Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler... 1 İçindekiler Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) ............................................................................... 1 Umut vaat edici notlar: Krizden müştereklere – Midnight Notes Kolektifi ve dostları (2009) ......................................... 6 Bakım İşi ve Müşterekler: Giriş – Camille Barbagallo ve Silvia Federici (The Commoner).............................................. 27 Yunanistan’ın dayanışma hareketi: Tamamen yeni bir model ve işe yarıyor – Jon Henley ............................................ 35 Portekiz: Yeni bir şeyin başlangıcı – rhithinkyourfuture ................................................................................................. 37 Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler söylemi haline gelmiş durumda. Bu söylem, on dokuzuncu yüzyıldakiler gibi, bir hayırseverlik söylemidir; dolayısıyla yoksulluğu yaratan ekonomik ve sosyal dinamikleri kavramaktan uzaktır. Oysa günümüzde yoksulluğu tamamen ortadan kaldıracak bilimsel ve teknolojik araçlar mevcuttur. Kapitalizm ve yeni tarım sorunu Modern (kapitalist) zamanlar öncesinde bütün toplumlar köylü toplumlarıydı. Üretim süreçleri çok çeşitli özel sistem ve anlayışlar tarafından belirlenirdi - ama bu sistem ve anlayışlar, kapitalizmi belirleyen anaparanın(kapitalin) getirdiği karı maksimize etme anlayışından uzaktı. Günümüzde modern kapitalist tarım - zengin büyük aile tarımcılığı ve tarım şirketleri - üçüncü dünya köylü tarımına karşı yoğun bir saldırıya geçmiş durumdadır. Bunun için yeşil ışık, Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ, World Trade Organization-WTO) 2001 Kasım'ında Doha'daki (Katar) toplantısında verilmişti. Bu saldırının birçok kurbanı vardır ve bunların çoğunluğunu dünya nüfusunun hala yarısını oluşturan üçüncü dünya köylüleri oluşturmaktadır. Kapitalin getirdiği kar prensibiyle yürütülen kapitalist tarım, neredeyse sadece Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve Latin Amerika'nın güney koniğinde yerleşmiştir ve sadece artık köylü olmayan birkaç on milyon tarımcıyı içermektedir. Mekanizasyon sayesinde büyük tarım alanları tek bir çiftçi tarafından ekilebilmekte ve tahıl üretimi çiftçi başına 1 ile 2 milyon kilogram (2-4,5 milyon pound) arasında olabilmektedir. Bu duruma tezat olarak dünya genelinde üç milyar insan köylü tarımı yapmaktadır. Köylü tarımı, farklı üretim kapasiteleri, farklı ekonomik ve sosyal karakterleri ve farklı verimleri gözetilerek iki ana gruba ayrılabilir. Birinci grup, yeşil devrimden yararlanabilen gruptur; gübreleme, ilaçlama, geliştirilmiş tohum olanaklarından yararlanabilmiştir ve belli oranda mekanizasyona sahiptir. Bu köylülerin yıllık tahıl üretimi 10.000 ile 50.000 kilogram (20.000 ile 110.000 pound) arasında değişmektedir. Buna karşın, yeni teknolojilerden dışlanmış köylülerin yıllık tahıl üretimi ise çiftçi başına yaklaşık 1.000 kilogram (2.000 pound) civarındadır. Dünya tarımcılığının en gelişmiş kapitalist kısmının üretiminin en yoksul kısmının üretimine oranı, 1940'ta 10'a 1 iken, günümüzde 2000'e 1 seviyesine yaklaşmıştır! Bu da demektir ki, tarımsal üretim ve gıda üretimi diğer bütün alanlardan çok daha eşitsiz bir gelişme göstermiştir. Aynı zamanda bu evrim, gıda ürünlerinin göreceli değerinin (diğer endüstri ve hizmet ürünlerine göre) elli yıl öncekinin beşte birine düşmesine yol açmıştır. Yeni tarım sorunu bu eşitsiz gelişimin bir sonucudur.
39
Embed
Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003) · 2015-04-06 · Samir Amin (2003) Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
Bakım İşi ve Müşterekler: Giriş – Camille Barbagallo ve Silvia Federici (The Commoner) .............................................. 27
Yunanistan’ın dayanışma hareketi: Tamamen yeni bir model ve işe yarıyor – Jon Henley ............................................ 35
Portekiz: Yeni bir şeyin başlangıcı – rhithinkyourfuture ................................................................................................. 37
Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim –
Samir Amin (2003)
Yoksulluk ve yoksulluğu azaltma-yok etme değilse- günümüzün popüler söylemi haline gelmiş durumda. Bu söylem,
on dokuzuncu yüzyıldakiler gibi, bir hayırseverlik söylemidir; dolayısıyla yoksulluğu yaratan ekonomik ve sosyal
dinamikleri kavramaktan uzaktır. Oysa günümüzde yoksulluğu tamamen ortadan kaldıracak bilimsel ve teknolojik
araçlar mevcuttur.
Kapitalizm ve yeni tarım sorunu
Modern (kapitalist) zamanlar öncesinde bütün toplumlar köylü toplumlarıydı. Üretim süreçleri çok çeşitli özel sistem
ve anlayışlar tarafından belirlenirdi - ama bu sistem ve anlayışlar, kapitalizmi belirleyen anaparanın(kapitalin)
getirdiği karı maksimize etme anlayışından uzaktı.
Günümüzde modern kapitalist tarım - zengin büyük aile tarımcılığı ve tarım şirketleri - üçüncü dünya köylü tarımına
karşı yoğun bir saldırıya geçmiş durumdadır. Bunun için yeşil ışık, Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ, World Trade
Organization-WTO) 2001 Kasım'ında Doha'daki (Katar) toplantısında verilmişti. Bu saldırının birçok kurbanı vardır ve
bunların çoğunluğunu dünya nüfusunun hala yarısını oluşturan üçüncü dünya köylüleri oluşturmaktadır.
Kapitalin getirdiği kar prensibiyle yürütülen kapitalist tarım, neredeyse sadece Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve
Latin Amerika'nın güney koniğinde yerleşmiştir ve sadece artık köylü olmayan birkaç on milyon tarımcıyı
içermektedir. Mekanizasyon sayesinde büyük tarım alanları tek bir çiftçi tarafından ekilebilmekte ve tahıl üretimi
çiftçi başına 1 ile 2 milyon kilogram (2-4,5 milyon pound) arasında olabilmektedir.
Bu duruma tezat olarak dünya genelinde üç milyar insan köylü tarımı yapmaktadır. Köylü tarımı, farklı üretim
kapasiteleri, farklı ekonomik ve sosyal karakterleri ve farklı verimleri gözetilerek iki ana gruba ayrılabilir. Birinci grup,
yeşil devrimden yararlanabilen gruptur; gübreleme, ilaçlama, geliştirilmiş tohum olanaklarından yararlanabilmiştir ve
belli oranda mekanizasyona sahiptir. Bu köylülerin yıllık tahıl üretimi 10.000 ile 50.000 kilogram (20.000 ile 110.000
pound) arasında değişmektedir. Buna karşın, yeni teknolojilerden dışlanmış köylülerin yıllık tahıl üretimi ise çiftçi
başına yaklaşık 1.000 kilogram (2.000 pound) civarındadır.
Dünya tarımcılığının en gelişmiş kapitalist kısmının üretiminin en yoksul kısmının üretimine oranı, 1940'ta 10'a 1 iken,
günümüzde 2000'e 1 seviyesine yaklaşmıştır! Bu da demektir ki, tarımsal üretim ve gıda üretimi diğer bütün
alanlardan çok daha eşitsiz bir gelişme göstermiştir. Aynı zamanda bu evrim, gıda ürünlerinin göreceli değerinin
(diğer endüstri ve hizmet ürünlerine göre) elli yıl öncekinin beşte birine düşmesine yol açmıştır. Yeni tarım sorunu bu
eşitsiz gelişimin bir sonucudur.
