öldürücü ışınla-

rına maruz kalmaktan kurtulamamıştır.

Bugün ‘Ke-

malist’ tarih

görüşünün has-

ta ve bitap düşme-

sinde de Paşa’nın

radyum etkisinin

payı büyüktür. Me-

sela Karabekir’in resmi

tarihte açtığı en büyük ge-

dik, “19 Nisan 1919’da

Trabzon’a çıktım” cümle-

sinde en yetkin ifadesini

bulur ve bu atomik cümleyle

birlikte biz resmiyette var olma-

yan ve tasavvurumuzda açılan yeni bir

kulvarda koşmaya başlarız.

Kazım Karabekir, elinizdeki kitapta ye-

niden düzenlediğimiz notlarında 1922-

1933 döneminde, tam da tarihimizin bu

kırılma ve yeniden inşa döneminde per-

de arkasında neler olup bittiğini bize en

açık bir şekilde anlatıyor. Tarihi anlama-

mıza yardım ediyor. Tarihi sorgulamaya

devam ediyor. Onu adeta yeniden yazı-

yor. Ve geleceğin tarihçilerine rengarenk

ipuçları uzatıyor. Bu ipuçlarını değerlen-

dirip değerlendirmemek elbette tama-

men onlara kalmıştır.

2012 yılı Kâzım Karabekir Paşa’nın 130.

doğum yıldönümüne denk geliyor. Bu

satırların yazıldığı gün ise vefatının 64.

yıldönümüydü. Kızıl Pençe başlığını koy-

duğumuz kitabın Karabekir Paşa’nın

tertemiz adının gelecek nesillerce de

anılmasına ve anlaşılmasına mütevazı

de olsa bir katkıda bulunması ve hala

ışımakta olan bu ‘radyum’un nice gizle-

nen hakikatin ortaya çıkarılmasına vesi-

le olması en candan dileğimdir.

Mustafa Armağan

nn ışışşıklalarrınıınnn

ttt ttttttt vaavaatatatlelell rdr e

n dde e gögögözüzü-

u hiiç ununutut--

enn tttarihh ddee

su,, tataririhihinini

kk, erişilmem k

riri şşişişirirece ek

zdzda olmak

önünü ayy-

mli olan,

Buugügünn ‘K‘K‘Keee-

mamaliistst’ tatataaariririh hh h

gög rürüşüününüüün n n hahahaaaaaaaaasssss--

tat ve bibitatt p düdüdüşmşmmmeee----

sis ndndee de PPaşa’a’a’a’a nınınınııııınınnnn nnnnnnnnnnnnnn

rarradydyyyyumum etkisininninininnnn

payı bbüyüyüküktütür.r. MMMMMMeeeee---

sela Karraabekirr’i’in n rerreereeesmsmsmsmsmsmsmsmmmmsmmmmmmi iii i i

tarihte açtığı en bübübüüüüyüyüyüyüüyüyüükkkkkkk gegegegegegegegeegegeg ---

dik, “19 Nisan 1911119’9’9’9’999 dadadaadadadadaaada

Trabzon’a çıçç ktım” cüüüümlmmlmmlmmmleeeeee---

sinde en yetkin ifadddesesessssesininnnnininni i i i iiiiii

bulur ve bu atomik ccccümümümümümmümleleeeleeeeeeeylllylylylylyyylylyyy e ee e e eee eeeeeee

Okur Yazar | Bahar 17 3

Page 6: OkurYazar Bahar 2012

4 Okur Yazar | Bahar 17

Merhum Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları idam edilişlerinin 51. yılında rahmetle anıldı geçtiğimiz günlerde. Adnan Menderes yalnız mazlumluğu ile değil, çalışkan bir başbakan, usta bir polemikçi ve sözünü bu-daktan esirgemeyen bir hatip kimliğiyle, en önemlisi de yakın geçmişe ilişkin cesurca değerlendirmeleri bulunan bir siyasetçi ve düşünür kimliğiyle de hatırlanmalıdır.

Mustafa Armağan, Menderes’i darağacına götüren

tarihi sözlerini Küller Altında Yakın Tarih serisinin al-

tıncı kitabı olan TEK PARTİ DEVRİ kitabında topladı...

Armağan, kitabında Menderes’in, iktidar yıllarından Yassıada

Mahkemesi’ne, bugün bile telaffuz edilirken çekinilen sözlerle

demokrasiyi savunmaktan geri durmadığını kaydederek, onu

idama götüren ifadelerine dikkat çekiyor.

Başvekil Adnan Menderes’in eleştiri okları özel olarak İnönü’ye

ve CHP’ye yöneltilmiş gibi görünse de, aslında İttihat ve

Terakki’den başlayarak son 40 yılın topyekün bir değerlendir-

mesini içerir.

Aşağıdaki cümleleri okuyunca göreceksiniz ki, bu sözlerin bu-

gün dahi söylenmesi büyük cesaret ister. Menderes, işte bu

cesareti göstermiş adamdır. Üstelik gayet açık meydan oku-

malardır bunlar.

İşte o on tehlikeli konuşma:

» “Siz bu rejimi devraldığınız zaman darağaçları kurdunuz, O

(İnönü) zannınca bu memleketin sahibidir. Tek başına memle-

kete tesahüb ediyor (sahip çıkıyor) ve tek başına bu memleket

hakkında konuşuyor. Bunu, bu hakkı nereden alıyor? Biz sizin

gibi istila veya fetih hakkına dayanarak mı geldik bu iktidara?”

» “Uzun seneler bir fetih hakkı olarak bu memlekete sahip ol-

dukları zannında olanlar, hayatlarının ileri devresinde ruhlarına

girmiş olan bu kanaati değiştirmek imkânını bulamazlar. Ken-

ADNAN MENDERES’İ

dileri, Allah tarafından memur olunmuş insanlardır! Telakkileri

böyledir.”

» “Bütün seçimlerde mağlup olurlar, yine de memleket bizim-

ledir, derler. Hükümet işlerinde şimdiye kadar hiçbir muvaffa-

kiyet (başarı) göstermemişlerdir. Gölge etmesinler, biz başka

ihsan istemiyoruz.”

» “1946 Türkiye’si ile 1954 Türkiye’si arasında asır farkı değil,

çağ farkı vardır.”

» “İsmet Paşa, kendi zamanında, ‘Ben memleketi idare edi-

yordum’ diyor. O devirde bu memleketi çocuklar da idare ederdi.

Çünkü herkesi susturmuş, bir tek kendisi konuşuyordu, mem-

leketi de böyle idare etti ve bu memleket seneler senesi olduğu

yerde saydı.”

» “(İsmet Paşa) 1946’da kendisinin mebus seçilmediğini

bilmiyor muydu? 4 yıl gayri meşru Devlet Reisliği (Cumhur-

başkanlığı) yaptığını İsmet Paşa bilmiyor mu? Vatandaşların

haklarını iptal etmek yolunda bizzat emirler vermemiş miydi?

İsmet Paşa milletvekillerini takip etmek için bütün milletvekil-

lerinin peşlerine hafiyeler koymamış mıdır?”

» “Bu memleketteki zulüm devri İsmet Paşa ile, onun iktidar-

dan düşmesiyle kapanmıştır. (İsmet Paşa) hırsı için bu memle-

keti bir baştan öte başa ateşe vermek isteyen adamdır. Paşa

yeter artık! Bu memleketi bizim gibi memleketin içinden gel-

miş olan insanlar idare etsin!”

» “Atatürk demokratik inkılabı tahakkuk ettirmemiştir (sonu-

ca ulaştırmamıştır), yarıda bırakmıştır.”

» “Millete mal olmuş inkılapları muhafaza edeceğiz, mille-

te mal olmamış inkılapları tasfiye edeceğiz.” (Nitekim Arapça

ezan yasağı millete mal olmamış inkılaplardan olduğu için kal-

dırılmıştır.)

» “Türk milleti Müslümandır ve

Müslüman kalacaktır.

Bu memle-

k e t t e

din hür-

r iyet ine

t e c a v ü z

etmek kim-

senin haddi

değildir. Hakiki

mümin ve samimi

Müslüman olanlar din

hürriyetinden tamamen

emin olabilirler.”

yasağı millete mal olmamış inkılaplardan olduğu için kal

mıştır.)

Türk milleti Müslümandır ve

üman kalacaktır.

memle-

t e

hür-

t ine

a v ü z

ek kim-

n haddi

dir. Hakiki

min ve samimi

üman olanlar din

yetinden tamamen

n olabilirler.”

TA

RİH

İPE GÖTÜREN SÖZLER

Page 7: OkurYazar Bahar 2012

Doğrusu bize hükümdarlık değil, tür-bedarlık mukadder imiş. Çünkü gö-rüyorsunuz vatan viraneye dönmüş, düşman işgalinin her türlüsünü görü-yoruz!

Osmanlı İmparatorluğu’nun en zor

yılları, payitaht işgal altında, taht-

ta her fırsatta “Keşke padişah ol-

masaydım!” diyen Sultan Vahdeddin ve

ölene kadar sultanı yalnız bırakmayan

önce Bahriye Nazırı daha sonra siyaseti

hiç sevmemesine rağmen başyaver olan

gözüpek bir asker, Ahmed Avni Paşa. Bu

kitap ne bir tarih, ne de bir hatırattır. Bu ki-

tap, imparatorluğun en zor zamanlarında

Milli Mücadele’yi başlatması için Mustafa

Kemal Atatürk’ü Anadolu’ya gönderen Sul-

tan Vahdeddin’in ve bütün hazırlıkları ya-

pan, Bandırma Vapuru’nu türlü imkansız-

lıklar içinde Paşa’nın emrine sunan ve en

nihayetinde adı vatan haini olarak 150’lilik-

ler Listesi’ne son anda giren Ahmed Avni

Paşa’nın gözüyle bir dönem tasviridir.

Ahmed Avni Paşa, Sultan Vahdeddin’i hem

saltanatı boyunca hem de San Remo’da

sürgünde iken hiç yalnız bırakmamış, dikte

ettiği her sözü yazmış ve bu defteri ölene

dek yanından hiç ayırmamıştır. Kendisi ve-

fat ettikten sonra torunlarına intikal eden

ve özenle muhafaza edilen dede yadigârı

bu defter, yazıldıktan 90 yıl sonra ilk defa

Timaş Yayınları Tarih Kitaplığı’ndan çıktı.

» “Sultan Vahdeddin’in kayıp hatıratı ne-

rededir?

» “Her defasında “Keşke Padişah Olma-

saydım!” diyen Sultan Vahdeddin nasıl

padişah olmuştur?

» “Sultan Vahdeddin, Mustafa Kemal

hakkında Milli Mücadeleyi başlatmak

için Samsun’a gitmeden önce ve gittik-

ten sonra neler düşünüyordu?

» “Mustafa Kemal’i, Anadolu’da milli ha-

reketi başlatması için kim Samsun’a

göndermiştir?

» “Mustafa Kemal’i Samsun’a götüren

Bandırma Vapuru’nu kim bulmuş ve

emrine vermiştir?

» “Mustafa Kemal milli hareketi başlat-

madan önce Sultan Vahdeddin’in hu-

zurunda nasıl yemin etmiştir?

» “Ahmed Avni Paşa kimdir?

» “150 kişilik Vatan Haini Listesi nasıl ha-

zırlanmıştır?

» “Bu kişiler niçin ve nasıl vatan haini ilan

edilmişti?

» “İttihad ve Terakki, Kuvâ-yı Milliye nasıl

bir oluşumdur?

» “İttihad ve Terakki üyelerinin asıl mak-

sadı nedir?

» “Osmanlı İmparatorluğu’nu I. Dünya

Harbi’ne kimler, niçin sokmuştur?

» “Mustafa Kemal ve arkadaşları-

nın Amasya’da karanlık bir odada

aldıkları kararlar neydi? Osmanlı

İmparatorluğu’nun hazinesini hangi

paşalar boşaltmıştır?

» “Sultan Vahdeddin’in sürgünde nasıl bir

yaşam sürmüş ve nasıl ölmüştür?

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine,

Milli Mücadele ve sonrası hakkında merak

ettiğiniz bu ve buna benzer birçok sorunun

cevabını Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa

Anlatıyor kitabında bulacaksınız.

SULTAN VAHDEDDİN ve Sırdaşı AHMED AVNİ PAŞA’nın

Gözüyle Milli Mücadele Dönemi

AA’nınnnn AAAA’nn nın

mi

5Okur Yazar | Bahar 17

Page 8: OkurYazar Bahar 2012

6 Okur Yazar | Bahar 17

EDEBİYAT

DEVİR MUHTEŞEMSÜLEYMAN DEVRİTarihi romanların vazgeçilmez ismi Okay Tiryakioğlu, aylarca bestseller listelerin-den düşmeyen romanı Kanuni’nin devamında okuyucuyu bu kez Sultan Süleyman hükümdarlığının en şaşalı dönemiyle buluşturuyor: Sultan, Bir Kanuni Romanı. Dö-nemin en merak edilen konuları yine maceralarla dolu bir kurgu ve soluk soluğa bir anlatımla okuyucuya aktarılıyor.

Sahneye ilk çıkan isim yine Vehimi’dir.

Kanuni’nin yavuz istihbaratçı-

sı yanına yardımcısını da alarak Ahi

dergâhlarından geçip dönemin en me-

rak edilen sorunları arasında başı çe-

ken Molla Kaabız olayının peşine düşer.

İç karışıklıkların tam ortasındaki Çelik

Hilal örgütünün akıbeti Kara Ömer’in

ismiyle müsemma ellerine kalmışken

Padişah’ın gönlünü hoş edebilen yegâne

sözler Hürrem Sultan’ın latif mektupla-

rından gelmektedir. Saraydaki rakip-

lerine kök söktüren kıvrak zekâsıyla

Pargalı İbrahim ise cihan hükümdarı-

nın gözünde biraz daha yükselirken bu

şöhret ona pahalıya patlayacak gibidir.

Tüm bu iç çekişmeler arasında Muhte-

şem unvanıyla ezeli düşmanları Şarlken

ve Ferdinand’a meydan okuyan Kanu-

ni Sultan Süleyman fetihlerine devam

etmektedir. Budin ve Estergon’un

ardından Viyana kapılarına

kadar dayanan, Bağdat se-

feriyle birlikte doğuya

da hükmeden Osmanlı

İmparatorluğu, Barba-

ros Hayreddin Paşa’nın

rüştünü ispatladığı Preve-

ze Muharebesi’yle denizlerdeki

hâkimiyetine de güç katacaktır.

Muhteşem Süleyman’ın karşısında

Avrupa’nın gücünü tek elde birleştir-

meye gayret eden amansız Şarlken…

Doğuda Şarlken’in desteğiyle güç topla-

yıp Osmanlı topraklarına göz diken Şah

Tahmasb… Sultan Süleyman’ın manevi

rehberleri Yahya Efendi ve Merkez Efen-

di Hazretleri… Osmanlı medeniyetinin

inşasının temel taşlarından Mimarba-

şı Koca Sinan Ağa… Ve Kanuni’nin Irak

seferinin en büyük manevi kazanımla-

rından Fuzuli... Cihan Padişahı Sultan

Süleyman Han’ın yedi iklime yayılan

hâkimiyet alanı ve büyük bir medeniyet

hareketi...

Peki zafer sevinci nereye kadar süre-

cek? Vehimi, Hürrem, Pargalı arasında-

ki saray çekişmesini kim kazanacak?

Pargalı’nın sonu ne olacak? Tüm soru-

ların yanıtı bu romanda…

ED

EB

İYA

T

Muhteşem Süleyman Ordusuna Sesle-niyor “

Ey Mübarek Sancak-ı Şerif altında

toplanan Müslümanlar! Ey yeniçeriler,

azaplar, sipahiler, humbaracılar, çarha-

cılar, akıncı beylerim, erlerim, erenlerim,

askerlerim! Cümle âlem bilir ki, Müslü-

manlar, yalnız ve yalnız Allah Rızasını

kazanmak için cenk ederler. İşte bizler

de buralara kadar, İslam dininin yayıl-

masına mani olmak isteyen fitnecilerle

harp etmeye geldik. Ölürsek şehidiz, ka-

lırsak gazi... Gayrı göreyim sizi!”

Hürrem’den Kanuni’ye Mektup

“Eğer siz, bu ayrılığın hicranıyla öz yüre-

ği alazlanmış, sinesi kahırlanmış, gözle-

rine kan düşmüş, ciğerine kürar değmiş

biçare kölenizi sorarsanız, Sultan’ından

ayrılıktan azim bir melal bilmeyen bu

aciz ah ile vah ile gece gündüz yollarını-

zı gözlemektedir. Kız kardeşiniz Hatice

Sultan dahi bahsinizi etmekten bitap

düşmüş, size dair yıllara ve yollara

vurgun iki kadın, günbegün eriyerek

mesut hatıraların gölgesinde söyleş-

mekteyiz. Zaman benim için nizamını

yitirmiştir Hünkârım. Gönderdiğiniz her

biri birbirinden kıymetli hediyelere şük-

ranlarımı sunar, dualarınızı niyaz ede-

rim. Ebedi aram-ı diliniz Hürrem.”

Page 9: OkurYazar Bahar 2012

7Okur Yazar | Bahar 17

Pargalı İbrahim’den Güç Gösterisi

“Elverir!.. Bakın aziz Şövalyeler, dünya-

nın bu en büyük imparatorluğunu ida-

re eden kişi benim. Verdiğim hükümler

köklü ve kalıcıdır. Nedeni şu ki, cümle

güç benim elimdedir. Devlet vazifelile-

rini ve beylerbeylerini ben atarım. Ver-

diklerim verilmiş olarak kalır. Reddetti-

ğim detaylar ise asla kabul görmez. Her

şey benim kararımla olduğu için, yüce

Padişah’ın bile buyrukları benim ona-

yımdan geçmeden uygulanmaz. Savaş,

barış, politika, hazine hep benim elimin

altındadır. Sizinle böyle konuşmamın

nedeni, karşımda sıkılmadan, güven

duyarak rahatlamanızı sağlamak adı-

nadır…”

Düşman Kalesinden Haç İndirme

Kemal, Vehimi’den önce vardı kubbenin

üzerine. Ancak haçı sökme onurunu us-

tasına bırakmak istiyordu. Vehimi, o kat

kat nasırlı kaba parmaklarıyla sımsıkı

yapıştığı keskiyi öyle bir maharetle, haçı

kubbe üzerinde tutan sarmal çelik telle-

re ve bağlı uzantılarına saplayıp kopardı

ki, daha ana gövdeye hiç yüklenmeden

salip kımıldandı. Ardından harç içine gö-

mülüp kubbeye sağlamca oturtulmuş

haçın kanatlarından aynı anda sıkıca

kavradılar. O acı güçleriyle birkaç kez

yüklendiler; yumuşak ama ağır bir ma-

den olan altın fazla direnemedi ve bağ-

lantı noktasından acı iniltiler çıkararak

kırıldı.

Kanuni’nin Manevi Rehberleri: Merkez

Efendi ve Yahya Efendi

“Âcizane bize göre çare, devletin tarım

bölgelerindeki ihya faaliyetlerini arttı-

rarak sürdürmesi, nakit kaynaklarının

kaybedilmemesi için, eskisi gibi yakın

coğrafyada kuvvetle hâkim olunabile-

cek tüm ticaret yollarının tekrar can-

landırılması, ulaşım zorluklarını göz

önünde bulundurarak sorunlu bölgelere

ve sipahilere müdahalede gecikilmeme-

si ve dahi Safevi fitnesinin tamamen

kaldırılmasıdır. Ayrıca yeniçeri sayısının

artması, ulufeyle yaşayan ve devlet ha-

zinesinden geçinen bu geçimsiz sınıfın

cüretini ve zorbalıklarını desteklemek-

tedir. Başta her zaman sizin gibi dira-

yetli padişahlar bulunmayabilir Sulta-

nım. O takdirde Devleti Aliyye’nin hali

nic’olur?”

Vehimi Preveze’de Cenk Ediyor

Kılıç kılıcı, hançer hançeri örseledi; kal-

kanlar, tolgalar ve zırhlar parçalandı.

Alacakaranlıkta, amansızca tokuşan

çeliklerden fışkıran şerareler, yıldızla-

rın donuk yeşil ışığıyla boy ölçüşürken,

kamaşan sağlıklı gözüm tüm bunları

bir düşte yaşadığım hissini kuvvetlen-

diriyordu. Birkaç kez denize düşecek

gibi oldum. Ancak karanlık ve dalgalı

suların meşum görüntüsü beni o kadar

korkuttu ki, aklım başımdan gitti. Debe-

lendim, gençliğimi utandıracak yepyeni

bir güçle saldırdım; merhametsizce vur-

dum, haykırarak, akşamın loşluğunda

iyi seçemediğim düşmanca bir şeyleri

kırdım, hırıl hırıl soludum, köpük köpük

kan tükürdüm, ama o karanlık dalgalara

düşmedim.

Pargalı’nın Son Gecesi

İbrahim, tek çıkışın ana kapı olmadığını

biliyordu. Pencereler kafesli olduğu için

bu imkânsızdı, ancak arkadaki istira-

hat odasına ulaşabilirse eğer kafessiz

havalandırma bacasından dışarı sü-

zülebilirdi. Gerçi her bölgede bekleyen

nöbetçiler mevcuttu ama olsun varsın.

Hareket halinde olduğu sürece yine de

bir şansı var demekti. Belli belirsiz gü-

lümsedi ve “Nihayet istediğin oldu Hür-

rem,” diye fısıldadı. “Seni bu saraya alan

ben değil miydim Hürrem? Her şeyini

bana borçlu değil miydin Hürrem? Ya

ben sana ne ettim Vehimi? Ben size ne

ettim?..”

Page 10: OkurYazar Bahar 2012

8 Okur Yazar | Bahar 17

TA

RİH

KANUNİ DÖNEMİ:

Osmanlı’nın en önemli dönemlerinden olan Kanuni dönemini,

İlber Ortaylı farkıyla okuduğunuzda; “Sen benim İstanbulum-

sun” diyerek yücelttiği Hürrem Sultan’ın Kanuni üzerindeki et-

kisini, Kanuni’nin kendi döneminde dünyadaki gelişmeleri nasıl

yakından takip ettiğini, Protestanlığın yayılmasını nasıl destek-

lediğini, Portekizlilerin Baharat Yolu’nu kesmesi ve Kızıldeniz’in

ağzını kapatıp kutsal yerleri tehdit eder hale gelmelerini ve

Kanuni’nin bu duruma müdahalesini ve Portekizlilere Akdeniz

yolunu engellemesi ile ilgili ayrıntıları okuyorsunuz.

OSMANLI’NIN MODERNLEŞME SÜRECİ:

Bu bölüm geniş bir tarihi dönemi önümüze seriyor ve ezbe-

rimizi bozuyor. Osmanlı’ya hasta adam diyen ama kendi-

si Osmanlı’dan çok daha kötü durumda olan Çar I. Nikola’yı,

Osmanlı’nın bu dönemde eğitim alanındaki çok ciddi atılımları-

nı, kurulan mühendislik okullarını veya matbaanın geç gelmesi-

nin anlatıldığı gibi olmadığını şaşırarak okuyorsunuz.

İSRAİL OĞULLARI:

Bu bölümde, İsrail’ in kelime anlamının, ‘Tanrı ile güreş tutan’

olduğundan başlanarak, üç bin yıllık Musevi tarihine kadar de-

ğiniliyor. Okuduğunuz sayfalarda Ömer Faruk Harman’ın katkı-

larını da unutmamak gerek.

I. DÜNYA SAVAŞI, OSMANLI VE MİLLİ MÜCADELE:

Bu bölüm bilgilerimizin daha net olduğu yakın tarihi anlatılıyor.

Savaş öncesi dünya dengeleri, savaş sonrası yeniden şekille-

nen dünya ve Osmanlı’nın çaresizliğiyle Kurtuluş Savaşı’na gi-

den süreç anlatılıyor.

TARİHİN GÖLGESİNDETAHA AKYOL - İLBER ORTAYLI

Taha Akyol’un Türkiye’nin gündeminde olan birçok konuyu konuştuğu İlber Ortaylı ile hazırladığı bu kitap tarihseverler için kaçırılmaması gereken bir eser.

Osmanlı ile Roma hanedanı ve diğer büyük hanedanlıklarla

benzerlikleri ve farklılıkları, aristokrasinin olup olmadığı, padi-

şah evliliklerinde yabancı soydan olanların durumu, padişahla-

rın nasıl eğitildikleri farklı bir anlatımla karşımıza çıkıyor.

MİLLİYETÇİLİK VE HANEDANIN SÜRGÜNÜ:

Kitabın son bölümlerinde dünyadaki değişmelere paralel ola-

rak Osmanlı hükümranlığındaki milletlerde başlayan milliyetçi

akımlar, kilisenin etkinliği ve mezhep farklılığına bağlı uluslara-

rası çekişmeler anlatılıyor. Hanedanın sürgünü bölümünde ise

uzun bir zaman dilimine yayılan Osmanlı çöküş sürecinin tüm

günah ve sevabıyla nasıl bir avuç insanın sırtına yıkıldığını, sür-

gün dönemindeki sefaletlerini okuyorsunuz.

İlber Ortaylı:

Muhteşem Süleyman büyük bir mareşal, usta bir kuyumcu,

beğenilen bir şairdi. Yaptıklarını ve yaşadıklarını, bir hükümdar

olmanın ne demek olduğunu anlayarak değerlendirmek gerekir.

Kanuni üzerinden aleme ders vermek manasızdır.

İlber Ortaylı:

Osmanlı hükümdarı, Ortaçağların bitiminde, Yeniçağ’da ortaya

çıkan ve kesintisiz olarak devam eden bir sülalenin temsilcisi-

dir.

ola’yı,

mları-

mesi-

tutan’

ar de-

katkı-

tılıyor.

ekille-

na gi-

Osmanlı hükümdarı, Ortaçağların bitiminde, Yeniçağ’da ortaya

çıkan ve kesintisiz olarak devam eden bir sülalenin temsilcisi-

dir.

Page 11: OkurYazar Bahar 2012

9Okur Yazar | Bahar 17

TA

RİH

Yeni Bir Yıl, İki Yeni İsim

Her geçen gün artan okuyucu kitlesinin

de etkisiyle Tarih alanında oldukça çok

eser yayınlanıyor ve şüphesiz çoğu da

okuyucuların raflarında yerlerini alıyor.

Sahip olduğu akademik kitaplığa her ge-

çen gün yenilerini ekleyen Timaş Tarih,

yeni yıla alanında uzman iki yeni isimle

beraber giriyor.

Bunlardan biri; eserleri Cambridge Uni-

versity Press’te basılan ve George Town

Üniversitesi’nde Profesör olarak göre-

vine devam eden Macar tarihçi Gabor

Agoston tarafından araştırılan Osmanlı

askerî teknolojisi ve silah sanayisi…

Oryantalist ve Avrupa merkezli görü-

şe göre gücünün doruğundaki Osmanlı

İmparatorluğu, Avrupa üstünlüğü ve

gelişen teknolojik gelişmeler karşısında

modernleşmeyi başaramayıp gerile-

meye başlamıştı. İleri sürülen tüm bu

tezlere göre, Osmanlılar “muhafazakar”

oldukları için dünyada meydana gelen

dönüşüm sürecine mesafeli kalmayı

CEMİL KOÇAK, 1956’da

İzmir’de doğdu. 1978’de

SBF Basın-Yayın Yüksek

Okulu’ndan mezun oldu. SBF’de

yüksek-lisans ve doktora eğitimine

devâm etti (1978-1980). 1990 yı-

lında Âfet İnan Târih Araştırmaları

Ödülü’nü kazanan Türkiye’de Millî

Şef Dönemi (1938-1945) yazarın

doktora tezidir (1985). Makâleleri ve

kitap tanıtma yazıları, başta Târih

ve Toplum ve Toplumsal Târih ol-

mak üzere çeşitli dergilerde yayınlandı. 1984-1999 yılları ara-

sında TÜBİTAK’ta çalışan yazar, hâlen Sabancı Üniversitesi Sa-

nat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak, yakın

dönem siyâsî târihimiz ile ilgili araştırmalarını sürdürmektedir.

GÁBOR ÁGOSTON, Budapeş-

te Üniversitesi Tarih ve Tür-

koloji bölümlerinden mezun

olup, 1986’ta doktora, 1994’te do-

çentliğini aldı. 1986 ile 1998 tarih-

leri arasında Budapeşte ve Pécs

Üniversitelerinde Macar ve Osmanlı

tarihi dersleri verdi. 1998 yılından

beri Georgetown Üniversitesi Tarih

Bölümü’nde öğretim üyeliği yapan

Gábor Ágoston, 15.-18. yüzyıllar

arası Osmanlı, Habsburg ve Macar

tarihi ile ilgili İngilizce, Türkçe, Macarca ve Almanca dillerinde

yayımlanmış, 60’ı aşkın makalenin ve beş kitabın yazarıdır.

Kitapları Oxford, Cambridge, Thames&Hudson gibi dünyanın

önde gelen yayınevleri tarafından yayınlanmaktadır.

tercih ediyor, bu da “teknolojik bir gerilik”

olarak tezahür ediyordu. Oysa Osman-

lılar Avrupa askerî teknolojisindeki ge-

lişmeleri gayet yakından takip etmişler,

Avrupa ve Ortadoğulu rakipleri üzerinde

zaman zaman üstünlük kurmuş, hatta

bu üstünlüğü de muhafaza etmeyi ba-

şarabilmişlerdir. Öyle ki sahip oldukları

ateşli silah üretim gücüyle kendi kendi-

lerine yetebilen bir düzenek kurabilmiş-

lerdir. Evet, diğer yandan da büyük bir

imparatorluk çöküşe adım adım yaklaş-

maktaydı ama öğretilenin aksine bunun

ardındaki gerçek sebepler sadece bun-

lar mıydı?

Tamamen arşivlere dayanarak hazırla-

nan OSMANLI’DA STRATEJİ VE ASKERÎ GÜÇ, Osmanlı Devleti’ni Avrupa bağla-

mında ele alan ilk eser olmasıyla dik-

katleri üzerine çekiyor. Daha da önem-

lisi Macar bir tarihçi dışarıdan bakarak

Osmanlı askerî gücünü anlıyor ve Or-

yantalist ve Avrupa merkezli tezlerin

çoğunu çürütüyor.

Diğeri ise, Yakın tarih denilince titiz

araştırmacılığıyla ilk akla gelen önemli

tarihçilerden biri olan Sabancı Üniver-

sitesi akademisyenlerinden Prof. Dr.

Cemil Koçak’ın kaleminden GEÇMİŞ AY-RINTIDA SAKLIDIR…

Bu kitabı ile yakın tarihimiz konuşulur-

ken sıklıkla duyduğumuz birçok önemli

başlığı belgeler, anılar, eserler ve ga-

zeteler aracılığıyla yeniden inceleyen

Prof. Dr. Cemil Koçak, bir yandan tarihi

yazanların, tarihi yapanları nasıl tahrif

ettiğini gösterirken, diğer yandan da

geçmişin ayrıntılarda saklı olduğunu

okurlarına bir kez daha hatırlatıyor. İt-

tihatçıların ilginç hatıralarından Çanak-

kale Savaşı’na, Osmanlı’dan günümüze

bir sadrazam ailesinin hazin öyküsün-

den İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de

yaşananlara kadar pek çok bilgi, ilk defa

bu kitapta okurlarla buluşacak...

Page 12: OkurYazar Bahar 2012

10 Okur Yazar | Bahar 17

Roma-Bizans döneminde Doğu ile Batı’nın sınırı sayılan Tuna’nın güneyinde doğup, yaşam rotasını Batı, çalışma eksenini ise Doğu olarak seçen Kemal H. Karpat’ı, diğer tarihçiler arasında farklı kılan en önemli özellik, salt

“laiklik-modernizm-İslam” ve “Türk Devletleri” gibi başlıklar altında sıralanabilecek özgün çalışmaları değil, yaşananı sürekli takip etmesi, yaşananı geçmişten devralınan miraslar ışığında yeniden ve yeniden incelemesi ve tüm bunların aktüel politikayla sürekli bağlarını kurmasıyla birlikte bu süreçte de yerleşik, resmi ya da sivil kalıpları tekrar tekrar sorgulamasıdır.

Hayatı boyunca hep “aktüel”in birebir içinde olan Kemal H. Karpat, Türkiye’nin bir çırpıda sayıvereceğimiz önde gelen politi-kacı ve devlet adamlarının büyük çoğunluğu ile ilişkiler kurmuş, Anadolu’nun köylerinde incelemeler yapmış, hakkında yazı yazdı-ğı tüm Türki cumhuriyetleri ve Ortadoğu’yu “sahada, yerlerinde” incelemiş, tabiri caiz ise “yaşayan” bir tarihçi olmuştur. Yaşa-dıkça, tarihi de genç ve canlı tutmuştur. Ömrünün elliden fazla yılını Amerika’da geçirmiş olmasına karşın, günümüze ışık tutan yakın geçmişimize dair klasik sayılabilecek eserler yazmıştır. Tüm bu külliyâtı Timaş Yayınları Tarih Kitaplığı yayımlanmaya devam etmektedir. Bu kitapları tekrardan hatırlamak gerekirse:

Dağı Delen Irmak: Bu kitap, Kemal H. Karpat’ın 89 yıllık yaşa-mını, hangi okullarda okuduğunu, nasıl dünya çapında bir tarihçi olduğunu bütün detayıyla anlattığı nehir söyleşidir.

Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din: Siyaset bilimi ile ta-rihin buluşma noktasında Türk toplumunun son yüz elli yılda geçirdiği sosyal, ekonomik ve siyasal değişime ilişkin kuşatıcı bir perspektif sunan kitap; Osmanlı’dan bugüne Türkiye’de si-yasal katılımın halka halka genişleme sürecini, bir bakıma Türk demokrasi tarihinin toplumsal arka planını anlatıyor.

