T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ) ANABİLİM DALI BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU’NDA BÂTİNÎ HAREKETİ (Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran Nizârî İsmâilîleri ) (1090-1157) Yüksek Lisans Tezi Ayşe Atıcı Ankara- 2005
307
Embed
BÜYÜK SELÇUKLU MPARATORLUĞU'NDA BÂT NÎ HAREKET ...
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ)
ANABİLİM DALI
BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU’NDA BÂTİNÎ HAREKETİ
(Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran Nizârî İsmâilîleri )
(1090-1157)
Yüksek Lisans Tezi
Ayşe Atıcı
Ankara- 2005
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ)
ANABİLİM DALI
BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU’NDA BÂTİNÎ HAREKETİ
(Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran Nizârî İsmâilîleri )
(1090-1157)
Yüksek Lisans Tezi
Ayşe Atıcı
Tez Danışmanı
Prof.Dr. Feda Şamil Arık
Ankara-2005
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ)
ANABİLİM DALI
BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU’NDA BÂTİNÎ HAREKETİ
(Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran Nizârî İsmâilîleri )
Bâtınî nesil, kuşak, iç, karın boşluğu ve görünmeyen şey anlamlarını
taşımaktadır.Bu kelime Arapça B-T-N fiil kökünden türemiş olup görünmeyen saklı,
yaratılmışların bakışlarına ve düşüncelerine kapalı olan herkesin ulaşamayacağı bilgi
anlamına gelmektedir1 denirken, başka bir kaynakta “Gizli olmak bir şeyin iç
yüzünü bilmek” anlamındaki “batn” veya “butûn” kökünden türeyen bâtın
kelimesinin nisbet ekinin eklenmesiyle oluşmuş bir terimdir2 de denmiştir .“İç ve
belirtmek” kelimelerinden türemiş olan Bâtınîliğin diğer bir anlamı ise “kutsal
kitabın gizli anlamı” yada “içerdekini aramak”tır. Tam olarak onun yerini alan, açığa
çıkan kelime, bu tefsir’in anlamını açıklayan ad tevil’dir.3 Bunlara göre kısaca
Bâtınîyye “gizli olanı ve bir şeyin iç yüzünü bilenler” anlamına da gelmektedir.4
Terim olarak “her zahirin bir Bâtınî ve her nassın bir te’villi
bulunduğunu, bunu da sadece Tanrı tarafından belirlenmiş veya O’nunla ilişki
kurmuş masum bir imamın bilebileceğini iddia eden gruplar” olarak tarif edilebilir
11 William Lane Edward, Arabic English Lexion, Edinburg, 1863, C.I-II, s. 221, Muzaffer
Tan, Bâtınîlik Kavramı ve Bâtınî Fırkaların Tasnifi Meselesi , (Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi), Ankara, 2000, s.5. 2 Avni İlhan, “Bâtınîye” Diyanet İslam Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul ,1992, s. 190. 3 B. Vaux De Cara , “ Bâtınîya”, E.J. Brill’s First Encclopaedia Of İslam 1913-1936, C.II,
Leiden, New York ,Kobenhavn, Köln, 1987, s. 679. 4 Avni İlhan, a.g.m., s. 191.
2
ki mütedil sûfilerden aşırı şii kollara ve mülhidlere varıncaya kadar bir çok
zümreyi de içine alır.
Bâtınîye terimi İslam düşünce tarihinde nasları zâhir ve bâtın ayrımına
tâbi tutarak te’viller yapıp, islam’ın temel hükümlerini bütün mülümanların
anlayışından farklı olarak yorumlayıp, din anlayışını inkar sınırına getiren ve aynı
zamanda merkezi otoriteye karşı isyan ederek bir politika geliştiren ve değişik
siyasi gruplar içinde de kullanılan ortak ve genel bir addır. Yine Bâtınîlik temelde
Kuran’ın herkesin anladığı değilde Bâtınî yani iç anlamıyla yorumlanması
gerektiğini ileri süren ve bu düşünce sistemi içinde inanç sistemi kuranların bağlı
olduğu dini görüşe de denmektedir.
Genel olarak Bâtınîlik ve İsmaililik aynı anlamda kullanılmıştır. Asıl
olarak İsmâilîlere Bâtınî, Bâtınîyye veya Bâtınîler de denmiştir. Ancak bazı
araştırıcılara göre ise Bâtınîlik ile İsmâilîliğin aynı anlamda değil de bir Şii kolu
olan İsmâilî mezhebinin zamanla aşırıya kaçmış ve İsmâilî mezhebinin doktrinlerin
saptırılmış bir şekilde kabul eden ve özellikle Hasan Sabah yönetiminde gelişen
koluna verilen öznel bir isimdir demişlerdir. Günümüz araştırmacılar Bâtınîlik ve
İsmâilîlik tabirlerini eş anlamlı bütünü kapsayacak şekilde kullanmışlardır.
İslamda ayrılık, şii çatışmaları ve imamet sorunu yüzünden ortaya çıkan
İsmâilîyye, bu adı Cafer es-Sadık’ın oğlu İsmail’ den dolayı almıştır denilmektedir.
Şii mezhebinin çeşitli kollara ayılmasıyla ortaya çıkan İsmâilîler zaman içinde çeşitli
lakaplar altında farklı kollarda ve farklı bölgelerde ortaya çıkmıştır. Farklı kollarda
3
farklı isimlerle ortaya çıkmasının başlıca nedeni çeşitli ülkelerde ve değişik
zamanlarda insanları Bâtınîliğe davet etmeleridir. Nitekim Bâtınîler Irak,
Bahreyn, Horasan, İran,Türkistan ve diğer İslam beldelerinde farklı adlarla
Hurremdinîye ve Muhammire, Haşşaşiyye, Sabbahiye, Bâtınîyye gibi bazı adlar ve
lakaplar ile6 anılmışlardır. Ülkemizde genel olarak “Bâtınîlik” teriminin kulanımı
yaygındır.
Farklı dönemlerin tarihsel yapıtlarda da onlar değişik adlar altında
zikredilmiştir. En eskileri “Karmatia” ve “Bâtınîya” (Karmatiler ve Bâtınîler), daha
sonrakiler “Sebbiye” ve “Talimiya”, “Haşhaşiler”, “Sabbahiya”, günümüzde İran’da
olanlara “Muradan-i Aga Han-i Mahallati” denilir. Orta Asya’da “Mullai”,
Hindistan’da ise “Hocalar(Nizariler)” ve “Bohorolalar” yada “Bohralar
(Mustaliler)” gibi adlar almışladır7.
B-İSLAM’DA AYRILIK
İslam’da ilk ayrılık Hz.Muhammed’in ölümünün ardından çıkan halef sorunu
nedeniyle ortaya çıkmıştır. Halef sorununa çözüm getirmek için yaşlı ve saygın
müslümanlar Hz.Ebubekir’i halife olarak seçmişler, ancak buna karşı çıkan başka
bir grup ise asıl halifelik hakkının Hz.Muhammed’in yeğeni ve damadı Hz.Ali’ye
verilmesi gerektiğini savunmuştur. Gerekçe olarak da Hz.Ali’nin şahsî
5 Avni İlhan,a.g.m., s. 191. 6 N.Çağatay, İ.A Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi I, Ankara, 1965, s. 424 7 İsmail Kaygusuz, a.g.e.,İstanbul, 2004, s. 256.
4
meziyetlerinin bu göreve daha uygun olduğunu göstermişlerdir. Hz.Ebubekir’in
yerine Hz.Ali’nin geçmesini savunanlara önceleri Hz.Ali taraftarı, sonraları da “
şia” denilirken daha sonraları İslam’da büyük bir mezhep oluşturan ve bugün de
kullanılan “Şiilik” adı verilmiştir. Hz.Ebubekir’in iki yıl süren halifelik döneminden
sonra m.634 yılında ölmesiyle halifelik Hz.Ömer’e geçmiş, O’nun m.644 ‘de
suikasta kurban gitmesiyle de Hz.Osman halife olarak seçilmiştir. Ancak
Hz.Osman’ın da m.656’da isyancı müslümanlar tarafından şehit edilmesinin hemen
ardından Hz.Ali dördüncü halife olmuştur. Ancak Hz.Ali’nin halifeliği,
anlaşmazlıklar ve iç savaş nedeni ile çok kısa sürmüştür. Hz.Osman’ın son yıllarında
şekillenmeye başlayan bu ayrılıklar ve anlaşmazlıklar Camel ve Sıffın savaşlarının
ardından daha da belirgin bir duruma gelmiş ve Hz.Ali döneminde de süratle devam
eden olaylar sonucunda Hz.Ali’nin m.661 yılında şehit edilmesiyle8 daha da
şiddetlenmiştir. Hz.Ali’den sonra halifelik makamı, rakibi olan Muaviye’ye ve daha
sonra onun sülalesi Emeviler’e geçmiştir. Emevi hanedanı halifeliği bir yüzyıl
h.132/m.661-750 elinde tutarken, Ali ‘nin soyundan gelenler ise halifeliği tekrar
Emeviler’in elinden almak için mücadeleye girmişlerdir. Hz.Ali ile Fâtımâ’nın
büyük oğlu Hasan9 babasının ölümünün hemen arkasından bazı Kûf’eli ailelerin veya
sülalelerin desteğiyle halifeliğini ilan etmiş, ancak o dönemde Emeviler’in başında
bulunan Muaviye’ye karşı güçsüz kalmıştır. Hasan’ın ölümünün ardından Şiîler
halifeliği Emevilerin elinden tekrar almak ve halifelik makamına da Hasan’ın küçük
kardeşi Hüseyin’e geçirmek için yeniden girişimlerde bulunmuşlardır. Hüseyin ise
taraftarlarına çok güçlü durumda bulunan Muaviye’ye karşı o ölmeden hiçbir
8 Bernard Lewıs, The Assassıns, London, 1967, s.21. 9 Abdülbaki Gölpınarlı, Sosyal Açıdan İslam Tarihi, İstanbul, 1975, s.405-510.
5
girişimde bulunmayacağını söylemiştir. Ancak Muaviye öldükten hemen sonra
hareketlenen Hüseyin ve ona sadık kalanlar m.680 tarihinde Kerbela’da kötü bir
duruma düşmüşlerdir 10. Nitekim Hüseyin Kerbela yakınlarında 4.000 kişilik Emevi
ordusu tarafından öldürülmüştür. Bunu sonucu olarak İslam toplumu biraz daha
karışmıştır11. Bu olay İslam dünyası için önemli bir vakadır ve günümüzde hala Şiîler
tarafından yası tutulmaktadır.
Gelişen siyasî olaylar sonucunda Şiîlerde zaman zaman kendi aralarında çeşitli
gruplara ayrılmış zaman zaman da sessiz kalmışlardır. Bütün bu Şiî –Emevî
çatışmaları devam ederken Abbasîler de Horasan bölgesinde faaliyetlerine
başlamışlardır. Sonuçta h.132/m.750 ‘de Abbasiler Büyük Zap ırmağı kıyısında
Emeviler’le yapılan savaş sonucunda kendi hanedanlıklarını kurmuşlardır. Böylece
bu olay ile Hz.Ali döneminden beri Şiîler’in Emeviler’e karşı mücadelesinden
önemli bir etmen olan Irak Suriye çekişmesi de Suriye aleyhine son bulmuştur12.Bu
süreç içinde siyasî ayrılık içine giren İslam toplumunda Şiîler yeniden
yapılanmışlardır13.
10 Nasseh Ahmad Mirza, Syrian İsmâilîsm, London, 1997, s.2 , “Murder of Husain at
Kerbela”, The Cambridge Medieval History, C.II, London, 1967, s. 359. 11 Hz. Ali’nin kardeşlerinin ve oğullarının erkek çocuklarının hepsi Kerbela olayında
öldürüldüğü için Hz. Peygamber’in soyu yalnız amcası Hamza ‘nın çocuklarından
türemiştir.Bu konu için Bkz. Neşet Çağatay, İslam Tarihi (Başlangıçtan Abbasilere Kadar),
Ankara, 1993, s.423., Abdülbaki Gölpınarlı, a.g.e., s.419-420. 12 Farhad Daftary, İsmâilîler; 2000, s.108. 13 Aslında şiiliği tam olarak açıklamak için harici mezhebi yandaşlarının çoğunun
peygamber’in ölümünden sonra ortaya çıkan dinden dönme eylemlerinde sıkıştırılmış
kişilerin, Sıffın Savaşı’ndan sonra hakem olayını bahane ederek, önce kendilerine yapılan
davranışın öcünü almak için kurulmuş bir örgüt olduğu söylenirken, Şia da Emir ül-
6
Görüldüğü üzere, Hz.Muhammed‘in ölümünün ardından halife’nin kim
olacağı konusundaki tartışmanın ardından İslam toplumunda günümüze kadar
süregelen bir parçalanma ve bölünme görülmüş, çeşitli mezhepler ortaya çıkmıştır.
İşte daha önce de belirttiğimiz gibi bu mezhepler, Hz.Muhammed’in ölümünden
sonra ya siyasî ve tarihî bazı sebepler ya inanç esaslarında bazı farklılıklar ya da
amelî hükümler diye isimlendirilen şerî hükümlerle ilgili bazı farklılıklardan
doğmuşlardır.
İslam’da tarihî ve siyasî nedenler dolayısıyla ortaya çıkan sünni ve şii
mezhep ayrılıklarını daha sonra oluşan yeni mezhepler izlemiştir. Bu mezhepleri
inanç esaslarındaki farklar bakımından “Ehl-i Sünnet Mezhepler” ve “Ehl-i Bid’at
Mezhepler” olarak ikiye ayırabiliriz. Kitap (Kur’an-ı Kerim), sünnet, kıyas ve İcma-
ı ümmet ile amel eden mezheplere Ehl-i Sünnet , bu yoldan ayrılanlara ise Ehli
Bid’at denir14. İşte şiiliğin aşırı bazı kolları, Mesela konumuz olan Bâtınîler Ehl-i
Bid’attan sayılmıştır. Ehl-i Bid’atlara kısaca Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği
hükümleri kendi isteklerine göre değiştirenler de denilebilir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Hz.Muhammed’in ölümünden sonra
müslümanlar arasında çıkmaya başlayan ve giderek sayısı artan ihtilafların başında
Mü’min’in Osmanla başlayan Emeviler soyunun birbirini kayırmalarına karşı Haşimî
soyunun temsilcisi olarak Ali b. Talib sempatisi ile başlayıp daha sonra İranlılar’ın ulusal
şuurlarını ayakta tutmak için benimsemiş oldukları dinî– siyasî bir örgüttür denilebilir. Bu
konuda ayrıntılı bilgi için Bkz. Neşet Çağatay, a.g.e., .s.425. 14 Büyük Dinler ve Mezhepler Ansiklopedisi, Mezhepler, İstanbul, 1964, s.333.
7
şüphesiz imamet sorunu15 gelmektedir. Gerçek nitelikleri ne olursa olsun ilk dönem
Şii düşünce akımları zaman içinde yavaş yavaş gelişerek tam ve sistemli ifadelerini
imamet kavramında bulmuşlardır16. İmamet sorunu yüzünden ortaya çıkan mezhepler
zaman içinde siyasî mezhepler ,itikadî mezhepler ve fıkhî mezhepler olarak daha da
çeşitli kollara ayrılmıştır. Siyasî mezhepler Şiilik, Haricilik ve Ehl-i Sünnet olarak
üç farklı kategoride incelenebilir. İlk siyasî mezhep olan şiiliğin 17 kollarını
Şii mezhebinin İmamiyye kolundan türeyen oniki imam İsnââşeriyye ve
Yedi İmam mezhebi İsmâilîye ‘nin de bir takım farklı noktaları vardır. Mesela
oniki imam öğretisi, on iki burç ile Musa’nın asasını vuruşu ile kayadan kaynayan
on iki kaynak ile simgelenirken, ,yedi imamı kabul eden İsmâilîyye’nin imamet
öğretisi ise, yedi gök ve yedi gezegen ile simgelenmektedir. Altı büyük
peygamberden her biri on iki imam rakamını imamın huccetlerine aktarır . Oniki
İmam mezhebine göre on iki imam tamamlanmış, en sonuncusu on ikinci ve son
imam olmuştur.19
Konumuz itibariyle Büyük Selçuklu topraklarında faaliyet gösteren Nizarî
İsmâilîlerinin çıkış noktası olan Bâtınîlik (=İsmâilîyye) İsmail b. Cafer es-Sadık’a
nispet edilerek varlığının bu güne kadar sürdüren aşırı şii koludur.20 Şia’nın bir kolu
olan İsmâilîyye imamet meselesini dinîn temel unsuru sayar ve peygamberlerin
günahlardan masum olan bir imam tayin etmesi gerektiğine inanır. Cafer es-Sadık’ın
oğlu İsmâilî’n imam tayin edildiğine ve nas yoluyla yerine geldiğini kabul
etmişlerdir. Bunlar Cafer es-Sadık hayattayken vefat eden İsmail’in ölümünü kabul
etmeyenler ve İsmail’in ölümünü kabul edip imamlığın Muhammed b. İsmail’e
19 İslam’da altıncı İmam Ca’fer –es-Sadık’a kadar İsnââşeriyya ve İsmâilîyye mezhepleri
aynı imamları kabul etmişlerdir. Böylece birinci imam Hz. Ali’nin öğretisi dışında
,özellikle dördüncü ,beşinci ve altıncı imamların öğretileri ile şii anlayışının temel formu
oluşturulmuştur.Bkz. Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi (Başlangıçtan İbn Rüşd ‘ün
ölümüne kadar 1986), Çev. Hüseyin Hatemi, İstanbul, 1986, s.45-46. 20 Acak bu konuda farklı görüşler vardır. Bâtınîlik için aşırı şii mezhebi denilirken süreç
içinde şii mezhebi içinde bir “kol” veya bir “tarikat”olarak görülmektedir.İslamda radikal
bir tarikat olarak kabul edilirken bugün Şiilikten farklı müstakil bir mezhep olarak
kabul görülmektedir. Bu itibarla buna ne denileceği karşımızda sorun olarak kalmıştır.
9
intikal ettiğine inananlar şeklinde ikiye ayrılmışlardır. Ancak bunlardan ikinci grup
Muhammed b.İsmail.’in ölmediğine inananlar ve Muhammed’in ölümünü kabul edip
onun nesli tarafından imamlığa devam ettiğine inananlar olarak da ikiye ayrılmıştır.
İsmail h.147 / m.762 yılında babası daha hayattayken vefat edince sonradan
İmamiyye Şii grubu Ca’fer es Sadık ‘ın ikinci oğlu Musa-el –Kâzım’ı yedinci imam
olarak kabul etmiştir. Cafer es-Sadık ‘ın oğlu İsmail’in ölümü üzerine ortaya çıkan
İsmâilîler ise, kendi aralarında ikiye ayrılıp, h.148/m.765 yılında İmamiye’den
ayrılmışlardır. “El-İsmâilîyeye tü’l-hâlisa” ve “El-İsmâilîyye tü’l vâkıfen” adlarıyla
bilinen diğer grup yani İsmail’in babası hayattayken öldüğünü kabul etmeyenler ise
İsmail’in Cafer es–Sadık ‘tan sonra yedinci imam olduğuna ve tekrar mehdi olarak
gelip yerine geçeceğine inanırlar21.Bâtınîler İsmail’in Cafer’in ölümünden sonra beş
yıl yaşadığını o sırada onu Basra çarşısında gördüklerini orada ona rastlayan eli
ayağı tutmayan felçli birinin ondan yardım istemesi üzerine İsmail’in elini tutmasıyla
o adamın sağlığına kavuşup yürümeye başladığını ve bu olaydan sonra onun
yanından hiç ayrılmadığını yine İsmail’in bir âmâya dua etmesi üzerine âmanın
görmeye başladığını ileri sürerler22. Ancak bazı İsmailî ve İsmailî olmayan
kaynaklarda İmam Cafer’in cenaze töreni sırasında kasten kefeni açarak ölü oğlunu
kalabalığa gösterdiği kaydedilmiştir23. İsmâilîn ölümü üzerine bir çok yorum
yapılmış, ancak kesin bir sonucu varılamamıştır.
21 A.Engin Berksaç, “Fatımîler “, D.İ.A., C.2, İstanbul, 1995, s.231 . Osman Keskinoğlu,
İslam Dünyası Dün ve Bugün, Ankara, 1964, s. 36. 22 Ata Melik Cuveyni, Tarih-i Cihangüşâ, Çev.Mürsel Öztürk, Ankara , 1999, s.515 . 23 Farhad Daftary, İsmâililer, s.70, İsmâilîn Cafer es-Sadık hayattayken öldürüldüğünü kabul
edip İsmail’in oğlu Muhammed’in imamlığını tanıyıp onun İsmail’in halifesi olmasını
isteyen İsmâilîler’i Nizam’ül-Mülk Siyasetname adlı eserinin “Kuhistan ve Irak ve Horasan
İslamda ayrılık, şii çatışmaları ve imamet sorunu yüzünden ortaya çıkan
İsmâilîyye mezhebi bu ismi Cafer es-Sadık’ın oğlu İsmail’ den dolayı almıştır
denilmektedir. Ancak bu mezhebe İsmâilî adını veren erken İsmâilîler’in kendileri
değil, başta Nevbahti ile el Kummi olmak üzere İslam’ın ana gövdesinden ayrılan
sapkın akımlar hakkında bilgi veren Ortodoks yazarlardır. Çeşitli tarihlerde yazılmış
bir çok İsmâilî metninde İsmâilîlik adı yerine dava ifadesi kullanılmıştır24.Şii
mezhebinin çeşitli kollara ayılmasıyla ortaya çıkan İsmâilîler zaman içinde çeşitli
lakaplar altında farklı kollarda ve farklı bölgelerde ortaya çıkmıştır. Ancak bunlar
arasında biraz nitelik farkları vardır ve hepsinin amaçları bir metotları gizlidir.
İsmâilîlerin geniş kitlelere yayılmasının en önemli nedenlerinden biri gizli yayılması
ve gizliliğe inanılmasıdır. Onlara her şehirde başka isim verilmiştir. Bölgelere göre
Mısır’da İsmâilî ve Bağdad ile Maveraünnehir’de ve Gazne’de Karmatî ve Küfe’de
Mubarekî ve Basra’da Revendî, Burkai ve Rey’de Halefî , Bâtınî, Gerkân ,
Muhammere’de ve Şam’da Mübeyyize , Mağrib’de Saidî Lahsa ve Bahreyn’de
Cenabî ve İsfahan’da Bâtınî denilmektedir25.
mezhebinin sebebi şu oldu ki Cafer Es-sadık Radiallahüanh Hazretlerinin İsmail namında
bir oğlu olup pederinden evvel ertihali dârıbeka eyledi. İsmail ‘in Mehemmed isminde bir
mahbudu kaldı” olarak tanımlamıştır. Bkz. Nizâmü’l-Mülk, Siyasetname, Çev.Nurettin
Bayburtlugil.,s. 220. 24 Farhad Daftary, İsmâilîler, s.127. 25 Nizâmü’l-Mülk, a.g.e,s. 220. Bunlardan bazılarının bu lakaplarla anılma nedenlerine dâîr
şunlar söylenmektedir. Talimiyye, bunlar Rey ve aklın hükmünü kabul etmeye ilimlerin
ancak bir masum imamın talimi yani öğretimi ile elde edileceğine inandıkları ve bu şekilde
propaganda yaptıkları için Talimiye lakabını almışlar ve kendilerine (Ta’limi ) uygun
görmüşlerdir. Melahide , bidatları küfür ve ilhaddan ibaret olduğu için Melahide yahut
Mülhide diye tesmiye edilirler .Al-Fidâîye,mal mukabilinde musallat oldukları bir çok
11
Karmatiler, imamlığın İsmail ile birlikte son bulduğuna ve artık ondan sonra
imam gelmeyeceği kanısında olanlardır. Suriye ve Filistin’i kendilerine mekan olarak
seçmişlerdir26. Karmati ismi bir dönem için mezhebin belli bir dalının adıydı. Erken
İsmâilîler çağdaşlarınca hakaret ve aşağılanma niyetiyle malahida olarak
adlandırılmadıkça normal olarak Karmati ve Bâtınî şeklinde anılmıştır27. Bâtınî
denmesinin nedeni önce onların mezhepleri yüzünden eziyet ve işkenceye maruz
kalmış olmaları dolayısıyla halktan gizli harekete tevessül etmeleri, sonra da buna
bağlı olarak kendi aralarında içe dönük bir vaziyete bürünmüş olmalarıdır28. Kur’an
ve hadislerin zahiri manalarınından başka Bâtınî anlamlarınında bulunduğunu iddia
eden fırkalar da genel olarak Bâtınîye denmiştir 29. Yine Bâtınî denmesinin
nedenlerinden biri de birçok durumda imam gizlidir ve bu gizlilik önce Mağrib’de
kurdukları bilâhare Mısır’a nakledilen devlet ortaya çıkıncaya kadar da devam
etmiştir demelerindendir30. Bâtınî demelerinin başka bir nedeni ise bunların
şeriatının bir zâhiri ve bir de bâtını vardır, görüşünü savunmalarıdır. Onlara göre,
insanlar ancak zâhir ilmini bilebilirler. Halbuki imam yalnız bâtın ilmini bilmekle
kimseleri öldürerek nefislerini feda ettiklerinden dolayı Fidaviye adını almışlardır. Bkz.
N.,Çağatay, a.g.e., s.424 ve İbrahim Agah Çubukçu, Gazali ve Bâtınîlik, Ankara, 1964,
s.40, Muhammire’yi ise kızıl elbise giydikleri için almışlardır. Bkz. Hilmi, Ziya
Ülken,“İslam Düşüncesi”, Türk Tefekkürü Tarihi Araştırmalarına Giriş, İstanbul, 1946,
s.217. 26Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü(Dinler, Mezhepler, Tarikatlar, Efsaneler), İstanbul,
1975, s.278. 27 Farhad Daftary, a.g.e., s.127. 28 Muhammed Ebu Zehra, İslamda Siyasî ve İtikadi Mezhepler Tarihi,, İstanbul, 1970, s.78. 29 İbrahim Agâh Çubukçu, “İbahilik ve Bâtınîlik”, Ankara Üniversitesi İlahiyatFakültesi
Dergisi, 1970, C. XVIII, Ankara, 1972, s.68 . 30 Muhammed Ebu Zehra, a.g.e., s.78.
yedi yıldızın kutsal oluğuna sırların 7 sayıda toplanacağına inandıkları için bunlara
“Seb’iyye” de denmiştir32. Daha sonra bütün Bâtınîler şeriatın emirlerine uymayarak
haram şeyleri helal saydıkları için “İbahiye” ve Allahı ,Peygamberleri imamları inkar
edip zındıklık izhar ettikleri için de “Zenadık’a” diye de adlandırılmıştır33. Tev’il
metodunun aşırı bir şekilde kullanılarak Bâtınî mânayı ortaya koyma gayretlerinde
dolayı İsmâilîyye uzun süre Bâtınîye ismiyle anılmıştır34. Ancak bu konu da bir çok
kaynakta tartışma konusu olmuştur. Çünkü bazı tarihçilere göre Bâtınîlik İsmâilî ile
aynı anlamda kullanılır. Bazılarına göre ise İsmâilî mezhebinin bir koluna verilen
isim şeklinde ifade edilmiştir. Kısacacı Bâtınîlik, her zâhirin bir Bâtınî olduğunu ve
Kur’an ile hadislerin ancak tev’il ile anlaşılabileceğine iddia eden fırkalara XII.
asırdan itibaren topluca ve genel olarak verilen bir isimdir35.
31 Muhammed Ebu Zehra, a.g.e., s.78. 32İbrahim Agah Çubukçu, ,a.g.e., s. 31. 33 Bazı yabancı ve yerli araştırmalarda İsmâilîliği Kur’an’ın dış (zâhiri) manası yanında,
iç(batın) manası olduğunu iddia ettiği için Bâtınîlilik tabiri de geçmektedir. 34 Bâtınîlik çeşitli kaynaklarda İsmâilî mezhebi ile aynı tutulmaktadır Bkz.Mustafa Öz,
Mustafa Muhammed Eş-Şek’a, “İsmâilîyye” Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
Ankara, Cilt 6, s.129. 35 Kemal Samancigil, Bektaşilik Tarihi, İstanbul, 1945, s. 143.
13
C-BÂTINİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI,GELİŞİMİ VE BÖLÜNMESİ
Bâtınîlerin ortaya çıkışından sonraki bir buçuk asır sürecsince Bâtınî
imamları gizli kalmıştır. Bâtınîler bir bakıma “propagandacılar (dâî)”36 silsile-i
meratibi tarafından idare edilmekteydi. Bunlar birbirlerinden uzak bölgelerde
İsmâilî merkezleri tesis ettiler. Irak, Basra körfezi şehirleri ve İran gibi yerlerde
başarılı oldular. h. 289-294 / m. 901-906’da İsmâilîlerin bir kolu olan Karmatiler
Suriye ve Mezopotamya’da tehlikeli bir önemsiz bir isyan çıkardılar37.Diğer
Karmatiler ise, Bahreyn’de iktidarı ele geçirip bir asırdan fazla propaganda üssü
olarak kullanılar.Diğer bölgelere ve özellikle de Yemen’e dâîler gönderildi. Orada
dava büyük bir önem kazandı ve gizli imam saklandığı yerden ortaya çıkarak h. 297
/m.909’da kendisini “mehdi” unvanı ile ilan etmiştir38.
İlk dönemleri karanlık ve karışık olan İsmâilîler X. yy ‘ın başlarında Fatımî
devleti ile yeniden canlanmışlardır. İsmâilîk birbiriyle anlaşmayan iki gruba
ayrılmıştır.Bu gruplar sonradan oluşan Fatımî İsmâilîler ve Karmatileri işaret
etmektedir 39. Daha sonraki dönemlerde İsmâilîyye mezhebi doğu ve batı İsmâilîleri
adıyla da günümüze kadar gelmiştir. İslam’da ayrılığın sonucu olarak doğan
İsmâilîlik, esas konumuz olan Hasan Sabbah ve Alamut dönemine gelene kadar
36 Arapça’da “çağıran”anlamında ki dâî kelimesi Bâtınîlikte mezhepe katılması için davette bulunan kişiye verilen isimdir. 37 Bernard Lewis, “İsmâilîler” İ.A, C. V-2, İstanbul, 1955 ,s 121. 38 Bernard Lewis, a.g.m., s.121, Abdurrahman Acar, Selçuklu Sultanı Sancar’ın Dinî Siyaseti
(Abbasi Halifeliği ve İsmâilîler ile İlişkiler ),Yayınlanmamış Doktora Tezi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü , 1997, Ankara , s. 148 . 39 Farhat Daftary, “A Major Schism İn The Early İsma’ili Movement”, Stvdia İslamica,
Paris, 1993, s. 123.
14
belirli bir süreçten geçmiştir .Ancak bu süreç içinde siyasî nedenlerden çıkan
problemler inanca yansımıştır ve yok olup gitmiştir. Çeşitli kollara ayrılan İlk
İsmâilîliğin oluşum sürecinden sonra yeni oluşumun yayılma süreci iki aşamada
gerçekleşmiştir diyebiliriz. Birinci aşama Karmati hareketi ve Fatımî Devleti (Fatımî
İsmâilîleri) , ikincisi aşama ise Hasan Sabbah ‘ın öncülüğünü yaptığı Nizariler
(Nizari İsmâilîleri ) ve Nizari İsmâilîlerine tepki olarak ortaya çıkan Musta’iler
(Musta’li İsmâilîleri) ‘dir. Şimdi bunları teker teker kısaca ele alalım:
I-Karmati Hareketi
Gizli bir şekilde devamlılığını sürdüren İsmâilîlik, Karmati hareketi ile
yeniden ortaya çıkmıştır. H.277/m.890 yılında İsmâilî dâîsi olan Hamdan Karmat
ve kayınbiraderi Abdan öncülüğünde ortaya çıkan Karmati hareketi h.293
/m.906’da İsmâilî dâîsi olan Hamdan b. Eş’as Karmat’tan dolayı bu ismi almıştır.
Bazılarına göre Karmat isminin Sevad bölgesindeki Bani Ukayl’in kolu Bani
Karmat’tan geldiği ve Karmatiler’in ve liderlerinin Hamdan asıllı olduğu da
rivayet edilmektedir40. Karmati kelimesi “Karmat (Gizli Mürşit) manasına gelen
Arapça bir kelimedir. Ayrıca bu kelimenin (Karmat ) “Nabataf (Kırmızı Gözlü)
anlamına gelen Karmatiyye ‘nin hafifletilmesinden meydana geldiği de rivayetler
edilmektedir41. Karmati hareketi Vasit civarında Hamdan tarafından başlatılmıştır.
Karmatilere göre Hz.Ali sülalesi, hilafeti bir amac olarak değil bir vasıta olarak
40 Sabri Hizmetli, “ Karmatiler”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 24, İstanbul,
2001, s. 510 , Gener Cihagir, Ezoterik –Bâtınî Doktrinler Tarihi, Ankara, 1994, s. 77., ,
Ahmet Güner, “Bektaşilik”Tarikatlar Ansiklopedisi,İstanbul ,1991,s. 205. 41 Fettullah Sahabaddin Sacar, Karmatiler ve Türk Karmati İlişkileri, (A.Ü. İlahiyat
Fakültesi Yayınlanmamış Lisans Tezi), Ankara,1973, s. 1
15
görmüşlerdir. Yani imamet, en yüksek iktidar, bir sülaleden cismani irsiyet ile
intikal etmemiştir. Bu manevi bir hususiyet, ilahi bir nasb, kat’i bir vekalet olup,
sâlikler arasında yeni imama aklın ani bir ilhâmı sayesinde verilmiştir42.
Karmatilar çeşitli yerlerde faaliyet gösteren Karmati dâîleri ile pek çok kimseyi
etraflarında toplamışlardır43. Propagandalarını çok hızlı bir şekilde yapan
Karmatiler Suriye, Filistin ve Irak’ın büyük bir bölümüne yayılmışlardır. Suriyede
ki şefleri Zikraveyh belli başlı şehirlere şiddetli hücumlarda bulunmuş fakat
h.293/m.906’da öldürülmüştür. Mısır hakimiyetini yayan Abbasiler hükümeti ise
Irak ve Suriye’de aynı şekilde şiddetli hucümlar yapmıştır. Bu arada Karmatiler
içlerinden birini halifelik olarak ilan etmiş ancak bu geçiçi halife Abbasilerin onu
h.291/m.904 de idam etmeleriyle ortadan kalkmıştır. Bu bölgede başlayan fakat
yok edilemeyen hareket yeniden karanlığa gömülmüştür44.
Karmatiler, Fatımî İsmâilîlerine muhalif bir tutum sergilemişlerdir.
Özellikle doğudaki ayrılıkçı Karmatiler bariz bir şekilde muhalefet
geçince Fatımî davetine muhalif olan Karmatileri kendi bünyesine almak istemiştir.
Muiz-Lidinîllah Erken İsmâilî doktrinlerini benimseyen Karmatileri kapsayacak
yeni doktrin düzenlemesi yapmak istemiş, bu teşebbüste de, başarılı olmuştur.
Yine Eflatuncu İsmâilîler’in baş temsilcisi Sicistani, Muiz-Lidinîllah’ın hilafeti
sırasında yazdığı eserler ile bu durumu kabul ettiğini göstermiştir. Bunun üzerine
42 L. Massignon, “Karmatiler”, İslam Ansiklopedisi, C. VI, İstanbul, 1955, s. 354. 43 İbrahim Agah Çubukçu, a.g.e., s. 34. 44 Robert Mantran, İslâm’ın Yayılış Tarihi (VII-XI. Yüzyıl) Çev.İsmet Kayaoğlu, Ankara,
1981, s.3.
16
Maveraünnehir ,Sistan Sind ve Mücâvir bölgelerindeki ayrılıkçı Karmatiler Fatımî
davetini desteklerken, Deylem ,Güney Irak ve Azerbaycan Karmatileri Fatımîlere
karşı muhalefetlerine devam etmişlerdir. Özellikle Bahreyn Karmatileri Fatımîlere
destek vermeyip gizli bir düşmanlık sürdürmüşlerdir. Fatimiler’in Mısır’ı ele
geçirmesiyle Fatımî ve Bahreyn Karmatileri arasında mücadeleler başlamıştır.
Remle’yi,Kûfe’yi Basra’yı ele geçiren Karmati Bâtınîlerine Fatımîler karşı
koyamayarak geri çekilmişlerdir.Ancak Hac kervanlarına saldıran Karmatiler’in
saltanatı çok uzun sürmemiştir. Şii Deylemli Büveyhoğulları, bunlara karşı
mücadeleye başlamış bu mücadelede Karmatiler Büveyhoğullarına karşı
tutunamamışlar ve Irak’ta daha sonraki dönemlerde pek fazla söz sahibi
olamamışlardır. Daha sonra yerel isyanlar sonucunda (h.459/m.1067) önce Bahreyn
de sonrada Katif ‘de de hâkimiyetlerini kaybetmişlerdir.
Propagandalarında zulüm ve baskıları kaldırarak, yerine adalet ve eşitliği
koyacaklarını vaat eden Karmatiler, bu iş için özel bir program uyguyamadıkları
gibi, topluma toprak mülkiyeti verme denemesini de uzun süre devam
ettirememiştir45. Karmatiler genellikle köylü sınıfından yana olmuşlardır ve
İsmâilîliğe özel insanları davet etmişlerdir. Özellikle işçilerden ve zanatkarlardan
oluşan esnaf loncaları İsmâilîliğin bazı bölümlerinde önemli roller oynamışlardır46.
Sonuç olarak Karmatilik sosyal reformlara, adalet ve eşitlik ilkelerine dayandığını
45 Sabri Hizmetli, a.g.m., s.511. 46 The Cambridge Medieval History, “İsmâilî Revolts”, C. IV, London, 1966, s. 683.
17
ileri süren Abbasi hilafetine karşı gelişen ve Fatımîlerin de desteğini alan bir
harekettir47
II- Fatımî İsmâilîleri
İsmâilî mezhebini temsil eden ve onların kurdukları en köklü devlet olan
Fatımîler iki üç yüzyıl devam eden sistemli ve teşkilatlı propaganda faaliyetleri
neticesinde kurulan Mağrib-i Aksa’daki İdrisiler, Yemen’deki Sa’da’da kurulan
Beni Taba ,Yemen’de ve Taberistan’ da kurulan Zeydiler (h.864-m.1126), Cürcan’da
kurulan Beni Ziyar(h.927- m.1090), Güney İran’da ve Irak’ta kurulan
Büveyhoğulları (h..932-m.1062), Deylem’de ki Alamut’ta kurulan İsmâilîler gibi bir
devlettir 48.Fatımîler için Kuzey Afrika’da hilafet iddiasında bulunan ve bir bakıma
başarılı olan şii hanedanıdır da denilebilir. h.296-463/m.909-1171 yılları arasında
Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüşlerdir. Fatımîler adlarını
Hz.Peygamberin kızı Hz. Fâtımâ’dan almışlardır ve halife soyu olup Abbasiler’in
rakibi durumundadırlar. Batı Afrika’dan, Mısır, Şam ve Hicaz ‘a doğru ilerlemişler
ve ilk Müslüman Türk devletlerinden İhşitleri yıkarak h.356/m.936 ‘da Mısır’ı feth
ettikten sonra Suriye ve Hicazı da ele geçirmişlerdir . Bundan sonra Mekke ve
Medine ‘de de Abbasi hilafetinin yerine Fatımî halifesinin adına hutbe okunmuş ve
o dönemin ilk yarısında Kuzey Afrika ve Sicilya’da da hüküm sürmüşlerdir.
47 Ali Duran Gülçiçek, Alevilik (Bektaşilik ,Kızılbaşlık) Ve Onlara Yakın İnançlar, C.1,
Temmuz, 2004, s.106. ; A.Ekinci, “9-11.Yüzyıl Karmatîlerin Siyasi Sosyal ve İktisadi
Faaliyetleri”(Fırat Ün. Sos. Bil. Ens. Basılmamış Doktora Tezi ), s. 21 48 Nejat Çağatay, “ Fatımîler Devletinin Kuruluşu ve Akideleri”, A.Ü İlahiyat Fakültesi
Dergisi, C. VIII, Ankara, 1958-1959, s.55-56.
18
İsmâilîler arasında varlığını koruyabilen ve devlet halini gelebilen tek
hanedan durumundaki Fatımîlerin teşkilat yapısındaki en önemli birim halifelik
sistemidir. Fatımî hilafetinde “Halifetu’l Fatımî” veya “Êl-Halifetu’l–alevi” ve
“Emiru’l-müminin” 49gibi birçok unvan kullanılıyordu.50. Fatımî halifeliği
Ubeydullah el-Mehdi tarafından h.297 / m.909 yılında Mağrıb’te kurulmuştur.
Ubeydullah’dan önce bu ülkeye gelen bir grup imam onun Muhammed b. İsmail’in
oğullarından olduğunu söylemişlerdir. Ubeydullah’ı Muhammed b. İsmail’e
bağlayan imamlar gizli olarak yaşamışlardır. Fatımî halifeleri de Şia’nın Allah‘ın
gizlendiğini açığa çıkarmama prensibini gizlendiğine dayanarak herhangi bir resmi
neseb açıklamamışlardır. 51 Ancak Fatımî devletinin esası İsmâilîlik mezhebine
dayanmaktadır. İsmâilîlik, h.296/m.909- h.322/m.933 yılları arasında Mısır’da
hüküm süren ve Fatımî Hanedanı’nı kuran Ubeydullah el-Mehdi ile birlikte tarihin
akışı içindeki en önemli başarılarından birini kazanmıştır52. Ubeydullah bir İsmâilîği
devleti olan Fatımîleri kurduktan sonra onu büyütmek için h.301/m.914’den itibaren
Mısır’ı fethetmek istemiş buna muvaffak olmamakla beraber idaresi altında hareket
49 Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi I(Siyasî Dinî,:Kültürel,Sosyal), İstanbul, 1985, s.178. 50 Fatımî halifeleri kronolojik sırasıyla şu şekildedir :El-Mehdi(909-934), El-Kâim(934-
946),El-Mânsur(946-952), El-Mu’iz (952-975), El Aziz(975-976), El-Hâkim (996-1021),
El-Zâhir(1021-1035), El-Muntansır(1035-1094), El –Musta’li (1094-1101), El-Amir (1101-
1171) ve Eyyubiler’ in fethi ile halifelik dönemi sonlanmıştır.Bu tarihlere göre en uzun
halifeliği 58 yıllık bir süreçle El-Mustansır yapmışlardır. Halifelerin ölümü, kısa süreyle de
olsa karışıklık ve anlaşmazlık oluşturmuştur. Mesela daha h. 487/M. 1094’te Fatımî halifesi
el-Muntasır’ın ölümü ,İsmâilîler arasında bölünmeye neden olmuştur.En kısa halifelikte de
El- Zâfir 5 yıl bulunmuştur. El –Musta’li ve El-Amir’den sonra ise el Hafız ile birlikte
fetret dönemine girilmiştir. 51 A.Engin Berksaç, a.g.m., s.231. 52 Henry Corbin, a.g.e.,s.47.
19
eden Karmatileri teşvik ederek rakipleri olan Abbasileri ezmeğe ve onların devletini
içeriden yıkmaya çalışmıştır53.
Ubeydullah, Mehdi Fatımîlerin gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır.
Doğu Ifrikiye sahilindeki bir yarımadada Mehdiye adıyla bir şehir kurmuş ,h.308/m.
