-
1
ÖZET
Bilimsel verilere göre milyarlarca yıl önce büyük bir enerji
yoğunluğu patlayarak kütlelere
dönüşmüş ve bu kütleler uzay boşluğuna dağılmıştır. Bu olay
Evrenin başlangıcıdır. Üyesi
olduğumuz güneş sistemi 4,6 milyar yıl önce ortaya çıkmıştır.
Dünyamızda hayat 3,8 milyar yıl
önce başladı. Önce sadece tek hücreliler vardı. Bu tek
hücreliler birleşerek ve Evrim geçirerek
denizlerde çok hücrelileri meydana getirdiler. Daha sonra
omurgalılar karaya çıktılar.
Memeliler dünyaya yayıldı. Nihayet 1 milyon yıl önce İnsan
dünyada yerini aldı.
İnsan başlangıçta zor şartlardaydı. Doğa ile karşı karşıya
kalmıştı. Doğayı kutsallaştırdı ve ona
tapmaya başladı. Şamanlar göçebe hayatın din adamlarıydı.
Yerleşik düzende Ana Tanrıçalar
ortaya çıktı. Daha sonra toplumlar arasında çatışmalarda Erkek
Tanrılar etkili olmaya başladı.
Bu dönemde İonia önemli bir gelişme geçirerek bilimsel konularda
ilerlemeler sağladı.
İonia’daki Doğa bilimciler Tek Tanrı konusunda birleşmeye
başladılar. Bu felsefe içinde insan
ruhu evrensel ruhun bir parçası olarak görünüyordu.
Orta Çağ’da Yunan kültüründen faydalanan Tasavvufi İslam
düşüncesinde bütün Evreni
Tanrı’nın yarattığı ve sonuna her şeyin Tanrı’ya döneceği
görüşleri ana felsefedir. Tasavvuf,
insanın Tanrı’yı dolaysız olarak bilmesini sağlayan ve Tanrı’ya
ulaşmayı vaat eden inançlar
sistemidir. Orta çağ kültürü sadece mutasavvıflar dünyası
değildir, aynı zamanda İonia
bilimsel kültürünün de devamıdır. Bu kültür çok sayıda bilim
insanının yetişmesini
sağlamıştır. Orta Çağ’da İslam dünyasındaki bilimsel değişmeler
Endülüs ve Sicilya yolları ile
Avrupa’da başlayan Rönesans döneminin itici gücü olmuştur.
Böylece insanlık Evrenin
sırlarını çözmeye başlar. Çözülen her sır, yeni bir sırrın ele
alınmasını sağlamıştır. En son
varılan nokta Kuantum fiziğidir. Buna göre bütün enerji
ışınımları hem madde, hem dalga
özelliğini taşır. Tanrısal Enerji de aynı özellikleri taşır
diyebiliriz. Bu bir mucizedir. Evrendeki
düzenin şuurlu bir bilinç bütünlüğünü içerdiğinin hissedilmesini
sağlar. Doğadaki her sır adım
adım çözülecektir. Ancak her sırda ‘neden’ diye bir son soru ile
karşılaşabiliriz. Cevabı ‘Doğa
böyle istiyor’ veya ‘Tanrısal irade budur’ olabilir. Burada dinî
çözümle bilimsel çözüm aynı
noktada birleşmiştir. Bu noktaya varmak Bilimsel araştırmaların
değerini azaltmaz.
Bu arada bir konuyu açığa kavuşturmak istiyorum. Kitabın içinde
birçok yerde ‘Vahdet-i
Vücud’ felsefesi sözcükleri yer almaktadır. Vücud kelimesi
Türkçemize Vücut olarak geçmiştir.
Kullanılış şekli ‘beden’ anlamını taşır. IX. Yüzyıldan beri
bütün İslam Dünyasında ‘Vahdet-i
Vücud’ Tanrının Birliğini ifade eder. Bu nedenle bu sözcüğü ve
ilgili terimleri titizlikle
korudum.
-
2
Kitabımı yazarken editörlüğümü yapan kızım Reyhan’a,
Beni sonuna kadar destekleyen aziz kardeşim Orhan’a,
Ve ailemin bütün fertlerine saygılarımla teşekkürlerimi
sunarım.
-
3
İ ç i n d e k i l e r
Önsöz ……………………………………………..…….………..5
Giriş………………………………………………..…….…………6
Şamanlar……………………………………….…….………….9
Ana Tanrıçalar.……………………………….…….………..10
Yaradılış Efsaneleri ve Dinler….……..…….………….14
Helenlerde Yaradılış Efsaneleri.…………..…………..15
Mezopotamya Efsaneleri………….……………………..17
Mısır Efsaneleri………………………….…………………….18
Eski İran Dinleri………………………….………………….…19
Uzak Doğu Dinleri……………………….……………………19
Afrika Dinleri……………………………….…………………..22
Tek Tanrılı Dinler……….…………………………………….23
Yahudilik………………….………………………………………23
Hristiyanlık…………………..………………………………….24
Müslümanlık…………………..……………………………….26
Müslümanlıkta Mezhepler.………………………………28
Ehli Sünnet Mezhepler……….…………………………….29
Şiiler…………………………………….…………………………..30
Hariciler……………………….…………………………………..31
Aleviler……………………….…………………………………….32
Tasavvuf ve Tarikatlar.….…………………………………. 34
Vahdet-i Vücud İnancının Tarihçesi..………………… 41
Müslümanlıkta Vahdet-i Vücud………..……………….48
Vahdet-i Vücud Mutasavvıfları…………..……………..51
Hallac-ı Mansur………………………………….……….…….51
Melâmiler…………………………………………….…………..52
Muhiddin Arabî…………………………………….…………..52
Mevlâna Celâleddin-i Rumî…………………….………...53
-
4
Şeyh Bedrettin………………………………………………..53
Batıda Rönesans’tan günümüze felsefe…………..55
Çağdaş Dönemde Felsefi Gelişmeler………………..59
Bilimsel Gelişmeler ve Evrendeki Sırlar…………….60
Evrenin En Büyük Sırrı………………………………………63
Çekim Kanunu………………………………………………….65
Dünya ekseninin yörünge düzlemine belirli açıda olması…66
Hidrojen, Oksijen, Karbon ve Azot……………………66
Klorofil…………………………………………………………….67
Topraktaki Mucize…………………………………………..68
Yaşama Arzusu……………………………………..…………68
Gelişme Arzusu………………………………………………..70
Üremedeki Sır…………………………………………………..72
İnsan Yaratıcılığı ……………………………………..……….72
Hücredeki Sır…………………………………………….…….. 73
İnsan Ruhu………………………………………………………..75
Elektrik Mucizesi……………………………………………….76
Elektronik Mucizesi……………………………………….….77
Elektromanyetik Dalgalar……………………….…………78
Kuantum Fiziği……………………………………………….….80
İnsan Bilincinde Tanrı’ya Ulaşmak…………….….….. 82
Vahdet-i Vücud’dan Süzülen Bal Damlaları……....94
KAYNAKÇA…..……………………………………………………98
-
5
Ö n s ö z
Bu yeni kitabımın amacı, bilimsel düşünceler zemininden
uzaklaşmadan, insanlığın çok
eskilerden beri oluşturduğu derin bir düşünsel sistem olan
Vahdet-i Vücud felsefesini daha iyi
tanımak; din ve bilim arasında bir sonuç bağı oluşturmak,
böylece Tanrı inancında
bütünleştirici bir bakış açısı sunabilmektir.
2012 yılında yayınlanan Din Bilim İnsan adlı kitabımda günümüz
toplumlarında ortaya çıkan çelişkilerin en derini olan Din ve Bilim
arasındaki çelişkiyi konu alarak, bu çelişkinin Vahdet-i Vücud
inancı içinde çözüme ulaşabileceği görüşünde olduğumu belirtmiştim.
Bu çözümde kabul ettiğim öneri Tanrı ve Evrenin tek bir bütün
olduğu görüşüydü. Bunun sonucu olarak Evrenin kanunları Tanrısal
irade ile aynı anlamı taşımaktaydı. Böylece Evrenin kanunlarını
araştıran bilimsel düşüncede kabul görebilecek ‘Tanrı’ inancının,
bütün dinlerde Vahdet-i Vücud inancı içinde bir araya gelebileceği
sonucuna varmıştım.