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
2
Modernleşme her zaman, anapara birikimi ve üretim artışı gibi yapıcı boyutlar ile emeğin pazarda satılan bir metaya
indirgenmesi, çok zaman yaşamın yeniden üretimi için gerekli doğal ekolojik temelin zarar görmesi ve dünya
genelinde iki kutuplu bir zenginlik paylaşımının oluşması gibi yıkıcı boyutları beraberinde getirmiştir. Modernleşme
her zaman, genişleyen pazarın istihdamı artırması ile bazılarını kendine kaynaştırmış, eski sistem içindeki konumlarını
kaybeden ve yeni iş gücünde yer bulamayan diğerlerini ise dışlamıştır. Yükselme döneminde kapitalizmin dünya
genelindeki yayılımı, dışlama süreçleriyle birlikte bir çok insanı da kendine kaynaştırmıştır. Ama şimdi, üçüncü dünya
köylülerinden çok azı kapitalist genişlemeye kaynaşmakta, büyük sayıda insan dışlanmaktadır.
Burada sorulan soru, üç milyar insan hala Asya, Afrika ve Latin Amerika'da köylü toplumu olarak yaşayıp üretirken, bu
gidişin devam edip etmeyeceğidir.
Gerçekten, 2001 Kasım'ında Doha'daki DTÖ toplantısında kararlaştırıldığı gibi, tarım ve gıda üretimi diğer üretimler
gibi rekabet kurallarının egemen olduğu açık ve kontrolsüz bir pazar ekonomisine teslim edilirse ne olur? Böyle bir
süreç üretimin artışını canlandırır mı?
Tahmin edilebileceği gibi, günümüzün üç milyar köylü üreticisinin, kendisinin geçimi için gerekeni çıkardıktan sonra
pazara getirdiği miktarda ürünü, yirmi milyon kadar yeni modern tarımcı üretebilir. Böyle bir durumun gerçekleşmesi
için oluşması gereken koşullar şunları içerecektir: (1) önemli miktarda verimli arazinin yeni kapitalist çiftçilere
geçmesi (ve bu araziler halihazırdaki köylü nüfusun elinden alınacaktır); anapara (gerekli donanım ve araç gereç alımı
için); (3) tüketici pazarlarına erişim. Bu çiftçiler gerçekten milyarlarca köylü ile çok başarılı bir şekilde rekabet
edebilirler. Peki ama o zaman bu milyarlarca insana ne olur?
Bu koşullar altında, DTÖ tarafından empoze edilen, tarım ve gıda ürünleri için rekabet genel prensibini savunmak,
rekabet gücü olmayan milyarlarca üreticiyi bir kaç on yıl gibi kısa bir sürede elemeyi kabul etmek anlamına gelir. Bu
durumda, çoğunluğu fakirlerin içinde de en fakir olan, kendilerini bile zor besleyen milyarlarca insana ne olur?
Endüstriyel gelişme, hayali derecede iyimser olan yıllık yüzde 7 büyümeyle dahi, bu sayıda insanın üçte birini bile elli
yıl içinde istihdam edemez.
DTÖ'nün rekabet doktrinini meşrulaştırmak için kullanılan temel argümanlardan biri on dokuzuncu ve yirminci
yüzyıllarda Avrupa ve Birleşik Devletler'de böyle bir gelişmenin olduğu, bu gelişmenin modern, zengin şehir-
endüstrisi ve endüstri-sonrası toplumlarını doğurduğu ve modern tarım ile bütün toplumun doyurulup gıda ihracatı
bile yapıldığıdır. Öyleyse neden aynı uygulama üçüncü dünya ülkelerinde de tekrarlanmasın?
Bahsi edilen iddia aynı uygulamanın üçüncü dünya ülkelerinde tekrar edilmesini imkansız kılan iki temel etmeni göz
ardı etmektedir. Bunlardan birincisi, Avrupa modelinin bir buçuk yüzyıl boyunca ve insan emeği yoğunluklu
endüstriyel teknolojiler kullanılarak gelişmiş olmasıdır. Modern teknolojiler çok daha az insan emeği gerektirmekte
ve üçüncü dünyanın üreticileri endüstriyel ihracatlarıyla dünya pazarında rekabet etmek istiyorlarsa bunları
kullanmak zorundadır. İkinci etmen de şudur ki, Avrupa bu uzun geçiş döneminin ürettiği artık nüfusun Amerika'ya
toplu göç etmesinden yararlanmıştır.
Kapitalizmin gelişmiş merkezlerde tarım sorununu çözdüğü iddiası her zaman solda da geniş bir kesim tarafından
kabul görmüştür; Karl Kautsky'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan önce yazdığı Tarım Sorunu (The Agrarian Question)
kitabı buna bir örnektir. Sovyet İdeolojisi bu bakış açısını uyarlamış, Stalinist kolektivizasyon boyunca bu temelde bir
modernleşmeyi zayıf sonuçlarla yürütmüştür. Her zaman göz ardı edilen şey, kapitalizmin merkezde tarım sorununu
çözerken çevrede, ancak insanlığın yarısının soykırımı ile çözebileceği, devasa bir tarım sorunu yarattığıydı. Marxist
gelenek içinde çelişkinin büyüklüğünü sadece Maoizm anlayabildi. Bu nedenle, Maoizm'i bir "köylü sapması" olarak
niteleyenler, bu suçlamalarıyla, genellikle kapitalizm üzerine soyut bir söyleme indirgedikleri emperyalist kapitalizmi
anlamak için gerekli analitik yetenekten ne kadar yoksun olduklarını gösteriyorlar.
DTÖ'nün işaret ettiği liberal kapitalist pazar yoluyla modernleşme, beraberinde iki bileşeni getirmektedir: genel
olarak kuzeyde yerleşen fakat muhtemelen gelecekte güneyin de bazı bölgelerinde yerleşecek modern rekabetçi
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
3
çiftçilerin dünya çapındaki gıda üretimi; üç milyar üçüncü dünya köylüsünün büyük bir çoğunluğunun
marjinalleşmesi, dışlanması, daha da yoksullaşması ve en sonunda belli bölgelerde kendi hallerine terk edilmesi. Bu
nedenle verimliliğin baskın olduğu modernleşmeci bir söylem ile kurbanların maddesel (ve ekolojik) yoksunluk
içerisinde yaşayabilmesine olanak verecek bir grup ekolojik-kültürel-bölgesel politikalar birleştirilmektedir.
Dolayısıyla bu iki bileşen çelişmek yerine birbirini tamamlayabilir.
Başka alternatifler düşünebilir miyiz ve bu başka alternatifler tartışılmış mıdır? Yirmi birinci yüzyıl geleceğinde köylü
tarımının hem korunduğu hem de sürekli bir teknolojik ve sosyal gelişme içerisinde olduğu alternatifler? Bu yolla,
köylülerin kırsal ya da tarımsal olmayan istihdamlara transfer edilmelerini sağlayacak bir hızda, ileriye doğru bir
dönüşüm sağlanabilir.
Böyle stratejik hedefler ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde kompleks politika birlikteliğini gerektirir.
Bu, ulusal düzeyde, köylü üretimini modern çiftçilerin ve tarım şirketlerinin - ulusal ve uluslararası - eşitsiz
rekabetinden koruyan makro politikalar demektir. Bu da iç piyasada gıda fiyatlarının makul seviyede kalmasını
garantilemeye yardım edecektir - zengin kuzeyin tarım sübvansiyonları ile etkilenen uluslararası pazar fiyatlarından
bağlantısız bir şekilde.
