Top Banner
FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ İbrahim Kâfi Dönmez
21

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

Oct 25, 2020

Download

Documents

dariahiddleston
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ

İbrahim Kâfi Dönmez

Page 2: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

Dönmez, İbrahim KâfiFıkıh usulü incelemeleri / İbrahim Kâfi Dönmez ; editör Tuncay Başoğlu.

- 2. bs. - Ankara : Türkiye Diyanet Vakfı, 2018.534 s. ; 24 cm. - (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ; 724. İSAM Yayınları; 156.

İlmî Araştırmalar Dizisi; 67)Dizin ve kaynakça var.ISBN 978-605-81618-8-7

İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.İzmir Ödemiş’te 1951 yılında doğdu. 1974’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü ve 1976’da İstan-bul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Doktorasını Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakül-tesi’nde “İslâm Hukukunda Kaynak Kavramı ve VIII. Asır İslâm Hukukçularının Kaynak Kavramı Üzerindeki Metodolojik Ayrılıkları” başlıklı teziyle 1981’de tamamladı. 1977’de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne asistan olarak intisap etti ve Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne dönüşen bu kurumdaki öğretim üyeliği görevini, emekli olduğu 2010 yılına kadar sürdürdü. 1994-1997 yılları arasında aynı fakültede dekan olarak görev yaptı. 1996’da Marmara Üniversitesi’ni temsilen Üniversitelerarası Kurul üyeliğine seçildi. Dekanlık görevinden ayrılınca bu görevini kendi isteğiyle bıraktı. 1983-1986 yılları arasında Cezayir Üniversitesi, Emîr Abdülkadir Üniversitesi ve Annabe Üniversitesi’nde; 1997-1998 öğretim yılında Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi’nde; 2009-2010 öğretim yılında Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak görev yaptı. Başlangıcından itibaren TDV İslâm Ansiklopedisi’nin fıkıh ilim heyetinde yer alan müellif, uzun süre bu heyetin başkanlığını yürüttü ve İSAM Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yaptı. İslâm İşbirliği Teşkilâtı’na bağlı Uluslararası İslâm Fıkıh Akademisi toplantılarına uzman ve Türkiye’yi temsilen üye olarak katıldı. Evli ve üç çocuk babası olan Dönmez, 2010 yılında kurulan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nin kurucu rektörü olup halen bu görevini sürdürmektedir.

Türkiye Diyanet Vakfı YayınlarıYayın No. 724İSAM Yayınları 156İlmî Araştırmalar Dizisi 67

© Her hakkı mahfuzdur.

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ

İbrahim Kâfi Dönmez

Editör: Tuncay Başoğlu

TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM)tarafından yayına hazırlanmıştır.İcadiye-Bağlarbaşı Cad. 40 Üsküdar / İstanbulTel. 0216. 474 0850www.isam.org.tr [email protected]

Bu kitapİSAM Yönetim Kurulu’nun 14.02.2014 gün ve 2014/03 sayılıkararıyla basılmıştır.

Birinci Basım: Nisan 2014İkinci Basım: Temmuz 2018ISBN 978-605-81618-8-7

Basım, Yayın ve DağıtımTDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşl.Serhat Mah. Alınteri Bulvarı 1256. Sokak No. 11 Yenimahalle / Ankara Tel. 0312. 354 91 31 Faks. 0312. 354 91 [email protected] No. 15402

Page 3: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞI VE İSLÂM HUKUKU*

CHAFIK CHEHATA – İBRAHİM KÂFİ DÖNMEZ (Tercüme)**

Giriş

İSLÂM FELSEFESİNDE BİLGİ PROBLEMİ

Tabii Hukuk Var mıdır?

1. İslâm düşüncesinde hukuk mantığına dair bir tedkike teşebbüs ederken, araştırma sahamızın yerini iyice belli etmemiz önemlidir.

Burada bilhassa, müctehidlerin İslâm hukuku sahasında kul-landığı mantık söz konusu olacaktır. Fakat hukukî düşünce, ya-yılmış olduğu muhitten tecrit edilemez. İslâm âlimleri, yaşadıkları

* Bu tercüme daha önce İslam Tetkikleri Dergisi’nde (VIII/1-4, İstanbul 1984, s. 71-88) yayımlanmıştır (ed.n.).

** Makalede bibliyografya yer almadığından, referanslar dipnota indirilmeden orijinal şekliyle korunmuştur.

Bu makale Şefîk Şehâte’nin (Chafik Chehata) Studia Islamica’da (XXIII, 1965, s. 5-25) “Etudes de philosophie musulmane de Droit” (İslâm Hukuk Felsefesi Tedkikleri) umumi başlığı altında “Logique juridique et droit musulman” adıyla yayımlanmış makalesinin tercümesidir. Yazar, bize, önemli yaklaşımlar ve de-ğerlendirmeler ihtiva eden kıymetli bir tedkik sunmakla birlikte, -sanıyoruz- usûl-i fıkıh eserlerinden doğrudan faydalanma fırsatını bulamadığı için, zaman zaman yanlış bilgilere dayanabilmektedir. İlmî bakımdan gözümüze çarpan bazı hatalara ve bunların münakaşasına, İslâm Hukukunda Kaynak Kavramı ve VIII. Asır İslâm Hukukçularının Kaynak Kavramı Üzerindeki Metodolojik Ayrılıkları isimli çalışmamızda (basılmamış doktora tezi, 1981, Atatürk Üniversitesi) yer vermiş bulunuyoruz. Bunların burada tekrarı imkânına sahip değiliz (mütercim).

22

Page 4: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ424

vasatın kaçınılmaz tesirlerine mâruz kalmışlar, ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir.

Saf hukuk sahasını ele almadan önce, bize, bilgi problemini umumi bir tarzda İslâm felsefesince tasarlandığı şekliyle ortaya koy-mak zaruri görünmüştür.

2. Herkes bilmektedir ki Kindî’den itibaren (IX. asrın ikinci yarısı), Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’e varıncaya kadar müslüman filozoflar, Grek felsefesini “almış”lar ve onu Batı dünyasına aktar-mışlardır.

İslâm’ın Grek felsefesi ile karşılaşması Bağdat’ta olmuştur. Umumiyetle anlatıldığına göre Halife Me’mûn, rüyasında, kendisin-den eserlerinin Arapça’ya tercüme edilmesini isteyen asil bir ihtiyar görmüştü. Bu asil ihtiyar, Araplar tarafından Muallim-i Evvel (“el-muallimu’l-evvel”) diye adlandırılacak ve felsefesi İslâm düşüncesini asırlar boyunca derin bir şekilde etkileyecek olan Aristo’dan başkası değildi. Gerçekten, Aristo’nun eserleri Organon ( el-mantıkıyyât) ile başlayarak tercüme edilmiş oldu. Böylece Aristo mantığı birden bire Arap âlemine girdi. Tesiri kesindi.

3. Fakat gayet iyi bilinmektedir ki, İslâm felsefesi, Aristo fel-sefesinin bir kopya sından ibaret değildir. Neoplatonizmin payı, Fârâbî’nin düşüncesinde apaçık bellidir.

Plotin de Arap filozofları için bir üstâddır: O, şeyh-i yûnânîdir (“eş-şeyhu’l-yû nânî”). Bizzat İbn Sînâ, Aristotelesçi olduğu kadar neo-platonisyendir: Onun Esrârü’l-hikmeti’l-meşrikıyye adlı “Şark felsefesi”ne dair eseri, mistisizm ile Aristoculuğun bir karmasıdır. Bü-yük bir kısmıyla İskenderiye Meşşâîliği’ne (Aristotelesçiliğine) daha önce girmiş olan Şark’ın mistik temayülü, bu defa İbn Sînâ’nın dok-trini içinde kaynaştı.