En eski dönemlerden beri din kültürünün insan yaşamında önemli
bir yer tuttuğu çok açık bir gerçektir. Yaradılıştan sonra insan
varlığı başlangıçta doğayla baş başa kalmıştır. Bu nedenle ilk
sezdiği güçler doğa güçleridir. Doğayla uyum arzusunda olan insan,
ilk önce Doğaya tapmaya başlamıştır. Doğayı kutsal gören bu
görüşlerin yer aldığı inanç sistemleri Şamanlık adıyla dünya
tarihinde yerini almıştır. Bu nedenle, insanlığın çok eskilerden
beri oluşturduğu bu derin felsefeyi, Vahdet-i Vücud felsefesini,
daha iyi anlamaya çalışırken önce Şamanlıktan başlayarak zaman
içinde çeşitli dinlerde ve felsefi görüşlerde yer aldığı izlerin
taranmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bu kitapla varılmak istenen sonuç, herhangi bir görüşe üstünlük
tanımadan Tanrı birliğinde
bütün insanlığın bir araya gelebilmesidir. Bütün dinler Tanrıya
ulaşma çabası içindedir.
Aralarındaki farklar sosyal düzenlemeler ve törensel ayinlerdeki
çeşitliklerden ibarettir. İnanç
yönünden Vahdet-i Vücud hiçbir dine ters düşmez. Çünkü bütün
dinlerin hedefi, Yaratıcıya
ulaşmaktır. Vahdet-i Vücud bütün varlıkların Yaradan’ın bir
parçası olduğunu ifade eder. Yani
buna göre aslında hepimiz ulaşılacak hedefin içinde bulunuyoruz.
Bütün sorun bu gerçeği
hissedebilmektir. Ayrıca bilimsel gelişmelerle, dinî söylemler
arasındaki uzaklaşma Vahdet-i
Vücud görüşleri ile önlenebilir. Çünkü bilim sonuçta Evrenin
sırlarını çözmeye çalışır. Tanrı
bütün Evreni kapsadığına göre bilimsel çabalarla ulaşılan sırlar
Tanrının sırlarından başka bir
şey değildir. Huzuru arayan bir dünyanın bu görüşlere ihtiyacı
olduğuna inanıyorum. Bu bir
barış kitabıdır. Ayrılıkları ortadan kaldırmayı hedefliyor,
insanlığı barışa yönlendirmeyi
arzuluyor. Barışın insanlık için her şeyden önemli olduğunu
tarih boyunca yaşadık, yaşıyoruz.
Bu duyguyu yaşam boyunca korumak zorundayız.
-
6
G i r i ş
Vahdet-i Vücud; Varlığın birliği, Yaradan’la yaratılanın
bütünlüğü veya Yaradan’da
bütünleşmek. Konunun büyüklüğü karşısında nasıl başlamalıyım
diye düşünüyorum. İslam
dünyasında Orta Çağda tasavvuf denilen felsefî akımlar içinde
doğan Tanrı’yı dolaysız olarak
bilmek ve Tanrı’ya ulaşmak anlamıyla mı söze başlamalı, yoksa
insanlığın çok daha eski
geçmişinden yola çıkmak mı daha doğru olur? Tanrı, din, Evren,
Evrenin sırları, felsefe ve bilim,
bunların hepsi insan tarafından dile getirilmiştir. O halde
insanlığın ortaya koyduğu kültürel
birikimi algılayabilmek için konuya mümkün olduğunca insanlığın
bilebildiğimiz en eski
geçmişinden başlamalıyız.
Yaradılışı başlangıcından itibaren şöyle inceleyebiliriz:
Bilimsel verilere göre milyarlarca yıl
önce var olan büyük bir enerji yoğunluğu patlayarak kütlelere
dönüşmüş ve uzay boşluğuna
dağılmıştır. Bu Evrenin başlangıcıdır. Evrene dağılan kütleler
kümeleşerek yıldız gruplarını,
galaksileri meydana getirmişlerdi. Güneş sistemimiz, Samanyolu
galaksisi içinde, 4,6 milyar yıl
önce ortaya çıktı.
Dünyamızda hayat ise 3,8 milyar yıl önce başladı. Başlangıçta
ilk hayat izlerinde sadece tek
hücreliler vardı. Bu tek hücreliler birleşerek bitkilerin ve
ilkel canlıların temellerini attılar. İlk
omurgalılar 500-240 milyon yıl önce denizlerde ortaya çıktı.
Balık olarak adlandırdığımız bu
omurgalılar evrim geçirerek Amfibyumlara dönüşerek karalara
çıktılar. Sürüngenler 290
milyon yıl önce ortaya çıkarak dev boyutlara ulaştılar. Uzun
seneler bu dev sürüngenler
(dinozorlar) dünyanın hâkimleri oldular. Ta ki dünya iklimindeki
büyük değişiklikler bu dev
hayvanları ortadan kaldırıncaya kadar. Dünyadaki bu büyük
değişiklik memelilerin dünyaya
yayılması için bir fırsat yarattı. 30 milyon yıl önce maymun
türleri ortaya çıktı. Nihayet bir
milyon yıl önce insan dünyada yerini aldı. İnsan denen bu canlı
diğer birçok hayvandan daha
güçsüzdü. Doğurganlığı azdı ve doğan yavruların erişkin hale
gelmesi için uzun zaman bakıma
ihtiyaç gösteriyordu. Ancak bir özelliği vardı ki, bütün bu
dezavantajları yenmesini sağladı.
Beyni çok iyi gelişmişti, zekiydi ve toplumsallığın önemini
kavramıştı. Gırtlağından çıkan sesleri
çeşitlendirerek soydaşları ile konuşmayı keşfetti ve konuşma
kabiliyetini geliştirerek
sosyalleşmeyi becerebildi.
İnsanlık başlangıçta çok zor şartlardaydı. Saldırılardan
korunmak için mağaralarda
saklanıyorlardı. Gündüz doğan güneşle yiyecek aramaya çıkıyor,
başka hayvanların saldırılarına
uğruyor, kaçıyor, ağaçlara tırmanıyor, mağaralarına
sığınıyorlardı. Tehlikeyi atlatınca tekrar
yiyecek arıyor, karınlarını doyurduklarında, yavrularına yiyecek
götürdüklerinde mutlu
oluyorlardı. Böylece ilk insanlar iyi ve kötü mefhumlarını
öğrendi. Mutlu olmak için iyiliklere
sığınmak, kötülüklerden korunmak istedi. Bu iyilikleri ve
kötülükleri idare eden, çevresindeki
bütün varlıklardan daha güçlü, bir varlığa inanmak istedi.
Etrafında oluşan düzen, soğuk
gecelerden sonra ılık bir gündüzün başlaması, korkunç bir kıştan
sonra güzel baharın ve sıcak
bir yazın gelmesi, bu inancını kuvvetlendirdi. Demek ki doğada
bir düzen vardı. Sabah
uyandığında içinde bir yaşam sevinci doğuyordu. Kendine bu
sevinci veren bir güç olmalıydı bu
doğada. Bu güce şükran duygularını sunmak istiyordu. Bu inanç
ilk din duygusunun doğması
idi. İnsana bütün iyilikler ve kötülükler doğadan geliyordu.
Böylece insan doğayı kutsallaştırdı
-
7
ve ona tapmaya başladı. Ortaya çıkan bu dinde kabilelerin bilge
kişileri, bilgi ve yorumlarıyla
etkin bir dinî lider konumuna geldiler. Bu bilge kişiler hem
rahip, hem doktor, hem büyücü,
hem de öğretmen vasıflarını taşıyorlardı. Bu başlangıçtaki din
kültürünün izlerini Orta Asya’da
yaşanmış olan Şamanlık inancı, Amerika Kızılderilileri ve
geleneksel Afrika dinleri zamanımıza
kadar taşımışlardır.
Din olgusu insan hayatında ortaya çıktığından beri, dünya
düzeninin izah edilmesi ve yaratılış
olayı insan merakının en önemli konuları olmuştur. Anadolu ve
Mezopotamya’da Ana Tanrıça
dinlerinde, Mısır dininde, Hellas’ta Olympos Tanrıları
dinlerinde önce yaratılış destanları ve
efsaneler yer almış, sonra bunlar inanç sistemlerine
dönüşmüştür. Eski İran dinlerinde
Avestalar’da, Hindistan’da Vedalar’da, Brahma dinlerinde,
Budizm’de, Çin’de Taoizm ve
Konfüçyüs dinlerinde yaradılış konusu ve insanın bu konu içinde
aldığı yer açıklanmıştır.
