Page 1
CHP BEŞİKTAŞ GENÇLİK ÖRGÜTÜ RESMİ YAYINIDIR
www.chpbesiktasgenclik.org
OCAK 2012 SAYI: 6
ÜCRETSİZDİR
ÖNCE
KATLETTİNİZ
ŞİMDİ
TUTUKLUYORSUNUZ
Üçüncü Yolu ÇİZMEK
Syf: 3
Hrant İçin, Adalet İçin!
Syf: 4
Kapak Konusu:
Önce Katlettiniz,
Şimdi Tutukluyorsunuz
Syf: 10
Hükümetin Terör
Karnesi
Syf: 12
Röportaj:
Özgür MUMCU
Syf: 14
Page 2
OCAK 2012
SAYI: 6
Cumhuriyet Halk Partisi Beşiktaş Gençlik Örgütü
Adına İmtiyaz Sahibi
CHP Beşiktaş İlçe Sekrateri
Ş.İlker UYGUN
Editör
Av. Merve ÖZTOPALOĞLU
Alp SUNAY
Yayın Kurulu
Hakan KÖROĞLU
K. Berkay TÜRKEN
Selim KAYAN
Kemal ESENKAYA
Nazlı MALUŞAKLI
Emre KARAYİĞİT
Ali Çağlar ŞENTÜRK
Kapak Tasarım: Selim KAYAN
Dergi Tasarım: K. Berkay TÜRKEN
Fotoğraf Kaynak: Genel Ağ (web)
E-posta: [email protected]
Web: www.chpbesiktasgenclik.org
Telefon: 0212 261 11 41
Basım Yeri
HİKMET OFSET
Dereboyu Caddesi Kısmet Sokak No:18/1
Not: Yazılardan yazarları sorumludur
İçindekiler
Selim KAYAN
ÜÇÜNCÜ YOLU ÇİZMEK…………………………..3
Kemal ESENKAYA
HRANT İÇİN, ADALET İÇİN!........................4
Emre KARAYİĞİT
DEVLETİN SAĞLIĞI BOZULDU………………….5
GÜNDEM………………………………………………..6
Tunca Zeki BERKKURT
Biyografi: Server TANİLLİ…………….……….. 9
Ali Çağlar ŞENTÜRK
ÖNCE KATLETTİNİZ ŞİMDİ
TUTUKLUYORSUNUZ……………………………..10
Burhan SARAL
AKP’NİN TERÖR KARNESİ…………….………..12
Röportaj: Özgür MUMCU...…………………...14
Burhan SARAL
YARADILIŞIN SOL YANI………………………….17
Etkinliklerimiz………………………………………..18
EMEK EMEK
2 3
Page 3
EMEK EMEK
2 3
tarım ve hayvancılığı güçlendirmek var mıdır? Töre
cinayetlerine, kan davalarına, küçük yaştaki kızların zorla
evlendirilmelerine son vermek var mıdır? Başta kız
çocuklarının eğitimi olmak üzere, farkında bir toplum
yaratmak için çocukların ellerinden taşları, molotof
kokteyllerini alıp onlara kalem, oyuncak verecek bir eğitim
sistemi var mıdır? Bölgedeki insanın kendi doktorunu,
öğretmenini, hemşiresini, avukatını yetiştirememesi
sebebiyle bu hizmetlerden tam anlamıyla yararlanamayan
bölge halkının kendi kamu çalışanını yetiştirmesi için köklü
bir eğitim reformunu içermekte midir?
Bütün bu soruların yanıtı elbette “Yetmez Ama
Evet” değil, “Hayır”dır. İşte bu nedenle de yıllardır
Güneydoğu halkının sorunu çözümsüz kalmıştır. O halde
“Üçüncü Yol”u çizmek ve sorunu temelinden ele alarak
çözmek de, BOP’u savunan değil GAP’ı savunan, toprak
ağasının yanında değil halkın yanında olan, her insanın
namusu olan etnik kimliği temel alan değil, işçiyi, çiftçiyi
yani Emeği temel alan Cumhuriyet Halk Partisi’nin boynunun
borcudur.
Bir ulusu oluşturan vatandaşlar bütünüdür. Bireyler
vatandaş olmadan ulus oluşturamaz. Aşiretler, etnik
topluluklar, dini gruplar bütünü ulus olamaz. Öncelikle
bireyleri vatandaşlık bilincine ulaştırmak gerekmektedir.
Bunun için ağalık, şıhlık, şeyhlik, aşiret ağalığı gibi
kavramların yanlışlığını, bunların sömürü düzeninin
enstrümanı olduğunu halka anlatmalı ve ikna etmelidir.
Vatandaş olmanın, üretimin hakça bölüşülmesi, haklardan
eşit yararlanılması, korkutulma ve sindirilmenin olmadığı,
her bireyin özgür olduğu vurgulanarak vatandaş olma
bilincinin yerleştirilmesine önem verilmelidir. İnsan merkezli
her politikanın zaman içerisinde sabırla uygulanması, başarı
şansını artıracağı gerçeği hiçbir zaman unutmamalıdır.
Vatandaş olarak birlikte yaşama, her bireye üretme şansının
verildiği, ürettiğinin hakkını aldığı, kimseye bağlı kalmadan
kendi kendine yeten, kendi ayakları üzerinde durabilen
bireylerin yetişmesini sağlayıcı programların uygulanmasına
öncelik verilmesi gerekmektedir.
Böyle bir uygulamanın etnik, dini ve feodal yapıları
kullananların onlardan beslenen kişi veya kişiler tarafından
başarılamayacağı kesindir. Bunlar ayrışma ve bölünmelerden
yararlanma (suyu bulandırıp balık yakalama) çabasında
kişilerdir. Çözüm üretiyor gibi görünüp işi daha karmaşık
hale getirirler. Bugünkü iktidarın yaşam sebebi, bu sorunu
çözmede yetersiz kalacağının bir kanıtıdır. Bu sorun ancak
sosyalist, sosyal demokrat düşüncenin tek başına iktidar
olması ile çözümlenebilir.
AKP’nin 6 Mayıs 2009 tarihinde “Güzel şeyler
olacak” diyerek başlattığı Kürt açılımının üzerinden iki
buçuk yıl geçti. “Amacımız ayrıştırmak değil, birleştirmek “
denilerek gelinen noktaya baktığımızda, şu sıralarda ayrılık
tartışmaları konuşuluyor. Sorunu yalnızca etnik temelde
gören ve bu temelde çözümler üretmeye çalışan zihniyetin
ülkeyi getirdiği nokta bellidir: Artan şiddet eylemleri ve
kardeşlik duygusunun yitirilip insanlarımızın “siz-biz”
ayrımını yapar duruma gelmesi. AKP ve etnik temelde
siyaset yapan zihniyetin açılım “macerası” bu noktada artık
miadını doldurmuştur. Bu bir maceradır çünkü açılım adı
altında yapılanların hiçbirisi, sonuçlarının ne olacağı daha
önceden düşünülerek yapılmış işler değildir.
22 Temmuz 2009’da Başbakan, “Demokratik
Açılım”ın müjdesini vererek BOP’un bir aşaması olan böl-
yönet planını uygulamaya koymaya başladı. Tabi buna ilk
başta en çok “Yetmez Ama Evet”çiler sevindi. Çünkü içinde
demokrasinin adı geçiyordu. Ne de olsa AKP hükümeti,
“İleri demokrasi”nin güvencesi. Ne de olsa onlar için
demokrasi demek Habur karşılamaları, PKK ile müzakere
demek. Aslında herkesin bildiği, ancak sadece cesaretli
insanların dillendirdiği bu hataları bir kenara koyarak
sorunun temeline inelim ve böylelikle çözümü sağlamaya
çalışalım.
Bugün Güneydoğu veya Doğu Anadolu’nun herhangi
bir yerine gidip insanların sorunlarına kulak verecek
olursanız, Kürt yurttaşlarımızdan duyacağınız isyan,
yoksulluk ve işsizliğin isyanıdır. Yıllardan beri Kürt halkına
arkasına dönüp, yüzünü toprak ağalarına dönen sağ
hükümetler ve kendini Kürt halkının temsilcisi sayan feodal
aşiret temsilcileri, bugünkü tablonun baş mimarlarıdır.
İnsanların yoksulluğundan ve eğitimsizliğinden nemalanan
bu zihniyet, kendi çıkarlarının peşine düşmüş ve bu
insanların sorunlarına yıllardır bir çözüm getirememiştir.
Sorunu sadece etnik temelde görmek, çözüme
giderken yapılan en büyük yanlışlardan bir tanesidir.
Elbette bu sorunda etnik isteklerin hiçbir yeri yoktur
demek de son derece yanlıştır. Ancak önemli olan, etnik
sorunların çözümünün temelinde de, insanların ekonomik
özgürlüklerini kazanması, ardından eğitim seviyesini
yükselterek bu isteklere kendi hür iradeleriyle cevap
araması yatmaktadır. Bir yandan terör örgütü PKK, bir
yandan BDP baskısı altındaki Kürtler, Demokratik Toplum
Kongresi’nden de çıkan “Demokratik Özerklik” dayatmasının
kendilerine neler getirip neler götüreceğinden, akıllarındaki
sorulara ne gibi cevaplar getireceğinden habersizler. O
halde, Demokratik Özerklik talebinin bölge sorunlarının
neresinde olduğunu cevaplarını aslında bildiğimiz sorularla
anlamaya çalışalım: Demokratik Özerklik, bölgede var olan
işsizliğe ne kadar çözüm getirmektedir? Talebin içinde,
bölgedeki feodal düzenin yıkılıp toprak reformunun
yapılarak oradaki halka ekonomik özgürlüğünü kazandırmak,
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
ÜÇÜNCÜ YOLU ÇİZMEK Selim Kayan
Page 4
EMEK EMEK
4 5
savaş pilotu olarak Türk havacılığının onursal bir ismidir. Bir
iddiayı, milli duygu ve değerleri de kötüye kullanarak bu
şekilde yayımlamanın habercilik olarak nitelendirilmesini kabul
etmek mümkün değildir. Ulusal birlik ve beraberliğimizin en
güçlü olması gereken bu dönemde milli birlik ve
beraberliğimize ve milli değerlerimize yönelik bu tip
yayımların ne amaçla yapıldığı Türk toplumunun büyük bir
kesimince artık anlaşılmakta ve endişe ile izlenmektedir
görüşlerine yer verdi.
Bu bildirinin hemen ertesinde İstanbul Valiliği´ne
çağrılarak Vali Yardımcısı Erol Güngör´ün makamında,
kendilerini Vali Yardımcısı´nın yakınları olarak tanıtan ve
bugün halen kimliği belirsiz iki kişi tarafından "uyarılan" Hrant
Dink hakkında bu görüşmenin hemen ertesinde radikal sağ
basında hedef gösterme kampanyası başladı. Şapparigce
köşesinde Ermeni Kimliği üzerine yazdığı 8 bölümlük yazı
dizisinin 13 Şubat 2004 tarihli bölümü içerisinden cımbızlanan
ve Diaspora Ermenilere yönelik eleştirel yaklaşım içeren
bağlamından koparılarak, "Hrant Dink, Türk kimliğine hakaret
ediyor" tavrıyla sunulan "Türk´ten boşalacak o zehirli kanın
yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan ile
kuracağı asil damarında mevcuttur" cümlesi, yeni bir davanın
konusu oldu. Hrant Dink hakında "Türklüğü neşren tahkir ve
tezyif etmek" suçundan açılan dava sonunda, yazıda herhangi
bir suç unsuru olmadığı yönündeki lehte rapora karşın, Şişli 2.