İslâm felsefesi, kendi içinde bir birlik teşkil eder. O, müslüman filozofların elleri arasında tamamen Şarkî bir vasat tarafından etkile-nen Grek mirasına çok şey borçludur.

4. İslâm felsefesinin kelâmcılara karşı mücadelesinin, etra-fında teksif edileceği iki esaslı noktası şunlardır: Yaratma veya âle-min ezelî ve ebedî (éternel) oluşu problemi ve faal akıl (l’intellect actif) problemi.

Page 5: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞ I VE İSL ÂM HUKUKU 425

İslâm filozoflarına göre, âlem, imkân sahası içinde tertip edil-miştir; o, olduğundan tamamen değişik olabilirdi: Öyleyse âlem mümkündür (contingent). Buna karşılık Aristo doktrini onun ezelî ve ebedî oluşunu gerekli kılar.

İkinci noktaya da kısaca işaret edecek olursak; ilmin verdiği muhakemeye dayalı bilgi, daima parçalar halinde ve nâtamam kal-maktadır. Bu doktrin, nazarî ilim sahasında hükümranlığı devam eden aklın değerini reddetmez; fakat ilmin ve aklın üzerinde daha net bir idrak şeklini, sade bir keşfi kabul eder.

5. Müslüman filozofların, epistemolojinin büyük problemi karşısındaki tavrı budur. Fakat bu tavır, kelâmcılar tarafından aynı şekilde kabul edilmiş değildir.

Burada hatırlatmamız gerekir ki, İslâm’ın “felâsife” (filozoflar) diye adlandırılan hür düşünürleri daha zuhur etmeden önce teoloji (kelâm) ilmi doğmuştu. İslâm akîdesinin ortaya koyduğu problemler üzerine eğilinmesi sonucu, düşünce akımları, fikrî mesailer İslâm âlimleri arasında belirdi. Buradan ilm-i kelâm veya teoloji doğdu (bk. L. Gardet ve M. M. Anawati, Introduction à la théologie musulmane, I, Paris 1948).

Kelâmcıların kendileri de Grek felsefesinden etkilenmişlerdir. Başlangıçta onların tartışmaları, özellikle ( Kaderiyye ve Cebriyye ekollerinin doğuşuna yol açan) hür irade problemi üzerindeydi. Fa-kat, Grek diyalektiğini kullanarak aynı bu problemleri mukaddes metinlerin (nasların) ışığı altında tekrar düşünmek için 750 yılına doğru sahneye çıkanlar özellikle Mu‘tezilîler olmuştur. Onlara “ada-let ve tevhîd taraftarları” (ashâbu'l-adl ve’t-tevhîd) denmiştir. Onlara göre, kâinatın bir istenen nizamı, bir objektif nizamı mevcuttur: İlâhî irade aklın icaplarına tâbidir ( Şehristânî). Allah, başka bir dinî kanun (şerîa) vere mezdi. O halde, şeriat tarafından getirilen tayinden önce kendiliğinden (li-zâtihî) bir iyi ve bir kötü mevcuttur. Beşerî varlık, iyi veya kötü, tam bir hürriyetle hareket eder. Mu‘tezilî kelâmcılar böylece, temel bir rol oynattıkları beşerî akıl ile dînî vahyi uzlaştır-dılar.

Fakat Mu‘tezilîler uzun süre devam etmediler. Güçlü bir reaksi-yona yol açtılar. Bunlardan biri olan Eş‘arî (ö. 324), Mu‘tezilî doktrin-den şaşaa ile ayrılır ve kendi adıyla “Eş‘arîlik” diye isimlendirilecek

Page 6: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ426

olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca Ehl-i sünnet’in tem-silcisi olarak mülâhaza edilmiştir.

6. Bu kelâm ekolüne göre kâinat, ancak sürekli bir yaratılma ile varlığını sürdürür. Tabiatta kanun yoktur, her şey her an yaratıcı Allah’ın daima hür iradesine bağlıdır. Eş‘arîler’in doktrinini kesin bir şekilde zafere ulaştıracak olan Gazzâlî’nin (XI. asrın sonuna doğru) kendisi de Grek felsefesinden gıdalanmıştır. O, Grek diyalektiğinin bütün silâhlarını Aristo felsefesine karşı geri çevirir. O, tabiat kanunu düşüncesi ve illiyet prensibi (principe de causalité) aleyhinde açıkça tavır alır.

Ehl-i sünnet kelâmına göre -İslâm felsefesindekinden de fazla olarak- beşerî akıl eşyanın mahiyetini idrakten âcizdir ( Neşşâr, Menâ-hicu’l-bahs, s. 10). İslâm’da hiçbir yerde, tabii nur ve beşerî meleke olan “bi’l-fiil akıl” (l’intellect agent) konusundaki Aristocu ve Saint Thomascı teori kabul edilmemiştir ( Anawati, s. 348).

Sûfiyye mantığına göre hakikat, ancak vahyedilebilir (mantıku İşrâkī, bk. Neşşâr, s. 21). Umumiyetle kelâmda deliller, naklî deliller-den ibarettir (delâil nakliyye, bk. Goldziher, s. 268, n. 71).

Ehl-i sünnet kelâmı, Mu‘tezilîler tarafından ortaya konduğu şekliyle hür irade prensibini kabul etmez. Eş‘arî ve talebelerine göre, insanın fiillerini Allah yaratır. Eğer insan kötülük işlerse, her şeye rağmen ondan sorumludur. Zira sadece adem-i istihkak ve istihkak (kesb) kendisinin lehine veya aleyhine hükmettirecektir.1

Fakat iyi ve kötü nedir? Tabii hukuk konusunu ele alma bakı-mından, bizi en çok meşgul etmesi gereken ciddi problem buradadır. Eş‘arîler’e göre, iyi ve kötü kendiliğinden mevcut değildir. Dinî kanu-na riayet iyi, onu ihlâl ise kötü harekettir. Her insan, hareketlerinde, dinî kanun tarafından çizilen hattı takibe gayret etmelidir. Her kâsibe (gayret sahibine) kendi kesbi vardır: Ya muvaffak olur ya olmaz. Akıl yanılabilir: Bulunmuş her çözüm aynı şekilde geçerlidir (küllühüm ale’l-hak: “Hepsi hak yoldadır”).

Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki, Ehl-i sünnet kelâmcılarına göre kanun yoksa asla mükellefiyet yoktur. Mükellefiyet, mecbur edi-ci gücünü sadece kanundan alır (Bağdâdî, Usûl, s. 201).

1 Mâtürîdîlik, insanın müdahalesine daha önemli bir rol oynatır. Fakat umu-miyetle Hanefî Mâtürîdîler Eş‘arîliğin tutumunu muhafaza ederler.

Page 7: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞ I VE İSL ÂM HUKUKU 427

Bu şekilde tasvir olunan tutumlar, modern çağda Mısırlı büyük reformcu Muhammed Abduh tarafından hücuma uğramıştır. Bu re-formatör ve onun ardından bütün öğrencileri, günümüzde hür irade mefhumuna yeniden canlılık kazandırmaya ve onun bütün nüfuzunu tekrar tabii akla vermeye çalışmaktadırlar. Bu bir çeşit “ neo-Mu‘tezi-lizm” (Yeni Mu‘tezilecilik) hareketidir.

7. 1933 yılında Archives de la Philosophie du Droit’da (Cahier 3-4, 15 ve n. 3) yayınlanan bir makalede, sâbık dekan Gény , İslâm’ın, hu-kuku dine tâbi kılacak derecede hukuk ve dini birbirine bağlar bir gö-rünüm arzettiğini yazmakta ve şu soruyu ortaya atmaktadır: “Acaba bi-zimkine benzer bir tabii hukuk mefhumundan mı hareket edilmiştir?”