Din duygusunun doğaya ve dışımızdaki güçlere karşı insanda merak
duygusunu uyandırması,
bilgi ve araştırmaya, yani bilim konusunun doğmasına neden
olmuştur. Yazının bulunmasıyla
insanlar ilk çağda Mezopotamya’da ve Mısır’da bilgi
dağarcığındaki toplanan bilgileri tabletlere
yazarak kayıtlara geçirmeye başladılar. Bu eylem bilgi
dünyasının hızla gelişmesine neden oldu.
Ancak bilim dünyasındaki en büyük gelişme ilkçağın son 1000
yılında batı Anadolu’da İonia’da
ortaya çıktı. Bu sırada Hellas’tan (Yunanistan’dan) gelen
koloniciler Çanakkale’den Rodos’a
kadar uzanan bölgeyi hâkimiyetleri altına alarak burada şehir
devletleri kurmuşlardı. Bunların
arasında Rodos’tan Foça’ya kadar uzanan bölgeye İonia denir.
Koloniciler geldiğinde bu
bölgenin halkı Luviler’di. Luviler o sırada bütün Anadolu
halkları gibi Ana Tanrıçaya
tapıyorlardı. Hellas’tan gelenler ise Olympos Tanrılarına
inanıyorlardı. Daha önce kendi özgün
kültürüne ve dinî inançlarına sahip olan bölge halkı, Hellas’tan
gelenlerin etkisiyle önceki
kültürlerini sorgulamaya ve doğruyu bulmak için tartışmaya
başladılar. Bu olgu bölgede çok
hızlı bir kültürel yükselmenin nedeni oldu.
Diğer taraftan İonia’da bu dönemde sesli harfleri de içeren bir
İonia alfabesi yapılmıştı. Bu
alfabeyle yazının kolaylaşması ve yaygınlaşması kültürel
gelişmenin hızlanmasını sağladı. Bu
kültürel gelişmeler Din ve Evreni yorumlayan büyük düşünürlerin
ortaya çıkmasına zemin
hazırladı. Thales, Pythagoras, Aneksimenos, Herakleitos,
Parmenides, Elea’lı Zenon,
Demokritos gibi felsefeciler doğa kanunlarını inceleyerek
evrenin akıl yoluyla araştırılmasının
kapılarını açtılar. Aslında bu bilginlere doğa bilimci anlamında
‘’Fusiologoslar’’ denir. Bu
düşünürler daha sonra ortaya çıkan fizikçilerin atalarıdır. Bu
felsefecilerin arasında bulunan
Herakleitos, Parmenides ve Elea’lı Zenon Vahdet-i Vücud’a benzer
söylemlerle Evreni
yorumlayan ilk düşünürlerdir.
Düşüncede doğan bu yeni görüşler İonia ile kültür alışverişinde
olan karşı kıyıdaki Atina’ya da
yayıldı. Dünya’da aydınlık düşüncenin başı kabul edilen Sokrates
ve öğrencisi Platon buradan
görüşlerini dünyaya yaydılar. Sokrates’in ‘öğretilerin akıl yolu
ile tartılması, doğruya ancak bu
şekilde varılabileceği’ görüşü toplumda hızla yayılmaya
başlayınca, Atinalı yöneticiler bu
öğretilerin düzeni tehdit ettiğini düşünerek Sokrates’i ölüme
mahkûm ettiler.
Öğrencisi Platon (Eflatun) önce hocası Sokrates’in söyleşilerini
kaleme alarak hocasının
görüşlerinin bütün dünyaya yayılmasını sağladı. Ayrıca bütün
hayatı boyunca hocası Sokrates’i
düşüncelerinden dolayı mahkûm etmemesi gereken adaletli bir
devletin kurulması için
-
8
mücadele etti. Ayrıca İonialı Vahdet-i Vücudçuların
görüşlerinden etkilenerek bu Dünyanın
Yaradılışın özünde bulunan bir İdea dünyasının bozulmuş bir
şekli olduğunu ileri sürdü. Her
kişinin doğuştan bu özü içinde taşıdığını, yani iyilik dolu
olduğunu, daha sonra ortaya çıkan
kötülüklerin bencillikten ve bilgisizlikten ileri geldiğini, bu
bilgisizliği yenerek, insanlığın
bilgilerini düşünceleriyle irdeleyerek doğrulara varabileceğini
söylemiştir. Doğru bilgi ise,
Platonun önerdiği, İdea’ya uyan bilgidir. Platon’un en önem
verdiği İdea, Adalet İdeasıdır.
Platon’a göre Adalet İdeası yoksa devlet düzeni kurulamaz.
Platon’un felsefesinde ruhun
bedendeki yozlaşmadan kurtulabilmesi için görüntüden hakikate,
saf olmayandan saf olana,
ahlaksızlıktan erdeme, kötülükten iyiliğe geçilmesi gerekir. Bu
eylemleri yaptırabilecek güç,
gönülde doğacak şiddetli istek yani aşktır. Bu felsefe,
insanlığın kendi özünü fark ederek
erdeme ulaşmasını sağlayan birçok dinî görüşü etkilemiş, bu
arada İslam Tasavvufunda da çok
önemli bir yer almıştır.
İskender İmparatorluğu döneminde İonia’da ve Hellas’ta ortaya
çıkan bu görüşler Anadolu,
Mezopotamya, Mısır, İran ve Hindistan’a kadar geniş bir alana
ulaştı. Bu bölgelerde mevcut
olan din kültürleriyle etkileşerek yeni şekiller aldı. Takip
eden dönemde Kıbrıslı Zenon
tarafından kurulan Stoacılar okulu, Evreni bütün düzeni sağlayan
tek bir Tanrısal varlık olarak
görüyor ve insanlığın bu Evrenin bir parçası olarak mutlu
olabileceğini ifade ediyordu.
Bunun yanında bu geniş coğrafyada doğu mistisizminden etkilenen
bir felsefe de gelişmeye
başlamıştı. Buna göre insanların duygusal dünyası ruhun düşmanı
olan dış güçlerin etkili
olduğu bir alan olarak kabul ediliyor ve insanın mutluluğa
ermesi için sadece iç kurtuluşunun
yeterli olmadığı düşünülüyordu. İnsanı saran dış kuvvetlerden,
büyü ve mistik güçlerden
kurtulunması gereğiyle büyüleri bozma ve şerlerden korunma
ayinleri dinî hayatta yer almaya
başladı.
Roma İmparatorluğunun başlangıç dönemlerinde de mistik törenler
ve büyücülük
yaygınlaşmaya başlamıştı. Buna tepki olarak Yunan felsefesinde
Platon felsefesini kaynak alan
yeni bir akım doğdu. Neo Platonizm adını taşıyan bu felsefe
okulunun kurucusu İskenderiyeli
Plotinus’tur. Bu yeni felsefe de evreni dolduran tek bir varlığa
dayanır. Bu varlık hem logosla
(üstün akıl, söz ve kararla) donanmış Tanrısallığı, hem de
iyiliği içerir. Başlangıçtan beri varlığın
içinde yer alan ruh, kendini yaratan kaynağı tanıyabildiği
takdirde huzura kavuşur. Ruh bu
birliğe tekrar kavuşma özlemini taşır. Ruhun bunu başarabilmesi
için düşünceyi aşarak aşk ile
Tanrıya ulaşabilmesi gerekir. Bu felsefe içinde yer alan insan
ruhunun, evrensel ruhun bir
parçası olduğu görüşü, tek Tanrılı dinleri de destekleyen temel
bir felsefe oldu. Yeni
Eflatunculuk bu haliyle ortaçağ ve yeniçağda tek Tanrılı
dinlerin desteği ve metafizik
düşüncenin esin kaynağı olmuştur. İslam düşüncesinde Tanrının
yetkinliği, bütün evrenin ve
yaratılanların Tanrının özünden fışkırdığı, ruhun ölümsüzlüğü ve
sonunda her şeyin Tanrı’ya
döneceği görüşleri bu felsefeye uygundur.