920’da burasını başkent ilan etmiştir. Böylece Kayran’da Sünnilerin direnişlerinden
uzakta kalmıştır. Şehirde büyük bir sanayi faaliyeti başlatmıştır. Fatımîler
Bizanslılar’ın karşısında da bu gelişme ile durabilmiş, Orta Akdeniz’in batı
kısmında üstünlük kurmuş ve Sicilya adasına kadar genişlemişlerdir .
Ubeydullah’tan sonra oğlu “el-Kaim” unvanı ile Ebu’l Kasım (h. 321-334/
m.933-946 )hilafet makamına oturmuştur. Diğer Fatımî halifeleri gibi o da Sünnilere
karşı mücadelelerde bulunmuştur. El-Kaim babasının dışta yayılma, içte güçlenme
politikasını sürdürmüş, ancak sayısız askeri girişimini finanse edebilmek için ağır
vergiler yüklediği uyruklarına karşı tutumu babasına göre daha sert olmuştur. Bu
nedenle saltanatın sonlarına doğru Ebu Yezid’in önderliğindeki Harici Berberilerin
büyük ayaklanması patlak vermiştir. Berberilerin ekonomik hoşnutsuzluğundan
kaynaklanan ve Fatımî topraklarında Zenate-Sinhace, Sünni-Şii ve Harici-Şii
düşmanlıklarından yararlanan bu ayaklanma, neredeyse yeni hanedanın sonunu
getirecektir.54
53 Ömer Rıza Doğrul, Hasan Sabbah ‘ın Cennet Fedâîleri,İstanbul, 1975, s. 53. 54 Farhad Daftary , A Short History of the İsmâilîs, London, 1999, s.198.
20
Halife El-Kasım’ın yerine oğlu “el-Mansur” unvanı ile Ebu’l Zâhir İsmail(
h.334-353/ m.946-953) halifelik makamına geçmiştir. El-Mansur, Fatımîlerin Kuzey
Afrika’da doğan ilk halifesidir. Ebu Yezid‘in ayaklanmasının ortasında iktidara
gelmiş ve tıpkı babasının dedesinin ölümünde yaptığı gibi selefinin ölümünü bir süre
gizli tutmuştur55. Halife olduğu zaman 22 yaşında olan el- Mansur ilerleyen zaman
içinde Ebu Yezid’in isyanını bastırmak için uğraşmıştır. Ifrıkiyeli olmayanlar
geçici bir süre, Fatımî Devleti’ni tehdit eden Hârici Ebû Yezid en-Nükkâri’yi
desteklemişlerdir. Ancak bu hareket Fâtımi Halifesi Mansur-Billah tarafından
dağıtılmıştır. (h.335/m.947) El-Mansur’un Ebû Yezid’e karşı zafer kazanmasından
sonra Fatımîler Mehdiye’yi terk ederek yeni başkentleri Sayrelmansûriye’ye (Sabra)
yerleşmişlerdir. Burası Mansûr tarafından Kayrevan yakınlarında Ebu Yezid‘i
destekleyen Malikiler’i kontrol etmek için kurulmuştur56. Bu olay Fatımîlerin yine
sünni şii çatışmasını yada sünnilere karşı güç kazanma isteğini göstermektedir.
El-Mansur’dan sonra El-Muiz(h..341-365/m.952-975) yılları arasında
halifelik tahtına oturmuştur. El- Muiz birkaç dil bilen iyi eğitimli ve kültürlü biri idi.
Mağrip ülkelerini egemenliği altına almış ve Mısır’ı feth etmiştir. Ubeydullah’ın
başlatmış olduğu halife mehdi anlayışını da yada halife-imam geleneğinde reform
yapmıştır. El-Muiz doğudaki muhalif İsmâilîleri yeniden kazanmak ve fikir birliğini
yeniden sağlamak için çok ciddi çalışmalar yapmıştır. Muhalif İsmâilîleri
kazanmakta bir bakıma başarılı olmuştur. Dâî Sicistani’yi kendi tarafına çeken El-
Muiz, Horasan, Sistan ve Mekran İsmâilîlerinin de Fatımî halifeliğine inanmasını
55 Farhad Daftary, İsmâilîler, s. 198. 56 A.Engin,Beksaç, a.g.m., s. 230.
21
sağlamıştır. Ancak desteklerini alabildiği takdirde Bağdat’ı fethetmek ve Abbasileri
yıkmayı başarabileceği Karmatileri kendi tarafına çekmeyi başaramamıştır. El-Muiz
yaptığı bir takım yeniliklerle Fatımî İsmâilîlerin imamlık anlayışına önemli yenilikler
getirmiştir. Ancak El-Muizz’in Mısır’da ki saltanatının kısa ömürlülüğü önceden
görülmüştür.Bu dönemde en önemli başarılı olaylar oğlu El-Aziz tarafından
gerçekleştirilmiştir57. El-Muiz m. 975’de ölmüş ve Mısır’da ki kaleye
defnedilmiştir58.
O’dan sonra El-Aziz yani “Ebu Mansur Nizar” (h.364-365/m.975-976)’da
Mısır’da ilk Fatımî halifesi olmuştur. Aziz dönemi ferah, bolluk ve kültür dönemi
olarak bilinmektedir. El-Aziz Fatımî devleti sınırlarını doğuda Arabistan’a batıda
Atlas Okyanusu’na kuzeyde Anadolu’ya, güney’de ise Nubey’e kadar genişletmiştir.
El –Aziz’in halifeliğe geçtikten sora yaptığı ilk iş Bizans ve Abbasilerin aleyhine
Suriye’de ki Fatımî iktidarını güçlendirmek ve yaymak olmuştur. İktidara geçer
geçmez Karmatilerle ittifak halindeki Alptekin’den Şam’ı geri almak üzere Cevher
komutasındaki güçlü bir orduyu Suriye’ye yollamıştır. Karmati güçlerinin üzerine
gelmesiyle Cevher önce Remle’ye sonra da Askalan’a çekilmek zorunda kalmıştır.
Karmati komutanı El-Asem bu dönemde ölmüş ve amcasının oğlu Cafer onun yerine
u görevi üstlenmiştir. Olaydan çekilmek zorunda kalan Cevher’in yerine el-Aziz
Remle yakınlarında Alptekin ve Karmatileri yenmiştir. Bu olaydan sonra Bahreyn
Karmatileri yerel bir güç durumuna düşmüşlerdir. El-Aziz, Suriye’nin kuzeyinde
bulunan Şam’ı da ele geçirmiştir.Ancak Suriye dışında dış politika konusunda fazla
57 Heinz Halm, The Fatımîds and Their Traditions of Learning, I.B. Tuaris, London, 1997, s.
33. 58 Heinz Halm, a.g.e, s.4.
22
ilerleyememiş ve başarısız olmuştur. Halife El-Aziz döneminde birçok ünlü
şairler,tabibler ve yazarlar yetişmiştir. O iyi bir yönetici ve bilge bir halife olarak
tanınmıştır.
Fatımî halifeliğinde Ebu Ali el-Mansur (yani Hakim bi emri’l-lâl “El-
Hakim”) babası tarafından h.374/m.985 yılında veliahd tayin edilmiştir. Hakim ilk
dönemlerinde devlet işlerinde hiçbir etkinliğe sahip değildir. Çünkü iktidar önceleri
İbn Ammar’ın elindeydi,daha sonra Bercevan’ın eline geçmiştir. h.390/m.1000’da
sonra Hakim yaşının küçük olmasına rağmen, devlet idaresinde önemli yetkilere
sahip olmuştur. O İsmâilî olmayan, hatta Müslüman olmayan halka baskı
uygulamıştır. Hristiyan ve Yahudilere karşı baskıcı bir politika izlemiştir. Birçok
kısıtlamalar getirmiş ve onları İslam şeriatına uymaya zorlamıştır. El -Hakim
döneminde bir çok kilise ve manastır ya yıkılmış yada camiye çevrilmiştir. Hatta
daha da ileri gidip, tüm dünya Hristiyanlarının dikkatini çekecek ve Fatımî Bizans
ilişkilerinin de bozulmasını göze alarak h.399/m.1009’da Kudüs’te bulunan Kutsal
Mezar Kilisesi’nin yıkılmasını emretmiştir. Sünnilere de, zaman zaman şiddetlenen
bir baskı uygulamaktan kaçınmışlardır. Dönemi karışıklıklar ve şiddet dönemi olarak
bilinmektedir. Onun en önemli icraatlarından biri “Darü’l Hikme”’yi kurmasıdır. Bu
okul Kahire’de Fatımî sarayında kurulmuştur. El Hakim, halifeliği döneminde ciddi
isyanlarla karşı karşıya kalmıştır. Bunların en önemlileri, Endülüs Emevileri’nin
akrabası olan Ebu Rakva Velid b. Hişam’in Barka bölgesinde ki ayaklanması ile
Filistin’de ki Cerrahilerin ayaklanmasıdır. Yine el-Hakim döneminde özellikle yine
onun son yıllarında ortaya çıkan Dürzi hareketi Fatımî halifeliğinde karışıklıklara
sebep olmuştur. Kendisini tanrıya yönelten El-Hakim bol giysiler giyip merkeple
23
kırlarda gezme alışkanlığı edinmiştir. El-Hakim’in ölümü şüphelidir, m.1021’da
Mukattam tepelerinde alışılmış gece gezmelerinden birine çıkmış ve bir daha geri
dönememiştir. Otuz altı yaşında ortadan kaybolan halifeyi arayan uyrukları birkaç
gün sonra yalnızca saraydan çıkarken bindiği eşeği ve hançerle parçalanmış
giysilerini bulabilmişler, ancak cesedi hiçbir zaman bulunamamıştır. Dürziler bu
ölümü el-Hakim’in tanrısal varlığını kendi isteğiyle gizliliğe çekilmesi olarak
yorumlamışlardır.59
Daha sonra halife olarak El-Zâhir ve El-Muntansır halifelik yapmışlardır.
Zâhir cömert, hoşgörülü, yumuşak ve akıllı idi ve iyi siyaseti sayesinde gayri
müslimlerin sempatisini kazanmış, döneminde din özgürlüğünden faydalanmışlardır.
Yine onun döneminde Suriye’deki Fatımî hakimiyeti ise Filistinli Cerrahiler, Kuzey
Suriye’de ki kabilelerin ittifakından kaynaklanan ciddi bir tehditle karşılaşmıştır.
Ancak uzun süre hilafette kalamamış ve vefat etmiştir.
Onun yerine El-Muntasır geçmiş ve 60 yıl 4 ay hilafette kalmış , Fatımîler
Suriye,Filistin, Hicaz ,Sicilya ve Ifrıkiye’ nin kuzey bölgelerine kadar uzanmıştır.
Batıda Atlas Okyanusundan ,doğuda Kızıldeniz ‘e kadar uzanan bu geniş ülkelerin
minberlerinde hutbe El-Muntansır adına okunmuş 60, ancak daha sonraları Fatımî
topraklarında Türkler, Berberiler ve Sudan‘daki zenciler arasında amansız
çatışmalar yaşanmıştır61.Bu çatışmalardan Fatımî devleti çok etkilenmiş ve ülkede
kıtlık başlamıştır. Nil‘deki su düzeyinin düşük kalmasının ve Türk birliklerinin
59 Farhad Daftary, a.g.e., s. 236. 60 Hasan İbrahim Hasan , İslam Tarihi ,Ankara, 1985, s.60. 61 Faik Bulut, Hasan Sabbah Gerçeği, İstanbul, 2002, s. 195.
24
hareketlerinin yol açtığı kıtlık nedeniyle Mısır ciddi bir ekonomik kriz içine girmiş
ve ülkede tarım durmuş, sefalet içine giren Mısır’da halk kedi köpek ve hatta insan
eti yemeye başlamış, Fatımî saraylarıda Türk muhafızlarınca ele geçirilmiş
durumda idi. El-Muntasır Nasırü’d-Devle ve çevresine topladığı Türklerin taleplerini
karşılayabilmek için bütün servetini satmak zorunda kalmıştır. Fatımîler’in bu
döneminde hem ekonomik hem de sosyal hayat ağır darbeler almış, kıtlık nedeni ile
halkın bir çoğu Suriye ve Irak’a göç etmiştir. Açıkçası bu dönemde Fatımî halifesi
El-Mustasır‘ın uzun saltanatı boyunca zayıflayan Fatımîler askeri,ekonomik ve diğer
politikalar yönünden büyük ayrılıklara düşmüşlerdir62. El- Mustasır olaylarla baş
edemeyince Akka hükümdarı Bedrü’l-Cemalî’yi yardıma çağırmak zorunda kalmış
ve devlet yönetimini eline almasını istemiştir. Fatımîlerin toprak bütünlüğü bu
dönemde küçülmeye başlamış, Suriye ve Filistin’deki üstünlüğü sona ermiştir.
Fatımîler’in genel ideolojisi sünni düşünceyi yıkıp yerine şiiliği getirmek ve
İslam dünyasına hakim olmaktır. Bunun için öncelikli olarak doğuya hakim olup,
Mısır’ı ele geçirmişlerdir. Halife Mehdi saltanatının ilk yıllarında Mısır’ın fethi için
iki kez deneme yapmış ancak başarısız olmuş ,daha sonraları oğlu ve halefi El-Kaim
denemeler yapmış ancak Abbâsi hilafetinin askeri yönden güçlülüğünün ortaya
çıkması ile başarısız olmuşlardır.
Fatımîler’in doğuya doğru ilerlemesini ancak halife El-Muizi başarmış ve
Mısır’ı ele geçirmiştir. Böylece İslam aleminde ilk defa ismen bile olsa Bağdat’a
62Farhad,Daftary, İsmâilî Literature, I.B., Newyork, 2004, s. 35.
25
bağlı olmayan bir hükümet Mısır’a hakim olmuştur63. Fatımîlerin Mısır’ı ele
geçirmeleri sadece hükümet değişikliği değil aynı zamanda siyasî , sosyal ve
toplumsal bir yeniliğin yanı sıra sistemde ki rollerini de değiştirmiştir. Bu olayların
ardından artık Fatımîler dinî, sosyal ve felsefi olaylara ve gelişmelere öncülük edip,
bu alanlarda çalışmalar yapmıştır. Ancak Fatımîler İslam dünyasının tümüne hiçbir
zaman ve hiçbir koşul altında hakim olamamıştır.
Fatımî halifeleri propagandacılar yani dâîler aracılığıyla İsmâilîliği yayma
politikası gütmüş, bu nedenle de çok büyük bir dâî şebekesi kurmuşlardır . Dâîler
aracılığıyla sınırları içinde dışında farklı inançtaki insanlara kendi mezheplerinin
esaslarını öğretmeye çalışmışlar ve da’iler yetiştirmek üzere “Darü’l –Hikme” adlı
yüksek öğretim ve eğitim müesseseleri kurmuşlardır 64. Bu akademi bir kütüphaneyi,
bir okuma salonunu, içtimalar ve dersler için çeşitli odaları ihtiva ediyordu. Bütün
ilimler tedris ediliyor ve bir çok alimler, yardımcılar, kütüphane me’murları burada
çalışıyordu 65. “Dar’ül–Hikme”nin müdavimleri iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısım
alimler, ikinci kısım cahiller kısmı idi. Alimler kısmı dâîlerin devam ettikleri ve
yetiştikleri kısımdı. Cahiller kısmı dokuz derece idi66. Burada eğitime başlayan
öğrenci ilk olarak dinî mesai ve mukaddes kitapların tefsirini tartışır ve öğrenciye
dinî konuların anlatılması kavranmasının çok zor olduğundan ve bu konuları ancak
63 A.Engin Berksaç, a.g.m., s.230. 64 Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi,Ankara,1982, s.207. Darü’l Hikme
Fatımî halifesi El Hakimi döneminde açılmıştır. Bu müessese baş dâî tarafından
yönetiliyordu. Burada yetiştirilen kimseler uzak ülkelere gönderilip İsmâilîğin yayılması
sağlanıyordu. 65 W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev. Fuat Köprülü, Ankara, 1973, s. 169. 66 Ömer Rıza Doğrul, Hasan Sabbah ‘ın Cennet Fedâîleri, İstanbul, 1975, s. 53.
26
derin insanların anlayabileceği telkin edilir; daha sonra bir takım dereceler
doğrultusunda öğrenci cahiller kısmından alimler kısmına geçerdi. Fatımî halifeleri,
kendilerini kutsiyet çemberi ile kuşatmak için imamların kudsiyeti inancı üzerine
kurulmuş mezheplerinin esaslarını öğretmek için bu okulları kurmuşlardır67. Bu
çalışmaların sonucunda imamların kutsiyet düşüncesi fikri Mısır, Yemen, İran ve
Hindistan gibi İslam dünyasının birçok bölgesine yayılmıştır. Hatta bu düşünceler
Sünni Emevilerin nüfuzu altındaki Endülüs’e bile sızmıştır68. Ancak Fatımîlerin ilk
genişleme teşebbüsü uzun süren karışıklıklar, veba ve kıtlık gibi olaylar nedeniyle
kesintiye uğramıştır.
Fatımîlerin ortaya çıkması ile İslam dünyası ikiye bölünmüştür. Bir tarafta
Sünniliği temsil eden Abbasi halifeliği, diğer tarafta Şiiliği temsil eden Fatımî
halifeliği . Şiîler uzun süre Emevilere ve Abbasilere diş geçirememiş ve belli bir süre
gizli kalan davalarını Fatımî Devletinin kurulması ile yeniden harekete geçirmişlerdir
ve baştan beri yaşadıkları ezikliğe baş kaldırmışlardır. İşte bu süreçte İslam aleminde
ayrılıklar daha da artmıştır. Fatımîler mücadelelerinde bir taraftan soğuk savaş ile
İsmâilîliği yayma çalışmalarını sürdürmüşler, diğer taraftan edebiyat ve bilim
adamları ile sunniliğe karşı savaşmışlardır.
İslam dünyasına hakim olmakta zorlanan Fatımî hükümeti içinde de bir takım
görüş ayrılıkları başlamış, dolayısıyla da çözülmeler baş göstermiştir. İlk kopmalar
Kuzey Afrika’da ki ilk Fatımî halifesinin döneminde farklı görüşlere sahip olan
67 Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi I(Siyasî Dinî,:Kültürel,Sosyal), İstanbul, 1985, s.178. 68 Hasan İbrahim Hasan, a.g.e., s.178.
27
dâiler arasındaki anlaşmazlıkların ardından başlamıştır. Fatımîlerin hilafeti ve
hükümet kurmaları İsmâilîlik’ deki ciddi ayrılmaları körüklemiştir. Fatımîlere ilk yüz
çevirenler Bahreyn Karmatileri olmuştur. Karmatiler önce Fatımîlere Mısır fethinde
yardım etmişler, daha sonra Fatımî halifesi el-Muizz’in ‘in orduları ile isteksiz bir
şekilde çarpışmışlardır. Bahreyn ve başka yerlerdeki Karmatiler Fatımî halifelerinin
imamlıklarını kabul etmedikleri gibi, bekledikleri mehdi’nin Ubeydullah yada
haleflerinden biri olduğuna da inanmışlardır. Bu durum ilk Fatimı halifesinin iktidarı
sırasında Bahreyn Karmatilerinin onun mehdiliğini tanımak yerine, düzmece
mehdi’ye inanmayı seçtikleri o felaket dönemiyle de kanıtlanır 69. Daha sonra
ortadan kalktıkları görülmektedir. Karmati devletinin yıkılmasından sonra
Fatımîlerde önce Haçlı saldırıları sonra iç isyanlar ile sarsılmışlardır.
İsmâilîler’de ikinci ve önemli bölünme, el-Mustansır’ın uzun hilafeti
döneminde ortaya çıkmıştır. İsmâilîye aleyhtarı olan ordu kumandanlarının
hakimiyetlerini kaybetmesi ve Fatımî halifelerinin öneminini yitirmesi şüphesiz ki
bunlara sebep olmuştur. Fatımîlerdeki diğer bölünme ise de altıncı halife El-
Hâkim’in h.411/m.1021’de gizemli bir şekilde kaybolmasından sonra meydana
gelmiştir. Taraftarlardan kimisi o’nun ölmediğini gizlendiğini ileri sürmüşlerdir.
Dolayısıyla Fatımî tahtına halefinin çıkmasını reddederek mezhepden ayrılmışlardır.
Bunlar bazı Suriye İsmâilîler’ inin desteğini almışlardır. Sekizinci halife el-
Mustansır’ın (h.428-487/m.1036-1094) uzun süren saltanat dönemi ,Fatımî
devletinin ihtişamına ve de hızlı gerilemesine şahit olmuştur. Halifenin ölümüyle
69 Farhad Daftary, İsmâilîler,s.204.
28
birlikte İsmâilî davası ,çok büyük bir iç bölünme ile parçalanmıştır. 70Bu parçalanma
süresince Fatımî İsmâilîleri “Nizariyye” ve “Müsta’liye” adlı iki büyük kola
ayrılmıştır. Nizariye kolu Hasan Sabbah ile güç toplarken Müsta’liye kolu kısa süre
Mısır’da hakimiyetini sürdürmüş daha sonra birbirlerinden farklı kollara ayrılarak
Yemen’e intikal etmişlerdir. Buradan Hindistan’a geçen Müsta’liler daha sonra da
bölünmeler yaşamışlardır. Daha sonra Akka valisi Bedrü’l-Cemâli halifenin daveti
üzerine hakimiyeti eline aldıktan sonra arka arkaya onun oğlu torunu ve birçok
taraftarları tarafından işgal edilmiştir. Böylece Fatımîler askeri diktatörlerin
yönetimine girmiş ve bir bakıma kukla durumuna düşmüşlerdir.
Fatımîlerin kopmalar yaşamasında ve dağılmalarındaki bir başka neden ise
Abbasiler’di. Fatımîler devletinin siyasî tarihi de Abbasilerin’ki gibi üç devreye
ayrılır: Abbasilerde erk ve nüfuz ,evvela Araplarla İranlılar arasında müşterek iken
daha sonra İranlılara ve en sonunda da Türklere intikal etmiştir. Araplarla
Berberilerin müşterek gayretiyle kurulmuş olan Fatımîler devletinde de nüfuz ve
hakimiyet evvela Arap ve Berberiler arasında ortaklaşa bir süre devam ettiği halde,
bilahâre Berberilere, bunlardan da Türklere geçmiştir71. Mısırdaki Fatımî Devleti ile
merkezi Bağdat’ta olan Abbasi Devleti arasında siyasî ve mezhebî mücadele
bulunuyordu72. Abbasiler sünni, Fatımîler ise şii idiler. Abbasî ve Fatımî
mücadeleleri uzun yıllar devam etmiştir .
70Bernard Lewıs, Haşişiler ,İstanbul, 1995, s.28., Rana Gürel, Bir Osmanlı Aydını İbrahim
Ethem Paşa , Ankara, 2004, s. 287. 71 Neşet Çağatay, “Fatımîler Devletinin Kuruluşu ve Akideleri”, s.55-61. 72 N. Çağatay, İ.A Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi I, s.70.
29
İslam dünyasına canlılık kazandıran Sünni Selçuklular Tuğrul Bey’in
başkanlığında Abbasi Halifeliği’ni Fatımîler‘in eline düşmekten kurtarmıştır.
Sonuçta Fatımîler Suriye bölgesindeki yerlerini kaybetmiş ve bu bölgeler 1075’de
Selçukluların eline geçmiştir. Böylece 1040’da kurulup genişleyen Selçuklu
İmparatorluğunun İslâm âleminin maddi kuvvet ve kudretini temsili sonucunda
,Abbasi halifeliği Şii baskısından kurtulmuştur. Bu doğrultuda Tuğrul Bey’in
hedeflerinden biri İsmâilîliği kökünden imha etmektir .Tuğrul Bey bunun için
Bağdat’a gelerek oradan Mısır’a hareket etmek ve Fatımî Devletini ortadan
kaldırmak istemiş, bunun için hazırlanarak hareket etmiştir. Tuğrul Bey Bağdat’a
varmış ancak Bağdat hükümeti onun maksadını anlayamamış ve on üç ay orada
kaldıktan sonra Musul’a geçmiştir. Musul havalisini kardeşine temin ettikten sonra
tekrar Bağdat’a dönerek halife ile görüşüp geri dönmüştür. Ancak Tuğrul Bey’in
amacını anlayamayan Bağdat halifesi Bağdat’ı Fatımîlere terk edip, kaçmıştır.
Bağdat Halifesi, Tuğrul Bey’in yardımıyla başkente dönebilmiş, daha sonra Tuğrul
Bey Fatımî askerleri ile savaşmak için hareket etmiş halifeyi kendi eliyle Bağdat’a
sokmuş ve sarayına götürmüştür. Bu olaylardan sonra Tuğrul Bey Mısır ‘da ki
Fatımîler ile uğraşmıştır. Daha sonraki dönemlerde ise Fatımî hükümdarı Müstansır
Bağdat’ta yenildikten sonra Halep ve Kudüs’ten çekilmek zorunda kalarak daha
sonrada Şam’dan atılmıştır. Böylece Fatımî İsmâilîleri Suriye’den tamamen gitmiş
ve sadece Mısır‘ı kurtarabilmişlerdir. Fatımîlerin giderek küçülmesi ve
gerilemesindeki büyük faktörler içinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun da payı
büyüktür.
30
Bu arada hızla topraklarını genişleten Selçuklular Fatımîler’in Arabistan’daki
durumunu da etkilemiş ve h.461-463/m.1069- 1071 yıllarında Mekke Şerif’i
Alpaslan’a, Mekke’de o zamana kadar Fatımî halifesi adına okunan hutbenin artık
Abbasiler adına okunacağını ve ezanın ise sunni usulüne göre okunacağını
bildirmiştir. Fatımîler iç isyanlar çıkıncaya kadar Şii-İsmâilî hareketini siyasî alanda
çok başarılı bir biçimde temsil etmişlerdir73.
Sonuç olarak Fatımîlerde El-Hakim döneminde biçimlenme ve örgütlenme
El-Mustansır zamanında en yüksek dereceye ulaşmış ve bu dönemde genişlemiştir.
Fatımî dâîleri çok geniş bölgelere yayılmaya başlamışlar ve davaları özellikle Irak
başta Fars, İsfahan, Horasan Rey olmak üzere İran’ın değişik bölgelerinde daha da
etkinlik kazanmıştır. İç isyanlar nedeniyle İsmâilîliğin Mısır’da etkisizleşmeye
başladığı sıra da Hasan Sabbah’ın, İran’da ortaya çıkması Şiî-Sünni mücadelesine
yeni bir ivme kazandırmıştır. Hasan Sabbah kurduğu teşkilat sayesinde Selçuklu ve
Sünni ordularını çok uğraştırmış ve zamanla Selçuklular için ciddi bir tehlike
oluşturmuş, İsfahan ve civarındaki kaleleri ele geçirmiştir. Amaçları dinî olmaktan
çok siyasî idi ve kurulu olan düzeni yıkıp halka kendi inanç ve düşüncelerini kabul
ettirerek yeni bir düzen kurmaktı. Abbasiler ile hâmileri Selçuklular onların en
önemli düşmanları idi ve kurdukları teşkilat ile bir çok din adamı ve devlet adamını
yetiştirdikleri fedâîlere öldürtmüşlerdir.74 Hasan Sabbah Alamut kalesine yerleşerek
halkı İsmâilîye’nin diğer bir adı olan Bâtınîlik mezhebine davet etmeye başlamıştır.
Selçuklu, siyasî bakımdan hemen her zaman Fatımîlere karşı üstünlüğünü korumuş
73 Bernard Lewıs, a.g.e., , s.x. 74 Bernard Lewıs, a.g.e., s.ıx.
31
ve Fatımîler’ den Suriye’yi almış, Mısır kapılarına kadar dayanmıştır75. Ancak Hasan
Sabbah ve diğer Alamut yöneticileri uzun yıllar İsmâilî faaliyetlerini ve hareketlerini
sürdürmüşlerdir.
İsmâilîliğin savunucusu Fatımîler ve sünîliğin savunucusu Selçuklular
arasında uzun çekişmeler yaşanmıştır ve bu dönem İslam dünyası açısından karışık
bir dönemdir. İslam’daki iki zıt kutup çubuğunun bir ucunda Fatımîler, diğer ucunda
ise Abbasiler ve Selçuklular boy göstermiş ve karışık heterojen bir İslam toplumu
oluşmuştur. Bağdat’ta bir takım çatışmalar yaşanırken, bunların büyümesindeki en
önemli etken ise Büveyhoğulları olmuştur. Buveyhoğulları İsmâilîliğin gelişmesi için
çaba harcamışlar ve Abbasiler halifelerinin sünniliği destekleyen tavrı bu
düşmanlığı arttırmıştır. Ancak zayıflamış ve dağılmış olan Büveyhoğulları
hanedanını ortadan kaldıran ve Suriye ‘ye kadar tüm Sünnî dünyasını hakimiyetleri
altın da toplayan Selçuklular, İsmâilîliğin kalesi Mısır’ı alamadıkları için Fatımîleri
tam olarak ortadan kaldıramamışlar ancak bu görevi Selçukluların İmparatorluğunun
bir nevi uzantısı olan Eyyubiler başarmıştır.
1-Musta’li İsmâilîleri
Fatımîlerde yaşanan iç karışıklıklar sonucunda iki kola ayrılan İsmâilîler
Musta’li İsmâilîleri olarak Mısır, Suriye, Yemen ve diğer bölgelerde yayılmışlardır.
İsmâilîliğin bu kolu Nizari İsmâilîliği karşısında ayrı bir kol oluşturmuşlardır. Bu
kola Batı İsmâilîleri de denmektedir. Mustaliler el-Muntasır’dan sonra iki imam
75 Abdülkadir, Yuva, “Selçuklular Zamanında Bâtınî Faaliyetleri”, Sosyal Bilimler Dergisi,
C.3, S.2, Elazığ, 1989, s.292.
32
daha tanımışlar . Bunlardan biri el Mustali’nin oğlu El –Amir ve El Amir’in
ölümünün ardından çıkan karışıklıklar sonucunda Fatımî tahtına geçen El-Amir’in
kuzeni El Hafız’dır. Daha sonraları ise Musta’liler, El-Hafız’ın imamlık iddasında
bulunmasıyla “Hafiziye ve Tayyibiye” olarak iki kola ayrılmışlardır.
Hafizıyeler Mecidiye olarak ta bilinmektedir. Bunlar el-Amir’den sonra
imam olarak El-Hafız’ı ve ondan sonra gelen Fatımî halifelerini kabul etmişler,
Mısır ve Suriye’de daha sonraları yerel hanedanlardan Aden’deki Zureyilerin ve
San’adaki Hemdanilerin desteğini görmüştür. El-Hafız’ın ölümünün ardından
Fatımîlerin son üç halifesi olarak bilinen El-Zafir El-Fa’iz, El-Adid ‘de Hafiziye kolu
tarafından imam olarak kabul edilmiştir. Ancak bu İsmâilî kolu Mısır’ da Fatımî
halifeliğinin yıkılması ile h.463/m.1171’den sonra zaman içinde dağılmış sonra da
kaybolmuşlardır.
El-Amir’den sonra El-Hafız ve haleflerini red ederek El-Amir’in oğlu
Tayyib’i imam olarak tanıyanlara ise “Tayibiler” denilmektedir. Tayyibiler önceleri
Musta’li İsmâilîlerinin küçük bir azınlığı ile yerel Süleyhi hanedanının açıkça
kendisini desteklediği Yemen İsmâilîlerin çoğu arasında destek bulmuş ve kısa bir
süre sonra bir dâî mutlak başkanlığında bağımsız bir Tayyibi dava örgütlenmesi
kurulması ile Yemen Tayyibi hareketinin ana merkezi haline gelmiştir. 76
Tayyibilerin merkezi Yemen’dir. Yemenden sonra Hindistan’da da yandaş
kazanmışlar ve daha sonraki dönemlerde Davudî ve Süleymanî olarak gruplara
ayrılmışlardır. Yemen’deki Tayyibiler çoğunluğu Süleymanî davasını benimserken ,
Hindistan’daki Tayyibiler ise Davudî davasını benimsemişlerdir.
Hindistan Tayyibilerinin büyük bir çoğunluğunun desteğini Davud
Burhaneddin Kutubşah kazanmıştır. Moğol yöneticileri ile iyi ilişkiler kurduğu için
onun döneminde çok fazla olay olmamıştır. Onun yerine yirmi sekizinci dâî Şeyh
Adem Safiyeddin‘den sonra Davudiler yeni bir bölünme yaşamışlardır. Davudilerin
çoğunluğu Şeyh Adem’den sonra Davud b. Kutbşah’ın oğlu Abdül Tayip
Zekiyeedin’i tanırken bunu kabul etmeyen Şeyh Adem’in torunu Ali b.İbrahim yeni
bir hizip kurmuş ve kendi adıyla “Aliye” olarak bilinen bu hizip çok az sayıda
üyesiyle günümüze dek yaşamayı başarmıştır.77Süleymaniler Hindistan’tan çok
Yemen’de yayılmışlar ancak Hindistan’da çok az taraftar toplamışlardır.
Süleymani dava örgütlenmesi de Fatımî –Tayyibi geleneklerini sürdürmektedir.
Daha sonraki dönemlerde dâîler aracılığıyla Fatımî geleneğini devam
ettirmeye çalışmışlardır. Özellikle Tayyibiler Fatımî İsmâilî kurallarının önemli bir
kısmını korumuşlar ve her iki kolda kurulan dâî teşkilatı ile gelişen tarihi süreç
içinde davalarını sürdürmüş ve örgütlenmişlerdir. Ancak değişen koşullar altında bu
teşkilat yapısında ve hiyerarşide değişiklikler yapmışlar ve her iki kolda yaklaşık dört
yüz yıllık bir tarihin sonucunda günümüze kadar devamlılıklarını sürdürmüşlerdir.
77Farhad Daftary, İsmâilîler..,s.350.
34
2-Nizari İsmâilîleri
İsmâilîlerin önceleri İran’da daha sonra Suriye taraflarında kurulan
oluşumuna Nizari İsmâilîleri denilmiştir. Nizari İsmâilîleri adlarını Nizari’yi
desteklediklerinden dolayı almışlardır. Bu mezhep Hasan Sabbah öncülüğünde
geliştiği için “E’s-sabbahiye” de denir78. Bu mezhebe Hasan Sabbah eski
düşünceleri yeniden canlandırdığı için “Ed-Davet’ül-Cedide” de denmiştir. Batılı
kaynaklarda Bâtınîlere “Haşişiler” yada “Haşişi” de denmiştir. Hasan Sabah’ın
çevresine topladığı gençlere haşhaş (afyon) içirmesinden dolayı bu ismin verildiği
söylenmektedir. İsmâilîler için “Haşhaşiyya” tabiri ilk yazılı adlandırma
h.517/m.1123 yılında Halife Al-amir adına zamanın Kahire’deki Fatımî rejimi
tarafından çıkarılmış Nizari İsmâilî karşıtı risalede kullanılmıştır. Risalenin adı “Iga
Sawai’ga al-irgham” idi. Bu risalenin 27 ve 32. sayfalarında Suriyeli Nizariler için
iki kez “Hashishiyya” deyimi geçmektedir79. Hasan Sabbah’ın teşkilat elemanları
yeniden doğuş inancı ile sınırsız itaat koşuluyla yetiştirilmiş birer fedâî idiler. Bu
nedenle teşkilatın diğer bir adı “Fedayiün” olmuştur80. Yine Batılı kaynaklar
“Accini, Arsasini, Assasi, Assasinni, Asessini, Hesesini, Heyssesini, Hashishin” çok
sayıda tabirini81. Nizari İsmâilîleri için kullanmışlardır. Ancak bu sözcüklerin
nereden ve ne şekilde türediğine dâîr birçok yorum yapılmıştır. Bazı batılı
araştırmacılara göre ,“Assasini” ,Asssissani (el-sisani) sözünden bozmaydı ,taş
hisarlarda oturan anlamındaki bu ad da Arapça kaya yada hisar anlamına gelen
78İbrahim Agah Çubukçu, Gazali ve Bâtınîlik , Ankara, 1964, s.40. 79 İsmail Kaygusuz, a.g.e., s. 30 . 80 Cihangir Gener, Ezoterik –Bâtınî Doktrinler, Ankara, 1994, s. 121. 81 Farhad Daftary, a.g.e., s.39.
35
assissath (el sisa) sözcüğünden geliyordu82. Yine başka bir araştırmacı,“Assasins”
Arapça’da bekçiler yada sır bekçileri anlamına gelmektedir” demiştir. Bazılarına
göre ise, Haşiş Assasins’den türemiştir. Ancak Müslüman kaynaklarda bu isimlere
rastlanmamaktadır. Özellikle Nizariye İsmâilîler için daha çok “İsmâilîye, Nizariye,
Bâtınîye, Mülhid,Talimiyye gibi tabirler kullanılmıştır. Buna rağmen XIII.yy‘dan
sonra Suriye (Şam) nizarileri için bazen “Haşhişi” terimini kullanmışlardır.
Bazı araştırıcılar Bâtınîlik ile İsmâilîliğin aynı anlamda değil de bir Şii kolu
olan İsmâilî mezhebinin zamanla aşırıya kaçmış ve İsmâilî mezhebinin doktrinlerin
saptırılmış bir şekilde kabul eden ve özellikle Hasan Sabah yönetiminde gelişen
koluna verilen öznel bir isimdir demişlerdir. Günümüz araştırmacılar Bâtınîlik ve
İsmâilîlik tabirlerini eş anlmalı bütünü kapsayacak şekilde kullanmışlardır.
Şehristani Bâtınîyya başlığı altında kesin bir açıklama yapmıştır ve Bâtınîliğin
tarafsızca İsmâilîye ile ilgili olduğunu bize bildirmiştir83.
Çeşitli kaynaklarda, özellikle yabancı kaynaklarda Bâtınîler “devlet,
tarikat,fırka ,mezhep, düzen, teşkilat, hareket ,cereyan”vs. gibi sıfatlarla
desteklenmek istenmiştir. Ancak tam olarak devlet kuramayan ,aynı zamanda dinî
amaç uğruna yola çıkan , İsmâilî mezhebi doktrinleri dışına çıkıp kendi doktrinlerini
getiren, dağlık bölgeleri mekan seçip çeşitli suikastlar yapan , bulundukları
bölgelerde Bâtınî olmayan halka huzur vermeyen , Selçuklu topraklarında bazı
bölgeleri ele geçirmelerinden dolayı Selçuklu devleti bünyesinde iç devlet gibi
82 Farhad Daftary, İsmâililer, s.42. 83B. Vaux De Cara , a.g.m., s. 679.
36
varlığını koruyan Nizari İsmâilîleri için tam olarak nasıl bir terim kullanılması
gerektiği meselesi tartışmalıdır. Yurdumuzda genellikle İsmâilî terimi için genel
anlamda belirli bir kavime hitap eden “Bâtınîye”, ”Bâtınî” terimi benimsenmiştir84.
Haçlı Seferi tarihçileri onları “Assasins” olarak zikrederken Ortadoğu Arap tarihçiler
daha genel “Bâtınîa” olarak adlandırmışlardır 85. Gazzali bu polemiğe şu şekilde
değinmiştir: “Nizari İsmâilîleri kendileri için en uygun isim olarak E’d-dawetü’l-
Hediye (doğru rehberlik misyonu) ya da E’d-davet’ül-Cedide’yi ( yeni misyon) ,
sonraki terimi ise sapkınlık ile bir tutulan anlamı elde etmek için eski misyon
terimini kullanmışlardır ve bu da Fatımî İsmâilî dava’sını kapsamaktadır. Nizari
İsmâilî olan E’d Daveül-Cedide‘nin eylemleri Fatımîlerden bağımsızdır ve Hasan
Sabbah liderliği altında tek başına kontrol edilebilir” 86görüşü savunulmuştur.
D-GÜNÜMÜZ BÂTINÎLERİ
Günümüzde de İsmâilî mezhebine bağlı bir çok topluluk yaşamaktadır. Ancak
bunlar geniş bölgelere yayılmış dağınık topluluklar halinde eski birlik ve
beraberliklerini kaybetmiş, hatta değişik toplumlar içinde kaybolup gitmiş yada
yarım yamalak dinî vecibelerini ve siyasî görüşlerini devam ettirebilmişlerdir.
Bunlardan bir çoğu toplum olarak azınlıkta kalmıştır. Ancak içlerinden sadece Nizarî
84 Mesela Mehmet Altay Köymen Bâtınîleri “hareket” olarak , Osman Turan ise Bâtınîleri
“teşkilat”,İsmail Kaygusuz ise “devlet” olarak nitelendirilmiştir. Yine Farhad Daftary gibi
batılı araştırmacılar Bâtınîleri “devlet” olarak, Bernard Lewıs ise “Haşişiler” adlı
çalışmasında “radikal bir tarikat” olarak zikretmektedir. Ayrıca İsmâilîler Bâtınîye‘yi
kendileri için kullanmamışlardır.İsmail Kaygusuz ise “,Hasan Sabbah ve Alamut “adlı
çalışmasında da İsmailyye inancı ve devleti olarak kullanmıştır. Sonuç olarak Bâtınîler Şii
koluna mensup süreç içinde değişime uğramış bir harekettir. 85 Nasseh Ahmat Mirza, Syrian İsmâilîsm, London, 1997, s. 3. 86 Farouk Mitha, Al-Ghazali and The İsmâilîs, London, 2000, s.19-21.
37
ve Müsta’li İsmâilîleri bölgeler arasında yoğunluk göstermiştir. Nizarî ve Müstali’li
İmam konusu günümüzde de İsmâilî mezhebinde önemini korumaktadır.
Ancak eski gücü yoktur. Özellikle Nizarî İsmâilî tarihinde yaşanılan karışıklık ve
yoğunluk, onların geniş alanlara yayılmasına neden olmuştur. Bunun sonucunda dil
problemleri yaşamaktadırlar. İmamların merkezî yol göstericiliğindeki bir otoriteden
yoksun kalan bu Nizarî toplulukları özellikle de İran dışında bulunanlar, İran‘da
gizlice yaşayan Nizarî İmamlarıyla sadece kendilerinin temas halinde bulunduğunu
iddia eden yerel dâî, pir ve şeyhler tarafından yönetilmişlerdir.90
Bir grup Bâtınî günümüzde Ağa Han liderliği altında Hindistan’da
yaşamaktadırlar. Günümüzde Suriye, Lübnan ve Filistin topraklarında hayatlarını
sürdürenler altıncı halife el-Hâkim’in h.412/m.1021 yılında ne olduğunun
bilinmemesi ve aniden ortadan kalmasından sonra ona bağlı olanlardan bazılarının
el-Hakim’in ilahi olduğuna inanmış ve ölmediğine sadece gizlendiğine inanmışlardır.
Onun halefinin tahta çıkmasını reddetmişler, Suriye İsmâilîlerinden destek
almışlardır. Günümüzde de bu bölgede yaşamaktadırlar. İsmâilîliğin bir kolu olan
Karmatiliğe ise, günümüzde Irak, Suriye, Hindistan ve Orta Asya, Yemen, Umman,
Bahreyn ve Kuzey Afrika’da değişik gruplar içinde rastlanmaktadır. İsmâilîliğin
kolları Karmatiliğin ve Bâtınîliğin vb. günümüzde devam etmesi, Ortadoğu
Heterdoksisinin düşünce tarzı, bugün bölgede İsmâilî, Nusayri ve Dürzi grupları
içinde devam etmektedir91. Aynı şekilde siyasî yapılanma içinde aynı şey
söylenebilir.
90 Farhad, Daftary, a.g.e., s.481. 91 Abdullah, Ekinci, ”Ortadoğu’da Ortaya Çıkan Fikir Akımları,(8-9Yüzyıllar)”, Fırat
Üniversitesi Orta-Doğu Araştırma Merkezi,C.1 ,S.2, Elazığ, Temmuz 2003 , s.73
39
Günümüzde Kuzey Pakistan’da da İsmâilî gruplarına rastlanmaktadır.