Böyle politika hedefleri endüstriyel ve kentsel gelişme modellerini de sorgulamaktadır; ihracata yönelik (örneğin,
ücretleri düşük tutarak gıda fiyatlarının düşük olmasını sağlamak) önceliklerden çok sosyal dengeyi gözeten bir iç
pazar gelişimine yönelik olmalıdır.
Bu aynı zamanda, ulusal gıda güvenliğini sağlayan genel bir politika yapısını da içerir - böyle bir politika bir ülkenin
küresel dünyanın aktif bir üyesi olabilmesi, otonom olmak ve pazarlık gücüne sahip olmak gibi vazgeçilmez özelliklere
sahip olabilmesi için de zorunludur.
Bölgesel ve küresel düzeyde, bu hedef, DTÖ'ye egemen kurgusal liberal politikaları ortadan kaldıran uluslararası
anlaşmalar ve politikalar gerektirir - bunların yerine farklı bölgeler için yaratıcı ve özel çözümler getiren, özel
sorunları ve somut tarihsel koşulları gözeten politikalar oluşturulmalıdır.
Yeni Emek Sorunu
Günümüzde gezegenin kentli nüfusu insanlığın yarısını oluşturmaktadır, diğer yarısını ise köylüler oluşturur. Bu nüfus
dağılımının verileri orta sınıflar ile popüler sınıflar arasında bir ayrım yapmamıza olanak verir.
Kapitalizmin çağımızdaki evresinde, egemen sınıflar - üretim araçlarının gerçek sahipleri ve bu araçları işleten yüksek
yöneticiler - kendi toplumlarının gelirinden aldıkları pay çok olmasına karşın küresel nüfusun çok küçük bir bölümünü
oluştururlar. Buna biz, eski anlamıyla orta sınıfı da ekliyoruz - ücretle geçinmeyenler, küçük işletmeciler ve küçük
yöneticiler, ki bunlar zorunlu olarak gerileme durumunda değildir.
Üretimin modern sektöründe çalışanların büyük bir bölümü ücretli işçidir ve şu anda gelişmiş bölgelerin nüfusunun
beşte dördünü oluştururlar. Bu insanlar, sınırları dışarıdan rahatça görülebilen ama aynı zamanda etkilenen bireyler
tarafından da bilinçle yaşanan, en az iki gruba ayrılır.
Kararlı(dengeli) popüler sınıflar olarak niteleyebileceğimiz, iş güvenceleri sağlam, nitelikli vasıfları dolayısıyla başka
şeylerin yanında işverenle pazarlık etme gücü de olan bir grup vardır; bu durumlarından dolayı, en azından bazı
ülkelerde, güçlü işçi sendikalarında organize olmuşlardır. Her koşulda bu grup pazarlık gücünü artıran bir politik
ağırlığa sahiptir.
Diğerleri kararsız popüler sınıfları oluşturur. Bunlar zayıf pazarlık güçlerinden dolayı güçsüzleştirilmiş (vasıfsız
nitelikleri, ülke vatandaşı olmamaları, ırkları ya da cinsiyetleri nedeniyle) işçileri ve düzenli ücreti olmayan (enformel
sektörde çalışan yoksul ve resmi olarak işsiz olanlar) çalışanları kapsar. Bu ikinci grup popüler sınıfları
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
4
"bütünleşmemiş" ya da "marjinal" yerine "kararsız" olarak niteleyebiliriz; çünkü bu işçiler kapitalist birikim sitemine
tamamen bütünleştirilmiştir.
Gelişmiş ülkelere ve bazı güney ülkelerine ait eldeki verilerinden (genelleme yaparak) yukarıda tanımlanan sınıfların
dünya nüfusu genelinde birbirlerine göre oranları elde edilebilir.
Merkez ülkeler, gezegen nüfusunun sadece %18'ini oluşturduğu için, nüfuslarının %90'ının kentli olmasından dolayı,
dünya kentli nüfusunun üçte birini barındırır (tablo 1'e bakınız).
Kararsızlar alt grubu popüler sınıfların dünya genelinde üçte ikisini oluştururken, popüler sınıflar dünya kentli
nüfusunun dörtte üçü kadardır. (Yaklaşık olarak merkezlerdeki popüler sınıfların %40'ı, çevredeki popüler sınıfların
ise %80'i kararsızlar alt grubundadır). Başka bir deyişle, kararsız popüler sınıflar dünya kentli nüfusunun, çevrede çok
daha fazla olmak üzere, (en azından) yarısını temsil ederler.
Yarım yüzyıl önceki, İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonraki, kentli popüler sınıfların dağılımına bakılırsa
bugünkünden çok farklı olduğu görülür.
Üçüncü dünyanın, bugün üçte iki olan, küresel kentli nüfusundaki payı, o zamanlarda yarıdan fazla değildi. Neredeyse
güneyin bütün ülkelerinde bulunan bugünkü mega-şehirler o zamanlar yoktu. Sadece Çin, Hindistan ve Latin
Amerika'da birkaç büyük şehir vardı.
Savaş sonrası, işçi sınıfının kapitali uzlaşmaya zorladığı istisnai tarihsel bir dönemde merkez ülkelerindeki popüler
sınıflar yarar sağladılar. Bu uzlaşma işçilerin büyük bir bölümünün, "Fordist" olarak bilinen çalışma sistemi ile kararlı
bir dengede tutulmasına olanak verdi. Çevrede, kararsız sınıfların - her zaman merkezdekinden daha yüksek olan -
kentli popüler sınıflar içindeki oranı yarıyı geçmedi (bugün bu oran %70'ten daha fazladır). Kentli sınıfın diğer yarısını
ise yeni sömürge ekonomisi ve modernleşen toplum ile uyumlu düzenli ücretliler, bir parça da geleneksel/eski tarz
zanaatçılar oluşturuyordu.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısını karakterize eden toplumsal dönüşüm tek bir istatistik ile özetlenebilir: kararsız popüler
sınıfların küresel kentli popülasyon içindeki oranı, dörtte birden az olan bir seviyeden yarısı seviyesine yükselmiştir ve
bu yoksullaştırma olgusu gelişmiş merkezlerde de etkili bir şekilde tekrar görülmüştür. Kararsızlaştırılan kentli nüfus
çeyrek milyardan daha az iken yarım yüzyılda bir buçuk milyara çıkmıştır; bu, ekonomik büyümeyi, popülasyon
artışını ya da kentleşme sürecini aşan bir artışı gösterir.
Yoksullaştırma - yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki evrimsel eğilimi başka bir kavram ifade edemez.
Sonunda bu gerçek egemen söylem tarafından fark edilmiş ve onaylanmıştır: "yoksullukla mücadele" hükümet
politikalarının sürekli tekrarladığı ve gerçekleştirme iddiasında olduğu bir tema haline gelmiştir. Ama yoksulluk
sorunu, ölçülen ampirik bir olgu olarak, ya çok kaba bir gelir dağılımı (yoksulluk çizgisi) ya da daha az kaba olan bileşik
göstergeler (Birleşmiş Milletler Kalınma Programı'nın önerdiği insani gelişim göstergeleri gibi) ile sunulmakta,
yoksulluğu doğuran mantığa ve mekanizmalara değinilmemektedir.
Bizim aynı olguları sunuşumuz daha ileri gidiyor, böylece olgunun kendisini ve oluşum sürecini açıklamaya
başlayabiliyoruz. Orta sınıf, kararlı popüler sınıf ve kararsız popüler sınıf katmanlarının hepsi aynı sosyal üretim
sisteminin kaynaşmış parçalarıdır, fakat farklı işlevleri gerçekleştirirler. Bazıları zenginliklerden tamamen dışlanmıştır.
