ROMON POLANSKI
Roman Polanski (d. 18 Ağustos
1933, Paris), Polonyalı aktör, yönetmen,
yapımcı ve senarist.
Yaşamı
Polanski, 1933'te Polonyalı bir Yahudi ile
bir Rus göçmeninin oğlu olarak Paris’te dünyaya geldi. Üç
yaşında ailesi ile birlikte Krakov’a taşındı. 1940’ta şehrin
Almanlar tarafından işgal edilmesinin ardından ailesi bir toplama
kampına gönderildi.
Naziler tarafından götürülmesinden hemen önce babasının
sayesinde kaçmayı başaran Polanski, iyiliksever Katolik ailelerin
yardımı sayesinde hayatta kalmayı başarır. Annesi Auschwitz’de
ölür. Kamptan sağ olarak kurtulmayı başaran babası, oğluyla
birlikte Krakov’a döner. Babasının tekrar evlenmesi üzerine, artık
bir yetişkin olan Polanski evden ayrılır. Babası, Polanski’yi bir
teknik okula gönderir. 1950’de bir sinema okuluna devam etmek üzere
okulu terk eder. Aynı zamanda, Krakov tiyatrosunda aktör
olarak işe başlar. İlk sahneye çıkışı, 1954’te Andrezj Wajda’nın
“Pokolenie / Bir Kuşak”ı ile olur.
1954’te Lodz’un ünlü Devlet Film Okulu’nda yönetmenlik bölümüne
girer, üç yıl sonra öğrencilik döneminin ilk filmi olan “Rozbijemy
Zabawe/ Break Up The Party” yi çeker.
İlk tanınan filmi 1962’de çektiği “ Knife in The
Water - Suda Bıçak” olur. Bu filmde senaryo üzerinde kendisi
çalışmıştır. Sonraki iki filmini çekmek üzere Birleşik
Krallık'a giden yönetmenin burada yaptığı ilk film olan
“ Repulsion - Tiksinti”, parlak bir başarı elde edemez.
Filmin, yönetmenin en çok sevdiği filmi olduğu söylenir.
Polanski’nin Hollywood’a ayak basışı, 1968’de çektiği korku
filmi “Rosemary’s Baby- Rosemary'nin Bebeği ” ile olur.
Önceki eserlerinde olduğu gibi bu filmde de yönetmen,
uğursuzluklara işaret eden bir dehşet havası yaratır.
Bir sonraki filmi Macbeth,
bir Shakespeare uyarlamasıdır. İkinci karısı Sharon
Tate’in Manson Ailesi tarafından canicesine
öldürülmesinin hemen ardından çekilmesi, yönetmenin hissettiği acı
ve şiddetin filme yansımasına sebep olmuştur.
Bu filmin ardından kılık değiştiren yönetmen, İtalya’ya
gidip bir seks komedisi çeker. Ardından, en iyi filmlerinden biri
sayılan “Chinatown”u çekmek üzere tekrar Hollywood’a döner (1974).
Film, Polanski’ye bir Oskar, bir de İngiliz Akademi Ödülü getirir.
1976 yılında çektiği heyecan verici ve gerçeküstü “The Tenant-
Kiracı” ile başarıları devam eder. Uğursuz, paranoyak bir delilik,
suistimal ve intikam hikâyesini anlatan filmin Polanski’nin Paris’e
geldiği ilk yıllarda yaşadığı mahallede çekildiği söylenir. Bu film
aynı zamanda "apartman üçlemesinin" Repulsion ve Rosemary'nin
Bebeği'nden sonraki üçüncü ve son filmi olma özelliğini
taşımaktadır.
Tutuklama kararı
Polanski 13 yaşındaki bir kıza hukuken tecavüzden (ki
bu olayın Jack Nicholson'un evinde vuku bulduğu rivayet edilir)
suçlu bulunur. Bu olayın ardından ABD'deki tutuklama kararı
nedeniyle Paris’e yerleşir ve Fransız vatandaşlığına geçer. Fransız
otoriteler yönetmeni iade etmezler. 1979 yılına kadar da film
yapmaz. Thomas Hardy’nin bir romanından uyarlanan üç saat
uzunluğundaki “Tess” (17 yaşındaki Nastassja
Kinski filmde rol alacaktır.), Fransa’da o zamana kadar
çekilen en pahalı film olur. Polanski, bunun karşılığını bir Oskar
ödülü ve Cesar’da en iyi yönetmen ödülüyle alacaktır.