Asliye Ceza Mahkemesi’nin 7 Ekim 2005 tarihli kararı ile
Hrant Dink 6 ay hapis cezasına mahkum edildi. Yargıtay 9.
Ceza Dairesi kararı onadı ve böylece Hrant Dink hakkındaki
hapis cezası kesinleşmiş oldu. Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı bu karara itiraz etti, ancak itirazı Yargıtay Ceza
Genel Kurulu tarafından reddedildi. Hrant Dink´in karara
ilişkin açıklamaları üzerine de "yargıyı etkilemeye çalışmaktan
yeni bir dava açıldı.
Davanın ilk duruşmasına gerek adliyenin dışında, gerek
koridorlarda ve duruşma salonunda davaya müdahil olmak
isteyen kişiler protesto gösterilerinde bulundu. Hrant Dink,
adliye salonuna polisin oluşturduğu bir koridordan polis ve
avukatı eşliğinde girebildi. Bu sırada ona saldırmak isteyenler,
hakaret edenler, tükürenler oldu. Duruşma salonunu dolduran
grup Hrant Dink’in avukatlarına bozuk para ve kalem
fırlattılar, hakaret ve tehdit ettiler. Duruşma sonrasında
Hrant Dink bir polis aracı ile adliyeden ayrılırken, avukatlar da
adliye önüne çekilen polis otobüsüne bindirilerek bu öfkeli
kalabalığın saldırılarından kurtarıldı.
Bu arada 26 Şubat 2004’te İstanbul Ülkü Ocakları İl
Başkanı Levent Temiz´in başını çektiği bir grup AGOS´un
'Bir ölü yatıyor
elli üç yaşında bir delikanlı
gündüzleri güneşte
geceleri yıldızların altında
İstanbul'da, Şişli Meydanı'nda.
Bir ölü yatıyor
yerde bir ayakkabısı delik
bir elinde başlamadan biten rüyası
iki bin yedi yılı Ocağında
İstanbul'da, Şişli Meydanı'nda.
Bir ölü yatıyor
vurdular
kurşun yarası
kızıl karanfil gibi açmış alnında
İstanbul'da, Şişli Meydanı'nda…'
5 Yıldır Hrant yok, adalet yok! Tam 5 yıl oldu ve 5
yıldır ‘’hesap verecek’’ dediğimiz katil devlet, hala hesap
veremedi. Devam eden davalar, zamanaşımından tahliye edilen
MİT görevlileri, Dokunulmazlık Kanunu çıkarılıp
dokunulamayan memurlar derken cinayetin faturası yalnızca
Ogün Samast adlı maşaya kesilip olayın üstü gözlerimizin
önünde sistemli bir şekilde işlediği cinayeti kapatılmaya
çalışılıyor. Peki neden hesap veremiyor devlet ya da daha
iyimser bir tabirle neden hesap sorulmuyor asıl suçlulardan?
Olaya Hrant ölmeden önceki süreçte başlatılan hedef
gösterme kampanyaları ve kendisine açılan davalardan
başlarsak, sorumuz kendiliğinden yanıt bulacaktır zaten…
2002 yılında Urfa'daki bir konferansta yaptığı
konuşma nedeniyle açılan dava 9 Şubat 2006´da beraatıyla
sonuçlanan Hrant Dink için asıl yoğun yargı sürecinin
başlangıç noktasını, kendisi doğrudan dava konusu olmasa da,
Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçe´nin Ermeni kökenli
olduğuna ve Ermenistan´da akrabalarının bulunduğuna yönelik
6 Şubat 2004´te kendi imzasıyla AGOS´ta yayınlanan
"Sabiha Gökçen" haberi oluşturdu. "Sabiha Hatunun sırrı"
başlığıyla verilen haberde Antep asıllı Ermenistan vatandaşı
Hripsime Sebilciyan Gazalyan, kendisinin Gökçenin yeğeni
olduğunu ve Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçe’nin aslında
yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu iddia
ediyordu.
Bu haberin 21 Şubat 2004´te AGOS´tan alıntılanarak
Hürriyet´in manşetinden "Sabiha Gökçen mi Hatun Sebilciyan
mı" başlığıyla verilmesinin ardından 22 Şubat 2004´te
Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği, sert bir açıklama
yayımlayarak Kendisi Türk Silahlı Kuvvetleri´nin ilk kadın
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
HRANT İÇİN, ADALET İÇİN!
Kemal Esenkaya
Page 5
EMEK EMEK
4 5
kapısına gelerek "Ya sev ya terk et", "Kahrolsun ASALA",
"Bir gece ansızın gelebiliriz" sloganları attılar. AGOS ’un
önünde benzer bir gösteri de birkaç gün sonra kendilerini
"Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu" olarak
adlandıran grup tarafından yapıldı. Hrant Dink, Birgün
gazetesinde yayınlanan "Hoş Gidişler Ola" başlıklı yazısı
sonrasında ise Yeniçağ gazetesinin 9 Ekim 2004 tarihli
nüshasında "Ermeniye Bak" başlıklı manşetle hedef gösterildi.
Bu manşet sonrası Basın Konseyi Yüksek Kurulu Yeniçağ
gazetesinin kullandığı hitap tarzıyla yazara karşı zorbalığı
özendirme tehlikesi yaratabileceği gerekçesiyle Yeniçağ
gazetesinin uyarılmasına karar verdi. Son olarak Agos’un 21
Temmuz 2006 tarihli nüshasında yayınlanan "301’e Karşı 1
Oy" başlıklı haber nedeniyle de Hrant Dink, Sorumlu Yazı
İşleri Müdürü Arat Dink ve İmtiyaz Sahibi Sarkis Seropyan
hakkında dava açıldı. Söz konusu haberde Dink’in Reurters
ajansına verdiği demeçteki "Elbette bu bir soykırımdır
diyorum. Çünkü sonuç kendisini zaten tanımlıyor ve adını
koyuyor. Dört bin yıldır bu topraklarda yaşayan bir halkın bu
olanlarla birlikte artık ortadan yok olduğunu görüyorsunuz"
alıntısının TCK 301 uyarınca Türklüğü aşağıladığı iddia edildi.
Yukarıda anlatılanlar; devletin savcısıyla, mafyasıyla,
medyasıyla, polisiyle, tetikçisiyle bir cinayeti nasıl işlediğinin
kısa bir özeti. Hrant Dink, yanlış bir şey yapmamıştı,
yaşamasına izin verilseydi de, hayatının devamında yanlış
hiçbir şey yapmamaya devam edecekti. Duymaya alışık
olmadığımız ya da duymak istemediğimiz şeyleri söylemişti
bizlere. Ülkemizin sayılı zenginliklerindendi, ölmemesi
gerekenlerdendi fakat diğer katledilen aydınlarımız gibi,
Sivas olayı gibi unutturulmaya çalışılıyor belleklerden.
Aşağıdaki paragraf noktasına virgülüne dokunmadan
Hrant Dink’e ait…2004 yılında ‘güvercin tedirginliği’ yaşadığı
günlerde Birgün gazetesindeki köşesinde yazmıştı.Ölümünün
beşinci yılında, anısına saygıyla...
Türküm.. Ermeniyim...İliklerime kadar da
Anadoluluyum. Bir gün dahi olsa, ülkemi terkedip,
geleceğimi "Batı" denilen o "Hazır özgürlükler cennetinde
kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları
demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim.
Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum. Ama artık...”
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
DEVLETİN SAĞLIĞI BOZULDU
Emre Karayiğit
Devletin sağlık alanındaki harcamalarını azaltmak
için uygulmaya koyduğu iskonto artışını kabul eden yasayı,
ilaç firmalarının tanımadığını beyan etmesiyle, hasta ile
devlet arasında kalan eczacılar oldu. İnsanla ilgili en
önemli konu olan sağlıkta siyasi iktidarın böyle
yaptırımlara gitmesi insanlık onuruyla ilgili olumlu
düşüncelerini çok manidar hale getiriyor. Arada kalan
eczacılar ise zararına satış yapacakları için artık satış
yapmayacaklarını açıkladılar. Eczacıların bu kararları
üzerine mağdur olan hastaların şikayetleri artınca devlet
küçük çaplı bir düzenlemeye gitti. Kritik hastalıklarda
tedavi edici olarak kullanılan 125 ilaçta düzenleme
yaparak, bu ilaçların fiyatlarında indirim uygulanmaması
ve eczacıların zararlarının karşılanması kararını aldı.
Fakat hala 247 ilaçla ilgili herhangi bir düzenleme yok. Bu
ilaçlar da kritik öneme sahip ve muhtemelen birkaç hafta
içinde eczanelerde kalmayacak.
Bu arada şeker hastaları için hayati önem taşıyan
insülini, İstanbul’da eczane eczane arayıp bulamayınca
araya denizci dostlarını sokup Rodos’tan getirten Nail Bey
gibi şanslı ve zengin olmayan binlerce insan var ülkemizde.
İlaca muhtaç olan bir hastanın iktidarın bu düzenlemesi
yüzünden ilaç bulamaması ve sonucunda sağlığındaki
değişmelerin hesabını nasıl vereceksiniz?
Tüm bu olumsuzlukların ardından Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in fikri ise çok komik. Onlar
“Yıllarca çok kar ettiler.” Böyle bir çözüm önerisine ancak
güler bu millet.
Peki bu sorun nasıl çözülebilir?
-Kamu Kurum İskontoları’nın eczacıların üzerinden
alınarak, devletin iskontoyu ilaç firmalarından tahsis
etmesiyle
-Eczacılardan alınmış olan Ticari iskontoların eczacılara
iadesiyle
-Hastalardan tahsil edilen muayene ücretlerin
tahsildarlığının eczacılardan alınmasıyla.
Page 6
EMEK EMEK
6 7
“İKİYÜZLÜLÜĞÜN BEDELİ”
Uzun süredir Türkiye kamuoyunun gündeminde tartışılan bedelli askerlik
yasa tasarısı sonunda TBMM’den geçti. Başbakan ve Bakanlar Kurulu tarafından
adeta bir sır gibi saklanan bedelli askerlik yasası, toplumsal mutabakat
sağlanmadığından çok çeşitli kesimlerden tepki topladı. Başbakan’ın seçim
döneminde gündeme gelen bedelsiz bedelli askerlik önerisiyle ilgili Kemal
Kılıçdaroğlu’na söylediği “Kardeşim iyi düşün taşın, git şehit analarına, fakir fukara,
garip gureba analara sor, bak bakalım onlar ne diyor sana: 'Ben fakir fukarayım
diye çocuğumu askere göndereceğim, parası pulu olan da çocuğunu askere
göndermeyecek. Bu adalet mi?' diyor'' cevabının söylediği meydanda kaldığı, seçim
sonrasında bu sözlerinden tornistan ettiği açıktır. Bu yasa tasarısı planlanırken Başbakan acaba şehit analarına danışmış
mıdır? Maddi gücü olmayan garip gurebaya danışılmış mıdır? Yoksa sadece devletin kasasına girecek olan para mı
düşünülmüştür? Göstermiş olduğu bu ikiyüzlülüğün bedelini elbette ödeyecek olan Başbakan, bu soruları da her zamanki gibi
yine yanıtsız mı bırakacaktır?
“SARKOZY’NİN TÜRBANI”
Fransa’da yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde,
siyasiler ellerindeki kartları oynamaya devam ediyorlar. Geçtiğimiz
günlerde Ulusal Meclis’te oylanan ve bizim basınımızda “Ermeni
Soykırımı’nı inkar etmenin cezalandırılması” şeklinde yer bulan yasa da
bunlardan biri oldu. Hatırlayacağımız gibi Sarkozy bir önceki seçim
döneminde de bu konuyu gündeme getirmişti. “Türklerin Avrupa’da yeri
yok!” demişti. Her seçim döneminde Sarkozy’nin bunları temcit pilavı
gibi ısıtıp ısıtıp sunması bizlere kendi coğrafyamızdan da birilerini
hatırlatmıyor mu? Başbakan Erdoğan’nın da her seçim öncesi türban
meselesini bir özgürlük sorunu olarak sunup sonrasında yasal bir adım
atmaması ve sonraki seçimlerde de kullanması ile Sarkozy’nin bu
hareketi arasındaki benzerlik, bizlere “acaba Fransa’nın türbanı da
Türk düşmanlığı mı?” diye sordurmuyor değil.