Böylece Vahdet-i Vücud felsefesinin temeli İonia’da atıldı. En
büyük gelişmeyi ise İslam
dünyasında sufîler arasında sağladı. Bunun yanında Akdeniz
dışında İran’da, Hindistan’da,
Çin’de, Japonya’da yaşanan din kültürlerinde de önemli ölçüde bu
görüşün izleriyle karşılaşılır.
Bu nedenle Evrensel olan bu konuyu, insanlığın ilk dini olan
Şamanlıktan başlayarak izlemeye
devam etmemiz gerekir.
-
9
Ş a m a n l a r
Şamanlık yoğun olarak Orta Asya halklarında yaşanmış olan bir
din kültürüdür. İnsanlığın
başlangıçta yaşadığı ilkel dinlerin izlerini taşır. Şaman
inancına göre Evren; gök, yeryüzü ve
yeraltı kısımlarından meydana gelir. Aydınlıklar âlemi olan
gökte en büyük kutsal ruh Ülgen ve
ailesi ile ona bağlı olan iyi ruhlar yaşar. Yeryüzü, insanların
ve canlıların bulunduğu yerdir.
Yeraltı ayrı katlar halindedir. Burada korkunç, güçlü Erlik ile
çocukları ve kötü ruhlar otururlar.
Bütün âlem bu iyi ve kötü ruhların etkisi altındadır. Ülgen
insanı balçıktan yaratmış, kendi
ruhundan üfleyerek ona can vermiştir.
Şamanlar ruhlarla ilişki kurabilirler ve insanlara aracılık
yaparak doğru yolu gösterirler. Böylece
insanlara iyilikler sağlar, kötülüklerden korur, topluluklara
yaralı olurlar. Şamanlar ruhlara
ulaşmak için yaptıkları dini törenlerde cezbeye gelerek
kendilerinden geçerler. Göğe
yükseldiklerine Ülgen’e, iyi ruhlara ulaştıklarına, evrensel
enerjiyle etkileşime geçtiklerine
inanılır. Cezbe halinde bilgi edinme akıl yoluyla değil,
kendiliğinden oluşur. Bu yükselişi temsil
eden Kartal, Doğan, Atmaca, Tuğrul gibi kuşlar kutsal sayılır.
Şamanların başları ve giysileri bu
kuşların tüyleriyle süslenir. Bu, Şaman’ın göğe
yükselebilirliğini simgeler. Şamanlar, cezbe hali
son bulup, ayıldıklarında ruhlarla yaptıkları görüşmeleri veya
mücadeleleri anlatırlar ve
insanlara tavsiyelerde bulunurlar. Bu eylem sözlerden çok şarkı
ve danslarla oluşur. Şaman
törenine içtenlikle katılanlar olayda anlatılanları duygularıyla
anlarlar. Bu olay şamanla bir
enerji alışverişidir. Şamanlıkta doğaya saygı çok önemlidir.
Doğa yaratıcı olarak kabul edilir.
Evreni bütünüyle kutsal kabul edip insanın bu bütünlüğün bir
parçası olduğuna inanmak, yani
Vahdet-i Vücud, Şamanlığın doğaya gösterdiği saygının izlerini
taşır. Bu nedenle Orta Asya
kültüründe gök, güneş, ay, deniz, dağlar, ormanlar ve akarsular
kutsal sayılır.
Şamanlık tarih içinde birçok kültürler üzerinde etkili olduğu
gibi, bugün de Türk, Moğol ve
Tunguz halklarının yanı sıra, Laponlar, Yakutlar, Sibirler ve
Uzak Doğu halklarında, Eskimolarda
ve Amerika Kızılderililerinde izlerini hâlâ sürdürmektedir. Eski
bir Türk geleneği olan müzikle
tedavi de kökünü Şamanlıktan alır. Davul, kopuz, ney gibi müzik
aletleri ve su sesi ile tedavi
Orta Asya şamanlığının miraslarındandır. Şaman kültüründe
göklerdeki iyi ruhlar, Orta Asya
Türklerinde Gök Tanrı ‘Kayra’ koruyuculuğuna dönüşmüş ve kitabî
dinlerle karşılaşmadan önce
Türklerde Tanrı inancına varılmasını sağlamıştır.
Şamanlığı, zamanımıza en yakın tanıma imkânını, bize Amerika
Kızılderilileri üzerinde yapılan
araştırmalar vermiştir. İsviçreli psikiyatr C. Gustav Jung
bilinçaltının niteliğini ve algılamalarını
araştırdığı, Amerika’da Arizona ve Teksas eyaletlerinde yaşayan
Pueblo Kızılderililerini şöyle
anlatır: ‘Bu yerliler Güneş’in çocukları olduklarına inanırlar.
Her gün yaptıkları bir ibadet eylemi
ile babalarının gökte doğudan batıya doğru yer değiştirmesine
yardımcı olurlar. Bu görev onlar
için çok önemli bir sorumluluktur. Bunu yaparak bütün dünyaya
faydalı olduklarına inanırlar.
O zaman bu yerlilerin neden o kadar ağırbaşlı, sakin ve ılımlı
olduklarını anladım. Bu onların
Güneş’in çocuğu olmalarından kaynaklanıyor. Tüm yaşamın
koruyucusu olan babalarına
yardım etmek, yaşamlarına büyük bir anlam ve yaşam sevinci
kazandırıyordu.’
-
10
Perulu toplumbilimci Carlos Castaneda ise Meksika’da Şaman
kültürü hakkında yaptığı
araştırmaları 12 kitapta anlatmıştır. Bu kültürde Şaman (Büyücü)
şifacı ve savaşçı bilge kişi
olarak tanımlanmaktadır. Castaneda, Yaqui Kızılderilileri
arasında böyle bir savaşçı bilgeyle
karşılaşır. Bilge savaşçı yaşamdaki kutsal sırlara ulaşmak için
harekete geçmiştir. Bu bilgilere
ulaşmak için savaşa gider gibi hazırlanır. Korkusuzdur,
saygılıdır, sırlara ulaşacağına inançlıdır.
Bu eylemde vazgeçmek yoktur. Başarısız olursa üzülmez, pişman
olmaz, tekrar yoluna devam
eder. Sırlar dünyası gizemlerle doludur. Her an tehlikelerle
karşılaşmayı göze almak gerekir. Bu
yolda korkuya yer yoktur. Şaman’ın en büyük düşmanı kendi
korkusudur. Şaman için en önemli
yeti görme özelliğidir. Şaman bakma ile yetinmez hakikati
görmek, öğrenmek ister. Bu istek
gücü de çok önemlidir. Şamanlar öğrenmek istediklerini
duyularının üstünde, istek gücü ile
kavrarlar. Onların aradığı bilgi hakikat bilgisidir.
Yukardaki bilgiler Asya Şamanlığını daha iyi tanıyabilmek için
anlatılmıştır. Davul sesiyle trans
haline geçen Şaman üst bilincinde sırlar dünyasına ulaşır. Bu
noktaya ulaşabilen Şaman
insanlara faydalı olmaya hazırdır. Şamanın, daha sonraki
dinlerde rastlanan ruhban sınıfları
gibi bir konumu yoktur. Şamanlık bir yaşam tarzıdır. Şamanın
yaşamında önemli olan insanlara
destek olmak, hastaları iyileşeceklerine inandırmak, insanlarla
ruhsal bağlantılar kurmak,
kutsal varlıklarla da bağlantılar kurarak geleceği tahmin
etmektir. Diğer taraftan Tanrısal
katlara ulaşarak Doğa olaylarının düzenlenmesini sağlamak,
insanlarla ruhsal etkileşim kurarak
istemeden istemeyi öğretmek, böylece onlara hayatta faydalı
olmak ve evrenin sırlarını
anlatmak da önemli görevleridir. Şaman bu eylemleri kendi
hayatının gereği olarak yapar,
böylece yaşamın anlamına ulaşarak doğadaki yerini algılar. Şaman
bunu egosunu aşarak bütün
benliğiyle (ruhuyla) evrensel enerjiyle birleşerek onu kendi
enerjisinde duyabilir. Böylece
hissettiği duyguları insanlara aktarabilir.