Bugün Pakistan‘ın büyük bir alanında yaklaşık yarım milyon İsmâilî vardır. Dilsel ve
etnik yönden farklı iki grup vardır. Kuzey Pakistan İsmâilîleri aslında kuzeyde Ghizr
ve Gilgit’de konuçlanmışlardır. İsmâilîler Ghizr bölgesini Sünniler ile
paylaşmaktadırlar. Rajal ve yerel kurallar XIX.yy. yarısından sonraya kadar bağımsız
idi92. İsmâilîlerin merkezleştiği bölge Asya’nın merkezi Bedehşan ve Afganistan’ın
kuzeybatısının bir kısmıdır. Bunları eğiten yol gösteren “pir’’dir. Pir, kutsal yol
gösteren ve İmam tarafından gönderilen misyonerdir. Pirler, İran ve Arap
kaynaklarından söz sahibi olduğunu iddia derler. Onların temel kültür dili Farsça’ya
dayalıdır. Bu Fatımî ve Alamut dönemi belgelerine dayanılarak tespit edilmiştir. Bu
ırsî görev babadan oğula geçmektedir93.
Sonuç olarak Bâtınîler değişik gruplar,tarikatlar ve mezhepler altında bir
çok bölgede dağınık halde, birazda asimile olmuş bir şekilde varlıklarını devam
ettirmektedirler.
92 Nejima Susumu , Pır,Waız,and İmam: The Transformatıon of Socıo-Relıgıous Leadershıp
Among the İsmâilîs in Northern Pakistan, İslamiıc Area Studies Project, Tokyo-Japan, 2001,
s. 4. 93 Susumu Nejima ,a.g.e. , s.7.
40
BİRİNCİ BÖLÜM
BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU’NDA BÂTINÎ HAREKETİ
A-İRAN’DA İLK BÂTINÎLER (903-1090)
Irak Karmati liderlerinin faaliyetlerinden kısa bir süre sonra Bâtınîlik orta
,batı ve kuzeydoğu İran’da yani Rey , Kum Kaşan ve Hemedan gibi şehirlerde h.260/
m.874 yılında, daha sonraları ise Horasan ve Maveraünehir de yayılmaya
başlamıştır.
Rey bölgesindeki ilk örgütlenme ve yayılma Halef el-Hallac adlı bir dâî
tarafından yürütülmüştür. Halef el Hallac, Dâî Muhammed Zekeriya tarafından ilgili
bir dai seçilmiş ve “ Rey’e git . Rey, Kum, Kaşan,Save, Rafızi çoktur ve onları
Şia’ya davet edersen hemen kabul ederler, işinde kolay başarı sağlarsın”
denmiştir. Nakkaşlıkta üstad olan halifesi Sabiye nahiyesinin Gelin94 adındaki
köyü kendisine merkez seçmiştir. Bu köyde uzun zaman nakkaşlıkla geçinmekle
beraber sırrını kimseye açamıyordu. Neticede, binbir güçlükle elde ettiği bir
adama,”Bu Ehl-i Beytin mezhebidir, zamanı gelmeden kimseye açmamam
gerekir, bu fırsatın da ortaya çıkması yakındır. Şimdi yalnız öğren, onu görünce
bu mezhebepten gafil olmaman gerekir”95 dedi. Daha sonra “ köyün ileri
gelenlerine aynı şekilde mezhebinini öğretti. Günlerden birgün, devlet ileri
gelenlerinden biri Gelin köyünden geçerken, köyün dışındaki yıkık bir mescitten bir
94 Nizâmü’l-Mülk, a.g.e.,s. 236., Farhat Daftary, “İsmâilî Tarihi ve Kuram”’ı adlı eserinde
Halef’în yerleştiği yer olarak Rey dolaylarındaki Peşapuya bölgesindeki Kuleyn Köyün’ü
göstermektedir. 95 Nizâmü’l-Mülk, a.g.e,s. 236
41
ses geldiğini duydu, mescide yaklaşarak olup bitenleri anlamak istedi. Bı sırada
halife adamlarına mezhebini anlatıyordu. Köye döndüklerinde zaman halka ‘Ey
insanlar, bu adamın söyledikleri yalandır, onun etrafında toplanmayın, onun
söylediklerini duydum, köyümüzün başına felaket gelmesinden korkuyorum’
deyince halifenin dili tutulup tek kelime söyleyemedi, işlerin kötüye gittiğini
anlayınca kaçıp Rey’e gitti”96. Yani kısa bir süre sonra Sünni yetkililer tarafından
bulunduğu bölge tespit edildilmiş Rey’e kaçmış ve orada gizlenmiştir.
Gelin köyünden bazıları onun mezhebine inandığı için onun yerine oğlu
Ahmet b. Halef’i getirdiler. Ahmet Rey ‘de gizli bir şekilde kendi mezhepleri için
çalışıyordu. Gelin köyünden Gıyas adında biri Ahmed ‘i kendi görüşünü
benimsetti ve onu halkını mezhebine davet etmesi için halef tayin etti. Gıyas
mezhebine esasların anlatan Kitâbu’l–beyan adında bir kitap yazdı. Kitabı Kuran-ı
Kerim ayetleri, Resûlllah’ın hadisleri, Arap atasözleri ve şiirler ile süslenmiştir.
Kitapta ayrıca oruç, namaz ve diğer şer’i kelimelere lügat manası veirlmiştir.
Gıyas ‘ın namını duyanlar Kum, Kaşan ve Âbe şehirlerinden gelip, etrafında
toplanıp bu mezhebi öğrenmeye başlamışlardır. Ancak Abdullah Zaferâni halkı
onların aleyhine tahrik edip bunları yeniden ortadan kaldırmak için plan yaptı.
Rey’den kaçarak Horasan’ a giden Gıyas Merv-i Rud bölgesine yerleşti. Ve orada
Emir Hüseyin Ali Mervezi’yi mezhebine kattı. Emir Hüseyinin davet kabul
etmesiyle birlikte onun hakimiyeti altında bulunan Talikan, Meymene, Herat ,
Gürcista ve Gur bölgeleri de bu mezhebe katılmış oldu. Gıyas Merv-i Rud’a
mezhebi yayması için başka birini tayin edip kendisi yeniden Rey’e döndü.
96 Nizâmü’l-Mülk, a.g.e.,s. 236.
42
Nişabuye civarında da Ebu Hatun denilen birini halka davette bulunması için
kendisine halife seçti . Daha Horasan’a gitmeden halkı mezhebe davete
başladılar.Rey halkına yakın zamanda mehdinin çıkacağı vadinde
bulunduklarından, Karmatiler bu söze inanmışlardır.Ehl-i sünnet, Gıyas’ın geri
geldiğini ve mezhebine tekrar davette bulunduğunu haberini alınca onu
yakalamak istedi. Vaat ettiği zamanda mehdi çıkmayınca Gıyas yalancı
durumuna düştü. Şiiler onun mezhebinde bir takım kusurlar bularak, ona
öfkelenip, onunla alakâlarını kestiler.Ehl-i sünnet ve’l-cemaat da onu yakalamak
istediğinden, bu işten elini çekip gitti. Nereye gittiği bilinemedi 97. Bu olaylardan
sonra Rey halkı artık Gıyas’ın yeğenlerinden Halef’in çevresinde toplanmaya
başladılar. Bu halefin adı Ebu Cafer Gebr idi. Ebu Cafer hastalanınca oğlu Ebu
Hatem yerine halef olmuştur. Ebu Hatem özelikle Taberistan, Gürgan,Azerbaycan,
İsfahan gibi bütün şehirlere dâilerini göndererek halkı kendi sözlerie inanmaya
davet etti. Rey emiri ahmed b. Ali onu davetini kabul etti ve Bâtınî oldu98.
Ancak sonra Deylemliler Taberistan Alevilerine saldırdı. Gelişen olylar
neticesinde Ebu Hatem Rey’den gelip Deylemliler katıldı. Deylemlilerin reisi
olan Şeba Şirû ile görüştü ve kendilerinin aleyhine verilen fetvalara cevap
vermeye çalıştı. Ancak Ebu Hatem’de kaçtı ve kaçtığı yerde de öldü.
Giyas’ın etkisiyle İsmâilî mezhebine katılan Ebu Abdullah el Hadim ise
hareketin ilk baş dâîsi olarak Nişabur’u merkez olarak seçmiştir. Daha sonraları
97 Nizâmü’l-Mülk, a.g.e.,s. 236 98 Nizâmü’l-Mülk, a.g.e., s. 238
43
Hadim’in yerini h.307/m. 919‘da Fatımî halifesi Ubeydullah el Mehdi tarafından
gönderilen Ebu Said el Şerani almıştır. El Şerani Horasan bölgesinde önde gelen
askeri kişilikler arasından bir çok mürit toplamıştır.
Kuzeydoğu İran ve o bölgenin daha sonraki dâîsi Hasan b. Ali el Mervezi
olmuştur. O çok güzel konuşan Horasan felsefecilerinden biridir. İran bölgesindeki
ilk dailer Rey çevresindeki köylerde yoğun bir şekilde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
Hasan b. Ali Mervezi’nin dai olarak seçilmesindeki en önemli neden daha çok cahil
ve köylü halkı mezhebe katılmasını sağlaması ve aynı zamanda yönetimde bulunan
kişileri de mezhebe dahil etmek için ikna edebilmesidir. Hasan b.Ali Mervezi
padişahın güvendiği kişilerden biridir. Bu da ona ayrıcalık ve dai olurken
çevresinden dolayı öncelik verilmiştir. Hasan b. Ali Mervezi ölüm döşeğinde iken
kendi yerine dai olarak Orta Asya’daki Nekşab kasabasının Bazda köyünden parlak
bir filozof olan Ahmed el Nesefi’yi atamıştır .Ali Mervezi öleceği zaman yerine dia
olarak Muhammed b. Ahmet Nahşebi’ye bıraktı. Onu yerine bir naip bırakrarak
Ceyhun’u geçip ,Buhara ve Semerkant’a gitmeye çalışmasını vasiyet etti. Bıraktığı
naip bulunduğu yerde halkı işinin güçlenmesi için bu mezhebe davet etmeye
çalışmalıdır. ‘Horasan emiri ayanından Nasr b.Ahmet’in ve devlet büyüklerinin
mezhebini kabul etmelerini sağlamalısın’ dedi. Hasan Mervezi bu vasiyetini
bitirince öldü”99. Muhammed Naşebi’nin daveti kabul edildi. Naşebi’i Merv’e
gitmek için yola çıktı. Buhara’da işlerin iyi gitmediğini görünce davette
bulunamadı. Daha sonra Nahşebi’ye geçti. Orada Horasan emirin nedimi olan
Bekir Nahşebi arasında yer alan ve emirin debir- i has’ı olan Eş’abla da dostluk
99 Nizâmü’l-Mülk, a.g.e., s. 236
44
kurarak onu da bâtınîliğe davet etti. Oradaki seçkin eşrafı kendi mezhebine dahile
eden Muhammed Naşebi’ye burada birini bırakıp, Buhara’ya gitmesini söylediler.
Naşebi bunun üzerine Buhara’ya gitti.
Buhara’da Nasr b.Ahmet ile tanıştı. Bunun üzerine Muhammed Nahşebi’yi
Horan emirinin huzuruna götürdüler. Onun bilginlerini överek, kendisine saygı
gösterdiler. Nasr b. Ahmed’i mezhebine davet etti. Ve Muhammed Nahşebi artık
davetini açıktan yapmaya başladı. Nasr b.Ahmet’tin Bâtınî olması emirleri
kızdırmıştır ve gelişen olaylar sonucunda Nasr b.Ahmet tahtını oğluna bıraktı . Oğlu
Nuh tahta oturunca Muhammed Naşebi’nin başını koparttı. Ve o bölgedeki tüm
Bâtınîleri yakalayıp başlarını koparttı. Nuh b. Nasr babasının hapsedip sonra
başını kestirince kumandanlar kendisine itimat etmeye başladılar. Ancak
padişahlığının 15. yılında Buhara ve Horasan’da dailer yeniden ortaya çıktı ve
halkı davet etmeye başladılar. Bu davete daha çok babaları ve dedeleri bu mezhep
için öldürülenler katıldılar. Bu zamanda Emir Seyyid Mansur Nuh’un veziri
Ebu Ali Belami, Irak Horasan sipahsaları Alptekindi. Hace Sebugtekin ile Mansur
Baykara büyük hacip Yahya Eş’a Fergana, Serheng Hüseyin Sebicab valisi idi .
Ebu Abdullah Ceyhani ve Cafer gibileri ise Bâtınîlerin reisleri idi. Bu mezhebin
dailiğini yapan iki kişi vardı.Biri Ebu’l -fazl Zengürz ,diğeri de Atik namı ile
anılan tek gözlü kör bir adamdı. Halk padişahın bütün yakınlarının Bâtınî
olduğunu sandı.Ünlü Tûs emiri Mansur Abdürrezzak’ta Bâtınî oldu. 100Ancak Ebû
Mansur’unda daha sonraki Bâtınîler karşı gelişen olumsuz olaylara karşı
dayanacak gücü kalmadı zayıflık ve hastalıktn gücünü kaybedip öldü. Ordusu da
100 Nizâmü’l-Mülk, a.g.e., s. 251
45
dağıldı. Ve daha sonra Horasan ve Irak bölgesinde bulunan tüm Bâtınîler
öldürüldü.
İran bölgesindeki Bâtınî hareketini, İsfahan dailiğinin merkezi Kirman‘dan
batıdaki Azerbaycan’a kadar İsmâilî hareketinin yöneticisi olan Abdül Melik b. Attaş
sürdürmüştür. Çeşitli kaynaklarda İbn Attaş’ın başka bölgelerde de dava
örgütlenmesinin yöneticisi olduğu belirtmektedir101. İbn Attaş genel olarak faaliyet
emirlerini Kahire’de ki merkezden almaktadır. Hasan Sabbah’a İsmâilî hareketinde
ilerleme ve yükselme aşamasında destek olan kişilerden biridir. Onu desteklemiş,
dava içine sokmuş ve ayrıca Kahire’de İsmâilî eğitimi konusunda ilermesi için de
talimat vermiştir. İbn-i Attaş Şahdiz kalesinde bir dönem yaşamıştır. Fakat Şiilikle
suçlandığı için firara mecbur olmuştur . Ancak İbn-i Attaş’ın oğlu Ahmed
babasının kaçısı sırasında onun dini konulardaki fikirlerini paylaşmadığı
sanılarak kendisine Şahdiz’de kalma izni verilmiştir.Bununla birlikte o gizli gizli
İsmaili davası için çalışmıştır.102Ancak daha sonra eşi ve kendisi Şahdiz kalesinin
alınması sırasında öldürülmüştür.
101 Ancak zannımızca, İbn Attaş’ın Kuhistan, Irak ve Horasan dâîleri üzerinde bir etkisi olup
olmadığı kesin değildir. İbn Attaş başka bölgelerde de dava örgütlenmesinin yöneticisi
olabilir ancak yine Horasan, Kuhistan ve Irak’ta faliyet gösteren dâîler üzerinde bir yetkisi
olup olmadığı kesinlikle bilinememektedir. Bkz.Farhad Daftary, İsmâilîler Tarih ve Kuram,
Çev. Ercüment Özkaya, Ankara, 2001, s.378. 102 Bernard Lewıs,a.g.e., s.45
46
B-HASAN SABBAH DÖNEMİ ( 1090/1124)
I-Hasan Sabbah‘ın Bâtınîliğe Girişinden Alamut’a Kadar Geçirdiği Süreç
( 1072/ 1090)
İran’da Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında ortaya çıkan daha sonra da
Suriye topraklarında gelişmelerini sağlayan Bâtınîler, Hasan Sabbah ile yedi halefi
tarafından yönetilmiştir. Devlet yönetiminde çıkan anlaşmazlıklar sonucunda
dağılma süreci içine giren Fatımî yönetiminden hem siyasî hem dinî nedenlerle
ayrılıp, Büyük Selçuklu İmparatorluğu topraklarında yapılan Bâtınîlerin ve liderleri
Hasan Sabbah’ın tarihte önemli bir yeri vardır. Yaşadığı dönemde Büyük Selçuklu
İmparatorluğu’na hem siyaset yeteneği ve üstün zekası, hem de yoğun çalışmaları
sonucu rahat vermeyen Hasan Sabbah h.438 /m.1046-47 de Kum şehrinde
doğmuştur103 ve Hımyer kabilesindendir104. Hasan Sabbah’ın kökeni ve açık adı El-
Hasan b. Ali b. Muhammed b. Cafer b. El Hüseyin b. Muhammed es-Sabbah el-
103 Laurence Lockhart BSOS ‘deki “Hasan Sabbah and The Assasins” adlı makalesinde
Hasan Sabbah’ın Kuzey İran’da Rey şehrinde doğduğu söylenmektedir. Yine Cl. Huart ‘ın
First Enctlopedia of İslam 1913-1936‘da ki( 1987-Köln, Newyork) “İsma’iliya” adlı
makalesinde de Rey şehri olarak geçmektedir.Bunlar dışında da bazı kaynaklarda doğum
yeri rey olarak gösterilmektedir. Cuveyni a.g..e, Bernard Lewıs a.g.e ve Farhad Daftary ‘de
a.g.e, ise Hasan Sabbah Rey şehrinde değil Kum şehrinde doğmuştur . Rey şehrine sadece
dinî eğitim almak için gitmiştir . 104Yusuf Ziya Yörükan, Hz. Muhammed ‘in Doğumundan Ölümüne Kadar İslam Dinî
Tarihi, Ankara, 2001, s. 18-19. Himyer kelimesi Habeşçe olup koyu renkli anlamındadır.
Milattan 300 yıl kadar sonra Hadravat egemenliğini kaybettikten sonra bu Seba ve Zu
Reydan kralı bundan sonra uzatılarak kullanılmıştır. Sebalıların devamıdır. Himyeriler
Reydan şehrine hakim olmuşlar ve Zu Reydan namıyla anılmaktadırlar.Himyeriler putlara
taparlar ve onların eski putları çok ünlüdür. Bernard Lewıs, The Assassıns, London , 1985, s.
38.
47
Hımyeri’dir105. Babası Yemen’den Küfe’ye, Küfe’den Kum’a göç etmiştir106. Hasan
Sabbah’ın babası ilmi seven ve bilgili kişiliği sayesinde oğluna iyi bir eğitim ortamı
sağlamış ve oğlunun eğitimi ile bizzat ilgilenmiş, ona kelam, mantık felsefe,
matematik alanlarında eğitim aldırmıştır. Hasan Sabbah yedi yaşında din adamı
olmak istemiş ve bu isteğini babasına bildirmiştir. Bunun üzerine babası onu dailerin
önemli merkezlerinden biri olan Rey’e göndermiş ve eğitimine bu şehirde devam
etmiştir. Hasan Sabbah bidayette hoca Nizamettin Tûsi, hakim Ömer Hayam ve
Nişaburi ile birlikte birlikte Kibar-ı Ulema-yı Horasan‘da imam Muvafık
Nişaburi’nin dersine katılmışlardır. Bunların üçü de matematik, fatt-ı zeka ile
mutsavvıf olduklarından kısa süre akli bilimlerde birlikte olmuşlardır107.
105Alaaddin Ala Melik Cuvayni, a.g.e, s.535 . Ahmed Ateş,”Gazali’nin Bâtınîlerin Belini
Kıran Delilleri, Kitab Kavasım Al-Bâtınîya”, İlahiyat Fakültesi Dergisi , C. 1-11, Ankara ,
1954, s. 24. Şerafettin Yaltkaya , Fatimiler ve Hasan Sabbah, Daru’l-Fünûn İlahiyat
Fakültesi Mecmuası,Tersin II, İstanbul, 1928., Farhat Daftary , A Short History of the
İsmâilîs, Traditions of a Muslim Community, Edinburg Unuversity Press, Edinburg, 1999, s.
123 . 106 Bernard Lewıs, Fedâîyan-ı İsmâilîye, Nşr. Feridun Bederahi, Taberistan, İran, 1348, s. 57. 107 Gürel Nazlı Rana, Bir Osmanlı Aydını İbrahim Ethem Pertev Paşa, Berikan Yayınevi,
Ankara, 2004, s.289. Birçok kaynak Ömer Hayam, Nizâmü’l-Mülk ve Hasan Sabbah
arkadaşlığının olmadığından bahsetmiştir.Çünkü kaynaklara göre 408(1018) de doğan
Nizâmü’l-Mülk ile 518 (1124) de ölen Hasan Sabbah’ın ve 626(1132)de vefat eden Ömer
Hayyam’ın çocukluk arkadaşı olmaları pek mümkün değildir. Rivayete göre üçünün okul
arkadaşı olduğundan ve ilerde kim yüksek makama geçerse o kişi o makamı diğer iki
arkadaşı ile paylaşmak üzere yemin etmiştir. Geçen zaman içinde Nizâmü’l-Mülk vezir
olmuş,Ömer Hayam tanınan bir ilim adamı olmuş, Hasan Sabbah ise Selçuklu
imparatorluğunun mali işlerinde görev almıştır. Ancak Hasan Sabbah veziri kötüleyip bir
takım yolsuzluklar yapmış ve saraydan firar etmiştir ve intikam almak için Bâtınîlere
katılmış olduğu söylenmektedir. Ancak bu rivayetlerin kesinliği yoktur. Bkz. Kazvini
Müstevfi, Tarih-i Güzide,1336, s.517, İbrahim Kafesoğlu , Sultan Melikşah Devrinde Büyük
Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul, 1953, s. 129-130.
48
Hasan Sabbah aslen İmamiyeşia mezhebindendir. Ancak o babasının da
bağlı olduğu İmamiyyeşia mezhebine Fatımî da’isi olan Emire Zerrab ile
karşılaşıncaya kadar bağlı kalmıştır. Hasan Sabbah’ın doğum tarihi bilinmemektedir
ancak o daha genç birisiyken Fatımî propagandası için çaba harcamıştır108 .
Hasan Sabbah 17 yaşında İsmâilî Şiiliğine dönmüş ve Fatımî davasını
üstlenmiştir109. Kendisi bu konuda “Çocukluk çağı günlerinden 17 yaşındayken
çeşitli dallarda öğrenim görmek için büyük bir aşk hissediyordum ve din okuluna
gitme dileğim oldu. 17 yaşına kadar araştırma yaptım ve bilgileri dikkatlice
inceledim”110demektedir. Daha sonraları Emir Zerrab’tan etkilenerek İsmâilîye
mezhebini tanıyıp ona inanmaya başlamıştır. Hasan Sabbah çok küçük yaşlarda
İsmâilîlerin etkisinde kalmıştır. Onun İsmâilîliği nasıl tanıdığını ve kabul ettiğini
Tarih-i Cihanguşa’da şu şekilde anlatılmaktadır: “Ben atalarımın mezhebi olan şia
mezhebinin 12 imam kolundandım. Rey’de Mısır Bâtınîlerinin mezhebinden Emire
Zerrab adlı bir kişi vardı. Rey o dönemde İsmâilî dâîlerin faaliyet merkezidir.
Onunla mezheplerimiz hakkında tartışırdık. O dâîma benim görüşlerimi çürütür,
mezhebimi küçük düşürürdü. O sırada benim de inancım kuvvetli değildi. Karşı
koymama rağmen onun sözleri kalbimde yer ediyordu. Derken ağır ve tehlikeli bir
hastalığa yakalandım. Kendi aşırı taassubum yüzünden bu düşüncemi kimseye
108 K.V. Zettersteen, “Al-Hasan b. Al-Sabbah”, E. J. Brill’s First Encyclopaedia of İslam
1913-1936, C. III Leiden, New York , Kobenhavn, Köln, 1987, s.276. 109 Nadıa Eboo Jamal, Survıvıng The Mongols Nizari Quhistani and the Continuity of İsmâilî
Tradition in Persia, I.B. Tauris, London/Newyork, 2002, s 33. 110 Bernard Lewıs, The Assassıns, London, 1985, s. 38.
49
açıklayamadım. Kendi kendime Eğer, Allah gecinden versin ecel gelirse gerçeğe
kavuşmadan öleceğim dedim. Bende meydana gelen bu inanç değişikliği yüzünden
kimsenin müdahalesi olmadan o hastalığı atlattım. Bunun yanında Bu Necm Sarac
adlı birinden Bâtınîlerin mezhebi hakkında bilgi istedim. O bana ayrıntılı izah ve
açıklamalarda bulunduktan sonra o mezhebin sırlarını öğrendim”111 .
Hasan Sabbah kendi da’ilerinin yaptığı gibi Bâtınîliğe davet edilmiş ve kendi
inancının görüşleri çürütülerek Bâtınîliğin sırları verilmiştir. Hasan Sabbah’ın dava
örgütlenmesindeki ilk faaliyeti ise şu şekilde olmuştur: O dönemde Fatımî dâîleri
Mısır’ın dışındaki birçok bölgede yayılmış bir durumda aktif halde idiler. Hasan
Sabbah’tan önce Büyük Selçuklu topraklarındaki Bâtınîler kendilerine merkez olarak
İsfahan’ı seçmişlerdir. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, İsfahan dâîliğini merkezi
İran’daki Kirman’dan batıdaki Azerbaycan’a dek Bâtınî hareketinin yöneticisi olan
Abdül Melik b. Attaş üstlenmiştir. İran bölgesi baş da’isi olarak bilinen İbn Attaş112
Rey’e geldiğinde Hasan Sabbah’ın mezhebe girişini onaylamış ve dava
örgütlenmesinde görev vermiştir. Rey’den ayrılıp İsfahan’a giden Hasan Sabbah İbn
Attaş’ın yardımıyla Mısır’a gitmek için yola çıkmıştır. İbn Attaş ondan Fatımî
halifesi Muntasır’ın yanına gitmesini istemiş ve orada Bâtınî mezhebi hakkında daha
iyi eğitim alabileceğini söylemiştir. Bunun üzerine Hasan Sabbah iki yıl gibi bir süre
İbn Attaş’ın vekili olarak çalışmalarını sürdürmüş ve daha sonra Azerbaycan,
Meyyâfârikin, Musul, Sincar, Rahbe, Dımaşk, Sayda ve Sur üzerinden Akka’ya varıp
111 Alaaddin Ala Melik Cuveyni, a.g.e., s. 38-89. 112 Farhat Daftary’nin “İsmâilîler.. “adlı çalışmasında İbn Attaş İran ve Irak baş dâîsi olarak
geçmektedir.
50
deniz yolu ile Mısır’a geçmiştir113. Mısır Fatımî halifesi Mustansır, Hasan Sabbah’ı
hucceti seçmiş ve onun adına ilerde davette bulunmasını istemiştir. Hasan Sabbah’ın
Mustansır ile görüşüp görüşmediği hakkında kaynaklarda farklı görüşler
bulunmaktadır. İbn’ül Esir’e göre Mustansır ile görüşmüştür. Ancak, Cuveyni’nin
eserinde geçen şu paragrafa göre ise “NihayetH. 471/M.1078-9 yılında Mısır’a
ulaştım, orada kaldığım yaklaşık bir buçuk yıl zarfında Mustansır’ın huzuruna
çıkamadım. Fakat beni övdüğünü duymuştum”114 demiştir. Buradan da anlaşılacağı
gibi Hasan Sabbah’ın gereçekten Mustansır ile görüşüp görüşmediği muallakta
kalmıştır.
Hasan Sabbah Mısır’da bir süre yaşadıktan sonra h.475/m.1082’de İsfahan’a
geri dönmüş ve dokuz yıl İran’da kalmıştır, İran’da kaldığı sürede, İran’ın çeşitli
bölgelerini dolaşarak Bâtınîliğin propagandasını yapmıştır.115 Hasan Sabbah ilk
olarak Kirman ve Yezd’e oradan Huzistan’a, daha sonra Damgan’a geçmiş o
bölgelerde İsmâilî faaliyetlerini sürdürmüştür. Bundan sonra, giderek İran’da
başlamıştır. Kendi kendine, o böyle boş söz söyleyecek adam değil muhakkak akıl
hastalığına yakalanmıştır demiş ve Hasan Sabbah’a belli etmeden bildiği bir tedavi
yöntemini ona uygulamak için harekete geçmiştir. Bu tür hastalıklara iyi gelen
kokulu şerbetler ve dimağı güçlendirici yiyecekler ve içecekler sunmuştur. Hasan
Sabbah bu yiyecekleri görünce hemen Ebu’l Fazıl’ın aklından geçenleri anlamıştır116
ve davası uğruna o bölgeden kaçarak Kirman’a daha sonrada Kazvin’e gitmiştir.
Daha sonra Rudbar vadisine giderek “beldetü’l-ikbal” dediği Alamut Kalesi’ne
yerleşmiştir.
II-Alamut’un Ele Geçirilmesi (1090)
Hasan Sabbah’ın mekan olarak seçtiği Alamut, Deylem sınırında Rûdhane-i
Alamut vadisiyle Tâlekan nehrinin birleştiği yerden Kazvin’in kuzeydoğusunda yer
alan ve yüksekliği iki bin metreyi aşan kayalar üzerine kurulan bir kaledir. Rudbar
vadisi kayalıkların yanısıra ağaçlık bir yerdir.117 Alamut Kalesi bölgede bulunan
Elburz sıradağlarının en yüksek doruğunu oluşturmaktadır. Elbruz sıradağları İran’ın
yüksek yaylarını Hazar denizinin alçak ovalarından ayırır. Alamut kalesi kısmen
Elburz sıradağları ile kuşatılmış durumdadır. Bugün Alamut kayalığı Kal’a-i Guzur
Han olarak bilinip118 Türkan-Fisan, Endic-rud, Atan ve Bala-rud isminde dört
116Alaaddin Ata Melik Cuveyni, a.g.e., s.542, Lochart Laurence, “ Hasan-ı Sabbah and The
Assassıns”, BSOS, London İnstıtution, Cilt V, London, 1928-30, s. 677 Kazvini Müstevfi,
.a.g.e., s.517. 117 G.S., Hogdson Marshall, The Order of Assasıns, Gravenhage, 1955, s.73. Farhad
Daftary, A Short History of İsmâilîs, Traditions of a Muslim Community, Edinburg,1999, s.
124. Kale günümüzde Tahran’ın 100 km. kuzey batısında bulunmaktadır. 118 İsmail Kaygusuz, a.g.e., s.20.
53
nahiyeden ibarettir119. Kale dışa kapalı ve verimli bir vadi üzerindedir. Alamut’un
kelime anlamı kartal eğitimidir. Alamut, aluh amut kelimelerinden meydana
gelmektedir120. Deylem dilinde kartalın derisi ya da kartal yuvası anlamı da
taşımaktadır121. Kaleye, uzunluğu 54 km, eni ise en geniş yerinde 5.4 km olan
Rudbar vadisindeki Alamut ırmağından dik ve çıkıntılı kayalar arasındaki dar bir
boğazdan girilmektedir122.
Alamut kalesi Deylemli hükümdarlardan biri tarafından kurulmuştur.
Hakkında pek fazla bilgi bulunmayan Deylemli hanedanlarından biri olan Custani
hanedanından Vehsudan b. Merzubanda h.143/m.760 yılında Alamut kalesini
yaptırmıştır123. Rivayete göre bu hükümdar bir av esnasında eğitilmiş kartalını
salıvermiş, kuş da kayalık bir çıkıntının üzerine konmuştur. Hükümdar görüntünün
askeri değerini fark ederek derhal oraya bir kale inşa ettirmiştir124. Nitekim Custani
beylerinden biri Alamut kalesini beylik merkezi yapmıştır. Ancak kale çeşitli kişiler
tarafından daha sonra yeniden imar edilmiştir. h.246/m.840’da Taberistan
Alevileri’nin reisi Hasan b. Zeyd ed-Dâî İlalhak tarafından yeniden inşa edilmiştir.
Alamut kalesi daha sonra yani 919‘lu yıllarda Hüsrev Firuz’un oğlu Custanilerden
İsmâilîliği kabul eden ilk yönetici olduğu anlaşılan Mehdi’ye geçmiştir. Hasan
119 A. Zeki Veli Togan , “Alamut” İ.A , C.1, İstanbul, 1955, s.289. 120Alaaddin Ata Melik Cuveyni, a.g.e., s.537, Abdülkerim Özaydın, ”Alamut”, D.İ.A., C.2,
İstanbul, 1988, s. 336. 121 Farhad Daftary, A Short History of the İsmâilîs, 1999, s. 121. Kazvini Hamdullah
Müstevfi, Tarih-i Güzide, İran, 1339, s.519. 122 Bernard Lewıs, Fedâîyan-ı İsmâilî, Bederahi, Nşr. Feridun, İran, 1948, s.39. 123 Farhad Daftary, İsmâilîler.., s.204. 124 Bernard, Lewıs, Haşişiler, Çev.Ali Aktan, İstanbul, 1995, s.37.
54
Sabbah tarafından merkez olarak seçilen Alamut kalesi daha öncede İsmâilîler
tarafından merkez olarak kullanılmış, belki de bu nedenle Hasan Sabbah, eski
İsmâilîliğe dönüş yaparak mekan olarak da Alamut kalesini seçmiştir, diyebiliriz.
Ebuzziya Tevfik kale hakkında şu bilgileri vermektedir: "Bu bir kaledir ki Kazvin
eyaletinin garb tarafında Sin Nehriyle Sultaniye arasındadır. Dâi-i Kebir diye maruf
olan Hasan bin Zeyd, Taberistan hakimi iken h.146/m.763 inşa etmiştir. Aslı
Alamut’dur. Halk dilinde Alamut(tali, baz) manasındadır. Kalenin bulunduğu
mahalle ve havalisine (Zalkan) denir125. Sultan Melikşah’tan önce kale o zamanlar
yüce mehdi ismini almıştır126. Yine Marko Polo h.671/m.1273’da Alamut kalesi
yakınından geçerken burasını “o iki dağ arasında bir vadide dünyadaki her türlü
meyve ile dolu normale göre çok büyük ve güzel olan bir bahçeyi duvarla çevirmiştir.
Orada her tarafı yaldızlı ve güzel resimlerle süslü eşi görülmemiş en güzel evler ve
en güzel saraylar bulunuyordu. İçinden şarap, süt, bal ve su akan kanallar vardı.
Burası her türlü müzik aleti çalmasını, çok güzel şarkı söylemesini ve seyretmesini
bile başlı başına zevk olacak kadar iyi dans etmesini bilen, dünyanın en güzel
kadınları ve kızlarıyla doluydu”127 şeklinde anlatmıştır. Yine “Alamut kalesindeki
cennet bahçesine erkekler giremiyordu. Sadece şeyhin öngördüğü kişiler
girebilmekteydi. Bahçeye gizli bir yoldan girilebilirdi ve bu yol çok dikkatli bir
şekilde korunuyordu başka yerden bahçeye girmek mümkün değildi. Bahçede sayısız
giysi, yatak takımı, erzak ve arzu edilebilecek her şey vardı. Burada değersiz
125 Ebuziya Teyfik, Hasan b. Sabbah, Ankara, 1699, s. 9. 126Hamdullah Müstevfi Kazvini , a.g.e., s.519. 127 Serpersi Saykeski, Tarih-i İran, Çev. Seyyid Fahreddin Takiyyi Fahr Dayi Geylani,
Tahran, 1377, s.53, Bernard Lewıs, Çev.Ali Aktan, İstanbul, 1995, s.6. , Makro Polo,
Dünyanın Hikaye Edilişi, Harikalar Kitabı 1, Çrv. Işık Ergüden, İstanbul, 2003, s.119
55
şeylerden asla bahsedilmemektedir ve oyundan, aşktan ve eğlenceden başka bir şeyle
vakit geçirmeye izin yoktu. İpekler altınlar içinde yüzen bu genç hanımlar bahçelerde
ve saraylarda çılgınca eğleniyorlardı, çünkü hizmet eden bu kadınlar kapalı
kalıyorlardı ve hiçbiri açık havada görülmüyordu128 diye eklemiştir. Hasan Sabbah
yeni kaleye surlar ve su kuyusu yaptırmıştır. O kalenin eteğine uzak mesafelerden
yeraltı su kanallarıyla su getirmiştir. Kalenin çevresine meyve ağaçlarından fidanlık
yapmıştır129 Cüveyni ise eserinde, Büveyhoğullarınden Fahrü’d-Devle adına kaleme
alınmış bir kitap bulduğundan ve eserden Alamut hakkında birçok bilgi aldığından da
söz etmiştir. Yine önemli bir kaynak olan Süllemi dediği Ebu Ali el-Hüseyin b.
Ahmet b. Muhammed es-Sülemi el-Beyhaki’nin Ahbar-ı Vulat-ı Horasan adlı
eserinde “Süllemi Tarihinde şunlar yazılıdır” deyip, Alamut hakkında şunları
yazmaktadır: “O kale (yani Alamut) çok sağlam bir şekilde inşa edilmişti. Demir bile
bu duvarlara işlemez oradaki küçük bir taş parçasını yerinden oynatamazdı. Taşların
ve kayaların içinde çeşitli uzunlukta ve genişlikte taş ve kireç kullanılarak büyük
hacimli su depoları yapmışlar. Kayadan evler yontuğumuz ayetinin dediği yerine
128 Makro Polo, Dünyanın Hikaye Edilişi, Harikalar Kitabı 1, Çrv.Işık Ergüden, İstanbul,
2003, s.119 (Ancak Marco Polo’nun Alamut kalesini görüp görmediği kaynaklarda tartışma
konusudur. Bir çok kaynak bu konuya açıklık getirmiştir. O bölgeden geçtiği tarih 1273
yılıdır. O bölgeden geçtiği tarihte Alamut Moğollar tarafından yıkılmış ve harabeleri
kalmıştır. Yani 1256 yılında fiili olarak Moğollar tarafından yıkılan Alamut kalesi hakkında
sadece geçtiği bölgelerde duyduklarından bahsetmiş olabilir. Ayrıca birçok araştırmada
kalede fedâîler için bir cennet bahçesi olduğundan bahsedilmektedir. Kaledeki cennet
bahçesinin doğruluğu tam olarak kanıtlanamamıştır. Ancak kalenin etrafında Hasan Sabbah
tarafından oluşturulan meyve bahçeleri vardır. Bu bahçelerde değişik tatlarda meyveler
yetiştirilmiştir. Kale’de ki sosyal hayat hakkında çok fazla bilgi bulunmadığından, cennet
bahçesinin varlığı gibi bir çok şey muallakta kalmaktadır. 129 Richard Robert, “Madden The Turkish Empire”, Christianity and Civilization, London
1862, 175.
56
getirmişlerdi. Bunun dışında şarap, sirke, bal ve çeşitli sıvı ve katı yiyecekler için
ambarlar ve mahzenler inşa etmişler sanki bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları
onun buyruğuna verdi tarifine uymuşlardı. Bu binaları etraflı olarak Kısas-ı
Mübin’de anlatılmış olan insan eliyle yapılmış o görkemli binalara benzetebiliriz. O
kale yağma edilip yiyecekler çıkartılırken yağmacının biri bal deposunu su havuzu
sanmış ve yunus balığı gibi oraya dalmıştı. Bahru ırmağından kalenin dibine kadar
bir su yolu açmışlar ve kalenin yarısını dolaşan o su kanalının önünü taşla
kesmişlerdi. Kalenin biraz aşağısında dizini andıran taştan havuzlar vardı. Kaleden
inen su depolanmak için orada birikir fazlası dışarı atılırdı. Ta ki Hasan Sabbah’ın
zamanında yani 170 yıl önce konmuş olan bazı sıvı ve katı yiyecekler oradaki
depolarda bozulmadan kalabilmişti Bâtınîler onların bozulmadan kalmasını
Hasan’ın kerametine bağlamışladır. Bunlardan başlarsak orada bulunan savaş araç
ve gereçlerini burada anlatacak olsak birkaç cilt kitap daha yazmamız gerekir”130
demiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi Alamut kalesi Bâtınîler için en uygun
mekanlardan biri olmuş ve çok iyi donatılmıştır. Yine Hulagu kaleyi ele geçirdiği
zaman kalenin yıkımı için bir çok asker ve devşirmeyi görevlendirmiştir. Duvarlara
kazma işlememiş ve önce evlerin damlarını daha sonrada duvarlarını yıkmak için
uğraşmışlardır.
Hasan Sabbah’ın kaleyi ele geçirmesi ile ilgili bir çok rivayet vardır.
Bunlardan en çok bahsedileni kalede bir süre kendinî tanıtmadan yaşadığı rivayetidir.
O, kalede yaşadığı sırada adının Dehhuda olduğunu söylemiştir. Kalede yaşayan
130 Alaaddin Ala Melik Cuveyni, a.g.e, s.574.
57
Alevi131 onun gerçek kimliğini öğrenince kaleden ayrılmaya karar vermiş.
Ayrılmadan önce Hasan ona gizli olarak mezhebe girmiş olan Girdkuh ve Damgan
yöneticisi Reis Muzaffer Mustavi’ye iletmesi için bir mektup vermiştir. Mektupta
Reis Muzaffer’den Alamut kalesinin karşılığı olarak Alevi’ye üç bin altın dinar
ödenmesini istemiştir132. Marshall G.S Hodgson‘da “The Order of Asasıns” adlı
eserinde Hasan Sabbah’ın “Dehduda” adıyla h.483/m.1090’de büyük kale Alamut’a
geldiğinden ve gizlice orada yaşadığından, üç bin dinar verdiğinden ve Muzaffer
Reisten bahsetmektedir.133Yine Müstevfi, Tarih-i Güzide adlı eserinde olayı şu
şekilde anlatır: “Hasan Sabbah yüce mehdiye dedi ki bu kale bizim melikliğimiz
olmadığı için orada ibadet etmeyi caiz görmüyorum yoksa uygun yer olmayınca inek
postu gibi gelir. Bu kaleyi bana sat. O deriyi kötü durumdan kurtar ve kalede
uyuşturucu madde çek ve de ki kalenin tamamı bizimdir. Yüce mehdinîn durumuna
engel olmadı kaleye onunla geçti ve Hasan Sabbah 3 bin dinarı yüce mehdi reis
Muzaffere verdi ve kaleye oturdu134. Yine başka bir kaynakta şu şekilde
geçmektedir: “Tabaristan Alevilerinin reisi Hasan b.Zeyd tarafından kurulan Kazvin
civarındaki Rudbar vadisinde yalçın kayalar üzerinde kâin, Alamut Kalesi’ni ele
geçirmeyi tasarladı. Önce bu kalenin hemen yanında bulunan Endicrûd ahalisini
ikna etti, buradan Sultan Melikşah namına Mehdi adında bir alevinin muhafaza
etmekte olduğu Alamut’a karşı taaruza geçti. Sonra hile ve kurnazlıkla kaleye girdi
131 Burada kişiyi muhtemelen Tabaristan Alevilerinin reisi Hasan b.Zeyd olmalıdır.
132Alaaddin Ata Melik Cuveyni,a.g.e., s,537. Farhat Daftary,A Short History of
İsmâilîs,Traditions of a Muslim Community, 1999, s. 124.
133 Marshall G.S. Hodgson, The Order of Assasıns, Gravenhage, 1955, s.74. 134Hamdullah Müstevfi Kazvini, a.g.e, s. 519. Hace Reşideddin Fazullah Hemedani, ,Camil-
el Tevarih, Tahran, 1338, s. 1118.