“SURİYE VE AKP’NİN İLİŞKİSİ”
Siyasi iktidar, Esad rejimini yıkmak için Suriye’deki silahlı gruplara siyasi,
maddi ve askeri destek veriyor. Siyasi iktidara göre Şam’da halka zulmeden bir
hükümet var. Çatışmalarda meydana gelen ölü sayıları abartılıyor, muhalif
çetelerin provokasyonları orduya mal ediliyor. En önemlisi CIA’nın desteklediği
silahlı gruplar Türkiye sınırları içinde (Hatay’da) kampa alınıyor.
Bir başka ülkenin meşru hükümetini yıkmak için asker toplamak veya
hasmane hareketlerde bulunmak TCK’nin 306. maddesinde açıkça ağır suç olarak
tarif ediliyor. Bu konu daha önce haber yapılıyor ama fazla bir gündem
oluşturamıyor. Adalet için bazı hukukçular suç duyurusunda bulundular.
www.chpbesiktasgenclik.org EMEK
www.chpbesiktasgenclik.org EMEK
Page 7
EMEK EMEK
6 7
“YÜCE TÜRK POLİSİ VE YARGISI ŞOVA DEVAM EDİYOR”
4 yıl süren Festus Okey davası nihayet sonuçlandı. Ekmek parası
kazanmak için ülkemize gelen binlerce göçmenden sadece biriydi Nijeryalı
Festus Okey. 2007 Ağustosta sivil polislerce gözaltına alınan, ardından
götürüldüğü Beyoğlu Asayiş Şube Müdürlüğünde polis kurşunuyla yaralanan
Festus Okey, götürüldüğü hastanede hayatını kaybetti. Tutulan raporlarda
katil belliydi, Polis Devleti’nin sadık polis memuru Cengiz Yıldız. Ölüm anında
Festus’un üzerindeki giysinin hiçbir zaman bulunamaması ve olayın
gerçekleştiği koridordaki kameranın kayıtlarının olmaması Polis Devleti’n
güvenirliğini bir kez daha kanıtlamıştır. Aslında daha da vahim olan Yüce Türk
Yargısı’nın dava sürecini dört sene gibi uzun sürede gerçekleştirmesidir. Katil
polis memuru 4 yıl 2 ay gibi komik cezaya mahkum oldu. Polis Devletinin
insana, insanlığa nefreti gün geçtikçe çığ gibi büyüyor. Bu ve bunun gibi ırkçı
saldırıları şiddetle kınıyoruz.
www.chpbesiktasgenclik.org EMEK
“BOĞAZİÇİ’NDE ŞENLİK VAR”
Bogaziçi Üniversitesi öğrencileri sermayenin kucağına atılan
kampüslerine sahip çıkıyor. Kampüs içine açılan Starbucks yaklaşık 1 aydır
işgal altında. Öğrenciler her gün kendileri yiyecek içecek getiriyor,
Starbucks satışları boykot ediliyor. Son yılların en kuvvetli öğrenci
eylemlerinden biri yapılıyor. Öğrenci bütçesiyle dalga geçer gibi bir
kahvenin 8 lira olduğu kapitalist ve emperyalist düzene karşı duran enlem
dışarıda da destek görüyor. Bir an bile boş bırakılmayan kafede film
gösterimleri, toplantılar ve eğitim etkinlikleri düzenleniyor.
“DEPREMİN YARALARI HALA SARILAMADI”
Büyük Van felaketinin üzerinden iki ayı aşkın zaman geçti. Ne
yaralar düzgün bir şekilde sarılabildi, ne de konut ihtiyacı giderilebildi.
Devletimizin zenginliğiyle ve güçlü oluşuyla övünen AKP hükümeti, bu kadar
uzun sürede o insanları orada çaresiz bırakmanın hesabını nasıl verecek?
Elbette deprem doğal bir felakettir ancak doğal felaketlere önlem
amacıyla devletin vatandaştan aldığı vergilerle ‘’biz bu vergilerle bölünmüş
yol yaptık’’ açıklamasını yapan ikiyüzlü zihniyetten hesap sormak gerekmez
mi? Üstelik o kadar da yardım geldi. Bugün Van halkının % 70’i şehirden
göç etti, maddi yetersizlikten göç edemeyen vatandaşlarımızın çoğu hala
soğuk havalarda yorganlara ve çadırlara muhtaç durumda, valilik ile
belediye çıkar çatışması yüzünden birbirine sırt döndüler. Konutların
yarısından fazlası hasarlı ve büyük risk taşıyor. Dışarıda kalan çocuklarımız ise soğuktan hasta oluyor.
2011 genel seçimlerinde hükümet olarak Van halkından haksız da olsa dört milletvekili çıkaracak şekilde oy aldınız. Van
halkının size olan güvenini böyle mi önemsiyorsunuz?
www.chpbesiktasgenclik.org EMEK
Page 8
EMEK EMEK
8 9
“İZMİR’DE POLİS VAHŞETİ”
Üç çocuk, bir torun sahibi Fevziye Cengiz; eşi, çocukları ve damadıyla müzikhole eğlenmeye gitmişti. O sırada
kimliği yanında olmaması nedeniyle dövülerek emniyete götürüldü, bir posta da orada dayak yedi. Kendisini darp eden
polislerden şikayetçi olduğundaysa yetkililerin açıklaması ayrı
bir skandaldı: 'O kadın konsomatris'. Bu utanç verici olay
faşizmi, devletin elinde bulundurduğu 'meşru şiddet tekeli'
kavramının henüz ne olduğunu anlayamadığını, insan hayatının
ucuzluğunu, insanların ne kadar kolay yaftalanabileceğini
gözler önüne seriyor. Üstelik olaydaki kadın konsomatris bile
değil, öyle olsa dahi bu, dayak yemesi için geçerli bir sebep
mi? Bir başka yönden bakıldığındaysa tablo çok daha çirkin.
Olay İzmir'de geçiyor, CHP'nin kalesi olan Konak'tan durup
dururken ayrılan Karabağlar'da. Seçimde bu kurnazlığının
sonucunu alamayan kimileri, bu sefer müzikhollerin yoğun
olduğu Yeşillik caddesi üzerinden halkı galeyana getirmeye
çalıştı, sürekli baskınlar yapıldı, sonunda da hukuk devletine
sığmayan bu skandal ortaya çıktı. Amaç, CHP'li belediyeleri
kötü göstermek, oy çalmak.. Kimilerinin gözlerini nasıl bir hırs bürümüşse, masum insanları kurban etmekte bir an bile
tereddüt etmeden şiddete başvuruluyor, failler elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor.
“GÖZALTI SEBEBİ: STAJ BAŞVURUSU”
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ikinci sınıf
öğrencisi Şeyma Özcan geçtiğimiz günlerde
Devrimci Karargah Örgütü soruşturması kapsamında
gözaltına alındı ve 9 Aralıkta sevkedildiği mahkeme
tarafından tutuklanarak cezavine konuldu. İddialara
göre, Şeyma’nın tutklanmasının sebebi, gazetecilik
stajı için Devrimci Karargah soruşturmasında daha
önce gözaltına alınıp serbest bırakılan bir avukatı
aramakmış. Kendisine yasal bir yayın organında staj
ayarlayabilmek için yaptığı başvurular günümüz
Türkiye’sinde suç olarak gösterilebiliyor. Bunun
sonucunda Şeyma da tıpkı cezaevlerindeki 500’den
fazla tutuklu öğrenci gibi hakkında yeterli delil
olmadığı halde bir örgüte üye olduğu gerekçesiyle
tutuklanabiliyor. Zaten gereğinden yavaş işleyen yargı yüzünden de devlet bu öğrencileri aylarca cezaevinde tutuyor.
Sonunda hiçbir şey olmamış gibi beraatine karar veriliyor. Yani ne yazıktır ki bu tutuklamalar aslında keyfi bir şekilde
tedbir amaçlı yapılıyor. Fakat insanları aylarca tutuklayıp her seferinde “pardon” demeye alışmış devletimiz için bunlar bir
sorun teşkil etmiyor.
Şeyma Özcan’a ve cezaevlerinde sebepsiz yere tutuklu yüzlerce öğrenci arkadaşımıza ÖZGÜRLÜK!
www.chpbesiktasgenclik.org EMEK
Page 9
EMEK EMEK
8 9
çıkınca bu kez de hemen hemen her aydının başına geldiği
gibi silahlar konuştu. Davanın bitişinden sadece 1 hafta
sonra Server Tanilli'yi vurdular.
Uğur Mumcu "Ah Tanilli Ah!" diye yazmıştı köşesinde;
neden halkı aydınlatmaya çalışmıştı, neden bilimi kitlelere
yaymak istemişti? Ne olurdu meslektaşları gibi etliye sütlüye
karışmadan ders vermeye devam etse, seçimden seçime
oyunu verip gerisine ses etmese, kim ne derdi? Ne olurdu
meslektaşları gibi sadece işine baksa, müşavirlik, yöneticilik
yapsa, yatları, katları, villaları olsa, "O düşündüklerim
yanlıştı." dese, inanmadığını söylese ne kaybederdi? Neden
diğerleri gibi sırtını kürsüsüne dayayıp gününü gün
etmektense, göğsünüm faşist kurşunlara açmıştı?
O günden sonra, artık bedeni yürüyemiyordu. Belden
aşağısı felç olmuştu. Ancak aklı, düşünceleri herkesten çok
koşuyor, durmadan üretiyor, bilimini yüceltiyordu. Yalnız ne
yazık ki tüm bunları anayurdunda değil kitaplarında
Aydınlanma'nın beşiği saydığı Fransa'da yapıyordu. Çünkü bir
söyleşide de belirttiği gibi eğer burada kalsaydı, tüm bunları
yazamaz, yazdırmazlardı. Strasbourg İnsan Bilimleri
Üniversitesi'nde onu, bilime ve insanlığa katkılarından dolayı,
onlarca yüzlerce uluslararası akademisyen ayakta alkışladı.
Dünya üniversiteleri ona ödüller, ünvanlar verdi, Türkiye'de
12 Eylül faşizmi ve onun mahsülü YÖK üniversiteleri taş ve
çelik yığınlarına çevirirken, aklı, mantığı yere gömerken.
Ancak gün geldi, Server hoca, onun gibi "gidenlerin"
pek yapmadığı bir şey yaptı: geri döndü. Yazmaya devam etti,
aydınlatmaya da. Cumhuriyet Gazetesi'nde köşe yazarlığı
yaptı. Söyleşilere katıldı, kitap fuarlarına koştu, tüm
alçakgönüllülüğüyle imzasını ve felsefesini dağıttı. Ta ki
geçtiğimiz Kasım ayının 29'una kadar. İ.Ü. Tıp Fakültesi'nde
tedavi gören Server Tanilli Hocamız 29 kasım 2011 salı günü
geçirdiği bir rahatsızlık sonucu vefat etti.