Bu girişin sonucu yerine geçmek üzere kısaca cevaplamaya ni-yet ettiğim soru işte budur. Bilindiği gibi, Saint Thomas d’Aquin’e göre tabii hukuk, ezelî ve ebedî hukukun insan aklıyla kavranabile-ceği kısmıdır. Âşikârdır ki tabii hukuk mefhumu sıkı bir şekilde bilgi problemine bağlanmış bulunmaktadır. Saint Thomas, hukukun ( jus) hak ve doğru (juste) olduğu için böyle isimlendirildiğini yazabilmiştir (II, II, 57). Pozitif beşerî hukuk -şayet sahih ise-, tabii hukuktan neşet eder; nasıl ki tabii hukuk, ezelî ve ebedî hukuktan, kâinatı idare eden ilâhî ezelî ve ebedî akıldan hâsıl olduysa.

Fakat Saint Thomas, bir ilâhî kanunun zaruretini de kabul eder. Bizzat bu ilâhî kanun, pozitif hukukun bir nevinden başkası değil-dir: Bu, Allah’ın, insanın kendisine karşı davranışını nizamlamak için belirlediği kanundur. O, herkes için aynı ve umumi prensiplerinde değişmez olan saf tabii hukuku olduğu şekilde bırakır.

Kelâmcılar, tabii hukuk ile ilâhî hukuk arasındaki bütün ayı-rımları tamamen sükût geçmektedirler ve her şeyden önce, onların eserlerinde, pozitif beşerî hukuk söz konusu olamaz. Pozitif dinî ka-nun kısaca, insanın bütün faaliyet sahalarını kucakladığından, teo-ride, teşrîî iktidar icrası için hiçbir yer bırakmaz. Dinî hukuk (şerîa), Saint Thomas’ın terminolojisinde, her ilâhî kanun gibi, pozitif bir kanundur. Fakat bu pozitif ilâhî hukuk, acaba, aynen pozitif beşerî hukuk gibi tabii hukuktan mı müştaktır?

Saint Thomas’a göre, pozitif beşerî hukuk, muteber olabilmek için, tabii hukuktan iştikak etmelidir. Bu pozitif beşerî kanunun var-lığı düşüncesi iledir ki, tabii hukuk mefhumu bütün değerini kazanır.

Page 8: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ428

Oysa, kelâmcıların nazarında böyle bir kanun asla mevcut de-ğildir. Onlar, pozitif beşerî hukukun, adalet mefhumuna veya ilk derecedeki tabii hukuk prensiplerine mutâbık olup olmadığını dü-şünme mecburiyetini hissetmediler.

Onlar için tek pozitif dinî kanun önünde sadece bir tek prob-lem mevcuttu: O da bilgi problemiydi. Bu pozitif ilâhî kanun, bu ezelî ve ebedî hukukun insan aklınca kavranabilen bir parçası mıdır? Bu, kâinatı idare eden bu ezelî ve ebedî akıl tarafından mı konmuş-tur? Hulâsa, tabii hukuk problemi asla vazedilmiş değildir. Kelâmcı-lar için sadece ezelî ve ebedî hukuk problemi mevcuttu.

Onların cevaplarını biliyoruz: Aristo felsefesiyle meşbû olan Mu‘tezilîler, bir objektif nizamın varlığını, aklın icaplarına tâbi bir ilâhî iradenin varlığını kabul ederler. İyi ve kötü, kendiliğinden (li-zâtihî) mevcuttur. Dinî kanun sadece, aklın kendiliğinden (li-zâtihî) iyi veya kötü olarak mülâhaza ettiğini teyit için gelir. O halde, ezelî ve ebedî bir hukuk vardır ve aklın rehberliği altındaki hür insan iradesi iyiyi seçebilir ve kötüyü defedebilir.

Eş‘arîler’e göre, akıl iyiyi kötüden ayıramaz. Bunu ilâhî kanun yapar. İlâhî kanun bunu yaparken, herhangi bir ezelî ve ebedî huku-ka tâbi değildir. Allah, kendi iktidarı dahilinde, büsbütün başka bir kanunu yürürlüğe koyabilir veya hiçbir kanunu yürürlüğe koyma-yabilirdi. Her şey, her an yaratıcı Allah’ın daima hür olan iradesine bağlıdır. Gazzâlî, sarahaten, tabiatta kanun olmadığını söyleyecektir.2 İyi ve kötü kendiliğinden var olmadığı için, her şey ilâhî kanun ko-yucunun (şâri‘) tasarrufuna bağlı olacaktır.

Biliyoruz ki, kelâmda galebe çalan doktrin budur. Bu doktrinde bir ezelî ve ebedî hukukun inkâr edilmiş olması, “tabii kanunlar”ın, kâinata merbut objektif bir nizamın inkâ rını mantıken intaç eder ve şayet tabiat kanunları yoksa, aklın gayreti neye yönelecektir?

8. O halde, Grek ruhu ile Arap ruhunun bir sembiyozu (ortak yaşama ürünü) olan Ehl-i sünnet kelâmı ( Ahmed Emîn, Duha’l-İs-lâm, s. 8’den naklen: Gardet ve Anawati), bu noktada, bilhassa Saint Thomas d’Aquin tarafından temsil edilen Batılı Katolik ilâhiyatından açıkça uzaklaşmaktadır. Fakat şunu kaydetmek düşündürücüdür ki,

2 Bk. Gardet ve Anawati, s. 63-64. İlliyet değil, basit teselsül vardır. İllet kav-ramının yerine, irtibat kavramı konmuştur.

Page 9: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞ I VE İSL ÂM HUKUKU 429

Saint Jean Damascène [Yuhanna ed-Dimaşkī] tarafından temsil edi-len Şarkî ilâhiyat literatürü içinde, tabii hukuk prensipleri nâdiren hatıra getirilmiştir. Bu prensipler, Bizanslı yazarlar nezdinde hiç gö-rülmez. Alexeiev’in, Archives de Philosophie du Droit’da (Cahiers 1-2, 1935, s. 135-136) yazdığı gibi, “Allah’ın, hem mümine hem dinsize vahyettiği tabii hukuka, Şarkî ilâhiyat (İslam kelâmı) herhangi özel bir değer affetmemektedir.”

Açıklayalım ki, Saint Augustin’de, tabii hukuk konusundaki Grek noktainazarı ile, Allah’ın lutfu konusundaki Kitâb-ı Mukaddes’e ait noktainazarın bir karışımı vardır. O, her ne kadar bir tabii hu-kukun varlığını inkâr etmezse de, insandan, mükemmel kanunlar yaratmasını beklemenin delilik olacağını kabullenir. Bu güvensizliğe, Protestan ilâhiyatının belirli bir kısmında rastlanmaktadır.

9. Bu ciddi problem üzerinde Batı düşüncesi ile Doğu düşün-cesi arasındaki farklılık, her şeye rağmen yeterince açıktır.

Grek mirası bilhassa, Toledo, Sicilya ve Napoli’de XII. asırda müslü man filozofların eserlerinden yapılan tercümeler sayesinde Ba-tı’ya geçmiştir. Şu halde, bu tercümeleri bilen Saint Thomas, İslâm düşüncesi hakkında mâlûmat sahibidir (O, İbn Rüşd’ü “sublime ésprit” [âlî ruh] diye tavsif eder). Fakat, tercüme edilen eserler, filo zofların eserleridir. Kelâm kitapları ve özellikle temel fıkıh eserleri, Ortaçağ Av rupası’nda meçhul kalmışlardır. Bunlar, Araplar tarafından Batı’ya aktarılan Grek mirasına asla dahil olmamışlardır. Böylece, hıristiyan ilâhiyatçıların hemen tamamı, hukukî pozitivizmin temel öncüllerine ( mukaddimât) karşı müttefik durumdadır. Bunun içindir ki Gratien’in Dekretaller’i bizzat hukukî planda tabii hukuku iyiden iyiye tanıya-caktır: “Bütün anayasalar, diye yazar o, şayet bunlar tabii hukuka aykırı iseler, ... terkolunmalıdır.”

