|
|
Bak beyim, sana iki çift lafım var!
Koskoca adamsın, paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde.
Yakışır mı sana insan hayatıyla oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu gaza
boğmak, plastik mermi kullanmak?
Ama nasıl yakışmasın ki… Sen değil misin oğluna gemicikler alırken çiftçiye “Ananı da al
git!” diyen. Sen değil misin ki içki içen herkes alkoliktir, bana oy verenler değildir diyen…
Ama ben boşuna konuşuyorum, sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Sen
büyük patron, milyarder, para babası, başbakan Recep Bey… Sen mi büyüksün? Hayır biz
büyüğüz, biz Türk Halkı!…
Sen bizim yanımızda bir hiçsin anlıyor musun, bir hiç, gözümüzde pul kadar bile değerin yok
ama şunu iyi bil: Bize bir şey yapamayacaksın, yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup
edemeyeceksin bizi çünkü bizler birbirimize para pul ile değil sevgiyle bağlıyız. Bizler
birbirimizi seviyoruz, biz bir aileyiz, biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi
sanıyorsun.
Dokunma artık arkadaşlarıma, dokunma çocuklarıma, dokunma parkıma-çevreme, dokunma
halkıma!
“Bizim Aile” filmine saygıyla.
3
başlarken
Jargon:( isim) Aynı meslek veya topluluktaki insanların ortak dilden ayrı olarak kullandıkları
özel dil veya söz dağarcığı... – Güncel Türkçe Sözlük, TDK,2013.
Selam. N’aber?
Öncelikle fanzini çıkarma amacımızdan bahsetmek isterim. Sebeplerimizi şu şekilde
sıralarsak eğer: 1. Çok istedik, canımız çekti, içimiz kaldı, bir tarafımız şişecekti
çıkarmasaydık. 2. Yıllardır edebiyat alanında bir şeyler çiziktirmiş, amatör ruhunu
kaybetmeden ya da kaybedemeden şiir ve öykü yazmış, okumuş, okutmuş, bu amaç için
koşturmuş bir topluluk olarak ciddi anlamda kendi çizgimizi göstermek ve “jargon”umuzu
tanıtmak amacıyla ortaya somut, elle tutulur bir şeyler koymak için birbirimizi gaza getirdik.
O amacın ürünü olarak elinizde tuttuğunuz fanzin ortaya çıkmış oldu. Fanzinin içeriğini
oluştururken, yazarlarımızı seçerken pek kısıtlamaya gitmedik ki hepsi eş dost edebiyatsever-
icra eder arkadaşlardır, tek tek ayrı ayrı severiz her birini. Okudunuz diyelim, yazınız şiiriniz
denemeniz eleştiriniz var dergiyle ilgili muhatabınız olarak “jargondergi.tumblr.com” en
olmadı “facebook.com/JargonDergi” internet adreslerinden bize ulaşabilir, hatta bir uğrayıp
çayımızı içebilirsiniz. Kısıtlama olarak diyebileceğimiz tek şey şudur ki kendisi sevdiğimiz
mabedimiz mekanımız olan Erguvan Kapısı’na girişte yazılıdır:
Öyle işte. Hadi okuyun.
4
Bu Sayıda
Yazılar
adem oslu/ahmet keskinkılıç/ali lidar/ said büyükarslan/tuncay
kızılaslan/ismail altuntas/ezgi durmus
Şiirler
gün öz/hasan ay/hatice ramazano/özgür cantürk/payidar zaraman/
sabri özay/Süleyman gencaver/musa cem kundukan
Kapak Çizimi&Tasarımı
ecmel sarıkaya/özgün tükle
İmtiyaz Sahibi∙Yazı İşleri Sorumlusu∙Redaksiyon∙Geri Kalan Her Şey
Tuncay Kızılaslan∙Ahmet Keskinkılıç∙Said Büyükarslan
5
Adem Oslu
Kafam Salih
Benim bir kafam var, bulamıyorum. Hal
böyleyken nasıl olur da yaşayabiliyorum.
Anlayamıyorum. Kafamı bulabilseydim
anlardım kesin. Hani sürekli saat, bileklik
gibi şeyler takarsın koluna. Uzun zaman
sonra çıkarırsın bir boşluk hissedersin,
inceden rahatsız eder o his. Öyle bir his var
şu anda bende.
Dün meydanda üç kesik baş gördüm.
Uzaktan bakınca birini kendi kafam
sandım. Sonra anladım ki onlar kesik baş
benim ki kafa. Benzemiyorlar. Zaten
benim kafamın saçı dağınık, taramam
etmem. Kesik başlar yakışıklı ölmüşler,
taranmışlar, süslenmişler. Belli ki ya büyük
suç işlemişler ya da mağrur ölecek kadar
suçsuz suç işlemişler. Ben ikinci ihtimalin
üzerinde daha fazla durdum çünkü yaboz
güvercinler kesik başlara konmaktan
çekinmemişlerdi.
Meydandayken hatırladım. Bir gece önce
çok bunalıp Salih’e gitmiştim. Salih tek
başına yaşayan, sürekli yumurta yiyen,
çalışmayan ama hiç parasız kalmayan,
hayatta nefret edipte seviyormuş gibi
yaptığım tek arkadaşımdır. Olur da bir gün
bunu anlar diye korkuyorum. Çünkü
dediğim gibi tek arkadaşımdır, Salih’ten
başka kimsem yok. Olmasında zaten. Salih
beni seviyor bu da bana yeter. Belki de
sevmiyordur ama seviyormuş gibi
davranması da yeter.
Neyse.
6
Biz o gece Salihle içtik. Bende para yok
diye ısmarladı sağ olsun. Gerçi sağ olsun
dediğime bakma Tekel votkası almış herif.
Sırf yalnız kalmayayım diye sağ olsun
diyorum. Tekel votkası pis yakar usta.
Ucuz meyve suyunu da az alınca iki
bardakta bitti, yarısını sek içmek zorunda
kaldık. Düşmanımın başına vermesin ha
gidip tentürdiyot içmişsin ha sek Tekel
votkası. En son hatırladığım Salihin
atletine yapışan çekirdek kabuğuna uzun
uzun baktığımdı. Sonrasını bilmiyorum.
Gidip Salihe sordum olanı biteni.
— Naber lan Salo?
— Vay kardeşim gel içeri yemek yiyordum
tamda, beraber yeriz.
— Ne yiyorsun lan, güzel koktu?
— Peynirli yumurta yaptım tereyağında.
Kral oldu kral!
— Nasıl mide var sende ben daha
çözemedim. Sabah akşam yumurtamı olur
Salih?
— Ya sus iki lokma al görücem ben seni.
Bir daha yap demezsen şerefsizim!