Cenazsesi 1 Aralık'ta Karacaahmet Mezarlığı'na
defnedildi. Bilim, felsefe, sanat ve siyaset dünyasından çok
sayıda insan onun için toplandı adını andı. Ancak burada
belirtilmelidir ki tüm bu işi ve kurumların yanı sıra bir kurum
vardır ki onun adını ayrıca yazmak gerekir: İstanbul Emniyet
Müdürlüğü(!). 9 Aralık günü İ.Ü.'de solcu öğrenciler
tarafından düzenlenen bir anma etkinliğini öğrenen polis,
Belge Yayınevi'ne giderek "Server Tanilli burada mı?" diye
sordu. Sağolsunlar yayınevi'nin çalışanları da emniyet
güçlerimizi Server Tanilli'nin ölümü konusunda
"bilgilendirdiler."
Server Tanilli'nin bedeni değilse de düşünceleri hâlâ
aramızda ve yapıtları bizleri aydınlatmaya devam ediyor.
Umarız yukarıda belirtilen güçler de "bilgilenmeye” devam
ederler bu sayede.
Devrimizin ve Devrimimizin Savaşçısı
Geçtiğimiz günlerde Türkiye en büyük
bilmadamlarından birini kaybetti; Server Tanilli Hocamız
29 kasım 2011 salı günü geçirdiği bir rahatsızlık sonucu
vefat etti ve ardında, sadece Türkiye'ye değil tüm
insanlığa büyük bir bilim ve akıl mirası bıraktı. Peki kimdi
bizlere engin bilgisini yazdıklarıyla durmadan aktarmak
için çabalayan, bu sırada faşist saldırılardan da kendini
kurtarmaya çalışan bu büyük bilimadamı?
Server Tanilli 1931'de doğdu. Yükseköğrenimini İ.Ü.
Hukuk Fakültesi'nde tamamladı. Doktorasını verdikten
sonra tüm akademisyenliği boyunca hukukun
(Montesquieu'nün de dediği gibi ) "yasanın sözlerini
yineleyen bir ağız"dan daha ileri bir kavram olması için
çalıştı. Ülkenin eğitimindeki eksiklerini, henüz
dershanelerin, özel derslerin M.EB. kurumlarının önüne
geçmediği(!) 60'lı yıllarda görmüş ve gençleri aydınlanma
felsefesiyle, akılla tanıştırmak içim çabaladı. Bu dönemde,
görev aldığı Şişli İdari ve Ticari İlimler Okulu'nda
arkadaşı Prof. Dr. Kıvanç Ertop'un da desteğiyle, bilimi
halka indirmeyi başarmış, en büyük eserlerinden biri olan,
Uygarlık Tarihi'ni, ders notlarından derleyerek çıkarttı.
Bugün bu kitap hâlâ yükseköğrenim'de sosyal bilimler için
temel oluşturacak bir yapıttır.
Ancak Server Tanilli'nin başına ne geldiyse bu
noktadan sonra geldi. Bir öğrencisinin ihbarıyla yazdığı
kitap hakkında "komünizm propagandası yapılmaktadır."
savıyla dava açıldı. Kitabı incelemek için kurulan heyet de
"bilimseldir." sonucuna varınca, aydınlanmadan nasibini
alamamış ve sonucunda egemenlerin maşası olmuş kişilerin
saldırıları başladı. "Aydından korkan karanlığı sever". Önce
mahkemenin istediği "komünizm propagandası yapılmıştır"
raporunu verecek kalem(akademisyen denilemez bu kişiye)
bulundu, imzalatıldı. Yargı süreci başladı. Beraat kararı
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
Biyografi: SERVER TANİLLİ Tunca Zeki Berkkurt
Page 10
EMEK EMEK
10 11
KAPAK KONUSU: ÖNCE KATLETTİNİZ ŞİMDİ TUTUKLUYORSUNUZ
Hazırlayan: Ali Çağlar ŞENTÜRK
Ülkemizdeki karanlık örgütlenmelerin ve emperyalist sömürge anlayışının önündeki en büyük engeldi katledilen ve
tutuklanan aydınlarımız. Onların düşünmeleri, düşündüğünü sorgulamaları, araştırmaları ve olayları çağdaş hukuk anlayışıyla
ilişkilendirip toplumsal bilincin gelişimine katkı sağlamaları elbette birilerini rahatsız etmişti. Onlar modern ve çağdaş
yaşam anlayışının geliştirilmesi, darbelerin ve terörün bitmesi, yolsuzlukların ortaya çıkması, emekçi sınıfının güçlenmesi ve
çoğulcu demokrasinin rayına oturması için sonuna kadar hayatlarına mal olan bir mücadele verdiler.
Cumhuriyet tarihimize baktığımızda yazarlarımızın tutuklanması veya haince katledilmesinin birinci nedeni
mevcut siyasal rejimdeki toplumsal düzeni farklı bir zihniyete dönüştürmeye çalışmaktır. Bir diğer nedeni ise kamuoyu
üzerinde korku imparatorluğu yaratmaktır. Günümüz açısından da bu
olguları saydam bir şekilde gözlemleyebiliriz. Yirmi yıl öncesine göre
ülkesindeki siyasal ve sosyal sorunlara tepki vermeye korkan, medya
aracılığı ile uyutulmaya çalışılan, siyasi iktidarların gizli işbirlikçilerle
yaptığı pazarlıklardan bir haber olan ve ülkesinin bağımsızlığını
savunmayı aklına bile getirmeyecek bir millet anlayışı oluşturulmak
istenmektedir. Bunu da işçi sınıfının güçlenmesini engelleyerek ve
memleketimizin; ilerici, sorgulayıcı bilinçlendiren aydınlarını katlederek
veya hapishanelere atarak yapmaya çalışmaktadırlar. AKP gibi
kapitalist kan emiciliğinin maşası olan siyasi yapılanmaların üç dönem
üst üste iktidara gelmesi de ‘’dönüştürülmek istenen toplum’’
anlayışının en güzel göstergesidir. Emperyalizme ve kapitalizme göre,
bütün bunları ülkemizde gerçekleştirmek için memleketimizin ilerici
aydınları katledilmeli veya hapse atılmalı; yandaşlığı, uşaklığı ilke edinenler ise gerçek aydın olarak gösterilmelidir. İşte en
büyük tehlike budur!
Belki birçok vatandaşımız bu süreç içerisinde huzurlu bir yaşam sürdürmektedir. Yıllarca yapılan hukuksuzluklardan
ve devletin sorumsuzluklarından hiç şikayet etmemektedir belki de. Belki de 30 yıl önce gazeteci babaları, amcaları,
dayıları veya dedeleri arabasının içinde kanlı bir vahşete kurban gitmemiştir. Ancak babasının kanlar içinde kalan gömleğini
30 yıldır saklayan yazar Abdi İpekçi’nin kızı Nükhet İpekçi’nin yaşadığı acıyı bu millet
paylaşmayacak da kim paylaşacak? Abdi İpekçi düşünce özgürlüğünü, Atatürkçülüğü ve
bağımsızlığı savunmaktan öldürülmedi mi? Onu öldüren ruh hastası katil bugün bazı kesimler
tarafından kahraman ilan ediliyorsa ‘Bir insanlık suçu daha nasıl işlenebilir? ‘ sorusu da
akıllara gelmez mi?
Diyoruz ya hukuk dönüşüyor, adalet anlayışı değişiyor. Emperyalist sistem ise
bu kapsamda kirli çarkın daha hızlı dönmesi gereği, Prof. Dr. Muammer Aksoy’un da
susturulmasını emrediyordu. Çünkü o onurlu yaşamında cumhuriyet tarihinin en ilerici ve
yapıcı anayasası olan 1961 anayasasını hazırlanmasında komisyon sözcülüğü yapmıştı. Gençlik
yıllarında demokrat partinin üniversite yasasını değiştirmesine tepki
gösterip üniversitelerin özerkliğini savundu. Milli petrol ve maden hareketinin öncülüğünü yaptı. Yani
sadece hukuk bilinci içerisinde ülkesinin bağımsızlığını ve milli çıkarlarını savundu. Bugünkü iktidarın
yaptığı gibi devlet kurumlarını satışa çıkaran peşkeş politikalarını değil. İşte bu vatanseverliği ona 31
Ocak 1990 günü Ankara’da evinin önünde hayatına mal oldu. İnsanlık sustu! Vicdan sustu!
Söyleriz ya, din sömürüsü arttırılmaya çalışılıyor. İnsanların manevi
duyguları kullanılarak mezhep çatışmaları körükleniyor diye. Ülkemizin
çağdaşlaşmasının temeli olan laikliğin irticayı savunan terör örgütleri ve
gerçek dinle hiçbir alakası bulunmayan dinsel yapılanmalar tarafından yok
edilmesini ve kadın haklarının çiğnenmesini görmezden gelemedi Bahriye
Üçok. Bir ilahiyat profesörü olarak ve insanların inançlarına saygı duymasını
bilerek dini gerçekçi ve ilerici bir anlayışla yorumladı. Partimizde bulunduğu
süre içinde laiklik adına önemli çalışmalar yaptı. Tabi bu ne emperyalist sömürü düzeninin ne de
irticayı ateşlemek isteyen içeride ve dışarıdaki karanlık yapılanmaların işine geliyordu. Bahriye
Üçok, yoğun tehditlerden sonra 6 Ekim 1990 günü evine gelen bombalı paketin patlaması sonucunda
haince katledildi.
Page 11
EMEK EMEK
10 11
Devlet-Polis-Mafya-Cinayetler, Asker-Siyaset ve Terör-İrtica-Ticaret.
Ülkemizde maalesef bu kavramlar televizyonlarda ve gazetelerde her zaman içli dışlı
gördüğümüz kavramlardır. Bunların birbirleriyle ilişkileri ülkemiz için çok büyük kayıpların
yaşanmasına ve felaket süreçlerinin başlamasına sebep olmuştur. Uğur Mumcu, bu
kavramların karanlık ilişkilerini ortaya çıkaran belki de en cesur yazarımızdı. İslami faizci
bankerlerin çalışma anlayışlarını, devlet istihbarat teşkilatının terörle mücadeledeki
zayıflığını, emperyalist ajanların ortadoğudaki çıkarlarını, darbenin getirdiği felaketleri,
ülkedeki silah ve uyuşturucu kaçakçılarını ve birçok yolsuzluğu belgelere dayanarak ortaya
çıkartan ilerici bir araştırmacı gazeteciydi. İdeolojik olarak tam bağımsızlığa inanan,
tarihsel olayları gerçekçi bir şekilde analiz eden fikirleri yol gösterici çağdaşlaşmayı ve
hukuk bilincini savunan onurlu ve cesur bir yazardı. Ancak onun karanlık yapılanmalarla
verdiği amansız mücadele, 24 Ocak 1993’te arabasına koyulan bombanın patlaması sonucu
son buldu! Uğur Mumcu fikirleriyle ve araştırmalarıyla her zaman bize yol göstermiştir.
Gençlik olarak onun fikirlerine ve değerlerine her koşulda sahip çıkmamız gerektiğini asla
unutmamalıyız.
Doksanlı yılların sonuydu artık. Ülkemiz her kesimiyle dönüşümünü sürdürüyor, terör
örgütlerinin cepleri dolduruluyor bunların içinde bu millete kurtuluş savaşından en değerli miras
olarak olan Atatürkçülük yok edilmeye çalışılıyordu. Bu amaçla gericiliğin yeni hedefi, yurt
dışında ve Anadolu’nun her köşesinde Atatürkçülüğü iyi anlama noktasında yılmadan çalışmalar
yapmış, siyaset bilimini en doğru analiz eden bilim adamlarında biri olmayı başarmış, saygın bir
öğretim üyesi ve eski kültür bakanımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalıydı. 21 Ekim 1999 günü
saat 09.40 da arabasının kaputuna yerleştirilmiş bombanın patlamasıyla hayatına son verildi
Kışlalı’nın.