10. Şimdi, kelâm ve İslâm felsefesinin, müslüman hukukçu-ların düşüncesi üzerinde hangi tesire sahip olacağını düşünmemiz gerekmektedir. Şayet tabii hukuk mevcut değilse, İslâm hukuk te-fekküründe muhakemenin tabiatı ne olacaktır? Fakat burada, hemen iki planı ayırt etmek gerekir. Bir kısım müslüman düşünürler, İslâm hukukunun kaynaklarını tetkikte gerçekten ihtisaslaşmışlar ve hu-kuk sahasında takip edilecek muhakeme şekillerini belirlemek za-ruretini hissetmişlerdir. Onlar, “ usulü’l-fıkh” ( hukuk metodolojisi) adıyla bağımsız bir disiplin meydana getirmek için kelâmcılardan

Page 10: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ430

ayrılmışlardır. İşte bunlar, İslâm hukuk mantığının prensiplerini ta-nıyabilmemiz için bize yardım edecek olan mahza teorisyenlerdir.

Fakat aslında bu ilim, hukuk (yahut “fıkıh”) ilminden bile ta-mamen bağımsızdır. İslâm hukukçuları tarafından İslâm hukuk kül-liyatını meydana getirmek için fiilen kullanılan metotları, asla usulcü-leri kendi dedüksiyonları içinde takip etmeksizin doğrudan doğruya saf hukuk eserlerinden araştırmak sıhhatli bir yol olurdu. Ama her şeyden önce, “ usulcüler” diye anılan İslâm hukuku teorisyenleri nez-dinde hukuk mantığının ne olduğunu görelim.

İslâm Hukuku Teorisyenlerinde Hukuk Mantığı

11. “ Usûlü’l-fıkh” diye isimlendirilen ilim teşekkül ettiği sırada, İslâm hukuku zaten şekillenmiş ve “ hukukî hadise” koleksiyonları şeklinde zuhur etmiş bulunuyordu. Bu durumda, saf teori eserleri-nin “usûl” (racines, principes = kökler, prensipler) adıyla tanınmasına mukabil, saf hukuk eserleri “fürû’” (branches = dallar) diye adlandı-rıldılar. Fakat bu terimlerin muhtevaları hakkında yanılgıya düşül-memelidir. Saf hukuk eserleri, gizli fakat kesin bir prensipler hey’et-i mecmuasını önceden farzederler. Teori eserleri bu prensipleri araş-tırmazlar; onlar, daha çok, hukuk kaynaklarının tedkikini ve yine -umumi bir tarzda- süje ve obje gibi muhtelif unsurları arasından hukuk kaidesinin araştırılmasını konu edinirler.

Kaynakların tedkiki, başından beri, açıkça hukukun kaynakla-rı arasında sıralanmış bulunan “ kıyas” ( analoji) adıyla mâruf hukukî muhakemenin tahlilini ihtiva edegelmiştir.

Bu sebeple, “ usulü’l-fıkh” diye adlandırılan ilim, bazılarınca bir nevi metodoloji olarak telâkki edilmiştir. Diğer bazılarına göre, felsefeye nisbetle mantık ne ise hukuka nisbetle de usulü’l-fıkıh odur. Bize göre bu, görüleceği gibi, hukukun basit bir “ prensi pioloji”sidir; bir nevi “ epistemoloji”dir.

12. Hukuk prensipiolojisi nin ilk sistematik eseri, Şâfiî mezhe-binin kurucusu Şâfiî’ye (ö. 204/820) aittir (Bu eser, yakın bir geçmiş-te Majid Khadduri tarafından Islamic Jurisprudence, Shāfiī’s Risāla adı altında İngilizce’ye tercüme edilmiştir, Baltimore 1961).

Klasik müellifler, Şâfiî’yi bu ilmin öncüsü olarak tanımakta müttefiktirler. Bazı tarihçilere göre ise ( Hatîb el-Bağdâdî’den naklen:

Page 11: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞ I VE İSL ÂM HUKUKU 431

Schacht, Origins of Muhammadan Jurisprudence, Oxford: The Claren-don Press, 1950, s. 133), Hanefî mezhebi imamlarından Ebû Yûsuf’a (ö. 183) bir “usûl” eserini borçluyuz. Bu kayda göre o, Şâfiî’ye tekad-düm etmiş olacaktı; fakat eski kaynaklarda bu iddiayı doğrulayan hiçbir şey mevcut değildir (Schacht, aynı yer).

En azından şurası bir gerçektir ki, sonraları Hanefîler diye anı-lan Iraklılar, hukukî muhakeme yolunda, sonraları “Mâlikîler” diye isimlendirilen Medineliler’e tekad düm etmişlerdir (Schacht, aynı yer). Umumiyetle nakledildiğine göre (Hanefî mezhebinin haberci-lerinden biri olan) İbn Abbas, daha o zaman “âmm”ı “hâs”tan ayırt etmekteydi (bk. Neşşâr, s. 57).

Hukuk mantığı, Şâfiî’den çok önce mevcuttu; fakat Şâfiî, bu mantığı, ilk “usûl” eseri olan er-Risâle adlı kitabında ilk defa sistema-tize eden kişi oldu. İbn Rüşd, din ile felsefe arasındaki uyum üzerine yazılmış olan Faslü’l-makāl fî-mâ beyne’ş-şerî‘a ve’l-hikme mine’l-ittisâl adlı eserinde (G. F. Hourani tarafından yapılmış İngilizce tercümesi, Lon don 1961), bize, hukukî kıyasın tedkikinin tarih olarak birinci asırdan sonra olduğunu söylemektedir ( Neşşâr, a.g.e., s. 56). Râzî de (ö. 606) bize nakletmektedir ki, Şâfiî’den önce insanlar tartışıyorlar ve muhakemeyi uyguluyorlardı; ama kendi görüşlerinin haklılığını ispat için başvuracakları kaidelere sahip değillerdi; Şâfiî ise, “usûl” ilmini ortaya koyan kişi oldu ( Neşşâr, a.g.e., s. 58).

13. Hemen işaret etmek gerekir ki bu ilim, kelâmın tekâmü-lünden daha önce doğmuştur. Tasavvur edilebilecek olanın aksine, İslâm düşünce tarihinde, zihinler, akîdenin ortaya koyduğu prob-lemlere yönelmeden önce pratik hukuk ilminin ortaya koyduğu problemler istikametine yönelmiştir ( Neşşâr, a.g.e., s. 53-54). Fakat İslâm hukuku, dinî bir hukuk olduğundan, Kur’an ve Peygamber’in sünneti ile başlayan hukuk kaynaklarının tedkiki, kelâmcıları da (mütekellimîn) önemli derecede ilgilendirmeliydi.

İşte böylece, Şâfiî’den sonra bu yeni ilim, hukukçular tarafın-dan olduğu kadar kelâmcılar tarafından da geliştirilmiş oldu. Fakat,

“ usulü’l-fıkh”ın (hukuk prensipioloji si), saf teolojiden ibaret olan “usulü’d-dîn”den (din ilmi prensipiolojisi) net bir şekilde ayırt olun-masına devam edildi. Bu iki dalı birbirine karıştırma, ancak daha sonraları gerileme devirlerinde oldu. Lâkin, bu iki disiplin arasında

Page 12: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ432

dar bir bağlantı daima mevcuttu. Şu bir vâkıadır ki kelâm, İslâm hukuku metodolojisinden çok şey almıştır.