Osmanlı Nüfusu: 19. yüzyıl boyunca ve erken 20. yüzyılda yapılan tüm Osmanlı nüfus araştırmaları üzerine kurulu olan kitap, Osmanlı toplumunun sadece demografik yapısı analiz etmiyor, aynı zamanda son dönem Osmanlı’daki kentleşme oranını, gelir düzeyini, yeni ekonomik birimleri, zenginleşen ve güç kaybeden “milletleri” daha iyi anlamayı sağlıyor.

Osmanlı’dan Günümüze Asker ve Siyaset: Kemal H. Karpat bu kitabında asker siyaset ilişkisini darbeci askerlerin çocuklarını analiz edecek derecede detaylı bir şekilde ele alıyor. 31 Mart olayından 80 darbesine, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na sürüklenişinden devşirme sistemine kadar asker-siyaset ilişki-sini toplumsal kökenlerini gözler önüne sererek inceliyor.

Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum: Bu çalışma toplum ile edebiyatın arasındaki karşılıklı etkileşimi örneklerle

Tarih Yazan AdamKemal H. Karpat Külliyâtı

TA

RİH

ortaya çıkarmakla kalmıyor, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yaşanan büyük sosyal değişimin, Türkiye’nin gerçek anlamda kültürel, siyasal bütünleşmesindeki rolüne de ışık tutuyor.

Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler: Kemal H. Karpat’a göre bu kitabın ana amacı, “tarihi göçleri, yani 19. ve 20. yüzyıl Rumeli, Kırım, Kafkas Müslümanlarının Osmanlı topraklarına göçlerini genel olarak gözden geçirerek, bu göçlerin yeni bir Türk toplumunun oluşumuna katkılarını incelemek.”

Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji: Türkiye’nin modern-leşme sürecinde kimlik oluşumlarının izlerini tarihte arayarak okura çok boyutlu bir politika ve tarih okuması sunan bu kitap Türkiye’yi gerçek demokrasiye götürecek bir çaba ve arayış etrafında dönen siyasi, ideolojik ve kültürel olayları inceliyor.

Türk Demokrasi Tarihi: Osmanlı İmparatorluğu’nda reform ha-reketi, Osmanlı toplumsal sınıfları ve savaş yılları, Cumhuriyet’in kuruluşu ve Cumhuriyet Halk Fırkası, hürriyetin ilk belirtileri ve muhalif partilerin kuruluşu, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti’nin yükselişi, Ba-tılılaşma ve davranış değişimleri, komünizm ve etkileri Kemal H. Karpat’ın kaleminden.

Osmanlı’dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milli-yetçilik: Millet, milliyetçilik kavramının tarihî gelişimi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde millet ve milliyetçilik, Osmanlı sonrası devletler arasındaki uyumsuzluğun neden-leri, Medeniyetler çatışması, Türk-Arap ilişkileri, Türkiye-İsrail ilişkileri ve Batı’daki Ortadoğu çalışmalarının arka planını, Kemal H. Karpat bütün ayrıntılarıyla bu kitapta anlatıyor.

Türk Siyasi Tarihi: Türkiye’de modern siyasal sistemin baş-langıcı olarak 1876 Tanzimat Fermanı’nı kabul eden Kemal H. Karpat, bu yeni anayasal süreçle beraber Osmanlı toplumun-da nelerin değiştiğini, dönemin önde gelen edebiyatçıların ve düşünürlerinin eserlerinden, gazete yazılarından yola çıkarak yorumluyor, bu yorumlarını da belgelerle zenginleştiriyor. Daha sonrasında Meşrutiyet’in ilânı ve Jön Türk Devrimiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal rejimi olan “istibdat dönemi”nin bitişi ve akabinde Cumhuriyet’in ilânı, CHP’nin tek parti olarak dev-letin başına gelmesi, en nihayetinde çok partili sisteme geçiş, ordunun her dönemde nasıl siyasal rejimin en önemli unsuru haline geldiği ve aralarda yaşanan darbeler. Kemal H. Karpat, bu kitabında tarihin ancak edebiyat, sosyoloji, psikoloji ve felsefe gibi ilim dallarıyla kullanıldığında temel sorulara nasıl cevap verdiğini birbirinden farklı birçok örnekle sentezleyerek oku-yucusuyla paylaşıyor.

Page 13: OkurYazar Bahar 2012

11Okur Yazar | Bahar 17

PS

İKO

LO

11Okur Yazar | Bahar 17

Anne baba olmak, dünyanın en önemli ve aynı zamanda en anlamlı işi. Emek ister ama karşılığı dünyalara değer. Me-suliyeti çoktur ama evlat sevgisi söz konusu olunca insana hiçbir şey zor gelmez.

Doğru anne babalığın nasıl olduğu aslında iç dünyamızda ve geleneksel kodları-

mızda yazılı. Prof. Dr. Nevzat Tarhan işte buradan bakarak, çocuk eğitiminin en

esaslı noktalarını bir araya getiriyor. Doğru anne babalığın mihenk noktaları-

na değinerek her ailede yaşanabilecek sorunlar hakkında çözümü kolaylaştıran

öneriler getiriyor. Bizlere ebeveyn olmakla üstlendiğimiz en önemli vazifeyi ha-

tırlatırken aile içinde yaşanan pürüzlerde çözümün aslında ne kadar yakınımızda

olduğunu da gösteriyor.

İşte hemen hayata aktarılabilecek önerilerle dolu bir çocuk eğitimi rehberi olan

“Sen Ben ve Çocuklarımız”dan anne babalara tavsiye niyetiyle alıntıladıklarımız:

» “Çocuğun ruh hali elastiktir; eğitimdeki hatalar düzeltildiğinde çocuk yeni du-

ruma kolaylıkla uyum sağlayabilir, değişebilir, kendindeki hataları düzeltebilir.”

» “Ten teması bebeğin sevildiğini hissetmesini sağlar, bebekte temel güven

duygusu oluşturur. Hem anne hem de çocuk birbirlerine mutluluk ve rahatlık ve-

rir; birbirlerinin eksiklerini tamamlamış olurlar.”

» “Çocuk eğitimindeki en büyük sorunlardan biri ebeveynlerin aynı dili konuş-

muyor oluşudur.”

» “Evlilikte anne-babanın öncelikle doğru insan, eskilerin deyimiyle insan-ı

kâmil olmaya gayret etmeleri gerekir.”

» “Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, çocuğun 0-6 yaş arasında öğrendikleri

6 yaştan sonra öğrendiklerden daha çoktur.”

» “Özgüven sahibi bir çocuk yetiştirmenin en önemli kriterlerinden bir tanesi

çocuğun kişiliğini övmemek ise, bir diğeri de çocuğun kişiliğini eleştirmemektir.”

» “İnsan kendisine hangi sıfatla hitap edilirse zamanla o rolü benim-

semeye başlar. Yalan söylediği çocuğun yüzüne sürekli olarak vurulursa

çocuk bir süre sonra yalanı sıradanlaştırır.”

» “Çocuğun fiziksel sağlığı yerindeyse, herhangi bir iç hastalığı yoksa anne ye-

mek yemeyen çocuğu karşısında kendisini suçlu ve sorumlu hissetmemelidir.”

Çocuk eğitimi denince anne babaların ilk aklına gelen, en çok kulak verdikleri isim

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “SEN BEN VE ÇOCUKLARIMIZ” ile tüm ebeveynlere gü-

venilir bir rehber sunuyor.

Sen Ben ve Çocuklarımız

Page 14: OkurYazar Bahar 2012

12 Okur Yazar | Bahar 17

Türkiye siyasetinin son birkaç yılı-na damga vuran kelimelerden birisi “Ergenekon” oldu. Bir Türk desta-nından alınan bu ismin, bir terör ör-gütüne ait olduğu iddia ediliyor ve bu konuyla ilgili dava hâlâ sürüyor. Ergenekon’un yapılanmasında dik-kat çekici olan şey, bu örgütün med-ya, yargı, asker, bürokrat, polis gibi çok sayıda ayağının olması. Bugüne kadar Türkiye kamuoyunda büyük tartışmalar, siyasetçiler arasında ciddi anlaşmazlıklar yaratan bu ör-gütün adı, bu kez farklı bir şekilde ortaya çıkıyor.

Ortaya çıkış öyküsü nasıl yazılırsa ya-

zılsın, PKK ve Abdullah Öcalan, 12 Eylül

düzeninin oyun kurucusu olarak saha-

ya sokuldu ve hâlâ pozisyonunu koru-

yor. 12 Eylül sonrası Diyarbakır Askeri

Cezaevi’nin kadro altyapısını oluşturdu-

ğu PKK, birçok derin ve gizli hesabın ciro

edildiği bir platformdur.

PKK’nın kuruluşundan, Abdullah

Öcalan’ın yakalanışına ve günümüze ka-

dar gelen dönemde PKK ve derin devlet

arasındaki ilişkileri ifşa eden Kürt Er-

genekonu bize hiç bilmediğimiz, gizli ve

karanlık bir tarih anlatıyor. Belgelerle,

tanıkların ifadeleriyle ortaya konan bu

gerçekler PKK’nın bambaşka bir yüzünü

gözler önüne seriyor.

» Hapse giren Öcalan’ı devlet nasıl bir

operasyonla kurtardı?

» Öcalan’a ev arkadaşlığı yapan subay-

lar kimlerdi?

» Diğer tüm arkadaşları tutuklanırken

ona neden dokunulmadı?

» Abdullah Öcalan’ın yanından ayırma-

dığı MİT mensubu Pilot Necati’nin sırrı

ne?

» Ergenekon’dan tutuklu JİTEM komu-

tanı Veli Küçük’ün PKK ile nasıl bir ilişkisi

var?

» Öcalan’ı defalarca ipten alan devlet

adamlarının amacı ne?

» Öcalan ve Karayılan arasında bir ik-

tidar mücadelesi var mı? Bu çekişmede

İran’ın rolü ne?

» Bir devlet denemesi olan KCK yapı-

lanmasının kodları neler?

» PKK, bir Kürt-İslam sentezi mi yarat-

maya çalışıyor? BDP’nin din ile ilgili çıkışı-

nın nedeni ne?

» Usta gazeteci Şamil Tayyar, ‘Fırat’ın

ötesindeki’ Ergenekon yapılanmasına

elinizdeki kitapla ilk defa ışık tutuyor…

» “Şamil Tayyar dostumun “Kürt Er-

genekonu/Derin PKK’nın Kodları” isimli

kitabı mutlaka hemen alınıp okunması

gereken bir kitap.”

(Aziz Üstel, Star, 15.10.2011)

KürtErgenekonu

Türkiyna da“Ergennındangütünbu koErgenkat çeya, yaçok sakadar tartışmciddi agütünoro taya

Ortaya

zılsın,

düzeniŞamil Tayyar

1965 yılında Gaziantep’in İslâhiye İlçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İslâhiye’de tamamladı. 1986 yılında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Gazeteciliğe 1985 yılında henüz öğrenciyken Milliyet Gazetesi’nde başladı. 23 yıllık meslek hayatının 17 yılı Milliyet ve Sabah gazetelerinde geçti. Şu anda Star Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi olan Şamil Tayyar, aynı gazetede köşe yazarı olarak günlük makaleler yazıyor.

PO

LİT

İKA

AZİZ ÜSTEL/ Star Gazetesi

Page 15: OkurYazar Bahar 2012

13Okur Yazar | Bahar 17

Dünyanın Yeni Bir Vicdana İhtiyacı Var

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra, tüm dünya gele-cekte ne olacağına dair bir belirsizlik yaşadı. Bu gelişmeleri kutlayanlar olduğu kadar, yeni dönem-

den kuşkulanan ve umudunu kaybeden kesimler ortaya çıktı. İki kutuplu bir dünyadan yeni bir dünya düzenine geçiş yaptığımız bu uğrakta, hemen her entelektüelin gündeminde bu “yeni dünya” vardı.

13Okur Yazar | Bahar 17

Aradan yıllar geçtikçe, nelerin değiştiğini, yeni dünyanın hangi

bakımlardan yeni olduğunu, geçmiş günlerden nelerin arta kal-

dığını daha iyi görüyoruz. Bu yeni dünyayı işaret eden ve daha

iyi anlamamızı sağlayan kavramlardan biri de “küreselleşme”

oldu. İki kutuplu bir dünyadan, kutupsuz, ulus-devlet sınırla-

rının gevşediği, sermayenin görece serbestçe hareket ettiği,

ekonominin temelini teknolojinin ve beyinsel yaratıcılığın oluş-

turduğu bir dünyada yaşıyoruz artık.

İşte bu dünyada yeni bir etiğe, yeni bir ahlak anlayışına ve niha-

yet yeni bir vicdana ihtiyacımız var. Bu yeni vicdanı oluşturur-

ken günümüzün ihtiyaçlarını yeniden düşünmemiz, bugünün

sağlam bir analizini yapmamız gerekiyor. İşte Küresel Vicdan

tam da bunu yaparak, bizlere hem yeni dünyayı tanıtıyor hem

de geleceğe ilişkin yeni perspektifler sunuyor. Küresel vicdana

neden ihtiyaç duyduğumuzu şöyle açıklıyor Mehmet Altan:

» İnsanın bir şekilde beyinsel buluşları çağımızda en büyük

zenginliği yaratıyor. Kol gücü etkisini kaybediyor. Facebook’u

bulan gencecik bir çocuk parası olmadığı halde dünyanın en

büyük zengini. Yeni çağda zenginliği babadan. Anadan kalan

sermaye birikimi oluşturmuyor. İnsanın bugün beyinsel buluş-

ları. Dünyanın en büyük zenginliğini oluşturuyor. İnsan beyni en

büyük zenginliği yaratıyorsa. Hayat insan üzerinden yeniden

şekillenmeye başlıyor. İster istemez yeni bir vicdan bulunmak

zorunda. Bir dünya vatandaşı olarak Van’da deprem olduğun-

da İstanbul’u etkiler mi diye sormamak gerek. İnsan sömürü-

sü eskisi kadar zenginlik yaratmıyor ve zaten insan sömürüsü

varsa vicdan olmaz.

Umutlu ve ufukta daha güzel günler görmek isteyen bir kitap

Küresel Vicdan. Mehmet Altan’ın kaleminden düne, bugüne ve

geleceğe dair düşüncelerimizi tazeleyecek bir çalışma…

“Küresel Vicdan bir geçiş dönemi kitabı; bir tezi olduğu kadar

bir talebi de var. Ben, insanı merkeze alan bu siyaset ve ahlâk

talebini önemsiyorum; kendi hesabıma, bu talebi karşılayan

zihniyetin bugün hâlâ en iyi tarifini demokratlıkta bulduğuna

da inanıyorum. ”Siyasetsizlik” sorununun çözümü olmasa da,

çözümün başlangıç yeri de burası galiba.”

(Neşe Düzel, Taraf, 28.10.2011)

“Mehmet Altan Küresel Vicdan kitabında kapitalizmin ‘ahlakı-

nın’ temellerini anlatıyor ve bunun eleştirisinden yola çıkarak

yeni bir vicdan tanımı yapıyor. Bu tanımlamanın bireyi merkeze

alan ama bireysel değil toplumsal-küresel bir kurgu iddiası ta-

şıdığını söyleyebiliriz.”

(Cemil Ertem, Star, 25.12.2011)D

ÜŞ

ÜN

CE

Page 16: OkurYazar Bahar 2012

14 Okur Yazar | Bahar 17

NASIL BİRANAYASA?

ŞÜ

NC

E

Osman Can son kitabı “Yol Ayrımında”da,

hem anayasa tarihimize hem de dünya-

daki farklı anayasa örneklerine değine-

rek, yeni anayasa tartışmalarına yeni bir

boyut kazandırıyor.

Anayasa yapmak ile anayasa yazmak

arasındaki farka işaret ederek, anaya-

sa tartışmalarına tüm toplumu davet

eden Osman Can, hem kavramsal hem

de tarihsel bir zeminde tartışıyor ana-

yasayı. Özgürlüklerin önünde engel ol-

mayan, mevcut düzeni korumanın değil,

gelişmelere uyum sağlamanın garantörü

olan bir anayasanın ipuçlarını görüyoruz

bu kitapta. Kitabında hem dünyanın

hem de Türkiye’nin anayasa deneyimle-

rini ele alan Osman Can, hayatın içinden,

demokrasinin önünde engel olmayan,

özgürlüklerin önünü açacak yeni bir ana-

yasanın nasıl yapılabileceğinin yol işa-

retlerini veriyor.

Anayasa Yapmak

Anayasa yapmak demek, bir devlet üret-

mek veya mevcut devletin anayasal dü-

zenini değiştirmek demektir. Bu da, dev-

leti ve o devleti üreten anayasayı ortaya

çıkaran dinamikler ne olursa olsun, ana-

yasanın toplumda belli bir karşılığının ol-

ması, kısmi de olsa bir onaya dayanması

gerekliliğini ortaya koyar. Bu onay yoksa

devlet ayakta duramaz.

Anayasalar Toplum Tarafından Yapılır

Demokratik ülkelerde anayasa, onu üre-

ten kurucu irade niteliğindeki toplumun

talep ve beklentilerinin ortaya çıkmasıy-

la toplum tarafından yapılır; demokratik

temsilciler tarafından da yazılır. Hukuk-

çuların desteği, işte bu yazım aşamasın-

da, yani hukuk kuralları biçiminde ifade

etme aşamasında gereklidir.

Anayasa Yapmak Uzmanların İşi Değildir

Türkiye’de anayasanın bu şekilde bir uz-

manlık alanı olduğu düşüncesi, toplumun

anayasaya ve devlet yapılanmasına, kı-

sacası siyasal sisteme yabancılaşma-

sına sebep oldu ve toplumun siyasetin

aktörü olmasını engelledi. Bunun kaçı-

nılmaz sonucu olarak Türkiye’de anaya-

salar, gerçekte hiçbir zaman toplum söz-

leşmesi anlamında anayasa kavramına

karşılık gelmedi.

Türkiye’de Anayasa Özgürlüklerin Önünde Engeldi

Türkiye’de anayasa; özgürlük ve eşitlik

temelinde bir toplumsal ve siyasal dü-

zen isteyenlerin karşısına çıkarılan, buna

karşın merkezde iktidarını sağlamlaştır-

ma arayışında olan güçlerin müracaat

ettikleri, önemseyip kutsadıkları üstün

bir “hukuk” metnidir. Başörtülü olarak

üniversiteye gitmek istenildiğinde, kar-

şılarına, o alanı düzenlediği iddiasıyla

anayasa çıkar. Kürt sorunu veya özgür-

lükler dendiğinde, karşınıza anayasanın

bir maddesi çıkar.

Anayasa Özgürlükler Karşıında Sus-malıdır

Sorunların çözülmesinin önünde engel

olmayan, toplumun kendi sorunları hak-

kında herhangi bir fikir beyan etmeyen

ve bu konuları toplumun bizatihi kendisi-

ne bırakan bir anayasa üretmektir “ideal”

olan. Toplumsal sorunların çözülmesinde

herhangi bir şey söylemeyen ve susan

bir anayasaya ihtiyacımız var. Kısacası

anayasa, özgürlük konusunda, bireysel

tercihler konusunda susmalıdır.

AYM Ve HSYK’nın Yeni Yapısı da Aşıl-mamalı

Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın bu ya-

pısı da, aşılması gereken bir yapıdır. Bunu

sadece bir geçiş dönemi olarak kabul

edebiliriz. Ama bu, bize bir şey ifade edi-

yor: Kurumların yapısını değiştirmeden,

özgürlüğümüzü garanti altına alamayız.

Aynı şey ordu için de geçerlidir.

Hukuk Demokrasinin SIınırlarını Be-lirlememli

Türkiye’de hukuk devleti, operasyonel

olarak kullanılan bir kavramdır ve parla-

mentoyu sınırlandırmak, anlamsızlaştır-

mak ve demokrasiyi işlevsizleştirmek için

kullanılır. Hukuk devletinin hukuk idesiy-

le, hukuk sistemiyle ve bunun mantığıyla

ilgisi kurulmuş değildir. Parlamentonun,

özgürlüğün önünü açabilecek olan bütün

tasarruflarının iptal edilmesinde, hukuk

devleti kavramı gerekçe olarak kullanılır.

Anayasa Herşeyin Çözümü Değil

Anayasa çözümün kendisi de değildir. Çö-

züm olanağı yaratacak bir enstrümandır.

Çünkübarışı tesis edecek olan toplumsal

ve siyasal müzakeredir. Devlet ve onun

normları değildir.

“Toplumun reflekslerine olumlu ve hızlı yanıt verebilen, kendini yalnızca toplumsal aktörlere karşı sorumlu gören bir siyasal yapılanmanın araçları ile siyasal kurumlar arasında karşılıklı denge ve kontrol mekanizmasını yaratan bir anayasadan başka çözüm yolu yok.”

Page 17: OkurYazar Bahar 2012

15Okur Yazar | Bahar 17

Yaklaşık beş yıldır gazete yazıların-dan takip ettiğim Leyla İpekçi’nin yazarlığını tanımlamam gerekse ona “vicdan yazan” derdim.

Bir vakayı aynı hafta boyunca ele alan

onlarca benzer ve çoğu kez yüzeyde do-

laşan yazı arasında İpekçi’ninkiler vicdanı

esas alan derinliğiyle en gerçek bakıştır

kanaatimce. Vicdan, günün unutulan

kavramı; vicdanlılık haslet olmaktan

çoktan çıkmış, otantik bir değerdir ar-

tık. Ülkenin -ve elbette dünyanın- baş-

lıca sorunlarına “çağdaş” usullerle el

atılmaktadır! “Çözülen sorun, yerine ye-

nisini koymayı gerektirir” anlayışıyla sü-

ren seyirci siyasetin sorun çözücü, öneri

getirici teknik adamlar, her meselenin

en marjinal boyutlarına kadar eğitilmiş,

araştırmış uzman köşe yazarları vardır

artık. Kimileri derinlemesine tekniktir,

kimileri derinlemesine sığ... Ama tümü-

nün ortak özelliği, vicdanı sefil bir sokak

köpeğine karşı duyulan acıma hissiyatı

olarak kabul etmeleridir. Vicdanı canlı

severlik olarak algılayanlar için zaman da

çok sarih, algılanabilir bir kavramdır. 7/24

formülüyle özetlenmiştir zaman, 7 gün,

24 saat...

ZAMANI BİZ YAPMADIK

Peki, böyle değilse nedir? Aslında Leyla

İpekçi yıllardır yazdığı yazılarda ve ro-

manlarında bu sorunun yanıtını veriyor:

Vicdan esastır ve zaman herhangi birime

eşit değildir.

İşte bu savın daha vurgulu, daha öznel,

bütünsel ve daha kapsamlı halini “Ge-

cenin İkinci Rüyası”nda buluyoruz. Leyla

İpekçi aynı hikâyenin, aynı acının ve aynı

duanın içinde olduğumuzu sezdirerek

zaman ve vicdan döngüsünde dolaşan

metinlerine kısa hikâye tadı da katıyor.

Zamanın bizden bağımsız aktığı algısı-

nın aksine, bizi sarmalayan, bizden içre

bir “zaman” kavramı buluyoruz Leyla

İpekçi’nin yazılarında. Zaman, dünkü

ben’i bugünkü ben’e taşıyan, bugünkü

ben’in yegâne hammaddesi... Gittiğiniz

yere götürdüğünüz, “ben” diye başla-

yan cümlelerinizin daim gizli öznesi...

Değinilen onlarca olay ve olguda, göçün

mekândan mekâna değil, zamandan

zamana yapıldığını belleğe alıyoruz: “...

bakış açımızı bizi aşan bir zaman algısı-

na ayarlayabilmek, zamanın da ilahi bir

niteliği olduğunu hatırlamayı gerektiri-

yor. Biz yapmadık zamanı. Biz saatleri

yaptık. Kendimizi onun akışında bulduk.

Tıpkı zamanı onlar sayesinde ölçebilece-

ğimiz güneşle ayı burada, bu dün-

yada bulduğumuz gibi.”

Türkiye’nin son bir-iki yıllık

siyasal ve sosyal olaylarına

da İpekçi’nin gözüyle, onun

günlük hayatından, bazen kah-

valtı masasından, bazen gecenin

bir yarısı penceresinden bakıyoruz.

Aslında İpekçi’nin romanlarını var eden

belleğin de izsürümü “Gecenin İkinci Rü-

yası”. Yazarın en önemli başarısı, insanın

kendine varışına giden yolu adeta bilin-

çaltı olarak metinlere işlemesi. Sözünü

ettiğim şey, bir alt metin değil. Ancak

kendisinin de belirttiği gibi, kelimelerin

sesini işiterek yazmak ve kalemin yazdı-

ğının mutlaka başka bir anlamı da içer-

mesinden gelen çok anlamlılık da değil...

“Aynı hikâyenin içinde yaşadığımızı aynı

yerde başkası olduğumuz sürece an-

layabilmek” gibi bir şey. İçerdeyken dı-

şarıdan bakmak! Bu “astral” halet-i

ruhiye hayat(lar)ın otopsisini yapabilir.

“Âdem’in dünyaya düşüşü bir ayrılış,

veda ve yalnızlık serüveni idi. Havva’yı

bulmasıyla yalnızlığını giderdi bir neb-

ze. Ama koptuğu cennete olan özlemi

baki kaldı. Bizler de dünyada bu gurbet

duygusunu bir evlattan diğerine nakle-

diyoruz” derken de aslında bu otopsiyi

“çağlararası”laştırıyor!

AYNI HİKÂYENİN,AYNI ACININ,AYNI DUANIN İÇİNDETEMEL KARATAŞ / Kitap Zamanı

15Okur Yazar | Bahar 17

zamanın da ilahi bir

hatırlamayı gerektiri-

zamanı. Biz saatleri

onun akışında bulduk.

sayesinde ölçebilece-

burada, bu dün-

z gibi.”

iki yıllık

laylarına

üyle, onun

, bazen kah-

bazen gecenin

sinden bakıyoruz.

omanlarını var eden

mü “Gecenin İkinci Rü-

nemli başarısı, insanın

den yolu adeta bilin-

ere işlemesi. Sözünü

ED

EB

İYA

T

Page 18: OkurYazar Bahar 2012

16 Okur Yazar | Bahar 17

Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı her an-lamda bir değişim ve dönüşüm dönemi olmuştu. Toplum yapısı, ekonomi, siya-sal yaşam, aile, kadına yaklaşım, hukuk, eğitim, devlet teşkilatı gibi devlet ve toplum hayatıyla ilgili hemen her şeyin değiştiği bir dönemde sultan ailesinin bu gelişmelerden nasıl etkilendiği çok öne-mli bir husustur. Harem’in Son Yüzyılı kitabında akademisyen-yazar Cevdet Kırpık sultan ve ailesinin ekonomik, sos-yal ve hukukî sahada yaşadığı değişime yer vermekte ve bu değişimi arşiv belge-lerinden, hatıratlardan ve o günün gaze-telerinden derlediği örneklerle açıklayarak her kademesi birçok kural ve kaide ile yönetilen haremin herkese açılmayan kapısını aralamaktadır.

Haremin Son Yüzyılı kitabında cevap bulan bazı sorular

ve cevapları:

Haremin çiçekleri, sultanlar nasıl bir eğitimden geçiyor, nasıl yetiştiriliyordu?

Sultanların temel eğitimleri okuma, yazma, Kur’an, arit-

metik ve İslam dininin ana ilkelerinin öğretimiyle başlar

ilerleyen yıllarda farklılaşırdı. II. Abdülhamid döneminde

sultanların bir kısmı, padişah tarafından kurulan özel bir

okula devam ettiler. Ihlamur’da bulunan bir kasır, okul

haline getirilerek sultan ve şehzadeler ile bazı üst düzey

devlet adamlarının çocukları bu okula gönderilmişlerdi.

Okul için özel öğretmenler tutulmuş ve ders vermeleri

sağlanmıştı. Okuldaki öğrenciler Kur’an-ı Kerim tilaveti,

Dürr-i Yekta, Türkçe okuma, Coğrafya, güzel yazı (Hüsn-i

Hat), Fransızca okuma, gramer ve tercüme, Fransızca

güzel yazı derslerini almaktalardı.

Evlenme çağına gelen sultanlara damat nasıl se-çiliyordu?

Osmanlı Sarayı’na Damat Olmak!

TA

RİH

Page 19: OkurYazar Bahar 2012

17Okur Yazar | Bahar 17

Damadın belirlenmesi konusunda tek tip

bir yöntem yoktu. Padişah, damadı doğ-

rudan doğruya kendisi belirleyebileceği

gibi damat bulunması konusunda sadra-

zamı görevlendirebilir ya da güvenilir bi-

rini aracı olarak tutup teklif götürebilirdi.

Müstakbel damatlarda aranan özel-likler nelerdi?

01. Soy itibariyle Osmanlı devlet adam-

larından olmak.

02. Güzel ahlak sahibi olmak.

03. Asla kadın yüzü görmemiş ergen (ev-

lenmemiş) olmak.

04. Yaşı otuzdan aşağı, kırktan yukarı

olmamak.

Sultanların düğünleri nerelerde nasıl oluyordu?

Nikâhın yer ve zamanının tayini resmen

padişah tarafından ilan edilmekteydi.

Padişah bunu öncelikle ailenin reisi ol-

ması hasebiyle yerine getirmekteydi.

Zaman tayin edilirken genel

olarak ay ismi zikredildiği

gibi çoğu kez gün ve saate

yer verilmekteydi. Bu özel an

için çoğunlukla pazartesi ve na-

diren de diğer günler tercih edili-

yordu. Nikâhlar genellikle padişahın

oturduğu sarayda kıyılmakla birlikte

bazen başka saraylar da tercih edi-

lebilmekteydi. Merasim yeri genellikle

Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-yı Saadet

Dairesi, Yıldız Sarayı veya Dolmabahçe

Sarayı idi.

Saray düğünlerinde misafirlere neler ikram ediliyordu?

Düğün menüleri bir hayli zengin olup şu

şekildeydi:

» Çorba

» Börek

» Balık

» Terbiyeli Kuzu

» Zeytinyağlı Enginar

» Mantarlı Tavuk

» Pilav

» Zerde

» Baklava

» Keşkül

» Dondurma

» Meyve

» Şekerleme

Parasızlıktan düğün tarihleri ertele-nen sultanlar kimlerdi?

Ekonomik durumun bozukluğu nikâhları

kıyılıp da düğünleri kararlaştırılmış olan

sultanlardan bazılarının düğünlerinin

bir hayli gecikmesinde etkili olmaktaydı.

Meselâ Naile Sultan’ın nikâhı akdedilip,

eksik olan çeyizlerin bir kısmı tedarik

edildiği ve düğün için girişimlerde bulu-

nulduğu hâlde padişah bir türlü düğünün

yapılması için kesin emir vermemişti.

Aynı şekilde Sultan Abdülmecit’in kızları

Behice ve Seniha sultanların da aynı se-

bepten düğünleri ertelenmişti.

Sultanlara ihanetin bedeli neydi?

Hanedan üyesi bir kızla nikâhlanıp, gös-

terişli düğünle evlenmek, konakta yahut

saraylarda birçok hizmetçinin arasında

yaşamak her kula nasip olacak bir şans

değildi. Ancak damatlığın huzur ve sükûn

içerisinde devam edip gitmesinin öncelikli

şartı sultanla ve elbette padişahla iyi ge-

çinmeye dayanıyordu. Sultan, hanedana

mensup olmanın yanında şatafatlı dü-

ğünler, saraylar, yüksek maaşlar, pahalı

çeyiz ve hediyelerle damada psikolojik

bir üstünlük sağlıyordu. Sağladığı avan-

tajlar da vardı ama damatlar için sultana

ve padişaha mahkûm olunan bir hayat

söz konusuydu. Bir şekilde sultanla ters

düşülmesi, onun memnuniyetsizliği

durumunda mesele padişaha inti-

kal eder ve padişah da hanedanın

reisi sıfatıyla gereğini yapardı.

Tarafların artık bir arada ya-

şayamayacakları kanaati hâsıl

olursa padişah, damadın sultan-

dan ayrılmasını temin ederdi.

ini resmen

ilmekteydi.

in reisi ol-

mekteydi.

an

na-

edili-

işahın

birlikte

rcih edi-

genellikle

yı Saadet

Parasızlıktan düğün tarihleri ertele-nen sultanlar kimlerdi?

ç y y

mensup olm

ğünler, saray

çeyiz ve hed

bir üstünlük

tajlar da vard

ve padişaha

söz konusuy

düşülmesi

durumu

kal ed

reis

Tara

şay

olurs

dan a

Page 20: OkurYazar Bahar 2012

18 Okur Yazar | Bahar 17

Hz. Asiye, Hz. Meryem, Hz. Hatice ve Hz. Fatıma…

Sibel Eraslan’ın “Cennet Kadınlarının Sultanları” isimli dörtle-

mesinin bina olduğu dört temel sütun… Peki niçin bu isimler?

Hz. Muhammed(sav) bir gün ashabıyla otururken yere dört uzun

çizgi çeker ve sorar:

“Bu dört çizgi ne anlama gelir, bilir misiniz?”

Dinleyenler, “En doğrusunu Allah Resulu bilir” derler.

Hz. Peygamber cevap verir:

“Bunlar cennet kadınlarının sultanlarıdır. Hz. Asiye, Hz. Mer-

yem, Hz. Hatice ve Hz. Fatıma’dır.”

***

Çöl/Deniz - Hz. Hatice, Siret-i Meryem - Hz. Meryem ve Nil’in Melikesi – Hz. Asiye kitaplarında, insanlık tarihinin emsalsiz kadınlarının hayatlarını kaleme alan Sibel Eras-

lan, bu defa Hz. Muhammed’in sevgili kızı Hz. Fatıma’yı konuk ediyor satırlarına.

“FATIMA BENDEN

BİR PARÇADIR, ONU

SEVİNDİREN BENİ

SEVİNDİRMİŞ OLUR!” Hz. Muhammed(sav)

ED

EB

İYA

T

Page 21: OkurYazar Bahar 2012

19Okur Yazar | Bahar 17

Hz. Fatıma ki Allah Resulü’nün can par-

çası, dünya üstünde ona en çok benze-

yen kişi…

İlmin kapısı Hz. Ali’nin eşi, cennetin genç

efendileri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in

annesi, iyilikler denizinin incisi...