Peki ya şimdi? Toplumsal dönüşüm sisteminin son
aşamalarının yaşanmaya başlandığı günümüz siyasetinde
yazarlarımıza nasıl tuzak kuruluyor? Örneğin, milletvekilimiz,
gazeteci yazar Mustafa Balbay’ın 1000 günden fazladır
hapishanede tutulmasını çağdaş hukuk anlayışı ile açıklayabilecek bir mantık var mıdır? Hrant
Dink cinayetiyle emniyet müdürlüğünün ihmallerini hatta bazı planlarını ortaya çıkartan
Nedim Şener’i tutuklayıp kamuoyunun gözü önünde onurunun zedelenmesi nasıl bir vicdan
anlayışıdır? Türkiye’de cemaatin nasıl çalıştığını, örgütlenme ve kaynaklarını ortaya koyan
kitabı yazan ve bugüne kadar birçok gizli örgütlenmenin geçmişiyle ilgili araştırma yapan
gazeteci yazar Ahmet Şık’ın gördüğü hukuksuzluğa ne
demeli? Yıllarını faşist darbelerle savaşarak geçirmiş fikirleri 68 ruhuna dayanan
yazar Doğan Yurdakul’a yapılan haksızlıklar? Yani bu son yıllarda yaşanan
tutuklamalar, onları daha mahkemelerce yargılanmadan toplum önünde suçluymuş gibi
göstererek, yaşamlarını değil belki ama meslek onurlarını yok etmeye çalışmaktadır.
Ancak gençlik olarak biz buna asla izin vermeyeceğiz.
Gerçekten birazcık okuması-yazması olanlar yaşanan olayların toplumsal dönüşüm
sisteminin gereklilikleri olduğunu göreceklerdir. Asıl tehlike karanlık yapılanmalara ve
insanların beyinlerinin uyuşturulmasına toplumun sessiz kalmasıdır. Fikirlerinin savunucusu olduğumuz gazeteci yazar Uğur
Mumcu’nun şu sözleri biz gençlere ışık tutmaktadır:
‘’Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Bu bilinci
paylaşmak ve bu sorumluluğu yerleştirmek zorundayız. Uygarca paylaşılan
sorumluluk bilinci, özgürlüğün de demokrasinin de tek güvencesidir. Bu güvence
sağlanmadıkça demokrasinin temeline tek bir taş bile konmuş olmaz.
Unutmayalım ki cesur bir kez korkak bin kez ölür. Önemli olan, insanın böyle bir
toplumda ‘mezar taşı’ gibi suskunluk simgesi olmamasıdır.”
Page 12
EMEK EMEK
12 13
asker yaralandı.
Recep Tayyip Erdoğan: “Ne gerekiyorsa yapılacak,
kimseden izin almak zorunda değiliz.” dedi.
21-27 Şubat 2008- Güneş Operasyonu kapsamında
askerlerimiz Kuzey Irak’a girdi. 24 asker, 3 korucu şehit
oldu. Operasyon 1 hafta sürdü.
Recep Tayyip Erdoğan: “ Operasyon hedeflerine ulaşıp,
bir daha girilmesine gerek kalmayıncaya kadar sürecek.”
dedi.
Dönemin ABD Başkanı Bush: “ Türkiye mümkün olan en
kısa sürede çıkmalı.” dedi.
28 Temmuz 2007- İstanbul Güngören’de ard arda 2
bombanın patlaması sonucunda 5 i çocuk, 1 i doğmamış bebek
18 kişi yaşamını yitirdi. 150 kişi yaralandı.
Recep Tayyip Erdoğan: “Gün, birlik beraberlik günü.
Teröre karşı ne kadar dayanışma içinde olabilirsek, ne
kadar birlik ve beraberlik içinde olabilirsek, ne kadar
terörü yalnızlığa itersek o kadar başarılı oluruz. Terör
halk desteğini kaybetmeli. Teröre destek veren siyasi
örgütlere halk desteğini devam ettiriyorsa, o zaman terör
kuvvet bulmaya devam eder.” dedi.
29 Nisan 2009- PKK militanlarının Diyarbakır-Bingöl
karayoluna döşediği mayının patlaması sonucu 9 asker şehit
oldu.
Recep Tayyip Erdoğan: “Terörle olan mücadelemiz sonuna
kadar yılmadan usanmadan devam edecek.” dedi.
2 Temmuz 2009- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu
Bilal Erdoğan Burdur’da vali gözetiminde 28 gün askerlik
yaptı.
19 Ekim 2009- Habur Sınır Kapısı’ndan içeri giren 34
PKK’lı “Yaptıkları için pişman olmadıkları(!)” gerekçesiyle,
sınıra taşınan mahkeme tarafından davul zurna eşliğinde
aklandı.
7 Aralık 2009- Tokat ili Reşadiye ilçesinde teröristler
tarafından açılan ateş sonucu, 7 asker şehit oldu, 3 asker
yaralandı.
Recep Tayyip Erdoğan: “Bu tür saldırıların hepsi bizim bu
milli birlik ve kardeşlik projemizde demokratik açılım
sürecimizi engellemeye, baltalamaya yani bu projeyle ilgili
umutları ortadan kaldırmaya yönelik saldırılardır.” dedi.
17 Nisan 2010- Samsun’un Ladik ilçesinde polis aracına
teröristlerce ateş açıldı. 2 polis şehit oldu.
8 Temmuz 2003- PKK, Tunceli Valisi Ali Cafer Akyüz’ün de
bulunduğu konvoya saldırı düzenledi. Saldırıda 2 asker şehit
oldu, 1 asker yaralandı.
Recep Tayyip Erdoğan: “Ülkemizin ve milletimizin birlik
ve beraberliğine kast edenlerin hain planlarının asla
hedefine ulaşması mümkün değildir." dedi.
18 Aralık 2004- Musul’da özel timci 5 polisimiz şehit edildi.
Saldırının failleri hala netleşmedi.
Recep Tayyip Erdoğan: “Ey şehit oğlu şehit, isteme
benden makber. Sana aguşunu açmış, duruyor peygamber.
Biz onları Peygamberin göğsünde, kucağında görüyoruz.”
dedi.
16 Temmuz 2005- Aydın’ın Kuşadası ilçesinde hareket
halindeki bir minibüste saat 10.30 sıralarında bomba patladı.
Olayda İrlandalı ve İngiliz turistlerin de bulunduğu 5 kişi
yaşamını yitirdi. 13 kişi yaralandı.
Recep Tayyip Erdoğan: “Terörün kimi, ne zaman vuracağı
belli olmuyor. Alınan önlemlerden yüzde yüz netice
vermesini bekleyemeyiz.” dedi.
13 Eylül 2006 - Diyarbakır'ın Bağlar beldesinde Koşuyolu
Parkı'ndaki patlama sırasında 7'si çocuk 10 kişi öldü.
Recep Tayyip Erdoğan: “Diyarbakır'daki terör olayı
neticesinde maalesef yine terörizmin kurbanı yavrular
olmuştur. Bu nedenle üzüntümüz büyüktür.” dedi.
16 Temmuz 2006-Siirt'in Eruh ilçesinde PKK ve güvenlik
güçleri çatıştı. 7 asker ve 1 korucu şehit oldu.
Recep Tayyip Erdoğan: “Terör örgütü PKK bu ülkenin
evlatların acımasızca şehit ediyor. Biz şu ana kadar
sabırla işin üstüne gittik. Artık sabrımız taştı. Yarın
sabah yapacağımız toplantılar çok şeylere gebe.” dedi.
7 Ekim 2007 - Şırnak'taki Gabar Dağı’nda operasyondan
dönen askerler pusuya düşürdü. Saldırıda 13 asker şehit
olurken, 3 asker yaralandı.
Recep Tayyip Erdoğan: “Üzüntümüz büyük. Mücadele
şüphesiz sonuna kadar devam edecek. Terörle olan bu
mücadele sürecimiz çok daha farklı bir şekilde yürüyecek.
Ben de yarın Bakanlar Kurulu'nda arkadaşlarımızla konuyu
tekrar değerlendirerek Terörle Mücadele Yüksek
Kurulu'nu toplayıp, bundan sonraki sürece yönelik neler
yapmamız gerektiği hususunu değerlendireceğiz. Ona göre
bazı adımları da atacağız.” dedi.
21 Ekim 2007- Hakkari Dağlıca’da 12 asker şehit olurken, 6
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
AKP’NİN TERÖR KARNESİ
Burhan Saral
Page 13
EMEK EMEK
12 13
2010 yılında 159 güvenlik görevlisi yaşamını yitirdi.
Bu karanlık, acı tablonun sorumlusu;
Türkiye’de bütün insanlar kardeşçe yaşarken, gittiği
her yerde etnik köken siyaseti yapan etnik vurgu yapan,
insanları ayrışmaya sürüklemeye çalışan Recep Tayyip
Erdoğan’dır.
Türkiye’nin doğusunda farklı, batısında farklı şeyler
söyleyen Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Hiç kimsenin dediklerine kulak asmadan, insanların
duygularını oy uğruna istismar eden, altını doldurmadan
“Açılım yaptım.” diyen Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Kendisine karşı muhalif ses yükseltenleri hapishanelere
atarak susturan ama Oslo’da PKK’yla müzakere masasına
oturan Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Ülkede terör bu kadar artmışken, kurunun yanında yaşı
da yakarcasına, yüksek rütbeli subayları Silivri’ye gönderen,
itibarsızlaştırmaya çalışan ama Habur’da “Pişman değiliz.”
diyen 34 PKK’lıyı davulla zurnayla karşılayan, sınıra taşıdığı
mahkemelerce aklayan Recep Tayyip Erdoğan’dır.
“Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.” diyen ama oğluna
28 gün vali gözetiminde askerlik yaptıran Recep Tayyip
Erdoğan’dır.
PKK hakkında gerek ABD’den gerekse kendi kaynaklarını
kullanarak doğru dürüst istihbarat almayı beceremeyen ama
kendi vatandaşını 24 saat dinleyen Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Her terör saldırısından sonra milletle adeta dalga
geçercesine “Bıçak kemiğe dayandı.” diyen Recep Tayyip
Erdoğan’dır.
Kısacası kendi vatandaşına gücü yeten ama PKK
karşısında çaresiz kalan Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan, biraz daha oy almak
uğruna yaptığı hataların, istismar ettiği duyguların bedelini
halka ödetiyor!
Halkın oylarıyla göreve gelmiş bu hükümet, terör
sorununu 9 yıldır çözememiş aksine terör örgütüne verdiği
tavizlere terörü palazlandırmıştır. AKP’nin terör sorununu
çözemeyeceği ortadadır. AKP terör karşısında basiretsiz ve
çaresizdir. Halktan aldığı yetkiyle çaresiz kalan bu hükümete
karşı artık bir şeyler yapmanın vakti gelmedi mi? Artık halk
duruma el koymalıdır. Hükümeti çözüme, somut adıma
zorlamalıdır.
Recep Tayyip Erdoğan: “Ülkemizin huzurunu, birlik ve
beraberliğini hedefleyen bu tür hain saldırılar asla
amacına ulaşamayacaktır.” dedi.
19 Haziran 2010 - Hakkari Şemdinli'de Gediktepe Üst
Bölgesine yapılan saldırı sonucu 11 asker şehit oldu.
Recep Tayyip Erdoğan: “Terör örgütü yok edilinceye
kadar mücadelemiz devam edecek.” dedi.
14 Temmuz 2011- Siirt Silvan’da 13 Asker pusuya
düşürüldü, şehit edildi.
Recep Tayyip Erdoğan: “Terörle mücadelede strateji
değiştireceğiz.” dedi.
17 Ağustos 2011- Hakkari Çukurca’da 11 asker şehit oldu, 6
asker yaralandı.