14. İfade ettiğimiz üzere, Şâfiî’den sonra hukuk metodolojisi, zaman zaman kelâmcılar tarafından tetkik edilmiştir. Bunun içindir ki İbn Haldûn, Mukaddime’sinde (s. 247) bu disiplin içinde iki ce-reyanı ayırt eder. Kelâmcı cereyan, bazan Mu‘tezilî ve bazan Eş‘arî temayüllü eserler tarafından temsil edilir. Eş‘arî temayüllü en büyük müellifler arasında, ilk defa Aristo mantığını usul ilmine sokmaya gayret eden ve İmâmü’l-Ha rameyn (ö. 478) lakabıyla anılan Cüvey-nî’yi zikretmek gerekir.3 O, hukuk prensipioloji sine ait büyük ese-rinde (el-Mustasfâ), ictihad etmek isteyen kimsenin Aristo mantığını bilmesini şart koşan büyük Gazzâlî’nin (ö. 505) müjdecisi olmuştur!

Fakat, İslâmî bilginin bu dalına kendini veren Mu‘tezilî tema-yüllü kelâmcılar da mevcut olmuştur. Ebü’l-Hüseyin el-Basrî bunla-rın başında zikredilebilir. Nihayet Âmidî (ö. 631) tarafından temsil edilen telifçi kelâmcılar da vardır.

15. Lâkin, İbn Haldûn’un daha önce işaret ettiği gibi, bütün bu müellifler, hukuk problemlerini kendi hukukî durumları içinde ele almaktan uzaktır. Bazan, saf hukuk (fürû) eserleri tarafından verilen çözümlerden açıkça uzaklaşmakta, onlara hiç itibar etmemektedirler.

Buna karşılık, yine İbn Haldûn’un dediği gibi, hukuk pren-sipiolojisi eserleri meydana getiren hukukçular, bilhassa Hanefîler, hadiselere çok yakındırlar; onlar, fıkıh eserlerince verilen çözüm-ler arasından kaideler elde etmeye çalışırlar. Bunların en önemlileri arasında, Cessâs (ö. 370), Debûsî (ö . 430)4 ve Serahsî zikredilebilir. Fakat günümüze kadar, kendisinin bu sahada otorite olduğu mülâ-hazasını koruyan müellif, Pezdevî’dir .5

Bir de, Hanefî metodunu mütekellimîn metodu ile mezceden müellifler dizisi vardır. Biz bunlardan İbnü’s-Sââtî (ö. 694) ile muasır

3 el-Burhân (Delîl) adlı eserinde.4 Te’sîsü’n-nazar’ın müellifi [Not: Debûsî’nin asıl usul eseri Takvîmü’l-edille’dir

(mütercim)].5 Keşfü’l-esrâr’ın müellifi. [Not: Esasen Pezdevî’nin (ö. 482/1089) eseri Kenzü’l-

vüsûl ilâ ma‘rifeti'l-usûl olup, kısaca Usûlü’l- Pezdevî diye de anılır. Keşfü’l-esrâr ise Abdülazîz el-Buhârî (ö. 730/1329) tarafından bu esere yapılan şerhin adıdır (mütercim)].

Page 13: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞ I VE İSL ÂM HUKUKU 433

müelliflerin sık sık başvurdukları meşhur Tenkīh’in yazarı Sadruş-şerîa Abdullah b. Mes‘ûd’un6 (ö. 747) isimlerini vereceğiz. Hanefî olmayan müellifler arasında, Mâlikîler’den Şâtıbî (ö. 780) ve Karâfî (ö. 684) ile Şâfiîler’den Sübkî’yi zikredelim.

İşaret etmeli ki Şâfiî ve Mâlikî müelliflerin hepsi, Eş‘arîliğin te-siri altındadırlar. Buna mukabil Hanefî müellifler, Mâtürîdîlik’ten et-kilenmişlerdir. Bilindiği gibi Mâtü rîdîlik yumuşatılmış bir Eş‘arîlik’tir.

16. Daha yukarıda, İslâm hukuk külliyatının, İbn Haldûn’un ifadesiyle bu “yeni” ilmin doğuşundan daha önceleri teşekkül etmiş olduğunu yazmıştık. Bu külliyat, yeni ilimden asla etkilenmiş değil-dir. Daha önce teşekkül etmiş olan mezheplerin her biri, fıkıh (saf hukuk) ilminden bağımsız olarak inkişaf eden “usûl” ilminin doğu-şundan sonra da durumlarını devam ettirmişlerdir.

Her ne kadar “usûl” ilmini ilk olarak ortaya koyan Şâfiî ise de, bunu, Şâfiî mezhe binin kurucusu sıfatıyla yapmamıştır. Bunun için-dir ki Şâfiî’den sonra -umumiyetle- müellifler, onun çizdiği hattı takip etmekle beraber, pozitif hukukî doktrinlerini asla tadil etmemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîler, “usûl” eserlerini meydana getirirlerken, Şâfiîler kadar hadisçidirler. Zaten bunların hepsi Eş‘arî veya Mâtürîdî’dirler ve Mu‘tezilî değildirler. O derece ki, “usûl” ilmi, hukuk ilmine tesir etmeksizin ve kendisi de usulcü hukukçuların mensup oldukları hu-kuk mezheplerinin farklılıklarından tesire uğramaksızın doğmuş ve inkişaf etmiş olan bağımsız bir ilim görünümü taşımaktadır.

Her ne kadar Hanefîler, umumiyetle söylendiği gibi, -başka mezheplere mensup ve özellikle kelâmcı müelliflerden farklı ola-rak- hukuk metodolojisi (usûl) problemlerini hadiselerden ve hukuk (fıkıh) eserlerinde kendilerine verilen çözümlerden hareketle incele-mişlerse de, gerçekte, “usul” eserleri tarafından incelenen problemler sahasında bu iki cereyan arasında mevcut olan farklılıklar çok azdır.

Tanınmış bir Hanefî müellif olan Hamevî, hukukî bir metni şerhederken (el-Eşbâh, I, 245) kesinlikle ifade etmektedir ki; “Fürû eserlerinin aksini söylediklerinde usul eserlerinde bulunanları naza-ra almamak gerekir.” Müellifin ifadesine göre bu, doğruluğu herkes tarafından teyit edilen bir prensiptir.

6 [Not: Doğrusu Sadrüşşerîa Ubeydullah b. Mes‘ûd şeklindedir (mütercim)].

Page 14: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ434

Hanefîlerinki de dahil olmak üzere şu sonuç çıkarılabilir ki, “usûl” eserleri saf hukuk ile ilgili umumi kaideler vazetmezler. Bunlar hukuk kitapları değildirler. Onlardan herhangi bir çözüme varılama-yacaktır.

İslâmî literatürde “usûl” ilmi, esasen hukuk ilminin bir epis-temolojisini teşkil eder. O, tamı tamına, metodolojinin konusu olan ve mantığın bir bölümünü meydana getiren metotların tedkikinden ibaret değildir; bir sentez hiç değildir. Esas itibariyle o, prensiplerin, mantıkî kaynaklarını, değerlerini ve objektif muhtevalarını belirleme hedefine yönelik tetkikidir. O, bilgiyi, teferruatlı ve a posteriori (mâ-ba‘dî, sonradan) ted kik eder (bk. Lalande, Vocabulaire).