Üç günlük açlıktan sonra bile elin-

deki tek lokmadan feragat eden, Hz.

Muhammed(sav) tarafından daima ayakta

karşılanan... Bir nur kandili hükmünde

olan Ehl-i Beyt’i çevreleyen kris-

tal fanus…

O Fatıma ki ateşten kesik, ateşe

uzak demektir. Allah’ın onu ve se-

venlerini cehennem ateşinden uzak

tutma muradıdır. Son Peygamberin

soyunu devam ettiren Kevser, aynı

zamanda ona duyduğu şefkatle ba-

basının etrafında pervane gibi dönen,

‘Babasının Annesi’dir.

***

Sibel Eraslan’ın son romanı Canfeda/Hz. Fatıma sadece biyografik bir Hazreti

Fatıma portresi değil, üç katmanlı bir hi-

kayesi var…

Hz. Fatıma aşkın yazılmış “Divan-ı Zeh-

ra” adlı eserin kime ait olduğuna dair bir

soru işaretiyle açılan romanda önce Ze-

bun bin Mestan ile tanışırız. Zebun bin

Mestan asırlara damgasını vuran, bugün

dahi beyitlerini ezbere bildiğimiz bir şai-

rin rumuzudur.

Zebun bin Mestan’ın Hz. Fatıma üzerine

anlattığı 40 kıssada bu kez Belhli tüccar

Cüneyd el Kındi, Kuşadalı Üveysi Haşim,

Necefli Hacı Hüsrev, Botanlı Ramazan,

Tıkritli bilge ebe Destigül Nine ve torunu

Abbas katılır romana. Dünyanın dört bir

tarafından yollara

düşen bu kişileri

buluşturan

tek şey

Ehl i -

b e y t

aşkıdır. Ker-

bela, Medine ve

Mekke güzergâhında uğradıkları her

durak, geçtikleri her menzilde zamanın

koridorları açılır ve Hz. Fatıma’nın haya-

tından kesitlerle karşılaşırlar. Yaşadıkları

her olayla Hz. Fatıma’ya daha çok yakla-

şır, onun tüm insanlığı kuşatan şefkatini

daha çok hissederler.

Canfeda’yı okurken Hazreti Fatıma’nın

inandığından hiçbir koşulda vazgeçme-

yen yılmaz cesaretine, temizliğine, mer-

hametine, daima kendinden vazgeçen,

yoklukta bile veren, veren, yine veren

cömertliğine duyduğunuz hayranlık ar-

tacak; Hz. Muhammed’i(sav) bugüne bağ-

layan damarı daha yakından tanıyacak-

sınız.

Maddeye iltifat etmeyen bir haya algı-

sının simgesiydi Hz Fatıma. Bakın Si-

bel Eraslan, “Gelin Tacı” kıssasında Hz.

Fatıma’nın düğün evini nasıl anlatıyor:

“Genç çiftin yerleşeceği evin toprak dö-

şemesine, nehir yataklarından taşıdıkları

ince ipeğimsi bir kum döşediler önce, tel

tel elediler, tel tel taradılar kumu. Aşkın

en güzel, en ince şiirlerini okuya okuya

yaydılar ince nehir kumunu evin ta-

banına. Bilal’in bin dereden bin kere

sular taşıyarak seçebildiği günlükleri

yaktılar.

Yemen’den getirilmiş siyah kadifemsi bir

abayı yorgan olarak örtünecekti gençler.

Altında Ehl-i Beyt’i uyutup Ehl-i Beyt’i

çoğaltacak siyah abaydı bu. Fatıma, Ali,

Hasan, Hüseyn, onun altında gireceklerdi

Resulullah’ın(sav) ‘ehli’ olmaya. Çeyizde-

ki bu siyah yaygı verecekti aileye ismini,

‘Ehl-i Aba’ olacaklardı onun altında. Si-

yahtı, yorgundu, solgundu ama işte bu

örtü ihtişamlı bir tarih yazacaktı.

Kumdan yatak, hurmadan yastık, solgun

abadan örtü: İşte düğün yatağı!

Page 22: OkurYazar Bahar 2012

20 Okur Yazar | Bahar 17

ED

EB

İYA

T

‘Bir taş kadar fasılasız bir şiir yazmanın derdindeyim’YAVUZ ULUTÜRK / Kitap Zamanı

Kimi şairler kitaplarının yeni basımını “toplu şiirler” adı altında tek ciltte yayımlamayı tercih ediyor. Böyle bir yolu seçmeme sebebiniz, kitaplarınızın tek tek, bağımsız değerlendirilmesi isteği mi?

Daha ölmedim! Şaka bir yana ben toplu şiirlere sıranın gelmesi

için bir şairin sözünü tamamlamış olması gerektiğini düşünü-

rüm hep. Bunu tercih etmememin sebepleri çok net; her kita-

bın kendi hayatı olduğuna inanıyorum. Şiirlerin yazılışından ka-

pağın tasarlanmasına, basımına kadar hep bir anlam etrafında

dönülür. Şiirlerin bir kitapta dizilişi de özel bir anlam ve sentak-

sın neticesidir. Daha temelde ise dilin organik olduğu hissiyle

bakıyorum. Yani bir şiirin şiir olmasında, bir başlıkla diğerinden

ayrılmasında, bir kitaba ait olmasında bütün o sıralanma ve

dizilişte şairin seçiminin elbette büyük payı var. Ama bizim dı-

şımızda bir şiir gerçeği olduğu ve o gerçeğin bizi yönettiği hissi

de bende çok güçlü. Yani bir kitap tamamlandığında tıpkı bir

kapının kapanması gibi isteseniz de açamıyorsunuz. Nasıl bir

şiir son dizesiyle mührünü yaratır ve bir daha isteseniz de aça-

mazsınız, kitaplar da öyle. Şiirleri alıp bir başka dizilişte yeniden

sunmak bana, o ilk doğaya haksızlıkmış gibi geliyor. Ama tabii

bir şairin yaşlılığında yapılabilir bu.

Bejan Matur şiiri değerlendirilirken en çok öne çıkan ta-nımlardan biri “yalınlık”. Ne dersiniz bu konuda?

Aklımdan hiçbir zaman çıkarmadığım bir söz var: “İnsanlar için-

de bir insan ol”. Hazreti Ali’nin bu sözü beni çoğu zaman uyan-

dırmıştır. Şiirde yapmaya çalıştığım da çok farklı değil aslında.

Daha doğrusu şiirin bana geliş biçimi, insanın sonsuzluk içinde

biriktirdiklerine dairdir. O sözün hiç karmaşık olmadığını bir şair,

sezgileriyle bilir. Ona ulaşmak ise zordur. Yeterince ulaştığımı

sanmıyorum. Ben bir taş kadar fasılasız ve kendi hakikatinin

merkezinde bir şiir yazmanın derdindeyim. O şiiri yazabilirsem

sadeliği yakalamış olurum. Daha çok yol var...

İbrahim’in Beni Terk Etmesi en çok konuşulan kitapları-nızdan olmuştu. “Hazreti İbrahim” imgesinin şiirinizde yer alışını konuşalım biraz da…

İbrahim çağırdığı için gittim. Bir sesin peşinden gittim. Dergâha,

Urfa’ya, bozkıra o sese. Başlangıcın soruları çağırdı beni de.

Hazreti İbrahim büyük sorular soruyor. Büyük cevaplar arıyor.

Bir sonsuzluk arayışı onunki. Güneş’e gidiyor yok, Ay’a gidiyor

yok. “Batan şeyleri sevmem” diyor... Bütün bunlar ve daha faz-

lası şiiri ona götürdü.

Onun Çölünde, aşk’a ithaf edilen bir kitap. “İki Uzak Ne-hir” adlı ilk bölüm aşkın kısa şiirlerle yazılmış tarihi gibi. Ardından da iki bölüm ve iki uzun aşk şiiri… Fakat mıs-ralar acı, çöl, taş, kan ve susuşlarla bezeli. “Aşk uzakta” mı gerçekten?

Page 23: OkurYazar Bahar 2012

21Okur Yazar | Bahar 17

Uzakta olmazsa aşk olmaz. Yahut uzakta olduğu için aşk! Mu-

hayyilemizi tetiklemeyen oradaki kapalı geçitleri, gizli kapıları

uyarmayan hiçbir şeye ruhumuzda yer açamayız. Aşkın mec-

rası da oralar değil mi?

“Ağaçların Hayatı” adlı şiirinizde, “Bir ağaç gölgesi gibi yalnızlık,/ Damarlarını yavaşça toprağa veren,/ Görün-mezde hüküm süren bir ağaç.” diyorsunuz. Aynı şiirde geçiyor yine, “Kalbime benziyor ağacın yaprakları/ Kal-bimin susuşu gibi kışın”. Şiirlerinizde pek çok imge var fakat ben ‘ağaç’ı sormak istiyorum. Nedir sizdeki yeri?

Benim çocukluk ağacım meşe. Bir meşe ağacının altında otu-

rup düşünen, yaprakların hayatını ezber eden bir çocuk olarak

büyüdüm. Aslında sadece o ağacı anlatarak da bir hayat ge-

çirebilirdim! Köyün mezarlığında, tarlaların, ıssız tepelerin or-

tasında bir işaret gibi duran meşe ağaçları. Sonra daha kadim

bir ziyaret tepesi var ki, oradan çıkan ‘temmuz meleği’ şiiri az

bile söyledi. Sadece o ağaçla olan konuşmamı anlatan bir ki-

tap yazmayı düşünüyorum. Uzun hikâye. Şimdilik bu kadarını

söyleyeyim.

Kader Denizi adlı kitabınızda Ege’de boğularak ölen mültecilerin kara yazgısını şiirle anlatıyorsunuz. Kitabı okurken “kabarcıklar arasında ilerleyen, taş gibi ağır ke-limeler” eşlik ediyor bize. Ölüme yüzen kollar, kıyıya atı-lan kulaçlar, bir çocuğun yüzmesi… Nasıl bir ruh haliyle yazıldı bu şiirler?

Mülteci bir ruh haliyle! Mülteciyiz çünkü. Bir yerden bir yere gi-

dişimizi unutarak yaşasak da bu böyle. Benim unutmamamın

hayatımda bir karşılığı var. Göçebe bir toplumdan geliyorum.

Hâlâ göç eden, yerini tam da bulamamış bir toplumdan. Ayrıca

büyük göç hikâyeleri ile büyüdük. Ermeni tehciri, Maraş olayla-

rı sonrası yaşanan küskünlüğün tetiklediği göç, pek çok motif

zihnimde canlı duruyor. Ege’yi geçerken boğulan o insanlara

çok da uzak değilim. Ayrıca Umuda Yolculuk filmine konu olan

mülteci hikâyesi var. Yakından yaşadık çünkü orada anlatılan

ailenin oğlu şoförümüzdü. Tüm bunlar ve insanın içinde yılların

biriktirdiği pek çok kırılma kimbilir hangi imgeyi biçimlendiriyor.

Bilmiyorum! Bildiğim şu; “suda ölümden kork” demiş ya şair.

Suda ölümün fazlasıyla trajik yanı da duyguları tetiklemiş ola-

bilir.

Türkçenin en güzel şiirlerinden bazılarında imzanız var bir Kürt şair olarak. Anadilinizde şiir yazdınız mı hiç?

Keşke yazabilseydim. Denemek istedim aslında. Hatta duy-

duğum bazı ağıtları biraz dönüştürerek yazmayı istedim. Ama

Kürtçe eğitim görmemişseniz folklorik bir dile mahkûm kalı-

yorsunuz. Halbuki ben başka bir dilin peşindeydim. Şiir folklor

değildi! Anne Kürtçesi ile ancak bir yere kadar gidebilirsiniz.

Sonrasında ciddi bir çaba, zaman ve entelektüel uğraş gerekli.

Ben Türkçe gelen şiirin öyle bir vakumu içindeydim ki, başımı,

ruhumu kurtarıp başka bir dile, bu Kürtçe bile olsa, bakacak du-

rumda değildim. Ayrıca benim konuştuğum Kürtçenin standart

Kürtçe olmayışı da bir engeldi. Maraş Kürtçesi edebiyatta kul-

lanılan Botan Kürtçesinden epeyce farklı. Sanıyorum ciddi bir

sebep de buydu. Yani kendi Kürtçemi bırakıp başka bir Kürtçe

öğrenmek için heves hissetmedim içimde. Oradaki hiyerarşik

durum beni rahatsız etmişti, hâlâ da ediyor! Ama kimbilir bel-

ki ileride, Passolini’nin yaptığı gibi kendi lokal Kürtçemle şiirler

yazarım.

Edebiyat dergilerine biraz mesafeli görüyoruz sizi. Son zamanlarda yeni şiirler yazıyor musunuz, tezgâhta neler var?

Tezgâhta çok şey var. Kitaplar var. Defterler dolusu birikmiş şiir

var. Ama çok sık şiir yayımlamak hazzettiğim bir durum değil.

O nedenle zamanı gelince basılmak üzere bekliyorlar. Bazıları

hâlâ defterden kurtulabilmiş bile değil. Bazılarının ilk daktilo,

yani bilgisayar yazımı yapıldı. Bekletiyorum şimdilik.

Dergilere mesafeliyim doğru. Başından itibaren öyleydi. Çok

az dergide yayımlandı şiirlerim. Bir dergi ortamı ve şiir çevre-

siyle yetişmedim. Hep bir başımaydım şiirle. Bu bazen yanlış

da anlaşılabiliyor. Benim şiirle sosyalleşmek istememem ki-

milerine kibir gibi de görünebiliyor uzaktan. Bundan rahatsı-

zım elbette. Ama yapacak bir şey de yok. Çıkıp “bakın ben kibir

bilmem” demek de çare değil. Çünkü şiiri hep kitap bütünlüğü

içinde düşündüm ve bu düşüncemi aşan bir paylaşma hissi

oluşmuyor devamla.

5 Aralık 2011

Kitap Zamanı

Sayı: 71

Page 24: OkurYazar Bahar 2012

22 Okur Yazar | Bahar 17

Bilindiği üzere Avrupa ya da nam-ı

diğer Batı, hâlihazırda baskın olan

dinsel, kültürel, siyasal eğilimlerin büyük

ölçüde çoğunluğunu şekillendiren küçük

bir kıtadır. Bu sebeple Batı’nın yaşadı-

ğı tarihsel süreç hakkında bilgi sahibi

olmak, günümüzde her zamankinden

önemli hale gelmiştir.

Kimdir bu Avrupalılar?

Öteden beri büyük krallık ve impara-

torluklara ev sahipliği yapmış bu kıta,

kendini “öteki” olarak tanımladığı bazı

uygarlıkların zıddı olarak takdim etmiş-

tir. Avrupalı bazı yazarların Batı “aklın

egemenliği, bireyin özgürlüğü, demok-

ratik değerlerin geçerli olduğu bir top-

lum” olarak tanımlanırken; Doğu da tam

tersi olarak “geleneksel, muhafazakâr,

despotik bir toplum” olarak karşımıza

çıkarılmıştır. Bu bakış açısıyla da me-

deniyetler kültürünün bir parçası olan

ve onları besleyen bazı Doğu toplumları

(Mısır, Mezopotamya, Anadolu) görmez-

den gelinmiştir. Gene büyük bir coğraf-

yaya damgasını vuran Osmanlı İmpara-

torluğu da benzer bir akıbete uğramış,

Avrupa kendi kendini yaratan bir toplum

olarak takdim edilmiştir.

Diğer taraftan bakıldığındaysa aslında

bir yerde Avrupa da Doğu dünyası ve

Türk toplumu için bir “öteki”dir. Her iki ta-

raf da aslında gerek “öteki” olarak göre-

rek, gerekse de birbirine atıfta bulunarak

bir yerde kesişmekte ve birbirinin iç içeliği

açıkça kabul edilmese de her iki taraf ta-

rafından bir şekilde fark edilmektedir.

Avrupa Tarihine Dair Bilinmeyenler

Peki Avrupalılar tarihte neler yap-mış, nasıl bu kadar hakim güç ola-bilmişlerdir? Tarih sahnesinde Doğu gerçekten de etkisiz bir eleman mı-dır?

Tüm bu yönelimler Avrupa tarihinin ve

bu anlamda Avrupa’nın farklı dünyalarla

olan tarihsel ilişkilerinin bilinmesini zo-

runlu kılıyor. Bu bağlamda Önder Kaya

tarafından kaleme alınmış Avrupa Tari-

hi isimli çalışma, bu soruların cevapları

hakkında İlgi çekici okumalar sunuyor.

Bu sebeple Avrupa’nın tarihsel süreçte

Doğu toplumları ile olan ilişkileri üzerine

yoğunlaşan makalelerden meydana ge-

len bu kitap, genel okur kitlesi göz önü-

ne alınarak hazırlandı. Makale makale

ilerleyen konular incelendiğinde yazıların

İlkçağ’dan yakın zamanlara kadar Batı

uygarlığının İslam dünyası, Çin, Amerika

kıtası gibi farklı coğrafyalarla olan mü-

nasebetleri konusuna odaklandığı he-

men fark edilecektir.

» Dünyanın en görkemli imparatorluk-

larından biri olan Roma nasıl kurulmuş-

tu?

» Hollywood’un takdim ettiği 300

Spartalı, gerçeği ne kadar yansıtıyor?

» Kartacalı Hannibal’in mezarı

Türkiye’de mi?

» Ortaçağ’da gerçekleştirilen ve çocuk-

lardan oluşan bir Haçlı Seferi’nin ardın-

daki detaylar nelerdi?

TA

RİH

» Akdeniz’i paylaşmak için karşı kar-

şıya gelen Andrea Doria ve Barbaros’un

hesaplaşma hikayesi, hangi devre kadar

uzanıyor?

» Vikingler İstanbul önlerine kadar

uzandılar mı?

» Doğu ve Batı arasındaki güç çekiş-

mesi ne boyutlardaydı?

» Joseph olarak vaftiz edilen ancak

mezar taşına adını Yusuf olarak yazdıran

ünlü şarkiyatçı kimdi?

» Osmanlı’nın en önemli rakibi Habs-

burglar hakkında ne biliyoruz?

» II. Abdülhamid’in Çin’e bir nasihat he-

yeti göndermesinin sebebi ne idi?

Önder Kaya,

bu ve buna

benzer birçok

çarpıcı başlığı, metni

zenginleştiren gör-

sel malzemeler eşli-

ğinde ele alıyor.

Özetle, bu toplumun

“öteki”si olan bir kalem,

okuyucularını Avrupa

tarihinin içine davet edi-

yor…

Page 25: OkurYazar Bahar 2012

Tarih alanında pek çok önemli çalışmaya imza atan İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Feridun Emecen bu sefer okuru 1453

yılına, İstanbul’un fethinin gerçekleştiği günlere götürüyor.

23Okur Yazar | Bahar 17Okur Yaz

FETİH VE KIYAMET

Genç Bir Padişah’ın Hayalleri ve İstanbul’un Fethi

TA

RİH

Hem Doğu hem de Batı dünyası için büyük önem arz eden bir

şehir Konstantinopolis… Bir yanda köklü bir imparatorluk Bi-

zans, diğer yanda da Doğu’nun yükselen gücü Osmanlılar ve

küçük yaşta babası tarafından tahta çıkarılan ve katı bir siyasi

mücadelenin içine itilen Fatih Sultan Mehmed…

Bu beklenmeyen başarı, İstanbul’un fethi, bir bakıma Batı dün-

yasının siyasi ve askerî ilerlemesine Müslüman dünyasının bir

cevabı niteliğindeydi. Bununla da bitmeyecekti; dünyanın en

güçlü temsilcisi olan Osmanlı Türklerine Orta Avrupa’ya kadar

uzanacak yeni hedeflerinin kapıları da açılacaktı. Nitekim Os-

manlı sadece İstanbul’u fethetmekle kalmayacak, aynı

zamanda dünyaya da gücünü göstermiş olacaktı.

Peki adı tarihte yer etmiş bu başarılı pa-

dişah Fatih Sultan Mehmed kimdi?

Şahsi dünyası, kişisel görüşleri, 21

yaşında “Fatih” olmasını sağlayan

etkenler nelerdi? İstanbul’u al-

mak için kurduğu hayaller ney-

di, kuşatmaya

h a z ı r l ı k

a ş ama la-

rında neler

yaşanmış ve

fetih nasıl

g er çek l e ş-

mişti? Ge-

miler ger-

çekten de

H a l i ç ’ t e n

bir gecede

yürütülmüş

müydü? Ku-

şatma bo-

yunca ya-

ş a n a n l a r ı

Doğu ve

Batı dünya-

sı nasıl yorumlamıştı? Bu “Hıristiyan başkentin” fethi, bir yanda

kıyametin habercisi olarak dehşetle karşılanırken, diğer yanda

da yeni bir çağın başlangıcı olan önemli bir olay addediliyordu…

İstanbul’un fethi ve kıyametle kurulan bu tarihsel bağlantının

ardında yatan sebepler nelerdi?

Bu ve bu şanlı fetih üzerine merak edilen daha pek çok konu,

ilk defa yayınlanan belgeler ve akıcı bir üslupla Prof. Dr. Feridun

Emecen tarafından araştırılıp yazıldı.

“Kostantin şehrine İstanbul denir, üç bucaklı muazzam şehir-

dir, iki tarafı deniz, bir tarafı karadır. Kalesi muh-

kemdir, sur yüksekliği 21 arşındır. Kapıları çoktur,

bunlar içinde biri altın kaplıdır. Şehrin içinde dört

yüz direkli büyük bir kasır vardır. Kapısına kadar

iki tarafa canavarlar dizmişlerdir, bakırdan fil, as-

lan, kaplan vb. hayvan şekilleri sıralamışlardır.

...Kostantiniye melikinin kabri var ve kabrin üze-

rinde bakırdan bir at mevcuttur. Sağ ayağı hava-

da yürür gibidir. Üzerindeki binicinin bir eli açık-

tır, Şam’dan yana işaret eder. Bu işaret şehri bu

yönden gelecek ordu tarafından

fethedileceğini gösterir. Di-

ğer elinde ise bir top tut-

muştur. Bunun anla-

mı ‘Dünyaya

sahip oldum

ama bu dün-

yadan ayrıl-

dığımda ya-

nımda hiçbir

şey götüre-

medim’ demektir.”

Ali b. Abdurrahman,

İstanbul’un Fethi öncesi ya-

zılan bir seyahatnameden...

Page 26: OkurYazar Bahar 2012

24 Okur Yazar | Bahar 17

Yıllardır sevilmeyen, uzak durulan, tozlu raflara mahkum edilmiş bir alandı Tarih… Fakat her ne olduysa, gerek popüler kültürün etkisi gerekse de insanların geçmişlerine olan meraklarının günden güne artması sonucu, zamanla zirve-ye taşındı. Ağır akademik üslup içinde boğulmaktansa öz, net ve tadında bilgilere yöneldi okuyu-cular... Bu alanda öyle kitaplar yazıldı, öyle filmler çekildi ki sonuç oldukça tatmin ediciydi.

Bu konuda dikkatleri üzerine çeken, incelen-

meye değer bir seri de Ali Çimen tarafından

yazıldı. Öyle ki araştırıcı kimliği ile milyon-

lara seslenen bu yazarın kitaplarının satışı

25000’leri aştı… Peki ne olmuştu da bir ga-

zeteci, tarihi insanlara bu kadar çok sevdire-

bilmiş ve hatta çoğu insanın tarih yolculu-

ğunda bir başlangıç teşkil edebilmişti?

İşte sizlere çok okunan bir serinin ve yazarı-

nın yolculuğundan bir kesit…

Kendisi, 8 yıldır Tarihi Değiştirenler serisi için

çalışıyor. Yani sadece bugünün değil, tarihin

de gazeteciliğini yapıyor. İlk olarak 2004 yı-

lında Tarihi Değiştiren Konuşmalar’ı (Timaş

Tarih) Çimen, peş peşe tarihi değiştiren sa-

vaşları, askerleri, bilginleri, kadınları, dikta-

törlükleri, imparatorlukları, olayları, günleri

ve diktatörleri de kaleme aldı. Her bir kitap

GEÇMİŞ

TARİHTE,

TARİH

AYRINTIDA…

TA

RİH

Page 27: OkurYazar Bahar 2012

25Okur Yazar | Bahar 17

için ülke ülke gezen, aylarca arşivlerde çalışan, çok sayıda röportaj

yapan Ali Çimen: “Söz konusu tarihi anlatmak olunca bir gazete-

ci olarak kendimi ‘özel tim’, meslekten tarihçileri ise ‘düzenli ordu’

olarak görüyorum” diyor. Gazeteciliğin ‘tarihin taslağını yazmak’

olarak tanımlandığını hatırlatan Çimen, gazetecilikle tarihçiliğin or-

ganik olarak birbirine bağlı olduğunu düşünüyor. Bu sebeple Tarihi

Değiştirenler’i ele alırken; “Bu olayın ilk gerçekleştiği anda yaşayan

bir gazeteci olsaydım nasıl yazardım?” diye düşünmüş.

Ali Çimen, geçmişin gazeteciliğini yapmayı ‘cinayet işlendikten

sonra olay mahalline giden polis’ durumuna benzetiyor. Olay ye-

rine giden o polis, ne cinayeti ne de katili görür. Ama bir gazeteci

için olay yerinde olmak heyecan vericiymiş. Çimen en çok etkilen-

diği ziyaretlerini şöyle anlatıyor: “Nümberg Mahkemeleri’ni yazmak

için gittiğim Nümberg’te, Nazilerden kalma, çoğumuzun belgesel-

lerden aşina olduğu o devasa ve ezoterik çağrışımları olan binalar

arasında dolaşırken; Hitler’den sonraki ikinci adam olan Herman

Göring ve diğer üst düzey Nazilerin yargılandığı mahkeme salo-

nunda, o tuhaf sessizliğin içinde öylece otururken, kimsenin size

bir şey anlatmasına gerek kalmıyor. Adeta duvarlar, her bir köşeye

sinmiş anılar dile gelip konuşuyor. Nazilerin o milyonluk kitle göste-

rilerini düzenlediği Zeppelin Meydanı’nda (ki Nazi amblemlerinden

arındırılmış şekilde muhafaza edilmekte), Hitler’in o devasa kitleyi

selamladığı podyumda dikilip etrafı süzünce ‘Vay be, gerçekten de

bunlar yaşanmış’ diyorsunuz, belki dile getirmesi zor ama hep bir

şekilde okuduğunuz, duyduğunuz, sağda solda gördüğünüz şeyler,

tetris taşları gibi yerine oturuyor. Yine aynı şekilde Normandiya

Çıkartması’nın yapıldığı sahillerde ya da iki Kore arasındaki sınırda,

Türk askerlerinin de çarpıştığı Kore’nin ücra köşelerinde dolaşırken

de yazdıklarınızı bizzat hissediyorsunuz ve bu da bir şekilde üslu-

bunuza yansıyor.’

Özetle söylenebilir ki insanoğlu şüphesiz geçmişini merak ediyor,

“Ben olsaydım ne yapardım?” ya da “Yaşadığım yerlerde önceden

neler yaşanmış?” sorusunu sık sık kendisine sorabiliyor. Tarihin hak

ettiği değeri geç de olsa bu kadar yoğun bir şekilde bulmasının ar-

dındaki etkenlerin büyük dilimini bu merak oluşturuyor demek bu

sebeple abartı olmayacaktır. Çünkü Ali Çimen’in de vurguladığı gibi,

geçmiş tarihte, tarih ayrıntılarda saklıdır.

Page 28: OkurYazar Bahar 2012

26 Okur Yazar | Bahar 17

OsmanlıHoşgörüsü

ŞÜ

NC

E

11 Eylül sonrasında, İslamofobi ve ya-

bancı düşmanlığının da etkisiyle, Batı

dünyasının İslam’a ve Müslümanlara

karşı bakış açısında ciddi bir çarpık-

lık ortaya çıktı. İslam denince ilk

akla gelen terörizm haline

geldi ve Batı mede-

niyeti karşı karşı-

ya kaldığı hoşgörü

sınavında başarısız

oldu. Ülkemizde ise,

farklı etnik ve dinî gruplar

arasındaki ilişkiler çatışma ve kar-

şıtlık ekseninde tanımlanır hale geldi ve

kültürel sahadaki bu hoşgörü eksikliğine,

siyasal alandaki mücadelenin çetinliği

de eklenince hoşgörü ve diyalog gittikçe

zorlaştı.

Tüm bunlara rağmen, hem ülkemizde

hem de dünyada hoşgörü ve diyaloğu

vurgulayan yaklaşımlar güçlenerek var-

lığını sürdürüyor ve bu karanlık ortamda

hepimize umut veriyor. Bu hoşgörü ve

diyalog anlayışının gelişmesi ve yaygın-

laşmasına katkıda bulunmak amacıy-

la, Timaş Yayınları, Kemal H. Karpat ve

Yetkin Yıldırım’ın editörlüğünü yaptığı

güçlü ve yetkin bir çalışmaya imza atıyor:

Osmanlı Hoşgörüsü. Yazarlar kitaba şu

önemli tespitle başlıyor:

Osmanlı İmparatorluğu tek bir mil-letten değil, pek çok milletin bir araya gelmesinden oluşmuştu. Os-manlıların tek bir dini yoktu; birçok dini vardı. Osmanlı İmparatorluğu

bünyesindeki çeşitli etnik gruplar arasında büyük farklılıklar olmasına rağmen, Osmanlılar barış içinde bir arada yaşama ortak arzusu ile fark-lı toplulukları birleştirerek birbiriyle uyumlu tek bir vücut haline getir-miştir.

Bu ümitleri yeşerten çalışma, Osman-

lı İmparatorluğu’nun çok-kültürlülük ve

hoşgörü temelinde şekillenen toplum-

sal yapısından dersler çıkararak, yeni bir

hoşgörü toplumu inşa etmeye katkıda

bulunmayı amaçlıyor. Alanında uzman

akademisyenlerin makalelerini bir araya

getiren bu çalışma, geçmişi yeniden keş-

federek, geleceğe dair aydınlık bir vizyon

ortaya koymaya çalışıyor. Bakın, Prof. Dr.

Sedat Laçiner bu kıymetli kitaptan nasıl

bahsediyor:

‘Kapsayıcı Osmanlı Hoşgörüsü’ pek çok araştırmacı tarafından ince-lenmiş bir konu. Ancak Kemal H. Karpat ve Yetkin Yıldırım’ın editör-lüğünde Timaş Yayınları’ndan çıkan ‘Osmanlı Hoşgörüsü’ adlı kitap hem okunma kolaylığı, hem de yazarları-nın güçlü makaleleriyle konuya yeni bir soluk, yeni bir heyecan getirmiş. Türk ve yabancı 11 yazar ‘muhteşem yüzyıllar’ı merak edenlere nefis bir kitap hazırlamışlar.

Osmanlı Hoşgörüsü, hoşgörüye ve diya-

loga inanan herkesin istifade edebileceği

önemli bir kaynak niteliğinde.

11 Eylül sonrasında, İslamofo

bancı düşmanlığının da etkis

dünyasının İslam’a ve Müsl

karşı bakış açısında ciddi b

lık ortaya çıktı. İslam d

akla gelen teröri

geldi ve Ba

niyeti kar

ya kaldığı

sınavında

oldu. Ülkem

farklı etnik ve din

sındaki ilişkiler çatışmarasın

nde tanımlanır haşıtlık ekseninde

i bu hoşgörü ekültürel sahadaki b

ücadeleninsiyasal alandaki müc

e diyalode eklenince hoşgörü ve d

zorlaştı.

Page 29: OkurYazar Bahar 2012

27Okur Yazar | Bahar 17

Tıbbi terimlerle dolu yani bize göre sıkıcı psikoloji kitapların-dan biri daha çıkmadı. Çünkü

Prof. Dr. Erol Göka ve Uzman Dr. Mu-rat Beyazyüz biliyorlardı ki böyle bir kitap yine raflardaki yerini alırsa lise öğrencisi Ayşe, babası muhasebeci Ali Bey ya da annesi öğretmen Fat-ma Hanım bu cümlelerin içinden ge-çemezler. Oysa hepsinin sabahtan akşama kadar çeşit çeşit kişilikteki insanla iletişim kurması gerekiyor ve toplu taşıma araçlarında okuya-rak geçirebilecekleri saatleri var.

Bir gece yarısı TRT Ankara Radyosu çıkışı

demli çay eşliğindeki psikoloji sohbetle-

rinden sonra iki hekim bizim lise öğrenci-

si Ayşe ve ailesini de sohbete dahil etme-

ye karar verdiler. Bunun en etkili yolu ise

kitap yazmaktı. Zira ‘tezler eskise sözler

eskimez, yazı olur kalır’dı. İşte ‘Geçimsiz-

ler’ yola böyle başladı.

Psikoloji kitapları ile arasına mesafe ko-

yan, rafta gördüğünde selam vermeyen

ben ve benim gibiler, önyargının en kuv-

vetlisi ile yaklaştık ‘Geçimsizler’e ilk önce.