İslam’da Alevi dedeleri, Bektaşi babaları, sema yapan Mevleviler
bu Orta Asya şamanlarının
izlerini taşırlar. Hindistan ve Tibet dinlerinde de ortaya çıkan
ve günümüze de yansıyan
Meditasyon ve Yoga uygulamaları da Şamanların cezbe haline
benzerlikler taşıyan evrensel
enerjiye ulaşma halleridir.
A n a T a n r ı ç a l a r
Şaman kültüründen sonra ortaya çıkan din kültürü Ana Tanrıça
inancıdır. Bunda kadınların
doğaya daha yakın olmaları, bu nedenle Evrensel enerjiyle daha
kolay iletişim kurabilmeleri
etkili olmuştur. Kadında doğum olayı kendindeki enerji
bütünlüğünden yeni bir yaşam enerjisi
doğmasını sağlar. Kadın bunu yaşar ve bu mutluluğu duyar. Bu
mucizeyi fark etmek evrensel
enerjiyi hissetmenin en dolaysız yoludur. Toplum bu olaya saygı
duyar. Bu saygı Ana Tanrıça
inancına bir hazırlıktır. Bu hazırlık safhasında önce,
şamanların arasında kadın şamanlar da
çoğalmaya başlamıştır. Daha sonra da din kültürü Anadolu’da,
Mezopotamya’da, Mısır’da ve
İndüs vadisinde Ana Tanrıça inancına dönüşmüştür.
Ana Tanrıça kültürü taş devrinin sonlarında toprağın
işlenmesiyle Orta Doğu’da başlamış,
maden devri boyunca sürmüş, ilk çağda M.Ö. 1000 yıllarına kadar
devam etmiştir. Bunu
arkeolojik araştırmalarda bulunan Ana Tanrıça heykelciklerinden
görüyoruz. En eski tarihlileri
Anadolu’da Çatalhöyük ve Hacılar kazılarında gün ışığına
çıkarıldı. Bu heykelcikler Anadolu’da
-
11
bulunduğu gibi, Girit’te, Mezopotamya’da ve Hindistan’da İndüs
vadisinde de bulunmuştur.
Yazı bulunduktan sonra bu Tanrıçaların adlarını öğreniyoruz.
Sümer Tanrıçası İştar (Astarte),
Mısır Tanrıçası İsis (Esi) gibi. Bu tanrıçaları gösteren
kabartmalarda tanrıçalar genellikle
kanatlıdır. Bu kanatlar Şamanların göğe yükselmesini hatırlatır.
Anadolu Tanrıçalarına gelince
Hatti kökenli Arinna, Luvilerde Ama (Ma, Ada), Hititlerde Hepat→
Kupaba, Friglerde
Kipebe→Kybele, Hurrilerde Khepat, Batı Anadolu’da Leto, Ardamis;
Batı Anadolu Luvi
kültürünün devamı olan Hellas (Yunan) Tanrıçaları Rhea, Kivele,
Hera, Demeter, Athena,
Artemis, Aphrodite. Anadolu dışında İran’da bahar, aşk ve
bereket Tanrıçası Anahita,
Altaylarda Ana ve Çocuk Tanrıçası Umay, Hindu Bereket Tanrıçası
Bahuchara Mata ve Sanat
Tanrıçası Sarasvati diye anılırlar. Gerek Hellas tanrıçalarının
gerekse Roma uygarlığında tapılan
Ana Tanrıça Kibele’nin menşei de Anadolu’dur. Aslında Ana
Tanrıça kültürü Anadolu’dan bütün
Akdeniz’e yayılmıştır. Anadolu efsanelerinde Ana Tanrıçalar
yanında Amazon adıyla bilinen
kadın atlı savaşçılar da yer alır. Homeros İlyada destanında
Amazon savaşçılarının Sinuwa’dan
(Sinop’tan) Truva’ya gelerek şehri savunanlara katıldıklarından
bahseder. Bu savaşçı kadınlar
efsanelere göre kendilerini Ana Tanrıçaya adamış, tapınaklardaki
rahibeleri koruyan gönüllüler
ordusuydu. Ephesos’taki bir Ana Tanrıça tapınağı olan Artemis
tapınağını da Amazonlar inşa
etmişti. Tarihçi Bodrumlu Herodot da bu savaşçılardan
anlatılarında defalarca söz etmiştir.
Yukardaki coğrafi bölgeler göz önüne alındığında Ana Tanrıça
kültürünün insanlığın yerleşik
düzene geçtiği zaman diliminde ve ilk yerleşim yerlerinde
başladığı anlaşılmaktadır. Doğaya
saygılı Şaman kültürüne sahip toplumlar yerleşik düzende bu
saygıyı devam ettirerek yaratıcı
bir Ana Tanrıça’ya tapmayı daha uygun görmüştür. Bu seçimde
toprağı ıslah etme, işleme, ürün
alma gibi faaliyetlerin daha çok kadınlar tarafından
sürdürülmesinin ve bu olgunun kadınlara
statü kazandırmasının rolü olduğu düşünülebilir. Ayrıca kan
bağının kadın üzerinden devam
etmesinin daha anlaşılır olması ananın daha saygın bir konumda
olmasını sağlar.
Ana Tanrıça ‘yaşamı, yaratıcılığı, bereketi, cinselliği, doğumu,
anneliği, beslemeyi, çocuk
büyütmeyi, gelişmeyi’ temsil eder. Koruyuculuk ve şifa vericilik
özellikleri taşır. Sevgi dolu bir
anne gibidir. Ancak gerektiğinde haksızlık yapanlara ve
kötülüklere karşı öfkeli, kızgın yüzünü
göstermekten de kaçınmaz. Doğanın anası olarak yaşamı sunduğu
gibi geri almasını da bilir.
Doğanın düzeni, döngüsü Tanrıçanın iradesi altındadır. Bu
düzenin bozulmasına hiçbir şekilde
müsaade etmez.
Anadolu halkı Luviler, Ana Tanrıça Kybele’nin batı Anadolu’da
İda dağında bulunduğuna inanır.
Ana Tanrıça diğer Tanrıları bu dağdaki mağaralarda doğurmuştur.
Halk bu dağı kutsal sayar,
ziyaret ederek Tanrıçaya burada kurbanlar sunulur. Anadolu’dan
Kriti’ye (Girit’e) geçen
denizciler Luvi uygarlığını bu adaya da aktardılar. Girit’teki
en yüksek dağa Truva yakınlarındaki
İda dağının adını verdiler. Böylece bu dağ Girit’te Ana Tanrıça
inancının kutsal bir merkezi oldu.
Denizcilerin Ana Tanrıça kültürünü yaydıkları yerler sadece
Girit’le kalmadı. Hellas, İtalia,
Galya, Hesperia (İspanya) gibi bütün Akdeniz kıyıları ve adaları
bu kültürü tanıdı. Yunanistan’da
kurulan Miken uygarlığında da başlangıçta Ana Tanrıça adına
tapınaklar yapılmıştı. Daha sonra
kuzeyden gelen savaşçı kavimler olan Akalar ve Dorlar bölgeye
girince, savaşçı yapılarına
uymayan yaratıcı Kivele yerine savaşçı erkek tanrıları kutsamak
kendilerine daha uygun geldi.
Bu toplumda baş tanrı, Gök Tanrısı Zeus’tu. Tanrılar büyük bir
aileydi. Olympos dağında
yaşarlardı. Zeus bu ailenin babasıydı. Hellen uygarlığında
Anadolu kökenli Ana Tanrıça’nın
-
12
yerini beş Tanrıça almıştı. Hera, Athena, Demeter, Artemis ve
Aphrodite. Bu Tanrıçalar Zeus’un
altındadırlar ancak etki alanları çok daha geniştir. Helen
kültüründen büyük ölçüde etkilenen
Roma kültüründe de benzer tarzda bir Tanrılar ailesi olmasına
rağmen, Anadolu kültürünün
etkisi unutulmamış, Ana Tanrıça Kybele, Hristiyanlık dönemi
başlayıncaya kadar Roma’da
önemini korumuş, hatta Hristiyanlıkta bile Meryem Ana
kutsallığında varlığını devam
ettirmiştir.