Recep Tayyip Erdoğan: “Sözün bittiği yerdeyiz.
Ramazan’la ilgili sabrımız bitmiştir. Bundan sonrası
konuşulmaz, uygulanır. Artık her şeyi olunca göreceğiz.”
dedi.
25 Eylül 2011- Siirt’te 5 askerimiz şehit oldu.
Recep Tayyip Erdoğan: “Terör örgütü vahşetini devam
ettiriyor. O görevini yapıyor, bunun karşısında biz de
görevimizi yapacağız.” dedi.
19 Ekim 2011: Hakkari Çukurca. 26 şehit. 24 yaralı19
Ekim 2011- Hakkari Çukurca’da 24 askerimiz şehit oldu, 26
askerimiz yaralandı.
Recep Tayyip Erdoğan: “Terörle mücadelenin millet olarak
topyekün ve koordinasyon içinde yürütülmesi gerekir.”
dedi.
AKP HÜKÜMETİNİN TERÖR BİLANÇOSU
2003 yılında 31’i güvenlik görevlisi, 63’ü sivil vatandaş
94 kişi yaşamını yitirdi.
2004 yılında 75’i güvenlik görevlisi, 28’i sivil vatandaş
103 kişi yaşamını yitirdi.
2005 yılında 105’i güvenlik görevlisi, 30’u sivil vatandaş
135 kişi yaşamını yitirdi
2006 yılında 111’i güvenlik görevlisi, 38 ‘i sivil vatandaş
149 kişi yaşamını yitirdi.
2007 yılında 146’sı güvenlik görevlisi, 37’si sivil vatandaş
183 kişi yaşamını yitirdi.
2008 yılında 171’i güvenlik görevlisi, 51’i sivil vatandaş
222 kişi yaşamını yitirdi.
2009 yılında 135’i güvenlik görevlisi, 18’i sivil vatandaş
153 kişi yaşamını yitirdi.
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
Page 14
EMEK EMEK
14 15
kendisi gibi düşünmeyen insanlara da yazmak istiyor. Ya
onlara bazı şeyleri sorgulatmak, ya da belki onlardan gelen
yorumlarla kendimin zenginleşmesini sağlayabilmek için
geçtim diyebilirim.
4. Yazılarınızı karşılaştırdığımızda Radikal’de daha
yumuşak bir üslup kullandığınızı hissettik. Bilinçli
olarak düşünmedim ama bilinçsiz olarak siz öyle bir şey fark
ettiyseniz olabilir. Sanki Birgün’de eleştirilerin dozu biraz
daha mı yüksekti? Birgün’de daha sert, Radikal’de daha mı
sakin yazıyorum? O, Birgün’ün genel tonunun içerisinde belki
benim yazdıklarım da daha sert gözüküyordur. Birgün de
zaten daha sert olan bir gazete. Ben de orada yazdığım için
belki Birgün’ün genel havasından öyle bir izlenim
ediniyorsunuzdur. Benim illa sert ya da yumuşak yazayım
diye bir fikrim yok. Ama Birgün’de yazarken ya da Radikal’de
yazarken fikirlerimde herhangi bir değişiklik olmadı. İfade
tarzında belki bazı yerleri fark etmeden insan yumuşatıyor
olabilir ama zannetmiyorum onu yaptığımı. Bence yine aynı
düzeyde devam ediyordur.
5. Suikast sonrasında ben babamın yaptığı işlerle
uğraşmayayım diye çekinceniz oldu mu hiç?
Hayır olmadı. Bu işlerden uzak durayım, bunlar
tehlikeli işler diye hiçbir zaman düşünmedim ama doğal
olarak bir de o yaşlarda olduğu zaman böyle bir şey, insan bir
ara mesafe koymaya çalışıyor bütün bu çevresinde olanlara,
böyle bir şey oldu ilk başlarda. Ama bu korktum falan demek
değil. Zaten korkuyor olsam bugün de bir yerlerde yazıyor
olmam.
6. Yaptığınız çalışmalarda Uğur Mumcu’nun oğlu
olmanın verdiği sorumlulukla mı hareket ediyorsunuz?
Yoksa ben kendi yolumu çizeyim şeklinde mi
düşünüyorsunuz?
Valla galiba ikisinin karışımı bir şey oluyor. Zaten
insanın karşısında iki şık var, birinden birini seçeyim, birini
bırakayım; kırmızı hapı içtim, mavi hapı bıraktım gibi bir
durum olmuyor. Büyük olasılıkla ikisinin karması insanın
kişiliğini belirliyor, bende de öyle oldu. Bazı durumlarda biri
ağır basar, diğer durumlarda diğeri ağır basar ama ikisi
birbiriyle bağlantılı bence.
7. Uğur Mumcu’nun yapmış olduğu bütün çalışmalar
yayımlandı mı? Yoksa eksik kalan bazı çalışmaları var mı?
Eksik kalan bir şey yok. Babamın elindeki her şeyi
yazmıştık zaten. En son kalan, babamın ölümünden önce
üzerinde çalıştığı son çalışması vardı Kürt Dosyası diye.
Onda da o zamana kadar ne yazdıysa, bilgisayarında ne varsa
kitap haline getirip yayınladık zaten. Onun dışında yarım
kalmış, bir ara gazetelerde çıkmıştı işte cinayetin sırrı
disketlerde şeklinde bir takım manşetler atmışlardı. Öyle bir
şey yoktu. Yani hepsine bakıldı, hepsi gözden geçirildi. Zaten
bilgiyi saklamadığı için böyle bir araştırmacı gazeteci
olmuştu. Olan her şeyi yazılı hale getirip yazıyordu. Yani
1. Uğur Mumcu’nun oğlu olmanızın dışında sizi bir
köşe yazarı ve akademisyen olarak tanıyoruz. Siz
kendinizi nasıl anlatırsınız? Geleceğe yönelik ne gibi
planlarınız var?
Ben şöyle bir insanım, böyle bir insanım diye
anlatmak biraz zor. Genel olarak akademik kariyer yapmaya
devam edeceğim, asıl işim o zaten. Bu süreçte mastır
yapıyorsunuz, doktora yapıyorsunuz, bilimsel araştırma
yapıyorsunuz, derse girip çıkıyorsunuz vesaire. Asıl hedefim
zaten akademisyenlikte devam etmek, ilerlemek. Onun
dışında, insanın paylaşmak istediği birtakım fikirler oluyor,
bu köşe yazarlığı da oradan kaynaklanan bir şey. Bazen
kendi kendiniz yazarken ya da konuşmanızın yetmediği
noktalar oluyor. Siz de bu yetmediği için herhalde partide
çalışıyorsunuz. İşte bu yetmediği zaman başka yapılabilecek
şeylerden biri de bir yerde bu fikirleri yazmak elden
geldiğince, başka insanlarla paylaşmak. Sadece aynı arkadaş
grubu içerisinde birbirinize aynı şeyleri anlatmaktan ziyade
fikrinizi paylaşmayan insanlara da özellikle bunları söylemek,
belki bazen hata yapmak, o hatalardan bir şeyler öğrenmek,
böyle bir paylaşma hissiyle yazıyorum yazılarımı. Ama asıl
kariyerim gazeteye yazmak değil, zaten gazeteci de değilim,
haber de yapmıyorum. Başkalarının yaptığı haberleri,
Türkiye’de yayımlanmayan haberleri bazen yurtdışında bulup
buraya getirmek gibi bir isteğim olabiliyor ama kendim
haber yapmıyorum, sadece olanlar üzerinde bazı yorumlar
ya da perspektifler vermeye çalışıyorum.
2. Peki edebiyatla aranız nasıl? Yaptığınız
araştırmaları toplayıp kitap haline getirmeyi düşünüyor
musunuz?
Yok edebiyatta bir ben eksik kalayım. Çok ciddi bir
edebi yeteneğimin olduğunu düşünmüyorum. Olsaydı
yapardım.
3. Eskiden Birgün gazetesinde yazıyordunuz.
Şimdi ise Radikaldesiniz. Radikal’e geçmenizin bir nedeni
var mı?
Birgün hala benim çok sevdiğim ve takdir ettiğim bir
yayın organı. Radikale de zaten Birgün’le bir anlaşmazlığım
olduğu için ya da Birgün’den memnun olmadığım için geçmiş
değilim. Fakat Birgün’de daha ziyade kendiniz gibi düşünen
insanlarla beraber onlara yazıyorsunuz. Bir süre sonra insan
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
RÖPORTAJ: ÖZGÜR MUMCU
Hazırlayanlar: Emel Enderin, Canberk Göçoğlu, Selim Kayan
Page 15
EMEK EMEK
14 15
gidip oradaki otellerdeki insanlarla konuşup, böyle bir adam
gördün mü, nereye gitti, ne yaptı, kimlerle görüştü gibi
sorular soruyor. Yani bazen de çok bilgiler almanıza gerek
yok bazı şeyler için. İpuçlarını değerlendirip, bir dedektif
gibi belki olay yerine gitmeniz lazım. Onun haricinde de
babama birçok yerden bilgi geliyordu. Gelen bilgileri veren
de daha ziyade kimse nasıl olsa basmaz, ya da deniyorlardır
bazı yerlerde bastırmak için basılmayınca nasıl olsa Uğur
Mumcu basar diye ona getiriyorlardı. Devlet içerisinde olup
da gidişattan mutsuz olan birçok insan vardır hala. Fakat
kime güvenip, nasıl belge vereceğini pek bilemeyebilir. Ama
daha ziyade içerideki durumun gidişatından memnun olmayan,
her zaman da çok üst düzey insanlar değil, yani hiyerarşik
olarak daha aşağı düzeydeki insanlardan da gelen belgeler
olabiliyordu tabi.
10. Ancak şimdi devlet kurumlarında hiç
görülmemiş müthiş bir kadrolaşma var. Yine de var mıdır
böyle insanlar dersiniz?
Tabi o da olabilir ama o zamanlar için de geçerliydi
bunlar. Bugünkü gibi siyasi iktidar dokuz yıllık bir parti
olmuyordu hep koalisyonlar oluyordu ama yine 80’li yıllara
baktığınızda da iki dönem gelmiş bir ANAP hükümeti vardı.
Yani tek parti hükümeti vardı. Şimdi biraz daha
yoğunlaştığını elbette söyleyebiliriz kadrolaşma açısından
ama o dönemde de çok güllük gülistanlık bir durum yoktu.
Ama işte bugünkü siyasetteki kavganın aktörleri de aynı
değildi tabiki. O zaman cemaat bu kadar kuvvetli değildi.
Bugün başka bir aktör olarak kuvvetli. Ve ordu içerisinde ya
da başka yerlerde tam da ismini koyamadığımız güçlere
sahip. Belgelerin ne kadarını onlar gönderiyor ne kadarı
manipüle edilen belgelerdir bunları inceleyecek insanlara
ihtiyaç var.
11. Uğur Mumcu’nun bir ara Cumhuriyet
gazetesiyle bir anlaşmazlık durumu olmuştu ve ayrılmıştı.
Yazdıklarının engellenmesinden mi kaynaklandı bu durum?
Orada yazdıklarının engellenmesi değildi. Yönetimle
ilgili ve gazetenin ideolojik çizgisine ilişkin bir sorun vardı.
Sorun yazdıklarının sansürlenmesine ilişkin bir sorun değildi.
Gazetenin içinde iki farklı görüş oluşmuştu gazetenin nereye
gitmesinin gerektiği konusunda. Bu da gazetenin yönetim
yapısına ilişkin bazı teknik sorunlara yansımıştı. Oradan çıkan
bir kavgaydı o. Herhangi bir konuda sansür uygulandığından
değildi. Zaten ayrılan ekip gazetenin yöneticileriydi ki niye
sansür koysunlar.