Dışlananlar tamamen sistemin bir parçasıdır ve kesinlikle, sistemle - işlevsel olarak - kaynaşmamış olma anlamında,
marjinal değildir.
Yoksullaştırma, yaşamı sürdürmek için gerekli asgari gelirden yoksun olmaya indirgenemeyecek modern bir olgudur.
Bu gerçekten yoksulluğun modernleştirilmesidir ve yaşamın her boyutunda yıkıcı etkileri vardır. Altın çağ döneminde
(1945-1975) kırsaldan gelen göçmenler kararlı popüler sınıflara göreceli olarak daha iyi kaynaşabiliyorlardı - fabrika
işçisi oluyorlardı. Şimdi ise yeni gelenler ve onların çocukları ana üretim sisteminin en uç kenarlarına yerleşiyorlar ve
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
5
topluluk dayanışmasının sınıf bilincinin yerine geçeceği uygun koşulları üretiyorlar. Bununla birlikte, kadınlar
ekonomik yoksullaşmadan erkeklerden daha fazla zarar görüyor, maddesel ve sosyal yaşam koşulları kötüleşiyor.
Eğer feminist hareketler düşünce ve davranış dünyasında yadsınamayacak önemli ilerlemeler elde ettiyse bu
kazanımlardan yararlananlar neredeyse sadece orta sınıf kadınlarıdır, kesinlikle yoksullaştırılmış sınıfların kadınları
değildir. Demokrasi gibi bunun da güvenilirliği - ve bu nedenle meşruluğu -, artan orandaki popüler sınıfların yaşam
koşullarının kötüleşmesini frenleyemediği için, azalmaktadır.
Yoksullaştırma küresel çaptaki kutuplaşmadan ayrılamayacak bir olgudur - gerçekten var olan kapitalizmin
genişlemesinin doğal sonucudur, bu nedenle doğal olarak emperyalist olarak nitelememiz gerekir.
Kentli popüler sınıflardaki yoksullaştırma üçüncü dünya köylülerini mağdur eden gelişmelerle yakından bağlantılıdır.
Bu toplumların kapitalist pazarın genişleme talebine boyun eğmeleri, artan oranda çiftçiyi toprak kullanma hakkından
uzaklaştıran yeni sosyal kutuplaşmalara destek olmaktadır. Yoksullaştırılan veya topraksızlaştırılan bu köylüler
gecekondu bölgelerine göçü - nüfus artışından daha çok olmak üzere - beslemektedir. Bütün bu olguların kaderi,
liberal dogmalara karşı durulmadığı sürece, daha kötüye gitmektir; ve bu liberal yapı içerisinde hiçbir düzenleyici
politika bu olguların yayılmasını denetim altına alamaz.
Yoksullaştırma olgusu hem ekonomik teorileri hem de sosyal mücadele stratejilerini sorunsallaştırmaktadır.
Geleneksel kaba ekonomi teorisi kapitalizmin genişlemesi sonucu ortaya çıkan gerçek sorunlara dair soru sormayı
engeller. Çünkü gerçekte var olan kapitalizmin analizini yapmak yerine, değişim ilişkilerinin (pazar) basit bir
genişletilmiş hali olarak düşünülen hayali bir kapitalizm teorisi kullanılmaktadır; oysa sistem kapitalist üretim ve
değişim ilişkileri temelinde kendini üreten bir şekilde (basit market ilişkileri ile değil) işlemektedir. Geleneksel
yaklaşım, ne tarihin ne de aklın onayladığı, marketin kendi kendini düzenlediği ve sosyal yaşam için en iyisini ürettiği
önsel anlayışı ile kolayca uyuşmaktadır. Bu durumda yoksulluk sadece nüfus artışı ya da politika yanlışları gibi,
ekonomik mantığın dışında olduğu hükmolunan nedenlerle açıklanmaktadır. Yoksulluğun birikim süreci ile olan ilişkisi
geleneksel ekonomi teorisi tarafından dışlanmıştır. Bunun doğurduğu teorik virüs, çağımızın sosyal düşüncesini
kirletmekte ve dünyayı, değiştirme bir yana dursun, anlama kapasitesini yok etmektedir ve bu virüs İkinci Dünya
Savaşı'ndan beri oluşturulan bir çok sol akıma da derinlemesine işlemiştir. Yakın zamanda ortaya çıkan, "başka bir
dünya için" sosyal mücadele ve alternatif bir globalleşme hareketleri ancak bu virüsten kurtulup gerçek teorik
tartışma zeminini oluşturabilirse anlamlı bir sosyal gelişme sağlanacaktır. Bu virüsten kurtulmadığı sürece en iyi
niyetli sosyal hareketler bile geleneksel düşüncenin zincirlerinden kurtulamayacak ve bu nedenle etkisiz düzenleme
önerilerinin - yoksulluğu azaltma söylemi tarafından beslenenler gibi - tutsağı olacaktır.
Yukarıda sunulan analiz bu tartışmayı açmaya katkı sağlamalıdır. Çünkü bu analiz kapital birikim ile sosyal
yoksullaştırma olgusu arasındaki ilişkisel bağı tekrar kurmaktadır. Yüz elli yıl önce, Marx bu bağın arkasındaki
mekanizmaların analizini başlatmıştı; o zamandan beri bu analiz çok az defa tekrar yapılmaya çalışıldı - ve küresel
çapta neredeyse hiç yapılmadı.
İngilizceden çeviren: Mustafa Suphi ERDEN
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
6
Umut vaat edici notlar: Krizden müştereklere –
Midnight Notes Kolektifi ve dostları (2009)
Alexis’in kalbine saplanan kurşun, bir polisin silahından ‘inatçı’ bir çocuğun bedenine yapılmış rastgele bir
atışın sonucu değildi. Kararlarına direnen çevreleri ve hareketleri şiddet kullanarak teslim almak isteyen
devletin bilinçli bir tercihiydi. İşte, sosyal güvenlikte, kamusal sağlıkta, eğitimde vb. yeni düzenlemelere
karşı çıkmak isteyen herkese karşı bir tehdit anlamına geliyordu.
– Aralık 2008’de Yunanistan’da yazılıp dağıtılmış “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” başlıklı bir
bildiriden çeviri.
Kriz: Nedir ve Ne Değildir?
Beş yüzyıl var olduktan sonra, kapitalistler bir kez daha sistemlerinin krizde olduğunu duyuruyorlar. Herkesi
yaşamlarından fedakarlık yapmaya çağırıyorlar. Bu fedakarlıkları yapmazsak, hepimizin içinde olduğu bu
geminin batacağını söylüyorlar. Böyle tehditler, ciddiye alınmalı. Dünyanın her bir parçasında, işçiler işten
çıkarmalar, kitlesel işsizlik, emeklilik haklarının kaybı, hacizler ve ölümlerle krizin bedelini zaten ödüyorlar.
Tehditleri daha korkutucu hale getirmek için, haklarımızın her yerde saldırı altında olduğu bir çağda
olduğumuzu ve dünya egemenlerinin istedikleri fedakarlıklar reddedilirse hiçbir zulümden
kaçınmayacaklarını her gün hatırlatıyorlar. Gazze’nin savunmasız nüfusu üzerine bırakılan bombalar, bu
açıdan ibretlik. Bu bombalar, direnişe karşı verilecek meşru yanıtın ne olabileceğine ilişkin çubuğu sürekli
aşağı çektiklerinden, aslında hepimizin üzerine bırakılıyorlar. Bu bombalar, Atina polisinin Alexis
Grigoropoulos’un bedenine 2008 Aralık ayı başında sıktığı ölümcül kurşunun arkasındaki öldürme kastını
bin kat daha şiddetli hale getiriyorlar.