58
ve ona inanmak gafletine düşmüş olan Mehdiyi reis Muzaffer tarafından ödenecek üç
bin dinâr mukabilinde terk etti(H.6 Receb. 483/ M.5 Eylül 1090)135. Serpersi Saykes
de “Tarih-i İran” adlı eserinde Alamut kalesinin kurnaz bir metot ile ile alındığından
bahsetmektedir. Bu hikayelerin yanı sıra mitolojik bir öyküden de bahsedilmektedir.
Bu öyküye göre Hasan Sabbah Mehdi’den Alamut’ta üzerinde oturacağı bir sığır
derisinin kaplayacağı kadar toprak parçası istemiş o da kabul etmiştir. Seyyidina
Hasan bir öküz derisinin ince ince sırım çekerek tüm kaleyi kaplayacak duruma
getirip kaleye sahip olmuş136. Çeşitli kaynaklarda anlatılan rivayetlere göre Hasan
Sabbah Alamut kalesini hiç savaşmadan, ya Bâtınîliği yaymak için da’ilerin
kullandığı metotları kullanarak veyahut da üstün zeka oyunları ile elde etmiştir.
Kaleye bir şekilde girmiş ve muhafızı oradan kovmuştur. Ancak başka bir ihtimal de
Hasan Sabbah’ın kaleyi satın almış olabileceğidir. Hasan Sabbah orayı kendisine
karargah haline getirip kurmaya çalıştığı Bâtınî teşkilatının temellerini atmayı
düşünmüştür.
Hasan Sabbah Alamut’a yerleşince dört bir tarafa da’iler göndermiş, Fatımî
halifesine bağlı olarak çalışmıştır. Alamut kalesi Hasan Sabbah için planlarının
gerçekleştireceği sağlam bir dayanağı olmuştur. Moğol istilası ile yıkılmasına kadar
Bâtınîliğin her bakımdan beyni mesabesinde idi137. Alamut kalesinin ün
kazanmasının asıl nedeni Hasan Sabbah’tır. Hasan Sabbah’ın Alamut kalesini
almasında ona yardımcı olan en önemli dâîler Kirmanlı bir tüccarın oğlu Hüseyin
135İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul,
daha sonraları en önemli merkezlerden biri halini alacak Girdkuh, Tikrit, Rudbar
bölgesinin en büyük kalesi olan Alamut’un batısında ve Gazvin’e yaklaşık 40 km
uzaklıktaki Lamsar kalelerini ele geçirmiştir.
Büyük Selçuklu topraklarında Hasan Sabbah önüclüğünde Bâtınîlik tam
yayılmış ve güçlenmiş iken Fatımî halifesi El-Muntansır h. 426-487 / m.1035-1094
138 Faik Bulut, a.g.e., s.173.
60
Kahire’de ölmüştür. El-Muntasır vefat ettikten sonra karışıklıklar çıkmıştır ve onun
yerine Müstal’i Billah geçmiştir. Bir grup İsmâilî de Muntasır’ın yerine Nizari’nin
geçmesini istemiştir. Hasan Sabbah da Muntasır’ın en büyük oğlu139 Nizari’nin
halifelik makamına geçmesini istemiş ve onu desteklemiştir. Ancak istediği gibi
olmamıştır. Bunun üzerine Hasan Sabbah Nizari adına hutbe okutmuş, hatta
oğullarından birini Alamut’a Nizari’yi getirmeleri için göndermiştir. Nizari hemen
Fatımî meclisinden kaçmış, Kuhistan tarafına geçip bir yaşındaki oğlunu Hasan
Sabbah’a bıraktıktan sonra kendisi de bir sene orada kalmıştır140. Bu gelişmeler
üzerine Hasan Sabbah’ın arası Muntasır’ın başkumandanı Bedrü’l-Cemalî ile arası
bozulmuş ve hatta Bedrûl-Cemalî’nin, kendisine zıt düşen ve muhalefet eden Hasan
Sabbah’ı hapse attırdığı da rivayet edilmektedir. Gelişen olaylar sonucunda
parçalanan İsmâilîlerden Nizari İsmâilîleri yani Bâtınîler Fatımîlerden bağımsız bir
şekilde mücadelelerine devam etmiş, zaman içinde hem doktrin hem de siyasî anlayış
açısından tamamıyla kopmuş Büyük Selçuklu Devleti sınırları içinde yeni özerk bir
teşkilat kurmaya çalışmıştır. Hasan Sabbah ve Bâtınîlik Zubdet’ün–nusre adlı eserde
şu şekilde tasvir edilmiştir: “Rey ahalisinden bir adam vardı , bunun sanatı
yazıcılıktı yeryüzünde seyahat etti, bu suretle hali ve şanı gizli kaldı, nihayet
meydana çıktı baş kaldırdı, fitne kıyametinin bütün envanını ayağa kaldırdı, elde
edilmeyecek kaleleri ve müstahkem mevkileri az bir müddet zarfında zabdetti, katil ve
fetk gibi feci işlere başladı, büyüdü. Bunların halleri ahaliye gizli kaldı, devletin
139 M.G.S Hogdson, “The İsmâilî State”, The Cambridge History of İran, Cambridge at The
Universty,, Newyork, 1968, s.437. Serpersi Saykes, Tarih-i İran, Çrv.Seyyid Fahreddin,
Takiyyi Fahr Dayi Geylani, Tahran, 1377, s. 52 .Farouk Mitha ,Al-Ghazali and The
İsmâilîs,London, 2001, s.20. 140 Nazlı Rana Gürel, a.g.e, s. 287.
61
casus teşkilatı olmadığından gizli suretle devam etmişlerdir.141. Ancak bu olaylar
sırasında bile Bâtınîler Hasan Sabbah başkanlığında propagandalarını Büyük
Selçuklu topraklarında gizlice sürdürmüşlerdir.
Bu arada Sultan Tuğrul Bey döneminde gelişen Büyük Selçuklu Devleti ,
Alp Arslan döneminde yükseliş dönemini yaşamıştır. Melikşah dönemi ise
İmpartorluğun en görkemli dönemi olmuş ve Doğu ve Batı’ da geniş fetihler
yapılmıştır. Bu dönemde Melikşah’a Ebu’l Feth denilmiştir. Yine aynı dönemde
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na tabi olarak Anadolu’da Anadolu Selçuklu
Devleti , Kirman ve çevresinde Kirman Selçuklu Devleti, Suriye ve Filistin
çevresinde ise Suriye ve Filistin Devleti varlıklarını devam ettirmektedirler. Aynı
zamanda Müslüman olan ve olmayan bir çok emirlikte Büyük Selçuklu
İmparatorluğuna tabi olarak hüküm sürdürmüşlerdir. Büyük Selçuklu
İmparatorluğunda uzun yıllar vezirlik yapmış olan Nizamü’l Mülk’ün Bâtınîler
tarafından öldürülmesinin ardından Melikşah’ın da ölmesiyle, Büyük Selçuklu
İmparatorluğu fetret dönemi içine girmiştir. Sancar, (m.1097-1118) imparatorluğu
yeniden toparlamaya çalışmış ve ikinci İmparatorluk dönemini kurmuştur. Sancar’ın
ölümüne kadar Irak, Kirman ve Suriye Filistin Selçuklu Devletleri Büyük Selçuklu
İmparatorluğuna bağlı kalmıştır. Anadolu Selçuklu devleti ise bağımsızlığını ilan
etmiş ve varlığını bu şekilde devam ettirmiştir.
141 El-Bundari,(İmad Ad-din Al-Katib al-İsfahani),Zubdat al- Nuşra va Nuhbat al Usra,
Çvr.Kıvameddin Burslan,(Irak ve Horasan SelçuklularıTarihi) , Ankara , 1999, s. 67.
62
Büyük Selçuklu İmparatorluğu açısından ise İslam dünyasının liderliğini ele
aldıktan sonra karşılaştığı ve uğraşmak zorunda kaldığı en büyük problemlerden biri
Şii ve Sünni çatışması olmuştur. Şiîler çeşitli bölgelerde en az Selçuklular kadar
teşkilatlanmışlardır. Özellikle Fatımîler İsmâilî devletlerinin şii kolunun başını
çekmiştir. Kurulan İsmâilî devletleri ve teşkilatları arasında Selçuklulara tek kafa
tutabilen Fatımîler h.296-463/m.909-1171 olmuştur. Selçuklular onlara karşı çok
geniş bölgelerde mücadeleler vermiştir. Dolayısıyla Mısır, Kahire, Hicaz, Yemen,
Suriye, İran’ın batısı ve Irak bölgesi Selçukluların Bâtınîlere mücadele bölgesi
olmuştur. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Fatımîlere karşı hem siyasî ve askeri hem
de ilim ve düşünce alanında mücadele vermiştir. Fatımîlerin açmış olduğu
medreselerde yetişen İsmâilî da’ilere karşı Sultan Alparslan ve Nizâmü’l-Mülk’ün
açtığı medreseler, Fatımîlere karşı ilmi yönden mücadele etmenin en iyi aracı
olmuşlardır.
Selçukluların uğraşmak zorunda kaldıkları şii problemlerinin en başında
İsmâilîyye’nin daha çok terör ve katliam yapanı olan142 Hasan Sabbah
öncülüğündeki Bâtınîlik gelmiştir. Hasan Sabbah öncülüğündeki Bâtınîlik
hareketinin amacı bir bakıma Büyük Selçuklu devletinin sosyal düzenini
sarsmaktır143.
142Ahmet Ocak, Selçukluların Dinî Siyaseti(1040-1092), İstanbul, 2002, s. 210. 143 Bâtınîler h.460/m.1070 yıllarında Selçuklu imparatorluğunda Abdal Melik b. Attaş
liderliği altında İsfahan’da gizli tutulurken, Hasan Sabbah sorumluluğunda son sürat hareket
etmiştir. Farhad Daftary, İsmâilî Literature, London, 2004, s.34.
63
Hasan Sabbah öncülüğündeki Bâtınîlerin ilk işi Nizâmü’l-Mülk’ü öldürmek
daha sonra kaleleri feth etmek olmuştur144. Nizâmü’l-Mülk’ün ölümünden kısa bir
süre sonra Melikşah’ın ölümü ile de Büyük Selçuklu İmparatorluğunun içine düştüğü
karışıklıklar Fetret döneminde, Bâtınîler çok fazla yayılma imkanı bulmuştur.
Hasan Sabbah yeni kaleleri feth ederek askeri yönden, fikri mücadeleler ve
propagandalar yaparak sosyal yönden olmak üzere iki yönlü güçlenmiş ve
teşkilatlanmıştır. İslam dünyasını tek görüş altında toplama çabası içinde bulunan
Bâtınîler sünni olan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun içine sızıp en önemli engeli
ortadan kaldırmaya, yıkmaya çalışmışlardır. Bu teşkilat veya hareket daha öncede
belirttiğimiz gibi daha çok Melikşah‘ın son yıllarında kendinî göstermiştir. Bunlar
sanki daha çok adeta devlet içinde devlet kurarak145 uzun süre yaşama imkanı
bulmuşlardır. Dağınık yaşamalarına rağmen kendilerine muhalefet edenlere karşı
gerektiği zaman hemen toparlanıp tek güç olmuşlar ve bu nedenle de İran bölgesinde
bir çok kaleyi istila edip, çeşitli alanlara yayılmışlardır.
Bâtınîler, büyük bir İmparatorluk olan Selçukluları düzenli bir ordu ile alt
edemiyeceklerinin bilincindeydiler. Bu nedenle kendilerine strateji olarak Selçuklu
topraklarında Hasan Sabbah öncülüğünde bazı önemli bölgeleri tespit edip alan
alan, lider lider boyun eğdirmeye yönelik parça sratejisi benimsemişlerdir. Bu
nedenle bu parçalı siyasal ve toplumsal yapıyı içerden feth etmek için olabildiğince
çok sayıda üssü ele geçirip buralardan eş zamanlı bir ayaklanma başlatma stratejisi
144 Bundari, Tarih-i Silsile-i Selçuki, Çev. Muhammed Hüseyin Celili , İran -Tahran , s.77. 145 Mevdudi, Selçuklular Tarihi I, Ankara 1971, s.39.
64
benimsemişlerdir 146. Öncelikli olarak kaleleri ele geçirip kendilerine değişik
merkezler kurmuşlardır. Bu kalelerin en meşhur ve etkin olanları şunlardır: İsfahan
Kalesi ‘dir. Bu kalelerden Lencan Kalesi İsfahan sınırındadır. Huzistan ve Tunbur
Kalesi ise Erencan’a iki ferseng147(6km.)tir. Mesasi kalesi Cebel Saamaveh
yakınında, Masyab Kalesi ise Gazvin yakınındadır. O bölgeye başka kaleler de inşa
edilmiştir148.
Bâtınîler bu kaleleri genellikle çeşitli metotlar ve hile ile elde etmişlerdir.
Öncelikle kale dizdarlarının yada kale sakinlerinin güvenini kazanmış kale içine
sızmış ve daha sonrada kaleyi ele geçirmişlerdir. Mesela İsfahan kalesini rivayete
göre şu şekilde ele geçirmişlerdir. “Kale Melikşah tarafından yaptırılmıştır.
Melikşah Rumlar’dan ileri gelen biri ile bir gün ava çıkmıştır ,av sırasında iyi cins
bir av köpeği yanından kaçıp bu kalenin bulunduğu dağa doğru gitmiştir.Sultan ile
yanındaki Rum asıllı şahıs da köpeği takip ederek dağa çıktılar ve köpeği kalenin
inşa edildiği yerde buldular. Rum asıllı şahıs sultana:Eğer bizim yanımızda böyle bir
dağ olsaydı üzerine istifade edeceğimiz bir kale yapardık dedi. Bunun üzerine sultan
orada bu kalenin yapılmasını emretti”149 O kaleye bir dizdar tayin edildi. Sultan
146 Farhad Daftary, İsmâilîler.., S.390. 147 Fersenk bir ölçü birimidir ve 3 km’ye tekâmül etmektedir. 148 Hace Reşideddin Fazullah Hemedani, Camiü’t-Tevarih, Yay.Haz. Muhammed Debir
Siyagi ,Tahran,1908,s.38 . 149 İbnü’l-Esir, El Kamil Fi’t –Tarih Tercümesi (İslam Tarihi) , C.10, İstanbul, 1987, s.260.
65
Melikşah devri sona erip İsfahan Terken Hatun’un eline geçince bu dizdar oradan
uzaklaştırıldı ve başkası onun yerine geldi.Yeni gelen dizdar Deylemli Ziya adında
biri idi. Daha sonra o öldü ve onun yerine Huzistanlı biri görev aldı. Bâtınîler
tarafından destek gören ,onun adına mal toplanan ve Bâtınîler tarafından da reis
tayin edilen Ahmed b. Attaş onunla bağlantı kurdu. Ahmed b. Attaş dizdar ile iyi
anlaşıp onun yanında kaldı. Dizdar ölünce Ahmed b. Attaş kaleyi istila etmiştir.
Bölge halkı sürekli korku ve endişe içinde yaşamışlardır ve bir köpeğin yol
gösterdiği ve bir kafirin tavsiye ettiği bu kalede sonunda elbette fenalık gelecekti“150.
Halâdkah Kalesi de kıvrak zeka ile elde edilmiştir. Bâtınîler bu kalede 200
yıl kalmış ve propaganalarını sürdürmüşlerdir. Kalenin alınışı İbnü’l-Esir’e göre
şöyle olmuştur : “Melikşah Sultan olunca burayı Emir Üner’e ikta etti , oda buraya
bir dizdar tayin etti ve Errecân’da ki Bâtınîleri buraya gönderdi. Bâtınîler burayı
satın almak istedilerse de dizdar kabul etmedi bunun üzerine biz hakikat ortaya
çıkıncaya ve anlaşıncaya kadar seninle münazara yapmak için adam göndereceğiz
dediler o da kabul etti. Bâtınîler dizdara kendisiyle münazara yapmak üzere bir
Deylemli gönderdiler .Dizdarın yetiştirdiği bir Memlûkü vardı ,kalenin anahtarını
ona teslim etmişti. Bâtınî onu kendi tarafına çekti ,bunun üzerine memlûk efendisinin
yakalanıp tevkif edilmesini ve kalenin onlara teslimini kabul etti. Sonunda dizdarı
Yine İsfahan’a beş fersenk152(15 km.) uzaklıkta bulunan Hâlincân kalesi de
Bâtınîler tarafından aynı şekilde alınmıştır. Bu kalenin sahibi Müeyyidülmülk b.
Nizamü’l-Mülk’tür. Daha sonra Çavlı Sakavu’ ya geçmiştir. Çavlı buraya Türk asıllı
birini tayin etmiştir. Bâtınî olan bir marangoz onunla arkadaş olup, güzel hediyeler
takdim etmiş ve onun yanından ayrılmamıştır. Sonunda o da bu Bâtınîye güven
duyup, kalenin anahtarlarını ona teslim etmiş ve Türk asıllı kale muhafızı ile
adamlarına bir ziyafet vermiştir. Bu ziyafet sırasında bunlara içki içirip sarhoş eder.
Bu arada İbn Attaş’ı çağırır o da adamlarından bir zümreyle gelir ve Bâtınî
marangoz kaleyi onlara teslim eder. İbn Attaş ile adamları da Türk muhafız hariç
kaledekileri öldürürler. Türk muhafız ise kaçtığı için kurtulmuştur153.
Alamut kalesi de bu şekilde entrika ile alınmıştır. Orada da önce güven
kazanılmış kaleye sızılmış ve orada bir süre yaşadıktan sonra kale ele geçirilmiştir.
Şahdiz kalesi de hile ile alınmıştır. Aksarayi’nin rivayetine göre Hasan Sabbah
etrafa propagandacılar yollarken Abdü’l –Melik Attaş’ı İsfahan’a göndermiş, orada
çok sayıda insanı o sapık mezhebin öğretisiyle yoldan çıkarmış, oradan Şahdiz’e
gitmiş ve Hakan’ı atlatarak kaleyi ele geçirmiştir154.
Üstünâvend kalesi ise Rey ile Alamut şehirleri arasındadır ve Sultan
Melikşah’ın ölümünden sonra ele geçirilmiştir. Kale hakimi oradan indirilmiş ve
152 Fersenk ölçü birimidir ve bir fersenk 3 km’dir. 153 İbnü’l-Esir, a.g.e., s..262. 154 Kerimüddin Mahmud-i Aksarayi, Müsâmeretü’l –Ahbar, Çrv.Mürsel Öztürk, Ankara,
2000, s.16-17.
67
kale elinden alınmıştır155. Erdeh kalesi ise El Hasan b. Es Sabbah’ın kız kardeşinin
oğlu tarafından entrika ile ele geçirlmiştir. Hasan Sabbah ve adamları kendilerini
çok iyi yetiştirip zekalarını kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalışmışlardır yani
mevcut düzen Büyük Selçuklu Devleti iken onu yıkmanın en iyi yönteminin bu
olacağını düşünülmüşlerdir.
Daha sonraki dönemlerde Girdkuh kalesi yine çeşitli yollarla alınmıştır. İbn
Attaş aracılığıyla Bâtınîliği kabul etmiş olan Damgan yöneticisi Muzaffer adlı bir
emir Bâtınîlere yardım etmiştir. Muzaffer kendisine dürüst bir emir süsü vererek
amiri bulunan Selçuklu emiri sultandan onun adına Girdkuh kalesini istemeyi ve
kendisini oraya kale komutanı olarak tayin etmesini sağlamış ve daha sonra emirle
uzlaşarak kaleyi tamir ve tahkim ettirip içini değerli eşya ve erzakla doldurup, bütün
hazırlıkları biter bitmez hemen Bâtınî olduğunu açıklamış ve tam kırk yıl 156kaleyi
Muzaffer yönetmiştir. Bu kale Bâtınîler açısından olarak çok önemli stratejik bir
bölgededir. Cüveyni bu hususta “H.505(/M.1164 tarihinde Reis Muzaffer küfür ve
sapıklık yuvası olan Alamut’a kurulmuş olan ve islami kurallara uymayan minberin
aynısını kurdu. Sonra minbere çıkıp ona gönderilmiş olan hutbenin ve nutkun
metnini okudu” 157 demektedir.
Şahdiz kalesi de Bâtınî dâîleri tarafından büyük bir cesaret örneği
gösterilerek ve yine savaşmadan ele geçirilmiştir. Bu kale o dönemde Selçuklu
155 İbnü’l-Esir, a.g.e , s.262. 156 Hace Reşiddin Fazullah Tabib Hemedani, a.g.e., s.32. 157 Alaaddin Ala Melik Cuveyni, a.g.e., s.553. Reis Muzaffer’in kaleye yerleşmesi ile
Hasan Sabbah’ın halefi II.Hasan’nın mücadelesi kolaylaşmış ve işleri yolunda gitmiştir.
68
Sultanı Muhammed Tapar’ın malikanesi durumundadır. Kale İsafahan şehrinin
yakınında bir tepe üzerinde kurulmuştur. İbn Attaş bir süre Şahdiz kalesinde yaşamış
ancak şiilikle şuçlanarak firara mecbur edilmiştir. Halk ayaklanıp Bâtınîleri katl
etmişlerdir. Abdülmelik ibn Attaş’ın oğlu Ahmed İsmâilî faaliyetlerine yeniden hız
kazandırmış ve babasının kaçışı sırasında onun dinî konulardaki fikirlerini
paylaşmadığı düşünülmüş ve kalede kalmasına izin verilirken, o gizli gizli Bâtınî
davası için çalışmıştır . Bir rivayete göre Ahmet kale kumandanının gözüne girmiş
,onun sağ kolu olmuş ve kumandan öldükten sonra onun yerine geçmiştir
denilmektedir.
Lamasar kalesine ise Hasan Sabbah, Alamut’un Rudbar bölgesinde bulunan
ve o sırada henüz daveti kabul etmemiş olan Lamasar kalesi halkına Bâtınîlerden
bazıları ile Kiya Buzurg Ümid’i göndermiştir. O ve adamları kimseye görünmeden
h.495/m.1102 gecesi kaleyi basıp oranın halkını öldürmüşlerdir. Kiya Buzurg Ümid
kalede tam yirmi yıl hüküm sürmüştür. Hasan Sabbah onu birkaç kez geri çağırmışsa
da kaleden aşağı hiç inmemiştir .
Bâtınîler propaganda süresince kasabaları, köyleri tahrip edip, Bâtınî
olmayan halkı öldürmüş, diğer taraftan müsait bölgelerde yeni kaleler yaptırmıştır.
Rudbar ve Meymundiz adlı müstahkem kaleler yeni inşa edilmiş kalelerdendir. Bu
kaleler gibi başka kalelerde inşa etmişlerdir. Alamut kalesi merkez olmak üzere
büyüklü küçüklü sayıları elli kadar kaleyi158zapt etmişler ve çok iyi bir şekilde
158 Yuvalı, Abdülkadir, “Selçuklular Zamanında Bâtınî Faaliyetleri”, Sosyal Bilimler (Fırat
Üniversitesi Dergisi), 1989, C. 3, Sayı 2, s.293.
69
teşkilatlanmışlardır. Errecanlı kundura ustası Ebu Hazma sayesinde Errecan’ın iki
kilometre uzaklığında kurulmuş olan iki müstahkem kaleyi de ele geçirmiş ve yeni
faaliyet merkezi yapmışlardır. Bâtınî faaliyetleri bu kalelerden de sürdürülmüştür.
Hasan Sabah’ın Büyük Selçuklu İmparatorluğunu yıkmak için düşündüğü
en iyi strateji, kaleleri ele geçirmesidir. Önemli kaleleri ele geçirdikten sonra o
bölgelere yerleşmiş Reis Muzaffer, Kıya Bozorg Ümid , İbn Attaş gibi
merkezlerdeki adamlardan desteğini alıp yoluna devam etmesi de önemli bir
taktiktir. Ancak zaman zaman ona ihanet edenler de olmuştur. Hasan Sabbah
teşkilatlanmasını sürdürdüğü bir dönemde Alamut kalesinde bulunan Zeyd Hasani
isminde biri gizli gizli kendi adına davette bulunmuştur. Amacı Hasan Sabbah’ı
devirmektir. Ancak kısa süre içinde bu durumu anlayan Hasan Sabbah onu
öldürtmüştür.
IV-Hasan Sabbah’ın Büyük Selçuklular’la Mücadelesi
Hasan Sabbah’ın liderliğinde iyi bir şekilde teşkilatlanan ve yayılmacı
politika izleyen Bâtınîler giderek geniş alanlara yayılmışlar ve faaliyetlerini ciddi
bir şekilde sürdürmüşlerdir. Büyük Selçuklu İmpatorluğu’nun en geniş ve en şaşalı
döneminde Bâtınîler kısa sürede Selçuklu topraklarında yayılmaya başlamış ve
durum giderek ciddileşmiş ve geniş alanlara fetihler düzenleyen Melikşah’ın artık
dikkatini çekmeye başlamışlardır159. Bu dönemde Bâtınîlerin işgal edip kapandıkları
ilk yer Kayin yakınındaki bir şehirdir. Şehir reisi Bâtınî mezhebine mensuptur. Onun
yanında toplanıp güçlenmişlerdir. Kirman’da ,Kayin’e giden bir kafile oradan
159 İbnü’l-Esir, a.g.e, s.259.
70
geçerken şehrin reisi , adamları ve Bâtınîlerle birlikte onların üzerine saldırıp
öldürmüşlerdir. Bir Türkmen hariç hepsi ölmüştür. Halk ve Kadı el-Kirmani ile
Bâtınîlere karşı koymaya çalışmışlarsa da başarılı olamamışlardır.
Büyük Selçuklu tarafında ise Melikşah Bâtınîler ile mücadele etmeyi veziri
Nizâmü’l-Mülk’e bırakmıştır.Ancak Nizâmü’l-Mülk’ün ölümü ile birlikte Bâtınîler
büyük Selçuklu topraklarında yayılmış ve güçlenmişlerdir. İmparatorluğun o
dönemde ilgilenmek zorunda olduğu en önemli meselelerden biri Bâtınîler olmuştur.
Ancak Sultan Melikşah önceleri askeri mücadeleye pek gerek duymasada, sonraları
olayın ciddiyetinini kavrayarak onlarla mücadeleyi bir devlet politikası haline
getirmiştir160.
I) Bâtınîlerin Selçuklu Saldırılarına Karşı Alamut Kalesindeki Savunması
Bâtınîler Alamut kalesini ele geçirdikten sonra Selçuklu saldırıları ile
uğraşmışlardır. Sultan Melikşah, Yoruntaş ,Kızılsarıg, Kotlaş gibi kumandanları
mücadele için o bölgeye sevk etmiştir161 .Ancak bu durum çok fazla devam
edememiş, devletin en güçlü dönemi beklide bu dönem (h.464-498/m.1072-1092)
olmasına rağmen Bâtınîler bu dönemde gizlice faaliyetlerini sürdürmüş ve merkezi
otoriteyi sarmışlardır. Yoruntaş Alamut’u h.498/m.1092’de kuşatarak zaman zaman
Bâtınîleri zor durumda bırakmıştır, ancak onlar büyük bir sabır ve güçle bu
saldırılara dayanmışlardır. Öyle ki Yoruntaş’ın muhasarayı şiddetlendirmesi ve
kalede erzakın bitmesi üzerine Bâtınîler burayı terk etmeye niyetlenmişken, Hasan
160 Yaşar Bedirhan, a.g.e, s. 205. 161 İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, Ankara, 1997, s.70.
71
Sabbâh’ın , İmam’dan yani Halife Mustansır’ dan orayı terk etmemeleri ve yakında
başarıya ulaşacakları konusunda emir aldığını söylemesi üzerine kaledekilerin
mukavemen gücü yeniden artmıştır. Bu arada Emir Yoruntaş’ın vefat etmesi ile
Bâtınîlerin maneviyatı artmış ve bu olayı da Hasan Sabbah’ın kerametine
bağlamışlardır. Gerçekten de emirin ölümünden sonra kuşatma kaldırılmış ve
Bâtınîler büyük bir tehlikeden kurtulmuştur162. Bu olay Tarih-i Cihanguşa ‘da şöyle
anlatılmaktadır:“Sultan Melişah’ın emirleri arasında Yoruntaş adında Alamut
toprağının yönetimini kendisine verilmiş bir emir vardı. Bu emir sık sık Alamut
eteklerine saldırırdı .Hasan-ı Sabbah’ın davetini kabul etmiş ve ona bağlanmış
olanları öldürür, mallarını yağma ederdi.O saldırılar sırasında Alamut’ ta yeterli
erzak biriktirilmediğinden ora sakinlerinin çoğu sıkıntıya düştü. Kaleyi birkaç
süvariye bırakıp göç etmeye niyetlendi. Onun üzerine Hasan Sabbah imamdan yani
Mustansır’dan orayı terk etmemeleri yakında başarıya ulaşacakları konusunda emir
aldıklarını söyledi. Bu süslü yalan halka büyük bir dayanma gücü verdi ve onların
Alamut’ta kalmalarına sebep oldu. Ondan sonra oraya Bedel-i İkbal adını verdi”163.
Emir Yoruntaş’ ın ölümünden sonra rahatlayan Bâtınîler tam nefes almışken,
Melikşah Bâtınîlerle mücadele etmesi için Emir Altuntaş ile Emir Koltaş’ı
görevlendirmiştir. Emir Altuntaş Alamut’u kuşatmış ,Emir Kotlaş ise Kuhistan’da
bulunan Hüseyin Kâini’yi sıkıştırmıştı. Ancak Bâtınîler gece yaptıkları bir baskınla
h.498/m.1092’de Emir Altuntaş’ı yenip , geri çekilmeye mecbur ettmişlerdir.
162Alaaddin Ata Melik Cuveyni, a.g.e., s 120. 163 Alaaddin Ata Melik Cuveyni, a.g.e., s.540.
72
Daha sonra Alamut’ ta güçlenen Hasan Sabbah farklı bölgelere yayılmaya
başlamış, özellikle de en iyi bölgelerden biri İran Afganistan sınırındaki Kuhistan’a
çok kolay yerleşmiştir. Kuhistan Rudbar bölgesinden sonra Bâtınîlerin
faaliyetlerini sürdürdüğü en önemli yerlerden biridir.164Bu bölge halkı zerdüşlüğün
etkisini üstünden tam atamamış ve müslümanlığı tam benimseyememiş bir yerdir. Bu
nedenle Hasan Sabbah önemli dailerinden Hüseyin Kâinî’yi bu bölgeye göndermiş
ve teşkilatlanmasına orada da devam ettirmiştir. Hüseyin Kâini aynı zamanda
Kuhistanlı olması dolayısıyla buradaki çalışmaların kısa sürede başarılı olmasına
neden olmuştur. Kuhistan halkı teşkilatlanma sonucunda artık Selçukluları değil,
Bâtınîleri benimsemiştir. Bâtınîler çok kısa sürede Kain , Zevzen, Tûn Tabes ve
diğer önemli bölgelere de yayılıp güçlenmişlerdir. Bu olaylar Selçukluları ciddi bir
şekilde sarsmaya başlamıştır. Bâtınîler ise Selçuklu sınırları içinde artık bir bakıma
küçük bir Bâtınî devleti kurmuşlardır denilebilir.
Zaman içinde çıkan olaylar sonucunda Hasan Sabbah’ın ve Bâtınîlerin
etkisini Selçuklu topraklarında bariz bir şekilde fark edilmektedir. Hatta gelişen
olaylar silsilesi içinde Sultan Melikşah’ın Bâtınîlere karşı tepkisi artmaya başlamış
ve bunu açık bir şekilde göstermiş hatta sözle de ifade etmiştir. Veziri Ziyaü’l-Mülk
Ebû Nasr Ahmed bin Nizâmü’l-Mülk’ün vezirliği zamanında hazinede çalışan, aynı
zamanda hazinenin kethûdalığını da yapan Zeki adlı bir muhasebeci Sultan
Bağdat’a gittiğinde Bağdat pazarında suikasta kurban gitmiştir. Katil o an
yakalanmış ve öldürülmüştir. Ancak Zeki’nin ne için öldürüldüğü bilinmemektedir.
Daha sonra olayı çözmek için sultanı Bâtınî’yi Bâtınîden başkası bilmez fikriyle
164 Farhat Daftary, A Short History of İsmâilîs, s. 127.
73
korkudan gizlenmiş ve bir köşeye sinmiş bir Bâtınî’nin yerini buldurmuştur. Bu
olaydan sonra Sultan “Bâtınîler konusu açıldığında ,onlar kalelerindedirler, mahalli
orasıdır. Biz oraya gideceğiz ve dibinden koparacağız”165 diyerek sözle de tepkisini
dile getirmiştir.
Bâtınîlerin daha sonraki savunması Kızıl Sarıg’a karşı olmuştur. Sultan Melikşah
Kızıl Sarıg166 isimli Selçuklu kumandanını Kuhistan bölgesinde Bâtınîlerle
mücadele etmesi için gönderirken, o bölgeyi yeniden ele geçirmeyi istemiştir.
Arslantaş isimli kumandanı da Hasan Sabbah ve da’ilerini yok etmek için
görevlendirip Bâtınî sorununu çözmeye çalışmış hatta bu şekilde davranarak
Bâtınîleri iki taraftan saldırıp sorunu kökten temizlemeyi amaçlamıştır. Arslantaş
h.485/m.1092’de Temmuz-Haziran aylarında Alamut Kalesini kuşatmıştır. O sıralar
Hasan Sabbah kalede çok az adamıyla kalede yetmiş adamıyla
bulunuyordu.Arslantaş ve askerlerine karşı kaleyi savunamamış ve bir şekilde
Kazvin’ de bulunan dâisi Dihdar Ebû Ali’ye ulaşmış ve yardım istemiştir. Bu
yardım üzerine Kazvin ,Kuh-i Bara ve Talikan ,Rey gibi bölgelerdeki Dihtar Ebu
Ali Ardestanî Alamut’a Hasan Sabbah’a üç yüz adam göndermiş 167 ve Arslantaş’ın
ordusunu bozguna uğratmışlardır. Bu Selçuklu kuvvetlerinin ilk bozgunudur. Bu
durum üzerine Melikşah bir kez daha olayın ciddiyetini kavramış ve daha ciddi
önlemler almak için girişimlerde bulunmuştur. Diğer taraftan Komutan Kızıl Sarıg
Kûhistan tarafındaki Bâtınîleri uzaklaştırma faaliyetlerini uygularken Melikşah vefat
165 El-Bundari, a.g.e., s. 101. 166 Tarihi Cihanguşa’da Gızıl Sarıg olarak geçmektedir. Marshall G.S., Hodgson, The Order
of Assasıns, Gravenhage,1955,s.74. 167 Hamdullah Müstevfi Kazvini, a.g.e. , s. 519.
74
etmiştir. Rivayetlere göre “Sultan Melikşah zehirlenerek ölmüştür”denilmektedir.
Bu zehirlenme olayında halife intikam almak isteyen Nizâmü’l-Mülk taraftarları ve
Terken Hatun şüphe altındadır 168. Terken Hatun’un Bâtınîlerle işbirliği yaptığından
da bahsedilmektedir. Ancak Kaynaklarda Melikşah’ ın ölüm tarihi ile ilgilide bir
karışıklık vardır169. Sultanın ölümü Nizâmü’l-Mülk’ün ölümünden hemen sonraki
zaman dilimi içindedir. Aynı zamanda Nizâmü’l-Mülk’ün Bâtınîler tarafından
katlinden birkaç ay sonra Melikşah’ın ölümüyle Sultan’ın zorlukla denetimde tuttuğu
merkez yönetimi dağınıklık yaşayarak öne çıkmıştır170. Çeşitli kaynaklarda
Melikşah’ın ölüm rivayetleri farklı olsa da özde Nizâmü’l-Mülk’ün hemen ardından
ölmesi şüphe uyandırmaktadır.Alamut kalesinin kuşatıldığı bir dönemde ve Bâtınîler
zor durumdayken hayatını kaybetmesi dikkat çekici bir husustur. Sonuç olarak
Bâtınîler Sultan Melikşah’ın mücadeleyi daha çok komutanlara havale etmesi,
sultanın daha geri planda kalmasıyla başarı elde etmişlerdir. Bâtınîler çoğunlukla
muhatap olarak komutanları ele almış ve onlara saldırılar ve sûikastlar 168 Erdoğan Merçil , “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi”, Genel Türk Tarihi , C.3,
Ankara, 2002, s.138. 169 Melikşah’ ın ölümü ile ilgili çeşitli kaynaklarda şu bilgilere rastlanmaktadır. O günlerde
Melikşah ile Halife arasında tatsızlık vardı ki bazı kötü düşünceli kişiler sultanın ölümünü
bu tatsızlığa atfettiler.,Ölü m tarihi kaynaklarda 1092 görülürken ay ve günler biraz
karışıktır. Mesela İbnü’l Esir ‘in El Kamil Fil Tarih’te de şu şekilde geçmektedir: Hastalığı
ateşli humma idi.(15 Şevval /18-19 Kasım1092).Cuma günü vefat etmiştir yazmaktadır.
Bundari’nin Tarih-i Silsile-i Selçuki adlı eserinde bu konu şu şekilde geçmektedir. Melikşah
ava çıktı.Şevval’in üçünde avdan geri döndü, av etinden yedi ve canından oldu. Şaban 16’da
öldü. Yine Müneccimbaşı Ahmet b. Lütfullah Câmiu’d –Düvel’de şu şekilde değinmiştir.
Sultan ava çıktı ve Şevval’ın 3 ‘ünde hasta olarak döndü.Yani 485 yılının Şevval ortasında
Cuma gecesi vefat etmiştir demiştir .Melikşah’ın vefatı Hasan Sabbah ve yandaşları için
önemli bir dönemdir. 170 Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş (Ortaçağ ve Erken Yeniçağ’da Avrasya ve
Orta doğuda Etnik Yapı ve Devlet Oluşumu), Ankara , 2002 , s. 32.
75
düzenlemişlerdir. Sultanın ölümünden sonra derlenip-toparlan Bâtınîler faaliyetlerine
hız vermişlerdir ancak halkın tepkisinden sonra orada tutunamamışlar ve Şahdiz
kalesinde toplanmışlardır.
Büyük Selçuklu tarafında ise Sultan Melikşah’ ın ölümü ile h.498/m.1092
Büyük Selçuklu İmparatorluğunun fetret dönemi (h. 498-511/m.1092-1118)
başlamıştır. Bunun başlıca sebebi bir kaç taht iddiacısının yer aldığı saltanat
mücadelesidir.171 Sultan Melikşah’ın ölümü üzerine patlak veren oğulları ve
kardeşleri arasındaki kanlı taht kavgaları bu İmparatorluğu çok sarmıştır. Karışık ve
buhranlı bir dönem olan fetret döneminde Muhammed Tapar ve Berkyaruk
arasında taht mücadeleleri devam etmiş ve bir süre yönetim boşluğu yaşanmıştır.
Bâtınîler ise bu durumu avantaja çevirmiştir ve taht mücadeleleri sırasında her iki
tarafın askerleri arasına Bâtınîler karışmıştır; bunun sonucu olarak her iki tarafta
birbirini Bâtınî olarak itham etmişlerdir. Arada suçsuz bir çok insan ölmüştür. Hatta
Bağdat’taki bir Nizamiye Medresesi müderrisi Bâtınî olmakla suçlanmıştır. Ve
Halife sayesinde öldürülmekten kurtulmuştur Bu boşluktan yararlanan Bâtınîler
geniş bölgelere yayılmış ve kaleler ele geçirmiş ya da inşa etmişlerdir. Bu kaleler
arasında Rudbar, Zozan ve Tune’yi ele geçirmişlerdir172. Bâtınîler Büyük Selçuklu
İmparatorluğu’nun önemli yerlerinde adamlarını yerleştirmiş ve bunlar sayesinde
Selçuklu topraklarında daha da yayılmayı başarmışlardır. Bunlara bir çeşit casus
görevi verilmiştir. Saltanatta gerçekleşmemiş ve gerçekleşecek tüm olaylardan
Hasan Sabbah’ın haberi olmaktadır ve suikastlarını da bu casuslar aracılığı ile
171 Erdoğan Merçil, ”Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi,” Türkler, İ. Ü. E. F., C. 4, S.24,
s.619. 172 İsmail Kaygusuz, a.g.e., s. 21.
76
başarıya ulaştırmışlardır. Bir tarafta taht mücadeleleri bir taraftan hızla yayılan Bâtınî
propandacıları Büyük Selçuklu İmparatorluğunu zora sokmuştur. Aynı zamanda
Haçlı seferleri de dağınık bir şekilde meliklerin elinde yönetilen Selçuklu
hükümetini çok yıpratmıştır. İslam dünyasında şii-sunnî çatışması yaşanırken, batıda
Papalar, kutsal toprakların “kafirler”olarak nitelendirdikleri Müslümanların elinden
alınması için girişimlerde bulunmuşlardır.Bu seferler ekonomik hayatın canlanmasını
sağlamış, doğunun zenginliklerini batıya taşımıştır. Haçlılar için ilk amaç Kudüs’ü
Müslümanların elinden kurtarmak amaç olmuştur. Elbiselerine haç diktiren ,
mallarını ve sevdiklerini papalığın himayesine veren Haçlılar yemin ederek seferleri
başlatmışlardır. İslam dünyasındaki karışıklıktan yararlanan, sünni, şii çatışması
sürerken, Büyük Selçuklu İmparatorluğunun giderek karışmasından cesaret alan
Haçlılar ilk seferlerini h.488/m.1095’de gerçekleştirmişlerdir. O dönemde Kudüs
Fatımîlerin yönetimindeydi. Kısa süren kuşatmanın ardından Fatımîlerin elinden
Kudüs ‘ü almışlar ve Latin Krallığını kurmuşlardır. Haçlı seferleri h.668/m.1270’de
kadar sürmüştür ve Büyük Selçuklu İmparatorluğunu çok fazla meşgul etmiştir.
Bâtınîlerin rahatlıkla ilerleme nedenlerinden biri de bu seferler olmuştur. Bu
karışıklık içinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu dağılma süreci içine girmiş hatta ne
Bâtınîler’e, nede Haçlılara karşı güçlü bir savunma yapamamıştır.
Melikşah’ın ardından Selçuklu tahtına Beryaruk (h. 485-498/m.1092-1104)
oturmuştur. Bâtınîler Berkyaruk döneminde faaliyetlerini çok sistemli bir şekilde
sürdürmüşler sayılarını çoğaltmış ve kuvvetlerini arttırmışlardır. Melikşah’ın
ölümünden sonra daha önce de belirttildiği gibi taht kavgaları başlamış, bunun yanı
sıra Haçlılarta İslam topraklarına girmişlerdir. Bu durumu fırsat bilen Bâtınîler
77
İslam dünyasına tamamıyla yayılmayı planlamışlardır. Bu olaylar silsilesi içinde
Berkyaruk Bâtınîler ile çok fazla ilgilenememiş, hatta istemeyerek de olsa onlara göz
yummuştur Berkyaruk’un saltanatı boyunca Alamut İsmâilîliği Selçuklu
topraklarında aktif idiler ve başarılı bir şekilde büyümüşlerdir 173. Bâtınîler bu
dönemde de diğer dönemlerdeki gibi bir taraftan da’iler aracılığıyla cahil halkı
etkileri altına alırlarken, diğer taraftan fedâîler aracılığıyla kendi inançlarına karşı
gelen yada benimsemeyenleri hançerle öldürme yolunu seçmişlerdir. Hatta
Berkyaruk’a bile Bâtınî düşmanı birini vezir tayin ettiği için saldırıda
bulunmuşlardır. H.488/ m.1095‘de meydana gelen bu olayda Sicistan’lı biri Sultan
Berkyaruk’a hücum edip pazısından yaralamıştır. Suikastı tertip eden şahıs sorguya
çekilince kimin emriyle suikast düzenledikleri sorulduğunda cevap vermek
istememişler. “Birisi filin ayakları altına atılacağını duyduktan sonra açıklama
yapacağını belirttiyse de arkadaşı ona : Nasıl olsa öldürüleceğiz Bari sırlarımızı ifşa
edip de Sicistan halkına kötülük etme ; deyince o da inat edip söylemedi ve her ikisi
de öldürüldü”174. Bâtınîler Berkyaruk ordusuna girmiş ve hatta giderek sayıları
artmıştır. Ancak orduya rahatça girmelerinin nedeni biraz da Sultan Berkyaruk’un
kardeşi karşısında zafer kazanıp onu mağlup etmesi ve Müeyyidülmülk’ü
öldürmesidir. Orduya sızan bu kişiler askerler arasına iyice girmiş bir çoğunu
aldatmışlar ve kendi mezheplerine kazanmışlardır. Sayıları iyice artan Bâtınîler
kendi görüşlerini benimsemeyen askerleri ölümle tehdit etmişlerdir. Bu dönemde
173 Farhad Daftary , Mediaeval İsma’ili History anda Thought, USA, 1996, s.206. 174 Abdülkerim Özaydın, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi(485-496/1092-1104)
,İstanbul, 2001, s.85. Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi (Siyasî ,Dinî Kültürel ,Sosyal ), C.