Massignon’a göre (L’Année Sociologique, 1952, s. 356-357), “Usûl, Aristoculuk’tan ziyade Stoacılığa daha yakın; özel, deneyci bir mantığı kullanarak sosyal hadiseler yığınını terkip etmeye mecbur olmuştur.” Şimdi bu mantığın ne olduğunu görelim.

Usulcülere Göre Hukuk Kaynağı Olarak “Kıyas”

17. Bilindiği gibi, bu teorisyenlere göre İslâm hukukunun kay-nakları dörttür: Kur’an, sünnet, icmâ, kıyas ( analoji).

Klasik doktrinin, muayyen bir muhakeme usulünü, basit bir zi-hin ameliyesini hukukun kaynakları arasına yerleştirmiş olması hay-ret vericidir. Bu da hemen, aklî muhakemenin, hukukun teşkilinde bile önemli bir rol oynaması gerektiğini tesbite imkân vermektedir.

Mamafih, kıyasın hukuk kaynağı olarak ortaya çıkışı, bizzat usulcülerin kendi aralarında canlı münazaralara konu olmuştur. Daha ileride göreceğiz ki, Sünnî bir mezhep kurmuş olmakla beraber Hanbelîler, böyle bir kabulün doğru olmadığını ileri sürmek tedirler. Diğer taraftan, muhtelif mezheplerin usulcüleri arasında, hukuk kay-nağı olarak mülâhaza edilebilecek muhakemenin mahiyeti hakkında ayrılıklar vardır.

18. Şurası bir gerçek ki İslâm hukuk külliyatının teşekkülü, muhakemeye çok şey borçludur. İslâm’ın ilk zamanlarında, zuhur eden meseleler, serbestçe yaygınlaşan muhakeme sayesinde çözüm-lenmişlerdir. Kur’an nasları ve Peygamber’in hadisleri, pratik hayatta ortaya çıkan bütün meseleleri muhtevi değildi: Onun için, bütün

Page 15: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞ I VE İSL ÂM HUKUKU 435

cehdi mutazammın zihnî bir gayret olan ve “ ictihad” adı verilen va-sıtayla, hadiselere çözümler araştırma mecburiye tinde kalındı. Umu-miyetle söylendiği üzere, usulcülerin diliyle, “ ictihad” kapıları o sı-rada tamamen açıktı.

Böylece ictihad, icmâ tarafından tanınmış olan ve pozitif huku-kun bünyesine girebilen çözümler ortaya koymayı mümkün kıldı. O, aklî bir temele, aklıselime (el-ma‘kūl) dayanıyordu. Bu, daima geçerli olan saf haldeki akıl yürütme idi: O, “ re’y” şeklini alıyordu.

Şâfiî ilk usul eserini yazdığında , bu kanaat ( re’y) hürriyeti onun hücumuna uğradı. O, hukuk kaynağı olarak re’yi açıkça mahkum eder. Onun, şer‘î hukukun boşluklarını doldurmak gayesiyle kabul ettiği tek muhakeme usulü, zaten sıkı bir disipline tâbi kıldığı kıyas-tan ( analoji) ibarettir.

19. Fakat Şâfiî, asla “ kıyas”ı icat eden kimse değildir. Kıyas, daha önce özellikle Iraklılar tarafından tatbik edilen “ re’y”in en çok kullanılan şekillerinden biriydi. Onların nezdinde kıyas, “ re’y” ile karışık halde bulunuyordu. Her ne kadar Şâfiî onları “ehlü’l- kıyas” ( kıyas taraftarları) diye adlandırsa da, gerçekte onların literatürü bu terimi bilmemektedir. İsim vermeksizin “ kıyas”ı kullanmakta olan Medineliler ve Suriyeliler (bk. Schacht, Ésquisse d’une Histoire du Droit Musulman) de aynı durumdadırlar.

20. Irak doktrini Ebû Hanîfe (ö. 150) ile mezhep haline ge-lince, kıyasın tam bir vukufla kullanılması Hanefî literatüründe sıklaşır. Fakat bazı oryantalistlerin haksız yere yaptıkları gibi, bu muhakeme usulünü kullanan tek mezhebin bu olduğu sonucuna varılmamalıdır. Schacht’ın işaret ettiği üzere, Mâlikîler de aynı de-recede kıyası kullanırlar. Mâlik, Muvatta’ isimli eserinde kıyas teri-mini dahi kullanır. Şâfiî, muhakeme serbestisine muhalefet ederse de, ortadaki gerçek şudur ki, Şâfiî mezhebi kıyası diğer mezhep-lerinki ile aynı ölçüde kullanır. Hanbelîler prensip olarak kıyası inkâr ederler; fakat diğer mezheplerin müellifleri ile aynı tarzda akıl yürütmeye devam ederler. Onlar, nasların basit bir geniş yo-rumu gibi mülâhaza ettikleri bir yolla aynı neticeyi elde ederler. Ehl-i sünnet’in dışında olan ve prensip olarak nassın lafzına (zâhir) bağlanan Zâhirîler ise, kıyasın verdiği neticeleri elde etmek için,

“el-mefhûm” (zımnî mâna) denen eşdeğerde bir kavrama başvurma mecburiyetinde kalmışlardır.

Page 16: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ436

Gerçekte, bu konuda mezhepler arasındaki muhalefet tama-men sunidir. Bazı klasik metinlerin yaptığı gibi, onları, hadis taraf-tarları (ehl-i hadîs) ve re’y taraftarları (ehl-i re’y) şeklinde ayırt etmek doğru değildir. Kendilerinden hadis taraftarları diye söz edilenler ( Hanefî mezhebi dışındaki mezheplerin mensupları), -görüleceği üzere- tıpkı re’y taraf tarları gibi kıyası ve hatta bazan diğer muhake-me usullerini geniş ve semereli bir şekilde kullanırlar.

21. Fakat kıyas nedir? Bu, kapalı bir terimdir ve tasrihe muh-taçtır. Geniş mânasıyla kıyas, gerçekte, genel bir şekilde akıl yürütme demektir. Hukuk (fıkıh) dilinde bu terim, hususi bir mâna kazan-mıştır: O, mahza analojidir. Bu, hukukçu usulcüler tarafından da kabul edilen mânadır. Kelâmcı usulcüler ise bazan, bir çeşit endüktif silojizm olabilen kıyası, daha ziyade “ temsil” adını verdikleri mezkûr analojiden ayırt ederler.

Bu tedkikin konusunu teşkil eden kıyas, pozitif İslâm hukuku-nu tekevvün ettirme gayesiyle müctehidler tarafından takip edilmiş bulunan muhakeme usulüdür. Hukukçu usulcülerin, İslâm hukuku-nun kaynakları arasında sıralayacakları kıyas da işte budur.

“Kıyas” adı verilen usulü iyice analiz edecek olursak, görürüz ki burada, cüz’îden cüz’îye giden ve yeni bir hadiseyi daha önceden bilinen eski bir hadiseye irca eden bir muhakeme söz konusudur ( Gardet ve Anawati, a.g.e., s. 412). O, hususi bir hadiseyi bir baş-ka hususi hadiseye geçirtir (ta‘diye ettirir). Bu, daima iki terimli bir akıl yürütmedir. Paralel olarak konmuş iki çiftten her biri içinde iki terimin görünmesi gerekli olduğundan, bilinmek istenen terim, çiftlerden birinin iki teriminin ve ikinci çiftin terimlerinden birinin bilinmesiyle taayyün eder. Bazı oryantalistlerin haksız olarak zannet-tikleri dedüktif silojizmden epeyce uzakta olunmaktadır ( Nallino). Onlardan biri üzerine yapılmış müşahedeleri aynı nevideki bütün hadiselere yaymayı hedef almadığına göre, o, endüktif bir muhakeme olarak da mülâhaza edilemeyecektir (meselâ Kant tarafından verilmiş bulunan endüksiyon tarifi ile mukayese ediniz).