Çünkü insanı ve tüm ilişkilerini çözdüğü-

nü iddia etmekle kalmayıp ileri sürdükle-

rini ‘olmazsa olmaz’ olarak gören, oku-

yucuyla arasına mesafe koyan kitaplar,

meraklı olmasına rağmen birçok insanı

uzaklaştırmıştı bu alandan. Dolayısıyla

mükemmeliyetçi patronuna rapor verir-

ken terler döken ofis insanının henüz bu

sohbet tadında kitaptan haberi olma-

yabilirdi. Umulur ki rastlaşsınlar. Çünkü

‘Geçimsizler’in kulağına fısıldayacağı ke-

limeler var. Mükemmeliyetçiler, nam-ı di-

ğer ‘ince eleyip sık dokuyanlar’ bu yazıyı

okuyorlarsa şu ana kadar okuduklarında

birçok hata bulmuş olabilirler mesela. Ne

yani, ince eleyip sık dokuyoruz diye ça-

lışmayacak ya da yaşamayacak mıyız,

değil mi ama?... İşte ‘Geçimsizler’i kaleme

alan uzmanlarımız diyorlar ki: ‘Mükem-

meliyetçi patronunuza işi son hali gibi

sunmayın. Böyle yaparsanız patronunuz

o işte pek çok eksiklik bulacak, sizin o işi

yapamayacağınızı ve kendisini anlama-

dığınızı düşünecek, iyice huzursuz ola-

caktır. İşi yaparken size verilen sürenin

sonuna gelmeden sık sık yöneticinizin

fikrini alın ve ona işin gidişiyle ilgili bil-

gi verin.’ Velhasıl bir de böyle deneyin,

bakalım diyor ve mevzuya bizi de böyle

ortak ediyor uzmanlarımız. Sadece ince

eleyip sık dokuyan, patron mu olur? Çalı-

şanınız da mükemmeliyetçi olabilir elbet

değil mi? İlk bakışta gayet güzel bir du-

rum gibi gelebilir size bu ama kendisine

maaşlar ve çalışanlarla ilgili bir rapor ha-

zırlamasını söylediğinizde sizin için han-

gi bilginin daha önemli olduğunu da be-

lirtmeniz gerekir. Zira ‘mükemmeliyetçi

çalışanınız “bu da gerekir” deyip ayrıntılı

bir rapor hazırlar ve asıl aradığınız bilgiye

ulaşmanız tahmininizden kat kat fazla

zaman alır’ diye de ekliyor Prof. Dr. Erol

Göka ve Dr. Murat Beyazyüz.

‘Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçin-

meyi Kolaylaştırma Kitabı’nın şöyle bir

özelliği daha var; psikopat karakterlerden

bahsederken satır arasında MFÖ’nün

psikopat şarkısına, kaygılılardan dem vu-

rurken şair Sâdî’nin ‘bir damla kan ve bin

damla kaygı’ sözüne rastlayarak farklı

boyutlara geçebilirsiniz. Ne diyelim, siz

de şahsi manifestonuza insan ilişkilerine

ve kişiliklere dair cümleler katmak isti-

yorsanız işte oradaki rafta ‘Geçimsizler’.

Manifestonuza

Ufak Bir Katkı

PS

İKO

LO

Şahsi

Page 30: OkurYazar Bahar 2012

28 Okur Yazar | Bahar 17

Bazı kitapları okurken olur: sizde sus-

muş, dizlerini göğsünde toplamış,

ertelenmiş bir tarafınızın elinden tutar

okuduğunuz yazı ve bırakmaz olur bu

taraflarınızı. ‘Yenilgiden Dönerken’ bunu

yapıyor: Bütün keşmekeşiyle içinde bu-

lunduğunuz gündelik hayatı tanzim eden

ayrıntılardan kalkıp bize, yeni dünya dü-

zeni içinde işgal ettiğimiz mütevazı yeri

tadına doyulmaz bir üslûp nezaretinde

hatırlatıyor. Sanki Bastiani Kalesi’nden

Tatar Çölü’ne bakan Giovanni Drogo’nun

gözlerinde donmuş bir müziğe dönüşen

sıkıntı, başka bir zamanda Ali Ayçil’in ağ-

zında çözülüyor bu metinlerde. Anlıyoruz

ki, ‘Yenilgiden Dönerken’ bizi ha-

yatın anlamı üzerine düşünme-

ye davet ediyor. Dünyanın tenha

sokaklarına, duvar diplerine sinmiş

bakışımızı, sesimizi, kokumuzu taze

bir dokunuşla yeniden hayata iade edi-

yor Ayçil. İnsanı küçük büyük ayırmadan,

hayatın içinde tuttuğu yerden söküp ke-

limelerin içine, daha uzun yaşayabilece-

ği bir yere taşıyor. Bütün bunları etrafı

telaşa vermeden, gürültüsüz metinlerle

yapıyor.

Bazı kitapları okurken olur: dünyanın

neresinde olursanız olun, koruduğunuz

ve savaştığınız şeylerin yoğunluğu neye

tekabül ederse etsin, kitabın üslûbu kız-

gın bir ütü gibi geçer sizi dalgalandıran

serüvenlerin üzerinden. “Kovulmuşla-

rın Evi”nde başınıza gelenleri unutma-

mışsanız eğer, ‘yenilgiden dönmeye’

çoktan hazırsınız demektir. Yenilgiden Dönerken’de bulunduğu yeri, yöreyi dik-

katle rasat eden, üst üste binen olay ve

görüntüleri ustalıkla tanzim eden, belki

de en önemlisi sözü pek çok cepheden

okunacak bir alana taşıyan bir anlatıcı

var. Bu anlatıcı, kendisinde olup bitenleri

gözden geçirirken, bizleri dışarıda bırak-

mıyor; üzerimize yapışan, dünyanın haf-

ta sonlarından kalmış pası da işaret edi-

yor. İster trenleri, ister kanepeleri, isterse

kar bekleyen bacalarda tüten dumanları

bahane etsin, bir yol ve yolculuk içinde.

Bu yol; bir nesneden, bir durumdan, bir

insandan, bir kesitten kalkarak kendi-

ne menzil bulan bu yol, en son bunca

ustalıkla Sait Faik tarafından önümüze

serilmişti. O yüzden bu metinler her ne

kadar edebiyatımızın ‘deneme’ şubesi

adı altında toplanmış olsa da pekâlâ bi-

rer hikâye yahut mensur şiir olarak da

okunabiliyor.

Eskiler, ‘deneme’ye ‘muhasebe’ di-yordu; bir çeşit, kendinde başlayıp

biteni, devam edeni gözden, kulaktan geçirmek… Ayçil’in şiirlerinde, öykü ve dene-melerinde sözün neş’et ettiği alan “kendini bilme”ye odaklanıyor. Onun yazdıkları vasıtasıyla bize taşıdığı edebî zevkin arka planında hayat karşısında şaşkınlığı ve o ölçüde dikkati vardır diye düşünüyorum. Çünkü bütün yazdıklarında kendine mahsus bir koyultulmuş bakıştan, kararlılıktan kabaran, el değmemiş bir dikkat var. Bu dikkatle beraber toplanıp dağılan pek çok manzara ve yol fotoğrafı da var bu metinlerde. Ayrıca, Cemal Süreya’nın dediği gibi “düzyazıda da şair” kalabilmenin bereketli örnekleriyle yüklü yazdık-ları. İktidarın, mülkiyet güdüsünün, küçük hesapların ağır, ağdalı izleri-ni günlük hayatından uzak tuttuğu gibi, yazdıklarından da uzak tutmayı becerebilmiş bir yazar.

Samuel Beckett ‘”Dene, yenil; bir daha

dene, yine yenil” diyordu, Ayçil, yenilginin

bilgisini, yenilginin içindeyken taşıyor: Bu,

içinde olduğumuz hayatın bilgisidir. Ha-

yatın bilgisi çok uçlu, çok cephelidir elbet;

isteyen istediğini devşirebilir buradan,

ama söz konusu edebiyat olunca, bil-

diklerinizden ziyade nasıl bildiğiniz öne

çıkıyor. Ali Ayçil de, bu eşiği hepimizin

dokunacağı bir mesafeye yerleştiriyor.

Özlenenin, hasreti duyulanın geçmiş-

te olduğunu, ‘şimdi’ başımıza gelenin

geçmişle tartıya vurulduğunu, geçmişle

anlamlandırıldığını; dolayısıyla dilin geç-

mişin kokusunu taşıdığını biliyor yazar.

Bu bilgiyi, kuru bir biçimde değil de, dili

kullanırken, özgün bir üslûp üzerinden

aktarıyor okura.

Bir nesneden, olaydan, kesitten, durum-

dan kalkıp bizi taşıdığı dünya karşısın-

daki var oluş eşiklerinin tozlu mu toz-

suz mu olduğuna biz karar vereceğiz

elbet. Yaşayan, devam eden, isteyen…

nerden bakarsak bakalım ‘yenilmiş’tir.

Bu kitap bize, yenilginin öyle sanıldığı gibi

pek fena bir şey olmadığını, her adımda

bir önceki kahramanlığımızı, bir yerlere

yetişmiş olmamızı ‘geride’ bıraktığımızı

da söylüyor. Bizim evlere, işlere, eşyala-

ra, bir bakışın tahammül edemeyeceği

manzaralara komşuluğumuzun ve fakat

bütün bunlara geriye dönüp sahici bir ba-

kış atamayışımızın, bir kapılma halinde

yaşadığımız modern dünyanın fotoğra-

fıdır: Yenilgiden Dönerken. Bir hal kitabı

olarak da okunuyor.

Bu yazıları -mutlu olacaklarını düşün-

düğüm için- Hâşim’in, Tanpınar’ın, Sait

Faik’in, Atılgan’ın, Dino Buzzati’nin, Ezra

Paund’un okumasını isterdim. Bazı ki-

tapları okurken olur: sizde susmuş, diz-

lerini göğsünde toplamış, ertelenmiş bir

tarafınızın elinden tutar okuduğunuz

yazı ve bırakmaz olur bu taraflarınızı.

Okuyun, size de olacaktır.

YENİLGİDEN DÖNERKEN

go nun

nüşen

in ağ-

yoruz

ze

edi-

adan,

üp ke-

ilece-

etrafı

nlerle

Eskiler, deneme ye muhasebe di-yordu; bir çeşit, kendinde başlayıp

biteni, devam edeni gözden, kulaktan geçirmek…

te

ge

an

m

Bu

ku

ak

B

ne

Bu

pe

ED

EB

İYA

T

ŞEREF BİLSEL

Page 31: OkurYazar Bahar 2012

29Okur Yazar | Bahar 17

İnsanoğlunun uygarlık macerası, doğa

ile kültür arasındaki karmaşık ilişki so-

nucunda doğdu. Kültürel bir varlık ola-

rak insan, tekniği ve sonradan teknolo-

jiyi kullanarak doğayı dönüştürdü ve bu

özelliğiyle, diğer tüm canlılardan farklılı-

ğını ortaya koydu. Teknoloji, üretim, kül-

tür ve siyaset alanında büyük değişimle-

rin yaşandığı 19. yüzyıldan sonra, insan

artık doğa karşısındaki hâkimiyetini ilan

eder bir konuma geldi. Elbette bu süreç

sadece doğanın değişmesi değil, insanın

da değişmesine, yeni bir insan kavramı-

nın ortaya çıkmasına sebep oldu. İşte bu

“yeni insan” kavramına odaklanan Nazife

Şişman bu kavramı kitabında nasıl kul-

landığını şu şekilde açıklıyor:

Çağdaş biyoteknolojiye muhatap olan insan anlamında kullandım. Kadim insan aslında kendini aş-mak isteyen bir varlık. Ölümsüzlü-ğü arayan, hem beden hem ruh sı-nırlılıklarını aşmaya çalışan. Bütün insanlık tarihi böyle. Bu çaba zaten medeniyetlerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Fakat bugünkü teknolojinin imkanlarıyla sınırlanan modern in-san kendini aşma çabasını bedenini mükemmelleştirmeye teksif etmiş durumda. Başka bir yücelme arayışı, metafizik bir arayışı yok. Kamil in-san olmak yerine transhuman post-human, insan ötesi olmaya çalışan bir şey.

Bugün insan kavramının bir kez daha

kökten bir şekilde değiştiğine tanıklık edi-

yoruz. Çünkü insan artık sadece doğaya

değil, kendisine de teknik ve teknoloji yo-

luyla müdahale eder hale geldi. Özne ve

nesne arasındaki sınırlar ortadan kalktı

ve biyoteknolojideki gelişmelerle, insanın

kendisi hem özne hem de nesne haline

geldi. Peki, insanın bu dönüşümünü, yeni

insanı nasıl yorumlamalı? Nazife Şişman,

kitabında bu konuya dair nasıl bir yorum

getirdiğini şöyle anlatıyor:

Teknolojiyle doğrudan muhatabız sürekli. Zihnimde hep şu sorular vardı: “Teknoloji, Müslümanların ha-yatına ne getiriyor ve ne götürüyor? Gündelik hayatımızı, ilişkilerimizi, zihniyetimizi nasıl etkiliyor?” Kadın bedeni politikalarını incelerken, be-den teknolojilerinin 21. yüzyılın son çeyreğinde ciddi bir etkisi olduğunu, tıp teknolojisindeki gelişmelerin de buna ivme kazandırdığını gördüm. Bu gelişmelerin insanlık anlayışı-mızı nasıl etkilediğini irdelemeye çalıştım. Kendimizi nasıl algıladığı-mızı, pratik hayattan metafizik du-ruşumuza kadar bize ne yaptığını sorguladım. Bu soruların cevabını düşünürken kitap ortaya çıktı.

YENİ İNSAN

Nazife Şişman bu kitabında öznelik ve nesnelik, doğa ve kültür, kader ve tasarım arasında kalan yeni insanı tartışıyor. Çoğumuzun şaşkınlık ve hayranlıkla izlediği biyoteknoloji ve genetik alanındaki dönüşümlerle ortaya çıkan yeni insanı sosyolojik ve felsefi bir bakış açısıyla ele alıyor Yeni İnsan’da. Yerleşik kabullerimizi, biyoteknoloji ve biyoiktidar karşısındaki derin suskunluğumuzu bozuyor ve bize yeni ufuklar sunuyor. Türkiye’de konuyla ilgili yayımlanmış sınırlı sayıdaki yetkin eserden biri olan Yeni İnsan, sosyoloji ve bilim etiği kitaplığımıza önemli bir katkı niteliğinde.

ŞÜ

NC

E

Page 32: OkurYazar Bahar 2012

30 Okur Yazar | Bahar 17

ED

EB

İYA

T

“Terapi” adını verdiğiniz kitap Rilke’den bir alıntıyla, “Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?” cüm-lesiyle başlıyor. İnsanlar şeytanlarını kovayım derken nasıl meleklerini ürkü-tüyor?

Benim terapi odamda, danışanlarımın

oturduğu yerin hemen yanı başında bir

kağıt mendil kutusu durur. Bazen da-

nışanlar takılır, “Bizim ağlamamızı mı

bekliyorsunuz?” diye sorarlar. Ama o

etkileşim içinde kişi geçmişin olumsuz-

luklarına odaklanırken ister istemez

duygusal bir yoğunlaşma yaşayabilir.

Sıklıkla gözleri nemlenir ve ağlar. Psiko-

terapide geçmiş yaşantılara odaklanır-

ken olumsuz olan çok ön plana çıkabilir.

Geçmişi yaşanan yoksunluk ve sıkıntılar

etrafında kurgulamak, hayatın getirdiği

imkânları, kazanımları, sevgiyi gözden

kaçırmamıza yol açabilir. Halbuki olumlu

deneyimler geçmişin olumsuz deneyim-

lerinin izini silebilir. O yüzden, şeytanları

kovarken melekleri ürkütmekten kaçın-

mak gerekir. Hayatın bize sunduklarını

ıskalamayan, kâinatı kuşatan o eşsiz

neşeyi ve rahmeti fark etmemizi sağ-

layacak bir bilinç hali, bizi meleklerimizi

taşlamaktan alıkoyar.

Sizi tam olarak bu kitabı yazmaya iten neydi?

Günümüzde birçok insan dertlerini aç-

mak ve yardım alabilmek umuduyla

terapi ofislerine başvuruyor. Fakat ne

yazık ki bu insanlar her zaman ihtiyaç

duydukları yardımı alamıyorlar. Uygula-

nan terapi yöntemleri hayal kırıklığına

sebep olabiliyor. Sorunlar iyileşemediği

gibi, terapi ofislerinde derman arayan

insanların umutları da giderek azabili-

yor. Bunlara dikkat çekebilecek, terapi

kültüründeki eksiklik ve ön kabulleri işa-

ret edebilecek bir kitap yazmak istedim.

Bu kitap, aynı zamanda modern hayatın

insanın ruhsal kaynaklarını nasıl kurut-

tuğunu dile getiren bir modernlik eleşti-

risidir.

Terapilere kökten mi karşısınız yoksa bir form öneriniz var mı?

Aklı başında hiçbir ruh sağlığı uygulayı-

cısı terapilere kökten karşı olmaz; bunu

aklından geçirmez. Terapi neticede bir

şifa yöntemidir. Ben terapilerin kültürel

bir süzgeçten geçirilmeden uygulanma-

sına karşıyım. Günümüzde pek çok batılı

psikoterapi yöntemi hiçbir kültürel in-

celemeye ve analize tabi tutulmaksızın

insanlara uygulanmaya çalışılıyor. Her

toplumun kendine göre bir normallik an-

layışı vardır; her toplum kendi normallik

anlayışını üretir. Batı toplumuna göre

normal saydığımız bir insan, bizim top-

lumumuzda normal kabul edilmeyebilir.

Dolayısıyla ben insanın ruhi ıstırabını

arttıran, insanın yabancılaşmasına yol

açan, insanı Tanrı’dan ve insandan uzak-

laştıran terapi yöntemlerinin kültürel

olanı dikkate almaksızın, batı kültürün-

den ithal edilmesine karşıyım. Elbette

terapilere toptan karşı değilim. Bir form

önerim elbette var; kitabım da bununla

alakalı.

Duygular da Artık Meta Haline GetirildiModern zamanların getirdiği hızlı değişim bazen ruhlarımızda büyük bir tahribata sebep oluyor. Tam bu noktada psikiyatri bilimi gündeme geliyor. Gerçekten bir psikoloğa ya da psikiyatra ihtiyacımız var mı? Terapi odası duyguların kapitalistleşmesine sebep oluyor mu? Bunu ve daha başka soruları Psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar’a sorduk.

Röportaj: HASAN HÜSEYİN KEMAL / Yeni Asya Gazetesi

Page 33: OkurYazar Bahar 2012

31Okur Yazar | Bahar 17

Kitaptan sonra ne tür tepkilerle karşı-laştınız?

Kitap olumlu bir yankı uyandırdı. Ben-

ce pek çok terapist bu kitabı okuduktan

sonra kendi pratiklerini sorgulama ih-

tiyacı hissedecektir. Öncelikle psikoloji

ve psikoterapi öğrencileri içinde, daha

eleştirel düşünen insanlar arasında bu

kitabın daha heyecanla karşılandığını

söyleyebilirim. Yine psikoterapi alan in-

sanlardan da kitabı okuyup çok olum-

lu geribildirimde bulunanlar oldu. Bazı

çevreler de burada dile getirilen eleştiri-

lerden bir rahatsızlık duyabilirler. Zaten

benim de amacım özellikle psikoterapi

pratiğini çok da şuurlu bir şekilde sürdür-

meyen, kendini eleştirel düşünceye yakın

hissetmeyen insanların bir ölçüde kafa-

sını karıştırmak.

Önceden insanlar birbirlerinin dertlerini dinlerlerdi. Terapi modasıyla sizce duy-gular da ticari bir meta haline mi geldi?

Eva Illouz, bu duruma duygusal kapi-

talizm adını veriyor. Duygular da artık

metalaştırılıyor. Duygusal kapitalizmin

bir sonucu da insanların bazı duyguları

pazarlayabilir hale gelmesidir. Terapi de

sonunda alınır satılır bir “şey” haline dö-

nüştürülmektedir. İnsanlar en ufak bir

incinebilirlik hissettiklerinde terapistle-

rin ofislerine koşmakta ve günlük hayat

içinde dayanmaları, mukavemet etmeleri

gereken şeyleri bir terapistle paylaşarak

rahatlama yoluna gitmektedirler. Bu da

incinebilirlik ideolojisini öne çıkarmakta-

dır. Halbuki bizim psikolojide ve psikote-

rapide mukavemet kavramını (resilience)

biraz daha öne çıkarmamız gerekir. Yani

insan neye sahip olursa, ne şekilde dav-

ranırsa, hangi psikolojik güç noktalarına

sahip olursa, hayatın zorlukları karşısın-

da o kadar rahat mukavemet edebilir; bu

önemli bir konudur.

İnsanların sen merkezli olmaktan çıktı-ğını, ben merkezli olduğunu söylüyorsu-nuz. Bu durumun neticeleri nelerdir?

Günümüzde bencillik tırmanıyor. İhti-

mam ahlakı azalıyor. Maalesef dünyada

narsistik kültür ve kibir bütün burçlara

bayrağını dikiyor. Günümüzde bazı terapi

ekolleri narsistik kişiliklerin üretilmesi-

ne hizmet ediyor. Bu da çok tehlikeli bir

durum. İnsanlara şifa olsun diye sun-

duğumuz terapi yöntemleri insanların

patolojilerini tırmandırıyor. “Sadece sen

değerlisin, sadece sen önemlisin, diğer

insanlar kesinlikle önemli değil; önemli

olan senin ihtiyaçlarındır” tarzı yüzeysel

bir yaklaşım insanların hem toplumla

hem çevrelerindeki insanlarla bağlarının

kopmasına yol açıyor. İnsan kendini aşa-

bildiği, kendi nefsani dürtülerinden kur-

tulabildiği oranda olgunlaşır ve kemalat

yolunda bir seviye kazanır.

Yine bu ay okurla buluşacak olan kitabı-nıza “Kalbin Direnişi” adını vermişsiniz. Kalbin direnişi tabiriyle ne kastettiğinizi öğrenebilir miyiz?

Dünyanın giderek değerlerini yitirdiği ve

hayatın maddîleştiği bir zaman dilimin-

de anlam üzerine konuşmak gerçekten

her zamankinden daha fazla anlamlı. Bu

anlamı bize veren de kalp sahibi olmak.

İnsanı dört bir yanından kuşatan arsız

tehdide karşı kalbi yardıma çağırmak

gerekiyor. Kuru bir nehir yatağını coştu-

ran yağmurlar gibi, ancak o insanın ya-

şadığı kuraklığını giderebilir. Sadece kalbi

olanlar içlerinde olup biten mucizeleri

görebilir ve sadece kalbi olanlar kötülüğe

direnebilir.

Page 34: OkurYazar Bahar 2012

32 Okur Yazar | Bahar 17

Bir bilim dalı olarak “tarih”, yaşadığımız veya yaşayacağı-mız olayları anlamak/anlamlandırmak adına en güvenilir

veriyi verir elimize. Hele merak ettiğimiz bir dönemi, o döne-mi yaşayanların ağzından dinlemek hazların en büyüğüdür iyi bir tarih okuyucusu için. Timaş Yayınları, Hatırat Kitaplığı bu sevdayla 2009 yılında “resmî tarih”in dayatmalarından âzâde, “içimizden” insanların yaşantılarıyla, tecrübeleriyle ve değer-lendirmeleriyle, gündelik hayatlarından kesitlerle şekillenmiş, birçok eşsiz/benzersiz eseri okuyucularına sunmuştur. En son 2011’de hangi kitapları yayımladığımızı hatırlayacak olursak:

Yıl 2011:

Dindar Bir Doktor Hanım: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başı ör-

tülü doktorlarından olan Ayşe Hümeyra Ökten, kendisiyle ya-

pılan bu söyleşide, kökleri Kafkaslara dayanan ulema menşe’li

ailesini, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki dinî ve sosyal olayları,

tıbbiye ve öncesindeki tahsil hayatını, öğretmenlerini, İmam

Hatip Liseleri’nin kurucusu olan babası Celaleddin Ökten’i ve

yakın çevresini, Mekke ve Medine’de geçirdiği güzel günlerini

zaman zaman tebessüm ederek zaman zaman da gözleri do-

larak anlatmıştır.

Binbaşı Erich R. Prigge’nin Çanakkale Savaşı Günlüğü: Ça-

nakkale Savaşı’nın başından sonuna kadar Osmanlı 5. Ordu

Kumandanı Liman von Sanders’in yanında emir subayı olarak

görev alan Binbaşı Erich R. Prigge, savaş süresince gözlemle-

diği her şeyi bu günlüğe yazmıştır. Savaş Devam ederken, 1916

yılında Almanya’da basılan bu kitabın bir nüshası da Enver

Paşa’ya gönderilmiş ve paşa da hemen Türkçeye çevrilmesini

istemiştir. Hatta kitapta basılmak üzere imzalı bir fotoğrafını

dahi göndermiştir. Daha sonra kitap, içerdiği detaylı stratejik

bilgilerin deşifresinden dolayı Osmanlı Genel Karargâhı’nın is-

teği üzerine Almanya Hükümeti tarafından hemen toplatılmış-

tır.

Millet-i Sadıkada İsyan: Bu kitap, 1978-1923 yıllarına ait Baş-

bakanlık Osmanlı Arşivi ve diğer kaynaklardan seçilmiş ve hiç-

bir yerde yayımlanmamış Ermeni komitacılara ait 100 adet

mektubun orijinallerinin deşifresi ve aynı zamanda Prof. Dr.

Haluk Selvi’nin yaptığı konjuktürel yorumla oluşmuştur. Agop

Agopyan, Aneurin Willams, M. Sevasly, Mihran Damatyan gibi

birçok Ermeni komitacıya ait bu mektuplar, açık bir fikri, plan-

lanan eylemleri ve sıradan bir Osmanlı vatandaşı Ermeni’nin

bile yeri geldiği zaman düşüncelerini ortaya koyan özel mek-

tuplardır. Ermeni sorunun tarihi gelişimi içerisinde esas faktör

olan komitacıların yazışmaları, onların samimi düşüncelerini

gösterdiği için halen tartışılan bu konuda en güvenilir bilgileri

okuyucularına verecektir.

Rus ve İngilizlere Karşı Bir Osmanlı Zabiti: Birinci Dünya

Savaşı’nın hakkında en az bilgiye sahip olduğumuz cephelerin-

den biri olan Irak Cephesi’nde yazılan Mülazım-ı sâni Serez-

li Mehmed Ragıb Efendi’nin günlüğü 93 yıl sonra gün yüzüne

çıktı. Serezli Mehmed Ragıb Efendi, İstanbul Polis Teşkilâtı’nda

Bugün’ü Anlamak ve Geleceği İnşa Etmek

HA

TIR

AT

Page 35: OkurYazar Bahar 2012

33Okur Yazar | Bahar 17

çalışırken savaş patlak veriyor ve kendisi vatanî görevini yap-

mak üzere üsteğmen olarak Irak Cephesi’ne gidiyor. Önce İran

sınırındaki Süleymaniye’de Ruslara karşı ve daha sonra Rusla-

rın geri çekilmesiyle İngilizlerle savaşan Serezli Mehmed Ragıb

Efendi, günlüğünde Irak Cephesi’nde Birinci Dünya Savaşı’nın

nasıl geçtiğine dair birçok bilinmeyen bilgiyi sunuyor.

Hac Yolunda: Kadirî tarikatı şeyhlerinden Mustafa Necati Ak,

1950’de Cumhuriyet tarihinde ilk deniz yoluyla hac seferi yapan

kafileyle kutsal topraklara gitmiştir. Dönemin en mühim kana-

at önderlerinin arasında bulunan Mustafa Necati Ak, ifa ettiği

bu kutsal vazifeyi, gidiş/geliş güzergâhını, giderken ve gittikten

sonra ziyaret ettiği yerleri ve hissiyâtını detaylı bir şekilde gün

gün yazarak 150’li yıllarda mukaddes toprakların tasvirini yap-

mıştır.

Bâki Kalan Bu Kubbede: 1950’li yıllarda Sinema-Tiyatro-Musi-

ki-Radyo, Haftalık Resimli Perde, Sanatkârlar Postası, Yıldız ve

Salon-Hollywood Sesi dergilerinde yayın yönetmenliği ve dö-

nemin ünlü ses ve saz sanatçılarıyla çeşitli röportajlar yapan

Sermet Sami Uysal, sanat müziğimizin özellikle altın dönemini

yaşadığı 1950-60 yılları arasında, ses ve saz sanatçılarıyla ge-

çen zamanlarını anlatıyor.

2010 Yılından aklımızda kalan bazı hatıratlar ise:

Osmanlı Ordusunda Bir Nefer: 1915’te Çanakkale’de, 1916’da

Galiçya’da, 1917-18’de Filistin’de yani Birinci Dünya Savaşı’nın,

en kanlı cephelerinde ve 1918-20 yıllarında Osmanlı’nın çökü-

şüyle beraber İngiliz esareti altında geçen yıllar. İbrahim Arı-

kan hatıralarında bulunduğu cephelerde yaşadıklarını ayrıntılı

bir şekilde anlatır. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman acılı, kimi

zaman insanın kanını donduracak bu kareler İbrahim Arıkan

kronolojik anlatım metoduyla resmedilmiştir.

Bir Çerkes Prensesinin Harem Hatıraları: Osmanlı

İmparatorluğu’nun son padişahı Sultan Vahdettin’in harem-

lerinden Nazikeda Kadınefendi’nin nedimelerinden Prenses

Leyla Açba’nın Fransızca ve Osmanlıca kaleme aldığı hatı-

raları, sırlarla dolu saray hayatını ve yakın tarihimizin tartış-

malı noktalarını birinci ağızdan bir tanıklıkla dile getiriyor. II.

Abdülhamid’in tahttan indirilişi ve Yıldız Sarayı’nın basılması;

Mustafa Kemal Paşa’nın huzura çıkarak Sabiha Sultan’ı iste-

mesi ve Sultan Vahdeddin tarafından Samsun’a gönderilmesi

gibi birçok olayı fevkalade hoş bir üslupla anlatmıştır.

Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri: Sultan Abdülhamid’in

Selanik’te sürgünde bulunduğu yıllardan başlayarak İstanbul

Beylerbeyi Sarayı’na nakline ve ölümüne kadar hususi doktor-

luğunu yapan Atıf Hüseyin Bey’in hatıraları, Prof. Dr. Metin Hü-

lagü tarafından hazırlanmıştır. Sultan II. Abdülhamid ile alakalı

en güvenilir hatırat olma unvanını üzerinde taşıyan bu kitap,

sultanın son günlerini geçirdiği sürgün hayatında neler yaşadı-

ğını anlatan birincil bir kaynak niteliği taşımaktadır.

Page 36: OkurYazar Bahar 2012

34 Okur Yazar | Bahar 17

Kibrit Kutusundaki Sarıkamış-Sibirya Günlükleri: Bir zaman-

lar Kafkas Cephesi’nde yaşanan dramlar, henüz askerî lisede

öğrenci iken esir düşen M. Fuad Tokad’ın elinde titizlikle diktiği

ve bir kibrit kutusunda sığacak küçüklükte hazırladığı günlük-

te bütün detaylarıyla anlatılıyor. Şimdiye kadar Birinci Dünya

Savaşı’na dair önemli hatıralar neşredilmesine rağmen, esaret

altında yazılmış bir günlüğe pek rastlanmamıştır. Fuad Tokad’ın

askerlik sırasında ve esarette gizlice tuttuğu bu günlük, hem

Kafkas Cephesi’yle ilgili sıcağı sıcağına yazılmış duyguları hem

de hakkında çok az şey bilinen, hatta büyük bir kısmı unutulan

Sibirya’daki esir askerlerimizin yaşadıkları üzerine önemli bil-

giler içeriyor.

Ve Hatırat Kitaplığı’nın çıkış yılı 2009’dan hafızamıza kazınan bazı hatıratlar:

Politika Galerisi: Gazeteciliğin duayenlerinden Cihad Baban’ın

aktif siyasette bulunduğu yıllardan tanıdığı İsmet İnönü, Celâl

Bayar, Fevzi Çakmak, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu,

Fuat Köprülü, Osman Bölükbaşı gibi bir çok ünlü politikacının

anlatımlarıyla 1945 sonrası Türk Demokrasi hayatı. Bu kitapla

siyasilerin karakter tahlilleri, aile yaşantıları, eğitimleri, siyasi

kararlarını hangi kriterlerle aldıkları, insani zaafları ve gündelik

yaşamdaki halleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.

Tekke’den Meclis’e: Mevlânâ’nın torunlarından Veled Çelebi’nin

Konya’dan İstanbul Bahariye Mevlevîhanesi’ne varan yolu.

Sultan Reşad tarafından Konya Mevlânâ Dergâhı postnişinliği-

ne getirilmesi. I. Dünya Savaşı Suriye Cephesi’ndeki askerlerin

maneviyatını artırmak üzere kurulan Mücahidîn-i Mevleviyye

Taburu’na Sultan Reşad’ın iradesiyle kumandan tayin edilmesi.

Şura-yı Devlet azalığına seçilmesi. Millî Mücadele hareketine

katılması. Yakın dönem Türkiyesi’nin siyaset ve tasavvuf haya-

tına bir şeyh efendinin penceresinden bakmayı sağlayan enfes

bir eser.

Pîr Aşkına: Bahariye Mevlevihânesi’nin son postnişini Mithat

Bahârî Beytur, tekkeler kapatıldıktan sonra yine bir derviş olan

Feridun Nafiz Uzluk’la yıllarca mektuplaşır. Bu mektuplaşma-

ları inceleyen kitap, Osmanlı’nın son dönem manevî elçilerini

ve yaşadıklarını yine onların ağzıyla anlatıyor. Bu mektuplar bir

yandan Şeyh Efendi’nin Mevleviliğin eski günlerini yâd ediyor,

bir yandan da tekke mensuplarının sıkı takibata uğradığı o yıl-

larda aktif-siyasi bir direniş göstermek yerine dervişliği nasıl

sürdürebileceklerini tartışarak yine Türkiye’nin yakın tarihine

bir başka cepheden bakma fırsatı sunuyor.

Halife II. Abdülhamid’in Hac Siyaseti: 1890 yılında Doktor Şakir

Bey, İstanbul’dan bir gemiyle Mekke’ye doğru yola çıkar. Yolcu-

luğu boyunca uğradığı yerleri, gördüklerini en ince detaylarına

kadar not alır. Müspet ve menfi tüm yönleriyle haccı değerlen-

direcek verilere ulaşır. Hacı olup döndüğünde de Halife Abdül-

hamid bunları kendisine bir rapor olarak sunmasını ister. Bu

rapor II. Abdülhamid’in hac siyasetinin bir parçası olarak hıfzıs-

sıhanın esaslarını oluşturacaktır.