4/5 İstanbul,1986, s.57,. Muhamed b. Ali b. Süleyman er-Ravendi, Râhat-üs Sudûr ve Âyet-
Üs-Sürûr, Çrv.Ahmet Ateş, Cilt , Ankara, 1957, s.142, 140.
78
Bâtınîlere karşı olan komutanlar ve vezirler evlerinden dışarı zırh giymeden yada
koruma almadan çıkmaya cesaret edememişler hatta Bâtınîler merkezî çöküşün
yaşandığı bu süreç içinde geniş yerlere yayılmışlar ve dönemin önemli siyasî
kişilerini ve komutanlarını, vezirlerini, emirlerini öldürmüşlerdir. Aslında
komutanların ve vezirlerin zırh giyerek evden çıkmaları ve sultanın önüne bile
çıkarken koruma almaları onların içinde bulunduğu zor duruma önemli bir örnektir.
Bu durumdan rahatsız olan emirler Sultan Berkyaruk’a Bâtınîlerin durumu telafisi
imkansız bir hâle gelmeden önce onları öldürmesini tavsiye etmişlerdir 175.
Daha sonraları Sultan Berkyaruk Bâtınîleri tamamıyla ortadan kaldırmak için
onlara önemli saldırılarda bulunmuştur. Selçuklu halkı ise sultanın yani
Berkyaruk’un da Bâtınî olduğundan bahsetmektedir. Kaynaklarda Berkyaruk’un
hem Bâtınîler hem de halk tarafından baskı gördüğü ifade edilmektedir. Bâtınî
sorunu yüzünden arada kalan sultan Berkyaruk iki tarafa da yaranamamıştır.
Berkyaruk‘un Bâtınî olup olmadığı hususunda bir çok kaynakta farklı bilgiler
bulunmaktadır. bu nedenle bu konu tartışmalıdır. Rivayetlere göre Berkyaruk
kardeşiyle savaşırken ordusuna 5000 Bâtınî’yi almıştır denilmektedir. Yine çeşitli
kaynaklarda geçen rivayete göre Bâtınî sorununun ciddiyetini anlayan devlet
adamları Sultan Berkyaruk’a şunları söylemiştir:“Bu Bâtınîlerin başını şimdi
ezmezsek, sonra onların hakkında gelemez ve zararı telafi edemeyiz.Kaldı ki halk
sizi Bâtınî olmakla itham ettiği gibi Muhammed Tapar’ın adamları ve askerleri de
savaşlarda bize Bâtınîler diye bağırıyorlar”176 demişlerdir. Bunun üzerine
saçmışlardır193. Bir hafta bekletildikten sonra Sultan’ın emriyle şehrin her tarafında
teşhir edilip derisi yüzüldü,fakat ölünceye kadar metanetini kaybetmedi. Sonra
derisine saman doldurdu. Kafaları Bağdat’a gönderildi.,karısı da kendini kaleden
aşağı kendinî atıp intihar etti 194. Bu olaylar çerçevesinde Şahdiz Kalesinde esir
alınan tüm Bâtınîler kılıçtan geçirilerek öldürülmüşlerdir. Bu olayla birlikte
Bâtınîlerin İsfahan bölgesindeki faaliyetleri sona ermiş oluyordu. Muhammed Tapar
Şahdiz kalesi kuşatması sırasında Kalincen (Khanlanjan) kalesini de yıktırmış
oradaki Bâtınîleri de öldürtmüştür.
Muhammed Tapar’ın bunu yaparken amacı Sünni şii çatışması içinde Sünnileri
bunların zulmünden kurtarmak ve saltanatı da bu tehditten korumaktı. İsfahan’da
halk Bâtınîlere karşı ayaklanıp bu olaylar gerçekleşinceye kadar, Bâtınîler çok süratli
bir şekilde Büyük Selçuklu şehirlerinde yayılmış bulunuyorlardı. Bâtınîler bu halkın
direnmesi ve ardı arında yapılan Selçuklu saldırılarına karşı biraz
yıpranmışlardır.Hatta sadece İsafahan’da değil diğer Büyük Selçuklu şehirlerinde
de İsfahan’da halkın gerçekleştirdiği olaylara benzer olaylara rastlanmıştır ve bu
olaylar Bâtınîler zor durum içine sürüklemişlerdir. Bâtınîlerin aksine bu olaylar
sonunda İslam dünyasında büyük bir sevinç yaşanmıştır. Sultan’ın tuğrasını taşıyan
uzun bir fetihname her tarafa gönderilerek minberlerde okutulmuş ve halka ilan
193 Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendi, Râhat-Üs –Sudûr ve Âyet –Üs-Sürûr,
Çev.Ahmet Ateş, C.11, Ankara,1957,s.153 194 İbnü’l-Esir, a.g.e., s.348, Teyfik Ebuziya, Hasan b. Sabbah, Ankara, 1299, s.23. Hace
Reşidalladdin Fazullah Hemedani, a.g.e., s. 144,Farhat Daftary, A Short Histrory of İslam,
Traditions of a Muslim Community, Edinburg, 1999, s. 153.
89
edilmiştir 195. Bu durum Bâtınîler artık hem halk hemde yönetime karşı bir
savunma içine girdiğini gösterirken aynı zamanda halkında onlardan aslında ne
kadar yıldığını ve onlardan kurtulmak istediğini göstermektedir. El–Hüseyni, Şahdiz
kalesinin fethine ilişkin şunları söylemiştir: “Sultan Muhammed Tapar beş yüz
tarihinde İsfahan’a yakın olan Şah-diz kalesini kılıcı ile aldı,ki bu kal’a ahalinin
gözünde bir diken ve boğazında bir kemik gibi idi. Bu kal’ada bir çok Bâtınî
öldürülmüş idi. Attaş el-Bâtınî demekle maruf olan Ahmed bin Abdülmelik ismindeki
zat da burada açlık ile öldürülmüştür. O pek şiddetli bir adam idi. Nerede kudret ve
kuvvet sahibi bir emir ve nerede mevki ve şöhret sahibi bir alim işitse derhal onu
mahvetmek için birini gönderir hakkından gelirdi. Sultan Gıyaseddin Muhammed
Taber Bâtınîlerin pek amansız düşmanı idi. Onlara karşı davette çok ileri
girderdi”196.
Bu cümlelerden de anlaşılacağı gibi Bâtınîler Muhammed Tapar ile çok ciddi
mücadeler içine girmiştir ve Selçuklu sultanları arasında Bâtınîlere karşı sistemli
mücadele eden ve karşılığını alan tek sultandır. Muhammed Tapar muhtemelen
Şahdiz’i ele geçirdikten sonra hemen sonra Errencan’daki İsmâilî kalelerini de Fars
Atabeyi Fahreddin Çavlı’ya yıktırmıştır. Bu olaylardan sonra zor durumda kalan
Bâtınîler, Fars ve Huzistan sınırındaki faaliyetlerini de neredeyse
sonlandırmışlardır197.
195 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk –İslam Tarihi, Türk Kültürü Araştırma
Merkezi, Ankara, 1965, s. 229. 196 Şadruddin Ebu’l –Hasan Ali Bin Nâsır İbn Ali El- Hüseyni, a.g.e., s.55. 197 Farhad Daftray , İsmâilîler.., s.423.
90
4) Alamut’a Karşı İkinci Seçuklu Saldırısı
Şahdizden sonra Bâtınîler Alamut Kalesinde yeniden savunma içine
girmişlerdir. Muhammed Tapar Şahdiz’den sonra Alamut’a yeni bir sefer
düzenlemiştir. Yeni veziri Ahmet b. Nizamü’l –Mülk ve Emir Çavlı komutasındaki
orduyu h.503/ m.1109198 de Hasan-ı Sabbah üzerine göndermiş, Ahmed b. Nizamü’l
Mülk Alamut ve Üstavend’i kuşatmış ve bir çok Bâtınî’yi öldürmüştür. Ancak kışın
gelmesi ve soğuk havanın etkisi ile geri çekilmiştir. Böylece Bâtınîler birkez daha
Alamut’tu yapılan seferden kurtulmuştur. Sultan ile Bağdat’a dönen veziri ise birkaç
Bâtınî tarafından hançerle yaralanmıştır. Onu yaralayan Bâtınîler yakalanarak
cezalandırılmıştır. Bu olaydan sonra veziri Ziyaü’l-Mülk Ahmed’i görevinden
uzaklaştırarak yerine Hatır Muhammed bin Hüseyin’i h.504-5/ m.1110-11 atamıştır.
Neticede, Muhammed Tapar h.503/m.1110 Alamut seferinde kış nedeniyle
başarısız olmuştur. Ancak Hasan Sabbah Alamut merkezli faaliyetlerini hiç
durdurmamış, hatta halka zulüm etmeye, öldürmeye ve davasını sürdürmeye devam
etmiştir. Sultan Muhammed Tapar ise h.505/m.1111 tarihinde Abe ve Save hakimi
Atabeg Emiri Anuştekin Şirgirî savaş için göndermiştir. Emir Anuştekin Şirgir
Bâtınîlerin elinde bulunan kalelerden bazılarını almış ve Kela kalesi h.505 /m.1111
‘de ele geçirilmiştir. Kale hakimi Ali b. Musa ve yanındaki Bâtınîlerin Alamut’a
gitmesine izin verilmiştir. Emir Anuştekin Şirgir daha sonra Kazvin civarındaki Bire
kalesini zabt ederek buradaki Bâtınîleri de Alamut kalesine göndermiştir. Emir
Anuştekin Şirgir ise Rudbar’da ki ekinleride tahrip etmiştir.Önemli kalelerini tek
198 El–Hüseyni bu tarihi Ahbâr Üd-Devlet İs-Selçukıyye adlı eserinde 501 (1108) olarak
göstermektedir, s.69.
91
tek elden çıkarmak zorunda kalan Bâtınîler’e Muhammed Tapar Alamut’ta ikinci
bir sefer daha düzenlemiştir. Bu sefer için veziri Emir Anuştekin Şirgir’i
görevlendirmiştir. O dönemin ünlü kumandanlarından Karaca, Gündoğdu ,Bozan , İl-
Kavşut’u Emir’i de vezirin emrine vermiştir. Kale kuşatmaya alınmıştır. Kuşatma
uzun sürdürdüğü için kalenin önüne barakalar yapılmış, birkaç aylık nöbetler ve
gruplar halinde kuşatma devam etmiştir. Kaledeki Bâtınîlerin yiyecekleri bitmiş ve
içerdekiler zor durumda kalmıştır. Bâtınîler çocuk ve kadınların emniyetli bir
şekilde dışarı çıkıp gitmeleri için izin istemiş ancak Emir Anuştekin Şirgir bunu
kabul etmemiştir. Kuşatma yaklaşık dokuz ay sürmüştür (h.11Rebiülevvel 511 /m.
13 Temmuz 1117/ Mart 1118)199. Bu sırada Muhammed Tapar Atabeg Anuştegin
Şirgir’i ordulara komutan tayin ederek ona kaleleri kuşatma emri verdi. O da sefer
ayının birinci günü h.511/m.1117 Lammasar’ı 12 Rebuyülevvel’de (13 Temmuz )
Alamut’u kuşatarak mancınıkları harekete geçirdi. Şiddetli savaşlar başladı.200.
Ancak Bâtınîler tam sıkışmış bir durumda ve artık teslim olmak üzere iken
Muhammed Tapar’ın ölüm haberi gelmiştir. Bu haber üzerine kuşatmayı kaldırma
kararı alan Selçuklular’ın askerleri de dağılmıştır. Sefalet içinde kalan Bâtınîler ise
199 Carole Hillenbrand, “The Power Struggle Between the Saljugs and The İsmai’is of
Alamut,487-518/094-1124: The Saljug Persoective”, Mediaeval İsam’ili History anda
Thouht, Haz. Farhat Daftary, Cambridge University Pres, 1996, Newyork, USA, s.210 200 Ata Melik Cüveyni, a.g.e., s.546.
Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendi, Râhat-Üs –Sudûr ve Âyet –Üs-Sürûr,
Çev.Ahmet Ateş, Cilt1, TTK, Ankara 1957, s.158, Marshall G.S. Hodgson, The Order of
Assasıns, 1955, Gravenhage, s.97.
İmam Zahuriddin Nişaburi, a.g.e., ,s. 42; Hamdullah Müstevfi Kazvini, a.g.e., s. 446,
Osman Turan, a.g.e., s. 171.
92
askerlerin bıraktıkları şeylere hücum etmişlerdir. Alamut kale halkı iki yüz binden
ziyade dinar kıymetinde esliha ve erzak nakletmişlerdir201.
Aslında Bâtınîler’in ciddi güç kaybı yaşadığı sırada yeniden toparlanması
Muhammed Tapar’ın oğlu Mahmut babasının ölümünden hemen sonra hükümdar
olması ile gerçekleşmiştir. Emir Şirgir Alamut kalesini almak üzereyken Mahmut
Şirgir’i istemiş, o da Alamut’tan dönmüş, sonra onu yakalatmış, kendisi ve oğlu
Ömer b. Şirgir’i öldürtmüştür202. Böylece Emir Şirgir’in ölümü ile de Alamut
kuşatması sonuçsuz kalmıştır. Bu olay Muhammed Tapar’ın oğlu Mahmut’un da
Bâtınî olduğuna dâîr şüpheler doğurmaktadır. Ancak Sultan Mahmud Bâtınî taraftarı
olan vezir Dergizinî’nin yönlendirmeleri sonucu Emir Şirgir ve oğlunu öldürtmüştür.
Sultan Mahmut ölünce vezir Dergizinî ve komutanlarının düşünceleri Rey ‘e gidip
oraya inmek ve sultan Sancar’in istediği kimseyi tayin etmesi için kendilerine
gelmeleri konusunda bir haber göndermekte birleşmiş ve bunun üzerine Rey’e
gitmişler ve orada kışlamışlardır. On beş ay kadar orada kalmışlardır. h.526 /m.1132
Sultan Sancar geri dönmüş, vezir ve Irak askerleri kendisini karşılamışlardır. Ondan
sonra vüsulunun ikinci gününde seher vakti Tuğrul gelmiş, askerler kendisini
karşılamışlardır. Vezir önünde yaya gitmiş fakat Tuğrul ona hiç aldırmamış ve
kendisine hiç hörmet göstermemiştir. Çünkü o Atabey Emir Şirgir ile oğlu Emir
Şerefü’d -devle Ömer’i öldürmüştü203.
201 El-Bundari, a.g.e., s. 11. 202 Şadruddin Ebu’l –Hasan Ali Bin Nâsır İbn Ali El- Hüseyni, a.g.e, s.57. 203 Şadruddin Ebu’l –Hasan Ali Bin Nâsır İbn Ali El- Hüseyni, a.g.e., s.70.
93
Bâtınîler Muhammed Tapar’ın Alamut’u defalarca kuşatmasına güçlü bir
şekilde cevap vermiştir. Bu nedenle de sultan girişimlerinin hiçbirini
sonuçlandıramamıştır. Bu konu hakkında Cüveyni şöyle demektedir: “Alp Arslan
oğlu Melikşah oğlu Muhammed tarafından 11 yıl içinde birkaç defa kuşatılmış
,kaledeki askerlerin erzakının azalmış olmasına rağmen o kaleleri ele
geçirememiştir”204. Muhammed Tapar, Alamut kalesini 5 yılda 7 kez kuşatmış205
ancak Bâtınîlerde hepsine büyük bir azimle direnmiştir. Aslında Sultan, Alamut
kalesinin direk olarak alınamayacağını anlayınca, yıpratma politikası gütmüştür. Bu
nedenle düzenli yapılan saldırılara Bâtınîleri zayıflatmaya çalışmıştır. Muhammed
Tapar’ın Bâtınîlere yaptığı seferlerin sayısı kaynaklarda değişiklik arz etmektedir.
Ancak şurası kesindir ki Muhammed Tapar ölümüne kadar onlara karşı düzenli ve
ardarda seferler yapmıştır ve Bâtınîler ise tümüne direnmiştir.
Sultan Muhammed Tapar h.511/m.1118 yılı Şubat ayında hastalanarak
ölmüş, ancak halk sultanın ölümü hakkında suikaste kurban gittiğine dâîr söylentiler
çıkarmıştır. Sultan bir şölen düzenleyip halka görünmüş ve bu söylentileri ortadan
kaldırmış ise de söylentiler daha sonra yine devam etmiştir. Ancak Sultan 4 Nisan
günü düzenlenen şölenden 14 gün sonra yani 18 Nisan günü vefat etmiştir.
Muhammed Tapar’ın ölümü konusunda Müneccimbaşı b. Lütfullah şöyle
demektedir: “h.511 /m.1118 yılında Gıyaseddin Sultan Muhammed b. Melikşah b.
Alp Arslan öldü. Hastalığı Şaban ayında başlamış ve ata binemez olmuştur.Ve vefat
204Ata Melik Cüveyni, a.g.e,, s. 509. Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendi, a.g.e, s.158,
Marshall G.S. Hogdson, The Order of Assasıns, Gravenhage,1955,s.96. 205Ebuziya Teyfik, Hasan b.Sabbah, Ankara , 1299, s.24. Ancak Cüveyni bu sayıyı 8 yıl
olarak vermiştir
94
etmiştir. Muhammed Tapar‘ın Bâtınîler tarafından zehirlenme ihtimali büyüktür.
Muhammed Tapar’ın ölümünün ardından Bâtınîler çok güçlendi yine halkın büyük
bir çoğunluğu onlara inanmıştır. Irak Azerbaycan ,Sincan ,Gürcistan ve Horasan
,Mazenderan ,Rüstemdar, Rustak ,Gürsictan ve Gilan’daki mühim yerleri işgal
ettiler”206. Sultanın ölümü ile Bâtınîler için iyi bir fırsat doğmuş oluyordu.
Bâtınîler çok iyi bir şekilde örgütlenmişler hatta bazı devlet adamlarını da
kendi taraflarına çekmişlerdir. Muhammed Tapar ise Bâtınîlerle hem içerde yani
Bâtınî yanlısı olan devlet adamlarını hem de dışarıdaki Bâtınî gruplarını yok etmek
için uğraşmış ve Bâtınî olan devlet adamlarını cezalandırmıştır. Daha önce de
bahsettiğimiz gibi bunlar arasında veziri Sâdü’l-Mülk Ebu’l –Mehasin de
bulunuyordu207. Her kim olursa olsun Bâtınî olan herkes onun için tehlike arz
etmiştir.
Muhammed Tapar döneminde çok iyi konuçlanan Bâtınîlerin halk arasına
sızması hiç de zor olmamış hatta bir çok Bâtınî hücre evi türemiştir. Mesela İbn
Ahmed adlı bir dâî Deylem’e gelmiş ve burada bir ev kiralamıştır. Ev eşyası satın
almış ve kendine bir ev kurmuştur. Deylem zümresi ile baş başa kalma fırsatı
yakalamıştır. Onları kendi işlerine yakınlaştırmıştır. Onlara davette bulunmuş ve
Deylemlilerde onun davetini kabul etmişlerdir. Ancak ona uyanların hepsini
öldürmüşlerdir. Deskur şehrinin yakınlarına davet evi yapmış, her gece şehirden
cemaati toplamış daveti büyütmüştür. Bu davet evinde yaklaşık yüz kişi onun
206 İbnü’l-Esir ,a.g.e., s. 527; Cüveyni,Ata Melik, a.g.e, s.213. 207 Hakkı Dursun Yıldız ; “Selçuklular” Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi , İstanbul
,1989, C.7, s.160.
95
davetini kabul etmiş ve müslümanlar onlara gizlice kulak misafiri olmuşlar ve onlar
sonunda helak olmuşlardır208. Bu arada Sultan Muhammed Sâdü’l-Mülk Ebu’l –
Mehasin’in yerine Ahmet b. Nizâm’ül-Mülk’ü vezir yapmıştır 209.
Bâtınîler önemli devlet adamlarını kendi saflarına alırken, Muhammed Tapar
da Bâtınîlere karşı mücadelesinde çeşitli yerlerde kendisine tâbi olan devlet
adamlarına işbirliği teklifinde bulunmuştur. Büyük Selçuklu İmparatorluğuna tabi
Suriye ve Filistin Selçuklu devleti hükümdarı Tutuş Rey savaşında yenilip hayatını
kaybettikten sonra Suriye ve Filistin Selçuklu Devleti, oğullarından ne Rıdvan , ne
de Dukak tarafından ayakta tutulabilmiştir. Ancak birisi Haleb ,ötekisi de Dımaşk
(Şam)’da olmak üzere Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na tabi küçük bir devlet
halinde devam edebilmiştir210. Bâtınîler bu dönemde de faaliyetlerini son sürat
208 İmam Zâhiriddin Nişaburi ,Selçukname; (Ebu Hamid Muhammed bin İbrahim ) Zeyl-i
Selçukname ,Tahran ,1332,s. 40, Bu dönemde Tutuş 1087 ‘de Fatımilerin elinde bulunan
Sayda ve Beyruıt kentlerini fethetti ve buralara valile r atadı. Böylece Doğu-Akdeniz’in
bu iki önemli liman kenti Selçuklu sınırları içine girdi. Tutuşun Suriye ve Filistin
Selçuklu devleti hükümdarlığına atanmasından onra Fatımiler uzun bir süre Filistin ve
Suriye ‘ye yeni bir sefere düzenleyemediler. Ancak 1089’da Nasruddevle kumandasında
gönderilen büyük bir Fatımi ordusu, Doğu –Akdeniz kıyı bölgesinden ilerleyerek
Sur,Sayda ,Akkâ ,Beyryut kent ve kaleleri işgal etmiştir. Hatta Selçuklu başkenti
Dımaşk’a da başarısız bir kuşatma gerçekleştirdi.bu şehir ve kalelere Fatımi vali ve
kumandanları atandı. Daha sonra Tutuş Melikşah’a elçiler gönderip Fatımi istilasını
bildimiştir. Ondan sonra Haleb valisi Aksungur, Urfa valisi Bozan ve Antakya valisi
Yağısıyan’a Fatimlere karşı girişeceği askeri harekatta kendisine yardımda bulunmalarını
istedi. Yarım geldi ve bunun üzerine Tutuş Fatımler’e tabi olan emir halef’in
yönetimindeki Humus ,Irak ve Efâmiye şehir ve kaleleri elegeçirdi. Bkz. Ali Sevim,
Suriye -Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, Ankara,1989,s. 67. 209 Şadruddin Ebu’l –Hasan Ali Bin Nâsır İbn Ali El- Hüseyni, a.g.e., s.58. 210 A.Sevim , E. Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Ankara , 1995, s. 373.
96
sürdürmüşlerdir. Hatta Halep Meliki Rıdvan onlara Halep’ de bir “Dar’üd–da’ve”
kurmaları için izin vermiş, bu suretle Suriye’de yayılmaya başlayan Bâtınî dâîleri bu
arada da örgütlenmeye başlamışlardır. İran’da uyguladıkları strateji ve politikayı
uygulamışlardır.
Gelişen süreçte Bâtınîler özellikle Rıdvan’nın ölümünde sonra Muhammed
Tapar’ın emri ile Halep’te yapılan bir operasyonla karşılaşmışlardır. Bâtınîler Melik
Alp Arslan döneminde onun tecrübesiz ve genç olmasını fırsat bilerek yönetimde
etkinliklerini arttırıp, kalabalık halk kitlelerini çeşitli yöntemlerle yandaşları
durumuna sokmuşlardır. Büyük Selçuklu İmparatoru Muhammed Tapar’da bu
durumu uzaktan izleyip zaman zaman uyarı niteliğinde müdahalelerde bulunmuştur.
Bu müdahalelerden biri de şöyle olmuştur. Sultan Muhammed Tapar Rıdvan’ın oğlu
Melik Aplarslan El-Ahsar’a bir mektup göndererek “”Baban Bâtınîler konusunda
bana muhalefette bulunuyordu ,halbuki şimdi senden benim evladım olarak onları
yok etmeni istiyorum”211demiş ve Bâtınîlerin öldürülmesini talep etmiştir. Bunun
üzerine Bâtınîliğin Halep’te ve bütün Suriye’de yayılmasında önemli rol oynayan
Ebû Tahir es-Saiğ İsmail ed-Dâi ve Suriye’de ki liderlerinden el-Hâkim el-
Müneccim’in kardeşi ve önde gelen Bâtınîler öldürülmüş, diğerleri hapse atılmış,
mallarına el konulmuştu. Bir kısmı da kaleden aşağı atılarak öldürülmüştür. Bu
olaydan kurtulabilenlerin Bâtınîlerden bir kısmı haçlılara katılmış, bir kısmı da
değişik bölgelere dağılmışlardı. Suriye’de ve özellikle Halep’te yerleşerek çeşitli
yöntemlerle çoğalmayı başaran Bâtınîlere bu olay büyük bir darbe olmuştur. Yine
Muhammed Tapar Bâtınîlere karşı Taberistan Hakimi Hüsamü’d-Devle Şehriyar’a
211 Ali Sevim, Suriye Selçukluları II, DTCF, Ankara, 1983, s.55.
97
da işbirliği yapma teklifinde bulunmuştur. Ancak bu teklifi Taberistan hakimi çok
sert bir emir olduğunu düşünerek reddetmiştir. Muhammed Tapar Alamut civarında
Bâtınîlere saldırılarını sürdürürken, Suriye Selçuklularını ve Horasan’da kardeşi
Sancar’ı da aynı zamanda oralardaki Bâtınîlere karşı bu cihada memur etmiştir. 212
Bütün bunları karşılığı olarak Bâtınîlerde Sancar’in veziri Fahrü’l –Mülk, İsfahan
Ankara, 1986, s.588. 216 İbnü’l-Esir, a.g.e., s.490; Bernard Lewıs, Haşhaşiler, s.56, Bernard Lewıs, The,
Assasins, London, 1985, s.65.
101
talim ettikten sonra Sultan Sancar’in yanına saraya göndermiştir. Elbise ve kıyafeti
muntazam, terbiye ve zerafeti mükemmel olan bu genç biner altınlık torbalardan
beşi ile hançer’i teslim etmiştir217.Hizmetçi Sultan gece sarhoş olarak uyuduğu bir
sırada bıçağı yatağının karşısında bir yere koymuştur. Sultan sabah kalkıp o bıçağı
görünce endişelenmeye başlamış ve kimseden şüphelenmediğinden o işi gizlice
araştırması için bir adam görevlendirmiştir. O sırada Hasan Sabbah Sultan’a bir elçi
göndermiş ve küçük bir not üzerinde :“eğer ben Sultan’ın iyiliğini düşünmeseydim
sert yere konmuş olan o bıçağı onun yumuşak göğsüne saplatırdım”218 demiştir.
Aslına bakarsanız Hasan Sabbah bu olayda da kıvrak zekasını kullanarak sultanın
gözünü korkutmuştur. Gelişen olaylar üzerine Sultan Sancar korkmuş ve barış
istemiş ve bazı anlaşmalar yapılmıştır. Rivayetlere göre, Sancar tahtının önüne
sıçrayan fedâî’de hançeri görünce korkmuş ve Bâtınîler ile Barış yapmak yoluna
gitmiştir219. Ata Melik Cüveyni “Tarih-i Cihan Guşa”da Alamut Kalesi
kütüphanesinde barış ile ilgili Sancar’a ait birkaç tane ferman bulduğundan
bahsetmektedir. Bu fermanlarda Sancar’ın onları daha çok barışa ve dostluğa
çağırdığından ve onlara karşı sabırlı davrandığından bahsetmektedir.Hasan Sabbah
Sultan Sancar saldırılarını durdurduktan ve bundan emin olduktan sonra odasına
kapanarak altı yıl mezhebine ilişkin anlatan kitapların tasnifi ile meşgul olmuştur220.
217 Ebuziya Teyfik , a.g.e., s.26. 218 Ata Melik Cuveyni, a.g.e., s.546, Ebuziya Teyfik, a.g.e., s.26, Ömer Rıza Doğrul’un
“Hasan Sabbah’ın Cennet Fedâîleri” adlı eserinde elçinin yanlış olarak bir kadın
olduğundan bahsedilmektedir. 219Cl. Huart , “İsma’iliya”, E. J. Brill’s Frst Encyclopaedıa Of İslam 1913-1936, E.J. Leiden
, New York , Kobenhavn, Köln, 1987, Volume III, s. 552. 220 Ebuziya Teyfik , a.g.e., s. 28.
102
Bu olaydan sonra Sultan Sancar döneminde Bâtınîlerin işleri dahada
kolaylaşmıştır. Hatta Sultan Sancar Bâtınîlere ait olan Kurmiş bölgesinde
Bâtınîlerin mülklerinin haracından 3 bin dinar indirmiştir. Girdkuh’un eteğinden
geçerlerken alınan bac’da onlara verilecek olan miktarı belirlemiştir221. Sultan Sancar
barış için Bâtınîlere bazı kolaylıklar sağlamıştır. Bunun en önemli sebep ise,
kendisinin de bir suikasta kurban gitmesinden korkmasıdır. Yani Sancar görüşüne
göre kendisine yapılabilecek suikastı önlemek adına Bâtınîler ile barış yapmıştır. Bu
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Nizarî İsmâilîerini resmen tanıması açısından
önemlidir. Anlaşmada Selçuklu devleti Bâtınîlerden kendi inançlarına kimseyi davet
etmemeleri, normal hayatlarını sürdürmeleri, yolların güvenliğini tehdit etmemeleri,
kalelerden şehirlere inip yerleşmemeleri, yeni kaleler yapmamak ve silah satın
almamalarını istemiştir. Bunun karşılığında Sancar onlara Selçuklu topraklarında
oturma izni verecektir. Bâtınîler 6-7 yıl bu anlaşmalara riayet etmiştir. Çünkü
bildiğimize göre bu anlaşmadan sonra Horasan ve Kuhistan’da Bâtınîlik akidesini
kabul eden olmadığı gibi, kabul edenlerden de dönenler olmuştur. Bâtınîler bu
anlaşmadan sonra Sancar ile aralarında bir mücadelenin olduğuna dâîr kaynaklarda
hiçbir bilgi bulunmaktadır. Bâtınîler ile Sancar ile doğrudan bir mücadeleye ilk
anda girilmemiştir.Aslında Sancar da bu anlaşma ile Bâtınîleri oldukları yerde
durdurma siyasetini hedef alan bir yol takip edilmiştir. Buna uygun olarak
Bâtınîler’le bu anlaşma yapılmıştır.222 Fakat her ne olursa olsun Bâtınîler Selçuklu
devlet adamlarına ve Sünni cemat liderlerine suikastlerinin sürdürmüştür. Bâtınîler
221 Ata Melik Cüveyni, a.g.e, s.546-547. 222Mehmet Çanatan, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Devrinde Mezhep Hâreketleri , A.Ü.İ.F.;
Lisans Tezi, Ankara, 1986, s.63-64.
103
Sultan Sancar ile barış anlaşması yaptıktan sonrada gerek Selçuklu devlet adamlarına
gerek Sünni müslümanlara karşı bir dizi kanlı saldırı gerçekleştirilmiştir.
V-Hasan Sabbah ‘ın Ölümü , Kişiliği ve Tarihi Rolü
Gizliliği ön planda tutan Hasan Sabbah kendi davası uğruna otuz altı yıl
Alamut’ta yaşamış ve rivayetlere göre kaleden hiç çıkmamıştır.223 Hatta odasından
bile çok nadir çıkmış, bütün dünya işlerinden kendinî soyutlamış ve yaşamını Bâtınî
liderliği için hizmet vermeye adamış ve şartlarını buna göre düzenlemiştir. Cuma
günü 23 Mayıs 1124’da Alamut kalesinde hastalanarak ölmüş224 ve Alamut
yakınlarına yapılan kabire gömülmüştür.225 Rudbar bölgesindeki kabiri Bâtınîler
tarafından ziyaret edilirdi. Ancak daha sonraları Moğollar tarafından yıkılmıştır.
Bâtınîler’in “Seyyidina(Efendimiz)” olarak adlandırdığı Hasan Sabbah hem din
adamı kişiliği hem yönetici kişiliği ile kendince önemli şeyler yapmış ancak mevcut
düzeni yıkamamıştır.
Çeşitli kimlikleri arasında Hasan Sabbah’ın edebiyatçı kimliği de
önemlidir.Bir düşünür ve yazar olarak çeşitli eserler vermiştir. Ancak kalenin
yakılmasıyla bunlarında çoğunluğu yanmıştır. Hasan Sabbah aynı zamanda iyi bir
teşkilatçılığa sahiptir. Kendine inananları etrafında çok iyi bir sistem ile toplamış,
223Hace Reşidalladdin Fazullah Hemedan, a.g.e, s. 133. 224 Bazı kaynaklarda Hasan Sabbah’ın ölüm tarihi mayıs ayı yada haziran ayı, haziran
ortaları olarak geçmektedir.Ancak Tarih klavuzunun denk geldiği tam tarih 23 Mayıs 1124
Cuma dır. Bernard Lewıs,The Assasıns , London, 1985, s 61 225 Farhat Daftary ,A Short History of the İsmâilîs, Traditions of a Muslim Community,
Edinburg Unuversity Press, 1999, Edinburg, s. 154, Bernard Lewıs, Fedâîyan-ı İsmâilîye,
Neşr. Feridun Bederahi, Taberistan, 1348, s.67.
104
teşkilatını sağlam temeller üzerine kurmuştur. O aynı zamanda keskin bir zekaya ve
ihtilalci bir kişiliğe sahiptir.
Hasan Sabbah katı kurulları olan biri idi. Ve bu katı kuralları ile Alamut
kalesinde kendince bir düzen hazırlamış, davasını en iyi şekilde sürdürmüş ve bu
düzende hata yapan hiç kimseye acımamış,davası uğruna herkesten yararlanmıştır.
Buna örnek olarak Alamut kalesi kuşatıldığı dönemde iki kızı ile birlikte karısını
Girdkuh’a gönderir iken reis Muzaffer‘e davamıza yardımcı olmaları için bu
kadınlara ip eğirt. Ancak o işi yaparlarsa ,onlara ücret öde diye mektup 226yazmıştır.
Rütbe ve takva’ya önem vermiştir. Hatta kendi hilafında yanlış bir hareketi bulunan
bir oğlanı sınır hadd-ı ikamesiyle değnek altında öldürtmüştür227. Bu olay Hasan
Sabbah’ın diktatör tarafını da yansıtmaktadır. Hasan Sabbah’ın sofu, çilekeş ve
kanatkâr bir hayat sürdüğü, Alamut’u zaptettikten sonra ölümüne kadar kaleden
aşağı hiç inmediği, içki içmediği, kimseye de içirmediği ve hatta iki oğlundan birini
şarap içtiği için öldürdüğü rivayet edilmektedir228. Bu olayda aslında Hasan
Sabbah’ın şeriata şeklen de olsa bağlı kaldığını göstermektedir. Fakat aynı zamanda
bir tarafta haşhaş içilirken bir taraftan içkinin yasak olması, teşkilat içindeki
çelişkiye örnektir . Ancak Hasan Sabbah kişilik olarak güçlü bir yapıya sahiptir aynı
zamanda basiretli ve becerikli , geometri, aritmetik, astronomi ve diğer ilim
226 Alaaddin Ala Melik Cuveyni, a.g.e, s.545. 227Ebuziya Teyfik, a.g.e., s.30. 228 Bernard Lewıs, a.g.e, s.X-XI; Marshall G.S Hodgson, The Order of Assassıns,
Gravenhege, 1955, s.5, M.G.S Hodgson, “The İsmâilî State”, The Cambridge History Of
İran, C. 5, 1968, New York , s.433 , Hamdullah Müstevfi Kazvini, a.g.e, s. 421.
105
dallarında çok derin bilgiye sahip olması onun davasını rahat sürdürmesini ve kendi
davası için insanları yönlendirme yeteneğini desteklemiştir.
Hasan Sabbah hiçbir zaman imamlık iddasında bulunmamıştır. Sadece
imamın temsilcisi olduğunu ve imam ortadan kaybolduktan sonra hüccet yani delil
ve davet reisi olduğunu savunmuştur. Hasan Sabbah daima Ta’lim doktirinin yani
Davet’ül –Cedide’nin kurucusu olmuş ve saygı görmüştür.
Hasan Sabbah bilime de önem vermiştir. Kendisi edebiyatla uğraşırken
alamut kalesinde bir çok bilim adamına da istahmdam sağlamıştır. Alamut
kalesinde bir çok bilim adamı çalışmalar yapmıştır. Ayrıca arkasına bu kadar geniş
bir kitleyi toplayıp davaları uğruna ölüme bile giden insanların etrafında bulunması
ancak onun ileriyi gören, ufkunun geniş, insanı konuşmaları ve öğretileri ile
etkileyebilen bir yapıya sahip olmasıyla açıklayabiliriz. İdealleri ve kurduğu düzeni
özellikle Alamut Kalesi içindeki düzeni bozacak herhangi bir kimse bu karısı, oğlu
da olsa gerekli cezaları almıştır.
106
C-İLK İKİ HALEF DÖNEMİ
I- KIYA BUZURG ÜMMİD DÖNEMİ (1124 – 1138)
Alamut lideri Hasan Sabbah’ın ölümünün ardından onun yerine Lamasar
kalesinde bulunan Buzurg Ümid geçmiştir. Bu süreç içinde artık Bâtınîlerin
yönetiminde uzun aralıklar için değişiklikler başlamıştır. Buzurg Ümid’i Hasan
Sabbah ölümünden önce halef tayin etmiş, Ebu Ali Ardistan’yi de propaganda
işinin başına getirmiştir . Buzurg Ümid Hasan Sabbah’ın yerine geçince, onun
kurallarını ve geleneklerini 14 yıl boyunca sürdürmüştür. O da Hasan Sabbah gibi
Rudbar’ın yerel bir insanıdır, yabancı değildir. Hasan Sabbah’ın deneyimlerini ve
gizemlilğini korumuştur. Fakat yöneticiliğini çok aktif geçirmiştir229. Hasan
Sabbah’ın ölümünden sonraki kırk yıllık bir süreçte onun Alamut’ta ki halefleri
tarafından bölgesel büyümeyi devam ettirmiş ve ayrıca onların ana merkezi Rudbar
Kuhistan güçlendirilmiştir. Bâtınîleri idare etmek için Meymundiz, Mansura,
Sa’adatkuh ve diğer bölgelerde yeni güvenli kaleler inşa edilmiştir. Reşidedin’e göre
XII. ve XVI. yüzyıllarda Bâtınîler Irak ve İran’ın bir çok bölgesini konrollari altına
almışlar ve davaları Suriye’ye kadar yayılmıştır230.
Bu dönemde Bâtınî suikastları şiddetle artmıştır. Selçuklular da buna tepki
olarak h.520/m.1126‘da Bâtınîler’e karşı geniş kapsamlı bir askeri hareket
başlatılmıştır. Ancak Bâtınîler’e karşı saldırı düzenlemesini emreden bizzat Sultan
Sancar olmamıştır, onun adına vezir Kaşanî bunu yürütmüştür. Kaşani o yıl Bâtınîler
229 Bernard Lewıs, The Assassıns, London, 1985, s. 67 . 230 Nadia Eboo Jamal , Surviving The Mongols, Nizari Quhistani and The Continuity of
İsmâilî Tradition in Persia, I.B. Taurıs Publishers, The İnstute of İsmâilî Studies, London,
2002, s. 37.
107
ile savaş yapma, bulunukları yerde onları öldürme, mallarını ellerinden alma ve
ailelerini esir haline getirme emrini verdi. Onlara ait bütün bölgelere, karşılacakları
herkesi öldürme emri ile askeri birlikler gönderdi 231. Daha sonra h.521/m.1127’de
Sancar’ın onikibin Bâtınîyi öldürdüğü haberi Bağdat’a gelmiştir . Dolayısıyla aradan
bir yıl geçmeden Bâtınîler Selçuklu veziri Kaşanî’yi öldürmüşlerdir232. Kaşanî’nin
öldürülme nedeni her zaman ki gibi kendileri ile mücadele etmeye kalkması ve
onlara karşı önlemler almasıdır. Sancar döneminde onun yerine daha çok veziri
Kâşani Bâtınîlere karşı mücadele vermiştir. Kaşanî Bâtınîler’in nerede
yakalanırlarsa orada öldürülmelerini, mallarının yağma ve ailelerinin esir
edilmelerini emretmiş233 ve Bâtınîlere karşı tedbirler almıştır. İlk tedbir olarak onları
düzenli ve normal bir düşman yerine koyup düzenli ordular sevk etmiştir. İkincisi ise
Bâtınîlerin nerede görülürlerse görülsünler hemen öldürülmelerini istemiştir. Bu
tedbirler, Bâtınîlerin hiç hoşuna gitmemiş ve vezir Kaşanî’yi öldürmüşlerdir.
Kaşanî’ni ölümü üzerine, Sancar Bâtınîlerine karşı harekete geçerek onlara ağır bir
darbe indirmiş ve yaklaşık 10 binden fazla Bâtınî de öldürülmüştür.
Sancar Irak Selçuklu devleti olayları ile ilgilenirken Sancar’a bağlı bir grup
emir Erkuş‘un komutasında harekete geçerek Horasan da Bâtınîlerin elinde bulunan
Girdkuh kalesini kuşatmıştır. Uzun süre devam eden kuşatma sonucunda Bâtınîler
çok zor durumda kalmıştır. Kale tam ele geçirilmek üzereyken Emir Erkuş
231 İbnü’l Esir,a.g.e X , 445. , İbrahim Kafesoğlu, a.g.e, s.214. 232 İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul,
1953, s.215. 233 İbrahim Kafesoğlu, a.g.e, s.214.Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu
Tarihi, İkinci İmparatorluk Dönemi, C. 5, Ankara, 1984, s. 152.
108
kuşatmayı terk etmiştir. Rivayetlere göre de Emir Erkuş Bâtınîlerden aldığı çok
değerli altın mücevher ve paralar karşılığında kuşatmadan vazgeçmiştir. Ancak
Bâtınîler Sultan Sancar döneminde Selçuklu topraklarının batı kısımlarında Kuzey
ve Batı İran’dan Kuzey Suriye’ye kadar yayılmayı başarmışlardır. Böylece Bâtınîler
faaliyet alanlarını geniş bölgelere yaymış özellikle Suriye’de çabucak genişlemiş
ve büyük bir güç halini almışlardır. Hatta bu dönemde kendi paralarını da
bastırmışlar, Suriye’de Banyas şehrinide ele geçirmişlerdir.