— Salo onu bunu bırak da oğlum dün gece
ne oldu? İçtik sohbet ettik o kadarını
hatırlıyorum da kafam yok, bulamıyorum
bir türlü. Biz içtikten sonra oldu ne
olduysa.
— Ulan ben de diyorum bu çocuk niye
kafasını almamış yanına. Sen dün baya
çarpıldın votkadan. Eve gidicem diye
tutturdun. Bende kal çok sarhoşsun dedim
inat ettin kalmam diye. Bu kafayla
gidemezsin eve oğlum diye ısrar ettim.
Bende bu kafayla gitmem o zaman amına
koyayım dedin fırlattın kafanı camdan.
Fırlatıp hemen evden çıkınca aşağı
indiğinde alırsın sandım kafanı. O yüzden
bir şey demedim. Gittin öyle.
— Hay sokayım böyle işe zaten kafa
yokmuş lan bende. Gitti güzelim kafa ya.
Kim alıp ne yapar kafayı oğlum nasıl
bulurum şimdi ben onu.
Bulamadık. Arabaların altına bile baktık
yoktu. Polise gidelim diye düşündük ama
Salih boşuna olacağını söyledi, bende
vazgeçtim öyle deyince. Meydana gelecek
yeni kesik başlardan birini alıp kullanmaya
niyetlendim ama o da olmaz. Kesik başın
suçu üstüme kalır sonra, belli mi olur.
Aklıma başka bir şey geliyor ama böyle
düşündüğüm için sinirleniyorum kendime,
dağıtıyorum hemen o düşünceyi. Saçmalık,
Salih’e bunu yapamam. Yapmamalıyım.
-
Salih’ten nefret ediyorum, her aynaya
baktığımda.
7
Payidar Zaraman
Mağlubiyet
çok kez söyledim sonra
rüzgar cinlerini salarken nefesimize
her baharın bağrında yeşil bir pişmanlık
ve kışa karşı işlenmiş sempatik bir ihanet vardır (iyi ki varsın ve)
ve vicdan denilen yaralı tanrı
bizi savunmasız bırakırken
ve etimize bahşedilen karakter
kanımızda konaklayan bu rabbi güzellik
kötüyle dövüşmemizi öğütlerken bize
ve ütopyalarımız dünyamıza yarenlik etsin diye
yarenlik etsin diye karpuz kabukları donanmalara
işte bak
puşta ettiğimiz küfrün arkasındayız
sudan taş da yaratabiliriz oysa
düşmandan arkadaş da
çünkü saptırılamaz gerçeklerimiz var
yaşamak gibi doğru
ölüm gibi yar
güneşi inkar edenlerin gölgeleri kadar
gözle görülür gerçeklerimiz var
işte bak
puşta ettiğimiz küfrün arkasındayız
iyi değiliz ama Allah’ım
iyi değiliz semalar altında böyle
insan ehli insan ırkını yenemediği sürece
iyi değiliz böyle
yerin yüzünden çatlattığımız göğün yüzü
mavisinden kanamaktayken işte
ben böyle bir damlacık insanken
ve saltanatında bakiyken şeytanlar
8
iyi değiliz böyle
bir saklambaç oynasak yiteceğiz
gözlerimizi oyacaklar körebe oynasak
yelkenimize kastı var bu denizin
kastı var bu iklimin toprağımıza
döşümde halince atan
döşümü kanatan bir kalbim varken
işte bak
kızımın oyuncaklarından başlıyorum kırılmaya
çok kez söyledim sonra
köpekler gibi kuduzken kendime
congoluzlar gibi kabusken
ve adı dünya olan bu hederde
adı artık bir geceyle anılan kadir
ve bir sarraf lügatı olmuşken kıymet
insan ehli insan ırkına mühür gibi mağlupken
ve bedavayken üç şeytan getirene bir tanrı
düşkünü düşünün ortasından kırmak
zalim kısmından tavuklar gibi korkmak gününde
elbet ki bizim de
evet bizim de bileğimiz tez bükülür değildi elbet
kırılmamış olsaydı kemiklerimiz
işte bak
bütün maharetiyle günah peydahlarken zaman
bütün hıncıyla adem avındayken
manzaradan ibaretken kapının pencereye kini
haramın helal öğünle pişen tencereye kini
bir bak
kabuslara iltica etmiştir uykumuz
hezimetimiz köküne kadar
ve bu dünya
kainat tarihinin yüzkarası
evet meridyenlerine kadar alçaktır
işte bak
bu cehennem doyuran narımız
ateş emziren bağrımız
9
ve gecenin ikisini otuz geçerken hayatımız
eza ediliyor serüvenimize
iyi değilim Allah’ım
iyi değilim semalar altında böyle
cefama bereketler olsun ki
anamın dişlerinden başlıyorum dökülmeye
Süleyman Gencaver
Çürük Dil ve Jaguar Efsanesi
dolgum çürüdü
bir sonraki kelimeyi dilime monte edecekler
—tutsun diye.
sicilim var onlara söyle
adın dilimi tutukluluk hâli
—nden beri dilim
jaguar avının jaguarı doyurduktan sonraki hâli
—bir şekilde ayıpsa ağzımdan olalım
ağzım ki birçok kez hakkıdır.
-
jaguar sürü halinde gezseydi çok kötü olurdu diye tek gezer
—ken anlamamızı ister: sürü olsaydım ta...
tamam yani işte ben de seninle olsaydım ta...
—ta ki geç, kalmamış olsaydı sınıfta.
şu bildiğimiz geç
sonradan gelen
-
yolu unutturamam sana
sadece ayaklarını yerden kesebilirim
bıçağımı ısmarlar mısın
10
Ahmet Keskinkılıç
Gövdesiz Bir Baş
Ankara’da ılık bir geceydi.
Mevsimine göre bakacak olursak
istisnai bir hava hüküm sürüyordu.
Günlerden Perşembe, perşembelerden
üç, sıfatlardan piç bir gecenin beş
ondördüydü ve zaman mefhumu o
aralıkta bir karabasan gibi çöküyordu
şehre. Siyah korkunç gölgeleri andıran
alabildiğine yüksek bina silüetleri
karanlık gökyüzünü delmeye çalışan
paslı matkap uçlarını andırıyordu.
Çatısında bulunduğu binadan Kızılay
Meydanı’nın ışıklı lunapark azametini
görebiliyor ve bu saatte bunca yapay
ışık olduğu için de ayrıca
küfrediyordu. Meydanı incelerken ne
kadar yüksekte olduğunu yeni fark
etmiş gibi yeryüzüne baktı. Baktı ve
neden başım dönmüyor diye düşündü.