Her tarafta kıyamet çağında yaşadığımıza dair bir algı var. Bu kıyamet günü krizi nasıl gelişti ve
kapitalizmden kurtulmanın muhtemel yollarını arayan antikapitalist/sosyal adalet hareketleri için ne anlama
geliyor? Bu broşür, kriz derinleştikçe daha da yoğunlaşan bu sorular ve günümüzün açığa çıkmakta olan
devrimci olasılıkları üzerine yürütülen tartışmalara bir katkı. Bu broşürü, bu krizi çevreleyen ve nasıl
yanıtlar verilebileceği üzerine kafa yormayı ve sermayenin sonraki adımlarını tahmin etmeyi çok zorlaştıran
sis perdesinin ardını görebilme çabasıyla yazıyoruz. Anormal ölçüde sık şekilde, hatta solun kendi içinde
bile, krize dair açıklamalar bizi finansal devrelerin ve işlemlerin içinden çıkılmaz dünyasına veya yüksek
riskli yatırım fonlarının/türev işlemlerinin karmaşık, çetrefil düğümlerine, yani çoğumuzun
kavrayamayacağı, insanların vermekte oldukları mücadelelerle hiçbir alakası olmayan bir dünyaya
götürüyor ve dolayısıyla krize direnmenin herhangi bir biçimini projelendirmeyi bile imkansız hale
getiriyor.
Broşürümüzün, krizle ilgili anlatacak başka bir hikayesi var çünkü milyarlarca insanın dünya çapında
yaşamlarının sermaye tarafından sömürüsüne ve çevresel bozulmaya karşı verdiği mücadeleler ile başlıyor.
Yirmi birinci yüzyıldaki krizlere, sınıf mücadelelerini krizlerin önemli bir kaynağı olarak görmek yerine
krizleri kapitalist “üretim anarşisinin” neden olduğu iş döngülerinin otomatik, kaçınılmaz ürünleri olarak
değerlendiren 19. yy.ın gözlerinden bakılamaz. Müdahaleci bir devrimler, reformlar ve dünya savaşları
yüzyılı, bu bakışta bir gözden geçirmeye yol açtı. Öncelikle gerçek bir çığır açıcı krizle durgunluk
arasındaki ayrım görüldü. İkincisi bir “dengesizlik” durumudur (örn. işlerin olağan seyri sayılan normal
dinamiğin, düzenli aralıklarla işçi sınıfını disipline eden bir parçası). Birincisi ise, toplumsal istikrarın ve
hatta sistemin ayakta kalmasının bile sorun haline geldiği varoluşsal bir meseledir. İkinci bir revizyon,
durgunlukların ve krizlerin insan kontrolünün tamamen dışında olmadıklarının kabulüydü; stratejik olarak
tahrik edilebilir, zamanından önce patlatılabilir, geciktirilebilir ve derinleştirilebilirlerdi.
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
7
Kapitalizmin işgücü, sermaye ve toprağın tam istihdamına/kullanımına otomatik meyilli olması, tarih
tarafından çoktandır yalanlandı. 1930’larla birlikte burjuva ekonomistler bile gerçek krizlerde hükümetin,
tam istihdamın epeyce gerisinde tıkanıp kalan sistemi çekip çevirmesi ve uyarması gerekebileceğini
gördüler. Fakat Büyük Buhran krizinin üstesinden gelmenin araçlarını tasarlarken, krizleri ve durgunlukları
planlayabileceklerini de fark ettiler. Krizler asla ortadan kaldırılamaz ancak devlet müdahalesi ile
hızlandırılıp geciktirilebilirler. Tehlikeli olmasına rağmen, sınıf mücadelelerinin sertleştiği durumlarda
sistemi ayakta tutmak için darbe tezgahlama fırsatları olarak kullanılabilirler. Sistemin bir ayağının çukurda
olduğu hissedildiğinde ve temelde bir şeylerin değişmesi gerektiğinin farkına varıldığında, kapitalizmin sınır
yoklamalarıdır.
Geçtiğimiz yüzyıl, işçiler tarihsel olarak kapitalist krizlere sisteme içkin çelişkileri ve dengesizlikleri kırılma
noktasına kadar yoğunlaştırarak dahil olabildiklerinden (ücretli ve ücretsiz, köle ve özgür, kırsal ve kentli)
sınıf mücadelelerinin krizleri şekillendirmedeki önemini de göstermiştir. Bu kapasite, işçilerin devrimci
potansiyelini anlamamızı mümkün kılıyor: Kapitalizmi krize sokamıyorlarsa, devrimci bir durumda,
kapitalizmi yıkma gücüne nasıl sahip olabiliyorlar ki?
Ancak 19. yüzyıldan bugüne krizlerde bir şey aynı kalmayı sürdürüyor: krizler, devrimci kopuş durumları.
Karl Marx’ın 1848’de ısrarla belirttiği üzere, krizler “tüm burjuva toplumunun varoluşunu, düzenli olarak ve
her seferinde daha tehditkar bir biçimde hesaba çeker.” Dolayısıyla onun için, yaklaşık olarak her beş ila
yedi yılda bir, iş döngüsü tüm kapitalizmin hesaba çekildiği bir krize girer.
Kriz sözcüğünün kökeni tıptan gelmektedir: “hastalığın gidişatında, hastanın ya öldüğü ya da yaşama
tutunduğu bir aşama.” Bu durumda, hasta kapitalist toplumdur. Bu yüzden Marx ve yoldaşları için
yaklaşmakta olan kriz heyecanla ve hatta neşeyle beklenir, çünkü devrimin habercisidir. Sistemin daha da
derin krizlerinin yakındaki ölümünün ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin habercisi olacağından
emindirler.
Mevcut krize işte bu bilgiyle, bu perspektiften ve ihtiyatlı bir neşeyle yaklaşıyoruz. Tartışmamız beş bölüm
içeriyor:
1. Krizin uzun vadeli kaynakları;
2. Şu anki sebepleri ve sonuçları;
3. Her bir sınıfa sunduğu fırsatlar;
4. Müşterekleştirme düzeni, örn. Gezegenin ve insanlığın müşterek kaynaklarını paylaşmak için
kullandığımız kurallar;
5. Ve krizin açığa çıkardığı devrimci mücadelelerin içeriği.
1. Geçmiş Krizler ve Mevcut Kriz: Keynesçilikten Neoliberalizm ve Küreselleşmeye
Mevcut kriz ile Büyük Buhran arasında sık sık benzerlik kuruluyor ve dolayısıyla sık sık New Deal’ın
kopyası olan kapitalist bir çözüm aranıyor. Ancak Büyük Buhran ile mevcut kriz arasındaki derin farklar,
New Deal politikalarına bir geri dönüşü engelliyor.
İki kriz arasında elbette bolca benzerlik var. İki krizin de merkez üssü spekülatif yatırımlar. İki kriz de
kapitalistlerin azalan geri dönüş karşısında üretime yatırım yapmaya devam etmeyi reddetmesinin sonuçları.
Daha da önemlisi, iki kriz de, bolluklara ve kar oranlarında düşüşe neden olan ve tümü bir araya geldiğinde
yeni yatırımları donduran ve bir “kredi sıkışmasını” tetikleyen aşırı üretimin ve yetersiz tüketimin ürünleri
olarak okunabilirler.