Bozorg Ümid döneminde, Sultan Sancar yirmi yıldır hiç saldırmadığı
Bâtınîlere yeniden saldırma kararı almış, bunun üzerine Kuhistan’daki Turaysiz ile
Nişabur bölgesindeki Beyhak ve Terz Bâtınîlerine karşı güçlü bir ordu göndermiştir;
ancak Horasan bölgesinden yola çıkan Sancar’ın veziri komutasındaki ordu
başarısızlıkla geri dönmüştür. Daha sonra Şirgir’in yiğeni olan Asil komutasındaki
ordu Rudbar bölgesine yeni bir saldırı düzenlemiş. Ancak bu ordu da başarı
kazanamamış ve Bâtınîler iyi bir savunma gerçekleştirmiştir. Aynı dönemde
Temurdoğan komutasındaki başka bir ordu yine Rudbar’a gönderilmiş, ancak
komutan Bâtınîler tarafından esir alınmıştır. Sancar’ın ricası üzerine serbest
bırakılmış, bu saldırılardan çok fazla etkilenmeyen Bâtınîler Talikan’daki Mansura
gibi yeni kaleler ele geçirmiş, h.623/ m.1226’da Meymundiz gibi yeni kalelerde
inşa ettirmişlerdir .
Buzurg Ümid’in son yıllarında Bâtınîler kendi bağımsız teşkilatlarını kesin
biçimde kurmuştur. Bu teşkilat dağınık toprakları esas alarak İran’daki Rudbar ve
Kuhistan’daki geniş bir bölgeye, Suriye’de Cebel Behra’nın güney kısımlarına kadar
109
uzanmıştır. Buzurg Ümid uzun saltanatı h. 532 / m.1138 ölümü üzerine son
bulmuştur. Cüveyni durumu şu şekilde belirtmiştir: “Buzur Ümid yanlışlık üzerine
kurulu olan cehalet tahtında ,ecel topuğu altında ezildiği bedeninin cehennem
ateşesi beslemeye gittiği 26 Cemaziyevvel 532/ 9 Şubat 1138 tarihine kadar
oturdu”234.
Bu dönemde giderek yayılan ve güç toplayan Bâtınîler geniş alanlarda
hakimiyetini arttırmıştır. Buzurg Ümid ölmeden üç gün önce yerine oğlu
Muhammed ‘i göstermiştir. Veraset meselesi olaysız olarak çözülmüştür. Bu
durum İsmaili idarenin seviyesinde meydana gelmiş olan değişiklikleri çok iyi
göstermektedir. 235Sonuç olarak Buzurg Ümid öldükten sonra oğlu Muhammed
Buzurg Umid Alamut yönetimine geçmiştir.
2-MUHAMMED b.BOZORG ÜMMİD DÖNEMİ (1138 - 1162)
Muhammed döneminde (1138-1162) Bâtınîler bir çok yeni kale ele
geçirmişler yada inşa ettikleri Deyleman ve Gilan’da kalelerin topraklarını
genişletmişlerdir. Bu yeni kalelerin en önemlileri Saadetkuh, Mübarekkuh ve
Firuzkuh idi236.Bu dönemde Sünni gruplar Bâtınî gruplara karşı artık tepkilerini
göstermeye başlamalarından dolayı Bâtınîler etkin bir biçimde suikast ve öldürme
olaylarına yeniden hız vermişlerdir. Ancak Bâtınîler bir takım kişilerce kendi
çıkarları için kullanılmış, özelikle Sultan Sancar’ın yanında kendi amaçları dışında
başka sultanlara ve vezirlere de alet olmuşlardır. Mesela Harzemşah Atsız ‘Sancar’i
234 Cuveyni, a.g.e., s. 221, Bernard Lewıs, a.g.e. s. 59. 235 Bernard Lewıs,a.g.e., s. 58. 236 Farhad Daftary, İsmâilîler ...;s.151.
110
öldürtmek için Harezm’den Horasan’a iki Bâtınî göndermiştir 237.Bu durum
Bâtınîlerin giderek dinî amaç değil de siyasî amaç güttüklerini ve bunu devam
ettirmek için de artık kendi davaları dışındaki davaları da takip edip suikastlar
düzenlediklerini göstermektedir. Bunun bir nedeni de Bâtınîlerin hangi koşulda
olursa olsun Büyük Selçuklu İmparatorluğunu ortadan kaldırmak ve devlet düzenini
yıkıp kendi düzenlerini getirme mücadelesi vermeleridir.
Bu dönemde Bâtınîler mahalli ve genel proplemler ile uğraşmışlardır. Hasan
Sabbah döneminde gelişen olaylar giderek büyümüştür. Özellikle Rudbar ve Kazvin
arasında çıkan çatışmalar zinciri içinde Bâtınîler kendilerini çok iyi
savunmuşlardır.Bu dönemde faaliyetlerini iki yeni bölgeye de yaymaya
başlamışlardır. Biri akınlar ve propaganda yürüttükleri Gürcistan diğeri ise bugünkü
Afganistan’dır.238
Bâtınîler Selçuklu vezirlerinden bazılarını kendi taraflarına çekmişlerdir.
Bâtınî taraftarlığı yapmış ve fiilen eylemde bulunmuşlardır. Özellikle vezir Dergizi
Bâtınîler ile birçok kez işbirliği içine girmiştir. Dergizinî birkaç Bâtınî ile anlaşarak
kadı Herevi ‘yi öldürtmüştür. Herevi kendi döneminde önemsenen, saygı duyulan ve
sultanlar arasında ayrıcalıklı tutulan biri idi. Herevi’nin Sultan Sancar ile görüşmesi
o dönemde yeni vezir olan Dergizi’yi rahatsız etmiş ve bunun üzerine Dergizinî
birkaç Bâtınî ile anlaşarak Herevi Horasan’a döndükten sonra onun öldürülmesi
istenmiştir. Herevi Bâtınîler tarafından Dergizi’nin isteği üzerine öldürülmüştür.
237 İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s.219. 238 Bernard Lewıs,a.g.e., s.59.
111
Yine Musul’da bulunan Aksungur Porsukî (Ak sunkuru’l-Bursukî) Bâtınîlere
karşı direndiği ve mücadele ettiği için vezir Dergizinî tarafından öldürttürülmüştür.
Dergizinî Aksungur Posuki’yi alt etmek için bir çok hileye başvurmuştur ancak
bunu başaramayınca yine Bâtınîler ile işbirliği yapmıştır. Bâtınîler onu Musul
camiinde öldürmüştür. Yine Sancar’ın veziri, Ebu’l-Fazıl Dergizinî’nin Irakta
vezirlik etmesini istemiyordu. Dergizini bu olay için de gizli bir şekilde Bâtınîlerle
görüşmüş ve onu öldürmek için birkaç Bâtınî Horasana gelmiş ve Ebu’l-Fazıl’ı
öldürmüştür. Dergizini devlet büyüklerinden kimisini bazen sultanın izni ile açıktan
açığa, bazen de Bâtınîleri ve diğer yardımcılarını kullanarak gizlice öldürtmüştür.
Emir Şirgir Alamut kalesini kuşattığı dönemde kaleyi tam ele geçireceği zaman,
Sultan Muhammed vefat etmiştir . Onun ölümünden sonra Dergezini devlet işlerinde
yer tutunca Emir Şirgir’i geri çağırmak için bazı entrikalara başvurmuş, sonunda
Emir Şirgir’i sultan nezninde kabahatli göstermiş ve onu öldürtmüştür. Dergizinîn
gerçekleştirdiği bu plan Bâtınîlerin çok işine yaramış, bu nedenle de Bâtınîler
Dergizinîyi kendi aralarına almışlardır. Ancak Dergizî’nin bu saltanatı uzun süre
devam edememiş ve bir rivayete göre Irak Selçuklu sultanı Tuğrul’un emri üzerine
öldürülmüştür. Sultan Tuğrul kardeşi Mesud’tan kaçmak için önce İsfahan’a daha
sonra da Huzistan’a geçmiştir. Sultan Tuğrul kaçarken kardeşinin ortaya çıkması
üzerine vezire : “Asker nerede ? İktidar ve kifayet hakkında senin vermiş olduğun
teminat nerede kaldı” 239demiştir. Bunun üzerine vezir sultana : Hiç endişe
etme.Tehlikeyi hatırına bile getirme ben senin düşmanlarını öldürmek için
Haşişiyyeler’den bir cemaati hazır ettim.Ben şimdiden senin düşmanlarının
239 El-Bundari, a.g.e., s. 159.
112
kahredilmeleri yaklaşmış ve cemiyetleri dağılmış görüyorum demiştir. Bunun üzerine
sultan sinirlenmiş, bozuk akideli olduğunu görüyorum demiş240 ve Dergizinîn
öldürülmesini emretmiştir. Fakat Dergizinî asacakları vakit ip kopmuştur. Emir
Şirgir’in kölesi de olayı izlerken, hemen üzerine atlayarak yanında bulunan bıçakla
Dergizi’nin kafasını kesmiş, cesedinî parça parça etmiş, kafasını ve cesedinîn
parçalarını şehir şehir dolaştırmışlar ve her uzvu bir şehirde teşhir olunmuştur241.Bu
olayla Dergizinî’nin Bâtınîlere ne kadar destek verdiğini ve oynadığı bir takım
olayları ele aldığını görmekteyiz . Bazı kaynaklarda Dergizinîn Sultan Muhammed
Tapar’ın ölümünde de parmağı olduğu rivayet olunmaktadır.
Sancar kölelerine itimat edip onları iyi yerlere yerleştirmiştir. Ancak onlardan
sıkılınca yada onların bir hatasını görünce onları öldürtmüş bunun için bazı
zamanlar Bâtınîlere başvurmuştur. Bazı kaynaklardaki rivayetlerde Sancar ve
Bâtınîler arasında gizli bir anlaşma olduğuna dâîr deliller bulunmaktadır. Mesela
Sancar’ın gönül verdiği ve kendisine yaklaştırmakta mûmtaz kıldığı adamlardan biri
de büyük mukarreb emir İhtiyarüddin Cevherüttaci’idi. Bu adam Sancar’in
validesinin kölesi ve has adamıydı. Sancar’in annesi h.517 /m.1123 Şevval ayında
vefat edip bu köle Sancar tahtına hakimi olmuştur. Bu adama Sancar çok
güvenmekteydi, bu sebeple de Sancar’in sırlarını ve aldığı kararlarından haberdar
olmuştur. Sancar onu yüksek bir dereceye çıkardı öyleki daha önce kimse o
dereceye çıkamamıştır. Onun emrine otuz bine yakın asker vermiştir. Sonra Sultan
onu görev süresinin uzun olmasından ve uzun süre görev başında olmasından
240 El-Bundari, a.g.e., s. 159. 241 Şadruddin Ebu’l –Hasan Ali Bin Nâsır İbn Ali El- Hüseyni, a.g.e., s.73.
113
sıkıldığı için tedbir düşünmüş ancak çare bulamamıştır. Sonunda onu öldürmek için
Bâtınîler‘i sarayında saklamıştır .Olay şöyle gelişmiştir: Cevherin çağrılmak üzere
olduğunu Cevhere haber verdiler .Cevher kendisinin öldürülmesini isteyen kişinin
sultan olduğunu anladı ancak içinde sır olarak saklamıştır. Sultan bir gün buna” ey
cevher senin hakkında bu me’lunlardan korkuyorum bunlardan sakın ve korun
uyanık bulun ve ihtiyat üzere yürü”, dediğinde Cevher ona şöyle demiştir: “Eğer
beni kendinden emin edersen kimseden korkmam bunların gailesini defetmek
hususunda kimseden yardım istemem sultan bunun bu sözüne katlandı ve katlamayı
lâzım gördü”.242Cevher bir gün gizlendiği yerden yani evinden çıkarken yanında bir
kılıç bulunmaktaydı, onun önünde ve arkasında korumaları bulunduğu halde sultan
sarayın dehlizine girdiğinden Bâtınî’lerden bir cemaat bunun üzerine atladılar ve
bıçakladılar.Harem tarafında olan sultan feryat yükseldikçe” işte Cevher kat
olundu”dedi. Yani buradan anladığımız üzere Cevher sultanın isteği üzerine
öldürülmüştür243. Muhammed Bozorg Ümid döneminde Bâtınîlere Rey sahibi Emir
Abbas’a saldırmışlardır. Sultan Sancar’ın hadimi Cevher ’in kölelerinden biri olan
Emir Abbas Rey şehri iktaları arasında bulunan Cevher’in Bâtınîler tarafından
öldürülmesi üzerine Bâtınîlerden intikam almak için öncelikle Rey ve çevresini ele
geçirdi. Oranın mallarını yalnız toplar oldu. Sultan Sancar‘a ve Sultan Mesut’a karşı
kuvvetlendi. Yanında ki kişi çok sayılı ve büyük cemiyetli askerle ve efendisi büyük
emirin (Cevher’in) kölelerinden kendisine itlak edenlerle kesbi kuvvet etti. Ve
himmetini Bâtınîler üzerine hasretti. Vatanlarında bunların üzerlerine hucüm edip
geceleyin yerlerinde bastırdı.İş başında kaldığı müddette Bâtınîler’den yüz binden
242 El-Bundari, a.g.e., s. 245. 243 El-Bundari, a.g.e., s. 245-246.
114
fazla adam katletti. Hatta bunların kafalarından Rey’de bir minare bina etti ki
müezzinler bu minareye çıkıp ezan okudular .Bâtınîler’i korkutmuştur. 244 Bu olaylar
üzerine Bâtınîleri öldüren ve onların topraklarına saldıran Rey’deki Selçuklu valisi
Abbas Sultan Sancar ‘ın emriyle Irak Selçuklu sultanı Mesut tarafından
öldürülmüştür. Gerçektende Bâtınî bir vakanüvisin dediğine göre Abbas Bağdat’ı
ziyaret sırasında 1146 veya 1147 ‘de Sultan Sancar ‘ın emriyle sultan Mesut
tarafından öldürülmüştür245. Çeşitli müelliflerin anlattıklarına bakılırsa Sultan
Sancar bazı zamanlar Bâtınîlerden bu gibi konularda yardım almış ve onlarla
işbirliği yapmıştır denilebilir.
Soydaşı Oğuzların isyanı ve bunun sonucunda onlara yenilip esir düşen
Sancar Oğuzların elinde üç yıl esir kalmış ve h.551/m.1156 ‘da bunlardan kurtulmuş
olmasına rağmen Selçuklu imparatorluğu’nu toparlayamayıp bir yıl sonra vefat
etmiş ve bu suretle devlet te tarihe intikal etmişti. Bâtınîlerin hakimiyeti ise
h.551/m.1256 yılına kadar sürmüşlerdir. Yani Bâtınîler, Sultan Sancar öldükten
sonrada tam 99 yıl varlıklarını sürdürmüştür. Sancar Alamut kalesinde Muhammed
Buzurg Ümid‘in hüküm sürdüğü dönemlerde vefat etmiştir. Bâtınîlerin Sancar’ın
ölümünden sonra da varlıklarını devam ettirme nedeni, Büyük Selçuklu Devleti
yıkıldıktan sonra siyasî bunalımlar ve buhranların ortaya çıkmasıdır, o zamana kadar
merkeze bağlı ancak yarı müstakil devletler artık müstakil olmuşlar davranmaya
başlamışlardır. Selçuklu devletinin parçalanmasını güç bilen Bâtınîler daha da
yayılmışlardır.
244 El-Bundari, a.g.e., s. 177. 245 Bernard Lewıs, Haşişiler.., İstanbul,1995, s.59.
115
Büyük Selçuklu İmparatorluğu dağılmasına rağmen Irak Selçuklu Devleti
topraklarında Bâtınîler faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Irak Selçuklu sultanı
Arslanşah döneminde Selçuklu ordusu Gürcüler ile mücadele ederken Bâtınîler bu
durumu fırsat bilip Kazvin yörelerindeki çok sarp dağların tepelerine üç kale inşa
ettirmişlerdir. Bir rivayete göre bu kalelerden bahsedilirken genellikle Bâtınîlerin
kötülüklerinden korktukları için olan duruma müdahale etmemişlerdir” 246 diye
geçmektedir. Bâtınîler daha sonra Kazvin’e yürümüş ve o bölgeyi kuşatmışlardır.
Ancak halk onlara şiddetle karşı çıkmış ve yardım için Sultan Arslanşah’a
gitmişlerdir. Arslanşah , İldeniz ve diğer emirler hep birlikte Bâtınîlere karşı
harekete geçmiş ve dört ay içinde Bâtınîlerin inşa ettiği kaleleri yıkmışlardır. Daha
sonra Kazvin civarındaki Kihab’ta inşa edilmiş ve Bâtınîler tarafından Cihan-güşay
dedikleri kaleyi almıştır. Daha sonra o kalenin adını değiştirerek Arslan - güşay
adını vermiştir.
II.Hasan‘ın yönetime geçmesinin ilk yıllarında giderek çöküşe geçmiş olan
Bâtınîler Selçuklulara bir dönem karşı koyamamışlar, ancak II.Hasan’ın Kıyamet
ilanından hemen sonra, Sultan Arslan’ın yönetimindeki Gazvin’i kuşatmışlardır.
Sultan Arslan Kazvin’e bir ordu göndermiş ve kuşatmayı kaldırmıştır 247. Bâtınîler
Sancar’ın ölümünün ardından uzun yıllar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
246 Sevim A.,Merçil E.,Selçuklu Devletleri Tarihi, Ankara , 1995, s. 278. 247 İmam Zâhiruddin Nişaburi, Selçukname, Ebu Hamid Muhammed Bin İbrahim, Zeyl-i
Selçukname) 1332, Tahran, s.22-28.
116
1162’de hayatını kaybeden Muhammed Buzurg Ümmid kendi döneminde
oğlu II.Hasan ile çatışma içine girmiştir. II.Hasan, Hasan Sabbah ve kendi
dedelerinin öğretilerini inceleyip yorumlama işine girişmiştir. Sözlerinin açıklığı
sayesinde arkasına Bâtınî halkın çoğunluğunu almıştır. Babası Muhammed Buzurg
Ümid’in böyle bir yeteneği olmadığı için Bâtîni halk II.Hasan’nın Hasan Sabbah
tarafından vaad edilen imam olduğunu düşünmüşlerdir. Bu durum Muhammed’i son
derece kızdırdı ve dedi ki “ben imam değilim ,fakat onun dailerinden
biriyim,Hasan da benim oğlumdur.Kim onun sözlerini dinler ve o szölere inanırsa
bir vefasız ve inançsızdır”248. Hatta oğluna inanan bir çok kişiyi çeşitli işkence ve
idam yoluyla öldürttü. Alamut kalesinde 250 kişiyi öldürttü ve onların cesetlerini
aynı gerekçe ile mahkûm edip sırtına yükledikten sonra kovdu249.
Sultan Sancar’ın ölümünün ardından küçük beylikler arasında parçalanmaya
başlayan Selçuklu imparatorluğu dağılırken Harezm bölgesinde yeni bir güç olan
Harzemşahlar ortaya çıkmıştır. Sultan Sancar’ın ölümünün ardından yönetim ve
otorite boşluğu yaşayan Selçuklu İmparatorluğunda Harzemşahlar bağımsızlıklarını
ilan edip yayılmacı bir politika izlemeye başlamışlardır. Harzemşahlar önce Horasanı
daha sonra Hindistan ve Anadolu arasındaki bölgeyi ele geçirmişlerdir. Bâtınîler
artık Deyleme kadar girmeyi başaran Harzemşahlılar ile karşı karşıya gelmişlerdir.
Harzemşah komutanı Mayancık h.602/m.1205 ‘te tuzağa düşürdüğü çok sayıda
Bâtınîyi katletmiştir.Bu tarihten sonra Harzemşahlar Bâtınîlerin baş düşmanı
Kazvinlilerin savunuculuğunu üstlenip, Rudbar’a kesin biçimde yerleşerek Alamut’a
248 Bernard Lewıs,a.g.e. s, 60. 249 Bernard Lewıs,a.g.e., s. 61.
117
karşı düzenli akınlara girişmişlerdir.Kuhistan Bâtınîleri ise h.590/m.1194’den
ipine takılıp düşmüş yakalanarak öldürülmüştür. Katilin bir Bâtınî olduğu bütün
258 Alaaddin Ala Melik Cuveyni , a.g.e, s.542 259, İbnü’l-Esir , a.g.e., s. 264 260 Müneccim Başı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d –Düvel (Selçuklular Tarihi I) Horasan
,Irak ,Kirman ve Suriye Selçukluları , Yay: Ali Öngül, İzmir, 2000, s.61.
125
kaynaklarda kaydedilmekle beraber onu bu cinayeti işlemeye azmettiren kim olduğu
hususunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Yine İbnü’l-Adimê göre : Nizam’ü Mülk
10 Ramazan 1092 cumartesi gecesi askeriyle birlikte Bağdat’a gelirken Nihavend ve
Sahne arasından akşam iftarını açtıktan ve âlim fakir ve askerlerin sofrasından
dağılıp gitmelerinden sonra öldürüldü. O sedye ile karılarının çadırına
kaldırıldı.Ona yardım ve iyilik dileyen bir kimse olarak gelen bir Deylemli çocuk
yanında taşıdığı bir bıçakla yaralayıp öldürdü ve kaçtı. Sultan Melikşah atlanıp
çadırına gitti ve karargahındakileri de yatıştırdı. İftarda bulundukları sırada
salihlerden birinin Nizâmü’l-Mülk’e şunları söylediği hikaye edilmiştir: Dün gece
rüyamda Tanrı elçisinin Tanrı’nın salat ve selâm’ı üzerinde olsun gelip seni
götürdüğünü ve ben de onun arkasında gitmem üzerine bana : Ey insan geri dön
ben Nizam’ül Mülk’ü istiyorum dedi. O salih insanı rüyasını buna yormuş idi” 261.
İbn Münkiz ‘de ise Nizamü’l Mülk’ün Bağdat’ta öldürüldüğü ve buradaki evine
götürüldüğü ifade edilmiştir.262 El-Hüseyni’nin “kitabında ise Ahbâr” da ise olay şu
şekilde anlatılmaktadır: Hasan bin Sabbah Alamut kalesine iltica ile şer ve zararı her
tarafa sirayet edecek bir hale geldiği vakitte Nizâmü’l-Mülk kalenin etrafını
askerlerle kuşatarak yolları kesti.Bunun üzerine kaleden iki adam çıktı ,fakat
bunların atlarının nalları ter idi ,kale etrafına gitmiş olduklarını
gösteriyordu.Kaleyi kuşatan askerler bunların hariçten kaleye girmiş olduklarını
zannettiler. Nizâmü’l-Mülk de bu sırada hamamdan çıkmış bir mahfede oturuyor,
yemek yiyordu.Bu iki adamdan biri görmüş olduğu bir haksızlıktan dolayı tazallüm
ve şikayet etmek için müracaat eden bir insan sıfatıyla sofrasına yakınlaşarak
261 İbnü’l Adim ,Bugyetü’t –Taleb fi Tarihi Haleb (Seçmeler),(Biyografilerle Selçuklular
Tarihi), Çev. Ali Sevim, Ankara, 1982, s.56. 262 İbnü’l Adim, a.g.e., s.57.
126
yanında bulunan bıçağı ile Nizâmü’l-Mülk’e vurdu”263. Ancak Ebu’l –Hasan Ali’nin
kayıtları arasında yine Ebu’l-Hasan ‘ın babasından naklen vezir hakkındaki başka bir
rivayette ise: “ Nizam’ül Mülk’ün ihtiyarlık ve takatsizlik sebebiyle bir mahfede
taşınmakta olduğu bir sırada 13 Ekim 1092 ‘de Bağdat’ta bir Bâtınî tarafından
yaralandığı ve buradaki evine görtürüldüğü daha sonra sultan Melikşah’ın onu
ziyaret ettiği sırada kendisine yapılan bu suikastın sultanın emriyle yapıldığına
inanan vezirin ’ Ey âlemin sultanı babanın ve senin devlet işlerini yürütmekten
dolayı yaşlandım .Beni vezirlikten uzaklaştırsaydın da bana bu suikastın
yapılmasını emretmeseydin’ şeklindeki sözlerine karşılık kolunda taşıdığı Kur’an-ı
Kerim’i çıkarıp böyle bir emri asla vermediği ve bundan asla haberdar olmadığı
hususunda ant içen sultanın ‘ Ben böyle bir teşebbüse nasıl razı olur ve reva
görürüm.Oysa ki sen benim devletimin bereketisin ve babam yerindesin’ şeklindeki
cevabı kaydedilmiştir ki bu kayıtlar hiçbir ilgili kaynakta yer almamaktadır.264
Erdoğan Merçil’in Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi adlı eserinde de şu şekilde
geçmektedir: Nihavend bölgesinde Suhe mevkiinde bir Bâtınî tarafından katledildi.
(14 Ekim 1092), Yine başka bir kaynak olan Ebuziya Teyfiğin Hasan b. Sabbah adlı
eserinde bu olay şu şekilde geçmektedir. “485 senesi Şehr-i Ramazan’ın dokuzuncu
günü olay gerçekleşmiştir. Ertesi günün akşam namazından sonra ve anlatılan
rivayete göre gece 3 sularında Ramazanın on birinci gecesidir Nizam-ı Bad’ül-
Tevarih ittihaz edip çadıra giderken bir takrib yanına sokularak ,müsarün-ileyhi
hançer ile şehit etmiştir. 265 İbrahim Kafesoğlu bu konuda şu şekilde değinmiştir.
263Şadruddin Ebu’l –Hasan Ali Bin Nâsır İbn Ali El-Hüseyni, a.g.e, s.45. 264Ali Sevim, ”Munkizi Müelliflerinin Selçuklularla ilgili Kayıtları”, Tarih Araştırmaları
Dergisi 1992-1994, Ankara, 1994, S. 27, Cilt XVI, s.7 . 265 Ebuziya Teyfik, a.g.e., s. 14.
127
“485 Ramazanında (Ekim 1092) Melikşah Vezir,Tâc’ül Mülk ,Terken Hatun v.s
beraberce Bağdat’a giderken Nihavend yakınlarında Sahne mevkiinde
konaklamışlardır. Deylemli Bâtınîlerin Ebu Tahir Eyvani adında bir şahıs sufi
kıyafetinde velinde bir arzuhal olduğu halde iftar vakti otağına doğru gitmekte olan
Nizam ‘ül Mülk ‘ e yaklaştı ve arzuhali takdim etti. Vezir kağıdı okurken ansızın
hançeri göğsüne sapladı”266demektedir.
Yukarda da çeşitli kaynaklardan verilen örnekler doğrultusunda Nizâmü’l-
Mülk’ün ölüm yeri ve tarihi hakkında bariz şekilde bir karmaşa olduğunu
görmekteyiz.Bâtınîler tarafından devlet erkanından öldürülen ilk kişi olması
bakımından da önemli olan bu suikastın doğru tarih ve yerinin tespit edilmesinin
önemli olduğunu düşünüyoruz. Kaynaklarda olayın gerçekleştiği yer Nihavend
bölgesi ortak bir bölge görülürken; öldürüldüğü bölge olarak bazı kaynaklarda
Bağdat, Suhe mevki, Şahne mevki yada Sahne mevki olarak geçmektedir. Yine
tarihte de karışıklık bulunmaktadır. Kaynakların genelinde 14 Ekim 1092 geçerken
,bazı kaynaklarda 16 Ekim 1092, yani 12 Ramazan 483, 10 Ramazan 485, 9
Ramazan 485, 10 Ramazan 1092 gibi karışık tarihler geçmektedir. Gün olarak ise
Perşembe, Pazartesi, Çarşamba, Cumartesi gibi farklı günler verilmektedir. Ancak bir
çok kaynak taraması sonucunda 10 Ramazan 485 tarihinin yoğun olarak geçtiğini
tespit etmekteyiz. Ancak bir başka sorunda kaynakların çoğunda tarih çevirmede bir
çok yanlışlıklara rastlanmasıdır. Bu konuda sonuç olarak 10 Ramazan 485 tarihini
kabul edebiliriz, bu tarihde “tarih çevirme klavuzunda” 14 Ekim 1092 Perşembe
gününe tekabül etmektedir. O’nun öldürülme şekli bakımında ise kaynaklarda bir
266 İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 203.
128
birlik görülmektedir. Bu cinayetin önemli olduğunu daha önce de belirtmiştik. Yine
veziri öldüren bir Bâtınî iken ,onu kimin azmettirdiği kesin olarak belli değildir.
Ancak insanlar Nizâmü’l-Mülk’ün, sultanın onayı, Tâcü’l –mülk Ebûl Ganâim’in
tertip ve tedbiri ,Terken Hatun’un da işaretiyle öldürüldü267 demişlerdir. Buradan da
anlaşıldığı gibi kaynaklar bu konuda da kesin bir bilgi vermemekle birlikte
şüpheliler belirtilmiştir. Yine halkın tepkisi şu şekilde olmuştur. Sultanın ölümünden
sonra hiddetlenen Hâce-i Buzurg’un 7 bin köle kadınla evli olan 7 bin erkek kölesi
halifesinin bir veziri, Emir Aksungur ki Bâtınîlere karşı birçok sefer düzenlemiş,
bazılarını öldürmüş, mallarını yağmalamış ve beldelerini tahrip ettikleri için
öldürülmüşlerdir. Emiri takip eden Bâtınîler m.1048’de Ramazan ayında Hemedan
civarında Karatekin çayırında çadırına girip üzerine hücum ederek
öldürmüşlerdir269.
Berkyaruk’un amcası Yakutî’nin kızıyla evli ve Muhammed Tapar taraftarı
olarak bilinen Emir Erkuş ise siyasî nedenlerden dolayı Rey şehrinde h.592 /
m.1096’da öldürülmüştür.270.
Ebu’l –Muzaffer el Hocendî h.495/m.1102 yılında Rey’de vaazını verdikten
sonra, Hemedan Kadilkudatı olan aynı zamanda dönemin önemli büyük
alimlerinden biri ve İsfahan kadısı olan Ubeydullah b. Ali el-Hatıbi h.501/ m.1108
yılında , Mehâsin er-Rûyani h.501/ m.1108 yılında Bâtınîler tarafından
öldürülmüştür. Yine dönemin ünlü alimlerinden ve Şâfii Kadısı olan Muhammed
b.Nasr el Herevi h.519/m.1125 yılında katl edilmiştir271 , Abdurrahman-ı Horasani
ise h.488/m.1095 yılında katl edilmiştir. Rey reisi Ebû Müslim Bâtınîler tarafından
suikasta uğrarken, Abdurrahman es –Sümeyremi Safer h.490/m.1097’de fedâîler
tarafından öldürülmüştür.
269 , El-Bundari,( İmad Ad-din Al-Katib al-İsfahani), a.g.e., s. 159., Ahmet Ocak, a.g.e,
s.230. 270 A. Sevim Merçil E., Selçuklu Devletleri Tarihi, Ankara, 1995, s. 161 271 R Dozy , Tarih-i İslamiyet , Mısır, 1908, s.399.
130
Emir Üner H.492/M1098-99‘da Hüseyin el-Harezmî adlı bir fedâî tarafından
öldürülmüştür. Sultan Mahmut Tapar’ın İsfahan şahnesi Emir Bilge Bey iki Bâtınî
fedâîsi tarafından öldürülmüştür. Ebû Ca’fer b. Meşşat ise vaazını tamamlayıp
kürsüden inerken katledilmiştir.
Humus hakimi Cenâhü’d-Devle, Halep Selçuklu Meliki Rıdvan’ın yakın
arkadaşı Bâtınî lideri el-Hakim el Müneccim tarafından gönderilen üç Bâtınî
tarafından suikasta uğramış ve ölmüştür. Selçuklu soyundan olmayan bir hükümdar
olduğu için Bâtınîler tarafından çok fazla düşünülmeden öldürülmüştür. Bir gün
cuma namazı için şehir kalesinden inip camiye geldiği sırada Bâtınîlerden bir grup
ona saldırarak öldürmüşlerdir. Bu suikast olayını Cenâhü’d-Devle ile araları yeniden
açılan ve Rıdvan’a hoş görünüp yakınlığı kazanmak isteyen İsmailî reisi Ebû Tahir
düzenlemiştir272.
Yine İsfahan Şahnesi Emir Sermez, Emir Gümüş, Müeyyidü’l-Mülk Bâtınîler
tarafından öldürülmüştür273. Sancarın veziri olan Fahrü’l Mülk kendisine uzatılan bir
rik’a ‘yı okurken h.500 /m.1106-07’de bir fedâînin hançerleriyle yere serilmiştir274.
Şâfii Fâkihi Abdü’l Vahid b. İsmail h.502/ m.1108’de , İsfahan, Buhara ve Nişabur
kadılığı yapmış Sa’id b. Muhammed b. Abdurrrahman h.503 /m.1109 yılında, Emir
Mevdûd ise Cuma namazından sonra Şam Ulu Camii’nin avlusunda Tuğtekin ile
272 İbnü’l Adim,a.g.e., s.78 , Bu olay ayrıca Mürid b. Munkiz, Ebu’l Yumn el-Kindi,
Azimi’nin el yazısıyla yazılmış eserinde de anlatılmaktadır. 273 İbnü’l-Esir, a.g.e., s.265. 274Abdükerim Özaydın , Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-
1118),Ankara ,1990,s.77., Abdurrrahman Acar, Selçuklu Sultanı Sancar’ın Din Siyaseti
(Abbasi Halifeliği ve İsmâilîler ile İlişkiler) 1, Ankara, 1997, s. 156,
131
birlikte yürürken bir Bâtınî fedâîsi tarafından şehit edilmiştir 275. Ahmedil b.
İbrahim b. Vehsudân ise sultan Muhammed Tapar’ın sarayında otururken bir
Bâtınînin değişmeyen taktikleriyle uzattığı bir mektubu almak için uzanınca
hançerlenmiştir. Ahmedil saldırganı altına aldığı sırada bir başkası ona hücum
etmiştir. Ahmedil her ikisini de öldürdüğü sırada üçüncü Bâtınî ortaya çıkıp
Ahmedil’i öldürmüştür276.
Muhammed Tapar’ın veziri ve Nizamü’l-Mülk’ün oğlu Ahmed’in suikastı ise
Alamut kalesi seferinden dönen sultan ve vezirden intikam almak isteyen birkaç
Bâtınînin onlarla Bağdat’ta gelip ona bıçakla saldırmasıyla gerçekleşmiştir.
Nizamü’l-Mülk ‘ün diğer oğlu Fahrü’l-Mülk de bıçaklanarak öldürülmüş, Unru
Bulka ise suikasta kurban gitmiştir.
El-Herevî Abdullatif ise Hemedan’da namaz kılmak için camiye gittiği zaman
öldürülmüştür, El Hocandi Halife Musaterşid, Halife Raşid, Muinü’l-Mülk, Ebu Nasr
ise suikasta kurban gitmiştir.
Sultan Sancar’in veziri Kâşâni seyis kılığına girmiş iki fedâî tarafından
bıçaklanmıştır. Vezir nevruz nedeniyle Sultan Sancar için aldığı atları mekanında
kontrol ederken atları getiren iki fedâî tarafından öldürülmüştür. h.531/m.1136’da
Halife Müsterşid , Musul valisi Mevdud h.507/m.1113 yılında öldürülmüştür.
Ümid’in emri üzerine fedâîler tarafından Hemedan yakınlarında öldürülmüştür.
O’nun ölümünden sonra Alamut’ta yedi gün yedi gece kutlamalar yapılmıştır.278 Er-
Raşid Billah ise İsfahan’da pusuda bekleyen bir Bâtınî tarafından , İsfahan valisi,
Buzurg Ümid döneminde Meraga valisi ise halife şehre varmadan hemen önce
Bâtınîler tarafından öldürülmüştür. Bunların ölümü Nizâmü’l-Mülk’ten sonra
gerçekleştirilen en büyük cinayetlerdir.
Berkyaruk’un annesi Zübeyde Hatun’un veziri Abdurrahman Sümeyremî bir
Bâtınî tarafından hile ile öldürmüştür. Ancak Bâtınî kaçmayı başaramamış ve
yakalanmıştır.279 Tebriz valisi, Kazvin müftüsü Bâtınîler tarafından Buzurg Ümid
döneminde, Kuhistan, Tiflis, Hemedan kadıları ise Sancar döneminde öldürülmüştür.
Bunun yanı sıra Gürcistan ve Mâzendaran’ın mahalli reisleri de Bâtınîler tarafından
katl edilmiştir.
Selçuklu Sultanı Davud Suriyeli Bâtınîler tarafından Tebriz’de öldürülürken,
katillerin Musul hakimi Zengi hesabına hareket etmiş oldukları iddia edilmiştir280.
277 El-Bundari,(İmad Ad-din Al-Katib al-İsfahani), a.g.e., s. 137. 278 Bernard Lewıs, Haşişiler…,s.45. 279 A.Sevim, E.Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Ankara, 1995, s. 161 . 280 Bernard Lewıs, a.g.e., s.59.
133
Yine Bagdat halifesinin bir veziri ve Ebul Ali Said h.498/m.1105-06’da İsfahan
caminde Bâtınîler tarafından öldürülmüştür281.
Muhammed Tapar Döneminde Nişabur kadısı olan Said B. Muhammed ise
Ramazan bayramında, hazine muhasebecisi Zeki ise Bâtınîler tarafından Bağdat
pazarında öldürülmüştür. Onu öldüren Bâtınî hemen orada yakalanmış ve aynı sonu
paylaşmıştır. Ancak Zeki’nin ne için öldürüldüğü bilinmemektedir.
Ebü’l-Fazl da Bâtınîler tarafından suikasta uğramıştır.Rivayetlere göre Ebü’l-
Fazl bir gün atları gözden geçirmek istemiştir.Onu öldürmek için muhtassın
atlarının seyisi olarak ahır hizmetine tayin edilen bir Bâtınî orada hazır bulunmuştur.
Bıçağını aygırın alnına saklamıştır. Aygırı salıverince aygır şahlanmıştır. O esnada
bıçağı çıkarmış, sıçrayarak vezirin can alacak yerine saplamıştır (h.521 / m.1127)282
.
Dönemin en iyi kadılarında olan Zeynü’l-İslam Ebû Sa’d Muhammed b. Nasr b.
Mansuri’l-herevi Dergizinîn anlaştığı iki Bâtınî tarafından Horasan dönüşü ibadet
edip namaz kılmak için camiye çıktığında sultana mülaki olmadan şehit edilmiştir
(h.518 /m.1124) 283. El-Bûdari bu hususta. “Aziz: (İki rekat namaz kıldı. Evvelki
rekatı surei keyifle kıldı ve yasin ile ikinci rekatı kılmaya başladı Bâtınî bunun
281 A.Sevim, E.Merçil, a.g.e., s. 188. 282 El-Bundari,(İmad Ad-din Al-Katib al-İsfahani), a.g.e., s. 139. 283 El-Bundari,(İmad Ad-din Al-Katib al-İsfahani), a.g.e., s. 137.
134
namazı uzun geldiğini düşünüp namazını bitirinceye kadar dayanamadı secdede
iken Aziz’i vurmuştur”284demektedir.
Sultan Sancar’in hâdimi Cevher‘de Rey şehrinde Bâtınîlerin saldırısı sonucunda
öldürülürken, Melik Davud b Sultan Mahmud ise Tebriz’de Bâtınîlerin kurduğu bir
tuzak sonucu öldürülmüşlerdir.
Bâtınîlerin Büyük Selçuklu halkı üzerinde etkisi oldukça yüksektir. Hasan
Sabbah’ın siyasî dinî ve askerî kişiliği, suikast emirleri adeta terör havası estirmiş,
hatta bu siyasî anlayış daha sonraki Alamut yöneticileri tarafından da uygulanmıştır.
Hasan Sabbah’a muhalif olan devlet adamları, emirler, kumandanlar, suikastlara
karşı bir önlem olmak üzere elbiselerinin altına zırh giymişler ve bu zırhı giymeden
asla sokağa çıkmamışlardır. Bu dönemde yollarda emniyet kalmamış, her gün
onlarca müslüman insan öldürülmüş ve yeni cinayetler işlenmiştir. Halkın emniyeti
hiç kalmamış, dolayısıyla da işlenen bu cinayetler sünni halk üzerinde büyük bir
korku oluşturmuştur. Fedâîler hiç çekinmeden cinayet işlemiş ve korku içinde
yaşayan halk da Bâtınî taraftarı olan ve olmayanlar şeklinde iki gruba ayrılmıştır,.
İsfahani halkın durumu şöyle anlamaktadır: “Bâtınîler yollarda emniyeti selbettiler
,büyüklere ölüm yağdırdılar. Bunlardan tek bir kişi kendisinin öldürüleceğini bile
bile bir cemaate hucüm eder ve onları âşikare öldürürdü.Padişahlardan hiç biri
kendinî bunlardan korumak için çare bulamadı .Halk bunlar hakkında ikiye ayrıldı.
Bir kısmı açıktan açığa düşmanlık etti ve bunlarla savaştı.Bir kısmı da sulh ve
müsalemet üzere yaşamak için bunlarla muahede akdetti.Düşmanlık izhar edenler
düşünceler sünni fikirler öğretilerek ortadan kaldırılmaya çalışılmış ve bu bir bakıma
321 Ebu Muhammed Zehra, İslam’da Siyasî ve İtikadi Mezhepler Tarihi, (Çev.Ethem Ruhi
Fığlalı-Osman Eskicioğlu), İstanbul 1970, s.78. 322 M. A.Köymen, Selçuklu Veziri Nizamü’l-Mülk ve Tarihi Rolü, M.K V/7, 1977, s.15.
152
yararlı olunmuştur. Yine bu medreseler bir taraftan halkın ıslahını ve eğitimini diğer
taraftan da devlete ve yasalara bağlı bireyler yetiştirmeyi amaç edinmişlerdir323.
III.Seyahat
Bâtınîler için seyahat da çok önemli idi. Öncelikle İsmâilî mezhebinin
yayılmasındaki en önemli eylem, yapılan bu seyahatlerdir. Fatımî İsmâilîleri
kurdukları dâî ağı sayesinde bir çok bölgeye dâîlerini göndermişlerdir. Uzun
yolculuklar yapan propagandacılar, gittikleri bölgelerde İsmâilî mezhebini halka
anlatmaya çalışmışlar ve yapılan seyahatler sayesinde geniş alanlara yayılmışlardır.
Fatımî İsmâilîler’in Kuzey Afrika, Sicilya, Mısır, Suriye’ye kadar yayılma nedenleri
dâîlerin gezgin bir hayat sürmeleridir.
Seyahat eden dâîler arasında da konumuz itibariyle ilk sıra Nizarî İsmâilî
lideri Hasan Sabbah bulunmaktadır.Hasan Sabbah, Rey’den Mısır’a oradan tekrar
İran’nın Horasan bölgesine324, Diyarbakır’a en son Deylem’e ve Alamut’a gelene
kadar tam dokuz yıl bir çok bölgeyi dolaşmıştır. Yine Alamut merkezli kurduğu dâî
ağı sayesinde dâîler, İran’da Büyük Selçuklu topraklarında seyahatler etmiş ve
İsmâilîlik mezhebini yaymışlardır. Nasır-ı Hüsrev de İsmâilî mezhebiyle yaptığı
uzun seyahat sırasında karşılaşmış ve yine seyahatler yaparak yeni inancını yaymaya
çalışmıştır. İbn Attaş ise, Mısır’dan yola çıkarak İran ve Irak bölgesinde yaptığı uzun
seyahatler sayesinde İsmâilî mezhebini yaymıştır. Hattâ Hasan Sabbah’la Rey’de
323Ahmet Yaşar Ocak, Selçukluların Dinî Siyaseti(1040-1092), İstanbul, 2002, s.234. 324 Mehmet Altay Köymen, Alparslan ve Zamanı, İstanbul, 1972, s.75-77.