İşaret olunmalıdır ki Hanefîler ve Mâlikîler, kıyas vasıtasıyla elde edilmiş sonucun temel alınarak yeni bir kıyasa gidilemeyeceğini kesinlikle açıklarlar. Kıyas üzerine kıyasın değeri yoktur. Şâfiîler ve Hanbelîler bunu kabul etseler de, bu daima, ancak cüz’î bir hadiseden bir başka cüz’î hadiseye geçiş için olacaktır. Zaten, kıyas yoluyla elde

Page 17: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞ I VE İSL ÂM HUKUKU 437

edilmiş neticenin, sadece iğreti bir netice olabileceğini ifade etmekte herkes mutâbıktır. Usulcüler umumiyetle söylerler ki fıkıh sahasında kıyas asla kat‘î sonuç sağlamaz. İbn Haldûn, Mukaddime’sinde (s. 318) bunun tarifini şöyle verir: “Kıyas, sarih nasların bulunmaması halinde kullanılan bir vasıtadır. O, iki hadise arasında mevcut olabilen benzer-liklere dayanır. Kesinlik değil, zan, yani şâriin (Allah) her iki hadise için aynı çözümü murat ettiği ihtimalini tevlid eder”.

22. Usulcüler, kıyası analiz etmek istediklerinde, onun dört unsurunu ayırırlar: Prensip (asl), mesele (fer‘), koz ( illet), netice (hü-küm). Fakat bu terminolojinin muhtevası hakkında katiyen yanılgıya düşülmemelidir. “Asl”, asla umumi kaide mânasında prensip değil-dir: Bu, basitçe ilk hadise, daha önce iki terimi içinde bilinen hadi-sedir. Şâfiî, mutlak olarak, bu ilk hadisenin bir Kur’an veya Sünnet nassına yahut bir icmâa konu olmasını ister. İşte bu, bütün kıyas ameliyesinin hareket noktasıdır. Bu ameliye, fer‘ denilen ve kıyasın ikinci unsurunu teşkil eden tâbi meselenin çözümlenmesiyle sonuç-landırılmalıdır. Üçüncü unsur olan tayin edici sebebe ( illet) gelince, bu “ kıyas” denen mantıkî ameliyede bir üçüncü terimin var olduğu inancını verebilecektir.

Gerçekte, hiç de öyle değildir. Şâfiî, bu unsura “ illet” veya “ se-bep” adını vermekten çok sakınır. O, “mâna”dan bahsetmekle yeti-nir. Zaten bu unsurun muhtevası hakkında usulcüler arasında pek karışık ihtilâflar ortaya çıkmıştır. İşte, Mu‘tezilî temayüllü usulcüler, Eş‘arî temayüllü Ehl-i sünnet usulcülerinden bu noktada ayrılacak-lardır. Ehl-i sünnet doktrinine göre, ratio legis yani verilen bir çö-zümü tayin edici sebep var olamaz. Vahyedilmiş bir metinde yazılı çözümü tamamen hür olarak vazeden, Allah’ın iradesidir. O halde, ikinci çiftin ikinci terimini bulmak için, -kendisini kabul etmek şar-tıyla- birinci çiftin iki terimi arasında herhangi bir illiyet bağı aramaya gerek yoktur. Sadece müşâbehet, iki çifti birleştiren benzerlik noktası aranmalıdır. Şu halde illet, asla bir illiyet bağı değil, iki çiftten birini diğerine bağlayan basit bir irtibattır. Bu bağı keşfetmek için, emareler (ed-delâil) yardımıyla bir çeşit paralelizme başvurulur.

Söylemek gerekir ki, diğer münasebet bağları arasında, motif (el- bâis) muhafaza olunabilir. Şayet kıyası yapanın zihnine birden fazla mülâhaza gelecek olursa, gerçeğe en yakın olanı seçebilir. An-cak daima, kıyasın dayanağı olan bir bağdan hareket etmek gerekir.

Page 18: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ438

Açık bir şekilde böyle bir bağa dayanmayan bir muhakeme vasıtasıyla bir hadiseden bir başkasına geçildiğinde, bu halde, kıyastan başka bir kaynak söz konusu olacaktır. Bu, kıyasın sonuçlandıramayacağı bir çözüme ulaşmanın dolambaçlı bir vasıtası olacaktır. Yine de bu,

-görüleceği üzere- en azından bazı mezheplerde kabul olunabilmiştir. Belirtelim ki bu dolambaçlı vasıta, bazan, açık kıyasın zıddı olmak üzere “ kıyâs-ı hafî” (gizli analoji) adı altında ifade edilebilmiştir. Ger-çekte o, ayrı bir aklî kaynak teşkil etmektedir.

23. Şimdi, yapılan tahlilleri aydınlatacak birkaç misal verme-miz gerekiyor. En eski literatürden alınmış birkaç misal, bize, baş-langıçta kıyasın nasıl silik ve iptidaî bir şekil altında tatbik edilmiş olduğunu gösterecektir.

Bilindiği üzere, zina halinde verilecek recm cezası, bir Kur’an âyetine göre, suç iddiasının aynı zamanda dört kişinin şahitliği ile ispat edilebilmiş olması dışında uygu lanamaz. Kıyasen, bu dörtlü şehâdetin bulunmaması halinde maznun tarafından dört defa tekrar edilen ikrarın yeterli bir delil olarak kabul edilebileceği sonucu çı-karılabilmiştir.

Başka bir misal: Hırsızlık, hırsızın elinin kesilmesi suretiyle cezalandırılır. Elin beş parmağına kıyasen, çalınan şeyin değerinin en az beş dirhem olması gerekeceği sonucu çıkarılmıştır.

Fakat hukuk ilminin inkişafı ile, kıyas bir başka açıklık ka-zanır. İrtibat bağı, özellikle “ bâis” ( sâik) şekli altında ortaya çıkar. Böylece kanun boşluklarını dolduran pozitif çözümlere ulaşılır. Buna tipik misal olarak, kendi lehine bazı mallar vasiyet eden kişiyi (mûsî) öldüren mûsâ lehin (lehine vasiyet yapılan) durumunu vereceğiz. Nas, mûrisini öldüren kanunî mirasçının miras hakkının düşmesi hükmünü derpîş etmektedir. Kıyasa göre bu, mûsâleh hadisesine ve hatta lehine düzenleme yapmış vakıf kurucusunu öldüren bir va-kıf meşrûtün lehi hadisesine teşmil edilebilmiştir. Açıktır ki mirasçı meselesinde hakkın sona ermesini uygun gösteren ratio legis (mûcip sebep), mûsâ lehin halefiyeti hadisesinde veya vakıf şekli altında ya-pılmış ölüme bağlı tasarruflar hadisesinde kıyasen verilen çözümü de haklı gösterici niteliktedir.

Bu uygulamalar içerisinde, kabul etmek gerekir ki, gördüğü-müz kıyas, kendisinin, modern hukukta “ kanunî kıyas” denen kıyasla

Page 19: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞ I VE İSL ÂM HUKUKU 439

uyuştuğunu kuvvetle hatıra getirmektedir. Modern hukukta olduğu gibi, o, kanun boşluklarını doldurmaktadır. Hatırlayalım ki pren-sip olarak kıyas, bir Kur’an metninden, hadis mecmuaları tarafından nakledilen bir metinden veya İslâm ümmeti tarafından “icmâ’” şekli altında kabul edilmiş bir hükümden hareketle yapılmalıdır. Bundan dolayı usulcüler kesinlikle ifade etmişlerdir ki, kıyas bir nassı değiş-tiremez veya onun muhtevasını sınırlandıramaz. Nassın hususi bir hadise için istisna yoluyla bir çözüm getirdiği durumda kıyasın rolü olamaz. Aynı şekilde, şayet ilâhî kaide, beşerî idraki aşan veriler üze-rine dayalı hususi (muhtas sun bih) bir çözüm vazetmişse, bu durumda da kıyas kullanılamaz.