Aslında o an kafasından binlerce
düşünce geçiyordu. İzafiyet
teorisinden felsefecilerin ne kadar
asalak ve aynı zamanda ne kadar
işlevsel olduğa, intihar etmenin
saçmalığından Kurt Cobain’in ne
kadar doğru bir karar verdiğine, buraya
çıkmadan önce bağırsaklarını
boşaltması gerektiğinden, bardaki dört
genci vurmasına kadar. Barda dört
genci vurmuştu ve tarafsız bir gözle
bakıldığında o kadar da haklı sebepleri
yoktu ama adaletin en güzel yanı
göreceli olmasıydı. Öyle sanıyordu
Fikret. Adı Fikret’ti ve nedenini
bilmiyordu. Annesini babasını
tanımıyor, var oluşunun amacını,
dünyada kapladığı kütle çekiminin ne
boka yaradığını bilmiyor, o güne kadar
öylesine yaşıyordu. Aslında o gün de
öylesine yaşamıştı. Bir aydınlanma
yaşamamıştı o gün de. Zaten insan
öyle durduk yerde aydınlanmaz,
aydınlanmak için yaptığımız her
hareketin bizi kararttığını fark
ettiğimizde ışığı yakmış oluyoruz.
Fikret bugün saat yirmiüç otuzaltıda
Sakarya Caddesi’nde izbe bir barda
yirmili yaşlarda dört genci öldürerek
aydınlanma yaşayacağını düşünmüştü.
Beklediği big bang gerçekleşmediği
gibi polisler tarafından aranan bir
kanun kaçağına dönüşmüştü. Onu
haklı olmasa da suçsuz çıkarabilecek
belki de tek neden; şu an Kızılay
Meydanı’na elinde tuttuğu
gövdesinden ayrılmış başına saplı
gözlerinden bakıyor oluşuydu.
Fikret’in başı gövdesinden ayrıydı.
Bu “ayrışma” yaklaşık olarak 5 yıl
önce trajik bir kaza sonucu oluşmuştu.
Bir sabah Fikret 95 model Şahin’in de
camdan çıkardığı elindeki sigarasıyla
yol alırken aniden bozulan Şahin onu
sağa çekmeye zorlamıştı. Sigarayı atıp
arabadan inmişti Fikret, kaputu
açtığında her şeyin olması gerektiği
gibi göründüğünü düşündü çünkü
araba tamirinden zerre kadar
11
anlamıyordu. Kaputu kapatıp bir
geleneğin devamlılığını sürdürmek
adına tekere tekme atmıştı. Sonra
arabanın altından garip bir ses
geldiğini duyar gibi olmuştu. Eğilip
baktı, bir şey yoktu. Ses tekrar geldi.
Tekrar eğildi, bir süre bekledi. Yine
ses kesildi. Sesi tekrar duyunca artık
dayanamayıp yere yattı ve arabanın
altına girdi. Burada da manzara
aynıydı, her şey olması gerektiği gibi
görünüyordu. Sesin kaynağı gizemini
koruyor ve hatta sesin varlığını bile
iyiden iyiye şüpheye düşürüyordu.
Halüsinasyon “duydum” herhalde diye
düşünmüştü. Kafasını arabanın
altından henüz çıkarmıştı ki nereden
geldiği belli olan -gökten- neden
geldiği belli olmayan elliye elli
santimetre boyutlarında bir kare cam
parçası Fikret’in boynuna saplanmış ve
bir giyotin etkisiyle kafasını
bedeninden ayırmıştı.
Fikret morgda göğüslerinin arasında
duran başıyla birlikte uyanıncaya
kadar sıradan olmayan bir kazaydı bu.
Ama o dakikadan sonra sıradan
olmayan kaza çığırından çıkmış korku
filmine dönüşmeye başlamıştı. Fikret
bir yandan kendi meme ucuna ilk defa
bu açıdan bakıyor olmanın verdiği
şaşkınlık, ilk defa deliriyor olmanın
verdiği cesaret ile başını iki elinin
arasına alıp doğruldu. Ne olduğunu
anlamaya çalışmak bir yana ne bok
yiyeceğini bilememek başka bir yana
ne yapması gerektiğini düşündü.
Aslında düşünecek çok şey de yoktu o
an. Bir şekilde ölmemiş olduğunu ve
bunu kimsenin normal
karşılamayacağını biliyordu işte. Bu
bilgi kimselere görünmeden buradan
gitmesi için yeterli enformasyonu
sağlıyordu. Doğrulup kalktı. Elleri
göğsünün hizasında bir saksı gibi
başını taşıyordu. Etrafını ölüler
sarmışken kendini bu halde görmek
mezun olamamış bir adamın iş bulmuş
arkadaşlarına ibretle bakışı gibiydi.
Hastane morgunda çıkıp kimselere
görünmeden gecenin karanlığında
evine koşmuştu Fikret. Ankara
Numune’den Kurtuluş’a kadar
ellerinin arasında kesik başıyla ama
hala kalbine adrenalin pompalamayı
becererek koşmuştu. Evine soluk
soluğa girdiğinde -ki aldığı soluğun
akciğerine gitmeden boğazından
çıktığını hissedebiliyordu- bedenini
koltuğun üzerine attı, başını da yanına
koymuştu. O an için düşündüğü tek
şey kendime oral seks yapabilir miyim
fikri olmuştu.
O günden bu güne geçen beş yılı
böyle yaşamayı öğrenmeye çalışarak
geçirmiş ama başaramamıştı. Zaten
nasıl yaşanırdı ki? Sokağa
çıkamıyordu, faturalarını internetten
ödüyordu, yemeklerini sipariş
ediyordu, kapıdan kafasını gösterip
siparişlerini öyle alabiliyordu, hiç
kimseyle iletişime geçemiyordu,
kimsenin yaşadığını bilmediği bir
ucubeye dönüşmüş şekilde hayatının
devamlığını sağlıyordu. Sonuç: 12
katlı bir binanın çatısında peşinde
polisler, 4 kişinin katili olarak gerçek
anlamda “kelleyi koltuğa almış”
sigarasını içiyordu. İlk defa sokağa
çıkmıştı. Başını bantlarla tutturmuştu
gövdesine, beline silahı takıp atmıştı
kendini Kızılay’ın mahşer
kalabalığına. Sakarya’daki o barda
içkisini yutkunduğunda boğazındaki
12
bantın ıslandığını hissetmişti. Sonra o
masada oturan dört gençten biri ateş
istemeye gelmişti masasına. Ama ona
bakıp uzun uzun konuşmuş,
gülmüşlerdi sonra. Yapacak bir şey
yoktu, silahını çekip, kafasını
koltuğunun altına alıp, insanların
şaşkın bakışları arasında dört genci
başlarından vurup çıkmıştı oradan.