Birçok solcu analist, kapitalist toplumdaki bu yaygın trendlerin “aşırı birikime” veya “stagnasyona”, diğer
bir deyişle, kapitalistlerin meta üretiminde uygun bir geri dönüş oranı sağlayacak yatırım fırsatları
bulamamasına yol açtığı varsayımını öne sürdü. İddia, bir bakıma, kapitalizmin 1980 ve 90’larda fazla
başarılı olduğuydu: ABD’li işçilerin gücünü öyle bir derecede yok etti ki işçiler artık ürettikleri metaları
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
8
satın almaya yetecek kadar yüksek ücretler için mücadele etmiyorlar ve bunun sonucu olarak da bolluklar,
aşırı kapasite, yetersiz yatırım vb. ortaya çıkıyordu. Mevcut krizimize dair yeni ortaya çıkmaya başlayan sol
teori, sistemin kar krizine yol açan ticari başarısızlığının altını çizer. Buna sıkça realizasyon sorunu
denilmektedir, örneğin, metalar aşırı üretilir ve işçi sınıfının talebi kısıtlıdır (karları korumak için), bu da
yetersiz tüketime ve imalat sanayilerinde makul bir kar oranı ile yatırım yapmanın zorlaşmasına yol açar.
İşçilerin ücretlerine saldırarak kar yapma güdüsü, tam da karlılık koşulunu baltalıyordu çünkü kar elde
etmek için üretilen metaların satın alınması gerekiyordu!
Sonuç, iddiaya göre, üretime yatırımın artık yeterince karlı olmaması nedeniyle, giderek daha fazla
sermayenin spekülatif karlara yatırıldığı, ekonomik sistemin finansallaşmasıydı. Bu finansallaşma, yemek
yemekten bahçeye tohum ekmeye kadar toplumdaki tüm eylemlerin parasallaştırılması ve piyasalaştırılması
çabalarından faydalandı ve bu çabaları güçlendirdi.
Aslında, son otuz yıldır hakim ekonomik stratejinin (sıkça neoliberalizm olarak adlandırılan) amacı, tam da
dünya ekonomisini New Deal öncesi serbest piyasa kapitalizmi aşamasına geri döndürmekti. İki krizin
benzerliklerine bir de buradan bakılabilir. Bu anlamda, bugün sermayenin, aşırı üretim ile yetersiz tüketim
arasında kendi tasarladığı bağlantısızlığın bedelini ödediğini de söyleyebiliriz. İdeal koşullarda, aşırı birikim
çeşitli sermaye formlarının (satılmayan metalar, üretim araçları ve milyonların ücretleri) yok edilmesi
ve/veya devalüe edilmesi ile nihai olarak düzeltilebilir. FDR bu yolu izlemeyi reddetti (Herbert Hoover’a
danışmanlık yapan paleo-liberal ekonomistlerin tavsiyesi idi), çünkü devalüasyonun yol açacağı yıkım bir
devrime sebep olabilir gibi görünüyordu.
(1) Sendikaların resmi olarak tanınması üzerinden işçi sınıfının sisteme entegrasyonu, (2) artan ücretlerin
üretkenlikte yaşanacak artışlarla takas edildiği bir üretkenlik anlaşması şartı ve (3) refah devletinin bir
birleşimi olan New Deal çözümü, bugün artık kartlar arasında değil. New Deal, yıllarca süren bir yürüyüşle,
işsizliğe ve işten çıkarmalara karşı ayaklanmalarla ve gözleri Sovyetler Birliği’nde, Washington’a yürümeye
hazır milyonlarla güçlenmiş olan ABD’deki örgütlü, asi işgücü bağlamına sıkıştı.
Bugün çok farklı bir dünyadayız. Sınıf mücadelesi devam ediyor ancak ABD’de bugünün ücretli ve ücretsiz
işçileri, 1930’larda sahip oldukları siyasal güç ve örgütlülük seviyesinden çok uzaklar. New Deal’a ilham
veren ve teorik altyapısını oluşturan Keynesçi politika (ekonomist ve filozof John Maynard Keynes’in adını
taşır), 1960’lar ve 70’lerde ücretli ve ücretsiz işçilerin New Deal’ı aşmak isteyen uzun mücadeleler
döngüsünce ortadan kaldırıldı. Sendika inisiyatifini aşarak yapılan grevlerden sosyal hizmet bürosu
işgallerine, gerilla savaşlarına kadar bu mücadeleler, hem metropollerdeki hem de sömürgelerdeki
çiftliklerin yanı sıra fabrikalardan okullara, mutfaklara ve yatak odalarına kadar dolaştı. Emeğin, eşitsiz
mübadeleler ve ırkçılık ve cinsiyetçilik mirası ile, cinsel, ırksal ve uluslararası bölünmesine meydan
okudular. Kısacası, Keynesçilik işçi sınıfı (ücretli ve ücretsiz) tarafından 1970’lerde çözüldü.
Ayrıca, bu mücadelelere bir yanıt olarak, 1970’lerin ortalarında sermaye kendi Keynesçiliğinin sonunu ilan
etti ve hatta kısa bir dönem için sıfır büyüme programı bile benimsedi. Bu 1980’lerin başındaki derinleşen
krizin ve uluslararası işçi sınıfının, sömürgeciliğin sonundan refah devletine dek kazanımlarının yok
edilmesi hedefiyle neoliberal küreselleşme adı altında yürütülecek olan geniş reorganizasyonun sadece
girizgahı niteliğindeydi. Bu nedenle, bugün karşı karşıya olduğumuz kriz, Büyük Buhrandakinden kat kat
daha derindir. 1930’ları sonraki dönem için yol gösterici olarak kullanmak sorunludur, çünkü işçi sınıfının
ABD’deki ve uluslararası ölçekteki siyasal kompozisyonu o denli radikal biçimde değişmiştir. Neoliberal
küreselleşme ile gerçekleştirilmesi amaçlanan planın yalnızca otuz yıl sonra neden yeni bir krize yol açtığını
ele almak daha faydalıdır.
Neoliberalizmin Keynesçiliğin krizine karşı genel çözümü, işgücünün değerini düşürmek, ücret
hiyerarşilerini yeniden oluşturmak ve işçileri apolitik metalara indirgemekti (19. yüzyıl burjuva
ekonomisinde olduğu gibi). Neoliberalizm işçilerin gücünün farklı kompozisyonları ve yoğunluğuna yanıt
olarak birçok biçime girdi: üretim araçlarının konumunun değiştirilmesi, sermayenin yersiz
yurtsuzlaştırılması, işgücü piyasasının genişletilmesi suretiyle işçiler arasındaki rekabetin artırılması, refah
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
9
devletinin ortadan kaldırılması ve toprak gaspları (istimlak) (bkz. MN, 1997). Bu, 2. Dünya Savaşı
sonrasının üç büyük “anlaşmasına” (Anlaşma A: Keynes’çi üretkenlik anlaşması, Anlaşma B: sosyalist
anlaşma, Anlaşma C: sömürgecilik sonrası düzen) (New Deal / Yeni Anlaşma/Düzen) isabetli (ve başta
başarılı) bir saldırıydı.
[Anlaşma A] ABD’de Reagan’ın 1981’de hava trafik kontrolörlerinin grevini, İngiltere’de ise
Thatcher’in 1985’te madenci grevini yenilgiye uğratmasını, sendikalara dönük çılgınca bir bastırma
kampanyası ve sosyal güvenlik ödemelerinin ve diğer güvencelerin (“güvenlik ağı”) sabote
edilmesine dönük sürekli tehditler izledi.
[Anlaşma B] Neoliberalizmin nihai zaferi, Sovyetler Birliğinin dağılması, Doğu Avrupa’nın sosyalist
devletlerinin çökmesi ve Çin Komünist Partisi’nin “kapitalist yolu” benimseme kararı oldu.
[Anlaşma C] Üçüncü dünyada, borç krizi Dünya Bankası ve IMF’ye bir yeniden sömürgeleştirme
süreci demek olan Yapısal Uyum Programlarını dayatma zemini sağladı.
Diğer bir deyişle, neoliberalizmin gelişi ile birlikte, önceki tüm anlaşmalar geçersizleşti. Birlikte bu
gelişmeler, gerçek bir küresel emek piyasasının oluşturulması üzerinden dünya çapında işçiler arasındaki
rekabeti kışkırtarak, işçi sınıfı ile sermayenin birbirini “karşılıklı tanımasını” sona erdirdi. Sermaye artık
işçileri dilediği gibi denetleyebiliyordu.