Olympos Tanrıçalarının hepsi Anadolu Ana Tanrıçasının izlerini
taşırlar. Fakat bu izler en
belirgin olarak Ardamis’te (Artemis’te) görülür. Ephesos’taki
Artemis tapınağı en ünlü ve en
eski mabetlerin başında gelir. Ön Hellenler olan Lelegler ve
Pelasgoslar Hellas’a geçmeden
önce Anadolu’da bu mabet vardı. Önceleri bu mabet bölgede Ana
Tanrıça Leto’nun adıyla
anılıyordu. Bu söz Karia ve Lykia dillerinde Ana Tanrıçaya
hitaben ‘Hanımefendi’ anlamında
kullanılır. Miletos’un kuzeyindeki Latmos körfezi ve Lada adası
da Ana Tanrıçanın hatıralarını
taşır. Tapınağın bulunduğu yere başlangıçta Ladauwa derlerdi. Bu
Lada’ya tapılan yer
demektir. Daha sonra Olympos Tanrıları ortaya çıkarken yeni
dinde sorun yaratmamak için
mitolojiyle ayarlanarak, Helenler Leto’nun Tanrıça değil,
Apollon’la Artemis’in anaları
olduğunu kabul etmişlerdir. Yapabilecekleri ancak bu kadardı.
Aslında bu tapınaktaki Artemis
heykeli, daha sonra yapılan bütün heykellerinden çok farklıdır.
Daha sonra yapılan bütün
heykellerinde etekleri yukarı kıvrılmış, yanında bir geyik ve
köpekle koşan genç Artemis,
Ephesos’taki en eski heykelinde etekleri ayağına kadar uzanmış,
çok sayıda memeleri bulunan
ağırbaşlı, yaratıcı, besleyici ve koruyucu Ana Tanrıça’ya saygı
göstermektedir. Luvi dilinde
Arda-Mis pınarların Tanrıçası demektir. Ana Tanrıça’ya yapılan
tapınaklar subaşlarına yapılırdı.
Seçilen bu ad Artemis’in Ana Tanrıça’yı temsil ettiğini açıkça
gösterir.
Bir diğer husus da Artemis’in ve Ana Tanrıçanın simgeleri olan
hilâldir. Ana Tanrıçayı tasvir
eden kabartmalarda hilâli elinde tuttuğu görülür. Bu, ayın
gökteki serüveni ile doğurganlık
döngüsü ve yaşamın doğuşu, gelişmesi, olgunluk, yaşlılık
dönemlerinden sonra yaşamın son
bulması, daha sonra yeni bir hayata tekrardan başlaması şeklinde
yorumlanır. Anadolu’nun
hilâlle olan aşkı çok eskilerde başlamıştı. Ana Tanrıçanın diğer
bir simgesi de aslandır. Bu simge
ise kudret, irade, adalet ilkeleriyle Tanrıçanın niteliklerini
ifade eder.
Aslında Olympos Tanrıçalarının her biri Anadolu’nun Ana
Tanrıçasının izlerini taşırlar. Bu
Tanrıçaları Ana Tanrıça’nın kızları olarak tanımlamak gerçekçi
bir söylemdir. Örneğin Ana
Tanrıçanın dünyalar güzeli kızı Aphrodite de anasına benzer
özellikler taşır. Aphrodite de Ana
Tanrıça gibi bütün doğaya, bütün canlılara yaşama güzelliğini ve
yaşama sevincini aktarır.
Toprak onunla coşar, çiçekler onunla açar, tohumlar onunla
olgunlaşır. Bütün canlılar ve
insanlar onun verdiği sevinçle yaşarlar, çoğalırlar. Ana Tanrıça
gibi Mayıs ayında açılan
çiçeklerle Aphrodite’nin ortaya çıkışı da kutlanır.
Ana Tanrıça Kybele ile Aphrodite arasında çok benzerlik taşıyan
bir de mitolojik öykü anlatılır.
Bu öyküde Kybele’nin âşık olduğu ilkbahar Tanrısı Attis çiçekler
arasından ortaya çıkar. Bu
sırada Sangaria (Sakarya) ırmağının perisi de Attisle buluşur.
Kybele olanlardan memnun
değildir. Sevgililerin bir araya gelmesini engeller. Buna çok
üzülen Attis kendini hadım etmek
ister. Kybele bu olaydan pişmanlık duyar, genç Attis’in başına
gelenlerden çok üzgündür. Onu
bir çam ağacına dönüştürerek, sürekli yeşillikler içinde
yaşamasını sağlar.
-
13
Bahar ve yaz aylarında yaşanan bu olayın bir benzerini de
Aphrodite yaşar. Aphrodite’nin
Adonis adında çok güzel bir oğlu varmış. İlkbaharda ağaçlara su
yürüdüğünde, Adonis
saklandığı ağacın kabuğunu çatlatarak çıkar, çiçeklerden daha
hızlı boy atarak neşeli güzel bir
genç olurdu. Yaz sonuna doğru güneş sıcağıyla yanan bitkiler,
çiçekler boyunlarını bükerek
solmaya başladıklarında Adonis de ortadan kaybolurdu. Her
ilkbahar Adonis hasretle
beklenirdi. Adonis bir yaz günü koşup oynarken bir domuzun
peşine takıldı. Domuz aniden
döndü ve Adonis’i yaraladı. Aphrodite oğlunun feryadını duyunca
sandallarını giyemeden
dışarı fırladı. Koşarken bir gül dalına basınca, gülün dikeni
ayağını kanattı. Güller kırmızıya
dönüştü. Tanrıça oğluna ulaştığında ölüsü ile karşılaştı.
Adonis’ten yere dökülen kanlar,
Anasının gözyaşlarına karıştı, toprakta Anemonlara (dağ
lalelerine) dönüştü.
Adonis’in vakitsiz ölümü bir matem törenine yol açtı. Her yıl
onun vakitsiz ölümünü anmak
isteyen kadınlar, genç kızlar toplanarak, ağlaşarak, kızıllara
boyanmış bir yatağın içine Adonis’i
temsil eden bir genci yatırırlar, gencin üzerine çiçekler
atarlardı. Gün batarken yatağın etrafına
güzel kokulu çiçeklerle dolu vazolar dizilirdi. Gece boyunca
meşalelerle yatağın etrafında
dönen kadınlar ilahiler, ağıtlar söylerlerdi. Bazıları
duydukları acılardan göğüslerini, yüzlerini
döverler, saçlarını başlarını yolarlar, kendilerini kan içinde
bırakırlardı. Sabaha karşı şafak
Tanrıçası Eos da gelir, gözyaşları içinde yatağı aydınlatırdı.
Eos göğün kapılarını açmaya
başladığında, törene katılan kadınlar yataktaki genci ayağa
kaldırırlar, yataktaki bütün çiçekleri
toplayarak Adonis yerine denize atarlardı. Onlar dalgaların
arasında kaybolurken, hayatın
devamlılığının sevincini duyarlar, gelecek yağmurlarla Adonis’in
tekrar hayata döneceğine
inanırlardı.
Ana Toprak’ta (Anadolu’da) tek başına yaratıcı olarak Ana
Tanrıça varken, Olympos
Tanrıçalarının ortaya çıkması ile bu tanrıçalarda Ana Tanrıçayı
anımsatan birçok izlerin
olduğunu görmekteyiz. Hera, Ana Tanrıça gibi Tanrıların
anasıydı, ancak Ana Tanrıçanın aksine
Zeus’un yanında ikinci sıradaydı. Ancak bu duruma razı olamadığı
Zeus’la durmadan
çekişmesinden belliydi. Savaş Tanrısı Ares’i ve Ateş Tanrısı
Hephaistos’u, Zeus’a öfkesinden
dolayı kendi kendine doğurmuştur. Hera Zeus’un göklerdeki
iktidarını paylaşır. Ancak
karabulutlarla kaplı, gök gürültülü kavga günleri Hera’nın bu
evlilikte ne kadar mutlu
olabileceğini gösterir. Böylece bu kızının durumu, güçlü, mutlu
ve sevgi dolu Ana Tanrıçayı
anlatmaktan çok uzaktır.
Demeter’i de Hellas’a getirenler Anadolu’dan göç eden ön
Hellen’lerdir. Yerleştikleri bölge
olan Argos’ta ilk olarak Demeter tapınağını kurmuşlardır.