Onlar ateş istemişti o da istediklerini
vermişti. Çığlıklar onun çıkışına arka
fon oluşturmuştu.
Ankara’ya güneş doğuyordu. Hayat
Fikret’e gerektiğinden çok daha
acımasız davranmıştı. Ona öyle
geliyordu. Bu şekilde yaşamaya
mahkum olmak hiç adil değildi. Saat
sekize geliyordu yaşamanın en zor
olduğu anlarda. Beş kişilik bir polis
grubu çatıya çıkıyordu. Hayatı
muammalarla dolu bir adamın,
nereden gelip, nereye gittiği belli
olmayan bir adamın son dakikaları da
gayet muazzam yükseklikte bir beton
yığınının tepesinde beklemekle
geçiyordu. Bu bekleyiş çatı kapısının
kırılıp, ortama beş polisin ellerinde
silahlarıyla dalmasıyla bitiyordu.
Polislerden önde olanı Fikret’e doğru
bakıp şaşkınlığını belli etmemeye
çalışarak “Kımıldama la!” diye
bağırdı. Fikret kafasını koltuğunun
altına almış polislere arkası dönük
Ankara’ya bakıyordu. Ankara tam
anlamıyla bir orospuya benziyordu.
Silahını Fikret’e doğrultmuş olan
polis, on dörtlünün menzilini hiç
değiştirmeden kafasını yanındaki
polise çevirip “Bu ne amına koyim!”
dedi. Beriki hiç istifini bozmamış,
dahası donup kalmış gibiydi.
Fikret uzun uzun son kez Ankara’ya
baktı. Kellesinin koltuğundan alıp iki
elinin arasında ileriye doğru tuttu ve
başını boşluğa bıraktı.
Boşluk hiç bu kadar anlamlı
olmamıştı.
13
Tuncay Kızılaslan
Hayatın Dur Tuşu
Kapıyı açıp koşarak uzaklaşmak istediğim
doğrudur bu şehirden. Açtım kapıyı ve…
Yine gidemedim tabii. Gecenin ayazında
ciğerlerimi yakan bol karbondioksitli
havayı çektim içime. Korkuluklara
yaslanıp derin bir nefes aldım ve sigara
üfler gibi aldığım karbondioksiti fazlasıyla
geri verdim. Sigara alışkanlığım olmadı
hiç, çubuk krakerim olsa iyi olurdu o an.
Bir ses duyar oldum bir yerlerden, samimi
bir ses “insanlar güvenmiyor,” diyordu.
Benden başka hiç kimse yoktu etrafımda.
Konuşan bir korkuluk olduğuna inanmamı
beklemiyordunuz? O an herhangi bir şeye
inanasım vardı sanırım.
Konuşmaya devam etti. “İnsanlar
kendilerine güvenmiyorlar. Bu yüzden ben
ortaya çıktım. Onları uç noktadan uzak
tutmak için koyulmuş bir sınırım.
İntiharları daha aza indirebilmek için.
Sözgelimi boğazdaki köprülerde beni
tırmanılamayacak kadar uzun yapsalar her
şey hallolacak ama... Akıllarına gelmedi
daha önce sanırım. Ya da benim gibi
düşünenler oldu. ‘Ölmek hepimizin
hakkı.’diye düşündüklerini düşünüyorum.
Neyse konu bu değil elbette.”
Ona cevap maksadıyla konuşmaya
başladım. Dışarıdan bakıldığında görüntü
kendi kendine konuşan bir manyağın
fotoğrafıydı. Tabi içeride her şey farklıydı.
Etrafımda görüp görebileceğim bütün
sınırlar insanlar tarafından bana sunuldu,
ben de kabul ettim. Ne kadar uyumlu bir
insanım, lanet olsun. Peki, hiç sınır
koymayarak doğru yaptığını mı
düşünüyorsun? Bunca insan yanılıyor
olabilir mi? Zarf atıyorsun biliyorum, evet
bunca insan yanılıyor. Bir sınır
koyduğumuzda o sınırı da geçmek
istiyoruz, arkasındakini merak ediyoruz.
Bir duvarın arkası, bir kapının ötesi, bir
kalbin kara kutusu, ölüm… Ardı her zaman
merak edilen şeyler varken, insanlık da
meraktan çatlarken, yaratılan sınırlar
hoşumuza da gitmiyor değil. İroniye bakar
mısın? Belirli bir eşik değeriyle sınırlanmış
acılar insanda mutluluk hormonu salgılar,
bahsettiğimiz “sınır olayı” da buna benzer
bir nitelikte.
Bir süre sonra bir ayyaş uyuşukluğunda
olduğum yere sızıvermişim. Sabah belim
düz bir oklava halinde, iç organlarıma halı
muamelesi yaparken fark ettim.
14
Uyandığımda korkuluklara günaydın
dedim. Karşılık alamamış olmam önce
biraz şaşırttı. Sonra böyle şaşırmama
şaşırdım. Korkuluklar, hah, ne
bekliyordum ki? Benim gibi insanlar
sokaklara dökülmeye başlamıştı.
Arabalarına, toplu taşıma araçlarına binip,
gitmek zorunda oldukları yerlere
gidiyorlardı. Bir yere kadar gidiyoruz ve
gidebildiğimiz son noktanın orası
olduğunu düşünüp duruyoruz. Boynumuza
bağlı hayali bir ip var sanki ve daha fazla
uzaklaşmamıza izin vermiyordu. Biraz
denesek, korkulukları geçsek, belki her şey
farklı olacaktı ama tüm insanlık birer robot
gibi her gün aynı şeyleri tekrarlıyorduk.
Ah, Tanrım! İnsanların hepsi deli…
Sadece kafaları düzgün çalıştığında bir
şeyler yapmadan oturabiliyorlar.
Bu duruma dur demek için bir an
duraksadım. Yemeği soslu mu sossuz mu
yesem diye kara kara düşünen ben için
oldukça net bir kararla yürümeye başladım.
Bana kavuşmayı ve aynı zamanda çekip
gitmeyi anlatan tren garına gittim.
Zamanlamam genelde iyidir, bu özelliğimi
kullanacaktım. Ertesi gün üçüncü
sayfalarda ne kadarlık bir yer
edinebileceğimi düşündüm bir an. Trenin
sesini duyduğumda, görüntüsünü izleyerek
içimden saymaya başladım. Üç… Bakalım
nereye çufçuflayacağız Hugo? İki…
Birçok giden memnun ki yerinden… Bir…
Şurada da küçük memnun bir ruhumuz
olsun. FİUU!.. Geç kaldım. Nokta koymak
lazım, durmak lazım bir yerde. Bir. İki..