Bu birleşik gelişmelerin sonucu, 1990’lar itibariyle sistemin dünya çapında kötü koşullarda çalışan işçi
kitlelerinin ürettiği muazzam çıktıyı sindirme konusundaki yetersizliğinin ilk işaretinin ortaya çıkmasıydı.
Bu iddiaya göre, 1997 Asya krizinin zirvesi, sistemin tam finansallaşması – artık üretimden para
kazanmanın yeterli gelmediği noktada, sistemin en soyut seviyesinde “paradan para kazanma” girişimi – için
bir itici güç oldu.
Sermayenin finansallaşmaya dalışı, güç ilişkisini kendi lehine değiştirme yönündeki sürekli neoliberal
çabasında yeni bir hamleydi. Reel ekonomide muhtemelen azalan geri dönüşlerle ve mallarını satamamakla
yüz yüze olan kapitalistler, iki önemli hamle yaptılar: bir yanda, koruma fonları ve türevler dünyasına
zıpladılar ve diğer yanda, ABD işçi sınıfı için kredi kullanılabilirliğini artırdılar, böylece Amerikalı işçiler
Çin ve diğer (çoğu Asyalı) ülkelerdeki işçilerin aşırı derecede düşük (ABD’ye kıyasla) ücretlere üretmeye
devam ettiği malları satın alacaktı. Esas hedefi krizin ertelenmesi olan bu oyunun başarısı, Çin’de ve
Üçüncü Dünya ülkelerinde iş yapan kapitalistlerin düşük ücretler sayesinde elde edebilecekleri ve ardından
ABD’de kredi piyasalarına yatırım yaparak finansallaşmanın artmasını sağlayacak olan yüksek karlara
dayalıydı. Bu devre, ancak ve ancak, borcun (hem işçilerin hem de kapitalistlerin borcunun) sigortacılarının
panikle kaçışmasına sebep olacak devasa bir boyuta geldiği noktada sona erdi.
Bu açıklama epeyce aydınlatıcı ancak önemli bir ayrıntıyı atlıyor: aşırı üretim ve yetersiz tüketim kar oranını
azaltmasına rağmen, sonuç olarak ortaya çıkan düşük kar oranı, kapitalistlerin yeniden yatırım yapmayı
istemesi için neden yetersiz? Ortalama bir kapitalisti alın: firmasında üretilen tüm metaları satsaydı, yüzde
100 kar elde ederdi; fakat realizasyon sorunu ile, yalnızca yüzde 50 oranında kar ediyor. Bu yeterli olmaz
mı? Ürettiklerinin yarısını yok etmesini gerektiren bir realizasyon sorunuyla bile, kapitalistler yine de
oldukça yüksek oranda bir kar elde edebiliyorlar. Bu yetersizlik, kuramsal olarak sermayeye içkin değildir.
Aksine, kapitalistlerin daha fazla kar etme, sistemin ve sahiplerinin karlarının daha hızla genişlemesini talep
etme kararlılığına dayalıdır. Kapitalistler bir yatırım fırsatları alanını “yetersiz” olarak değerlendirdiklerinde,
bu, mevcut durumda mümkün olan ortalama kar oranının geçmiş deneyimlerine dayanan beklentilerinden
daha az olduğu anlamına gelmektedir. Fakat kar oranındaki bu gerçek düşüşün sebepleri nelerdir?
Gerçek bir düşüşte rol oynayan birçok faktör vardır fakat bizim için önemli olan iki tanesidir: sermayenin (a)
ücretleri düşürerek sömürü oranını artırma ve (b) metanın üretim sürecine dahil olan sabit sermayenin
(özellikle hammaddeler) değerini düşürme konusunda başarısız olması. İkincisinin sebebi özellikle
hammadde elde edilmesinin ve meta üretiminin doğada yarattığı hasarın işçilere bindirilememesi. Ekonomik
ve ekolojik mücadelelerin ortalama kar oranı üzerindeki etkisinin bu krizde ayırt edilmesinin zor olmasının
nedeni bu.
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
10
Hem (a) hem de (b)’nin sonuçlarını değerlendirelim:
(a) Küreselleşme; imalat üretimini, ortalama ücretlerin ABD işçilerinin kat kat altında olduğu periferiye (son
on yılda özellikle de Çin’e) taşıyarak, geçtiğimiz otuz yılda ABD’de ücretlerin düşürülmesine yardımcı
oldu. Ücretler orada düşük kalıyorsa, ABD ve Çin sermayesi arasındaki anlaşma istikrarlı oluyordu. Çinli
işçiler Amerikalı kapitalistler için süper karlar ve nakit sıkıntısı çeken Amerikalı işçiler için süper ucuz
metalar sağlayacaktı. Ancak ücretler Çin’de ABD’ye göre görece düşük olmasına rağmen, hızla
yükselmekteydiler. Çin’de ortalama reel ücretler 1990 ile 2005 arasında yüzde 300 artmışken, ortalama
nominal ücretler 1996 ile 2006 arasındaki on yılda yüzde 400 yükselmiştir (bu artışın yarısı 2000-2005 arası
gerçekleşmiştir). Bu, Çin’deki ücretlerin ABD’dekilerle karşılaştırılabilir olmasından epeyce önce, karlılık
üzerinde ciddi bir etkiye sahip olabilir.
Bu noktayı değerlendirmek için basit bir hipotetik sayısal örneğe bakmak yardımcı olabilir: Çinli bir işçinin
ücreti ABD’li bir işçinin ücretinin onda biri kadar olabilir ve makinelere görece daha düşük yatırımla Çin’de
bir fabrika için kar oranı yüzde 100 olabilir. Çinli işçilerin ücretlerinin ikiye katlanması yine de ücretlerini
ABD’li işçininkinin beşte biri yapacak olmasına rağmen, diğer şeyler eşitken, kar oranı yüzde 50’ye düşmüş
olacaktır.
Dolayısıyla, ücret artışları, ücretler satın alma gücü itibariyle Batı Avrupalı veya Kuzey Amerikalı işçinin
ücretine eşit olmasa bile, kar oranlarında dramatik bir düşüşe neden olabilir. Bu olgunun neoliberal
dönemdeki ilk geniş çaplı tecrübesi, Kore ve Endonezya’da 1997’deki ünlü “Asya finans krizinin” temeli
olan işçi eylemleri olmuştu (MN, 1997’de “One No and Many Yeses/Bir Hayır ve Birçok Evet başlığıyla
işlemiştik).
ABD’de ortalama ücretlerin düşürülmesi ve stagnasyonuna (küresel olarak yine de görece yüksek bir
seviye), Asya işçilerinin ücretlerinde, ABD’deki ücretlere eşdeğer olmaya yakınlaşmadan çok önce kar
oranını zorlayan artışlar eşlik etti. Süper yüksek karlılık seviyeleri, zengin mahalleler, otomobil ve Gucci el
çantaları toplu olarak gelmeden çok önce ortadan kaybolabilir.
İşçilerin daha yüksek ücretler ve işte daha fazla güç için mücadelesi ile aktüel veya eli kulağındaki yüzleşme
karşısında artı değerin “realize edilmesi” konusundaki bu sorun, istedikleri geri dönüş oranlarını kazanmak
için kapitalistlerin başka yollara yönelmesine neden oldu. Ancak bu hamleye içkin de bir sorun var: yatırım
gelirini finansallaştırma üzerinden artırma kabiliyeti, küresel kapitalist sistemde üretimde ve yeniden
üretimde yaratılan artı değer ile sınırlı. Finans sektöründeki kriz, bu sınıra gelinmesiyle ilgili. Finansal
kazanımlar –dolaylı da olsa- nihayetinde reel emekten çıktığı için, Çinli işçilerin ücretlerinde alçakgönüllü
bir artışın bile finansal iskambil evin altındaki halıyı çekmeye yeteceği anlaşılabilir.