Page 37: OkurYazar Bahar 2012

35Okur Yazar | Bahar 17

Onu uzun, sohbetiyle bereketli bir sofranın ta öbür ucundan

dinlerken, neşeli, varlığın özünü insanın göğüs kafesinde ara-

yan, arzulu, müşfik, isyankâr, hayalperest sesinin şiirlerine

sakin bir uyumla eşlik ettiğini düşünüyordum. Yağmur, sığın-

dığımız cam küreyi inceden kırbaçlıyordu. Bir şairin sesiyle şii-

rinin genellikle pek örtüşmediğini bildiğimden belki, o mucizevi

‘ses-şiir’ ahengine şaşırmıştım. Hikâyesini

omuzlarında taşıyan şiirler, sesinin yumuşak

tınısıyla nasıl da kendiliğinden coşarak akıp

gidiyordu aramızdan. Hemen yanımda otu-

ran dostum Semih’e “Sesi şiiri olmuş ya da

şiiri sesi olmuş, ne kadar benziyorlar birbirle-

rine, müthiş değil mi?” dediğimi hatırlıyorum.

‘Yoksulların ve Şairlerin Kitabı’nı paylaşmak için dostlarını da-

vet ettiği kahvaltı sofrasında, onu öyle biraz mahcup bir edayla

şiir okurken hatırlamak hoşuma gidiyor bunları yazarken.

Cahit Koytak’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan son kitabı

“Cazın Irmakları”ndaki (Timaş Yayınları) mısralara, hayatın caz

ritmiyle eşlik etmek, ruhumun kuytusundaki ‘ölü duyguları’ di-

riltti. Meğer ne çok ihmal etmişim iç seslerle çoğalan müziğin

şiirde gizlenen, onun hakikatiyle çoğalan manasını. Miles Da-

vis, otobiyografisinde, “Müziği bu şekilde duymam Tanrı’nın bir

armağanıdır. Nereden geldiğini bilmiyor, sorgulamak istemiyo-

rum. Zaman bir vuruş şaşmışsa hemen duyarım bunu. Doğuş-

tan böyleyim. Tempo bozulmuşsa çalmam, çalamam.” diyordu.

Koytak’ın bu kitabında da öncekilerde olduğu gibi şiirindeki bi-

linçli vuruşların yankısını hissediyorsunuz.

Cazın Irmakları, farklı okumalara, algılara açık bir kitap. İnsan

atlasındaki duyguların, cevapsız soruların, hakiki kırılmala-

rın, hayallerin müzikle köpük köpük kabarmasını izleyebilirsi-

niz. Başka bir gün kitabı benim gibi rastgele bir yerinden açıp,

blues’un ermişlerine, yoksullara, yoksunlara, aşka çare ara-

yanlara, kimsesiz kuşlara, kaybolmuşlara yazılmış ağıtlar gibi

okuyup onlarla ‘bir’ olmanın hasretini giderebilirsiniz. Kim bilir

eğer cazla çoğalan hayatları sevmişseniz, yağmur tıpırtısına

parmaklarınızla tempo tutarak eşlik ettiğiniz alaca saatlerde,

Charlie Parker’ı, Charlie Mingus’ı, Miles Davis’ı, Duke Ellington’ı,

Nat King Cole’u, merhametli şairi gibi ‘Caz ve Dua’yla anmak is-

tersiniz: “Kimi delilerine, kimi dervişlerine göre, caz,/Yerle gök

arasında akan/Ve çağıltısıyla,/Burada, yerde yaşadıklarını,/

Tattıklarını, çektiklerini,/Sevdiklerini, yerdiklerini/Sözle, sazla,

niyazla duyuramayanların/Yürek vuruşlarını,/O dayanılmaz

uğultuyu,/Bir jam session/Ve toplu doğaçlama halinde/Cen-

nettekilere hüzün, /Cehennemdekilere teselli veren/Ezgilere,

zikirlere çeviren/Büyük ırmağın,/Büyük dua ırmağın adıdır/.

Cazın Irmakları’ndan süzülüp hayata dokunan şiirlerin, Tanrı’nın

‘büyük şiirindeki’ melodilerle, resimlerle, inançla, dünyanın bü-

yük boşluğuyla, kaosla, merhametle, yüzlerimize yansıyan ke-

derle buluşmasını izlemek, insanın özünde saklı olan sevme

ihtimalini, umudunu nasıl da cömertçe genişletebiliyormuş

meğer. Cazın rengini, nefesini, zamanını, tadını mısralarının

ezgileriyle buluşturarak hissiyatımızı kanatlandıran

ozan, daha kitabın başındaki ‘İlk Vuruşlarıyla’ müzi-

ğin şiirdeki karşılığını fısıldıyordu: “İnsan müzik için

yaratılmıştır/ve dünyadaki tüm sesler,/tüm susuş-

lar insan kulağı için.../.

Cahit Koytak’ın mitolojiden, tarihten, edebiyattan,

felsefeden, roman sanatından, müzikten, kadim masallardan,

kimi zaman siyasetten, metafizikten ama en çok da hayatın en

hakiki, en kabuklaşmış halinden beslenen şiir dünyasını, tam

da o dizede görünen ‘suskunluk’ için seviyorum ben. ‘Sesleri

ve suskunluğu’, kulağı hassas bir müzisyen, yazmaktan usan-

mayan dirayetli bir romancı, taşları elleriyle yontan çilekeş bir

heykeltıraş, usulca lirini çalıp susan çileli bir ozan gibi buluş-

turabildiğinde, şiirinin güçlü damarıyla kabaran ırmaklarında

akabiliyorum. Orada kimi zaman durmayı, durduğum yerde

yosunlu kayalara tutunarak topladığım taşları iç ceplerimde

biriktirmeyi, ‘iki taşın birbirine sürtünmesinden çıkan swing

sesini’, onları kelimelerimi paylaştıklarımın derin kuyusuna

atabilmenin hazzını yaşıyorum her defasında.

Cahit Koytak, bana göre cesaretin, vicdanın ve maneviyatımı-

zın, mütevazı, zarif, güçlü, biricik sesidir. Biliyorum bunu, onun

şiiri gibi bilincimin, soluğumun içinden, kelime kıymığının en

derine battığı yerden biliyorum: Çünkü bir şair/- Sanırım, caz

sanatçısı da öyle -/En iyi olduğu işte, şiirde, müzikte,/En iyi ol-

duğu çağda bile/Kendini,/Bir bahçe, bir ağaç,/Hatta bir masa

kadar bile/Olmuş bitmiş,/Tamamlanmamış hissedemiyor;/

Bunu da kendimden biliyorum.

Caz gibi akıyor şiirESRA YALAZAN / Zaman

35OOOOOOOOOOOOkOkOkOkOkuOkukuOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOkuOOOOkkuOOOOOOOOOOOOO uOkuk rrr Yr YYr YYYYr Yaaaazaaaaaaaaarrrr rrrrrrrrrr |||||||||||| BahBahBahBahBahBahBahBahBahBaBahBahBahBahBahBaahBahBB ar ararar ararararaarar ar aar a 1711111111111111

arrrre ara-

ğıttttlaar gibi

KKKKimm bilir

ıpıpıpıppırırrtttttıtt sına

aaaaataaa lerde,

llinggton’ı,

nmak is-

Yerle gök

dıklaarını,/

le, ssazla,

yanılmaz

nde//Cen-

/Ezggilere,

dıdıır/.

kakakakakakakakadadadadadadadadadad r rr rrr rr bbbbibbbbbb leeeeeee/O/O/OOlmlmlmlmuşuşuşuşuuşuşuşuuşuşuuuu bbittttttttttmimimimimimiimimiiimimiş,ş,ş,ş,ş,ş,ş,ş,şşş,şşşş,ş,/T/T/TT/TTT/TTTT/TTTT/TT// aaamaaaaaaaaaaaa amamamamammmmammammmammlalaaalaalalaaaalaalalaaanmnmnnnnnnnnmamamama ış hhhhhhhhhhhhhhhisisisisisisisisisisssssi seseseseseseseseedeeeemimmmmmmm yooor;r;r;r;/////////////////

BuBBBBBBB nuuuuuu dddddddddda aaaaaaaaaaaaaaaa kekekekekeekekk ndimdeeeennnnnnnnn bibbbbbbbbbbbbbbbbbb liyoyoyoyoyoyoyoyoy rururuuuuururuuuuuurum.mm.m.m.m.mm.

“İnsan müzik için yaratılmıştır ve dünyadaki tüm

sesler, tüm susuşlar insan kulağı için...

ED

EB

İYA

T

Page 38: OkurYazar Bahar 2012

36 Okur Yazar | Bahar 17

Halide Nusret Zorlutunaya da ”kadın yazarların annesi”…

ED

EB

İYA

T

1901’de İstanbul’da dünyaya geldi, İstanbul Üniversitesi,

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi ve 1924’ten iti-

baren yurdun çeşitli yerlerindeki “küçük dostlarına” ilim,

irfan taşıdı, öğretmenlik yaptı… Kurtuluş Savaşı yıllarının etki-

si ve heyecanıyla Milli Edebiyat dairesinde eserler verdi. Kadın

duyarlığını, inceliğini bilhassa şiirlerinde olmak üzere, hemen

tüm eserlerinde önemli bir unsur olarak işledi… On beş yaşla-

rında başladığı yazım serüvenini, edebiyat ve kültür dünyasına

birbirinden değerli eserler bırakarak 1984’te noktaladı…

Edebiyatımızın “ışıksız bir devrinden” elinde meşale ile geçti

Halide Nusret Hanım… Gelecek nesillerin aydınlanması için bir

ışık tuttu… Fakat bugün, “küçük dostları” çok satanların ışıltı-

sı arasında onu seçmekte epey zorlanıyor… Bu noktadan yola

çıkarak, Halide Nusret Hanım’ı, haiz olduğu edebi değer anla-

mında hakkıyla konumlandırmış değerli yazarımız Selim İleri ile

konuştuk…

Halide Nusret Zorlutuna eserleriyle ilk karşılaşmanız nasıl oldu?

Selim İleri: Halide Nusret Hanım’ın eserlerini bir tesadüf sonucu

tanıdım. 60’ların sonu olması lâzım. Cağaloğlu’nda, ne alırsan

1 liraya diye kaldırıma düşmüş kitaplar arasında onun Gül’ün

Babası Kim adlı romanı elime geçti. Kapağı, 40’lı yılların at-

mosferini taşıyan bir kitaptı. Halide Nusret Zorlutuna’nın kim-

liğini, Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü’nden

okudum ve hemen arkasından o romanı okumaya başladım.

Gül’ün Babası Kim, bana çok şaşırtıcı geldi. Çünkü bizim ede-

biyatımızın, bence hem üslup olarak hem de sosyal endişeleri

açısından çok önemli bir romanıydı. “Babasız çocuk” yani bu-

gün gayet kaba bir şekilde tabir ettiğimizde “piç” sorunu üzeri-

ne yazılmış olan bir eserdi ve son derece insani açıdan kaleme

alınmıştı. Hatta -devrin bugünkü moda tabiriyle- feminist de-

nebilecek bir romanıydı. Ondan sonra Halide Nusret Hanım’ın

başka kitaplarına ulaşmaya çalıştım. Fakat o dönemde Halide

Nusret Hanım hayatta olmasına rağmen hiçbir kitabına ulaşa-

madım. Bizim edebiyatımızda bu anlamda ne yazık ki, “hakkı

yenmişler ordusu” diyebileceğim kadar kalabalık yazarlar var-

dır. Halide Nusret Hanım da çok uzun yıllar o şekilde kalmış bir

yazarımız. Tabii onun önemli bir şair olduğunu, bazı şiirlerinin

belli bir dönem içerisinde insanlar üzerinde, bilhassa savaş

yıllarında çok şiddetli bir etki bıraktığını bilen biliyordu... Ama

genel olarak bilinmeyen bir yazardı.

Halide Nusret Hanım’ı tanıyamadım hiçbir şekilde, ama kızıyla,

değerli Emine Işınsu’yla bir dostluğum oldu ve annesi hakkında

bazı anılarını dinledim Emine Hanım’dan. Sonraları, bütün ki-

taplarını okuma imkanım da oldu. Baktığınız zaman, hem şair

Halide Nusret var, hem anı yazarı Halide Nusret var, hem de

bence gizli kalmış olan bir romancı Halide Nusret var. Gençlik

döneminde yazmış olduğu kitapları o yıllarda yazılmış olan di-

ğer kitaplarla kıyaslayacak olursak, tekrar vurgulayayım; hem

üslup açısından, hem de içerik açısından çok önde gelmesi ge-

reken bir yazar. Sanıyorum ki, son yıllarda bazı yayınevlerinin

gayretiyle ki Timaş Yayınları da zannediyorum bunlardan birisi

olarak anılması gereken bir yayınevi, bugünün okurlarıyla bir

bağ kurmasına biraz daha imkân sağlandı. Cumhuriyet döne-

mine Osmanlı’dan bir köprü kurarak gelmiş olan, hiçbir şekilde

geçmişi inkâr etmek değil, tam tersine; geçmişle cumhuriyet

arasında bir gönül bağı olduğunu en iyi alımlamış olan yazarla-

rımızdan birisi Halide Nusret. Anıları da bu çerçevede okunursa

çok önemlidir. Bilhassa öğretmenlik anılarını anlattığı Benim

Küçük Dostlarım, üzerinde çok ciddiyetle durulması gereken bir

eserdir; yolun başında, genç bir cumhuriyetin, idealist öğretme-

ni olarak öğrencileriyle kurduğu ilişki ve o devrin ruhunu, duyuş,

anlayışını yansıtması açısından çok önemli bir kitaptır.

Benim Küçük Dostlarım’ın Milli Eğitim tarafından 100 Temel Eser kapsamına alınmış olması sanıyoruz bu önemin farkında olmak anlamını taşıyor… Peki, bu eser bağlamında, Halide Nusret Hanım’ın tüm eserleriyle bil-hassa öğrencilere okutulması konusunda ne düşünü-yorsunuz?

Milli Eğitim’in bu tespiti yerinde bir seçim, bunu tartışmak bile

Page 39: OkurYazar Bahar 2012

37Okur Yazar | Bahar 17

gereksiz diye düşünüyorum. Yüz Temel Eser içerisinde birçok

şeyin doğru tespit edildiği kanısındayım. Fikir ayrılığı olan ki-

taplar da var, olmaması gerektiğine inandığım kitaplar da var,

ama çoğunluk olarak baktığımızda çok doğru saptanmış. Be-

nim Küçük Dostlarım da tabii bu açıdan hakikaten çok önemli.

Yalnız bu kitaplar okunuyor mu ve yeni nesiller üzerinde, yeni

kuşaklar üzerinde bir ruh aydınlığı yaratıyor mu ondan şüphe-

liyim. Hep iyi niyetle yola çıkılıyor, birtakım listeler oluşturulu-

yor, fakat sonra bakıyorsunuz, bu kitaplar listenin içerisinde bir

kitap olarak kalıyor. Bence bütün o dönemin, hatta bugünün

de bazı yazarlarının- başka türlü gündemde tutulması gere-

kiyor. Şimdilerde edebiyatımız sadece 5-10 kişinin çok satanlar

listesinde yer alışından ibaret hale geldi. Halide Nusret Hanım

gibi bir değerin de o gürültü patırtı içerisinde ne kadar karşılığı

olabiliyor, bilmiyorum, ama karşılığının muhakkak olması ge-

rektiğini ısrarla vurgulamak isterim.

Günümüz okurlarını baz alarak düşündüğümüzde, dil ve üslup açısından Halide Nusret eserleri herhangi bir anlaşılmazlık teşkil eder mi? Özellikle o dönemdeki millileşme kavramını göz önün-de bulundurduğumuz vakit, okur ‘bugün’ ile bir bağ kurabilir mi?

Halide Nusret Hanım’ın dilinin an-

laşılmaz olduğunu katiyen düşün-

müyorum. Kendisi sade Türkçeye ilk yol alanlardan birisidir,

bilhassa şiirlerine baktığınız vakit, son derece duru bir Türkçe

ile yazılmış şiirler olduğunu görürsünüz. Bu şiirlerin bir başka

özelliği, -o dönemdeki diğer tüm şairler, yazarlar, ressamlar

v.s’de olduğu gibi- çok yüksek bir memleket duygusu içeriyor

olmasıdır…

Halide Nusret Hanım da memleket coğrafyası üzerine çok

güzel şiirler yazmıştır, bu tarz şiirler çoğu kez hamasi olma-

ya yazgılıdır. Mesela Urfa’da yaz gecelerini anlatan -şimdi tam

adını hatırlayamadığım- çok güzel bir şiiri vardır. Aradan bunca

yıl geçmiş, birçok şey değişmiş olmasına rağmen, Urfa’ya gitti-

ğiniz vakit, Halide Nusret Hanım’ın yakaladığı ruhun değişme-

miş olduğunu hemen hissedersiniz. Bunun gibi diğer memleket

şiirlerinde de aynı şeyi görürsünüz. Dil bakımından belki aşırı

bir Öz Türkçe değildir, ama hep kullandığımız, konuşa geldi-

ğimiz Öz Türkçenin, has Türkçenin varlığını hissedersiniz. Ro-

manları ve anı kitapları konusunda da aynı kanıdayım. Dil ola-

rak, anlatım olarak belki son yıllarda yazdığı kitaplarda yaşın

getirdiği bazı yorgunluklar olabilir, ama daha önceki eserlerine

baktığınız vakit, özellikle Gül’ün Babası Kim, Beyaz Selvi, Sisli

Geceler gibi eserlerine baktığınız vakit, canlı bir Türkçe karşı-

lar sizi. Mesela Sisli Geceler bu anlamda şiirsel anlatımı olan

bir romandır. Bizim edebiyatımızda da ruh fırtınası açısından

baktığınız vakit, psikolojik derinliklere inmiş bir kitaptır. Ama

dediğim gibi bütün bunların Türkiye’de okunabilmesi ve kitlele-

re benimsetilebilmesi için yeni ruh lazım. O ruh halihazırda yok,

ama Halide Nusret Hanım’ın eserlerinin yeniden yayınlanması

belki o ruhu da getirecektir…

Gerek ilk ve ortaöğretimde gerekse Edebiyat Fakültele-rinde, Halide Nusret’e ve eserlerine çoğu zaman sadece değinilmekle yetinildiğini görüyoruz. Bunun nedenini o dönem edebiyatının veya siyasetinin bir getirisi olarak mı görmek gerekir?

Sanıyorum bunda etkili faktör şu… Halide Nusret Hanım’ın o

dönemde bir siyasetin içine oturtulmuş gibi olduğunu görüyo-

ruz. Kendisinin öyle bir tarafı olduğunu pek düşünmüyorum,

eserlerinde de olmadığını görüyoruz zaten. Ama bizde daima,

yazarın düşüncelerini ille birtakım sürülerin veya kampların

içerisine oturtmak hastalığı vardır. Bu konuda gerek sağda

gerek solda birçok yazarımızı ne yazık ki zayi ediyoruz, kaybe-

diyoruz. Halide Nusret’in de -belki son yıllarda baktığınız va-

kit- siyasi iktidarların önem verdiği, fakat onlara karşı muhalif

okurların o siyasi iktidar önem veriyor diye görmezden gelin-

diği söylenebilir. Bu, uzun süren bir hastalığımızdır bizim, çok

uzun yıllardan beri süregelen bir hastalığımız… Bu hastalığın,

iki binlerin artık onuncu yılları bitmekteyken sürüyor olmasını

çok yanlış buluyorum. Bir yaza-

rı elbette kendi düşünceleri

içinde kabul etmemiz ve

o düşüncelere -biz öyle

düşünmesek bile- saygı

duymamız gerektiği ka-

nısındayım. Buna karşı-

lık yazarı düşüncesinden

veya duruşundan ötürü

görmezden gelmek de bir

hastalık diye düşünüyorum. O

anlamda Halide Nusret

Hanım’ın yadsındığı, bir

inkar ya da görmezden

gelişle baş başa bı-

rakıldığı bir dönem

olmuştur. Ama

dileyelim ki ar-

tık bundan sonra

öyle bir şey ol-

masın…

Page 40: OkurYazar Bahar 2012

38 Okur Yazar | Bahar 17

En SonNe ZamanHuzur Duydunuz?

İstanbul’da bulunan Karagümrük Cerrahi Âsitanesi, Osmanlı’nın son zamanlarında, birçok önemli zâtın hayatını değiştiren olaylara tanıklık etmiştir. Ama bu tanıklıklar genelde sözlü kültür içinde kalmış, dilden dile nakledilmiş ve çoğunlukla sıradan okura kapalı kalmıştır. M. Fatih Çıtlak, Huzur Defteri’nde, bizi bu dergâh ve çevresinde yaşananlara götürüyor, Safer Efendi’nin huzurunda tuttuğu notları ve dinlediği sohbetleri bizimle paylaşıyor.

Huzur Defteri’ne irfanî güzelliklerimizin

kaynakları ve abide şahsiyetlerin ha-

tıraları eşlik ediyor. Hz. Pîr Nûreddîn-i

Cerrâhî ve halifeleri; Şeyh Fahreddîn

Efendi, Celal Ökten Hocaefendi, Gönenli

Mehmed Efendi, İskilipli Atıf Efendi, Ney-

zen Tevfik, Hüseyin Sîret, dönemin padi-

şahları ve meşhur birçok zât…

SU

İstanbul’da KaragümrüÂsitanesi, Ozamanlarınzâtın hayatolaylara tanbu tanıklıklakültür içindedile nakledilsıradan okuM. Fatih ÇıtDefteri’nde,ve çevresindgötürüyor, Shuzurunda dinlediği sohpaylaşıyor.

Huzur Defteri’n

Kitap, huzur yolunda ilerlemek isteyen

okura, bu yolun hem güzelliklerini hem

de talep ettiği bedelleri hatırlatıyor. Gü-

zel ahlak nasıldır, vefa nedir, nefs nasıl

arınır, kalp nasıl aydınlanır… Tüm bunları

bu çok önemli üstatların hayatlarından

süzerek huzurumuza taşıyor.

Kitapta bulunan hatıraları okudukça,

medeniyetimizin birçok unsuru, Osmanlı

mahalle hayatı, Osmanlı insanı, tekke-

lerin toplum içindeki fonksiyonları gibi

birçok önemli konuda yepyeni bilgiler

ediniyoruz. Şeyh olarak nitelendirdiğimiz

bir kişi nasıl yetişiyormuş, nasıl eğitiliyor

ve aile hayatını nasıl kuruyormuş, çocuk-

luk döneminden yetişkinliğe kadar uza-

nan hayat safhalarını nasıl yaşıyormuş,

rüya tabirinin derinliklerinden güncel

hadiselere bakış nasıl şekilleniyormuş…

Cumhuriyetin ilk zamanlarında tekke-

lerin kapatılması beraberinde neler ge-

tirmiş, toplumda ve tekke hayatında ne

gibi değişikliklere yol açmış, bugün bize

inanılmaz gibi gelen fakat yaşanmış bu

zorluklar nasıl aşılmış… İşte bunların

hepsini bu kitapta bulmak mümkün.

Huzur Defteri sadece tasavvuf okuru-

nun ilgisini çekecek bir kitap değil, aynı

zamanda yakın tarih meraklılarının, kül-

tür tarihine ilgi duyanların da ilgisini çe-

kecek bilgilerle dolu.

Page 41: OkurYazar Bahar 2012

Tasavvuf, insan ruhunun tüm sır-

larını, gizli kalmış yanlarını çok iyi

anlayıp tahlil eden bir ilimdir. Tek

ve hakiki maksûd olan Allahu Teâlâ’ya

vâsıl olmak için insanlığın önüne birçok

yol, birçok alternatif sunulması insan-

ların mizaç ve meşreplerinin çokluğu ve

çeşitliliği sebebiyledir. Yollar sayısızdır

ama hepsi aynı menzilde birleşir. Gayesi,

“aşk üzerine yaratılan Hz. İnsanı” Yaratı-

cısına sâlimen ulaştırmak olan bu nurlu

yollarda yürümek gelişi güzel hamlelerle

değil; âdab, erkân ve usûllerle mümkün-

dür. Sonu olan insanın sonsuzluğa yani

fenadan bekaya bu sıçrayışının yol hari-

tasını sunan tasavvuf, Allah’ın kalbimize

koyduğu özü yakalayıp geliştirmek için

vardır. Hiç şüphesiz insana ait hiçbir şey

cetvelle ölçülür gibi düz bir çizgi halinde

ilerlemiyor. İnsanın kendini tanıma, ta-

nımlama ve tanımlandırma serüvenin-

de inişleri ve çıkışları hiç eksik olmuyor.

Cemil Meriç’in “dergi, hür tefekkürün

kalesi” sözünü hakikate uzanan yolda

bayrak yapan Keşkül dergisi 2004 yılı

Haziranın’dan bu yana, tam 21 sayıdır

adına yaraşır bir şekilde kalbimizin ihti-

yaç duyduğu çeyizleri sunuyor.

Seyyah dervişlerin, yiyecek ve içecek-

lerini saklamak için omuzlarına asarak

taşıdıkları kâse anlamına gelen Keşkül,

varolagelmiş hiçbir tasavvuf ve irfan

mektebine yüz çevirmeden, her türlü

meşrebi içinde cem ederek düşünceyi

karanlıktan, eylemi eğrilikten, ruhu şah-

siyetsizlikten kurtaracak hakikate davet

ediyor. Batı’dan Orta Asya’ya, Sema’dan

Hacc’a, Kadın’dan Hz. İnsan’a, Savaş’tan

Hayat’a ve Su’ya, Mevleviyye’den

Kâdiriyye ve Nakşibendiyye’ye birçok

konu başlığını insan ruhunun öz bahçe-

sine sunan Keşkül, bu bahçenin toprağı-

na hakikat tohumları eken Abdülkâdir-î

Geylanî, İbnü’l-Arabî, Hz. Mevlânâ, Hacı

Bayram-ı Velî, Akşemseddin-i Velî,

Necmeddîn-i Kübrâ, Hâlid-i Bağdâdî,

Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddin gibi is-

mini buraya yazmakla bitiremeyeceği-

miz zevât-ı kirâmın genişliği ve derinliği

önünde eğildiğimiz fikirlerine kapı aralı-

yor.

M. Fatih Çıtlak’in yayın yönetmenliğinde

üç ayda bir hazırlanan Keşkül dergisinin

danışma kurulunda Hasan Kâmil Yılmaz,

Baha Tanman, Mahmud Erol Kılıç, Mus-

tafa Kara, Ö. Tuğrul İnançer, Ümit Meriç,

Zeynep Uluant gibi makaleleriyle dergi-

ye zenginlik katan birbirinden kıymetli

isimler bulunuyor. Tasavvuf kültürünü

ülkemizde en iyi bilen ve yorumlayan Sü-

leyman Uludağ, Emin Işık, Ekrem Demirli,

Hüseyin Kutlu ve Bilal Kemikli gibi seç-

kin kalem erbablarının yer aldığı dergi,

şık tasarımı ve görsel zenginliği ile ruh

dünyanızı 128 parçaya ayırıyor; yakıyor,

gözyaşlarınızla serinletiyor, onarıyor, to-

parlıyor ve halinizi bir fragman gibi sey-

retmenize imkan veriyor.

Evet, insanın görevi her şeyden önce

yaşayan bir ölüden farksız olduğunu an-

lamak ve Allah’ın varlığıyla var olmadan

yaşamadığını idrak etmek olsa gerek.

Allah’la insan arasında var olan inanç,

bu ödevi anlamadaki en temel vasıta.

Bu vasıtanın cismani hâli ise Kur’an ve

Efendimiz Muhammed Mustafa’dır(sav).

Bu kutlu yola çıkmaya niyetli her insanın

ilâhî çağrının hikmetlerini, işaretlerini ve

izlerini görebilmesi için tasavvuf derya-

sına kendisini bırakması yeterli olacaktır.

Üç ayda bir yayınlanarak ruhlarımıza ko-

nuk olan Keşkül dergisi, görmek ve anla-

mak isteyen, yola revan olan okurlara bu

yitik hazineden eşsiz kesitler sunuyor.

Okuyacağınız her sayı sadra şifa olacak

vesselam.

Dervişin yitik çeyizi...

Keşkül dergisi, 21. sayısında, XVII. yüzyılda yaşayan, tasavvuf tarihinin en renkli ve en önemli simalarından biri olan Halveti pirlerinden Niyâzî-i Mısrî ’yi dosya konusu olarak sunuyor. Dr. Mustafa Tatçı, Sadık Yalsızuçanlar, M. Safiyüddîn Erhan, Prof. Dr. Bilal Kemikli, Prof. Dr. Kenan Erdoğan gibi yetkin yazarların kaleme aldığı makaleler Keşkül’ün yeni sayısında…

39Okur Yazar | Bahar 17

H. SALİH ZENGİN

SU

Page 42: OkurYazar Bahar 2012

Esmâü’l-Hüsnâ… Günlük ha-yatımızda pek sık duyduğu-muz, en bilindik dua mecmu-

alarından tutun da idraki çatırdatan tasavvufî eserlere kadar birçok dinî eserde rastladığımız o En Güzel İsimler… Onların işaret ettiği mana, yegâne mana, hakiki mana nedir?

İnsana kâinatın gözbebeği denmiş.

Bütün ilâhî isimleri içeren, Allah ismine

yegâne mazhar olduğu için yaratılmış-

ların en şereflisi olan Hz. İnsan’ı kuru

bilgi olarak değil, müşahede ederek

bilenler, yani kâmiller, “Bil, Bul, Ol” diye

özetlemişler insanın manevi macerası-

nı. Peki, neyi bilecek, neyi bulacak ve ne

olacak insan?

Yaradan’ı bilecek. O’nu bilme sürecinde

evvelâ kendi acziyetini, yani ‘haddini’

bilecek. Peki, gündelik yaşadığımız ha-

yatların dağdağasında bu süreç nasıl

başlayacak? Ağızlarımıza pelesenk ol-

muş, fakat oradan rastgele kelimeler-

miş gibi tefekkürsüz, şuursuz, hissiz

çıkarttığımız, bu yüzden de gırtlağımız-

dan aşağı inmeyen, kalbi titretmeyen,

böylece davranışlarımızda ve dolayı-

sıyla mâneviyat âlemimizde bir dönü-

şüme dönüşemeyen, ama Âdem’i me-

leklerin secdesine lâyık eyleyip Efendiler

Efendisi’nin teşrifiyle varlık âlemindeki

zuhurları kemâle eren Esmâ-i Hüsnâ’yı

tek tek okuyup, satır satır düşünüp, cid-

di bir hayat programı dâhilinde günlük

hayatımızın her bir teferruatına hâkim

kılarak bilecek. Bildikten sonra kapasi-

tesi elveriyorsa her bir zerrede O’nu bu-

lacak, sonra arayanın da arananın da ve

dahi arayışın da O olduğunu görür hâle

gelince olacak…

Günümüzün tasavvuf üstatlarından

muhterem Tosun Bayrak Beyefendi’nin

yılların birikimiyle derlediği, yine kendi

gönül ikliminden satırlara aksettirdiği

irfan incileri sayesinde Allah Teâlâ’nın

güzel isimlerini günümüzün şartlarında

anlayıp uygulamak daha kolay bir hâle

geliyor. Her bir esmanın şerhinde o es-

maya kemâl seviyede mazhar olmuş

olan kulun hâli anlatılarak günümüz in-

sanının onulmaz dertlerine kalıcı şifalar

bulmak mümkün olduğunca somut bir

hâle getiriliyor. Günümüzün argüman-

ları ve malzemeleriyle düşünüp söyle-

yen ve yazan bir üstat tarafından kale-

me alınmış olmasının yanı sıra bu esma

şerhini hususi kılan diğer bir özellik, ilâhî

isimleri tek başlarına anlayamayacak

olduğumuz hakikatinin, Efendimiz’in

kitabın ikinci bölümünde verilen 201 is-

miyle ve gayet ârifane bir incelikle zım-

nen, “Şayet yaratılıştan maksat olan

hakiki Abdullah’ı, yani Efendimiz’i(sav)

öncelikle bilip bulamazsan, bil ki Hakk’ın

esmaları sana bir şey söylemeyecek-

tir!” denerek hatırlatılmasıdır. Çünkü

her bulan, Bâb-ı Muhammed’in eşiğine

yüzler, gözler sürerek bulmuş.

En Güzelİsimler O’nundur

TOSUN BAYRAK

» Kanlıca: Doğduğu semt (1926).

» Robert Kolej: Orta öğrenimini gör-düğü okul.

» 1940’lar: Bir süre mimarlık eğitimi alsa da ressam olmayı kafaya koyduğu yıllar…

» Şok Art: 60’lı yıllarda başını çektiği ve büyük ses getiren bir sanat akımı.

» Fairleigh Dickinson Üniversitesi (Amerika): 33 yıl sanat tarihi dersleri verdiği eğitim kurumu.

» Şeyh Muzaffer Ozak Efendi: 1974’te tanışmasıyla hayatını değiştiren zat.

» New York: Otuz yıldan beri, çoğu Amerikalı mühtedilerden oluşan takip-çilerine tasavvufi eğitim vermektedir.

ÖMER ÇOLAKOĞLU

rruatına hâkkkimmmmmmmmmmmmmmimimmmm

sonra kapasii-

errede O’nu bu-

arananın da ve

unu görür hâle

üstatlarından

k Beyefendi’nin

diği, yine kendi

ara aksettirdiği

Allah Teâlâ’nın

zün şartlarında TOSUN BAYRAK

40 Okur Yazar | Bahar 17

SU

Page 43: OkurYazar Bahar 2012

“Modernitenin katı rasyonalist, pozitivist, materyalist ve anti-tra-disyonel yapısı artık ciddi eleştiriler almaktadır ve tahtı sallanmaya baş-lanmıştır. Post-modern insan artık mana arayışına girmiş, kaybettiği anlam haritalarını yeniden arama-ya başlamıştır. Düşüncede, inançta, eylemde, hayatta, kısacası bütün beşerî sahalarda hep bir “anlam” arayışının, bir derine inme çabasının öne çıktığı gözlenmektedir. Modern insan için “Nasıl?” sorusu önemli iken post-modern insan için “Ne-den?” sorusu öncelikli olmaya baş-lamıştır.”