24. Tanınmış oryantalistler ( Snouck-Hurgronje, Nallino), basit bir muhakeme tarzının, usulcüler tarafından nasıl hukuk kaynakla-rı arasında sıralanabildiği hakkında düşünmüşlerdir. Nallino, bunu garip karşılar. Snouck-Hurgronje, kendi kanaatince beşerî mantığı temsil eden kıyasın, gramer kaidelerinden ve aritmetik prensiplerin-den ayırt edilebileceği bir nokta görmez. Şer‘î metinlerin (nasların) anlaşılmasına o derece yardımcı olduklarına göre, bütün bu ilimlerin aynı şekilde birer kaynak olarak mülâhaza edilmeleri gerekirdi. Bun-dan, kıyasın hukuk kaynağı derecesine yükseltilmesinin, sırf tarihî sebeplere bağlanması gerekeceği sonucu çıkmaktadır. “Re’y” şekli altında serbest araştırma teamülünün yol açtığı suiistimaller sebe-biyledir ki usulcüler, hukuk mantığını bazı kaidelere tâbi kılmayı arzuladılar; böylece o, kıyas şekli altında belirdi ve o şekliyle hukuk kaynağı mertebesine çıkarılmış oldu.

Fakat, daha önce, kıyasın sırf kanunî kıyas olduğunu tesbit et-miştik. Bizim de aralarında olduğumuz diğer bazı hukukçulara göre ise, kanunî kıyasın kaynak unvanına yükselişinin bizi şaşırtacak bir yanı yoktur. Halen yürürlükte bulunan 1865 tarihli Avusturya Medenî Kanunu, 7. maddesinde, kıyasın bir hukuk kaynağı olduğu hükmünü koymaktadır. “Şayet ihtilâflı bir mesele, der madde, bir kanunun ne lafzına ne ruhuna göre halledilemezse, kanunlar tarafından halle-dilmiş benzer meselelere ve diğer kanunların esbâb-ı mûcibelerine bağlanılmalıdır” (Doucet tercümesi, Paris 1947). Alman Medenî Ka-nunu’nun ilk tasarısı da aynı şeyi yapmıştı.

Sâbık dekan Gény , Méthode d’Interprétation et Sources en Droit Privé Positif ( yorum metodu ve pozitif hususi hukukta kaynaklar)

Page 20: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ440

adlı büyük eserinde, kanunun genişletici yorumundan açıkça ayırt ettiği kıyasın önemini yeniden ortaya çıkarmıştır:7 “O ( kıyas), diye yazar, hukukî sebebin aynîliği üzerine kurulu yeni ve farklı bir kaide yaratmayı hedef tutar. Kıyas, verilen bir durum için, bu durum ile kanunun düzenlemiş olduğu durum arasındaki temel bir benzerlik-ten, bir çözüm çıkarır” (a.g.e., 2. baskı, Paris 1954, I, 304) ve Gény sonuç olarak şöyle der: “Bana gelince, şu anlayışı bütünüyle kabul etmekte tereddüt göstermeyeceğim: Bu, hukukî tekâmülün bağımsız bir vasıtasıdır.”

Daha önce Savigny, Système du Droit Romain adlı eserinde (I, 284) kıyasa bütün bir paragraf tahsis etmişti ki, ona göre de kıyas, “Kanunun yorumu sahasını aşar ve mevzuatın gerçek boşluklarını doldurur.”

25. Şayet İslâm hukukunun, nazariyatı bilmeyen sırf ampirik (tecrübeye dayalı) bir hukuk olduğu hatırlanırsa, usulcüler tarafın-dan kıyasa verilen önem daha iyi anlaşılacaktır. Demek oluyor ki o, ancak hususi hadiselerden hareketle ve kıyas vasıtası ile işlenebilir. Diğer taraftan, daha önce görüldü ki İslâm hukuku, her türlü tabii hukuk düşüncesinden tecerrüd eden pozitif bir sistemdir. Şeklî hu-kuk sisteminin bu önemli özelliği, temelini naslarda bulan kıyasî tekâmülü gerekli kılar. Tabii hukuka müracaatı bütünüyle bertaraf etmek içindir ki, Alman Medenî Kanunu’nun ilk tasarısının müellifleri, kıyası, pozitif hukukun boşluklarını doldurmakla görevli bir kaynak olarak kabul etmişlerdir.

Nihayet unutmayalım ki şayet kıyas vasıtasıyla elde edilen çö-züm, modern hukukta olduğu gibi İslâm hukukunda da aynı tesirle kendini hâkime kabul ettirmiyorsa, bu, İslâm hukukundaki bu çözü-mün, modern hukukların “ analoji” ( kıyas) adını verdikleri zihnî ame-liyeye her noktada benzer özel bir ameliyeden neşet etmeyen iğreti bir çözüm olmasındandır. Kıyas, çözümlerden, kendilerini açıklayan prensibi, daha sonra aynı prensibin şartlarını dedüksiyon yoluyla diğer hipotezlerde araştırmak için çıkarmak değildir (Gény , II, 121). O, işaret ettiğimiz gibi, yeni baştan bir özel hadiseye doğru tekrar inmek için özelden genele varmayan iki terimli basit bir ameliyedir.

7 Fransız müellifler (Aubry ve Rau hariç) umumiyetle kıyas ile genişletici yorumu birbirine karıştırırlar.

Page 21: FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ - isamveri.orgisamveri.org/pdfdrg/D227723/2014/2014_CHEHATAC.pdf426 FIKIH USULÜ İNCELEMELERİ olan ekolü kurar. Eş‘arî kelâmı, asırlar boyunca

HUKUK MANTIĞ I VE İSL ÂM HUKUKU 441

Demek oluyor ki, İslâm hukuk mantığı, Aristo mantığından ziyade Stoacı veya Neoplatoncu mantık tarafından etkilenmiştir.

Usulcülerin kıyası, zaten daima naslara dayalı kanunî bir kıyas-tır. O, asla bir hukukî kıyas (Rechtsanalogie) değildir. Bu beriki kıyas türü, muhtelif hususi durumları gerekli kılan umumî prensiplerin varlığını önceden farzeder. Saf hukuk eserlerinin müellifleri, kıya-sın bu son türünü kullanmak zorunda kalacaklardır. Fakat bundan sonra bazı usulcüler, basit kıyasın doldurmaya asla kâfi gelmeyeceği boşluklara çare aramaya çalışacaklardır. Onlar, kıyasın sertlikleri-ni düzeltecek diğer muhakeme usullerine başvuracaklardır. Bazan

“ istihsan”a (benignitas: iyi görme), bazan da “ ıstıslâh”a ( l’utilitas publi-ca: amme menfaati) müracaat edeceklerdir ve böylelikle, hakkaniyet veya müşterek hayır mefhumları, her şeye rağmen, birden bire pozitif hukuk sahasına gireceklerdir.

Fakat bu yumuşatıcı mefhumların ya da daha çok yine İslâm hukukunun kaynakları olarak mütalaa edilebilen bu diğer muha-keme usullerinin tedkiki, yakın gelecekteki bir araştırma yazısı için sakladığımız hususi bir incelemeye değer.