Veya üç... Elbet bir gün o da olur dedim
kendi kendime.
15
Ali Lidar
Şeref Amca Gülümsüyor muydu?
O kadar acı çeker ki insan, canlılar
arasında bir tek o kahkahayı icat etmek
zorunda kalmıştır der Nietzsche. Ya da
buna benzer bir şey işte sarhoşum şimdi bu
kadar hatırlıyorum…
Elbistan Şeker Fabrikası'nda çalışıyordu
babam. Ortaokul yıllarım… Ertesi tatil
olan bazı günler işyerine götürürdü beni.
Orada tanışmıştım Şeref amcayla.
Dünyanın en güzel gülen adamıydı.
Hafiften de Kemal Sunal'a benzerdi.
Cebinde hep şeker taşırdı. Ya da benimle
karşılaştığı zamanlarda cebinde hep şeker
olurdu, bilmiyorum. Ne zaman beni görse
kocaman gülümser sonra cebinden şeker
çıkartıp verirdi. Bir keresinde şuna benzer
bir şey söylediğini anımsıyorum babamın.
“Bu Şeref kadar gamsız adam yoktur.
Dünya yansa içinde hasırı yok derler ya,
öyle bir adam. Surat astığını gören yoktur.
Ne olursa olsun hep güler…”
Bir akşam morali epey bozuk geldi
babam. Sordu annem ne oldu diye. O
anlatırken ben de duydum. Kendini asmış
Şeref amca. Fabrikanın kazan dairesinde...
Kim bilir nasıl acı çekiyordu da bu kadar
çok gülüyordu. Dinmiştir ölünce acıları.
Ölüm her şeyi sıfırlar…
Yirmi küsür yıl geçmiş üstünden. Cin
içiyorum Caner'le beraber. Yan masada
birileri Nietzsche'den bahsetti. Duyunca
yukarda yazdığım sözü hatırladım. O söz
de birden bire Şeref amcayı anımsattı
durduk yere. Bellek yavşak bir düşman
gibi davranıyor bazen. Canını yakacak
şeyleri tamamen unutmana izin vermiyor.
Freud'unun da amına koyim bilinçaltının
da!..
Haberi duyduğum ilk andan daha çok
üzgünüm şu an. Şeref amca için yeterince
üzülmemiş olmamın mahcubiyeti bu
sanırım. Mahcubiyet böyle bir şey işte…
Gecikmeye gelmez. Geciken mahcubiyet
ekstra üzüntü ve utançla çıkartır acısını…
Son duble cini Şeref amcanın anısına
söyledim. Araya bir de çay sıkıştırdım. Ve
şu an kafamda tek bir soru var. Eğer
uyumamışsa eve gider gitmez babama
soracağım. Şeref amca gülümsüyor muydu
ipte sallanırken?
16
Gün Öz
Karavana
Belki ölmüşümdür
bir hıçkırığın verdiği boşluklardan düşerek
yosun tutmuş ruhun kokusunu
bir bahar akşamı esintisi zannedersin
oysa kara çok uzakta der biri acımadan
bilemezsin ki işte, bilemezsin.
Heba edilmiş yılları tuzlu suda bekleten
on ikiden vurulmuş açmazları gömmeye çalışırken
tırnaklarının arasına birikmiş yoksunluğu fark eden
karavana bir adamdır belki karşındaki
titreyen ellerine kalem tutmayı öğretemeyen
işte bilemezsin, bilemezsin.
17
Sırtındaki bıçakları hesaplamayı öğretmez hayat
ama yargısız infazı ezberlemişsindir
yanlış bir yol, kadın ağlar, Allah var
yalnızlığı sevmemişimdir belki,
seni özlediğim kadar.
Bilemezsin işte, işte.
Özgür Cantürk
İsimsiz Şiir
aklıma geldiğinde; bileklerim kesilmiş gibi bir sancı saplanıyor yüzüme
günlerdir aynı sancılar...
rüyamda tespihim dağılmıştı, bilirsin çok severim tespihleri
yaz ortasında kışı yaşamıştım,gerçi buralar soğuk onu da bilirsin...
benim bilmeyip senin bildiğin ne vardı başka?
bir aksam zatürree olmaya heveslenip kapında beklemiştim yağmur fişek gibi yağıyordu
bilirim kızdıysan şuracık'ta ölsem bir bardak su vermezsin
ama yine bilirim öl desem ölürsün...
bir gün yokuş yukarı gidiyoruz,
zaman kısalmıştı,
o sıralar latif doğan henüz küsme'mişti
ama sen küsmeye evrimleşmiştin
cümleler bi git'le başlıyordu Behzat izlerken bitiyordu...
şarap içmiştik değil mi?
zaman dağınıktı, odasını toplamıyordu, bizse kendimizi arıyorduk
sen bir bavulla çıkıp gelmiştin ben ezeli buralı
AŞTİ ya da Harem’e benziyorduk sanırım daha çok Harem’e
sen o deniz kızına benziyordun ben ulus heykellerine...
yirmiyi yakın film izlemiştik ama
hiç biri benzetemedik kendimizi
yarıda kalan bir film vardı, sanırım biz onun perde arkasıyız.
18
Hasan Ay
Bandırasız Gemi
''koşuyorlardı,
sonra birden durdular ve şöyle söylediler,
biz nereye koşuyoruz.'' ayet 10bin
kan; temizler şimdi sokağı ghetto nüshası,
şarapnel yırtar boğazı, çığlıklar sığlaşır,
ve yerel gazeteler, bas bas bağırıyor,
savaş; kapıya dayanır, Amerika'dan sana ne getireyim yavuz,
neyi meşhur ki buraların, bombası mı, şişmanı mı?
yoksa bir tutam şeker kamışımı söyleyeyim,
şöyle buyurdu; varsa oradan bi yarım Irak alırım,
bu yavuzlar hep işini bilirler,
bize buralardan haber ver, katliam-ı Reyhanlı.
Ortadoğu'da çocukluk, misket yerine mermiler,
okula gidiyorum bomba düşüyor,
demokrası; ne gürültülü şeymiş ama!
insan hakları, Amerikanlar, İngilizler ve
memleketimiz çok güzel, taze meyvelerle çiçekler(!)
eve dönüyorum, çantamda dinamit var,
yerlere mayın gömüyorum, döşüyorum yerlere mayın,
kim üzerinde bassa patlar, her kim üzerine basarsa patlar,
her kim?
gökyüzünü toz bulutu kaplar, iklim değişir güneş görmeyiz,
ah bir ağlar tanrı, sular ve seller
mütemadiyen maymundan evriliriz,
ah kendi mayınıma bastım, kahrolsun emperyalizm,
ben ne diyordum, nerelere geldim.