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’ın son kitabı

Tasavvufa Giriş’in önsözü böyle başlıyor.

Yazarın bu kısa paragrafla çizdiği çerçe-

ve oldukça geniş bir ufka işaret ediyor.

Bunda Mahmud Erol Kılıç’ın kadim bil-

gelikten beslenen bakışının etkisi bü-

yük şüphesiz. Zira hudutlarını tayin bile

edemeyeceğimiz tasavvuf ve İslam fel-

sefesi okyanuslarından, elimizdeki kaba

içebileceğimiz kadar su kolaylıkla doluyor

kitabı okurken.

Tasavvufa Giriş başlığı bir ilim disiplinine

akademik anlamda sistematik bir “giriş”i

çağrıştırsa da, bu kitabın, öylesi siste-

matik bir giriş olmadığını söylüyor yazar

ve ekliyor: “Belki öylesi giriş kitaplarına

bir ‘giriş’ olabilir. Buna tasavvuf düşün-

cesine giriş de denebilir.”

Kitap, yazarın daha çok İstanbul Ta-

rık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde

2002 - 2008 yılları arasında devam et-

miş olan “Bir Doktrin ve Kültür Olarak

Tasavvuf” derslerinde tutulan notlardan

ve bant çözümlerinden hazırlandı. “Soh-

bet havasında geçen bu derslerde gerek

doktrin gerekse pratik olarak kültür ve

medeniyet tarihimiz üzerinde derin izler

bırakan bir ‘Dünya Görüşü’ karşılaştır-

malı olarak ele alınmaya çalışıldı.” diye

anlatıyor Mahmud Erol Kılıç. Derslerin

içeriğini bilenler bilir; kıymeti ölçüleme-

yecek kadar yüksek bu toplantıların

hemen her ayında tarihî denebilecek

dakikalar yaşanmış, hiç unutulmayacak

ve belki bir daha tekrar edilmesi müm-

kün olmayacak cümleler kurulmuştu.

Dolayısıyla, bu mühim derslerin şimdi

bir kitapta toplanmış olması haberi tam

anlamıyla büyük bir müjde niteliğinde.

Bu işte emeği geçenler ise gerçekten

sonsuz teşekkürü hak ediyor.

Kitabın sonuna yaklaşırken, önemli bir

cümle kuruyor Mahmud Erol Kılıç: “Ta-

savvufun iddiası bize kaybettiğimizi

geri verme, unuttuğumuzu hatırlatma-

dır. Yeni şeyler öğretme değil.” Burası

önemli. Unutulanı hatırlatmak derdine

düşmüş kitaplardan biri olarak Tasavvu-

fa Giriş’in değeri buradan geliyor olma-

lı. Çünkü yeni şeyler öğrenmeden önce,

neyi unuttuğumuzu hatırlamak gereki-

yor.

» Tasavvuf niçin bir metoddur?

» Nasreddin Hoca neden haklıydı?

» Modern insan hangi yanlış soruları soruyor?

» Sufiler, “Ben yokum” demekle neyi kastettiler?

» Hakikat-i Muhammediye ne demek-tir?

» Allah insanı niçin çok sever?

» Tasavvufi bilginin kaynakları neler-dir?

» Tasavvuf niçin bir hikmet felsefesi-dir?

» Tasavvuf İslam sanatına nasıl kay-naklık etmiştir?

» Sufiler “gül, bülbül, Leyla…” derken aslında ne demek istemişlerdir?

» Suretten sirete geçmek ne demek-tir?

» Niçin önce Niyâzî-i Mısrî, sonra Yu-nus Emre okunur?

» İnsana ilâhî nefesin üflenmiş olma-sını nasıl anlamalıyız?

» Allah’ın isimlerinin insan ve âlem üzerindeki etkileri nelerdir?

» Aristo niçin tekke kaçkınıdır?

» Yeni bir perspektifle tanışmaya ha-zır mısınız?

TasavvufNedir?ESRA TÜRKAN

ul Ta-

zi’nde

m et-

Olarak

ardan

“Soh-

» Tasavvvuf niçin birr metodddur?r

N ddi H d h kl d ?

41Okur Yazar | Bahar 17

SU

Page 44: OkurYazar Bahar 2012

Tarih Bu Sefer Bambaşka Bir Şekilde Yazıldı

“Başlangıçta amacım geç Osmanlı İmparator-luğu ve modern Türkiye’nin panaromik bir

tarihini yazmaktı. Kronolojik olarak kitap, 1789’dan günümüze kadar olan dönemi

kapsayacaktı. Konu olarak da siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel ta-

rihi ele alacaktım.

Kültürel tarih araştırmalarım

sırasında fark-lı dönemlere ait

edebî eserleri oku-maya başlarken, bir

keşif yolumu aydınlattı. Osmanlı ve Türk edebiyat-

çıları, en azından yakın za-manlara kadar, genellikle kendi

dönemleri hakkında yazmışlar ve çevrelerindeki topluma bakışları

tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin bakışından çok daha zengindi.

Şu sonuca vardım ki, her bölümün sonuna farklı

yazarların dünyaları-nı keşfe çıkan kısa

d e n e m e l e r yerleştir-

mek, sadece kültürel üretim üzerinde değil; o bölüm boyunca tartışılan siyasal, sosyal ve ekonomik konular üzerinde de derinlemesi-ne düşünmeyi sağlayacaktı. Bu denemeler akademik tarihçiliğin kronolojik yapılarına ve önermelere dayanan yorumlarına edebiyatın sembolik ve kinayeli dilinin ahenkli tınılarını ekleyecekti.”

ABD’li Osmanlı Tarihçisi Prof. Dr. Carter V.

Findley’in, 1789-2007 yılları arasındaki döneme

çok farklı açılardan bakan ve yeni paradigmalar

geliştiren kitabının 60’lı yıllardan günümüze ka-

dar uzanan yolculuğu işte böyle başladı.

Kitapta, “Romanı kurmak, en ince ayrıntıları-na dek tasarlanmış bir dünya ile yola çıkmak demek. Bu ayrıntıları ise ancak bağlı bulundu-ğumuz, içinde yaşadığımız hayattan derleye-biliriz.” diyen Findley’in bu sözlerinden de an-

laşılacağı üzere, ‘hayal gücü’nün modernleşme

süreciyle paralel bir ‘modernleşen’ Türk tarihiyle

karşı karşıya kalıyoruz. Osmanlı ve Türk ede-

biyatçılarının eserleriyle tarihin arka odalarına

girerek edebiyat-tarih ilişkisini en verimli haliyle

kullanan Carter V. Findley, Tanzimat dönemin-

den günümüze kadar süregiden bu “modernleş-

me” sancısını, yaşanılan sosyal, siyasal, ekono-

mik olayları ve bunların döneme ve Türk tarihine

etkilerini kronolojik bir sırayla yazarken, aslında

bir yandan da bize bizi anlatıyor.

Carter Findley, geç Osmanlı İmpara-

torluğu ve Türkiye tarihinin kronolojik

olarak 1789’dan günümüze kadar döne-

mini kapsayacak bir çalışmayı hedefle-

yerek yola çıktığı yeni kitabında, kronolojik

42 Okur Yazar | Bahar 17

TA

RİH

Page 45: OkurYazar Bahar 2012

tarihin yanı sıra kültürel tarihin zengin-

liklerini merkeze koyarak okurunu edebi-

yattan tarihe kadar uzanan bir düşünce

yolculuğuna çıkarıyor. Ana konusu siya-

sal, ekonomik, soysal ve kültürel tarih

olarak düşünülmüş kitap, bu verileri kul-

lanarak orijinal sonuçlar elde ediyor.

Önce geç Osmanlı İmparatorluğu, sonra

da Türkiye Cumhuriyeti’ne ev sahipliği

yapmış bir coğrafyada Türklük, Osman-

lılık, İslam, laiklik gibi kavramlar çeşitli

çerçevelerle sıklıkla tartışılagelmiş; “Tür-

kiye Cumhuriyeti bu imparatorluğun bir

devamı mı, yoksa köklerinden doğan

yeni bir devlet mi?” sorusu uzunca bir

süre gündemden düşmemiştir. Yusuf

Akçura’nın Üç Mesele’de dile getirdiği,

Ziya Gökalp’ın ‘Türkleşmek, İslamlaşmak,

Muasırlaşmak’ diye formülleştirdiği ve

Findley’in kaleminde de “İslam, Milliyetçi-

lik, Modernlik” şekline dönüşen bu üç te-

mel kavram; bu sefer pek alışık olmadığı-

mız bir yöntemle, ‘hayal gücü’ üzerinden

değerlendiriliyor.

Tanzimat’la başlayan modernleşme sü-

recinden Türkiye’nin son dönemlerine ka-

dar damgasını vuran temel mesele olan

“modern dünyada kendi yerini bulma” ça-

bası, çok-uluslu bir imparatorluğun mi-

rasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti’nde de

şüphesiz farklı şekillerde zuhur ediyor-

du. Bazıları dil ve milliyeti öne çıkarırken,

bazılarında İslami değerler ön plana çık-

mıştı. Olabildiğince objektif bir tarihyazı-

mı yapan Findley’in kaleminde ise bu, “bir

Türk modernitesi” olmaktan ziyade, bir-

çok modern Türk fenomenine dönüşüyor

ve bunlar ulusal ölçekten daha geniş bir

bağlama yerleştiriliyor.

Aralarında Namık Kemal’den Orhan

Pamuk’a, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan

Fatma Aliye’ye, Halide Edib Adıvar’dan

Adalet Ağaoğlu’ya kadar pek çok değer-

li ismin olduğu 10 Türk yazar ve eserleri

üzerinden Osmanlı ve Türk tarihi oldukça

başarılı bir şekilde yeniden yazılıyor.

Kısacası Modern Türkiye Tarihi birçok yö-

nüyle daha önce yapılmamış bir araştır-

ma olma özelliğini taşıyor.

“Kitabın konusunu ve yöntemini ken-di içimde çok tartıştım. Çeşitli başlan-gıç noktaları seçtim. Başlarken bunun sadece bir sentez kitabı olacağını dü-şünüyordum. Fakat araştırmalarımı derinleştirdikçe sentezle yetineme-yeceğimi anladım. Çünkü toplumsal tarihin niceliksel tarafı epeyce araş-tırılmış fakat niteliksel tarafı ihmal edilmişti; yani kaynak sorunu vardı. Bu yüzden kitabımda sentezler ol-makla birlikte birçok orijinal araştır-ma da var.” Carter V. Findley

“Türkiye’de oturanlar genelde laik ve muhafazakar kesimin çatışmasını görüyorlar. Yalnız çatışmalar olsaydı büyük ihtimalle 1918 yılından son-ra yeni bir Türk devleti çıkmayacaktı. Birbirlerinden hiçbir şey öğrenmemiş olsalardı Türkiye’nin geleceği parlak olmazdı. Türkiye tarihi büyük bir neh-rin akışı gibi oluşan bir şey. Yan kollar var.” Carter V. Findley

“Doğrusu ben tarih ve edebi-yat alanlarında düşünce üreten ve aynı zamanda okuma hazzı veren bu kitabı sevdim. Daha evvel Yale Üniversitesi’nde yayınlanan bu araş-tırma, sadece Türkiye’nin son iki yüz-yıllık geçmişini anlatmıyor çünkü. Gündelik gerçekliği ‘anlatıcı akılla’ şekillendiren hayal gücünün, edebiya-tın önemini de hatırlatıyor. Bunu pek önemseyen bir toplum için fevkalade önemli bir kazanç.” Esra Yalazan

“Findley’in bu son derece sıcak, ber-rak, engin bilgiye dayanan, günce-li yakalayan özgün kitabı Osmanlı Devleti’nin ve Türkiye’nin modernleş-meye yönelik olarak iki yüzyıldan beri attığı adımlara ilişkin eski basmakalıp anlatımlara başarıyla meydan okuyor ve bu dönüşüm sürecinde doğru bir İslam ve milliyetçilik tablosu ortaya koyuyor. Bu kitabın, Türk modernleş-me destanının bilinmeyen boyutları-nı kavramak isteyen herkes için çok kısa bir süre içinde vazgeçilmez bir başvuru kaynağı olacağına eminim.” Kemal H. Karpat

e edebreten ve

zzı veren vvel Yalebu araş-

n iki yüz-r çünkü. cı akılla’ edebiya-

Bunu pek fevkalade azan

ıcak, ber-n, günce-

Osmanlı odernleş-ıldan beri smakalıp

an okuyor doğru birsu ortrtaayaodernr leş---boyuttlaları-s için çok kilmez bir eminim ”

43Okur Yazar | Bahar 17

Page 46: OkurYazar Bahar 2012

Edebiyatın ince kollarıyla gerçeği tutup kaldırıyor

Erdoğan öykülerde öyle bir kıvam

tutturmuş ki haykırmıyor, ama

belli belirsiz mırıldanmıyor

da. Sadık Yalsızuçanlar’ın

belirttiği gibi “kale-

mini kamera gibi

kullanıyor.

Acının kutsal bir vahşiye dönüştüğü bir coğrafyanın yazgısını,

gerçekçi fotoğraflar pozlayarak anlamaya ve anlatmaya çalışı-

yor.”

Belki iddialı bir söz olacak ama kelimeleri hakiki anlamlarıyla

buluşturuyor. Sözcüklerin taraflar arasında bölüştürüldüğü,

özgürlük, barış, güvenlik gibi zamansız kavramların bir ezbere,

hatta simgeye dönüştürüldüğü bir iklimde ‘şey’leri yalın haliyle

anlatma, oyunlardan uzak kalma cesaretini gösteriyor. İki ateş

arasında sıkışıp kalan bir halkın yaşadıklarını en saf haliyle

Çocukların bir gecede büyümek zorunda kalmayacağı zamanlar ümidiyleNEVAL AKBIYIK

Edebiyatın ince kollarıyla gerçeği tutup kaldırıyor

Erdoğan öykülerde öyle bir kıvam

tutturmuş ki haykırmıyor, ama

belli belirsiz mırıldanmıyor

da. Sadık Yalsızuçanlar’ın

belirttiği gibi “kale-

mini kamera gibi

kullanıyor.

A

g

y

B

b

ö

h

a

a

Keje… Koca bir ülkenin batısında yaşayan çoğunluğun kulakları 90’lı yılların ikin-ci yarısında tanıştı bu isimle. Yavuz Turgul’un unutulmaz Eşkıya filminde acısını suskunluğuna gömen karakterin ismiydi Keje. Yabancılaştığımız bir coğrafyanın

isimlerinden bile uzaklaştırılmıştık.

Sivil inisiyatiflerin, edebiyat ve medya dünyasının aşina olduğu Emine Uçak Erdoğan’ın öykü kitabının başlığı da bu: Keje. Emine Uçak, bir yaz gecesi aniden patlayan silah sesle-riyle hayatları alt üst olan bir nesli anlatıyor; o gecenin dehşetiyle bir anda hayatları ikiye bölünen, arafta kalan, bir gecede büyümek zorunda kalan çocukları.

Xazallar, Nazeler, Ahmetler ve Esatlar önce özgürlüklerini, dağ bayır rahatça gezindikleri günlerin neşesini, sonra okullarını kaybediyorlar. Devamında evlerinin ateşe verildiğini görmeye, yurtsuz kalmaya kadar uzanıyor yoksunlukları. Büyükler onlara hiçbir şey söylemiyor, sadece kendi aralarında “dışardakiler” dedikleri birilerinden bahsediyorlar. Çocuklarsa olup bitene akıl sır erdiremiyor.

44 Okur Yazar | Bahar 17

ED

EB

İYA

T

Page 47: OkurYazar Bahar 2012

anlatmayı önemsiyor. Şiddeti yalın biçimde şiddet olarak res-

mediyor, fiilin neşet ettiği kaynağın kimliğine göre terazisinin

ayarlarını bozup kurmuyor. Evet, bir edebiyat metniyle karşı

karşıyayız, bunun farkında olarak konuşmalıyız, ama her bir

öykünün okura hissettirdiği en belirgin duygu; gerçeklik, yalınlık

ve edebiyatın ince kollarıyla adaletli davranmaya çalışan bir ya-

zarın metniyle karşılaşmanın verdiği ferahlık.

İnsanoğlunun değişmeyen acısı

Yedi öyküden oluşan kitapta bir gece baskınından sonra hayat-

ları değişen yedi çocuğun hikâyesini okuyoruz. Keje, hikâyesini

kendi ağzından anlatan çocuklardan hiçbirinin adı değil aslında.

Belli ki Emine Uçak, “bu öykülerde zamana ve mekâna özellikle

yer verilmedi. Yaşananlar bu kadar benzerken, yerin ve yurdun

bir önemi yok çünkü” derken biraz da bunu kastediyor. Kürt-

lerin, küçük kız çocuklarını severken kullandıkları bu kelimeyle,

sadece kahramanlarının değil, bütün çocukların çocuk olduğu-

nu, huzurlu ve şiddetsiz bir ortamda büyümeye duyduklara ih-

tiyacı vurguluyor.

Yaşananlar gerçekten de zamansız. Kitabı okuduğum günler-

de bir gazetede Dersim’in canlı tanıklarından 87 yaşındaki Efo

Bozkurt’un yaşadıklarına rastladım. Efo Dede’nin anlattıkları

ile bütün gün “aha böyle dili iki karış dışarıya çıkana kadar çalı-

şıp duran” bizim küçümen Xayro’nun (s.111) baskın gecesi yaşa-

dıkları ne kadar da benzerdi. Failler ve taraflar değişse de aynı

acımasızlık, aynı kör şiddet, aynı korku ve koca bir baskından

güya “kurtulduktan” sonra yaşanan aynı anlamsızlık duygusu…

Kurbanlar değişse de insanoğlunun yaşadığı acılar hep aynı.

Kendi taşramıza yabancılaşma-mız

Emine Uçak, kurduğu atmosferle, kendi

taşramıza ne kadar yabancılaştığımızı

da hissettiriyor. Kasaba hayatının gün-

delik telaşları, bir şenliğe dönüştürülen

kış hazırlıkları, bulgur öğütmek için

düzenlenen dibek geceleri, bağlarda

ve bahçelerde özgürce dolaşmak

gibi ayrıntılar, artık unuttuğumuz

huzurlu bir bahçenin havasını su-

nuyor adeta. Bunlar artık hayatımızdan çıksalar da en azından

varlığından haberdar olduğumuz anılar. Peki ya kendi doğumu-

za bakarken farkında olmadan takındığımız gizli oryantalist

gözlük? Kalabalık ailelerde en hafif tabirle, “kayıtsızlıkla” bü-

yütüldüğüne inandığımız çocuklara anne babaların gösterdiği

özen karşısında ilk anda duraksadığımda hissettim bunu. Sanki

babalar kız çocuklarını sadece şehirlerde dizlerinde uyutabilir,

anneler oğullarının kaldıramayacağı ağırlıkları yalnızca bizim

dünyamızda sırtlayabilirdi! Bu evlat duyarlılığının zirve noktası

ise öksüz torunu Xazal’ı büyüten Hatçe Kadın oldu. Doğum ya-

parken hayatını kaybeden gelini Susin’in yadigârı, torunu Xazal,

annesizliğini hissetmesin diye çabalayan Hatçe Nine ona anlat-

tığı masalları bile değiştiriyordu çünkü:

İki küçük yavrusu olan bir anne keçinin masalını mesela. Yav-

rulardan birinin adı aynı Hatçe Nine’nin torunu gibi Xazal, diğeri

Delal. Anne keçi Xazal ile Delal’i evde bırakıp çayıra otlamaya

gider her gün ve gitmeden önce de yavrularını hain kurda kar-

şı sıkı sıkı tembihler. “Gelince şöyle sesleneceğim: Xazalamin,

Delalamin /Derî dayka xe veke/Şîr hatiye gohane. (Hazalım,

Delalim/ Annenize kapıyı açın/ Göğüsleri süt dolmuş)” Baba-

anne ise ninelerin sütü olmaz diye şaşıran torununa rağmen

tekerlemeyi her seferinde değiştirir: “Derî pirka xe veke. (Açın

kapıyı babaannenize).” (s. 133)

Emine Uçak Erdoğan önsözde “Hayatın ve imkânların bütün

yoksunluğuna rağmen, hayal dünyamızın ve zihinlerimizin ala-

bildiğince özgür ve zengin olduğu o günleri biraz da olsa bugüne

taşımak istedim” diyor. “Savaş, göç, molotof kokteyli, acı, öfke

ve daha nice olumsuz kelimeyle yâd edilen o topraklarda bir

zamanlar bambaşka kelimelerin, hayatların hüküm sürdüğünü

hatırlatmak için.” Ve bunu gerçekten de başarıyor.

45Okur Yazar | Bahar 17

Page 48: OkurYazar Bahar 2012

KİM BU SELÇUKLULAR?

Tarih boyunca her

millet kendini di-

ğerlerinden farklı

kılan özellikleriyle ön pla-

na çıkmıştır. Türk milletini

de farklı kılan pek çok

özellik vardır; misafirper-

verliği, doğruluk ve adalet anlayı-

şı, atalara saygısı, vatan sevgisi,

ezileni koruması, teşkilâtçılığı gibi

pek çok hususiyet bunlar arasında sa-

yılabilir, ancak bir özellik var ki adeta

Türk milleti ile asırlar boyunca

özdeşleşmiş durumdadır; o

da savaş sanatında göster-

dikleri ustalık ve gelişimdir.

Bu yüzden dünya tarihinde

savaş sanatı ve askerî kültür

bakımından dikkat çeken milletlerin

başında da Türkler gelmektedir.

Bu konuda Osmanlılar için de iyi

birer örnek teşkil etmiş olan Selçuklu-

lar, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu

ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Af-

rika, Hicaz ve Yemen’den Rusya içlerine

kadar yayılan hakimiyetin, muazzam bir

kültür ve medeniyetin temsilcisiydiler.

Her anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun

kuruluş sürecinin temellerinin atıldığı

devlet olarak gösterilebilecek Selçuklu-

lar, anlaşılmayı ve araştırılmayı bekleyen

bir alan olması itibariyle dikkatleri zaten

üzerine çekiyordu. Selçukluları alıp gü-

nümüze kadar taşımanın gerekliliği işte

belki de bu noktada ortaya çıkıyor. Ye-

terince araştırmaya konu olmuş ve hâlâ

da olmaya devam eden Osmanlıların

aksine, unutulmuş, bir nevi tarihe terk

edilmiş bir konu Selçuklular… Bu konuda

çalışılmış eserlerin az olması bir yana,

“Selçukluların Asya ve Anadolu’daki ba-

şarısının sırrı neydi?”, “Kimdi bu küçük bir

beylikten güçlü bir devlete doğru adım

adım ilerleyen Selçuklular?”, “Nereden

gelmişler, nerede devlet kurmuşlar, na-

sıl başarılı olmuşlardı?”, “Eğitimleri, sos-

yal hayatları, savaşları, İslamiyet’e geçiş

süreçleri nasıldı?” ve belki de en önemlisi

“Bizans gibi köklü bir imparatorluğa karşı

bu devlet nasıl üstünlük sağlamıştı?” gibi

soruların cevapları hâlâ havada…

Bu hususta gözden kaçırılan konu, belki

de yeterince araştırmaya konu olmuş ve

hâlâ da olmaya devam eden Osmanlıla-

rın aksine, unutulmuş, tarihte asılı kal-

mış Selçukluların da en az Osmanlılar

kadar Türklerin atası olduğu gerçeğiydi.

Neyse ki bugünlerde bu alanda yazılmış

ya da yazılmayıp eksik kalmış eserlere

belli bir katkı sağlayacağı şüphesiz olan

bir seri Timaş Tarih tarafından başlatıl-

dı. Bu seri, her ne kadar daha yeni baş-

lanmış olsa da, Selçuklular konusuna

meraklı her okura, şimdiye kadar ya-

pılmayanı yapma ve onlara Selçukluları

anlatma konusunda oldukça katkı sağla-

yacağa benziyor.

46 Okur Yazar | Bahar 17

TA

RİH

Yeterince araştırmaya konu olmuş ve hâlâ da olmaya devam eden Osmanlıların aksine, unutulmuş, bir nevi tarihe terk edilmiş bir konu Selçuklular…

Page 49: OkurYazar Bahar 2012

Araştırmacı yazar Hakkı Öz-nur, “1993 Örtülü Darbe” adlı

titiz ve detaylı çalışmasında,

işte bu sorulara son derece tatmin

edici yanıtlar veriyor. 1993’le ilgi-

li bilmediklerimizi, Türkiye tarihinin

derinliklerini ve bugünün siyasal

çatışmalarının temellerini açıklıyor.

Bu yönüyle kitap hem belleklerimizi

tazeliyor hem de derin devletin şif-

relerini çözüyor.

Bugün geçmişe baktığımızda, 90’lı

yılları tarihimizin karanlık dönemle-

rinden biri olarak görüyoruz. Bu on

yıl içinde en dikkat çekici yıl ise 1993.

Uğur Mumcu suikasti, Başbağlar

katliamı, Eşref Bitlis’in öldürülmesi

gibi çok sayıda karanlık hadise aynı

yıl meydana geldi. Tüm bu olaylar

neden aynı zaman diliminde mey-

dana geldi ve hangi beyin tarafından

yönetiliyordu? Hakkı Öznur, döneme

dair bütün karanlık soruların birbi-

riyle bağlantısını kitabında ortaya

koyuyor.

Çekiç Güç’ün izlediği politikadan yola

çıkarak Uğur Mumcu Suikastı, Eşref

Bitlis Olayı, Bingöl’de verilen şehit-

ler ve Erzincan Başbağlar Katliamı

gibi olayların arkasındaki kirli ilişki-

leri gözler önüne seren Öznur, PKK

merkezli gizli görüşmelere vurgu

yaparak olayların ortak noktalarına

dikkat çekiyor. Büyük çaplı ve detaylı

bir araştırmanın ürünü olan kitapta

tüm olaylar tek tek belgelere dayan-

dırılıyor.

Örtülü Darbe 1993, karanlık bir

geçmişe cesaretle bakmak iste-

yen okurlar için eşsiz bir kaynak

ve siyaset kitaplığımıza başarı-

lı bir katkı niteliğinde. Yetkin ve

titiz araştırmacı Hakkı Öznur’un

kaleminden dikkatinize sunulu-

yor.

47Okur Yazar | Bahar 17

PO

LİT

İKA

işte b

edici

li bilm

derinli

çatışm

Bu yö

tazeliy

relerin

1993’te kapalı kapılar ardında neler yaşandı?1993’te gizli bir darbe mi yapıldı?Bu gizli darbeyi kimler gerçekleştirdi?Çekiç Güç, Ortadoğu ve PKK bu resmin neresinde?

Page 50: OkurYazar Bahar 2012

Yıl 610… Allah’ın insanlığa son me-sajı olan Kur’an-ı Kerim, nâzil olma-ya (inmeye) başladı. Vahiy, aslında Allah’ın insanoğluna bir tenezzülü idi, yani ona değer vermesiydi, insa-noğluna kendi diliyle seslenmesiydi ve onu önemsemesiydi. Bir ikramdı vahiy, Yaratıcısı’ndan insanoğluna, söz aracılığıyla. O’nunla ahit taze-lemekti Kur’an’a inanmak. Allah’ın sofrasına konuk olmaktı, vahye mu-hatap olmak. Ve bu sofraya konan-lar, tarih boyunca hayatlarını, sa-natlarını, ilgilerini, bilgilerini, devlet ve medeniyetlerini hep bu sofradan aldıklarına göre şekillendirmeye ça-lıştılar.

Yıl 2010… Kur’an’ın nüzûlunun, yani yeryüzünü ve insanlığı şereflendir-mesinin, insanoğlunun önüne ilâhî sofranın serilmesinin üzerinden 1400 yıl geçti. O sofra, hala tüm in-sanlığa açık… Hala onları doyurmaya yetecek durumda… İşte vahiy sofra-

sından nimetlenenler, bu nimetleri başkalarıyla da paylaşmak üzere, vahyin 1400. doğum yılını kutlama münasebetiyle 2010 yılından itiba-ren ülkemizde çeşitli faaliyetler ve etkinlikler düzenleniyor. Bu faali-yetler kapsamında Kur’an’a dair pek çok kitap yayınlanıyor. Biz de Timaş olarak, medeniyetimizin temel taşı olan ve ilk öğretisine “oku”manın önemiyle başlayan Kur’an’a bir vefa borcu sadedinde şu eserleri yayın-ladık:

Kur’an’la Diriliş, Prof. Dr. Suat Yıldı-rım

Allah Teâlâ, “Ey iman edenler! Sizi dirilt-

mek üzere sizi çağırdıklarında Allah ve

Resulü’nün çağrısına kulak verin” (Enfâl

(8/24) buyurarak vahyin, insana ruh

üfleyen, manen dirilten yönüne işaret

etmekte ve bizleri Kur’an ile dirilmeye

çağırmaktadır. İşte bu eser, Kur’an’la di-

rilişin ilk basamağı olan onu tanıma ko-

nusunda sahasında yetkin bir ilim ada-

mının ciddi bir katkısıdır.

Bu kitabın özelliği, akademik bir çalış-

manın ilmî ölçülerini gözetmekle bera-

ber, onun sonuçlarını ortalama kültür

seviyesine taşımaya, küçük bir hacim

içinde Kur’an hakkında her insanın sahip

olması gereken bilgileri toplamaya çalış-

masıdır. Bilhassa çağdaş okurun ihtiyaç

duyacağı taraflara öncelik vermesidir.

Kitaba, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu

isbat ederek başlama, Kur’an’ın temel

maksatları, yapısı, mahiyeti, muhtevası,

üslubu, sürekli bir mucize olduğunu izah,

bizzat Kur’an’dan alınan veciz kurallar

ve ilkeler ile tanıtma, ferde ve topluma

verdiği evrensel değerleri vurgulama gibi

hususlar bu mülâhazadan ileri gelmiştir.

Kur’an’la Yaşamak, Ahmet Bulut

İnsanın Kur’an’la tanışması, ikiz karde-

şiyle tanışması gibidir. İnsan, ikizini tanı-

dıkça, kendini yeniden tanır. İkizinin yü-

Nüzûlünün 1400. Yılında Kur’an’a Dair...

48 Okur Yazar | Bahar 17

DİN

Page 51: OkurYazar Bahar 2012

züne baktıkça, kendi yüzünde yol alır. İkizi

olduğunu öğrenince hep bir geç kalmışlık

hissi yaşar. İkizini kendinden saklayanla-

ra hesap sorar. Daha önce tanımadığına

yanar.

Gönlümüzde bir nüshasını taşıyo-

ruz Kur’an’ın… Onu bize oku’mak üze-

re gönderen, hiç şüphesiz bizi de onu

oku’mak üzere var etmiştir. “Okunan”

Kur’an, “okuyan” insanı arar. “Okuyan”

insan,”okunacak” Kur’an’ı arar. Okuyan

ile okunanı ayırmak, hem okuyana hem

de okunana haksızlıktır. Kur’an ile insanı

ayıran yine insan… Unutan insan… Vur-

dumduymaz insan… Sağırlaşan insan…

Körleşen insan… Kendi kendimizedir

kötülüğümüz. Haydi öyleyse kendimize

iyiliklerin en güzelini yapalım. Kendimi-

zi geç kaldığımız yerde yeniden bulalım.

Kendimizi kendimizle tanıştıralım. Kendi

kalbimizi, kendimizce adımlayalım… Cen-

netimizde yürüyüşe çıkalım. Kendimizi

kendimize çağıralım… Kur’an’la yaşaya-

lım…

İşte bu eser, Kur’an’la yaşamanın ana

ilkelerini, nasıl ve ne şekilde gerçekleş-

tirilebileceğini anlatmaktadır. Bunu da

sadece teorik olarak yapmamakta, an-

latılanların yaşanabilirliğini göstermek

üzere hayatlarını, adeta yaşayan/canlı

bir Kur’an’a dönüştüren büyük zatların

hayatlarından örnekler sunmaktadır.

Vahyin Binbir Sesi, Senai Demirci

Yazarının ifadesiyle bu eser, bir tefsir de-

ğil, teknik bir dille yazılmadı, sistematik

bir sıra izlemiyor. Sadece vahyin haya-

tımıza dokunuşlarındaki “sesler”i dillen-

dirmeye niyet ediyor. Vahiy ırmağının

yatağında ıslanmış bir kalbin kıpırtılarını

kaydediyor.

Senai Demirci, bu kitabında vahiy denizi-

nin kıyısındaki bekleyişinde diline geçen

kar beyaz köpükleri paylaşmakta, kula-

ğına çalınan tatlı çırpınış seslerini yankı-

landırmaktadır. Vahiy dağının zirvesine

çıkma iddiasında bulunmamakta, sadece

o zirvenin varlığını görmekte ve ona ula-

şan yolda yürümeye gayret etmektedir.

Vahiy dağını kucaklamaktaki acziyyetini

itiraf edip, onun tarafından kucaklanabil-

meyi arzulamaktadır.

Bu eserde, gah vahiy okyanusunun der-

yalarındaki bir “dalgıç”la bulacaksınız

kendinizi, gah vahiy dağının evc-i bâlâsına

tırmanmaya çalışan bir “tırmanışçı”ya

eşlik edeceksiniz. Ve her sayfasında,

vahyin rengârenk ama âhenkli sadâsını

duyacak gönül kulaklarınız…

Dr. Mahmut Ay

49Okur Yazar | Bahar 17

Page 52: OkurYazar Bahar 2012

Hutbe-i Şamiye 1911’de Emeviye Camii’nde verilen bir hutbe… Bediüzzaman bir asır evvel, günümüz insanının yaşadığı temel problemleri tespit etmiş ve çözüm yolları göstermiş… Bunu nasıl anlamalıyız?