Aslında Demeter Luvi inancını
kapsayan Ana Tanrıça’dan başkası değildir. Başlangıçta Adameter
olarak anılmıştır. Ada,
Anadolu’nun birçok bölgesinde Ana Tanrıça anlamındadır. Hellas
mitolojisinde Hera gibi
Demeter de Kronos’un kızıydı. Doğadaki canlılığın, bereketin
tanrıçasıydı. Başında buğday
başaklarından bir taç vardı. Bir elinde buğday demeti, diğerinde
bir orak vardı. Saçları güneş
ışıltısında buğday başakları gibi parlardı. Doğa gibi güzel ve
vakurdu. Bütün Hellas’a tarla
sürmeyi, ekin ekmeyi, harman dövmeyi, ekmek yapmayı o öğretti.
Bütün kışı, yer altı tanrısı
Hades’le evli olan, kızı Persephone’nin hasreti ile geçirir.
İlkbaharda sabırsızlıkla onu bekler,
kızına kavuştuğunda Demeter sevinçle canlanır, onunla beraber
bütün doğa da canlanırdı.
Tarlalar yeşerir, ağaçlar, bitkiler çiçeklerle donanırdı.
Demeter kızının bahar ve yaz aylarında
yanında kalmasını şart koşmuştu. Sonbahar kızının ayrılması
demekti. Demeter’i derin bir
-
14
keder kaplamaya başlardı. Doğa da sararıp solmaya meyvelerini
dökmeye başlardı. En sonunda
narlar da dökülmeye başladığında Persephone’nin süresi dolar,
anne kız gözyaşları içinde
birbirine sarılarak vedalaşırlardı. Sonra da hasretle gelecek
baharı beklerlerdi.
Artemis ve Aphrodite ile başladığımız Olympos Tanrıçalarında
sıra Athena’ya geldi. Bu
Tanrıçayı da Hellas’a Anadolu’dan taşıyanlar Pelasglar’dır.
Athena adı Kilikya’daki Adana şehri
ile aynı kökenden gelir. Bu kök Ana Tanrıça Ada’dır. Netice
olarak Athena da Demeter gibi
Hellas’a Anadolu’dan Ana Tanrıça olarak gelmiş, Olympos’ta
değişime uğrayarak Zekâ ve Savaş
Tanrıçası olmuştur. Olympos, Tanrıçalarından hiçbirinin Ana
Tanrıça diye anılmasını istemez.
Bu nedenle Athena’nın ortaya çıkışını da bir efsane ile anlatır.
Athena, Olympos söylemlerine
göre Zeus ile Hikmet Tanrıçası Metis’in kızıdır. Zeus, Metis ile
bir araya geldikten sonra başında
bir ağrı başlar. Zeus bu ağrının Metis’den doğacak çocuktan
geldiğini anlar. Ağrılar dayanılmaz
hale gelince Demirciler tanrısı Hephaistos’u çağırır.
‘Dayanamıyorum, keskin baltanla başıma
vur, alnımı yar’ diye bağırır. Hephaistos şaşkınlıkla bakakalır.
Zeus bağırır. ’Korkma, ben başıma
ne geleceğini biliyorum, ne söylüyorsam hemen yap’ der. Yarılan
yerden zafer çığlıkları atan
bir kız fırlar. Zeus sevinçle rahatlar. Athena doğuştan zırhlı,
miğferli ve silahlı bir savaşçı olarak
doğmuştur. Savaşçılığını babasından, fazilet ve zekâsını annesi
Metis’ten almıştır. Simgesi
kalkan ve zeytin dalıdır. Hem savaşı, hem barışı temsil eder.
Athena zekâ ve hikmetle donanmış
bir savaş tanrıçasıydı. Gösteriş ve gürültü koparmayı sevmezdi.
Zalimlikten uzak dururdu.
Dürüst ve iyi kalpliydi, adaletten yanaydı. Athena iyilerin,
kahramanların yanında savaşa
katılırdı. Koruduğu, savunduğu şehirlerin kalelerinde
saldırganlara karşı halkla yan yana
savaşırdı. Savaşı severdi, ancak barışı daha çok severdi.
Savaşta galip gelenlere yendiklerine
karşı barışçı duygularla davranmalarını isterdi. Medeniyetin
koruyucusuydu. Bu nedenle
terzilerin, dokuyanların, örücülerin ve çömlekçilerin piriydi.
Marangozlar, gemi ve araba
ustaları onun yardımıyla işlerini başarırlardı. Netice olarak
insan zekâsına ihtiyaç duyulan her
konuda Athena’nın izleri vardı.
Y A R A D I L I Ş E F S A N E L E R İ V E D İ N L E R
Anadolu’da varoluş, belirttiğimiz gibi Ana Tanrıça ile başlar.
Ana Tanrıça önce göğü, daha sonra
suları, yeryüzünü, dağları, tepeleri yarattı. Oğulları Erkek
Tanrı Adra’yı, Gök ve Fırtına Tanrısı
Tarkhun’u, Deniz Tanrısı Poseidon’u, Kırlar Tanrısı Pan’ı, Savaş
Tanrısı Ares’i ve kızları Ay ve
Pınarlar Tanrıçası Ardamis’i, Aşk ve Güzellik Tanrıçası
Aphrodite’yi doğurarak çocukları ile
birlikte dünyayı şekillendirdi. Hep birlikte yeryüzünü,
dağlarla, ırmaklarla ve denizlerle
süsleyerek dünyayı güzelleştirdiler. Bitkileri ve hayvanları
yarattılar; Ana Tanrıça kendi
cevherinden onlara hayat verdi. En sonunda Ana Tanrıça kendi
benzeri olan dişi insanı ve ona
destek olsun, arkadaşlık yapsın diye erkek insanı yarattı.
Onlara akıl verdi ve konuşmayı öğretti.
‘Sizlerden aklınızı kullanarak yaşamınızı sürdürmenizi,
çalışmanızı, hayatınız boyunca
birbirinizle yardımlaşmanızı ve kötülüklerden uzak durmanızı
istiyorum’ dedi. İnsanlar
çoğaldılar, toplumsallaştılar ve bütün dünyaya yayıldılar.
Akıllarını kullandılar, yaşamlarını
kolaylaştırdılar.
Toprak, Ana Tanrıçanın özelliklerini gösteren en büyük
mucizedir. Toprak yaşamı kucaklar ve
besler. Hayat ilkbaharda topraktan fışkırır, her yer çiçeklerle
bezenir, ilkbahar bir doğum
-
15
mevsimidir, yazın gelişmeyi ve büyümeyi görürüz, sonbaharda
olgunluk ve durgun yaşlılık
başlar, kışın ölenleri düşenleri toprak içine alır, yeni bir
hayata hazırlar. Bu döngü ile toprak
canlıları yaşatan, çoğaltan, doyuran güçlerin kaynağıdır.
İlkbaharda toprakta canlılığın
başlaması insanlar arasında şenliklerle karşılanır (Hıdrellez
şenlikleri muhtemelen bu
kaynaktan gelmektedir). Ana Tanrıçanın tekrardan dönüşü olarak
algılanır. Bu nedenle birçok
dilde Mayıs ayı Ana Tanrıçanın adıyla (Ma ile) anılır.
Ana Tanrıça kültüründe Evren ve bütün yaşam Tanrıçanın kendi
cevherinden doğmuştur. Gök,
Yer, Su, Güneş, Ay, Dağ, Deniz ve Fırtına tanrıları onun
çocuklarıdır. Ana Tanrıça dünyaya hayat
verdi, dişi ve erkek insanı da kendi cevherinden yarattı. Ana
Tanrıça koruyucu ve merhametli
bir tanrıydı. İnsanlara yardım ederek dünyada çoğalmalarını
sağladı. Oğulları gökten inen
sağanaklarla yıldırımlarla, yeraltından oynayan topraklarla
insanları sık sık tehdit etmekten
büyük keyif alsalar da Ana Tanrıça insanların yanında yer
alırdı. Oğullarını durdurur, insanları
tehlikelerden korurdu.