12. Kürt sorunu konusuna geldiğimizde, babanızın
söylemiş olduğu “Kürtler, emperyalistler tarafından,
tamamen, ele geçirilmiştir ve onlar tarafından
kullanılmaktadır.” Sözüne katılıyor musunuz?
Şimdi o cümleyi tabi konuşmanın genel konsepti içinde
değerlendirmek lazım. Bir Kürt hareketi var. Bir Kürt
siyaseti var. Bugüne kadar görmüş oldukları bir takım hak
ihlallerinden ileri gelen, bu siyasetin dayandığı bir takım
haklı talepler de var. Bu sosyolojik bir vakadır ve bunu kabul
eksik ve gizli kalmış bir şey yok.
8. Uğur Mumcu denildiğinde aklımıza gelen ilk şey
araştırmacı gazetecilik. Devletin önemli kurumlarından
belgeler bulabiliyordu. Babanızın yaptıklarını bugünkü
araştırmacı gazetecilikle karşılaştırdığınızda günümüz
araştırmacı gazeteciliğini nasıl görüyorsunuz?
Biraz farklı dönemler ama tabi şu görülüyor: Babamın
yaptığı araştırmacı gazetecilikte bir kere hedefe ulaşma
isteği hep vardı. Yani günü kurtarayım, bugün bir haber
yapayım da geçsin gibi bir şey yoktu. Onu ayırmak lazım.
Bugün de bu şekilde davranan gazeteciler de muhabirler de
elbette var. Ama bir kere hakikaten bu konuda özel bir
yetenek gerekiyor. İkincisi çok ciddi bir çalışma disiplini
gerekiyor. Babam yeri geldiği zaman günde on yedi on sekiz
saat çalışıyordu bir dosya üzerinde. Bir de korkmamak
gerekiyor. Bir de bütün bunları yazabileceğiniz bağımsız bir
mecra olması gerekiyor. O dönemin Cumhuriyet’i bu
özellikleri sağlayan da bir gazeteydi. Dilediğinizi
yazabiliyordunuz. Bir baskı gelmeyeceğini biliyordunuz.
Bütün bu unsurların birleşmesi lazım. Hem kişinin yetenekli
olması lazım, hem de çalışkan olması lazım. Bir de bütün
bunları yaparken oyuna gelmemesi de gerekiyor. Çünkü birisi
size bir belge verir, o belge sahte olabilir, tuzağa
düşebilirsiniz, ya da belge doğru olsa bile sizi başka yere
yönlendiriyor olabilir. Sonuçta gazeteci dediğiniz belge
üreten biri değil. Bir yerlerden belge bulup bunlar arasında
bağlantı ile bir şeye ulaşacak insan. Ama siz, verilen her şeyi
olduğu gibi fotokopi makinası gibi aynen basarsanız, o zaman
siz iyi bir gazeteci değil, iyi bir fotokopi makinası olmuş
oluyorsunuz. Günümüzde bunun örnekleri çok var
Türkiye’de. O yüzden de olaylar arasında örgü kurmadan
daha ziyade belge yığını altında kalıyorsunuz. Yani üzerinize
sayfalarca belgeler döşeniyor. Onun antitezi olan belgeler
öbür taraftan döşeniyor. Biz de hiçbir şeyden anlayamayan
bir takım şapşallar olarak gezmeye başlıyoruz. O açıdan
Türkiye’deki araştırmacı gazetecilikte yapısal bir sorun var
bence. Yani yapısal derken araştırma yapanların
kafalarındaki sistematiği çok oturmuş görmüyorum ve sıkı
takip pek görmüyorum.
9. Aynı zamanda devletin üst kademelerindeki
insanlarla da görüşebiliyordu. Adeta bir ajan gibi çalışıp
buralardan belgeler alabiliyordu.
Yani şöyle bir şey var. Önemli olan büyük insanlarla
temas kurmak değil. Babam hakkında mesela zamanında CIA
ajanı da dediler, KGB ajanı da dediler, MİT ajanı da dediler.
Bütün bunlar beş sene içerisinde oldu. Hepsinin ajanı
dediler. Oysa ajanlık yapmaya gerek yok. Bazı durumlarda
basit dikkatler de ortaya çıkartabilir. Mesela bir NATO
görüşmesinde kiminle olduğunu hatırlamıyorum, adresi nasıl
buldun dediler. Almanya’ya gittim, telefon rehberini açtım
adı duruyordu dedi babam da. Bazen de gidip bakmazlar
bizde. Ya da mesela Ağca hikayesini araştırırken Ağca’nın
Mayorka’da kaldığı bilgisini alınca kış ayında Mayorka’ya
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
Page 16
EMEK EMEK
16 17
komuta zinciriyle ne kadar dağıtabilirsiniz, yani Sovyetler
Birliği’nin ilk dönemleri gibi radikal bir şey yapmazsanız nasıl
dağıtacaksınız orası da meçhul. Zaman içerisinde ekonomik
gelişmelerle, toplumsal gelişmelerle kendi kendine
çözülmesini mi bekleyeceksiniz, yoksa bir toprak reformuna
mı gideceksiniz? Toprak reformuna giderseniz dağılmış,
küçük mülkiyetlere bölünmüş topraklardaki köylüler ne kadar
ayakta durabilecek? Bunlar ne şekilde bir araya gelecek?
Kooperatifler mi düzenleyecekler? Bunun altyapısı nasıl
olacak? Ülkenin diğer bölgelerine nasıl yansıyacak? İktisadi
çözümlerin de diğer bölgelerle beraber ele alırsak bir takım
karışıklıklar var. Ama tabi ki yatırım yapılması lazım, iktisadi
sorunun da çözülmesi lazım. Bunun dışında etnik talep
dediğiniz şeyler de bütün Dünya’da tartışılan ve kimsenin
tam cevabını bulamadığı sorular olmakla beraber bazı
konularda üç aşağı beş yukarı ne olduğunun bir takım
standartları oluşuyor gibi. Dil konusunda en azından. Mesela
Kürtçe resmi dil mi olacak Türkçe’nin yanında hikayesine
baktığımızda, Dünya’nın çok az yerinde zaten böyle bir
uygulama görüyoruz. Ancak ana dilde eğitimde mesela.
Kürtçe seçmeli ders mi olacak yani Türkçe’nin yanında mı
öğretilecek Fransızca, İngilizce gibi, yoksa bazı dersler
tamamen mi Kürtçe yapılacak? Bunların ben tartışılması
gerektiğini düşünüyorum. Net bir cevabım yok çünkü
hakikaten ben de bilmiyorum. Yani mastır tezim konusunda
bir ara araştırdığımda bin tane sorun ve bin tane çözüm
olduğunu gördüm bu konuda. Önemli olan tartışılmaya
başlanması. Ama bunun iktisadi taraflarının güçlendirilmesi
gerekiyor. Yani birisini yapıp diğerinden vazgeçmek zorunda
değiliz, onu demek istiyorum.
14. Anadilde eğitim talebinde derslerin tamamen
Kürtçe olmasını isteyen bir kesim var. Peki bunun
derslere uygulanması nasıl olabilir? Kürtçe bir bilim dili
olarak kullanılmıyor sonuçta.
Valla bu konuda Kürtçe’yi savunan taraf, Kürtçe fizik
dersi verilebilir diyebilir. Bunun için çalışmalar yapar.
Enstitüler kurar. Ya da bir özel okulda pilot uygulama olarak
denersiniz, olup olmadığına bakılır. Bir de uygulamada o
okullara kaç kişi gideceğine bakmak lazım. Belki yalnız
hakkının olması rahat ettirecek o insanları ancak hiç kimse
çocuğunu o okullara yollamayacak. TRT Şeş çok izlenmiyor
sanırım ama Roj TV çok izleniyor mesela Güneydoğu’da. Ama
Fransa’da kurulmuş olan azınlık dillerinin eğitimini veren
okullara çok fazla öğrenci gitmiyor mesela. İnsanlar daha
çok çocuklarının istikbalini düşünüp hangi okulda topluma ve
dünyaya daha fazla entegre olur diye düşünüyor. Ama bunları
da tam olarak bilemiyoruz. Hepsini tartışmak gerekiyor.
Bunları tartışmaktan korkmamalıyız. Ya da bunu söylersem
şuna mı alet oluyorum buna mı alet oluyorum diye korkmamak
lazım. Çünkü asıl bunu dersek birilerine alet olmaya başlarız.
etmek gerekir. Yani bunu kabul etmek gerekir derken eylem
tarzlarını kabul etmek gerekir anlamında söylemiyorum.
Ancak belli sıkıntılar olduğu ortada. Kürt halkını temsil
ettiği iddiasında olan ya da belki de aldıkları oy oranlarıyla
Kürt halkını temsil ettiğini söylediğimiz hareketlerin zaman
zaman emperyalist kuvvetlerle ya da yabancı kuvvetlerle
işbirliğinde bulunması vakası vardır. Bunun zaten tersi de
söylenemez. Burada siyasi ve askeri bir kavga verilirken iki
taraf da aslında dışarıdan kuvvetlerle işbirliğinde bulunuyor.
Baktığınız zaman bir kısım insan da işte Türkiye
Cumhuriyeti Amerika Birleşik Devletleri’yle istihbarat
paylaşımı yapıyor bize karşı savaşırken, asıl onlar
emperyalisttir diyebilir oradan bakarsanız. Türkiye
tarafından bakarsanız Kuzey Irak’ta Amerika Birleşik
Devletleri bağımsız bir Kürt varlığı kurmak istiyor, PKK da
onun oyuncağıdır ve onun talimatlarıyla hareket etmektedir
de diyebilirsiniz. Bu biraz nereden baktığınızla ilgili bir şey.
Ancak Kürt hareketinin de zaman zaman Amerika Birleşik
Devletleri ile özellikle sıkı bağlantıları olduğu, daha
sonradan Apo’nun yakalanması zamanında Rusya’yla bir
bağlantıları olduğu, Yunanistan’daki kamplarda eğitildiği hep
bilinen vakalar zaten. Bu görüşe katılmamak mümkün değil.
Ama bu, söylediğim gibi sosyolojik olarak veya hukuki
olarak bir takım taleplerinin hepsinin haksız olduğu anlamına
gelmez. Ortadoğu gibi bir coğrafyada yabancılar tarafından
kullanılma ya da yabancılarla işbirliği içinde olma gibi
dengeler çok karışık özellikle. Ama buna saf romantik bir
halk hareketi olarak bakmak da saflık olur. Bu hiçbir
yabancı devletle teması olmayan, sadece bir takım özgürlük
savaşçılarının kendi halklarıyla yaptığı bir hareket değildir.
Tabi ki bir takım yerlerden silah alacak. Diğer devletlerin
terör örgütüne yardım etmesi konusuna geldiğimizde, bu
bütün devletlerin yaptığı bir şeydir. Yani bir devletin
içerisinde böyle bir hastalık yaratabilecek bir örgüt varsa,
bunu diğer bütün devletler koz olarak kullanırlar. Zamanında
İngiltere’ye karşı Amerika Birleşik Devletleri IRA’yı da
kullandı ki gayet yakın müttefiklerdir bunlar. Türkiye
mesela Çeçenleri destekledi Rusya’ya karşı. Bunlar daha çok
devletlerarası olan ve berbat olmakla beraber çok da
şaşırılmaması gereken durumlar. Mesela Yunanistan’ın
Türkiye’yle papaz olduğu dönemlerde PKK’yı desteklememesi
için hiç bir sebep yok.
13. Peki Kürt sorununun çözümü noktasında bugün
izlenen siyaseti ne kadar doğru buluyorsunuz? O
bölgedeki yoksul insanların ekonomik özgürlüklerini
kazandırmaktan ziyade, sadece etnik temelden gidilen
bir çözüm yolu doğru mudur?