19
seni düşünüyorum, Arap Baharı
özgürlük: toz toprak, silah, kan,
seni seviyorum, gülümsüyor kocaman tank,
bak ezmiyor ki beni göreyim günümü,
tanklarla şaka olmaz, hatırlatayım Berlin'i,
dur gülme, beni de güldüreceksin,
daha boyayacağımız çok duvar var,
ölme, beni de öldüreceksin, aha şu kazdığım mezar,
yukarılardan ecnebi ses, içime içime konuşur,
kafam karışık,
ellerin kadar kokuyorum, büyüyor, büyüyorum,
zerdüşt olamadım, berdüşt oluyorum,
bandırasız gemiyim, liman buldum,
ağlıyorum.
20
Sabri Özay Şiirtica
Biraz haşlanmış patatesti
Biraz salçalı ekmek
Geçti gitti vakit
Biraz kumpir oldu
Biraz ketçap mayonez
Çünkü büyüdükçe slogan oldu
Marjinalim, marjinalsin, marjinal.
Madem herkes marjinal
Şimdi herkes herkes gibi ulan!
Biraz tütün kokusu, çiğ tütün doğrusu
Biraz da yaralanmış diz kapakları
Geçti gitti vakit
Hastalıklar inceldi
Ağzımız yüzümüz fazla kan
Çünkü büyüdükçe kavga oldu
Sen kimsin? Asıl sen kimsin?
Ben kimim ki?..
Madem kimse birbirini tanımaz
Şimdi herkes birbirine yabancı ha…
—Ben artık dayanamıyorum, Satürn’ün halkalarına taşınıyorum.
21
Ezgi Durmuş
Sadece Jehan Barbur Dinlerken Okunduğunda Anlaşılabilecek Hikaye
İnsan beklemekten ve ummaktan asla vazgeçmez. Bunu dile getirmekten pekâlâ vazgeçebilir
ama…
Geçiyorsun!
Kurduğun cümleler havada kaldığında, aklındaki sorular cevap bulmadığında, “seni çok
seviyorum be anlasana!” diye sustuğunda, canı sıkkınken neye güldüğünü unuttuğunda,
“özledim” bile diyemeyecek kadar yorgun olduğunda, odanı toplamaya erinirken; başkasının
darman duman ettiğini toplamaya çalıştığında, sevilmemeyi alternatif olarak görülmeye yeğ
tuttuğunda, birinin yarım bıraktığını; bıraktığı yerden sevmeye başladığını fark ettiğin anda
vazgeçiyorsun…
O yarım sen değilsin çünkü, biliyorsun. Çaresizlikten çırpınırken uçacaksın ama; mutlu
etmeye yetmiyorsun, görüyorsun.
''Vazgeç artık bu sevdadan; şarkı bitti, gidiyorsun..''
Ben gidemiyorum, sen git!
Ben içmiyorum, sen giderken sigara iç!
Ben sövemiyorum, sen söv!
Sen sevemiyorsun...
Ben yetemiyorum...
Sen görmüyorsun, ben bitiyorum.
22
Hatice Ramazano
Mavi Bakışlı Selluka
yavaş yavaş düşüyorum elden ayaktan
bazen insan dolu balkonlardan düşüyorum
bazen önemsenmiyorum
balkonlar beni sevmiyor bazen, kırılmıyorum
ben daha nelere kırılmıyorum, bilseniz
ve ben nelere kırılmıyorum aslında kırılmam gerekirken
bir çocuk annesini öpüyor
yo yo, öyle değil
bir anne, çocuğunu öpüyor
anneme kırılmam lazım geliyor işte burada,
kırılmıyorum
annem beni öpmese de kırılmıyorum
akşamüstlerini seviyorum sabahlara kadar
kızma, kırılma bana ama seninle aynı seviyorum akşamüstlerini
ama onlar, bir çiçeği koklamak gibi uzun sürmüyor
bir akşamüstü en fazla göz kırpmak kadardır
göz kırpmak ne kadar uzun
bunu düşünmek beni içime indiriyor
kırılmıyorum yine de
kırılmam gerekirken kırılmıyorum, biliyorsunuz ya beni
beni sevmesin akşamüstleri
beni sevmesin, kısa sürsün hiç önemli değil
yeter ki var olsunlar
bir şeylerin var olduğunu bilmek de yetiyor bazen biraz
başka kıtalarda
belki biraz da uzak kıtalarda
bir adam sevgilisini öpüyor durmadan
kasıklarından öpüyor
bir kadını kasıklarından öpmenin önemi artıyor öptükçe
sonra diz çöküp dizlerinden öpüyor kadını
bu aşığım demek, siz bilmezsiniz
23
bu sadığım da demektir aynı zamanda, siz nereden bileceksiniz?
siz bilmezsiniz
beni bir cumartesi sabahı dizlerimden öptü bir adam
sonra, ensemden öptü bir akşamüstü
ona aşık oldum
ben insanım, yalan söylerim
siz insansınız, bana inanırsınız bu böyledir
ve daha çok şey böyledir
sevişmek de böyledir örneğin
aslında sevişmek,
diyalektiktir biraz da
bir sirke eğlenmek için gidilir, bu böyledir
ama bir sirk, bir hayvanın acısıdır aynı zamanda
bunu da unutmamak gerekir
seni seviyorum
ağlamaklı bir pazar sabahı kadar lirik bir sevmekle hem de
sana sığınıyorum bak
insanlardan, sırtlanlardan ve kırılmam gereken birçok şeyden sana sığınıyorum
sen beni alıp bir yolun ortasına itiyorsun
sana kırılmıyorum…
ben insanım, yalan söylerim
nasıl söylediysem bir adamın dizlerimden ve ensemden öptüğü yalanını
ve nasıl söylediysem ilk seviştiğim adama yüzyıllardır aşık olduğumu
işte öyle kolay söylerim seni sevdiğimi de
sen insansın, bana inanırsın, bu böyledir
sen güzelsin,
sana asla yalan söyleyemem
ve sevmeden yaşayamam seni,
kaldı ki ben nefret de edemem senden bu böyledir.
24
İsmail Altuntaş Taxi Driver “Kritik”
Taksi şoförü filmi sinemanın gerçek eleştirmenleri tarafından niçin gelmiş geçmiş en iyi ilk
50 film arasında gösterilir?
Şimdi …
Martin Scorsese bu filmi çektiğinde aslında nasıl bir film çektiğinin farkında mıydı?
Robert de niro senaryoyu ilk okuduğunda oynayacağı karakterin, aslında dünyanın hala
güzelliklere açık bir gezegen olduğunu sembolize eden bir karakter olabileceğini düşünmüş
müydü acaba?