HELENLERDE YARADILIŞ EFSANESİ
Hellen inancında ise her şeyden önce Khaos denen karışık ve
şekil almamış sonsuz bir boşluk
ve karanlık vardı. Khaos’dan, önce her şeyin dayanağı Gaia ’Yer’
ortaya çıktı. Sonra her şeyi
birbirine çeken, birleştiren, hayatı kuran, sevginin temeli Eros
‘Aşk’ doğdu. Daha sonra
Khaos’dan Erebos ‘Yeraltı karanlığı’ ve Nyks ‘Yer üstü
karanlığı- Gece’ oluşmuştur. Onlardan
sonra yerin üstündeki hava tabakalarını kuşatan Aither=Esir
aydınlığı ve yeryüzünü aydınlatan
Hemera ‘Gün ışığı’ ortaya çıktı. Gaia bu ışığın altında
ölümsüzlerin yeri olan Göğü ‘Uranüs’ü’
doğurdu. Kendini tamamen kaplasın diye Uranüs’e kendi
büyüklüğünü verdi. Uranüs’ün
altında dağları, denizleri şekillendirdi. Böyle şekillenen
evrende yaşamı ortaya çıkarmak için
Gaia oğlu Uranüs’le birleşti. Daha sonra önce Titanlar ‘Devler’
ve Kiklopslar ‘Tepegözler’
doğdu. Bu Titanlardan Kronos ‘Zaman’ ve Rhea birleşerek
tanrıları doğurdular. Fakat Kronos
daha önce babası Uranüs’ün hâkimiyetine son verdiği için kendi
de çocuklarından korkuyordu.
Bu yüzden doğan çocuklarını yutarak içinde saklıyordu. Fakat
Rhea oğlu Zeus’u, doğar doğmaz
babasından sakladı. Onun yerine kundağa sardığı bir taş
parçasını Kronos’a gösterdi. Zeus
Girit’te ormanların içinde büyüdü, güçlendi, olgunlaştı. Ortaya
çıkarak kardeşlerini kurtardı.
Babası Kronos’u yerin dibine gönderdi. Bu aynı zamanda Ana
Tanrıça Rhea’nın zaferiydi.
Bundan sonra kendi soyundan gelen tanrılar yaşama şekil
vereceklerdi. Zeus kardeşleri ve
karısıyla Olympos’a yerleşti. Fakat daha önce dünyaya gelmiş
olan Titanlar, bu yeni tanrıların
dünya yönetimini ele geçirmelerini istemiyorlardı. Zeus
Titanların harekete geçmek üzere
olduklarını haber alınca, Tanrıları işbirliğine davet etti. Oğlu
Herakles’in de bu savaşa
katılmasını sağladı. Titanların güçlü saldırıları Zeus’un
yıldırımları ile baş edemiyordu. Herakles
ve Apollon’un okları da birçok Titan’ı savaş dışı bıraktı.
Savaşın sonunda çok zorlu ve dayanıklı bir dev olan Typhon’la
Zeus karşı karşıya geldi. Zeus’un
yıldırımları onu etkilemiyordu. Sonunda Typhon elindeki orakla
Zeus’u yaraladı. Sürükleyerek
Pernassus dağına getirdi. Zeus’un ölümsüzlüğünü bildiğinden
dağın içinde bir mağaraya
hapsetti. Bir süre sonra Hermes ve Aegipian mağaraya ulaştılar.
Zeus’u kurtararak Olympos’ta
iyileşmesini sağladılar. Zeus için hazırlanan yıldırımları
Hephaistos çok sertleştirdi. Zeus tekrar
Typhon’un karşısına çıktı. Zeus hiç yaklaşmadan yıldırımları ile
uzaktan onu bunaltıyordu.
Sonunda Typhon yere düşerek bayıldı. Zeus sürükleyerek onu Etna
dağının yakınlarına
-
16
götürdü. Dağı Typhon’un üzerine çekti. Böylece Titanlar Tanrılar
karşısında yenilgiye uğradılar.
Evrende Tanrısal düzen kurulmuş oldu.
Diğer taraftan Kronos’un kardeşi İapetos’un dört oğlu vardı.
Bunlardan Atlas ve Meneotios
Tanrılara saldıran Titanlar arasındaydı. Bu yüzden Atlas gök
kubbeyi sırtında taşımakla
cezalandırılmıştı. Meneotios ise, Erebros’a (yeraltı dünyasına)
sürülmüştü. Savaşa katılmayan,
tarafsızlığını koruyan Prometheus, zekâ ve öngörü
yeteneklerinden dolayı, tanrılardan saygı
görerek Olympos’a kabul edilmişti. Aslında Prometheus soyunu
perişan eden tanrılara için kin
besliyordu. Sonunda Olympos Tanrılarının yok olacaklarına ve
kendi yaratacağı insanın
dünyaya hâkim olacağına inanıyordu. Bu duygularla Prometheus
insanı çamurdan yarattı.
Fakat bu canlı hayatta kalabilmek için yeterince güçlü değildi.
Prometheus onu korumaya
kararlıydı. Önce kendi zekâsını insana aktardı. Doğayı
anlamasını ve öğrenmesini sağladı. İki
ayağının üstünde durmasını becererek ellerini kullanmasını
öğretti. Kendini koruyabilmek için
silah yapmayı ve kullanmayı öğretti. Konuşmayı, yazı yazıp
okumayı ve birlikte yaşamayı
öğretti. Sonunda onlara tanrısal ateşten bir kıvılcımı rezene
dalı içine saklayarak insanlara
ulaştırdı. Böylece insanlar soğukta ısınabiliyorlar, yemeklerini
pişirebiliyorlar, ateşi silah olarak
ve aydınlanmada kullanabiliyorlardı. Zeus, insanları bu kadar
şımartan Prometheus’a çok kızdı,
onu Kaf dağlarının tepesine gönderdi. Madenlerin ve
yanardağların Tanrısı Hephaistos’a emir
vererek kayalara çakılı zincirlere bağlattı. Cezası bununla
bitmedi. Her sabah büyük bir kartal
geliyor, Prometheus’un ciğerini gagalıyordu. Kartal
ayrıldığında, yediği ciğer yeniden
tamamlanarak ertesi sabah eski haline dönüyordu. Bu işkence
senelerce sürdü.
Prometheus’un haykırışları bütün Pontos’da yankılanıyordu. Oğlu
Deucallion bütün
Anadolu’yu, Hellas’ı dolaşıyor, tanrılara adaklar adayarak
babası için yalvarıyordu. Bu arada
Herakles’le karşılaştı. Babasına yardım etmesi için yalvardı.
Herakles olayı biliyordu. Babası
Zeus ile karşı karşıya gelmemek için tereddüt ediyordu. Sonra bu
kadar zorda olan birine,
babasına karşı bile olsa, yardım etmeye karar verdi.
Deucallion’la birlikte Pontos’ta Kafkasya
kıyılarına ulaştılar. Kartal sabah yiyeceğini yemiş,
Prometheus’un yanından ayrılmıştı.
Deucallion ve annesi Pyrrha hemen yamaca tırmanarak
Prometheus’un yaralarına merhem
sürmeye, su verip bir şeyler yedirmeye uğraşıyorlardı. Herakles
Prometheus’un yanına
yaklaştı, böyle bir acıya seyirci kalamayacağını, Zeus’a rağmen
kendisine yardım etmeye kararlı
olduğunu söyledi. Prometheus o geceyi ümitle geçirdi. En çok da
kendi eseri olan bir insanın
bu cesareti göstermesinden sevinç duyuyordu.
O geceyi yamacın yakınlarında bir ağaçlıkta geçirdiler. Ertesi
sabah kartal göründüğünde
Pyrrha ve oğlu uzun sırıklarla Prometheus’un yanına koştular.
Kartalı kovalamaya çalışıyorlardı.
Bu sırada Herakles yayına zehirli bir ok koydu ve kartalı
vurarak öldürdü. Sonra Prometheus’un
yanına tırmanarak zincirlerini söktü. Pyrrha ve oğlu sevinç
içinde Herakles’e teşekkür ettiler ve
babalarına sarıldılar.
Olympos’tan olanları izleyen Zeus oğluna fazla kızmadı, hatta bu
cesareti gösterdiği için sevindi
bile, babalık duygusu baskın gelmişti. Yalnız kararının
bozulmasını önlemek için, zincirlerin
tekrardan kayalara bağlanmasını ve Prometheus’un o günden sonra
üzerinde Kaf dağının bir
taşı bulunan bir yüzüğü takmasını istedi.
Bunun sonrasında Zeus, bu defa Prometheus’un fazla şımarttığını
düşündüğü insanlara döndü.
Onları cezalandırmak için Hephaistos’dan Aphrodite’yi örnek
alarak çok güzel bir kadın