İslamiyet kıyamete kadar devam edecektir. Bu hüküm Al-lah’ındır. Fakat beşeri planda İngiltere’nin Kur’an-ı Kerim’i yok etmeye kalkışması, harf devrimiyle Kur’an harflerinin yasak edilmesi, modernizm ile Avrupalılar gibi yaşanması, kapitalizmle bankaların piyasaya hakim olması gibi İslam düşmanlarının yaptığı taarruzlara karşı Bediüzzaman Said Nursi’nin yaptığı yenilikler şunlardır:

Camiyle okulu bütünleştirdi.Tezgahla seccadeyi bütünleştirdi.Akılla vahyi bütünleştirdi.Allah Bediüzzaman’ı muvaffak eyledi. İslam’dan uzaklaşanları

İslamiyet’e yaklaştırdı. Tabiatçılığın tesirinde kalanları tabiat dalaletinden kurtarıp helal daireye çekti. Mıknatıs gibi insanlara tesir etti. Denebilir ki, tek başına İngiltere, Fransa, Almanya gibi devletlerle mücadele ederken, Türkiye’deki inkılapların hakiki yönünü gösterdi. Çünkü Bediüzzaman imana hizmetle vazifeliydi. Bu noktayı çok iyi anlamak lazım… Ona bu vazifeyi veren Allah, onu korudu.

O günün şartlarını iyi okumak lazım…Deccaliyet, camileri, tekkeleri, İslami öğretimi, şeyhleri,

alimleri ortadan kaldırmak istiyordu. Yani ülke sürülmüş bir tarlaya dönmüştü. Ne meyve ağacı kalmıştı ne çiçek. Hepsi solmuştu. Bediüzzaman, nadas edilen bu tarlaya iman tohumlarını ekti. Ve iman tohumları bugün yeşerdi, dünyanın her yerine dallarını uzattı…

Mesela Üstat, Hutbe-i Şamiye için, “Bu kitap benim siyasetimdir” demiş.

Siyaset seyis kelimesinden gelir. Atı idare edenlere seyis denir. Sosyal hayatta ise, devletin milleti idare et-mesidir. Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye için “bu benim siyasetimdir” buyurduğuna göre, talebelerini Hutbe-i Şamiye prensipleri dairesinde görmek istiyor demektir.

Bir de meselenin şu yönü var; Hutbe-i Şamiye’yi yazan Bediüzzaman Said Nursi haz-retleri, bütün o hükümleri Kur’an’dan alıyordu. Kur’an’ın hükümleri ezeli ve ebedidir. 1922’de söylenen, anlatılan Hutbe-i Şamiye, değil ki 100 yıl sonrasını, 200 yüz yıl sonrasını da aydınlatır. Allah’ın yarattıklarında eskimek yok. Güneş es-kimedi, atmosfer eskimedi, su eskimedi, Kur’an eskimez. İşte bu eskimezlerden alınan Hutbe-i Şamiye 100 sene evvelinden bugünü anlatıyor. Said Nursi, bu hutbeyi içerisinde yüz ehl-i ilim olan on bin kişiye yakın bir cemaate veriyor. Yüz yıl sonra bu hutbeyi dinleyen cemaat olarak Üstad bize neler söylüyor?

Aslında hastalık aynı hastalık, dert aynı dert fakat derde müptela olanlar farklı.

Müslümanlar arasındaki dini meselelerin halli, İslam’a yapı-lan hücumlara ilmi cevaplar verebilmek, halkın dini ihtiyaçlarını temin, basın yayında İslam’ı anlatmak, Avrupa hayranlığı ile sarsılan imanı ve ahlakı korumak, hurafelerle mücadele etmek, mekteple medreseyi bütünleştirmek...

Bakınız o günün sorunları bugün de aynen devam ediyor. Tek fark, o günün sorunlarına muhatap olan Müslümanlar bugün ahirette. Şimdi muhatap biziz...

Bediüzzaman hazretleri buyurmuş ki,Risale-i Nur okumak benimle konuşmak gibidir. Hatta bazı

kardeşlerimiz üstadı ziyaret etmek istiyorlar. Diyor ki, benimle konuşacağınıza Risale-i Nur okuyun.

Hutbe-i Şamiye’yi açtık, sanki üstadımızın meclisinde onunla sohbet ettik, ders aldık. Ya sonra? Sonra sanki üstadımız emret-miş gibi, oradaki prensipleri uygulamaya koyacağız.

Hutbede üzerinde çok durulan konulardan biri de İttihad-ı İslam. İslam birliğinin tesisi adına her fert ken-

di çapında neler yapabilir?

İslamiyet, her türlü istibdadı (esareti) yıkmış, meş-vereti esas alarak tahakkümü ortadan kaldırmıştır. Bu şekliyle de her halukârda ittifak ve ittihadı tavsiye ve

emretmiştir. Öyleyse “Müslümanım” diyenler, “İslamiyet’e hizmet ediyorum” davasında bulunanlar, bu noktaya azami

derecede dikkat etmekle mükelleftirler. Zaman, öyle feda-karlıklar bekliyor ki, her fiil ve hareketiyle, her teşebbüs ve davranışıyla İslam’a tabi olsun, onu “fiilen” yaşasın, ihtilafları ortadan kaldırıp, kardeşliği tesis için her türlü fedakarlıkta bulunmaktan, malını, canını, şan ve şöhretini ayaklar altına

almaktan bir an için tereddüt etmesin. Çünkü bu dava lafla değil, samimiyetle, cesaretle, ihlasla, alın teriyle, feragat ve fedakarlıkla yürür. Ehli dalaletin taarruzuna karşı İslam cephesini bugüne kadar müdafaa edenler, böyle olan-lardır. Bu bakımdan bizler kendimizi müspet hareketle

vazifeli bilmeliyiz ki, işler yürüsün. Çünkü ittihad-ı İslam’ın birinci şartı, müspet harekettir. Üstadın vefat etmeden önce de verdiği son ders, müspet hareket üzerinedir.

Yüzyıllık Müjdenin Hutbe-i Şamiyeyi anlama çalışması oluğunu söylüyorsunuz. Hutbe-i Şamiyenin verdiği müjde nedir?

Müslüman milletimiz İslam alemine liderlik yaparken, dünyanın en medeni, en modern, en kuvvetli bir milleti iken, İslamiyet’e en fazla bağlı olan tek milletti. Ve bu dini bağlılık sebebiyle de her sahada süratle inkişaf etti. Ne zaman ki iç dış hadiselerin tazyikiyle millet olarak dinden uzak-laştık, İslami prensipleri tatbik edemez olduk, işte o zaman dünyanın en büyük imparatorluğu yıkılıp gitti…

Fakat ne zaman ki, Kur’an-ı Kerim’in ulvi düs-turları ile kendimizi ve beşeri teçhiz ederiz, O’nu dinleyip, O’na bağlanırız, O’nun emirleri dairesinde hareket ederiz, işte o zaman yine üstün olacağız… Bundan daha güzel müjde olur mu?

YÜZYILLIK MÜJDE

belerini Hutbe-i stiyor demektir. utbe-i si haz-yordu.922’de l ki 100

dınlatır.neş es-Kur’an

Hutbe-i latıyor. z ehl-imaate nleyen lüyor?

ş pe verdiği son ders, müde

Yüzyıllık Müjdçalışması oluŞamiyenin ve

Müslüman myaparken, dünkuvvetli bir milolan tek millether sahada sürhadiselerin tazlaştık, İslami pro zaman dünyagitti…

Fakat ne zamturları ile kendidinleyip, O’na bahareket ederiz, Bundan daha g

SERHAT ŞEFTALİ / Zaman

50 Okur Yazar | Bahar 17

DİN

Page 53: OkurYazar Bahar 2012

PEYGAMBERİMİZ SİZE “HOŞGELDİN” DESİN İSTER MİSİNİZ?

”Şimdi usulca kapatın gözlerinizi:Uzaklardan hafifçe bir rüzgar esiyor ve siz son nefesinizle bu

dünyadaki ömrünüzü tamamlıyorsunuz…Yaratıcınızın size bir armağan ve imtihan olarak verdiği bu

ömrün son ânı…Ruhunuz hafifçe yükseliyor ve sadece birkaç zaman sonra

karşınızda uzun, karanlık bir tünel görüyorsunuz.Tünel sizi önce ürkütse de yola devam ettikçe uzaklardaki

ışık gözünüze çarpıyor.İlerliyorsunuz, ilerliyorsunuz anlayamadığınız bir boşlukta ve

ışığa doğru yaklaşıyorsunuz.Işığa ulaştığınızda karşınızda bazı insanlar görüyorsunuz.Evet, onlar sizden önce bu dünyadan göçen aile büyükleriniz.Sizi gülümseyerek karşılıyorlar; “Ne kadar da güzel bir ömür

yaşadın” diyorlar.Sonra diğer aile büyükleriniz, sizin en çok sevdikleriniz hepsi

gülümsüyorlar size.Aileniz için verdiğiniz emek adına, yaydığınız iyilikler adına

onlara armağan ettiğiniz Kuranlar adına teşekkür ediyorlar…Sonra feyziyle yaşamınızda yolunuza ışık tutanlar bir bir

size doğru yaklaşıyorlar ve tebrik ediyorlar sizi: “Ne güzel an-lar yaşadın, o Kadir Gecesi çocuğunla seccaden başında dua ederken, Allah’ı zikrederken biz de yanındaydık, seninle iftihar ettik” diyorlar.

Sonra daha da ötelerden bir kişinin yaklaştığını görüyorsunuz.Ne kısa ne de uzun boylu, yanakları düz, gür saçlı ve sakallı.Size doğru yaklaşıyor yürürken adeta yeryüzü ayaklarının

altında dürülüyor, yüzü dolunaydan daha parlak.Size doğru yaklaştıkça O’nu tanıyorsunuzÖylesine çok şey okuduğunuz ki hakkında… Öylesine çok

andınız ki adını…O da sizi hatırlasın bilsin diye hep O’nu andınız hep O’nu ha-

tırladınız.O üzülmesin diye sünnetlerinizi hiç bırakmadınız.O’nun ismini içinizden geçirerek dilinize gelen gıybeti dur-

durdunuz.O’nun hatırına yüreğinizi kıskançlıklardan temizlediniz.O’na yaklaşmak için her içtiğiniz suyu üç yudumda içtiniz.

Her gece onun duası ile uykuya daldınız.İçinizden “acaba beni bilir mi tanır mı” diye geçirirken O size

daha da yakınlaşıyor.Mübarek yüzünü görür görmez O’na doğru siz koşmaya baş-

lıyorsunuz.“Adımı andığın anlarda salâvatların bana ulaştı biliyorum

seni” diyor.“Hatta oğluna beni anlatırken de yanınızdaydım.Bir gece ona dolunayı gösterirken benim nurumu ona anlat-

tığında sizinleydim.Sonra bir sabah namazı vakti 9 yaşındaki kızınla seccadende

beni anlatırken,mahallenizdeki yetimi çocuklarınla ziyaret ettiğinde de si-

zinleydim.İyi bir insan, iyi bir Müslüman olarak ömrünü tamamladın.Hem Rabbimin hem de Benim adımı çokça andın.Yavrularına hem beni hem de Rabbimi anlattın,Seninle iftihar ediyorum,HOŞ GELDİN….”

Evet, Biz hep O’nun sevgisini ve şefaatini kazanmak için çabaladık. Çünkü O bizi çok seviyordu ve yaşadığı hayat her türlü nefsani arzulardan uzak, iyiliği, doğruluğu güzelliği yaymak adına adanmış bir hayattı.Şimdi sıra bizde…O’nu ve O’ndan kalan mirası en doğru şekilde geleceğe nasıl taşıyacağız?Çocuklarımızı O’nunla ne şekilde ve hangi şartlarda tanıştıracağız?Siyer ödüllü yazar Salih Suruç, geçmişten bize aktarılan Peygamber anlayışını ve sevgisini günümüz şartlarında çocuklarımıza kazandırmak üzere sağlam adımlar atmak için “Çocuklarımıza Peygamberimizi Nasıl Anlatalım”ı kaleme aldı. Uzman Pedagog Kudret Eren Yavuz da meslekî yaklaşımıyla çalışmaya destek oldu. Siyer ödüllü yazar ve pedagog danışman işbirliği ile ortaya Peygamberimizin nurunu ve gül kokusunu geleceğe taşımak niyetiyle elinizden düşürmeyeceğiniz rehber bir eser: “Çocuklarımıza Peygamberimizi Nasıl Anlatalım”.

KUDRET EREN YAVUZ

51Okur Yazar | Bahar 17

DİN

Page 54: OkurYazar Bahar 2012

Başdöndürücü hızı ve etkisiyle bizi şekillendiren 21. yüzyıl,

“biz”den de bir şeyleri uzaklaştırmaya ve “biz”i bir şeylere ya-

bancılaştırmaya devam ediyor. Kaybettiklerimizi kaybettiğimi-

zi fark etmemiz bile neredeyse bir nesil geçecek kadar zaman

alıyor. Peki ya fark ettiğimizde? İşte o zaman iş, uzmanlara

kalıyor. Toplumu bilinçlendirmek, 21. yüzyılın bizde oluşan

yansımalarını, insanca yaşamaya ve erdeme dair unutulanları

vurgulamak, kaybetmeye yüz tutan değerlerimizi anlamak, an-

latmak ve aktarmak, bu konu üzerinde çalışan ve mesafe kat

eden uzmanlara düşüyor.

İnsanın ruhsal boyutu ve bunun davranışlarına yansımasıyla

ilgilenen bir araştırmacının, insanı ruhsal anlamda yücelten,

onun gelişimine ve olgunlaşmasına katkıda bulunan değerleri

göz ardı etmesi düşünülemez. Bu nedenle yakın zamana ka-

dar otoritelerce ihmal edilen bu konu, günümüzde Batı’da ve

ülkemizde toplumların içine girdiği çıkmazlara çözüm olarak el

üstünde tutuluyor.

Türkiye’de değerler eğitimi çalışmalarının öncülerinden olan

Prof. Dr. Hayati Hökelekli, değerler üzerine yaptığı incelemele-

rini, değerlendirmelerini, düşüncelerini ve çıkarımlarını “Ailede,

Okulda, Toplumda Değerler Psikolojisi ve Eğitimi”

kitabında kaleme aldı.

Değerlerin günümüzde bu ka-

dar güncel olmasını mutlu-

luk ve erdem arasındaki çok

eski zamanlardan beri biline

gelen içsel ilişkinin yeniden keşfi

olarak değerlendiren

Hökelekli, değerleri

kitabında psikolojik,

sosyal, dinî ve eğitim yönüyle ele alıyor. Hökelekli’ye göre de-

ğerler eğitiminde, pratik uygulamayı bir zemine oturtmak için

öncelikle değerler psikolojisinin üzerinde durmak gerekir. Bu

nedenle kitapta sevgi, merhamet, doğruluk, tevazu, alçak gö-

nüllülük gibi başlıca değerler psikolojik boyutuyla derinlemesine

incelenirken bunların pratik olarak yeni nesillere aktarımında

takip edilebilecek metotlar ilgilisine sunuluyor. Eğitim sistemi-

mizde yeni yeni üzerinde durulmaya başlanan “Değerler eğitimi

nasıl olmalı?” sorusuna eğitimcilere destek olacak mahiyette

önerilerle cevap veriliyor.

İnsanın kendini bilmesi ve kendini kontrol etmesiyle başlayan

erdem serüveni, değerlerin gençlik, okul, siyaset, din gibi kav-

ramlarla ilişkilendirilmesiyle toplumsal boyuta taşınıp, psikoloji

ve ilahiyat disiplinlerinin bilgilerinin bir araya getirilmesiyle ak-

tarılıyor.

Çalışmada, doğru yönlendirilmesi durumunda toplumsal açıdan

büyük kazanım olan üstün yetenekli çocuklara ve gençlere ay-

rıca değiniliyor. Sahip oldukları kapasitenin erdemle buluşması

noktasında ailelerin ve eğitimcilerin dikkat etmesi gerekenler,

öneriler onlar için ayrılan bölümde detaylı olarak aktarılıyor.

Ülkemiz ve dünya gündeminde

üzerinde durulan sorunların

büyük bir kısmının çözümü için

ümit bağlanan değerler eğitimi-

ni çok yönlü bakış açısıyla kap-

samlı olarak ele alan “Değerler

Psikolojisi ve Eğitimi”, geniş kay-

nakçasıyla eğitimciler, ebeveynler

ve bu konuya kafa yoran herkes

için rehber kitap olma niteliğinde.

FAHRÜNNİSA ERDEM

DEĞERLERİN PSİKOLOJİSİ VE EĞİTİMİ

, ş ç ,

Değerler Psikolojisi ve Eğitimi”

aldı.

üzde bu ka-

sını mutlu-

sındaki çok

beri biline

n yeniden keşfi

ren

eri

k,

ç y

Ülke

üz

üm

n

s

Psik

nakça

ve bu

için re

BaBaşdööndüdüdü üürü üücü hhhızı ve etkisiyyll

52 Okur Yazar | Bahar 17

AİL

E

Page 55: OkurYazar Bahar 2012

İki yabancı ve bambaşka dünyanın bir kaba sığmasıdır evlilik. İki “ben”in bir araya gelerek “biz” olmanın hazzını yaşamasıdır. “Ben”den vazgeçip “biz”e ulaşamadıkça köle olduğunu düşünmektir. Evlilik insanın hayatındaki en cesur adımdır. Peki, bu atı-lan cesur adımı uzun soluklu bir yürüyüşe dönüştürmek her zaman mümkün müdür? Mümkün olması için kimin neler yapması lazımdır?

Binbir hayal ile nikâh masasına oturdu-ğunuz ve her şeye rağmen sevdiğinizi dü-şündüğünüz, uğruna hiçbir fedakârlıktan kaçmayacağınızı söylediğiniz eşiniz, nasıl oluyor da birden gözünüzden düşüveriyor?

Aile danışmanı Muhittin Korucu, kendi-sine gelen danışanlarına yönelttiği soruyla onları belki yıllar öncesine göndererek birlikte yaşadıkları zaman dilimine bir üst bakış oluşturmalarını ve duygularını yeniden gözden geçirmelerini hedefliyor: “Eşinizi seviyor musunuz?” Belki de da-nışan odasına girene kadar zihinlerde hiç tazelenmemiş bir cevap, kısa bir iç çekiş-ten sonra veriliyor: “Evet” ya da “Hayır”. Verilen cevaba göre adımlar atılıp yol kat ediliyor.

Muhittin Korucu “Evliliğimize Aşk Olsun”u, evliliklerindeki aşınmayı telafi için kendisine başvuran çiftlerin hayat-larından, problemlerinden, çıkmazların-dan esinlenerek, ulaşamadığı problemli çiftlere derman, evliliğe yeni adım atmış çiftlerin kulağına küpe, evliliği düşünenle-re rehber, problemsiz evliler için de şükür olması niyetiyle kaleme aldı.

Kitabın isim hikâyesini ise şöyle anla-

tıyor: “Evlilik, sitemlerin ve beklentilerin yoğun olarak yaşandığı bir süreçtir. Bu nedenle kitabımızın ismini ‘Evliliğimize Aşk Olsun’ koyduk. Günümüzde ‘Aşk Ol-sun!’ bir sitemi, yakınmayı veya kırgınlığı vurgulamak için kullanılır. Diğer taraftan da temenni ve beklenti ifade etmek için söylenir. Aslında bir Mevlevi duasıdır ‘Aşk olsun!’. Mevlevilerin karşılaştıklarında kullandıkları bir temennidir.”

Bütün problemli ilişkilerde olduğu gibi evlilikte de problemlerin çözülebilmesi için sağlıklı bir iletişim dili yakalamak ve onu evliliğin her aşamasına taşımak gerekir. “Eşler arası iletişim, bir bakıma kendini anlatabilme, eşini anlayabilme sürecidir.” Bu süreç, eşlerin birbirlerinin kısmeti olduğu ön kabulü ile sevgiyle birbirlerini kuşatıp, yaşanan ortak hayata derinlik kazandırmakla taçlanır. Sevgi, saygı, gü-ven ve paylaşım topluma hediye edilecek sağlıklı çocukların yetişeceği “yuva” sıcak-

lığında evler sunar eşlere.İşte bu yuva sıcaklığındaki evler için

“Evliliğimize Aşk Olsun” yanı başınızda:Evinizi pırıl pırıl yapıp en güzel yemek-

leri onun için hazırladığınız halde makbule geçmiyor musunuz?

Eşiniz her akşam iş toplantılarına mı kalıyor ya da kahvehane köşelerinde ar-kadaşlarıyla vakit mi geçiriyor?

Aranız her zaman çok iyi olduğu halde anne babasıyla bir aradayken eşinizi ta-nıyamıyor musunuz?

Akşamları eşiniz mutfakta kendine ait olduğunu iddia ettiği 32 ekran TV’de günün dizisini izleyip gözyaşı dökerken siz oturma odasında uzandığınız kane-penizden maç ya da haber programı mı izliyor, birbirinizi hiç göremiyor musunuz?

Karınız kredi kartı limitini bu ay da mı aştı?

Evinize dünya meyvesi bir yavrucak geldi ve gözünü gözünüzden ayırmayan biricik karınız artık sizi görmez mi oldu?

Bir haftadır ayrı odalarda yatıyorsunuz ama artık canınıza tak etti ve nasıl barı-şacağınızı mı düşünüyorsunuz?

Peki şimdi ne yapacaksınız?Aile danışmanı Muhittin Korucu pek

çok sorununuza rehberlik edebilecek zen-ginlikteki kitabıyla sizi yalnız bırakmıyor. Problemleri okumaktan yorulduğunuzu düşündüğünüz noktalarda “kahve molası” hikâyeleriyle sevginin farklı boyutlarına taşıyor sizi. Bazen de karikatürize edilmiş yaşam kesitleriyle güldürüyor.

Siz en iyisi daha fazla düşünmeyin ve “Evliliğimize Aşk Olsun” deyin.

FAHRÜNNİSA ERDEM

EVLİLİĞİMİZE AŞK OLSUN MU?

53Okur Yazar | Bahar 17

AİL

E

Page 56: OkurYazar Bahar 2012

André Gide, bir yerde, yazarların “top-

lumun vicdanı” olduğundan söz eder.

“Toplumun vicdanı olmak!”, iddialı olduğu

kadar bir çırpıda içi boşaltılabilecek bir

kavram... Ne ki tarihin her döneminde

ideoloji ve yaşam tarzı tercihinden ba-

ğımsız olarak tüm kesimler tarafından

(ya da çoğu kesim tarafından) benimse-

nen soy aydınların varlığını inkâr edeme-

yiz. Siyasi, ekonomik, değer yargılarıyla

ilişkili sayısız çatışma anında hakem ya-

hut sözcü işlevi gören; tarihe kayıt düşen

bu isimler olmasaydı toplum dediğimiz

karmaşık sistemi ayakta tutan önemli

bir bağ eksik kalırdı.

Olağanüstü ve sabun köpüğü gündemle-

ri hiç bitmeyen memleketimizde de işte

böyle, toplumun vicdanı olmayı başara-

bilmiş figürler her zaman için var olmuş-

tur. Tanzimat’tan bu yana resmi ideo-

lojiler ve sosyal gerçeklik çoğu zaman

uyuşmasa bile (belki de bundan ötürü)

bu böyledir.

Mehmet Akif Ersoy (1873-1936) bu top-

rakların yaşadığı büyük krizde gözlem

ve tespitleriyle yerel kalmayı başaran;

İslamcılığını teoriden pratiğe taşıyan gö-

rüşleriyle de evrenselliği yakalayabilen

tutarlı bir düşünürdür. Milletin tarihten

silinmeye mahkûm edildiği bir anda/yer-

de doğan İstiklal Marşı’nın özüne indiği-

mizde, sadece Türkçe konuşan insanları

heyecanlandıran bir metin olduğunu kim

iddia edebilir ki?

Öte yandan Akif’in kalemiyle dünya ve

ahiret görüşü arasında kurduğu sarsıl-

maz bağ, Safahat’ını pek az kitabın layık

olmayı başardığı bir noktaya taşımış-

tır: Anadolu’nun en ücra köşesinde bile

evlerde iki kitap muhakkak bulunur biri

Kuran-ı Kerim öbürü Safahat.

Yazarlarımıza İstiklal Marşı’nın kabulü-

nün doksanıncı; Akif’in vefatının yetmiş

altıncı yıldönümünde bu eylem ve fikir

adamını “nasıl bildiklerini” sorduk. Aldı-

ğımız cevaplar Mehmet Akif’in toplumun

vicdanı olmayı nasıl başardığı hakkında

da ipuçları taşıyordu.

“Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?”

Taha Kılınç

Safahat ’ la

tanıştığım-

da sanırım

henüz ilko-

kula bile git-

miyordum.

R a h m e t l i

d e d e m i n

Arapça ve

Osmanlıca

eserlerle dolu zengin kütüphanesinde,

kapağında Akif’in buğulu bir portresinin

bulunduğu kalınca bir kitap hatırlıyo-

rum. Okuma-yazma öğrendiğim dönem-

de, o kitabın sonlarında yer alan İstiklal

Marşı’nı gördüğümde nasıl şaşırdığım;

‘İstiklal Marşı Şairi’nin başka şiirlerinin

de bulunduğuna inanamadığım dün gibi

aklımda. İlkokul yılları boyunca Safahat’ı

okuyup anlamadıysam da, Akif’in,

İnkılâp-Aka etiketli o gri kitabın kapağın-

daki derin bakışlarını hiç unutmadım.

Dedemin kütüphanesinde Akif’le ilgili bir

eser daha vardı: Tercüman Gazetesi ta-

rafından okurlara sunulan “Mehmet Akif

ve Safahat” kitabı. O, çocuk muhayyileme

daha çok etki eden bir eserdi; resimleri-

ni, küçük anekdotları, şiirlerden alıntıları

-anlamasam da- tekrar tekrar gözden

geçirdiğimi hatırlıyorum.

Yıllar geçip de Mehmet Akif’in haya-

tına ve eserlerine yakından baktıkça,

Anadolu’nun bir sahil kasabasında, oku-

yan insanların pek az olduğu bir iklimde

başlayan bu ilk izlenimler peşimi hiç bı-

rakmadı. Akif, o gri kapaktan bakıp durdu

bana. Yıllar içinde yakından tanıdığım ve

çok sevdiğim Akif’i o bakışlar hep tasdik

etti. Ya da zihnimdeki o bakışlar, Akif’in

portresini oluştururken bana hep eşlik

etti.

İlk tanışmamızın üzerinden belki 25 sene

geçti. Hala Akif’e olan hayranlığım, sev-

gim ve ilgim devam ediyor. İslam dünya-

sının ve Müslümanların zor zamanların-

da, tam anlamıyla bir geçiş döneminde

yaşamış olan Akif’in fikirleriyle, düşün-

celeriyle, eserleriyle eleştirel ve tarafsız

bir şekilde incelendiği bir edebi-düşünsel

ortamın oluşması ise en büyük hayalim.

İbrahim Şamil Köroğlu (Editör)[email protected]

54 Okur Yazar | Bahar 17

Page 57: OkurYazar Bahar 2012

Peki, Safahat’tan bir seçme yapacak ol-

sam ve tek hakkım bulunsa hangi mısra-

ları seçerdim? Bu soruya herkesin başka

bir cevabı olabilir. Benim cevabım ise,

uzun yıllardır aynı:

Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,Günler şu heyulâyı da er geç silecektir.Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?

“Akif bu toprakların hissiyatını tem-sil ediyor.”

Gökhan Özcan

M e h m e t

Akif’in he-

men herkes

tarafından

“vatan şairi”

olarak anıl-

ması, hatı-

rasının bu

topraklarda

ne kadar

büyük hüs-

nü kabul

g ö r d ü ğ ü -

nün delilidir. “Vatan” kavramını tartışır-

ken bile bu kadar büyük bir uzlaşma nok-

tası yakalayamayan bir toplumuz biz;

ama Mehmet Akif’i hiç tartışmıyoruz.

Kim olursak olalım ya da kendimizi na-

sıl tanımlıyor olursak olalım Mehmet

Akif bizim için vatan şairidir, Safahat da

hamuru bu toprakların hissiyatıyla yoğ-

rulmuş bir vatan şiirleri güldestesidir.

Çanakkale ya da Yemen dendiğinde bu

toprağın her insanının içine nasıl ateş

düşüyorsa, burun direkleri nasıl sızlıyor-

sa, Mehmet Akif şiirinin yaptığı tesir de

hemen hemen budur.

Bizi hissiyatımızda birleştiren bir kişilik-

tir Mehmet Akif. Sadece Safahat ile değil,

sadece şiirleriyle değil, insanlığıyla da öy-

ledir. Kişiliği üzerinde hiçbirimizin bir tar-

tışma, bir çekince üretemediği kadar saf

ve berrak bir duruşa sahiptir.

Aradan onlarca yıl geçmiş olmasına rağ-

men, vatanımıza sevgimizi, istiklalimize

bağlılığımızı onun kadar güçlü ifade ede-

bilen, bu noktada Akif’i aşabilen bir baş-

ka isim çıkaramadık. Bu anlamda Akif’in

sözünün, şiirinin, duruşunun ve hissiyatı-

nın zamanlar üstü bir gücü ve zenginliği

olduğunu kabul etmeliyiz.

Safahat: Bir Uyarı ve Yakarış Kitabı!

A.Vahap Akbaş

M e h m e t

Akif, O’na

erişebilen-

ler, O’nu an-

lay ab i len-

ler için bir

mek teptir.

Aydınlar ın

fikrî çelişki-

ler yaşadığı,

k a r a k t e r

zaafı içinde

olduğu ve

toplumunun değerlerinden koptuğu bir

zamanda Akif’in ilkeli, kendi içinde bü-

tünlük taşıyan, tutarlı ve o derece zengin

hayatı, dikkatli

takipçileri için

başlı başına

bir öğreti nite-

liğindedir.

Demem şu ki,

Akif, yalnızca

eseriyle değil,

hayatının bazı

ayrıntılarıyla

bile bize sürekli

bir şeyler öğretmektedir. Mesela, nelerin

nasıl okunması gerektiği, öğrenme aşkı

ve bunun için nelere katlanılabileceği, ka-

riyerimiz ne olursa olsun, lisandan edebi-

yata, spordan musikiye kadar zengin bir

kültüre nasıl sahip olunabileceği… Bun-

lar, birçok öğretmenden ve ders kitabın-

dan daha etkili değil midir? Tabii bunun

için özellikle Akif’in hayatına birinci elden

tanıklıkları ve bizzat onun eserlerini “ka-

yadan taş söker gibi” okumak gerekir.

Safahat, Mehmet Akif’in abidevî şahsi-

yetinin, bu şahsiyetin ince eleğinden sü-

zülmüş fikir ve hislerin toplamıdır. İnan-

dığı, düşündüğü gibi yaşayan; yaşadığını,

düşündüğünü yazan bir şairdir Akif. Bu

bağlamda, sevdiği toprakların, inandığı

uygarlığın “hazan devri”ne tanıklık eden

şairin devrine tuttuğu dev bir aynadır

Safahat. O aynada çöken bir imparator-

luğun dramı, dünya Müslümanlarının

hâli, bu hale düçar olunmasının sebepleri

bütün açıklığı ile yansımaktadır. Safahat,

bu hicranlı dönemin duyarlı tanığının

gönlünün sesidir aynı zamanda. Bundan

dolayıdır ki bir yönüyle de baştan sona

bir uyarı ve yakarış kitabıdır.

55Okur Yazar | Bahar 17

Page 58: OkurYazar Bahar 2012

Dünyayı gezme hayalleriyle inler dururdum’

deyip ‘Seyahat Ya Resulallah’ diyerek

yollara düşen Evliya Çelebi’nin izin-

den giderek İstanbul’u gezmek ister

misiniz? Böylesine eşsiz bir rehberi

bulmak kolay değil. Kuşkusuz hepinizin

cevabı evet. Bu iş nasıl olacak diyenleri

ise haberin detayında aydınlatacağız. Bi-

lindiği üzere 2011 UNESCO tarafından Ev-liya Çelebi yılı ilan edildi. Geçtiğimiz günlerde

de Avrupa Konseyi Çelebi’yi, 21. yy’da İnsanlığa

Yön Veren En Önemli Yirmi Kişiden biri olarak ka- bul etti. Bu

haberlere kayıtsız kalmayan çizer Enis Temizel ve TİMAŞ Ya-

yınları el ele verip yeni başlayanlar için Evliya Çelebi’nin İzinde

İstanbul isimli bir çizgi roman yayınladı. Tommiks ve Teksas’tan

bu yana epeyce uzak kaldığımız çizgi romanın büyüleyici gücü

ve İstanbul’un eşsiz güzelliği de birleşince ortaya kaliteli bir iş

çıktı. Kitapta Kim- Sun ile Murat tarihi yarımadada uzun bir

geziye çıkıyor. Fakat bu gezi sadece günümüzde geçmiyor. Ge-

zilen mekâna göre bir asır öncesine dönülüp o mekânların ta-

rihi Evliya Çelebi’nin anlatımları ışığında yeniden yorumlanıyor.

Yani bazen seyahatnamedeki İstanbul’a dönüyorlar, bazen de

günümüzde dolaşıyorlar. Gezi güzergâhı Eminönü, Sultanah-

met, Mısır Çarşısı, Galata Köprüsü, Tophane, Taksim, Beşiktaş.