153
yaptığı seyahat esnasında tanışmış ve onu Mısır’a Fatımî halifesi Mustasır’ın yanına
gitmesi için yönlendirmiştir.
Nizarî İsmâilî dâîleri, Suriye’de yaptıkları seyahatlerde de başarılı olmuş ve
Bâtınîliği geniş bölgelere taşımışlardır. Günümüzde de bir çok bölgeye yayılan
Bâtınîlerin bu kadar geniş alanlara yayılması biraz da seyahat etme özelliklerine
bağlıdır.
IV-Gelir Kaynakları
Propaganda için Bâtınîlerin gelir kaynakları çok çeşitlidir.Kaynaklarda
Alamut kalesinin zenginliğinden bahsedilmektedir. Bu durum onların geçim
yağma ve hediyeler ekonomilerini ayakta tutmuştur. Bunun için de kaynak
olabilecek çeşitli yollar bulunmuştur. Mesela Bâtınîliği teklif edip istedikleri kişilere
gizli gerçeği açıkladıktan sonra mürid olmak isteyenlerden dâîler imam hazinesini
beslemek için bir vergi almışlardır. Bâtınîliğe katılmak isteyenler bu vergiyi
ödemişlerdir325. Bu vergiler, direk olarak kaledeki hazineye, yani merkeze
gitmekteydi. Başka bir örnek ise, mezheplerine alacakları kimsenin bir yıl durumunu
ve sabrını iyice gözlemleyerek telkinde bulunduktan ve emin olduktan sonra, dâî,
ona önce namaz ve zekatın Bâtınî manasını öğretip câize olarak kendisinden 12
dinar alıp imama götürürdü ve ‘filan kulun namaz ve zekatın mânâsını anladı onu
bu yükten kurtar’ denirdi. O da: ‘Ben ondan namaz yükünü kaldırdım’ der ve
üzerlerinde olan yük ve köstekleri kaldır ayetini okurdu. Sonra yine 12’şer dinar
325 Henry Corbin, a.g.e,s.45.
154
mukabilinde oruç içki memnuniyeti ile taharetten kurtulur326, daha sonra yine 12’şer
dinar karşılığında artık akıl yolu ile cennete girme zamanının geldiğinden
bahsederdi. Tüm bunlar mezhebe dahil olmak için verilen vergilerdir
Çalışmamızda Bâtınîlerin Selçuklu döneminde halka çok fazla eziyet
ettiklerini belirtmiştik.Gerçekten onlar halkın malını gasp etmişler ya da bir kısmını
öldürmüşlerdir. Halkın bir kısmına da eziyet yerine köylerdeki halktan hayvanlarına,
evine, tüm mal varlıklarına vergi koymuşlardır. Bu vergiler, Bâtınîlerin geçim
kaynaklarından biridir. Mesela İbn Attaş, İsfahan’da kalede hükmünü sürdürürken,
rastgele her tarafa saldırıp ve her yeri yağmalamıştır. Halk, onun şerrinden kurtulmak
için ona vergi vermeyi kabul ederek bununla kurtulmayı canına minnet
bilmişlerdir327. Yine Cuveynî’ye göre Bâtınîlere Frenk ve Rum Şahları da cizye
vermekteydi: “O mel’umların korkusundan sararıp solan cizye veren ve bu
yaptıklarından ar duymayan Frenk ve Rum şahları bu olaydan mutlu olmuşlardır328”.
Bâtınîler, hem zor durumda olan halktan hem de üst düzey yöneticilerden vergi ve
cizye almışlardır diyebiliriz. Bâtınîlerden korkan Kral ve Baronlar, ünlü gezgin
Marko Polo’ya göre Alamut’a hediyeler göndermişlerdir329”.
Bâtınîler, kalelere yerleşip kendi düzenlerini kurmuşlardı. Kaleler ve
civarında sebze ve meyve yetiştirme imkânları bulunmaktaydı ve bu durumdan
326Ahmet Ateş, “Bâtınîye”, s.341. 327Ömer Rıza Doğrul, Hasan Sabbah’ın Cennet Fedâîleri, İstanbul, 1975, s. 54. 328 Ata Melik Cüevyni, Tarih-i Cihanguşa, Çev.Mürsel Öztürk, Ankara 1999, s.511.Her ne
kadar Cübeynî bu şekilde belirtmiş olsa da durumun böyle geliştiğine pek ihtimal
vermemekteyiz. 329 Marco Polo, a.g.e., s.122.
155
istifade ederek kendi ihtiyaçlarına yetecek kadar çeşitli zirai ürünler
yetiştirmişlerdir. Kalelerde meyve bahçelerinin varlığının ispatı olarak Alamut’ta
“Cennet bahçesi” denilen yani Hasan Sabbah’ın kalenin etrafına kurduğu meyve
bahçelerinin varlığını biliyoruz. Yine etraftan topladıkları deve, sığır, davar, merkep
ve v.b. gibi diğer ganimetlerin330 varlığından bahsedilmektedir. Bâtınîler, bu
ganimetleri de geçim kaynağı olarak kullanmışlardır. Bâtınîler, Horasan ve
Huzistan’daki bazı kalelere yerleşerek ticaret ve hac kervanlarını da açıktan basarak
soyuyorlardı331. Bu soygunlar, onlara ciddi gelir sağlamıştır. Yine kaledeki kadınlar,
özellikle bir çok Bâtınî hanımı Girdkuh’a gidip, yün eğirerek geçimlerini
sağlıyorlardı. Hatta daha önce de belirttiğimiz gibi Şirgir, Alamut’u kuşatınca Hasan
Sabbah, karısını ve kızını oraya göndermek zorunda kalmıştır. Bu durum Bâtınî
kadınların da çalışarak hatta gelir getirdiklerini göstermektedir.
B)DOKTRİN
I-İsmâilî Doktrini
Büyük Selçuklu topraklarında gelişme gösteren Bâtınîler’in doktrin ve
inanışları İsmâilî mezhebinin çeşitli fırkalara ayrılması ile politika ve doktrin anlayışı
bakımından değişim süreci içine girmiştir. Bâtınîliğin doktrin anlayışında en belirgin
ilk ayrım, zâhir ve batın ayrımında baş göstermiştir. Bâtınîlikte zâhir ve batın ilişkisi
zamana ve mekâna göre farklılıklar göstermiştir. Bâtınîlik, Hasan Sabbah ile yeni bir
anlayışın içine girmiştir. Fatımîlerin yıkılması ile Yemen’de ve Hindistan’da kurulan
“Müsta’li İsmâilîleri” Fatımî İsmâilî anlayışının büyük bir kısmını muhafaza etmiştir.
330 Bernard Lewıs, a.g.e., s.59. 331 Osman Turan, a.g.e.,s.228.
156
Tayyibbî İsmâilîleri de Fatımî İsmâilîlerin’in dinî kurallarını ve anlayışlarını
benimseyerek zâhir ve Bâtınîn birbirine eş değerde olduğunu savunmuşlardır.
Öncelikle İsmâilî doktrin anlayışını açıklamakta yarar vardır. İsmâilîlere göre
her zâhirin bir Bâtınî vardır. Gerçek mânâlar zâhirde değil batındadır. Dış görünüş
(zâhir), iç boyut(batın), bunun iç görünüşü ise (batin al-batin)dir.332 Zahir, apacık her
şeyi kavrayabilmek ve görebilmek fakat batın kolayca belli olmayandır ve bu yüzden
de bütün bölümler kolayca bulunamaz333. Arapça bir kelime olan “batın (iç içerde)”
İslamiyetin emrettiği ve yasakladığı kuralların Kur’an ayetine göre harfi harfine
anlamını belirtmektir, onun karşıtı Arapça kelime zahir (dış dışsal) yalın olarak
belirtmek ya da apacık anlamını ve konuyu ifade etme biçimi ya da kuralları yerine
getirerek sunmaktır334. Bâtınî anlamak için de bütün nasları ve dinî ıstılahları te’vil
etmek gerekir. İsmâilîlere göre, gönderilen kitap ve şeriatlar peygambere göre
değişirler, ancak Bâtınî konular kesinlikle değişmeyen asıl gerçeklerdir. Bu nedenle
batın her zaman zâhirin üstündedir. Zâhir öze kavuşmak için kırılması gereken bir
kabuktur. Öze ulaşmak için mutlaka te’vile ulaşmak lazımdır. Te’vil, şeriatın
verilerini irfanî gereğe iletir335. Te’vil’in kelime anlamı, kökene geri dönmek ya da
Bâtınî zâhirden çıkarmaktır. İsmâilî mezhebinin tev’il’i doğrudan kaynakları
İslamiyet içindendir ve 8. yüzyılın şii çevrelerine dek izlenilebilmektedir. İsmâilîlik
tarafından geniş ölçüde yararlanılan Bâtınî tevil’in amacı, gerçek manevi hakikatı
332 James W. Morris, The Master and The Disciple, New York 2001, s. 93. 333 Paul Walker, Hamid al-din al-Kirmani ,(İsmaili Thoutht in the Age of al-Hakim ), I.B.
Tourish,The İnstitute of İsmâilîs Studies, London - New York 1999, s.75. 334 Halm Heinz,“Bateniya”, Encyclopedia İranica, C.III, Routledge&New York 1989, s.861. 335 Mustafa Öz, “İsmâiliye” , DİA, C.3, s.128.
157
ortaya çıkarmak için gizli olanı aşikâr kılmaktır. Tevil zâhir ya da dış görünüşten,
batından gizlenen orjinal düşüncelere doğru yapılan bir yolculuktur. Kısacası,
zâhirden batına, şeriattan hakikate yada tenzilden tevile geçiş görünüşten hakiki
gerçekliğe peygamberin getirdiği kitabın lafzından gerçek anlamına ve sembolden
sembolize edilenin kendisine geçişi gerektirir336. Ancak İslam’ın toplumsal
kimliğinde şii gruplarının büyük çoğunluğu şaşırtıcı bir şekilde tevili özel bir şekilde
desteklerken, tenzili ihmal etmişlerdir337. Bâtınîler bu te’villeri ile çoğu kez dinden
çıkacak dereceye gitmişlerdir. Mesela namazı ve namaza ait konuları te’vil
etmişlerdir. Namaz için vakit, niyet elbise lazımdır. Bâtınîlerce vakit huccet, niyet
velayet, kıble sabık ve mihrap tali demektir338. İsmâilîyye mezhebi için zekat, ilmi
Bâtınî mezhepten olanlara yaymaktır. Haç, İmam’ı ziyaret edip hizmetinde
bulunmaktır. Gusûl, ahdi yenilemek; cuma, ahdi olmayana ve kurtuluş sadakası
vermeyince sırları açıklamaktır. Zina, batın ilmi tohumunu kendisinden ahd
bilmeyen cahillerin vazifesidir. İbadetler, Ahye ve Ebrar denen seçkinlere işarettir.
Hz. Nuh’un tufanı, sünnete tabi olanların zâhirinde boğulmasıdır. Hz. İbrahim’in
ateşi hakiki ateş değil, Nemrut’un gazabıdır. Hz. Süleyman İsmâilîliğin delilidir.
İblis ve Adem, Ebu Bekir ve Ali’den ibarettir340. Çünkü onlara göre, Ebu Bekir’e,
Hz.Ali’ye secde etmesi için delil verilmiştir. Ancak o bu emirden hoşlanmamış ve
kibirlenmiştir. Deccal, Ebu Bekir denmiştir. Onun şaşı olduğuna inanılır, çünkü o
336 Farhad Daftary, İsmâilîler.., s.169. 337 Paul E. Walker, a.g.e., s.63. 338 N.Çağatay-İ.A Çubukçu, a.g.e., s.82. 339 N. Çağatay-İ.A. Çubukçu, a.g.e., s. 83. 340N. Çağatay-İ.A Çubukçu, a.g.e., s.84.
158
batın değil zâhir gözüyle bakmaktadır. Melekler dâî’leri, şeytanlar ilk üç halifeyi
temsil etmektedir. Açıkçası Bâtınîlikte her zâhir olan şeyin bir Bâtınî vardır. Zâhire
nisbetle bu batın mesela bademe nisbetle kabuğuna benzer. Badem bulan adam
kabuğuna ehemmiyet vermez. Kur’an da böyledir ve onun zâhiri mânâsı yanında
hakiki ve Bâtınî mânâsı vardır ve bunun delili kıyamet gününde mü’minler ile
münafıkların halini tasvir eden bir ayetin aralarında bir sur çekilmiştir, bu surun
kapısı vardır ki iç (batın) yüzünden rahmet dış tarafında azap vardır” mealinde olan
kısmı onlar yorumlamışlardır341.
Onlara göre peygamber, İnsan-ı kâmilden başka bir şey değildir. Peygamber
halkı idare etmek için akıldan taşan bilgileri zâhiri kisveye sokmuştur. Bunun Bâtınîn
meydana çıkması için kaim ül-zaman olan imama ihtiyaç vardır. Bu imam gaybî ve
gizli şeyleri bilir342.
İsmâilîler dinî metin ve hükümlerin Bâtınî anlamlarının İsmâilîliğin önemli
olan sembolik, alegorik ya da Bâtınî yorumlama ile ortaya çıkabilir343 görüşünü
savunmaktadırlar. Bâtınî, zâhirden çıkarmak olan tev’il ile zâhirden batına şeriattan
haikate görünüşten hakiki gerçekliğe, ilahi mesajın lafzından, Bâtınî anlamına,
sembolden sembolize edilenin kendisine geçiş sağlamaya çalışılmaktadır344.
341 Kemal Samanciğil, Bektaşilik Tarihi, İstanbul 1945, s.145 342 Kemal Samanciğil, a.g.e., s.144. 343 Ahmet Bağlıoğlu, İnanç Esaaları Açısından Dürzilik, Ankara 2004, s.34. 344 Ahmet Bağlıoğlu, a.g.e., s.48.
159
İsmâilîler, sayıları, kendilerine dinî bir esas olarak alıp bununla imâmet
anlayışlarını ispat etmeye çalışırlar ve bu doğrultuda mezhebin esasların yedi(7) ve
on iki(12) rakamı üzerine inşa etmişlerdir. Allah, kâinatı yedi günde ve gökyüzünü
de yedi kat olarak yaratmıştır. On iki sayısı da önemlidir. Oniki burç vardır. Aylar
onikidir ve İsrailoğulları on iki kola ayrılmışlardır. Bu sebeple İsmâilî dâîlerin görev
aldıkları bölgeler “Cezâirü’l–Arz” adı altında on iki bölgeye ayrılmıştır345.
İsmâilîlerde Allah inancı ve yaradılışı da farklıdır. Onlara göre, Allah’ın
hiçbir sıfatı yoktur ve o vasfedilemez. Allah, hayat sıfatı olmadan Hayy, kudret sıfatı
olmadan Kadir, işitme ve görme sıfatı olmadan Sem’i ve Basar’dır. O ne bir cisimdir
ve ne de maddi bir cisme sahiptir. Onun zıddı ve benzeri de yoktur. Hiçbir kelime ile
tam olarak ifade edilemez. İsmâilîler göre Allah, kadim ve muhdis değildir. Kadim
onun emri, muhdis ise onun yaratmasıdır. O ilk önce eksiksiz bir varlık olan Akl’ı
yaratmıştır. O vücuttur. İlk yaratılandır, vahdettir, ezeldir, ilimdir, kudrettir gibi
nitelendirilebilir346. Allah, âlimlere ilim verdiği için âlim, kadirlere kudret verdiği
için de kadirdir. Bâtınîler göre, Allah kudret sahibi olduğu için değil kudret
sahiplerine kudret verdiği için kadirdir görüşü vardır. Onlara göre, Allah inanç
konusunda tereddütte kalmışlar ve şöyle söylemişlerdir. “O (Allah) mevcut değildir,
namevcut da değildir”. Yani ne vardır, ne yoktur. Ne alimdir ne cahildir. Aciz ve
kadir olduğunda söylenemez. Çünkü Allah için herhangi bir sıfatı icab eder347.
345 Ahmet Bağlıoğlu, a.g.e., s.34. 346 Ahmet Bağlıoğlu, a.g.e., s.56. 347Yasemin Saygılı, Bâtınîlik Tarihi Başlıklı Makalenin Sadeleştirilmesi ve Bir
Değerlendirilmesi, Ankara, 1989, s.36
160
Bâtınîlikte harfleri tev’il edimiş ve onlara mânâ yüklenmiştir. Onlara göre,
harflerin kelimelere nisbeti basit ve mücerred cisimlerin mürekkep cisimlere nisbeti
gibidir ve harfin kendine özgü bir mânâsı vardır görüşünü savunurlar. Mesela,
elif lam he. Bunlarda nokta veya işaret bulunmadığından, bu üç harf bizzat kelime-i
şahadete delalet eder. Diğer taraftan bu kısım (Lâ ilâhe illâ-Allah ) yedi fasıl (Lâ
ilahe illa-Allah ) ve on iki harftir. İnsan da cisim ile ruhtan mürekkeptir. Dört
tabiattan yapılmıştır. Yedi a’zası ve on iki carihası vardır348.
II-Ta’lim Doktrini
İsmaililik Hasan Sabbah ile yeni bir aşamaya girmiştir. Büyük bir ihtimalle
Hasan Sabbah, şia eski talim doktrininin cedel üslûbunda ve belagatlı bir şekilde
formüle etmiştir denilebilir. Bu güçlü eylem, Hasan Sabbah tarafından
hareketlenmiştir. Talim doktrinin esası şudur: Derece derece bir öğrenmeye
dayanan bu mezhebin tarafları, kainat bütün sıfatlarından münezzeh ve başka bir
nura benzemeyen bir nur ve zulmet halindeki tecellisinden ibaret görürler.349
Hasan Sabbah Fâtımî halifeliğini aşarak, yeni örgütler vererek (davet-i–cedide) onun
en belâgatlı olarak formül etmiştir. Yeni davet şii fomlarının ta’limini zorunlu
kılmıştır350.
348 Kemal Samanciğil, a.g.e., s.146. 349 Ahmet Ateş,”Gazali’nin Bâtınîlerin Belini Kıran Delilleri ,Kitab Kavasım Al-Bâtınîya
“İlahiyat Fakültesi Dergisi ,C.1-11,Ankara ,1954, s.23. 350 W. Madelung,”İsma’iliyya” The Encylopedia of İslam, Leiden, E.J. Brill,1978, s.205.
161
Hasan Sabbah’ın İsmâilîk anlayışı, eski Fatımî İsmâilîliğinden farklı bir takım
özellikler göstermiştir. “İsmaliyye” de denilen Bâtınîlikte Ta’lim doktrini dört
fasılda incelenmektedir. İlahiyat ve dinle ilgili bilgilerin ancak sadık bir öğreticiden
öğrenilmesinin zaruri bulunduğu bu öğreticinin de Allah tarafından tayin edilmiş
İsmâilî imamı olmasının gerektiği sonucu çıkmaktadır351. Hasan Sabbah’ın “Dört
fasıl (Fusûl-i Arba’a)”ında talim doktrini özetlenmiştir. Bu dört fasıldan birincisine
göre, Ulu Tanrı’ya dâîr sahib olunan uygun bilgi hakkında sadece iki tarzda söz
söylenebilir. Bu bilginin yalnızca aklın ve hiçbir öğretmenin eğitimi (talimi) yeterli
gelmeden oluşan bir sınavın sonucu olduğunu onaylayabiliriz. Ya da aklından ve
alışılmış düşüncelerden bağımsız olarak gerçek bir öğretmen (imam sadık) eğitimin
son derece gerekli olduğu savunulabilir352. M.Şereffettin Yaltkaya’ ya göre: “Marifet
bir malumuna ihtiyaç olmayıp sade akıl nazarın kâfi olmasına ihtiyaç olmasına
ihtiyaç vardır. Eğer bir kimse marifet-i baride akıl ve nazarın kâfi geldiğini kabul
eders, kendisinden başka bir kimsenin akıl ve nazarına muhalefet etmesi caiz
değildir. Çünkü muhalefet tahlil olunacak olursa diğer bir kimsenin reyinin doğru
olmadığı manasına gelir ki bu da doğru olduğunu iddia ettiğinin kendi reyine
muhalifinin ihtiyaç olduğunu ve binaeleyn talime ihtiyaç mesh ettiğini ifade eder”353.
İkinci fasılda ilk kez, bir mürşide, öğretmene başvurma gereksinimi tanıyıp onlardan
herhangi birine tutunmak yeterli midir? Yoksa gerçek bir öğretmen seçimi yapmak
mı gereklidir? sorusu sorulmaktadır.Yani “talime ihtiyaç duyulduktan sonra bu
konuda her muallimin alet itlak talime salahiyattar olduğunu kabul edilmesi veya
351 Mustafa Öz , “İsmâiliye”, DİA, C. 3, s.130. 352İsmail Kaygusuz, a.g.e., s.55. 353 M. Şereffettin Yaltkaya, “Bâtınîlik Tarihi”, Daru’l-Fünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası,
C.VIII, İstanbul 1928, s.23.
162
yalnız muallim-i sadıkın salahiyetinin kabul edilmesi vardır. Herhangi bir muallimi
ale’l-ıtlak kabul edenler hanımlarının muallimlerine hiçbir itirazda bulunmamaları
icab eder. Çünkü itiraz ve muhalefette bulunacak olurlarsa herhangi muallimin
salahiyeti talimini değil yalnız muallim-i sadık’ın salahiyetini teslim etmiş olurlar.
Halbuki insanlar arasında yekdiğerlerinin muallimleri hakkında itiraz ve muhalefetler
cari olduğundan herhangi bir muallimin talimine salahiyattar olduğunu değil, bu
hususta yalnız muallimi sadıkın salahiyetini teslim etmiş olur”354. Üçüncü fasılda
Hasan Sabbah, ilk kez bir mürşidin gerekliliğini ortaya koyup kendisinden hemen
eğitim almak için ilk fırsatta onu bulmalı ve onu üstad tanımalıdır. Yoksa tersine ilk
gelmiş olan yani gerçek kimliği bilinmeyen ve doğruluğu iyi anlaşılmayan bir
adamın yanında eğitilmek mümkün olur mu? diye soruyordu. Dördüncü kısımda
Hasan Sabbah insanlığın genel olarak iki büyük bölükten oluştuğunu gösteriyordu.
Bir bölüğü, yüce yaratıcı’dan almak istedikleri bilgi içinde gerçek bir mürşitten
geçmeyi bileceklerini kabul ediyor. Bu gerçek öğretmen hakkında yaptıkları kimlik
saptama ve tanımlamaya göre, kendisinden almak istedikleri eğitim üzerinde zorunlu
olarak öncelik vermeleri gerektiğine inanıyorlardı355. Yani Hasan Sabbah’a göre
Allah’ı bilmek için yalnız akıl kâfi değildir. Yeterli gelseydi akıllar arasında
muhalefet olması icabederdi. Böyle olmadığına göre bir muallime ihtiyaç vardır.
354 M. Şereffettin Yaltkaya, a.g.m., s.23. 355İsmail Kaygusuz, a.g.e., s.56., M. Şereffettin Yaltkaya, a.g.m., s.23-24.
163
Bâtınîlikteki Ta’lim doktrini, İslam dünyasında büyük tepkiler doğurmuştur.
Sünni dünyasında güçlü etki bırakmıştır356. Hasan Sabbah, yeni davetinde “Her
ayna’nın her bir tenzili bir tev’il ve her bir zâhiri bir Bâtınî olur. Allah bilinen akıl
ve nizar değildir. Ta’lim İmamdır”357 demiştir.
Hasan Sabbah’ın başlatmış olduğu yeni doktrin yani talim doktrini Alamut
yöneticisi II.Hasan bin Muhammed (h.557-561/m.1162-1166) döneminde daha da
değişikliğe uğramıştır. O h.559/m. 1164 yılının Ramazan ayında Alamut kalesinin
önündeki toplu ibadet alanına batıya bakan bir minber kurulmasını emretmiştir.
Minberin dört direğine beyaz, kırmızı, sarı ve yeşil renklerde dört büyük bayrak
asılmıştır. O Ramazan’ın on yedisinde diğer bölgelerden gelen temsilcilerle birlikte
bütün Alamut halkını ibadet alanında topladı. Rudbar ve Deylemli Nizarîler minberin
ön tarafında, Horasan ve Kuhistan’dan gelenler sağ tarafta, batı ve orta İranlı
refiklerse sol tarafta yer aldı. Ak bir giysi ve sarık kuşanmış olan Hasan, öğle vakti
kaleden inerek minbere çıktı. Buradan kalabalığı selamladıktan kısa bir süre sonra
kılıcını çekip ayağa kalkarak, gizli imamın yandaşlarının gönderdiği yeni talimatları
içeren mesajı yüksek sesle okumaya başladı358. Hutbede şunlar söylenmiştir:
Alemlerin sakinleri olan cinlere, insanlara ve meleklere seslenerek kendisine yeni
talimatlar veren gizli imamdan bir mesaj almış bulunduğunu ilan etti. Zamanın
imamı size hayır duasını ve mağrifetini göndermektedir ve siz kulları olarak
nitelendirmiştir. Sizi şeriatın müelliflerinden azat etmiş ve kıyamete erdirmiştir.
356.W, Madelung, a.g.m., s.205. 357 Hace Reşid Alladdin Fazılullah Hemedani, a.g.e., s.154. 358 Farhad Daftary, İsmâilîler..,2001, s.419.; Nazlı Rana Gürel, Bir Osmanlı Aydını İbrahim
Ethem Pertev Paşa, Ankara , 2004, s.303.
164
Ayrıca İmam Buzurg Ümid’in oğlu Muhammed’in oğlu Hasan’ı naibi dâî idi ve
hücceti olarak tayin etmiştir. “Biz cemaat ona uymalı ve dünya işlerinde olduğu gibi
dinî işlerde de ona itaat etmeli onun emirlerini geri alınamaz olarak görmeli ve onun
sözünün bizim sözümüz olduğunu bilmelidir”359 . Ve devam ederek “ Ey Cemaat:
Cemaat, malumunuz olsun ki ben imamım ve zamanın imamıyım. Dünyada teklif-i
emr ve neyhi kaldırdım ve ahkamşer’iyeyi tümden mehv ve ilga ettim. Şimdi Kıyamet
zamanıdır. Halka lazım olan odur ki hemen batınen Allah ile olsunlar da zâhiren her
ne suretle ihtiyar ederler ise de eyyam-ı zindeganilerini öylce merar eylesinler”360
demiştir. Hasan bin Muhammed, kendisinin Nizar neslinden olan İmam olduğunu
ileri sürmüş ve kıyamet sebebiyle de kıblenin yönünü değiştirmiştir. Kendisine
inananlardan namaz, oruç ve diğer ibadetleri yerine getirmeyi yasaklamıştır. İçki
içmeyi ise helal kılmıştır. Onlara göre kıyamet imamın ruhi gerçekliğinden Allah’ı
görmekle vuku bulmuştur. Böylece hazır imama peygamberin üstünde mevki verme
şeklinde Bâtınîliğin bir özelliği çıkmıştır361. Kıyamet dinî kurallarına göre hazır olan
imam Ali ile özdeşerek onun ruhi gerçekliğinde müminlerine zuhur etmiştir. Bu yolla
imam ve ona inananlar arasındaki ta’lim hiyararşisi de kalmış olur. Yine kıyamet
ilanı ile Cüveyni bu mezhep hakkında şunları söylemiştir: “Dayanıksız olan bu
mezhebin aslı ve baştan sona kadar kötülüklerle dolu olan bu davetin sırrı şundan
ibaretir: Onlar felsefecilere uyarak âlemin yaratılmış olmadığına zamanın sonsuz ve
yeniden dirilmenin manevi olduğunu savunurlar. Cenneti ve cehennemi kendilerine
göre yorumlayıp olanlara manevi bir rol verirler. Bundan başka kıyametin
yarattıkların Tanrı’ya ulaştıkları zaman olacağını o zaman her şeyin gizlisini
öğretidir367. Müminin hiçbir idaresi yoktur, bilinen öğretiyi izlemesi gerekmektedir.
Bâtınîlik için önemli olan, İmam-ı mâ’sum önemli bir konumdadır ve o dünyada
gelişen tüm olaylardan haberdardır. Ayet ve hadislere istediği yorumu ve anlamı
verebilir. Bu konuya daha sonra değineceğiz. Ona uyanlar oruç tutmaktan ve namaz
kılmaktan kurtulur ve kendileri için her şey mübah yani sakıncasız olur. Bâtınîler akıl
ve düşünceyi inkâr etmişlerdir. Duyulara karşı da cephe almalarına rağmen ta’lim
metodunu kabul etmekle işitme duyusundan istifade yoluna gitmişlerdir. Bu ise bir
çelişkidir368.
III-İmam ve İmamet Anlayışı
İmamın sözlük anlamı “kendisine uyulan” demektir. Toplumun başında
bulunan ve toplumu yönlendiren kişilere verilen isimdir. İmam bir inanç
topluluğunun öncüsü, başı, önderi durumundadır. Onun varlığında dile gelen
biçimlenen inançlar, tarikatın özünü oluşturur. Aslında İmam’ın kendisi
peygamberdir yada onun yokluğunda onun tarafından birilerinin
yetkilendirilmesidir369denilmiştir.
İmamlık, Hz. Muhammed‘le ortaya çıkmış ve din açısından önemli bir anlam
kazanmıştır. İmamın yönlendirdiği topluluğa ise ümmet denilmektedir. İmamet
sorunu Hz. Muhammed’in ölümünün ardından onu yerine geçecek halifelik
367Marshall.G.S Hogdson, “The İsmâilî State”; The Cambridge History of İran, C.5,
Cambridge at The Universty Press, Newyork 1968, s.433. 368N.Çağatay-İ.A Çubukçu, a.g.e., s.75-76. 369Cl. Huart, “İmam”, E.J. Brill’s First Encyclopaedia of İslam 1913 1936, Leiden,
NewYork, Kobenhavn, Köln, 1987, Volume III, s. 473.
168
tartışması sonucunda ortaya çıkmıştır. Hz.Ebubekir, Hz.Ömer, Hz.Osman ve
Hz.Ali’nin halifeliği İslam toplumunda büyük karışıklıklara neden olmuştur. İslam
tolumunda Cemel ve Sıfın vak’aları ile devam eden hakem olayı ile de alevlenen ve
sonuçlandırılamayan imamet meselesi ortaya çıkmıştır. İmamın kim olacağı,
bulunması gereken sıfatlar nitelikler tartışılmaya başlanmıştır. İmametin dinî ve
hukukî açıdan mahiyet ve önemi, bu kurumun gerekli olup olmadığı, imam seçilecek
kişide aranan nitelikler, göreve gelme ve ayrılma yöntemi gibi çeşitli konulardaki
tartışamalar, daha çok İslam dünyasının en büyük kitlesi Ehl-i sünnet ve Şia arasında
gerçekleşmiştir370. Şehristanî el-Milel ve’n–Nihal mukaddemesinde “ imamet için, “
İslam’da hiçbir dinî kaide için imamet hakkında her zaman çekildiği kadar kılıç
çekilmemiştir” 371demiştir. Ehl-i sünnet için imam tabiri İslamın en ileri gelen
alimleri için kullanılmaktadır. Şiîler için imam anlayışı çok çeşitli ve uzundur
denilebilir. İmamet ve Hilafet kavramları çoğunlukla eş anlamlı kabul edilmiş ve
Hz.Muhammed’in vefatını müteakip, müslüman toplumun liderliği anlamında
kullanılmıştır. Şiîler imamet ve hilafet kavramlarını birbirinden ayırmaktadır.
Onlara göre halife şii olmayan nass ve tâyinle değil başka yollarla Müslümanların
başına geçen kimsedir. İmam ise nass ve tayinle belirlenen şii liderdir372. Şii
doktrinine göre, imamlık nass yoluyla Hz. Ali’den sırayla geçmektedir. Bu sıra onun
soyundan gelen kimseler arasından seçilmektedir. Sadece o bir şeylere karar
370 M. Öz-A. İlhan A.,”İmâmet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2000,
C. 202, s.202. 371 Yusuf Ziya Yörükan, Eb’ul –Feth Şehristâni Milel ve Nihal Üzerine Karşılaştırmalı Bir
İnceleme ve Mezheplerin Tetkikinde Usûl, Ankara, 2002, s.53. 372 Hasan Onat, “Şii İmamet Nazariyesi”, A.Ü.İ.F.D., C. XXXII, Ankara, 1992, s.89.
169
verebilir. Onun soyundan olanlar imamı tanırlar373. İmam kelimesi sünnilerce
kullanılırken imamet kelimesi daha çok Şiîler tarafından kullanılmaktadır.
Şiilikte onbirinci imam ölünce, ergin olmayan çocukda gözden kaybolmuştur.
Onlar imamet anlayışı yüzünden bir çok fırkalara ayrılmışlardır374. Bâtınîlikde bir
bakıma imamiyet tartışması yüzünden ortaya çıkmıştır375.Daha öncede belirttiğimiz
gibi, Hz. Ebubekir‘i, Ömer’i ve Osman’ı halife tanımayan şiîlere imamiye ve rafiziye
denilmektedir. İşte bunlar İsna Aşeriye yada İsmâilîye kollarına ayrılır. İsna Aşeriye 373 Cl. Huart, “ İmam”, E.J. Brill’s First Encyclopaedia of İslam 1913 1936, C.III, Leiden,
NewYork, Kobenhavn, Köln, 1987, s.473. 374 Neşet, Çağatay, Fatımî Devletinin Kuruluşu ve Akideleri, C.VIII, Ankara 1958, s. 67.
,Mesela Zeydilerin imam anlayışına öncelik vermek lazımdır. Onlara göre, İmamın ilk
kademesi Zeydiler nezdinden temiz kalmış olan şekli evvela imamet namzetlerinden
kendisinin Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin’e kadar görtüren bir nesebin götürülmesidir.
Gizli bir imama inanış vardır. Bu gizli imama inanış, Ali’den itibaren altıncı imam Cafer el-
Sadık’ın ölümünden sonra iki kola ayrılır. Oniki imam İsnaaşare tarafındna temsil edilen
kol, Cafer’in oğullarından biri olan Musa’dan gelenleri imam olarak tanır. Onlara göre,
onikincisi kaybolmuştur ve imam El-Muntazar dünyanın sonunda gelecektir. Yine onların
düşüncesine göre, imam bedene ve akılca sağlıklı olmalı dinî ve kelam ilimlerini bilmeli ve
hükm edebilmelidir. Kendisi, kendi taraftarları tarafından intihap edilir, yahut silah kuvveti
ile imameti alır. Zeydiler diğer bütün şi’i mezhepler hilafına olarak, aynı zamanda meşrû
bir çok imamların mevcut olabileceğine ve bazı zamanlar hiçbir bir imam mevcut
olmayacağına inanırlar. Bkz.W.Ivanow, “İmâm”, İslam Ansiklopedisi , C.V-2, İstanbul 1952,
s. 981.
Fatımî halifesi Mustansır’ın ölümünün ardından iki kola ayrılan Bâtınîler’in imamet
anlayışında da zamanla farklılık ortaya çıkmıştır.Fatimi halifesi Emir Biahkâmillah’ın
ölümünden sonra oğlu Tayyibin imametini kabul etmiş olan Mus’tali Tayyibi İsmâilî kolu,
Tayyib’in gaybet halinde olduğunu ve henüz ortaya çıkmadığını savunmuşlardır. Nizarın
ölümünden sonra zâhir imamlar dizisini benimsemişlerdir. Daha sonraki dönemde kıyametin
Kıyâmet’ül-kıyamet ilanı ile İmam Bâtınî gerçekleri açığa çıkarmak ve natık nebinin
üzerinde her türlü hükmün açıklayıcısı olarak kabul edilmiştr.
170
kolu gerçek imam olarak şu oniki kişiyi kabul eder: Ali b. Ebi Talib, Hasan b. Ali b.
Ebi Talib, Hüseyin b. Ali Ebi Talib, Zeynelabidin b. Hüseyin, Muhammed Bakır b.
Zeynelabidin, Cafer-i Sadık b. Muhammed Bekir, Musa Kazım b. Cafer-i Sadık, Ali
Rıza b. Musa Kazım, Muahmmed Naki b. Ali Rıza, Ali Naki b. Muhammed Taki,
Hasan Askeri b. Ali Naki, Muhammed Mehdi b. Hasan Askeri’dir376. Bâtınîler ise
Cafer es-Sadık’ın oğlu İsmâilî’e ve onun çocuklarına geçtiğine inanırlar. Yani şii
imam anlayışında daha sonraki kısım ise, İsmâilî imam anlayışıdır. İsmâilî
kurallarına göre, Peygamberler ve imamlar farklı zamanlarda ve farklı durumlarda
zuhur etmişlerse de bunların asılları birdir demişlerdir. İsmâilîyye’de nâtık
peygamber demektir ve her natık kendisinden sonra gelen imam tarafından takip
edilir. Peygamberler vahyin zâhiri, imamlar da Bâtınî anlamını ortaya koyarlar. Her
dönemin yedinci imamı diğerlerinde bulunmayan ilahi bir güce sahiptir377.
Bâtınîlikte dünyanın varlığı bir takım dâîreler ile açıklanmak istenmiştir. Yedi
peygamber vardır ve her peygamber arasında yedi imamın olması gerekir. İsmail ile
bu süreç kapanmıştır. Ve yeni bir peygamber beklenir ve bu mehdidir378. Bâtınîlere
göre nâtıklar ve kuralları şunlardır: Âdem ‘in esası Şit, Nûh’un Sâm, İbrahim’in
İsmail, Musa’nın Hârun ve İsa’nın Se’ûn’dur. Hz Muhammed’in esası Ali’dir. Daha
sonra Hasan, Hüseyin, Zeynelâbidin, Muhammed el-Bâkır, Ca’fer-es Sadık ve
İsmail b. Cafer ‘dir. Muhammed b. İsmail’in esası Abdullah b. Meymun el Kaddah,
ondan sonra Abdullah’ın oğulları Ahmed, Mahmud ve torunu Ubeydullah’dır.
Bununla birlikte Muhammed b. İsmail el-Mektum’un yedinci imam olduğuna
376 Neşet Çağaray, Fatımî Devletinin Kuruluşu ve Akideleri, Ankara, 1958, C.VIII, s.68. 377 Mustafa Öz, “İsmâiliye”, D.İ.A., C. 3, s.130. 378 Robert Mantran, a.g.e., s.2.
171
natıktır.379.Bâtınîlikte İmam-ı ma’sum çok önemli bir mevkiye sahiptir. O dünyada
cereyan eden ve edecek olan her şeyi bilir. Âyet ve hadislere dilediği manayı
verebilir. Onun öğretilerine uyanlar namaz, oruç gibi mükellefiyetlerden kurtulur.
Onlar ayet ve hadislerin zâhiri manalarını kabul etmezler. Onlara göre her harfin
hatta her noktanın bile bir anlam vardır. Bunları keşfetmeye çalışırlar380. Bu nedenle
de tefsir ve hadis ilimlerine diğer mezhepler kadar önem verilmez ve gerçek bilginin
taşıyıcısı ve Kur’an’ı yorumlayabilen anlamlandırabilen tek kişi imamdır. Bâtınîlik
kuralları ehl-i sünnetten çok farklıdır. Bunlar dünyanın varlığını bir takım dâîreler ile
açıklamak istemişlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onlara göre yedi peygamber
vardır ve her peygamberin arasında yedi imam olması gerektiğini savunurlar. İsmail
ile bu süreç kapanmıştır ve yeni bir peygamber beklenir, bu mehdidir. Ayrıca
Kur’an’ın her ayeti iki türlü tefsir taşır. Biri suretine göre, diğeri gizli olan ve ancak
bu işe vakıf kimseler tarafından bilinen tefsirdir. Yükselme yedi derecede olur. En
sonunda bütün gizli bilgiler teslim edilir381. Bâtınîliğe göre, İmam kişiliği
peygamberden üstündür. Oniki İmam şiiliğinin eskatolojik bir perspektifin son
noktası olarak düşündüğü olguyu Alamut Bâtınîliği, ruhun her türlü kulluğa karşı
ayaklanması olan eskatolojiyi çabuklaştırarak şimdiki zamanda gerçekleştirir. İmam,
insan-ı kamil veya Allah’ın yüzü olduğuna göre İmam hakkındaki bilgi, insanın
Allah hakkında edinmesi mümkün olan tek bilgidir382. Ayrıca Bâtınî inancına göre,
peygamberler gelir geçer. Biz ise ebedi erleriz. Erenler Allah’ın kendisi değildir.
379Mustafa Öz , “İsmâiliye”, D.İ.A., C.3, s.130. 380 Çağatay Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara 1976, s.84. 381 Robert Mantran, İslamın Yayılış Tarihi (VII –XI. Yüzyıllar),(Çev.İsmet Kayaoğlu),
Ankara 1981, s.142 . 382 Mircea Eliade,Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, (Çev.Ali Berktay), İstanbul 2000,
s.142.
172
Allah’tan da yarı değildirler. Dolayısıyla bir antoloji mümkün kılan bir ilahi mahzar
olarak ezeli ve ebedi imamdır. Yalnızca, O tek zâhir olduğu için bu niteliğiyle
varlıktır. O, mutlak kişi ezel ve ebedi ilahi yüz, Allah’ın yüce ismi olan ilahî sıfattır.
mahzarı olan ezeli insan’ın tezahürüdür383 inancı vardır.
Bâtınîler, imamın bedeninin etten bir beden olmadığını ve bedeni
ebeveynlerinin yuttuğu ilahi kökenli bir çiğ damlasının ürünü gibi görmektedirler.
Bâtınî irfani İmam’ın tanrısallığından söz ederken onu tamamen ruhani nitelikte bir
tapınak olan Nur Tapınağı’nın (Heykel-i Nurani ) dayanağına dönüştüren manevi
doğuşu’nu (viladet-i ruhaniye) kasteder. Onun İmameti müritlerinin nurani
suretlerinden meydana gelen bu corpus mysticum’dur (sırr-ı küll)384.
Bâtınîlikte imamet anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz; Yeryüzünün belli
veya gizli imamdan hali olmayacağına inanırlar. Onlara göre, şayet imam belli olursa
hüccetin gizli olması caizdir. İmam gizli olursa hüccet ve dâîlerinin belli olması
zaruridir. Resul yerine kaim olan bu imamın zâhiri ve Bâtınî her türlü emirlerine
rivayet etmek lazımdır. İmamlar masum olduklarından büyük ve küçük günah
işlemekten müstağnidirler385. Nizarî İsmâilîleri imam-ı masum konusunu biraz daha
önemsemişler, hatta abartmışlardır. Onlar akıl ve rey kıymet vermeyerek, bilgilerin
ancak masum imamın talimi ile öğrenileceğine inanmışlardır. Bundan ötürü
kendisinin zamanın İmam–ı Ma’sum’u olduğunu iddia eden Hasan Sabbah akıl ve
383 Mircea Eliade, a.g.e., s.143. 384 Mircea Eliade, a.g.e., s.142. 385 İbrahim Agah Çubukçu, Gazali ve Bâtınîlik, Ankara 1964, s.43.
173
düşüncenin insanları çokluğa ve anlaşmazlığa düşdüğü görüşünü savunmuştur.