(b) Krizin ekolojik/enerji momenti burada çok daha doğrudan beliriyor. Sabit sermaye maliyetlerinin
düşürülmesi kar oranında bir artış sağlayabilir ancak bunun yol açtığı zararın “dışsallaştırılabilmesi” kritik
önemdedir (örn. doğadan hammadde elde edilmesi sırasında ortaya çıkan kirlenmeden, sanayi üretiminin yol
açtığı iklim değişikliğinden veya genetik olarak modifiye edilmiş organizmaların yayılması nedeniyle ortaya
çıkan genetik mutasyondan zarar görenleri, bunların sona ermesini talep etmeksizin sessizce ve kesintisiz
şekilde boyun eğmeye zorlamak). Ekolojik meselelerin zorlayıcı hale gelmesi ve aciliyet kazanması, ancak
ve ancak dışsallaştırılan bu zararların bedelinin ödenmesi kitlesel olarak reddedildiği zaman mümkün
olabilir. Bu zararlara ve bunların maliyetinin zımni olarak üstlenilmesine karşı mücadele verilmedikçe,
ekolojik yıkım, Monet tablolarındaki pus gibi estetik bir fenomen olarak kalacaktır.
Bu mücadele artık gölgelerden çıkmıştır ve sistem genelinde karlılığı tehdit eden bir noktaya varmıştır.
Dünya genelinde, olan bitenlerin işçiler ve kapitalistler arasında ekonominin nasıl örgütleneceğine dair
başka bir raunttan ibaret olmadığı ve petrol medeniyetinin insanlığın büyük bir bölümünü, kriz başlamadan
çok önce kırılma noktalarına zaten ulaşmış olan şehirlere ve gecekondulara yerleştirdiği bir dünyada, yıkıcı
bir iklim değişikliği ve genelleşmiş bir toplumsal ve çevresel yıkım ile yüz yüze olduğumuza dair bir kabul
var. Örneğin Meksika’yı, bu kadar çok insan zorlukla hayatta kalabilirken ve devlet ve diğer şiddet tekelleri
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...
11
zaten bu derece yoğunken, ABD’den (neye?) geri dönen göçmenlerle, kırılmanın eşiğinde görmek
korkutucu… Yakın zamanda bir topluluk, çok fazla su aldıklarını düşündükleri başka bir topluluğun suyunu
kesmek için silahlarla ortaya çıktı. Bu enlemlerdeki ortalama sıcaklık üç derece arttığında (ki bilim insanları
tarafından bunun olduğu belirlendi), her yaz bir önceki en sıcak yaz rekorunu kırdığında ne olacak?
Artık olağan durumlardaki kadar kar yapan işin olamayacağı açık. Kapitalizm, cezalandırma şevkinde, o
kadar çok insanın ekolojik koşullarını öylesine görmezden geldi ki, yatırımcıları sömürmeleri gereken
insanlarla fiziken yüz yüze gelmeksizin fahiş karlar yapmayı umdukları finansın dolayımlı dünyasına daha
da kaçmaya zorlayan küresel bir yönetilemezlik durumu gelişti. Ancak bu göç, krizi sadece geciktirdi, çünkü
gezegenin dört bir yanında ekoloji mücadeleleri veriliyor ve sabit sermayenin maliyetinde gelecekte
kaçınılmaz bir artışı zorluyor.
Dolayısıyla her iki durumda da, ücretler ve ekolojik yeniden üretim açısından, mücadeleler ortalama kar
oranlarında (ve birikim oranında) bir krize yolu açıyor ve finansallaşmaya sıçramaya bir sınır getiriyor.
2. Neoliberalizmin Krizi: Sebepler ve Sonuçlar
Neoliberal küreselleşme hırslı bir projeydi. Başarılı olsaydı, insan olmanın tanımını “kendini en yüksek
parayı verene satan bir hayvan” olarak değiştirecek ve işgücünü Keynesçilik öncesindeki durumuna geri
döndürecekti: değerini pazarda bulan saf bir meta. Neoliberal küreselleşme neden başarısız oldu?
Bu soruya cevap vermek için, halkların verdiği mücadelelere dönmemiz lazım. ABD işçileri 1930’lardaki
militanlık seviyelerini göstermeseler bile, dünya genelinde, bize göre krizin kaynağı olarak kabul edilmesi
gereken yaygın hareketler yükseldi. Bunların tek faktör ve hatta başta gelen faktörlerden olmadıkları kesin.
Örneğin, finansal işlemler konusundaki düzenlemelerin yetersizliği, piyasaları istikrarsızlaştırmış olan türev
alım satımındaki meta kumarlarının yarattığı doğrusal olmayan karmaşıklık içinde kuşkusuz bir faktördü.
Yine de Carter döneminde başlayan ve Reagan, Bush, Clinton ve Bush döneminde devam eden finansal
deregülasyon bile sınıf mücadelesi için bir momentti. Deregülasyon, ABD işçilerinin, nakdi ücretleri,
1970’ler boyunca kapitalist fiyat artışlarının (örneğin gıda, enerji) kendi gerçek ücretlerini kesmesini
önlemeye yetecek kadar hızla yükseltebilme konusundaki (hem gerçekten hem de politikacıların
kafasındaki) gücünden (OPEC’in bir finansal aracıya ve petrodolarların işçi gelirinden elde edilen değerleri
kar getiren yatırımlara aktarmanın aracına dönüşmesi umudunun altını oyan bir güç) kaynaklanan ivme
kazanmış enflasyona bir yanıt olarak başladı.
IMF’in o on yıla ait Yıllık Raporları, 1975 itibariyle dünyadaki bir numaralı ekonomik sorunun enflasyon ve
bu enflasyonun kilit kaynağının da “işgücü piyasalarının yapısal katılığı” olarak tanımlandığını gösteriyor.
İşçilerin gücünü IMF söylüyor. Carter ve Volcker harekete geçene kadar, ivmelenen enflasyon birçok reel
faiz oranını sıfırın altına indirdi ve tüm finans sektörünün canlılığını tehdit etti. Deregülasyon stratejisi, diğer
pek çok şeyin yanı sıra, ABD’nin her yerindeki tefecilik karşıtı yasaların kaldırılmasını ve faiz oranlarının
iki haneli rakamlara çıkmasının önünün açılmasını içeriyordu. İşçilerin yalnızca ücretleri ve diğer gelir
biçimlerini kârların altını oyacak derecede artırma gücüne değil (temel gıda fiyatları manipülasyonu
konusundaki kapitalist yola ve dalgalı döviz kurlarına rağmen), aynı zamanda üretim noktasında
verimlilikteki büyüme oranında herhangi bir iyileşmeyi engelleme gücüne de bir yanıttı.
ABD’de 1970’lerdeki mücadelelerin birçoğu, nihayetinde yenilgiye uğradı ancak o zamandan beri, hem
ABD’de hem de uluslararası olarak, neoliberal küreselleşmeye karşı azmini kanıtlamış yeni bir mücadeleler
nesli ortaya çıktı.
Bu mücadelelerden bazılarına, krizin ortaya çıkardığı politik meseleleri anlamanın şartları olarak
odaklanacağız. Şematik olarak, krizin kaynakları şunları içeriyor:
1. Neoliberal küreselleşmenin sistemde değişim yaratma konusundaki başarısızlığı;
Yeniden örgütlenmek için imkanlar, deneyimler, örnekler, tartışmalar, çerçeve metinler...