Kahramanlar, İstanbul’da bir geçmişe gidiyorlar bir de günümü-

ze dönüyorlar. Geçtikleri güzergâhların tarihte nasıl olduğunu

konuşuyorlar. Bu konuşmalarda geçen bazı kelimeler için kita-

bın arkasına bir de sözlük yapılmış. Tarihi çizgi romanda çizerin

tarihi biliyor ve seviyor olması lazım. Temizel de bu düsturdan

yola çıkarak epeyce kitap karıştırmış. “Ezelden beri bunları çi-

ziyordum çünkü tarihe ilgim var. Çizerken yorumluyorum, bu

da işin ustalığı” diyen çizer şimdiden seyahatnamenin diğer

ciltlerini üzerinde çalışmaya başlamış. Yaklaşık bir yıl boyunca

araştırmalar yapan çizer Enis Temizel “Çizgi romanı yapılacak,

kahramanlaştırabileceğimiz çok karakter var. İçinde bilgi de

olan bir çizgi roman yapmak istediğimiz için Evliya Çelebi seçi-

mi her şey yerine oturttu” diyor. İstanbul hakkında bugüne dek

doğeu düzgün bir çizgi roman yapılmadığını söyleyen Temizel

sözlerine şöyle devam ediyor: “Biraz içine aksiyon biraz da bilgi

katarak Evliya Çelebi’nin İzinde İstanbul’u dolaştık. Seyahatna-

meden yola çıkarak günümüze uyarlanmış postmo-

dern bir seyahatname diyebiliriz. Benim de biraz

yorumum oldu tabi.” Temizel arsştırmaya Evli-ya Çelebi’yi tanıyarak başlamış. Biraz hayal-

perest, biraz mimar, biraz gurme, biraz da

tıfıl bir delikanlı olduğunu görünce onun-

la empati kurmak da daha kolay olmuş:

“Bu çalışmaya başlamadan önce Evliya Çelebi’yi sakallı, tonton biri gibi hayal edi-

yordum ama araştırmalarım bana gösterdi

ki Çelebi sakalsız, göbeksiz ve tıfıl biriymiş. Çok romantik biri

mesela. Okurken bazen ürktüm ama çizerken Evliya Çelebi’yi

tanıdım. Absürt ve fantastik bir dili de var Evliya’nın. Tasvirleri

çok enteresan. Bu nasıl bir bilgidir. Aldığın eğitimle olacak bir iş

de değil. 2000 tane makam biliyor, aynı zamanda gurme, aynı

zamanda mimar.”

ÇELEBİ’NİN SPONSORU SARAY

30’lu yaşlarda İstanbul’u gezerken aldığı notların hepsini ince-

leyen çizer Evliya Çelebi hakkında bilgi vermeye devam ediyor:

“Babası sarayda kuyumcu. O da sarayda özel eğitimler alıyor.

Resim, musiki, ok atma, yabancı diller, makamlar her şeyi biliyor

Ayasofya’da ezan okurken 4. Murat görüyor ve o andan itiba-

ren padişahın himayesine giriyor. O günleri ise şöyle anlatıyor:

“Sarayda gelen yabancı konuklarla ilgileniyordum ama o arada

da dünyayı gezme hayalleriyle inler dururdum.” 30’lu yaşlarda

İstanbul’u gezip yazmaya başlıyor. Gezerken sponsoru saray-

mış. 1600’lerde Anadolu’da basmadığı toprak parçası kalma-

mış. 10 yılı İstanbul’da olmak üzere elli yıl yazmış. 1600’lerde

o zamanın İstanbul’unu anlatmış. Tarih içerisinde tarihi anla-

tıyor.”

Kitabın algılanabilir bir dili ve gravürlerden esinlenerek yapılan

etkileyici İstanbul çizimleri var. Kim- Sun kitap sayesinde Top-

kapı Sarayı’nın çevresinin 6500 adım olduğunu, Lağari Ağa’nın

ilk roketle uçuş yaptığını da öğreniyor. Serinin Evliya Çelebi’nin

on ciltlik seyahatnamesine 10 tane çizgi roman şeklinde devam

edeceğini belirten çizer Yavuz Sultan Selim, Barbaros Hayrettin

Paşa’yı da çizgi roman olarak çalışmak istiyor.

Evliya Çelebi’nin izinden giderek İstanbul’u gezmek ister misiniz? Enis Temizel ve TİMAŞ yayınları güzel bir projeye imza attı ve ‘Evliya Çelebi’nin İzinde İstanbul’ adında çizgi roman yayınladı. Çizgi romanın gücü İstanbul’un güzelliği ile birleşince ortaya da keyifle inceleyeceğiniz bir eser çıktı. Eserin çizeri Temizel “Bu bir postmodern seyahatname’dir” şeklinde konuşuyor…

dururdum’

iyerek

zin-

ster

hberi

pinizin

diyenleri

cağız. Bi-

afından Ev-miz günlerde

yy’da İnsanlığa

en biri olarak ka- bul etti. Bu

meden yola çıkara

dern bir seyaha

yorumum old

ya Çelebi’yperest,

tıfıl bi

la em

“Bu ça

Çelebi’yordum a

ki Çelebi sakalsız, göbeks

mesela. Okurken bazen ürk

eşince ortaya da keyifle inceleyeceğiniz bir eser çıktme’dir” şeklinde konuşuyor…

AYSEL YAŞA/ Yeni Şafak

56 Okur Yazar | Bahar 17

Page 59: OkurYazar Bahar 2012

Timaş Çocuk’un sevilen ve merakla beklenen ikinci dizisi Levent - Türkiye’yi Geziyorum raflarda!

Mustafa Orakçı’nın kaleme aldığı Levent

dizisinin devamı “Levent - Türkiye’yi Ge-

ziyorum!” artık raflardaki yerini aldı. Ça-

nakkale, Kapadokya, Pamukkale, Rize ve

Mardin’ e giden Levent bu bölgeleri bizle-

re çocuk gözüyle anlatıyor. Her kitapta o

şehre ait doğal güzellikler, tarihi geçmiş,

öne çıkan yerler; kimi zaman komik kimi

zaman duygulu maceralar eşliğinde an-

latılıyor. Rengârenk resimlerle de karak-

terlerin hâlleri ilk dizideki gibi yine olduk-

ça komik!

Yeni başlayanlar için Levent!

Levent, saf, temiz bir Anadolu çocuğu…

Genelde bir karakterin ön plana çıktı-

ğı kitaplarda, o karakter diğerlerinden

baskın olur ve deyim yerindeyse dünya

onların etrafında döner. Levent dizisini

diğer kitaplardan ayıran en önemli özellik

bu olsa gerek. Ana karakterimiz Levent

sıradan bir çocuk ama onu diğerlerinden

farklı yapan da bu… Kitaptaki her bir

karakter o kadar muzır ve yaramaz ki

Levent doğallığı ve normalliğiyle, diğer-

lerinden farklılaşıyor ve arkadaşlarının

başına açtığı işlerle mücadele ederken

kendisini komik olayların içinde buluyor.

Dizinin ilk kitabı Kapadokya ilimizi konu

alıyor. Kapadokya’nın eşsiz yapısını,

Göreme açık hava müzesini, Kapadok-

ya’dabalon ile gözlem yapmanın heye-

canını yaşayacaksınız. Yer altı şehrinde

kaybolan Levent ve Tayfasına çok gü-

lecekseniz. Pamukkale ile devam eden

dizi Pamukkale’nin travertenleri, efsane-

leri, Denizli horozunu Levent ve Tayfası

ile daha yakından tanıyoruz.

Üçüncü kitap Rize’de,

Levent ve gezi kulübü

arkadaşları ile Rize’ nin

şivesini tanıyacak ve

kendine has muhlama-

sını tadacak ve rafting

yapmanın keyfine va-

racaksınız. Rize’ den

sonra Çanakkale ili-

mizi gezen Levent

ve Tayfası burada

da maceralarına de-

vam ediyor. Levent

Çanakkale’de” , Conk

Bayırı’ndan Nusret Ma-

yın Gemisi’ne kadar birçok

önemli tarihsel olayı ince-

leme fırsatı buluyoruz. Di-

zinin beşinci ve son kitabı

olan Mardin’de, şehre

özel Telkâri ustalarını, Deyrülzafaran’ ı

ve Kartal Yuvası’ nı Levent ve Tayfası ile

öğreniyoruz. “Levent - Türkiye’yi Geziyo-

rum!” kitabını okurken hem yeni şeyler

öğreneceksiniz hem keyif alacaksınız ve

tekrar tekrar okumak isteyeceksiniz.

Levent, karakterlerinin zenginliği, ko-

mik kurgusu, bilgi dolu içeriği, gerçekçi

hikâyesiyle 9 yaş üzeri çocuklar için ol-

dukça güzel bir dizi…

57Okur Yazar | Bahar 17

Page 60: OkurYazar Bahar 2012

“Eğlenceli Dünyamız” başlığı altında,

Dünya, yeryüzü ve içindeki ilginç konu-

larla ilgili birbirinden güzel kitaplar oku-

yucusuyla buluşuyor.

“Yorgun Dünyamız”, “Çılgın Havalar”, “Korkunç Volkanlar”, “Tehlikeli Kutup-lar” ve ”Vahşi Hayvanlar” olmak üzere

şimdilik beş kitabı

okurlarla buluştu-

ran seri, dünyamız

hakkında bir şeyler

öğrenmenin ne ka-

dar eğlenceli olduğu-

nu kanıtlıyor.

Yeni seri çocuklar

için daha da ilgi çeki-

ci olacak. Daha önceki

Eğlenceli Bilgi Dün-

yası kitaplarının bilgi

ve mizahı bir arada

sunan içeriği bu seri-

de renkli çizimlerle ve

kuşe kâğıt baskısıyla

daha canlı, daha çekici hâle bü-

ründü. Rengârenk kitaplar aynı

zamanda alışılmışın dışında, özel tasa-

rımları ve yeni ebatlarıyla okurların kar-

şısına çıkmaya hazır.

“Eğlenceli Dünyamız” Dünya hakkında

daha fazlasını öğrenmek isteyenlere,

hem müthiş bilgiler hem de okurken za-

manın nasıl geçtiğini anlamayacakları

rengârenk çizimler ve mizah

öğeleri sunuyor.

İlköğretim müfredatıyla da

uyumlu olan bu seri, çocuk-

ların hem derslerine yararlı

olacak hem de Dünyamıza

dair bilgileri onlara en renkli

ve en eğlenceli şekilde vere-

cek.

İşte Mart ayından itibaren kitapçılarda

bulabileceğiniz, yeni tasarımı ve konuları

ile rengârenk eğlenceli kitaplar…

VAHŞİ HAYVANLAR

Vahşi hayvanlar hakkındaki gerçekler,

hayat kurtaran tavsiyeler ve kalbini-

zi durduracak hayatta kalma

hikâyeleri Vahşi Hayvanlar

’da!

Yeryüzünü paylaştığımız hay-

vanların en vahşi olanları ve

sıra dışı dünyaları, çarpıcı

bir dille anlatılıyor.

»Bir yılan sal-dırırsa ne yapı-lacağı,

» Bir kaplanı kor-kutmak için nasıl davranılacağı,

» Bir ayının dilini dışarı çıkar-masının ne anlama geldiği,

» Gafil avlanıp, hayatlarının kâbusunu

RE K E OREğlenceli Bilgi Dünyası’nın ödüllü yazarı Anita Ganeri’den yepyeni bir dizi.

58 Okur Yazar | Bahar 17

ED

LL

Ü N Y AAAAM IZE

ENC

ED

LL

Ü N Y AM IZE

ENC

Page 61: OkurYazar Bahar 2012

yaşayan bazı insanların tatsız hikâyeleri ve daha fazlası…

Çocuklar, renkli resimler ve mizahi öğe-

lerle zenginleştirilmiş bir içerikle vahşi

dünyanın korkutucu hayvanlarıyla tanı-

şıyor.

ÇILGIN HAVALAR

Akılalmaz fırtınalar,

dönüp duran hortum-

lar, korkunç kasırgalar,

ölümcül seller, kavuru-

cu sıcaklar, dondurucu

soğuklar ve daha fazla-

sı… Eğlendirirken bilgi-

lendiren içeriği ile geze-

genimizdeki en zorlu hava

koşulları “ Çılgın Havalar” da keşfedil-

meyi bekliyor.

» Arılar kovanlarına saklandıklarında niçin korkmaya başlasınız iyi olur?

» Meşe palamudu ne zaman hayatını kurtarabilir?

» Hangi doğa olayı 350 tonluk bir treni havaya kaldırıp bir

hendeğe fırlatabilir?

» 1978 sene-sinde tipiye yakala-

nıp arabada mahsur kalan İskoçyalı’ nın

hayatta kalmasını sağ-layan neydi?

» Havalar aşırı sıcak olduğunda seni ne serinlete-

bilir?

Tüm bu soruların cevapları Çılgın Hava-

lar’ da.

YORGUN DÜNYAMIZ

Dünya tüm insanların evi…

Daha da önemlisi

DÜNYA insanoğ-

lunun üzerinde

y a ş ay a b i l e ce ğ i

tek gezegen! Yal-

nız ufak bir sorunu

var: İnsanoğlunu

yüzyıllardır üzerin-

de misafir eden Dün-

ya artık kendisini iyi hissetmiyor.

Nedeni basit! Korkunç insanlar Dünya’ya

büyük zararlar veriyorlar.

Otomobiller ve fabrikalar atmosfere ze-

hirli gazlar salıyor ve Dünya’nın endişe

verici şekilde ısınmasına neden oluyor.

Enerji kaynakları hızla tükeniyor, orman-

lar yok ediliyor ve çevremiz akılalmaz bir

şekilde tahrip ediliyor.

“Yorgun Dünyamız” çocuklara, Dünya’nın

içinde bulunduğu tehlikenin farkına var-

maları ve bu konuda duyarlı, bilinçli bi-

reyler hâline gelmeleri için rehber olmayı

amaçlıyor. Çok geç olmadan gezegenimi-

zi kurtarmak için ihtiyaç duyacakları çö-

züm önerileri de kitapta yer alıyor.

KORKUNÇ VOLKANLAR

Korkunç Volkanlar, yanardağlar hakkın-

da bilinmeyen gerçekleri öğrenmeye da-

vet ediyor.

» Korkunç bir yanar-dağ nasıl oluşur ve onu sinirlendiren nedir?

» Yeryüzünde kaç tane aktif yanardağ vardır?

» Aktif bir yanardağ nasıl ayırt edilir?

» İnsanlar tüm tehlikelerine rağmen neden bir yanardağın civarında yaşama-ya devam ederler?

Tüm bu hararetli soruların cevapları

“Korkunç Volkanlar ”da.

TEHLİKELİ KUTUPLAR

Sıra dışı kutup gerçekleri, hayat kurta-

ran öneriler ve kanınızı donduracak ku-

tup hikâyeleri… Kutuplar

hakkında daha fazlasını,

üstelik eğlenceli bir dille

öğrenmek isteyenler için

“Tehlikeli Kutuplar”, dün-

yanın bir ucundaki yer-

lere dair şaşırtıcı, faydalı

bilgilerle dolu.

» Kutuplar tam olarak nerede bulunmaktadır?

» Kuzey Kutbuna giden ilk insan kim-dir?

» Antarktika bir zamanlar inanılmaz derecede sıcakken nasıl oldu da bugün dünyanın en soğuk yerlerinden biri ha-line geldi?

» Dünya’nın en büyük sorunlarından küresel ısınma kutuplardaki yaşamı nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya bı-raktı?

Kolay kolay gidilemese

de hep merak edilen,

Dünya’nın en soğuk yer-

leri hakkındaki tüyle-

ri diken diken

eden bilgiler

Tehlikeli Kutuplar ’da!

59Okur Yazar | Bahar 17

Page 62: OkurYazar Bahar 2012

Bazen yapılacak işleriniz,

ödevleriniz, ziyaret edi-

lecek dostlarınız, akra-

balarınız ve kafanızı kurcalayan

sorunlarınızın arasında bir an du-

rup, “Ne zaman bitecek Allah’ım?”

diye sorarsınız ya… Günlük işler,

koşuşturmacalar bitse, hiçbir şey

düşünmeden sadece otursam,

uyusam dersiniz… Dünyanın kar-

maşasına katılmışken aklınıza bile

gelmeyen hayalleriniz, köreldiği-

ni hissettiğiniz düş gücünüz için

hayıflanır, “Ah biraz vaktim olsa!”

dersiniz… Bütün günün yorgun-

luğuyla; sıcak, rahat yatağınıza

uzandığınız o ‘ilk an’da hissettiğiniz mutluluk, rahatlık hiç bit-

mesin, hep sürsün istersiniz hani… İşte Oblomov olmak tüm

bunları sadece düşünmek, istemek değil gerçekleştirebilmektir.

İflah olmaz bir tembel, rahatına düşkün bir aristokrat, bir na-

nemolla olmakla suçlar herkes Oblomov’u. Oysa onun yapmak

istediği sadece çocukluğundan alışık olduğu hayatı sürdürmek,

dünyanın akıl almaz hızı ve keşmekeşinden uzak durmaktır.

Devlet memurluğu, resmi mektuplar, gece gündüz çalışma

düşüncesi bile soluksuz kalmasına neden olur. Bırakın resmi iş-

leri Oblomov için tiyatroya, panayıra gitmek, yemek davetlerine,

balolara katılmak bile büyük bir külfettir.

Oblomov’un tembelliği evinin her köşesine ve uşağı Zahar’a

da sinmiştir. Sobanın üstündeki sıcacık yerini bırakıp da ev iş-

leriyle uğraşmaktan hiç hoşlanmaz Zahar. En büyük eğlencesi

kapının önüne inip diğer uşaklar ve arabacılarla sohbet etmek,

efendisinden aşırdığı küçük paralarla dostlarına bir şeyler ıs-

marlamaktır. Aman ha bu söylediklerime bakıp Zahar’ı kötü,

hain bir uşak ilan etmeyin. Böyle küçük birkaç ayrıntıyı say-

mazsak efendisine bağlı, namuslu bir adamdır. O da çok ister

Oblomov’un etrafındaki boş insanlardan uzaklaşmasını, And-

rey İvanoviç Ştoltz gibi düzgün adamlarla arkadaşlık edip, ken-

dine gelmesini. Ama gelin görün ki Oblomov’un Oblomovluk’tan

kurtulması hiç kolay değildir.

Zahar’ın sevdiği, saygı duyduğu nadir insanlardan biri olan

Ştoltz; düzenli bir hayata sahip, akıllı bir adamdır. Oblomov’un

da çocukluk arkadaşı, sırdaşı, sıkıntılarını paylaştığı en yakını-

dır. Gerçi hikayenin sonunda ayrı düşerler ama… Şimdi burada

anlatmak doğru olmaz. Okuyup görmek gerekir!

Oblomov çocukluğunu geçirdiği köyünde süreceği, sakin bir ha-

yatı düşleyedursun; Petersbug’da renkli bir hayat yaşanmakta;

zengin, soylu Ruslar günlerini eğlence içinde geçirmektedir.

Oblomov küçümsediği bu hayattan ve insanlardan uzak dur-

mayı seçer ve bu fikrini değiştirmeye “aşk”ın bile gücü yetmez.

Sevgilisinin onu bırakıp gittiğini okurken yüreğiniz cızlayacak,

hem Oblomov’a hem sizde de olduğunu içten içe fark ettiğiniz

Oblomovluğa öfkeleneceksiniz. Ama büyük ihtimal Oblomovluk

galip gelecek ve “aman canım, ömür de sıkıntıyla geçmez” diye

avutacaksınız kendinizi.

Siz Oblomov’la tanışmadan önce bazı uyarılarda bulunmayı

görev sayar ve şunları söylemek isterim: Oblo-

mov hayatınıza girecek ve muhtemelen kolay

kolay çıkmayacak. Bazen tembellik yapar-

ken onun de karşınızdaki kanepede, el-

leri ensesinde uzandığını görebilirsiniz.

Şaşırmayın! Oblomov’u eleştiren birçok

insan duyacaksınız; onun iflah olmaz bir

tembel, ülkesine ve kendisine hayırsız

bir adam, hayattan kopmuş bir

zavallı olduğunu söyler ba-

zıları. Ancak Oblomov iyi

kalpli, saf ve tek derdi

sakin bir hayat olan

bir adamdır. Zaten

tanıdıkça anlaya-

caksınız! Tabi en

önemlisi; sizde

de biraz hatta

belki oldukça

fazla Oblo-

movluk bulun-

duğunu fark

e d e c e k s i n i z .

Korkmayın! Han-

gimizde yok ki!...

Bir Miktar Oblomovluk

60 Okur Yazar | Bahar 17

AN

TİK

Page 63: OkurYazar Bahar 2012

OblomovGonçarov’un tembelliğe yeni bir tanım getiren eseri Oblomov yazıldığı

zamanda büyük ses getirmiş ve bir buçuk asır sonra bile tembellikten

konuşurken akla gelen ilk isim olmuştur. Oblomov’un tembelliği üzerin-

den bir ulusun içinde bulunduğu halin mizahi bir dille anlatıldığı bu ro-

man her okuyana biraz “Oblomov” olduğunu fark ettirir.

Ecinniler Gelmiş geçmiş en güçlü politik romanlardan biridir Ecinniler. Yüzlerce yıl

sonrasında bile dinmeyen liberal, muhafazakâr, ateist çatışmalarının en

şiddetli döneminde ortaya konulan yapıt, her çağda karşımıza çıkabile-

cek tipik karakterleri ve evrensel konusuyla günümüz insanına da ses-

lenmeyi başararak bir klasik haline gelmiştir.

DÜNYA EDEBİYATININ

BAŞYAPITLARI, ORİJİNAL DİLİNDEN,

TİTİZ ÇEVİRİLERLE

Ekmeğimi Kazanırken Ekmeğimi Kazanırken, Maksim Gorki’nin hayatı ve insanları tanıma ça-

basını; Rus orta sınıfının, köylülerin, işçilerin mücadelelerine tanık olma

sürecini anlatır. Gorki, çocukluğundan yola çıkarak kaleme aldığı bu ro-

manda kendi yaşamını okuyucuyla paylaşırken Rusya’nın içinde bulun-

duğu durumu da gözler önüne sermektedir.

Milena’ya Mektuplar Yeryüzünün en büyülü, en karanlık ve elbette en umutsuz aşklarından

biriydi onlarınki: Franz Kafka ve Milena Jajenska… Milena’nın Kafka’nın

öykülerini Çekçeye çevirmesiyle başlayan bu derin ilişki; Kafka’nın ölü-

münden kısa süre öncesine kadar devam ederek mektuplarla büyüyen

bir aşka dönüştü. Ve nihayet okuyucuyla buluşuyor.

61Okur Yazar | Bahar 17

AN

TİK

Page 64: OkurYazar Bahar 2012

Ben BirYazarım...

En sevilen gençlik kitapları yazarıÖmer Sevinçgül, çok satan romanı Mervin’den sonra, bu kez ismi meçhul bir kahramanın bir ömür süren aşk hikayesiyle okurlarının karşısında.

‘’Kitaptaki ana karakterimiz bir yazar, o yazar olmaya çok küçük yaşta karar verdi. Kimse önünde duramadı bu tutkusunun. Üniver-site yıllarında yazarlık tutkusuna yeni bir tutku eklendi. Aşk! Artık o ‘’aşk’’ı ile yazıyor, tüm sevdasını bu yolda kalbinden kalemi-ne döküyordu. Her yazısı sevdiğinden izler taşıyor bazen de sadece ona yazıyordu. Onu, aşkı gerçek bir yazara dönüştürdü. Aşk elle-rinden tuttu. Sevdiği hiç yanından ayrılmadı. Her zaman onsuz ama onunla oldu...’’Aşk, masumiyet, mesafe, özlem, tutku, hayal …Aşkı bütün benliğinizle yaşamaya, en derini-nizde hissetmeye hazır olun!.

62 Okur Yazar | Bahar 17

Page 65: OkurYazar Bahar 2012

Elinde paket, zihninde sorularla evine girdi. Kapıyı kapattı,

arkadan sürgüledi. Kısa bir tereddütten sonra paketi açtı.

Kahverengi kaplı bir defter çıktı içinden. Kapağını kaldırınca

ilk sayfada büyük harflerle yazılmış kendi ismini gördü. Hay-

reti ve merakı daha da arttı.

Pencerelerin perdelerini çekti. Lambaderi yaktı. Rahat kol-

tuklardan birine oturdu. Defterde yazılanları okumaya baş-

ladı.

Bu defter sana yazılmış uzun bir mektuptur. Bir ömür sensiz

yaşanmış hayatımdan arta kalandır. İçindeki yazılar mara-

zi bir ruh halinin tezahürü gibi gelebilir sana. Fakat yine de

okumalısın. Zira senin hayalinle yaşanmış bir ömrün yadi-

garıdır...

Ben kim miyim? Senin için belki silik bir hatıra, belki unutul-

muş bir gölge, belki bir hiç... Hatırlaman için anılarını taze-

lemem gerekiyor. Bahar yıllarımızdan söz etmeliyim. Hafı-

zanın derin kuyularında belli belirsiz bir iz bırakmışsam bir

ihtimal hatırlayacaksın...

“Ben bir yazarım” demiştim yıllar önceki karşılaşmamızda.

Yine aynı sözü söyleyeceğim... Ben bir yazarım. Eserlerinin

her kelimesini bir tek kişi için yazan bir yazar. Senin için! Ne

yazdımsa seni düşünerek yazdım. Sen okuyasın, beğenesin

diye.

Yollarımız ayrılmıştı. Kendi hayatını kurmuştun. Ve bu ha-

yatta bana yer yoktu... Yayımlanmış kitaplarımı bile gönder-

medim sana. Düşündüm, kurguladım ama yapamadım...

Sana gelecektim. Kitaplarımı okuyacaktın. Beni yazardan

sayacaktın artık. Belki zaman zaman buluşup konuşacaktık.

Olmadı hiçbiri... Cesaret edemedim. Benimle yine alay eder-

sin diye endişe ettim.

Vitrinlerde kitaplarım sergileniyor artık. İmza günlerine gi-

diyorum. Biliniyor, tanınıyorum. Birileri romanlarımı okuyor,

bana takdir dolu mektuplar yazıyorlar. Geçip giden on yıllar

boyunca binlerce okurumla yazıştım, konuştum. Eleştir-

menler eserlerim hakkında olumlu ifadeler kullandılar.

Fakat hiçbirini yeteri kadar önemseyemedim. Hep senin fik-

rin önemli oldu benim için. Yazarken her sayfada senin deri-

ne nüfuz eden gözlerini hissettim üzerimde...

Seni tanıdıktan, sana sevdalandıktan, senin hayalinle yaşa-

maya başladıktan sonra anladım ki, şu fani ömrüm ulaşıla-

mayanın peşinden koşmakla geçecek! Bir yanda hayal vardı,

öbür yanda gerçek. Benim payıma hayal düşmüştü.

63Okur Yazar | Bahar 17

Page 66: OkurYazar Bahar 2012

Öykülerinizdeki kahramanlar genel---

İlk öykülerim çoğunlukla ölüm kavramı üze-

rine kurulu. Geriye dönüp baktığımda bunda metafizik bir ilginin

yattığını görüyorum. Evimizin karşısında orman içinde bir me-

zarlık vardı. O mezarlığın çağrıştırdıklarıyla, “Ya sonra? Nasıl?”

şeklinde bazı sorular sormaya başladım. Bu sorular ilerideki

tasavvuf merakımın temeliydi belki de. Ardından düşler geldi.

Gördüğüm rüyaları kâğıda döktüm. Oldukça ilginç bir süreçti bu

çünkü rüya bilinçaltı demek. Farkında olmadan biriktirdiklerimi-

zi, duygularımızı açığa vuran bir ayna demek.

Hayal gücümü zapt edebilmem kolay olmadı hiçbir zaman. Be-

yaz kâğıda insan figürleri çizerdim. Sonra onları özenle keser,

isimlendirir, farklı ses tonlarıyla konuştururdum. Mahallede

arkadaşlarımı çevreme toplayıp fantastik hikâyeler anlattığı-

mı hatırlıyorum. Çocukluğuma kadar gidiyor anlatma tutkum.

Yazmak hep özgürlüğü çağrıştırdı bana. Satırların arasında her

yerde ve herkes olabiliyorsunuz çünkü. On üç yaşımda “Ben

yazmalıyım” dedim. Ve öyle başladı serüvenim...

İstanbul, arka plan

oluyor kimi hikâyelere.

Değişik yüzle-

ri, semtleriyle

olup bitenlere

tanıklık ediyor. Anne

tarafından birkaç kuşaklık bir İs-

tanbul geçmişi var. Boğaz’da

doğdum, büyüdüm. Çocuk-

luğumun en hareketli gün-

leri deniz kenarında, parklarda, şehir hatları vapurlarında geçti.

Sonra baba semtine, Fatih’e taşındık. Sur içi, şehrin kalbi, impa-

ratorlukların doğup sona erdiği mekânlar, keşfetme ve öğren-

me tutkumu tetikledi. Mahalle kültürünün hâlâ yaşadığı bir yer

Fatih. Uydu kentler, duvarlar ardındaki güvenlikli siteler bana

göre değil. Şimdi yeniden Boğaz’da oturuyorum. İstanbul’un

tarihine dair kitaplar okumaya başladım, bu da yazdıklarıma

yansıdı.

Yoğun bir iş ve hayat temposunda her gün yazıyorum diye-

mem. Fakat gün içinde yaşadığım ilginç olayları not defteri-

me yazıyorum; kimi zaman da cep telefonuma kaydediyorum

aklıma gelen ilginç sözcükleri, yaşama dair izlenimleri. Akışın

yavaşladığı her an, hafta sonları, tatillerde, tüm bu notları, duy-

guları bir kurgu dâhilinde kâğıda dökmeye başlıyorum. Gezme-

yi seviyorum. Ne zaman müzeye, bir sergiye gitsem defterimi

muhakkak yanıma alırım. Geçmişin seslerini duyabiliyorsunuz

orada çünkü.

Doğa bir başka ilham kaynağı benim için. Yazları Saros

Körfezi’nde oluyoruz genellikle. Yavaşlamak, deniz ve yeşille

bir olmak, sessizlik ruha iyi geliyor. Fakat son iki yıldır bana en

iyi gelen şey âşık olmak. Yirmi yıldır bir köşede kendi halinde

sayfalarca öyküler, şiirler yazan ben, âşık olduktan ve evlendik-

ten sonra yazdıklarımı paylaşma adımını atmaya karar verdim.

Kimi yazarlar mutsuzluktan, melankoliden beslendiğini söyler.

Ben de tam tersi gelişti bu süreç. Huzurdan ve güzelliklerden

ışık alıyorum.

Olabildiğince farklı görüşleri, türleri okumaya özen gösterdim.

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı’nda okumamın da bunda etkisi

vardır. Klasik, modern, post modern edebiyat, kısa öykü, roman

her çeşit yazın türü ilgi alanıma girdi. Politika, tarih, sinema ve

özellikle müzik beslendiğim diğer damarlar.

BENİM ADIM HİÇ KİMSE...---

leleeellelllellelleleeeeleeeeeeeeeeeeeeeeleeeleeleeeeeeeeeeeeeeeeeeeeleeleeeelleeeleeeeeeeeleeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeri deniz ke

SSSSoSoSSoSSoSoSoSSSoSoSoSSoSoSoSoSoSSoSoSoSSSSSSSoSSSSSoSSSSSSSoSSSSSSSoSoSSoSSSSSooSoSoSSSSSSoooooSoSoSoSSoooooSSSSSoSSSoooooSoSooSSSSSSoSoooooSoSSSSoSSooooSSSSSSSSSSSoooooonnnnrnrnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnn a baba

rrrrraaraaaraaarrrarraaaaarrrraaarrraaraaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaarrraaraaaaraaaaarrrrrararaaaararaaaaaaarrraaaaaarrrraaaaaraaarraraaaarrraararrarrraaatttttotottottttotttoototoottootootototttotootototoooooootottttoootooototooootottttttotoooooootooottttttootootoooottttttoooototoototototttotottttoooootoottotoooootooooottooootooototoooottotoooooototttttoooooottotttootottooottttottoottttoorlllrlrlrrllrrlrlrllrrlrlrllrlrrrrlllrrrrrrrrrrlllrrlrlrrrrrrllrlrrrrrrrrlrrlrrrllrrrrrlrrrlrlrrlrllrrlrrrrrrllrrrrrllukuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu ların

mmmmemmememememememmmmmmmmmmmmmmmmmmmeeeeemememememmmmmmmmmmmmmmmmeeeeememmmmmmmmmmmmeemmmmmmmmmmmmemmmmmmmmmmmmmmemmmmmmmmmmmemmmemmmmmmemmmmmmmmemmmemmmmmmmememmmmmmmmmmmemmmmmemmmmmmmemmmmmmmmmmmmemeeememm ttttttttttttttttttttutuutuutttttttuutuutttttttuuuutttttttttttuuuuuuutttttttttutuuuuuuuutttttttttuuuuuuuuutttttttttuuuuuuuuttttttuuuuuuuuuuuttttttttuuuuuuuuttttttttuuuuuuuuuutttttutututuuuuutututtutututuuuuuuttututututuuutuuuuutttutututuuuuuuutuuututttuuuuttttuuuuuuuttutttutttttttttttttutttttuuuututuuuuuuutttkkukukkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk mu

FFFFFaFaFFaFatitiitt h.hh.hhhh UUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUUydu

ööööööögögöööööre değil.

tarihine dai

yazmalıyım” dedim. Ve öyle başladı serüvenim...

İstanbul, arka plan

oluyor kimi hikâyelere.

Değişik yüzle-

ri, semtleriyle

olup bitenlere

tanıklık ediyor. Anne

tarafından birkaç kuşaklık bir İs-

tanbul geçmişi var. Boğaz’da

doğdum, büyüdüm. Çocuk-

luğumun en hareketli gün-

Kimi yazarlar mutsuzluktan, m

Ben de tam tersi gelişti bu sür

ışık alıyorum.

Olabildiğince farklı görüşleri, tü

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı’

vardır. Klasik, modern, post mod

her çeşit yazın türü ilgi alanıma

özellikle müzik beslendiğim diğe

64 Okur Yazar | Bahar 17

Page 67: OkurYazar Bahar 2012
Page 68: OkurYazar Bahar 2012