Çünkü herkes farklı düşünmektedir. Aslında insanın amacı birliğe ve tesânüde
ulaşmak olmalıdır. Bu amaca ulaşmak için de bir imam-ı mâsum’a bağlanmak
lâzımdır. Yeryüzünde dâîma böyle bir imam-ı mâsum vardır. İmam-ı mâsumdan
kötü fiiller sadır olmaz. İmam, Allah’ın vekilidir ve Kur’an ve hadislerin
zâhirlerinin kıymeti yoktur. Asıl mânâları batındadır. Bu Bâtınî mânâları da ancak
imam-ı mâsum ve onun yakınları bilir. Bu nedenle gerçeklere erişmek isteyen herkes
bilgileri imam-ı mâsumdan öğrenmelidir tezini savunmuş, bu yolda propaganda
yapmışlardır. Hasan Sabbah, imamların masumiyetinden hareketle, her dönemde
bunların rehberliğine ihtiyaç olduğunu, dinî konular için aklın yeterli olmadığını,
Allah’ı daha iyi tanımak ve anlamlandırmak için imamların yardımına ihtiyaç
olduğunu da eklemiştir. Aslında Hasan Sabbah her ne kadar kendisini zamanın
imam-ı masum’u olarak görse de kurduğu Bâtınî düzeni, dinî olmaktan çok, siyasî
bir çerçeve çizmiştir.Bâtınî anlayışında dinî bakımdan , inanç yönünden biraz
dengesizlikler görülmektedir. Bu dengesizlikler Alamut Kalesi yönetiminde de
görülmektedir. Mesela Hasan Sabbah, sofu ve çilekeş bir hayat sürerken Alamut’a
kendinî hapsetmiştir. Kendisi içki içmediği gibi, isk (şarap) içmeyi de yasaklamıştır.
Ancak bunun yanı sıra fedâîlere de uyuşturucu (haşhaş) içirmektedir. Daha sonraki
Alamut yöneticilerinden Buzurg Ümid ile Muhammed de onun çizdiği çizgiden
ilerlemişler ve şeriata bağlı kalmaya çalışmışlardır. Ancak Hasan b.Muhammed
imamın temsilcisi sayılmış ve Bâtınîlerin tüm dinî ibadetlerini kaldırmış hatta namaz
ve oruç gibi ibadetlerini yerine getirenleri de cezalandırmaya kalkmıştır. Onun oğlu
Muhammed (m.1166-1210)de babasının oluşturduğu yeni düzeni korumaya
çalışmıştır. Celaleddin Hasan (m.1210-1221)ise şeriata dönmüş ve daha yumuşak bir
174
politika izlemiştir. Sünniliğe sıcak bakmıştır, merkezden çok uzaklaşmış olan
Bâtınîleri tekrar yaklaştırma çabası içine girmiştir. Yine onun oğlu Allaaddin ise
dine karşı ilgisiz kalmıştır. Alamut kalesine bir bakıma siyaset karışmış ve
yönetimdeki kişilere göre inanç sisteminde değişiklikler görülmüştür diyebiliriz386.
İmamlık unsuru nedeniyle Bâtınîler tefsir ve hadis ilimlerine önem vermezler.
Çünkü onlara göre imam gerçek bilginin taşıyıcısı ve Kur’an’ın zâhiri ve Bâtınî
anlamlarını açıklamakla yetkili tek kişidir. İmam ayetleri tev’il ettiği için, ayrıca
tefsir ilmine gerek duymamaktadırlar387. Aslında İmamiye, kuruluşundan itibaren
imamet düşüncesini bir inanç esası olarak muhafaza etmiştir. VII. yüzyıl’dan itibaren
imâm-ı batın anlayışı kısmen sufi ve İsmâilî tesirler altında büyük ölçüde işlenip,
ebedî imamet telakkisi velayetle birleştirilmiş ve peygamberliğin Bâtınî yönü
tarzında açıklanmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı, imam aslî tabiatın gereği, ilahî
tecelliye ulaşmış kimse olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte günümüz şii
alimlerinden bir kısmı imameti bir din esası olmaktan çok, mezhebî esas olarak kabul
etmektedir388. İsmâilîlere göre imam, İnsan-ı Kamil’dir. İmam İnsan-ı kâmili tanımak
ve bilmek, insan için tanrı hakkında elde edebileceği yegane bilgidir389 görüşü
savunulmaktadır.
386 Hasan Sabbah ve iki halefi sadece Nizarı imamlarının dâîleri olduklarını iddia ederken,
dördüncü Büyük İmam II.Hasan ise kendisinin manevi anlamda imam olduğunu ileri
sürmüştür. Bkz. C. E. Bosworth, İslam Devletleri Tarihi, Çev.E. Merçil ve M. İpşirli,
İstanbul 1980, s.160. 387 Ahmet Bağlıoğlu, a.g.e.,s.55. 388 M.Öz-İlhan A., “İmâmet”, DİA, Cilt 22, s.203. 389 Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, İstanbul,1986, s.109.
175
Şii mezheplerinde bir çok imamet nazariyesi vardır ve özellikle Bâtınîlikte bu
daha da yoğundur. Ancak bir çok şii mezhebinde yanlış anlaşılmış iki nokta vardır.
Bunlardan ilki imamın ruhunun vücuttan vucüda geçip, yeniden ortaya çıkması, yani
tenasüh (ruh göçü) yaşamasıdır. Bir grup İsmâilî, imamın bedeninin etten kemikten
ve diğer insanlar gibi bir beden olmadığını anlatma kaygısı içindedirler. İmamın
bedeni, mü’minlerin eseri, bedeni (nefs-i rıyhıye) üzerinde cereyan eden acunsal bir
simya süreci sonucunda meydana gelir. Esirî kalıntılar gökten göğe yücelirler, sonra
saflaşmış ve dünya gözü ile görünmez bir biçimde ay ışınları ile yeryüzüne inerler.
Semâvî bir çiğ damlası olarak saf arı bir suya veya bazı meyvelerin üzerine
konarlar. Su ve meyveler o zamanın imamı ve zevcesi tarafından içilir ve yenir.
Böylece bu semavi çiğ damlası yeni imamın latif bedeninin özünü, tohumunu
oluşturmaktadır390. Yine Bâtınî felsefesine göre, kaynaklarda şu ifadeler
geçmektedir.”İmam dedi ki: Ben beni aradıkları her yerde dağda ovada ve çölde
dostlarımla birlikteyim. Özümü yani kendim hakkındaki marifet sırrını ifşa ettiğim
kişi artık fiziksel yakınlığı ihtiyaç duymaz”391. Diğeri ise imamın mucize gösterip
gösteremeyeceğidir. Bu noktada halk itikadi gayet iyi olup, imamlardan kendilerinin
taraf-ı ilahiden gönderilmiş oldukları ispat etmek üzere mücize beklerler, yahut bu
mucize göstermek iktidarını kendiliklerinden onlara tevcih ederler. İmamlar ve
cemâatin başında gelen idareci mehafil bu gibi fikirleri şiddetle reddederler392.
Şiîlere göre, imamet, din-dünya reisliği manasına gelen manevi bir kuvvettir.
Hilafet ise, zâhiri ve dünyevî teşkilatıdır. Birincisi mukaddes ve ilahîdir. Dünya
390 Henry Corbin, a.g.e., s.100. 391 Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, s.143. 392 W. Ivanow, “İmâm”, İA, C. V-2, İstanbul 1952, s.983.
176
bunlardan hali değildir, idare başına geçmedikleri zaman gizlidirler, çünkü
müslümanlık bunlarsız olamaz. İmam olmanın birinci şartı, Ali evladından olmaktır.
Çünkü bunlar mas’um, efdal, mansûs ve müctehiddirler393.Kısacası Bâtınîlikte imam,
doktrinin ve davanın, kuvvetin ve sadakatin merkezidir394 diyebiliriz.
IV-Evren Anlayışı
İsmâililîkte evrenin sonsuz olduğuna ve yaratılmadığına inanılır. Evren kendi
bütünlüğü içinde dokuz evreni kuşatmaktadır. En yüksek aşamada bulunan evrene
sabık denir. Bundan basamak basamak inilerek us’a ulaşır. Us bu dokuz evren
dışındadır. Sürekli olarak değişmektedir. Bâtınîlerin ileri sürdüğü gibi evrenin
dışında bir öte evren yoktur. Yargı gününe ve yeniden dirilmeye inanmamaktadırlar.
Evrende mutlu yaşayan cennete, mutsuz olan cehenneme gitmektedir. Allah yaratıcı
nitelik taşıyan doğal bir güç olarak görülmektedir. Bâtınîler, evrenin oluşumu
hakkında da yorumlarda bulunmuşlar ve evrenin yaradılışında beş temel güce
inanmışlardır. Bu güçleri şu şekilde sıralayabiliriz: sabık, her şeyden önce bir Tanrı
ancak yaratıcı değil, bir oluşun başlangıcı ve ilkesi, oluşma onun istemiyle değil,
sadece onunla başlar395. Tali her şeyden önce var olanın ardından gelen, us, erkek,
ilkedir; Cedd özdeğin biçimlenme yeteneği, bir çeşit nefis, dişi ilkedir, feth
oluşmanın içinde gerçekleşeceği uzay, mekandır, hayalise oluşmanın onunla
gerçekleşeceği zaman396 olarak yorumlanmaktadır.
393 Ziya Yusuf Yörükan, İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler, s.291. 394 Bernard Lewıs, The Assasıns, London 1985, s.26. 395 Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü(Dinler,Mezhepler,Tarikatlar,Efsaneler), İstanbul
1975, s.97. 396Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s.97.
177
Bu beş ilkeye göre, Tanrı yaratıcı güçtür, bu güç onda eyleme geçince tüm us
(akl-i kül) denen Adem doğmuştur. İlk insan olan Adem, Tanrı’nın yaratıcı gücünün
görünüş alanına çıkışı, insan biçimine girişidir. Bu yaratıcı güçden doğan, ilk
insandan etkilenen güç, etki alan varlık olan Havva doğmuştur. Havva edilgen,
etkilenen bir varlık olduğundan, tüm nefs (nefs-i kül) adını almıştır. Bütün insan
soyu da bu iki kişiden gelmiştir397. İnsanın yaratılışı bu şekilde açıklanmaktadır.
Evrenin yaratılışı ise şu şekildedir: Tanrı’dan ortaya çıkan etkileyici us, tüm us(akl-ı
kül), kendi özünden etkilenen gücü doğurmuştur. Böylece etkileyen güç etkilenen
gücü doğurmuştur. Etkileyen güçle, etkilenen güç ikilisinden göklere göklerin
gövdeleri durumunda olan yedi yıldız oluşmuştur. Göklerin dönmesinden de toprak,
yel, ot, su gibi dört ilke doğmuştur. Bu dört ilkeyle göklerin birleşmesinden de,
cansızlar, bitkiler ve canlılar doğmuştur. İnsan bu son varlık türündendir398.
Evren anlayışında şu görüşde önemlidir: Tanrısal buyruk ile ilk olarak akıl
ortaya çıktı daha sonra akıl yöntemiyle de, ancak tanrısal mükemmellikte olmayan
evsensel ruhu yani halef’i yaratmıştır. Yani ruhu akıl ile birleştiren ilişki, döllenmiş
insan çekirdeği ile gelişiminin mükemmelliğine ulaşmış insan arasında, ya da
yumurta ile kuş, çocuk ile babası arasında varolan ilişkiyle karşılaştırılabilir. Buna
eşit olarak erkeğin kadınla yada bir kocanın karısıyla ilişkisini düşündürebilir. Bu
konuda Bâtınîler şu açıklamayı yapıyorlardı. Ruh aklın mükemmeliğine doğru
kendisini harekete geçiren arzuyu hissettiği zaman, kendi noksan durumunu arzu
397 İsmet Zeki Eyüboğlu, Bütün Yönleriyle Bektaşilik (Alevilik), İstanbul, s. 443. 398İsmet Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s.444.
178
edilen mükemmelliğe çekmiş olan bir harekete aynı güçle gereksinimi vardır, ancak
onun sırası geldiğinde bu hareket araçsız olamazdı. Böylece evrensel ruhun itişi
altında dâîresel hareketler içinde oluşan göksel kürelerin doğuşu sonuçlandı. Bundan
sonra varoluşu tamamlayan basit cisimler oldu. Onların hareketi sadece düz bir çizgi
üzerinde ve dâîma ruhun yönetimi altındaydı. Daha aşağılarda da madenler, bitkiler
hayvanlar ve insanın kendisi gibi karmaşık cisimler, nesneler doğmak zorunda kaldı.
Tümü bünyelerinde özel ruhların birliğini taşıyorlardı. Bu özel ruhların arasında
bütün canlı varlıklar tarafından nesneleri seçkinleştiriliyordu. İnsan dahi tek başına
Markokosmos’u tamamlayan, karşılayan bir mikroskosmos oluyordu399. Kısacası
Bâtınîlerde ki evren anlayışında, Tanrı önce akılı,sonra evrensel ruhu yani imam -
peygamber’i yaratmıştır. Daha sonra da basit cisimler ile varoluş tamamlanmıştır.
Bâtınîlere göre, önce birbirine benzer suretler yaratılmış, bunlardan da
felekler, yıldızlar ve dört unsur hasıl olmuştur. Şehristanî de “Allah önce akl-ı ulâ ve
sonra onun vasıtasıyla nefs-i saniyi yarattı, nefsi aklın kemalini isteyince hareket
muhtaç oldu. Ve bu hareket de eflak-i sameviye meydana geldi. Feleklerin
hareketlerinden soğukluk sıcaklık, kuruluk ve yaşlık ve onlardan mevalid-i selâse
zuhur etmiştir400diyerek onların evren anlayışını özetlemiştir.
399 İsmail Kaygusuz, a.g.e., s.51. 400 Kemal Samanciğil, a.g.e., s.143.
179
C- İBADETLER VE ERKAN
I- İbadetler
Kaynaklarda Bâtınîler’in kendilerine özgü ibadet ve ayinleri hakkında çok
fazla bilgi yoktur. İlk İsmâilîler ibadet olarak oruç, namaz, zekat hac gibi farz olan
şeyleri yerine getirilirken daha sonraki dönemlerde bunlar değişime uğramış, hatta
Kuran’ı ve ayetlerini red etmiş ve bunlara yeni yorumlar katmışlardır. İmam anlayışı
nedeniyle İslam’ın gerektirdiği ibadetlere yeni anlamlar katıp, buna inanıp, bu
doğrultuda ibadetlerini yerine getirmişlerdir.
İbadet yerleri hakkında ise kaynaklarda kesin bilgiler yoktur. Ancak toplu
ibadet ettikleri alanlar vardır. Mesela II.Hasan’ın Kıyamet ilanını yaptığı Alamut
kalesi önünde geniş bir ibadet alanı bulunduğundan bahsedilmektedir. Yine şehirler
içinde yayılmış küçük ibadet evleri vardır. Bu ibadet evleri gizli tutulmaktadır ancak
buralardaki ibadet şekilleri hakkında elimizde kesin bilgiler bulunmamaktadır.
Bâtınîlerde cennet ve cehennem inancı vardır.Ancak bu konuyu da
kendilerine göre yorumlamışlardır. Onlara göre, cennet akıldan ibarettir. Cennetin
anahtarı kelimey-i tevhid etmektir. Cennet’e gidebilmek için imamın yolundan
ayrılmamak gerekmektedir. Cennet dünyadaki her çeşit lezetten faydalanmaktadır.
Bu da imamın Bâtınî öğretileriyle kemale ermiş ve dolayısıyla kendilerinden ameli
teklifler sakıt olmuş olanlara mahsustur. Cehennem’de amelî tekliflere itaat ve riayet
demektir. Bu da Bâtınîliğin öğretileriyle kemale ermiyenlere mahsustur. Cennet
dünya saadeti, cehennem’de dünya felaketlerinden biridir401. Hasan Sabbah
401 Ahmet Aşçı, Sultan Melikşah Devrinde Sunni-Bâtınî Mücadelesi, Ankara 1973, s. 8.
180
dönemindeki sahte cennet de bu konunun bir parçasıdır. Kıyamet’in ilanı ile birlikte
şeriatın tüm hükümleri reddedilmiş, hatta oruç tutanlar, namaz kılanlar, zekat
verenler cezalandırılmış, dünyadaki tüm nimetler helal sayılmış, hacca gitmek
yasaklanmış, kıblenin yönü değişmiş, içki içmek serbest sayılmıştır. Bir dönem bu
şekilde ibadet eden Bâtınîler, daha sonraki dönemlerde yeniden şeriat hükümlerini
benimsemişlerdir. Celaleddin, şeriattan tamamıyla uzaklaşmış Bâtınî inanç ve
ibadetlerini yeniden gündeme getirmiş ve hatta köylere camiler yaptırmıştır. Halkı
sünni ibadetleri benimsemeleri için etkisinde bulundurmuştur. Hatta bu dönemde
Hacca gidenler bile olmuştur. Bunların arasında Celaleddin’in annesi de
bulunmaktaydı.
Bâtınîler ayin ve ibadet konusunda birçok evrelerden geçmişlerdir. İmamlara
ve onların anlayışlarına, yorumlarına göre ibadet şekilleri ve usûlleri de değişmiştir.
Bir dönem şeriatla iç içe olan ibadet ve ayinle bir dönem tamamıyla uzaklaşmış ve
sapkınlık derecesine ulaşmıştır. Kendi dönemlerinde dinden çıkmışlar, sapkınlar
olarak adlandırılmışlardır. Daha sonra merkez inaçtan çok uzaklaşmış bulunan
Bâtınîler bir şekilde yeniden yumuşamışlar ve İslamın hükümlerini kabul etmişlerdir.
Çok fazla değişkenlik gösteren Bâtınî inançları, bölgelere göre de farklılıklara
uğramıştır.
Bâtınîler, İslam kurallarına yani şeriata ait ibadetleri tevil etmişler ve
kendilerine göre yorumlamışlardır. Kelime-i tevhid dört kısımından ibarettir. Bu
kısımların her biri bir mananın remzidir. Lâdâîye, ilâhhuccete, illaimama ve Allah
kelimesi de esasa delalet eder. Başka bir Tev’ile göre ise, la-sabık, İlahtali, İllanatık,
181
Allah esasdır402. İbadetler için ise, şu yorumları yapmışlardır. Farz olan şeyler
imamlara ve dâîlere bağlı olmaktır. Bu nedenle namaz imama tabi olmak, imamı
Bâtınîler tarafından kullanılan bir uyuşturucu değildi. Belki kaynaklarda haşhaş
kullanımı geçmemiş yada gizli tutulmuş olabilir. Ancak şurası bir gerçektir ki
11.yüzyıldan beri sufi çevrelerce de haşhaş kullanımı çok yaygındır. Daha sonraki
dönemlerde de onlarda sufilerde de haşhaş kullanıldığı görülmektedir. Hatta haşhaş
kelimesi kimi zaman tasavvuf şiirlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Neticede o
yüzyıllarda genel bir haşhaş kullanımı vardı. Bâtınîlerde özellikle fedailer,
suikastları daha rahat gerçekleştirbilmeleri için haşhaş kullanmışlardır.
Şarap da Bâtınîler için önemli bir unsurdur. Ancak şarap, Bâtınîler tarafından
tepki toplamıştır. Yukarıda Hasan Sabbah’ın katı kuralları vardı demiştik. Bu katı
kurallar arasında en ciddiye aldıklarından biri ise Alamut kalesinde bir dönem şarap
içmeyi yasak etmesidir. Hatta bu kurala uymayanı ölümle cezalandırmıştır. Bunu da
kendi oğlu şarap içtiği için öldürterek bir bakıma kanıtlamıştır. Hasan Sabbah’ın
daha sonraki halefleri de II.Hasan kıyameti ilan edene kadar bu kurala uymuştur.
Ancak kıyamet ilanından sonra şarap içilmesine izin verilmiştir. Hatta kıyamet
ilanını Ramazan ayında yapmış ve iftar yemeğinde içki içmeyi serbest bırakmıştır.
Daha sonraki dönemlerde Bâtınîlerin devamı olan tarikatlarda da şarap önemlidir. Ve
şarapla ilgili edebi eserler dahi verilmiştir. Mesela Bâtınî yorumuna dayalı olan
Nusayrî törenlerinde Kırklar meclisine dayanılarak adap ve erkân kuralları içinde bir
kadeh şarap içirilmektedir. Bu Bâtınî anlamda vahdet sırrına ermenin ölümsüzlüğün
tanrısal aşkın, bir sembolüdür. Yine Bektaşiler’de şarap ve diğer içkiler için yasak
yoktur. Bektaşiler’de çok açık bir içki geleneği vardır. Hatta bazı Bektaşi ozanları da
şarap ile ilgili şiirler yazmışlardır. Mesela Edip Harab’iden alınan aşağıdaki
183
dörtlükte haram’ın olgunlaşmamış yeterince bilgi alıp aydınlanmamış kimseler için,
kaba sofular için olduğu ileri sürülmektedir .
Savab girmek üçün içeriz Şarap Aklın ermez senin bu başka hesab
İçmezsek oluruz düçar-ı azab Meyhanede bulduk biz bu kemali404
Aynı zamanda şarabın haşhaş gibi ilk dönemlerde yani Hasan Sabbah
döneminde fedailer tarafından kullanılıp kullanılmadığı biraz muâllakta kalmıştır.
Yukarıda da değindiğimiz üzere şarap kullanımı yasaklanmıştır. Fedailer
muhtemelen Hasan Sabbah döneminde şarap kullanmazlarken, kıyametin ilanından
sonra suikasta giderken haşhaşın yanında şarap kulanımı da olabilir.
Bâtınîler silah olarak özelikle hançeri kullanmışlardır. Özellikle İran ve
Suriye’de işledikleri cinayetlerde dâîma hançer kullanmışlardır. Asla ilaç, zehir,
mermi vs. kullanmamaları çok ilginçtir. Kuşkusuz çoğu zaman bunları kullanmak
daha kolay ve zahmetsizdir. Üstelik fedâî cinayeti işledikten sonra asla kaçmaz ve
özellikle yakalanmaları da ilginçtir. Hatta böyle bir görevden sonra hayatta kalmak
ve kaçmak onlar için utanç vericidir. Yani onlar bu sayede kutsal bir hançerle kutsal
bir eylem gerçekleştirmiş olurlar. Hançer hem fedâîler için önemli olmuştur hem de
dönemin hanedan üyeleri için önemli olmuştur. Fedâîler için kutsal bir ölüm aracı
iken, Selçuklu Sultanları ve hanedan üyeleri içinde bir bakıma korunma aracı
olmuştur. Çünkü Türklerde hanedan üyelerinin ve sultanların kanı gelenek uyarınca
dökülmemiştir, öldürülmesi gerekenler boğulmuştur. İslam öncesinden kalan bu dinî
404 İsmet Zeki Eyuboğlu, a.g.e, s.331.
184
inanç İslamiyet’ten sonra da bu dönemde geçerli olmuştur. Bâtınî fedâîleri de bu
nedenden dolayı tepki toplamamak için belki hançeri sultanlar için
kullanmamışlardır. Ancak Bâtınîler Selçuklu soyundan olmayan hükümdarları da
öldürmekten sakınmamışlardır. Ancak aynı zamanda Büyük Selçuklu sultanlarının
Bâtınîlerin kalelerini kuşattırıp, onları zor durumda bıraktıkları dönemlerde, çeşitli
nedenlerden ani ölümleri de Bâtınîlerin farklı suikast tekniği uygulamış
olabileceklarini yada bu konuda farklı teknikler ve silahlara başvurduklarını akla
getirmektedir.
Fedailerin hançerliyere öldürdüğü kişilerden bir kaçını şu şekilde
sıralayabiliriz: Nizâmü’l Mülk daha önce belirttiğim gibi Deylemli bir Bâtınî
tarafından hançerlenerek öldü. Yine Ebû Ca’fer b. Meşşat ise vaazını tamamlayıp
kürsüden inerken hançerlenmiştir.Vezir Fahrü’l –Mülk ise kendisine uzatılan bir
rik’a’yı okurken bir fedainin hançeri ile yere serilmiştir. Ahmedil b. İbrahim ise
sarayda otururken kendisine uzatılan bir mektubu almak için uzandığında, fedai
hançerini ona saplamıştır. Yine Ebu’l Fazl’da atları ile uğraşırken seyis olarak
yanına yaklaşan bir Bâtınî’nin atın arkasına sakladığı hançeri çıkartarak ona
saldırması ile gerçekleşmiştir.
2-Kılık Kıyafet
Bâtınîler, genellikle kılıktan kılığa girmişlerdir. Kaynaklarda belirgin olarak
onların giyim kuşamları hakkında kesin bir tarz yoktur. Ancak elde ettiğimiz
bilgilere göre, Bâtınîler duruma ve şartlara göre giyinmekteydiler. Özellikle fedâîler
suikast düzenleyeceği kişinin yanına planlarına uygun bir şekilde giyinip gitmiştir.
185
Bu nedenle bazen dilenci gibi, bazen seyis gibi, bazen eli yüzü düzgün temiz
kıyafetler, bazen muntazam ve zarif kıyafetler, bazen sufi kılığında ve bazen de
dindar halk adamı kılığında giyinmişlerdir. Hatta halk arasında dikkat çekmemek için
halktan biri gibi giyinmişlerdir. Ancak kıyafetleri üzerinde küçükde olsa birbirlerinin
anlayacağı izler bulunmaktadır ve bu izler halk tarafından fark edilmeyecek derecede
küçüktür. Ancak bir Bâtınî, Bâtınî olan kişiyi tespit edebilmektedir. Dâîler ise
genellikle şehre yeni gelmiş tüccar kılığında dolaşmaktadırlar. Öz olarak Bâtınîlerde
kılık kıyafette de gizlilik ön plandadır. Bazı kaynaklarda Abbasilerin kara esvap
giydiklerinden405, Bâtınîlerden olan bir grubun da kızıl elbise giydiğinden
bahsedilmektedir. Bu kırmızı renge de belki Bâtınî rengi denilebilir. Başka nedenleri
ise Hz. Ali’nin Muvaiye ile yapılan Sıffın savaşında askerlerine kırmızı başlık
giydirmesi, Hz. Ali’nin Hayber muharebesinde başına kırmızı başlık takması, yine
Kufe’de İbn-i Mülcem’in saldırısına uğrayan Hz. Ali’nin başından yaralanması ve
başındaki sargının akan kanlarla kızıl taca bezenmesi bu acı olaydan sonra Hz. Ali’yi
anmak için Ali yandaşlarının kızıl başlık giyerek kendilerine Kızılbaş
demişlerdir.Acak Ahmet Yaşar Ocak’a göre bu terim ilk defa XV. Yy’da
Osmanlılarca kullanılmıştır. XIV. yüzyılın başlarında Yemen’deki Bâtınî
cereyanlarını yakından takip eden ve Bâtınî mezhebine ait oldukça mufassal bir kitap
yazan Şi’a-i Zeydiye ulemasından Muhammed b. Al Hasan al-Deylamî, onlara
Bâtınîye muhammara (kırmızı elbise giyenler)de denildiğini406 belirtmektedir. Yine
Bâtınî giysileri beyaz tunik üzerine takılan kırmızı kuşaktan ibarettir. Mesela II.
405 Hilmi Ziya Ülken, “İslam Düşüncesi”, Türk Tefekkürü Tarihi Araştırmaları Girişi,
İstanbul, 1946, s. 218. 406 Ali Duran Gülçiçek, Alevilik (Bektaşilik ,Kızılbaşlık ve Onların Yakın İnançları), Köln
2004, Cilt1, s.201.
186
Hasan, kıyamet ilan ederken giydiği kıyafetler ak bir elbise ve sarık kuşanmış bir
şekilde tasvir edilmiştir. Bu giysi İsmâilîler’den Templier Şovalyelerine geçmiş,
onlardan beyaz kıyafet üzerine ilave edilen kırmızı bir haça dönüşmüştür407
denilmektedir. Onların beyaz kostümleri, kırmızı sarık, bot yada kuşak ile Lebanon
prenslerinin askerleri gibiydiler408. Bâtınîler, beyaz kıyafetlerini Pisagorculuğun,
Makedonyalı Büyük İskender’in Mezopotamya’yı işgal ettiği sırada öğretisinden son
derece etkilendiği Sabilikten almıştır409 görüşüde ileri sürülmüştür.Fedailerin
üzerinde de ise bir kuşakla bağlanan beyaz bir giysi, ayaklarında kırmızı çizme,
başlarında ise kırmızı başlık bulunuyordu.410
D- TEŞKİLAT
I-Nizarî İsmâilîleri Öncesinde Teşkilat
Bâtınîlerin kendilerine göre bir teşkilat yapısı vardır. Teşkilat da çeşitli
derecelendirmeler vardır. Bu derecelendirmeler önem sırasına göredir. Bu yapı için
öncelikli olan imamdır. İsmâilîler yeryüzünde sürekli Muhammed b.İsmail nesline
gelen gizli veya açık bir imam bulunduğuna inanır. Bu imam çok önemlidir ve
ondan hiçbir kötülük gelmez ve o bütün İsmâilîlerin lideridir. Onun emriyle mevcut
olmayan şey var olur. O birdir ve onu herkes tanıyamaz. Öncelikli olarak
İsmâilîliğin teşkilat yapısını inceleyelim. Onların teşkilat yapısı dokuz bölümden
oluşmaktadır. Önem sırasına göre teşkilat yapısında bulunan kademeler şu
şekildedir:
407 Cihangir Gener, Ezoterik –Bâtınî Doktrinler Tarihi, Ankara 1994, s.79. 408 Richard Rober Madden, The Turkish Empire, Christianity and Civilization, London 1862,
•••• İmam: İmam cismanî şekli itibariyle tanınabilir. Buna dost olsun, düşman
olsun herkes güçlü olur. Onun ismini ve cismani, soyunu tanımak, buna
imam’ın yardımcıları ve tâbileri malik olur. İmamın huccetleri vardır.
•••• Huccet: İmamdan feyz alır. Onun ilmine vâkıftır.İmamın varlığına ve ilmine
bir delil olur. İmamın dördü kendi yanında olmak üzere oniki hücceti
bulunur ve bunlardan geri kalan sekiz her biri bir bölge çalışır411. Huccet’in
anlamı hakikat kapısıdır. Bu derecede evrende var olan ikililik, Tanrı’nın üç
vasfı ve kainatın meydana getiren dört büyük güç gibi İsmâilî doktirinin en
önemli sırları verilir. Tüm peygamberlerin diğer bütün din kurucuları gibi
sadece birer kamil insan olduklarını öğrenirler412 .
•••• Zumassa:Bu unvanı taşıyan kimse İmamla senli benli konuşamaz. Bütün
ilmini huccetten alır. Çocuğun meme emişi gibi bilgileri hüccetten emer.
•••• Dâî-i Ekber: İnsanları iyice tecrübe süzgecinden geçirdikten sonra ehil
gördüğü kimseleri İsmâilî mezhebine davet eder. İcabında onların
derecelerini yükseltir. Buna “bab”da denir.Bu dönemdeki dâîler yada
misyonerler İsmâilî hareket içinde en iyi karasterik öğretici figürdür. İlk
zamanlardan beri dâîler uzak bölgelere ve geniş alanlara seyahat edip iyi
haberler yaymışlardır.413
•••• Dâî-i Meun: Zâhir ehlinden İsmâilîliği meyledenler olursa onlardan ahd ve
misak alır. İsmâilî mezhebinin sırlarını kimseye söylemeyeceğine dâir
411 Ahmet Ateş, “Bâtınîye”, İ.A., Cilt 2, s.341. 412 Cihangir Gener, a.g.e., s.80. 413Heınz Halm, The Fatimids and Their Traditions of Learning, The Instıtute of İsmâilî
Studies, London, s.18 .
188
müstecibe yemin teklif eder. Mezhebe girmek arzusunda olanlara ilim ve
dönenin canı ,sözleriyle yapılan uyarı gizliliği vurgulamaktadır437.Sır saklama,
gizlilik Bâtınîlikte de olan unsurlardır ve Bektaşilikte’de Bâtınîlikteki gibi
önemlidir.
Bâtınîlik, bütün Bektaşi kuruluşları ile inanç ilişkileri kurmuştur. Özellikle
yaradılış konusunda Bektaşilik ve Bâtınîlik ortak görüştedir. Bâtınîlik sözün dış
görünüşü ile değil özüne (Bâtınîna) önem verdiğinden Bektaşilikle belirli konularda
görüş birliğine varmıştır. Ancak törenlerde Bektaşilikle arasında ayrılıklar görülür.
434 Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü Dinler, Mezhepler, Tarikatlar, Efsaneler, İstanbul,
1975, s.101. 435 Kemal Samanciğil, a.g.e., ,s. 35. 436 Kemal Samanciğil, a.g.e., s.41. 437 A. Nevzad Odyakmaz, Bektaşilik Mevlevilik, Masonluk, İstanbul, 1988, s. 213. Hacı Veli
, Makaalat ve Müslümanlık , İstanbul, 1985, s. 22.
198
Bektaşilerde Bâtınîlerdeki gibi bir takım aşamalar vardır. Bektaşilikte
Kapılar vardır. “Şeriat Kapısı”, İslam dininin temel ilkeleri ,Alevilik’in genel
koşulları,Allah -Muhammed –Ali” üçlüsünün gizemi, anlamı öğretilmektedir. Bu
kapı bir çeşit yasa niteliğindedir. “Tarikat Kapısı” da Bektaşiliğe girme yolları ,
bir mürşide bağlanma kuralı öğrenilir. Mürşid tarikat düzeninde yol gösterici
,klavuz kişi anlamındadır. “Hakikat Kapısı”nda tanrının , evrenin, gizemin ve
bütün varlık alanının önemi, değeri, açıklanır, benimsenir. Bâtınîlikte ki gibi
gerçek evrenine ulaşmanın kendini başkasını tanımanın birliğin gizemine varılır.
“Marifet Kapısı” en yüksek aşamadır. Burada bütün varlıklar gizemlerininin bilgisi
edinilir. Bu kapıda üç aşama vardır. “Ayne-l yakıyn”, “ilme’l-yakıyn”, ”hakke’l
yakıyn”. Birincisinin anlamı görerek bilmek , ikincisi bilgi edinerek bilmek
,üçüncüsü de gerçeğe ulaşarak bilmekdir.438
II)Mevlevilerde Bâtınî Etkisi
Mevlana Celaleddin asıl adı Muhammed Melânâ Celaleddin Rûmiî
Belh’de h. 604/ m.1207’de doğmuştur.İyi bir eğitim alan Mevlana’nın hayatı Şems
Tebrizi ile tanıştıktan sonra değişmiştir. Onunla tanışması Mevlanaya çoşkun ve
taşkın bir ruh hali kazandırmıştır. Birbirlerine Allah’ın dinini, onun bilgisini
kurduğu bilinmemektedir. Ancak Kalenderiye’nin İran’ın Save kentinde doğup
yetişen ,sonradan Dimyat’a yerleşen Cemalettin Savinin geliştirilidiği
söylenmektedir. Savi’nin döneminde kalenderilik Mısır,İran ,Irak ve Orta doğu
Asya’da taraftar bulmuştur. Kalenderileri gerçek şii saymak mümkün değildir. Bu
459 Muhammed Hammadi b. Mâlik b. Ebulfedâîl ,a.g.e , s. 35. 460 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatoluğunda Marjinal Sufilik-Kalenderiler(XIV-
XVII.YY), Ankara,1992, s.5.
208
nedenle de onlar Bâtınîdir yada Bâtınî kökenlidir görüşü savunulamaz.
Ancak XV. Yüzyılda Anadolu’da Kalenderi zümreler arasında belirgin şii tesirler
olarak nitelendirebileceğimiz yaygın bir Hz. Ali kültüne, Hz. Hüseyin ve Kerbela
kültüne rastlanabilmektedir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken, ancak
çoğu zaman dikkate alınmayan önemli bir noktaya işaret etmek lazımdır.
Kalenderiliğin doktrinine eklenen bu şii tesirler, Şiilikteki mahiyetine değil, onun
mistik yapısına uyarlanmıştır461.
Bâtınîlik ile ilgili görüş birliği sadece Vahdet-i vucüt’tur diyebiliriz. Vahdet-i
vucüt inancı Kalenderilerde de görülmektedir. XV. Yüzyıl başlarına kadar çeşitli
yorumlar ve boyutlar ile Vahdet-i Vücut anlayışı Kalenderilerin doktrin unsurlarını
oluşturmaktadır. Kalenderilerde tenasüh ve hulul inancına rastlanmaktadır. Bu
konuyu doğrulayan ve ispatlayan bir çok eser verilmiştir. Bu eserlerde vahdet-i
vucüt inancı dile getirilmektedir. Bu bakımdan Kalenderilerin doktrin temeli ile
Bâtınî doktrin temeli benzeşmektedir diyebiliriz. Mesela Kaygusuz Abdal’a göre,
Hz.Muhammed akıl bazarının sultanı, Hz.Ali ise aşk bazarının sultanı’dır. O, şah-ı
evliya’dır. Bütün peygamberlerin suretlerinde bu dünyaya gelen odur462. Bu söz ile
Batınlilikteki imam anlayışı ile uyuşmaktadır. Kalenderilerde de mehdi anlayışı,
mehdinîn beklenmesi olayı söz konusudur.
X. yüzyıldan itibaren ilk defa Orta Asya ve İran’da görülmeye başlayan ve
Hinduizm, Budizm, Maniheizm gibi eski Asya dinlerinden etkiler taşıdığı anlaşılan
461 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s.156. 462 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s.156.
209
Kalenderilik, Cemaleddin-i Sâvi tarafından yeni baştan organizasyona tabi
tuttultuktan sonra Orta Doğu’ya da yayılmıştır463. Bektaşiliğin etkileri görülen
Kalenderiler’de Bâtınî etkisi de görülmektedir
B-TASAVVUF VE BÂTINÎLİK
İslam dünyasında ortaya çıkan mistik deruni hayat, ruhanî fikir ve hareketlere
“tasavvuf” adı verilmektedir464. Tasavvuf’un bir çok anlamı vardır. Tasavvuf nefese
ait bütün istekleri, zevkleri bırakmaktır.465Allah’ın ahlakı ile aklanmaktır, edeptir,
hakk’a boyun eğmektir gibi tanımlanmıştır. Yine tasavvuf, islamın en bilinen mistik
boyutunu ve İslam Bâtınîliğinin en önemli geleneklerinden birini temsil eder.466
Bazı araştırmacılara göre, tasavvuf’un başlangıç döneminin büyük
pirlerinden altıncı İmam Cafer’üs-Sadık, mistik deneyimi zaten ilahi aşk açısından
tanımlamıştı. (İnsanı tümüyle yakıp kavuran ilahi bir ateş) Bu da, şiilikle tasavvuf’un
ilk aşaması arasındaki uyumu gösterir. Gerçekten de şiiliğe özgü İslamın Bâtınî
boyutu, sünnetle önce tasavvuf yoluyla özdeşleştirildi. İbn Haldun’a göre sûfiler,
şiiliğin kuramlarıyla doluydu. Aynı şekilde şiîler de öğretilerini tasavvufun esin
kaynağı ve çıkışı olarak kabul ediyorlardı.467
463 Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., s.298 . 464 Mustafa Kara ,Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul, 1985, s. 17. 465 Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuf, İstanbul, 2000, s.13. 466Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, Çevr. Ali Berktay , İstanbul, 2000,
s.144. 467 Mircea Eliade, a.g.e., s.145.
210
Ancak Bâtınîlikle tasavvuf birbirine karıştırılmamalıdır. Bâtınîlik tasavvuftan
yararlanmış ve tasavvufu etkilemiştir. Her iki akımın birbirine geçmiş yanları vardır.
Ancak her tasavvuf tarikatı Bâtınî olmadığı gibi, her Bâtınî hareketi de tasavvufi bir
olgu değildir. Bu nedenle öncelikle tasavvuf ve Bâtınîlik konusuna açıklık getirmekte
yarar vardır. Bâtınîlik, tasavvufu iki temel özelliği ile etkilemiştir. Bunlardan biri varlık
birliği anlayışı ve tev’il yani yoruma dayalı içerikliği getirmiştir. Tasavvufta vahdet-i
vucüt ve dinîn yüzeyi ile yetinmeyip iç anlamını arama eğilimi yönünden Bâtınî ile
etkileşim içindedir. Bâtınî inancına göre, evrendeki bütün varlıkların tanrıyla özdeş
olduğuna inanılmaktadır. Onlara göre, her şey tanrı’dır. Onlara göre ölüm yoktur.
Biçimden kurtulup tüm öze dönme inancı izlenmektedir. Bu inanç tasavvufi gruplar
tarafından da benimsenmektedir. Ancak bütün tasavvuf grupları bu inancı
benimsememişlerdir. Bu konudaki nazari düşüncelerden biri şudur: Bir insan eskimiş
elbisesini, yenilerini giymek için nasıl değiştirirse ruh da öylece eskimiş bedenlerden
soyunarak diğer bedenlerle birleşir.468 Bu tasavvufi düşünce, Bâtınî anlayışın vahdet-i
vücut’un da görülmektedir. Tasavvuf yolunun dış yüzü bir takım riyazet ve
müşahedede bulunmak, iç yüzü de bir takım menziller ve makamlardan geçmek
suretiyle Allah’a ulaşmaktır. Menziller ve makamlardan geçmek suretiyle Allah’a
ulaşmaktır. Menzillere ve makamlara “Tavr” denir ki salik bu tavırlarda tecellilere
uyarak bir halden diğer bir hale geçerek Allah’a doğru seyr eder, durur469. Bâtınîlikte de
sonuç yine Allah’a ulaşmaktır. Tasavvuf erbabı sufilere göre, insan evrenin minyatür bir
modelidir. Mutlak varlık’ın yansımasından oluşan evrenin, tüm nitelikleri onun bir
parçacığı olan insanda yeniden bir araya gelir. Fânî alemde bulunan tüm parçacığı olan
468 Mehmet Ali Ayni, Tasavvuf Tarihi, İstanbul , Ekim 2000, s. 39. 469 Cavit Sunar, Tasavvuf Tarihi, Ankara ,1975 ,s. 187.
211
insanda yeniden var olmadan önce kusursuz örnekler halinde Yüce akıl’da duruyorlar.
Tanrısal öz ve bilinç’le birdirler.470
Tasavvuf bilginlerinin özelliklerinden biri Bâtınî ve sırrı (yani saklı ve gizli)
olmasıdır. Tasavvufta (sırrıye mistisizm) sufilere de sırri (mistik) denilmesinin
sebebi de budur. Tasavvuf özü itibariyle sırrîdır471. Şeyh Ebu İshak İbrahim el-
Kazrunî tasavvufun tanımını şu şekilde yapmıştır: Tasavvuf iddiaları terk ve
manaları gizlemektedir472. Bu sözden anlaşılacağı gibi, tasavvufta gizlilik önemlidir.
Yine değinilmesi gereken bir husus kıyamet doktrininin Bâtınîlik gibi
tasavvuf açısından önem taşır. Nitekim kıyamet doktrini açıkca sufi fikirler
tarafından etkilenmekte ve terminolojisi Nizarî İsmâilî ve Sufizm arasındaki ilişkiyi
birleştirmek için rol hazırlamaktadır473.
Bâtınîlerin bir takım akideleri, uzun mücadelelerden sonra bazı mahdut
yerler dışında her taraftan kaldırılmış olmakla beraber, onların ıstılah ve tev’illeri
283 / 896’da ölmüş olan Sahle’t-Tustarî’den başlayarak bir çok tasavvuf zümrelerine
girmiştir. Fakat bilhassa şeriat ahkamının avamın ifaya mecbur olduğunu, çünkü
onların yalnız zâhiri görebileceklerini ve havasın ise, bunlarla ile mukayyed
470 Engin D. Akarlı , “Tasavvuf “,Osmanlılarda ve Avrupa’da Çağdaş Kültürün Oluşumu