Hiç sanmam!
Bu ekip zaten daha önce birlikte çalışmış bir ekipti ve taksi şoförünü de aynı değerle
çekmişlerdi. Prodüksiyon olarak asla pahalı bir film olmaması ve filmin ağırbaşlı bir şekilde
ilerlemesi aslında tipik sinema seyircisine hitap etmiyordu ve zaten gişe başarısı orta derecede
bir film olarak kalacaktı.
Vietnam’dan dönen her Amerikalı “Rambo” olacak diye bir kaide yoktu ve taksi şoförlüğü de
Ramboluğa açık bir meslekti(karaktere göre değişkenlik gösteren bir durumdur bu). Ayrıca
şoförümüz kendi içinde ki asıl arabanın tamiriyle de uğraşıyor ve uğraşılar sonucunda
spirütüel yolculuklar da yapıyordu. Ve bütün bunlar kahramanımızın dünya düzenine karşı
çektiği restin, ayna karşısında ki provaları olarak yansıyordu beyaz perdeye!
Ve şehir, her şehirde olduğu gibi pezevenk ve orospularla dolu bir şehirdi. Bu rantın ve çarkın
politikadan bağımsız olmadığı da aşikardı. Bu hem pezevenk hem orospu şehri düzeltmek için
25
birilerini bekleyen yığınlara kısaca yığın diyebildiğimiz gibi koyun, sürü, malak gibi tanımlar
da yükleyebiliyoruz haklı olarak. Bu pezorospu şehrin düzelmesi için birilerini beklemeyen ve
olaya bizzat kendisi dalan insanlara da kahraman dediğimiz gibi Ernesto, Deniz ve Metin
Yüksel gibi isimler de yükleyebiliyoruz. Hani sol mememizin altında bir cevahir taşıyoruz ve
bu cevahir bizi böceklerden farklı kıldığı gibi, bize onurlu ve yiğit duruşlar sergilememizi
emrediyor. İşte taksi şoförümüz bu tavrı sergiliyor; kötünün üzerine üzerine yürüyor ve
“yüzüne tükürüyor celladın”. Bunu hayatı pahasına yapıyor ve ağır yara alıyor. İçinde
bulunduğumuz zaman ve bizden az biraz öncekilerin de içinde bulundukları zaman bireylerine
ve mümessillerine “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” ciğersizliğini pompalarken, herifin
biri çıkıyor bir küçük kızı adi pezevenklerin elinden kurtarıyor... Herifin biri çıkıyor altıncı
filoyu denize döküyor... Bir diğeri Anafartalar’da kurşuna göğsüyle direniyor filan... Herif
olmak bir cinsiyeti ifade edemeyeceği gibi, sadece bir dinin, bir milletin veya bir ideolojinin
tekelinde de değildir. Herif olmak için kalbinin ve ona bağlı olan vicdanının komutlarına biraz
uymak kafidir. Mesleğin de önemi yoktur. Taksi şoförü filmi bize, içimizde bir yerlerde hala
cesur bir savaşçının olduğunu söyler... Etrafımızdaki olumsuzlukların üstesinden gelecek
kararlılığa sahip olmamız gerektiğini söyler. Lay lay lom filmlerle ve sefil dizilerle beyinlerini
sefilleştiren, ruhlarını felç eden yığınlar, bizim taksimize binmeyecekler. Ama biz hep
direksiyon başında olacağız. Üstelik tarifemiz hep gündüz tarifesi olacak.
Musa Cem Kundukan Umumi Acılar
umumi acılara sarılıp yatarken
kanayan kollarım
isyana meylederken
bozkırı ve ayazı
annem şefkate muhtaç bir ihtiyardır
gurbette ki babamı dinlerken
babam 1 aylık tatildir
benim için
temmuz ayları
Bond çantalar
kemer tokaları, dayaklar
yasak kasetler ertesi
ağlayan annemdir
haziranda düşenlere
dost sohbetlerine
meze olurken
babamın umudu kardeşim
babamın gurbette sarılıp ağladığı
fahişenin
anneme kastı nedir…
26
Said Büyükarslan Aylak Adam “Kritik”
TUTAMACINI ARAYAN ADAM: BAY C.
Hayatta hiçbir şeye tutunmamış, tutunamamış bir adam. Diğerleri gibi sıradan beklentileri,
ucuz tatminleri yok. Sürekli daha iyisini, daha değişiğini, denenmemişini arıyor. En çok da
o’nu arıyor. Bir kadın, hayatını beraber sürdürebileceği bir kadın. Evlenip üç oda bir
mutfağını paylaşacağı bir “karı” değil. Bunun için ayrı yataklarda yatmayı deniyor, 6 buçuk
ay sebepsiz yere görüşmemeyi, gözlerini teyzesininkilere benzettiği güzel yüzlü genç kızları.
İstiyor ki birlikte olduğu, olmak istediği kadının kendisinden başka hiçbir dayanağı,
tutunacağı dalı olmasın. Bunu, bayağı gördüğü diğer insanlardan sıyrılmak için de istiyor
olabilir, diğerleriyle birlikte yaşamaya özgüveni olmadığı için de. Niçin Güler’in evini,
babasını, annesini, ailesini yıkmak istiyor? Ya Ayşe’nin uzaklarda yaşayan ailesini
görmezden gelme çabası?
“-Bırak anneni babanı şimdi, dedi elimi tutup, sen kimi kimsesi yok bir kızsın.
Neden böyle dedi? Sormadım. Çekindim.” (s.28)
Çevresinde gördüğü kadınlar hep ya ucuz beklentileri olan tipler, ya da zayıf kişilikler. Peki
ya kendisi? Kendisi ne kadar güçlü? Mesela hiç değer vermediğini söylediği o çok parası
olmasa C. ne yapacak? Suadiye’deki yazlığından çıkıp istoç’ta iş aramaya başlasa yine
düşünebilecek mi ‘sinemadan çıkmış insan’ı, adako’yu, kuyara’yı?
Hiç parasızlık çekmemiş. Belki de gizli dayanağı bu. Çevresindeki fakirleri/fakirlik çekenleri
ya dinlemek istemiyor, ya da ufak şakalarla teğet geçiyor onlara. Gündeminde sürekli aradığı
“o” var; o ve o’ndan bekledikleri. Peki ya dışarıdaki dünya? Yoksullar, işsizler, öğrenciler,
dönmeler? Bu bakımdan kahramanımız C.’nin dertleri ancak bir burjuvanınki kadar geniş.
Kitap çok sayıda aforizma içeriyor. Üstelik bunların 1950’ler Türkiye’sinde söylenmiş olması
da çok ilginç.
“Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu
değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?” (s.72)
Dalgınlık üzerine, günlerin adı üzerine, sürtünmeler, umut üzerine çok afili deyişler var.
“Boş yere azap çekmeyin. Bir DERMAN için” (s.58)
Başlangıcı kötü yazarları sertçe eleştirerek yapıyor Yusuf Atılgan. Belki eleştirilerine kalitesiz
yazarlardan başlıyor da diyebiliriz.
27
“Kötü yazarın yasak bölgesi. Neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap! Adam sabah
kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin
bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi? İnanılacak şey değil.” (s.13)
Kitap popüler erkek muhabbeti olan bekârete de değiniyor. 1959’da basılmış bir kitap
olmasına karşın bu konudaki sözü de kayda değer:
“ Artık tanıyordu onu. Şiirlerin, kitaplardan kapma büyük sözlerin yapma süsünden
sıyrılmış; beylik yargılarla dolu, bayağı. Böyleleri için en önemlisi kızlıktı. Oysa
B.’nin ona vermek istediği şeylerin yanında kızlık neydi ki?” (s.33)
Yine de kitapta cinsiyetçilik had safhada bence. Neticede başkahramanımız (belki de tek
kahramanımız) C. bir erkek ve adamımız sürekli çevresindeki “kusurlu” kadınları düzeltmeye
çalışıyor. Tıpkı Lars von Trier’in Antichrist’inde olduğu gibi. Belki bunu C.’nin narsist
kişiliğine de yorabiliriz. Zira şu sözleri sarf etmek epey bir kendini beğenmişlik gerektirir:
“.. yalnız o zaman karşısında, anasının yanında oturan, müdürün alnı sarı bukleli
küçük kızı için ‘işte on yıl sonraki kancıklardan biri’ diye düşünmezdi.” (s.108)
Kitap belki bu yönlerden eleştirilebilir ama bu yine de onu edebiyatımızda seçkin bir yere
koymamızı engellemiyor. 1959’da basılmış bir kitabın böyle özgün bir konuyu, sade bir dille,
kaliteli sözlerle, Çalıkuşu’ndan öte hedeflerle işlediğini düşünürsek. Üstelik bence hala da
kıymeti bilinmemiş bir eser.
28
Replika Tuncay Kızılaslan
Öylece oturduk her zamanki masamıza Ahmet’le. Yine, yeni, yeniden…
Sokakbaşı’na hiç gitmedik. Hani şu meşhur meyhane, Behzat Ç.’ye neredeyse her bölüm
misafir olan, Behzat Ç.’nin neredeyse her bölüm misafiri olduğu meyhane. Sürekli gidelim
dedik, bir türlü gitmedik, gidemedik. Bizim de klasik mekanımız Erguvan Kapısı olmuştur.
Gün içerisinde liseli arkadaşların bize eşlik ettiği, akşama doğru yalnızları oynadığımız,
akşamdan sonra tekrar canlı müzikle falanla filanla kitlesini daha üst yaş grubuna çeviren
sevimli bir ara kat barı.
Ahmet yine klasik girişlerinden birisini yaparak, sessizliğimizi tuzla buz edecek sözlerini
söyleyiverdi. “Napıcaz be Broli? Ruhumuz sikildi.” cümleleriyle üç saniye boyunca masamızı
dövdü. Sonra? Sonrası işte, spontane gelişen diyaloglarımız.
— Bilemedim ki be Bronz napsak? Ruhları geri verelim abi, bu iş başka türlü kapanmaz…
— Çocuk olma, artık edebiyata girdik!
— Bir anlık gazdı, anlatırız, hem dergi de bedava lan kimse siklemez!!!
— Sen öyle san, sen öyle san… Dergi manifestosu yayınla bir: ön hazırlık; matbaayla konuş
iki: işi ciddiye bindirme; dergiyi en az 100 tane bastır üç: dağıtım için her şeyi tamamla. Her
gece melankoliye, şiire, denemeye, öyküye takıl nereden baksan, dört: kendinden geçicilik.
Bazı yakınlarımızı zorlasak dergiyi okusun diye, beş: yüzsüzlük. Bütün bu lokumları yedikten
sonra edebiyat dünyasının suratına bakıp “Kusura bakmayın abi gaza gelmiştik…”
diyemezsin. Adamın cümlesinden yüklem alırlar Broli yükleemm… E hadi dergi bedava, ki
matbaa bize tanesini 20 liradan basarız dedi. Bedava dergi nasıl 20 liraya bastırılır ben
anlamadım gitti. Biz satamayız lan! Off… Her şey karışık. Neyse, dergiyi bastırdık; dağıttık.
Bazı eşten dosttan yardım da istedik; paralarını aldık. Demezler mi “Ulan siz misiniz bu
kentin edebiyatçısı?”. Sikerler oğlum, hepimizi sikerler. Ulan kim bizi gaza getirdi? Neler açtı
başımıza…
— Peki napıcaz be Bro?
— Birinci seçenek, bu işi bırakıp gitmek… O da çare değil. Dergiyi dağıtırken herkes gördü
bizi. İş kapanmaz ki. Ömür boyu dergi çıkaralım desem, olmaz. Önünde sonunda çomaklarlar
işimizi. Açılalım Kızılay Meydanı’na, sallayalım dergileri oraya buraya desek, o da garanti
değil. Ya bu dergi birileri tarafından tutulursa? Ya o sokaklardan birinde “Vay anasını…”
deyip de beğenen biri çıkarsa? İşte o zaman boku yeriz oğlum. Hem diğer yazar arkadaşlar da
var, babamızın dergisi değil ya. En son ihtimal, dergilerle kendimizi bir odaya kapatmak…
Ama o zaman her şeyi okuruz. Bir tek sen ben kafayı yesek neyse… Hepimizi yakar bu dergi.
Ufff…
— Offf… İşin her tarafı boktan…
— Sen bana biraz zaman ver Bronz, bu işe çözüm bulacağız. Sakin olmak lazım, yoksa
çuvallarız.
— Pekala Broli, haklısın…
Öylece kalktık her zamanki masamızdan Ahmet’le. Yine, yeni, yeniden…
“Gemide” filmine saygıyla.
“Kendimden başka hiçbir eksiğim yok”F. Kafka
Son zamanlarda ülke topraklarında yaşanan gelişmeler,
direnişler, hak ve özgürlük arayışları sırasında ülke olarak
gösterilen tepkiye hayran kaldığımızı ve sonuna kadar
desteklediğimizi belirtmek isteriz.
Bu direnişlerde medya susarken konuşan duvarlar bizlere bu
halkın çocuklarının ne kadar zeki ve yaratıcı olduğunu da
kanıtlamıştır.
Çok yaşayın e mi!