Valla Kürt sorunu konusunda herhangi birisinin
aklında hazır bir çözümü olduğunu düşünmüyorum. Ben
ikisinin beraber ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Birbirinden ayırmaya gerek yok. Evet, iktisadi bir sorun var
orada. Ama yoksulluk Türkiye’nin birçok bölgesinde de var.
Onun dışında bir feodal durum var ama feodaliteyi emir
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
Page 17
EMEK EMEK
16 17
ww
w.ch
pb
esiktasgenclik.o
rg EMEK
YARADILIŞIN SOL YANI Burhan SARAL
İnsan doğasının bir gereği olarak düşünüyorum ya
ben sol düşünceyi, bilmiyorum sizler ne düşünürsünüz. Ama bu
yazı da elimden geldiğince, kalemim döndüğünce fikirlerimi
sunmaya çalışacağım. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama
kendinizden bir şeyler bulacağınıza eminim..
Çünkü ben dünyayı beraber özgürleştirebileceğimize
inananlardanım. Beraber farklılaştırabileceğimizi
düşünenlerdenim. Birbirimizi anlamadan ilerleyemeyeceğimiz
kanısındayım. Tartışabildikçe büyüyeceğimize inanıyorum.
Yaradılışın sol yanı ne demek peki?
Siyasi anlam bir yana dursun hayatın her yerinde
içinizdeki özgürlükçü , eşitlikçi adam demek. Bazı insanlar
ülkemizde çok farklı algılasalarda sol düşünceyi, aslında
hepsinde oldukça fazla sol görüş var. Bir insanın tamamen
tepeden tırnağa aynı ideolojik kavramı savunup ona uygun
yaşamasının çok zor olduğu kanısındayım. İnsanların hayatta
her alanda farklı düşünceleri olur. Evrensel ideolojik
kavramlar aslında çoğu insanın üstüne tam manasıyla
oturamaz. Yani bir insan asla tepeden tırnağa sosyalist,
komünist, liberal ya da muhafazakar olamaz. Hayatın her
alanında farklı bir düşüncesi ve bunu kimi zaman destekleyen
ya da desteklemeyen bir eylemi vardır. Bir insan, ailevi
konularda muhafazakar, ekonomik konularda liberal, eğitim,
barınma, yemek gibi temel ihtiyaçlarda sosyalist bir
düşünceye sahip olabilir. İlk bakışta saçma gibi gelse de bu
görüş , aslında çoğumuz böyleyiz. Yani hiçbirimiz tepeden
tırnağa bir şey değiliz. Bütün düşünceleri çeşit çeşit
kıyafetler gibi düşünürsek eğer, işte hepimiz aslında çeşit
çeşit giyiniyoruz. Sosyalizmin kazağını, liberalizmin
pantolonunu, muhafazakarlığın gömleğini geçiriveriyoruz
üstümüze. Zaman ekseninde yavaş yavaş değişiyoruz. Gün
geliyor, önceden giydiklerimizi şimdi beğenmiyoruz, rafa
kaldırıyoruz. Gün geliyor, yeni bir tanesine sarılıyoruz. Ama
günü geldiğinde onu da bırakıyoruz.
Örneğin hepimiz özgürlüklerden yanayız. Hepimiz
özgürlükleri savunuyoruz. Bugün bir sosyalist, özgürlüklere
sonuna kadar sahip çıkıyor. Ama sosyal hayattaki özgürlüğün
savunma mekanizması aynı zamanda siyasal liberalizme de
dayanıyor. Ama bu özgürleşme insan algısıyla birleşince
başkasının özgürlüğünü elinden alabilecek kadar tehlikeli bir
özgürleşmeye varabiliyor. Sosyal liberalizmi benimsemiş
insanlar ise örneğin eğitim gibi temel hak ve ihtiyaçlarda
eşitliğe sahip çıkabiliyorlar. Durumu olmayan bir ailenin
çocuğunu okutarak, ona yardımcı olarak önüne bir fırsat kapısı
aralıyorlar. Her ne kadar bu durum fırsat eşitliği olsa da yani
hayatın kuralları herkes için geçerliyken hayat herkes için
adil olmasa da liberal düşünce de eşitliğe sahip çıkmaya
çalışabiliyor.
Kısacası biz hayatın neresine koyarsak koyalım
kendimizi, ne kadar şu görüşü savunuyoruz dersek diyelim,
hayat söylemle değil eylemle yürüyor. Yani bizi eylemlerimiz
şu’cu, ya da bu’cu yapıyor. Ama eylemlerimiz hiçbir zaman bir
kalıba tamamen uyamıyor. Tek bir etiket yapıştırmaya
çalışsak bile üstümüze, aslında üzerimizde tek bir etiket
durmuyor.
İnsan yapısı gereği çelişkilerle dolu, hayatımızda bu
kadar çelişki varken tek bir kalıp olmamız mümkün mü?
Mesela kendimiz için istediğimiz özgürlükleri, bazen başkaları
için isteyemiyoruz. Kendimize sonuna kadar demokrat
olabiliyor, bizim gibi düşünmeyenlere en ufak bir hoşgörü bile
göstermeyebiliyoruz. Kısacası bencilliklerden ötürü,
çelişkilerle yaşıyoruz.
İşte bu bencillikleri kaldırabilmenin odağı sol
düşünce. Elimizi ona uzatabildiğimiz zaman, kendimiz gibi
olmayanlara da uzatabileceğiz. Bizler tamamen
benimseyemesek bile, çocuklarımız öyle doğacaklar. Çünkü
gelişen dünya, çoğunluğu azınlığın emri altına sokmaya devam
ettikçe, yoksullaşan çoğunluk azınlık için yaşadıkça, bütün
düzen zalimleşen bir sömürü üzerine kuruldukça, çocuklarımız
savundukları düşüncelerin adını bilseler de bilmeseler de
uzatacaklar ellerini sol düşünceye. Onunla tokalaşacaklar, onu
anlayacaklar. Belki o zaman daha net koyacaklar
düşüncelerinin adını. Belki o zaman şimdi olduğu gibi solcu
düşünüp, sağcı hareket etmeyecekler. Çünkü büyüklerinin
sonu olacak olan, bu söylem ve eylem farkının kendilerinin
sonu olmasına izin vermeyecekler.
Evet, böyle devam edebilirse eğer bu sömürü düzeni
bir “son” gelecek. Aynı zamanda yeni bir başlangıç. Yani bizim
değiştiremediğimiz dünya, zorunlu bir yeniden başlama
sürecine girecek. Birbirimizi anlamadan devam edersek,
söylediklerimizle çelişirsek, kendimiz için istediklerimizi
başkaları için isteyemezsek, bencil olmaya devam edersek,
yoksullaştıkça büyük bir çelişkiyle zenginin hakkını
savunursak, yanlışı yapan kim olursa olsun “dur!” diyemezsek,
farklılıkları algılayamaz onlarla yaşayamazsak, her şeyi kısır
bir siyaset döngüsü içinde görürsek, dürüstlüğümüzden ödün
verirsek, “çalıyor ama bize de veriyor!” anlayışıyla yaşarsak,
balık tutmayı öğrenmek yerine hazırı beklersek, o hazıra bir
gün dağ dayanmayacak ve her şey yıkılıp yeniden kurulacak.
Büyük çelişkilerimizi en iyi Sartre özetlemiştir, der
ki Jean Paul Sartre;
“Bir işçiysem, sosyalist olmayı değil de, bir hıristiyan
sendikasına girmeyi seçersem, bununla şunu belirtmiş olurum:
"İnsana düşen alınyazısına katlanmaktır; tevekküldür, boyun
eğmektir. Çünkü bu dünyada saltanat yok insan için. Gel
gelelim bu hareketimle, bu seçişimle yalnızca kendimi
bağlamış olmakla kalmam, herkes adına tevekkülü salık
vermekle, bütün insanlığı da bağlamış olurum.”
O yüzden, bir işçiyken, bize verilene razı olmak yerine, kendi
haklarımızı savunabiliriz. Kalbimizdeki inancımızı birilerinin
sömürüp, onları dünyevi meselelere katmasına engel olup,
onların oyununa gelmeyebiliriz. Bizi hassas olduğumuz
noktalardan vurmalarını engelleyebiliriz. Siyasetin üstünde
kalan, sosyal hayatın üstünde kalan bir meseleyi, başkalarının
çıkarları için kullanmasını engelleyebiliriz. Hassasiyetlerimizin
kullanılmasını engelleyebilirsek, işte o zaman çelişkilerimizi
bitiririz.”
Page 18
18
EMEK
“İSMET İNÖNÜ’YÜ ANDIK”
Cumhuriyetimizin kurucularından, Kurtuluş Savaşında Batı
Cephesi Komutanlarından, ikinci Cumhurbaşkanımız ve partimizin ikinci
genel başkanı değerli asker ve siyaset adamı Mustafa İsmet İnönü’yü
ölümünün 38. yılında Maçka İnönü Parkında saygı ve minnetle andık.
Anma etklinliğimize genel başkan yardımcımız,milletvekillerimiz,il
sekreteremiz ve ilçe örgütümüz ve beşiktaş belediye başkanımız katıldı.
Hükümet tarafından İsmet İnönü’yü karalama kampanyalarının
düzenlendiği şu günlerde ülkemiz için gösterdiği fedakarlıkların
bilincinde olup, onun fikirlerine her zaman sahip çıkacağız!
ETKİNLİKLERİMİZ “ADALET VE DEMOKRASİ 1000 GÜNDÜR TUTUKLU”
Tutuklu milletvekilimiz, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa
BALBAY’ın tutukluluğunun 1000. gününde bir bildiri yayınlayarak Beşiktaş
halkını bu konuda hassasiyete çağırdık. “Adalet ve Demokrasi 1000 Gündür
Tutuklu” pankartımızın altında, Sinanpaşa Meydanı’nda kurduğumuz standla
halkımızın yazdığı mektupları Silivri Cezaevi’ne gönderdik. Halkımızın
yoğun ilgi gösterdiği bildiri dağıtımı ve mektup yazma etkinliğimizde,
Beşiktaş Halkı’nı iktidarın baskıcı politikalarına karşı direnmeye çağırdık.
“KAMPÜSLERİMİZİ HEP BİRLİKTE ÖZGÜRLEŞTİRECEĞİZ”
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin “Starbucks’ta şenlik
var” adı altında gerçekleştirmiş olduğu Starbucks işgalini
desteğe gittik. Kampüs içinde kapitalist şirketlerin yer
almasına karşı çıkan ve kampüs içindeki mekanların
öğrencilerin yararına kullanılmasını savunan arkadaşlarımızı
haklı davalarında yalnız bırakmadık. Büyük bir dayanışma
örneği olan Starbucks direnişi, günümüz gençliğine ders olacak
nitelikte. Kamu alanı sayılan Devlet Üniversitesi arazilerini
emperyalist uluslar arası şirketlere peşkeş çeken AKP zihniyeti,
Üniversiteleri bilim yuvası olmaktan hızla ticarethaneye doğru
çevirmektedir.
www.chpbesiktasgenclik.org EMEK
www.chpbesiktasgenclik.org EMEK
Page 20
İLETİŞİM BİLGİLERİ
Telefon Numaraları
0212-261 11 41
0212-227 63 26
www.chpbesiktasgenclik.org
E-posta: [email protected]
www.facebook.com/chpbesiktasgenclikorgutu
www.twitter.com/chpbesiktasgenc
Adres: Hasfırın Cadesi Vidin İş Merkezi No:65/33
Sinanpaşa BEŞİKTAŞ