Bir sonraki filmi olan “Pirates-Korsanlar” (1986) ise tam bir
hayal kırıklığı yaratır. 1987’de çektiği ve Harrison Ford’un
rol aldığı gerilim filmi “Frantic” de ne eleştirmenlerden, ne de
işin ticari kısmıyla ilgilenenlerden olumlu puan alabilmiştir.
1992’de “ Bitter Moon - Acı Ay” u çeker ama beğenilmez.
Polanski eleştirmenlerin övgüsünü ancak 1994’te çektiği “Death and
the Maiden” ile kazanabildi. Ariel Dorfman’ın oyunundan uyarlanan
filmde Ben Kingsley ve Sigourney Weaver başrol
oyunculuğu yaptılar. İki yıl sonra deneysel bir çalışma olan “Gli
Angeli”ye imza atan yönetmen, 1999’da “The Ninth
Gate- Dokuzuncu Kapı” ile esrarlı gerilim filmlerine dönüş
yaptı.
Yönetmen, 2002 yılında, kendi yaşam-öyküsünün aynası
niteliğindeki Piyanist'i çekti. II. Dünya
Savaşı sırasında, Varşova'nın varoş sokaklarında yaşam
savaşı veren bir adamın hikâyesini konu alan film, 55. Cannes
Film Festivali'nde Altın Palmiye Ödülü'ne layık görüldü.
2005 yılında ise Charles Dickens'in Oliver
Twist romanını filme çekmiştir. Hikâye, 19. yüzyılda, yetim
bir çocuğun, Londra sokaklarında yaşamak zorunda kaldığı
sefilliği anlatır.
FilmleriYönetmen olarak;
· Zaczarowany rower (Magical Bicycle) (1955)
· Morderstwo (A Murderer) (1957)
· Uśmiech zębiczny (A Toothful Smile) (1957)
· Rozbijemy zabawę (Break Up the Dance) (1957])
· Dwaj ludzie z szafą (Two Men and a Wardrobe) (1958)
· Lampa (The Lamp) (1959)
· Gdy spadają anioły (When Angels Fall) (1959)
· Le Gros et le maigre (The Fat and the Lean) (1960)
· Ssaki (Mammals) (1961)
· Noz w wodzie(Knife in the Water) (1962)
· Les plus belles escroqueries du monde (The Beautiful
Swindlers, "La rivière de diamants) (1964)
· Repulsion (1965)
· Cul-de-Sac (1966)
· The Fearless Vampire Killers (Dance of the Vampires)
(1967)
· Rosemary'nin Bebeği (1968)
· Macbeth (1971)
· What? (Diary of Forbidden Dreams) (1973)
· Chinatown (1974)
· Le Locataire (The Tenant) (1976)
· Tess (1979)
· Pirates (1986)
· Frantic (1988)
· Bitter Moon (1992)
· Death and the Maiden (1994)
· Dokuzuncu Kapı (1999)
· The Pianist (2002)
· Oliver Twist (2005)
· To Each His Cinema (2007)
· Pompeii (2008)
· The Ghost Writer (2010)
· Acımasız Tanrı (2011)
· A Therapy (kısa film) (2012)
· La Vénus à la fourrure (Venus in Fur) 2013
Roman Polanski: Komplo ve Paranoyanın Zirvesi
1960’lı yıllar sinema adına fazlasıyla zengin ve bir o kadar da
çığır açıcı zamanlardı. 1950’li yıllar itibarıyla Hitchcock’un
korku ve gerilim sineması, türe muhteşem bir eşik atlatmıştı. Yine
aynı yıl aralıklarında Avrupa’ya yayılan ve sinema anlayışını
temelden değiştiren bir akım olan Fransız Yeni Dalga sinemacıları
etkilemeye devam ediyordu. Roman Polanski de tam da bu
zamanlarda eline kamera almış ve birkaç kısa filmden sonra uzun
metrajı için kollarını sıvamıştı. İlk uzun metrajı 1962
yılında Knife in the Water adıyla geldi. Filmin
atmosferinde Alfred Hitchcock’un etkisi rahatlıkla hissedilebilir.
Kariyerine cesur adımlarla giriş yapan Polonya asıllı yönetmen,
Knife in the Water’ın ardından Apartman Üçlemesi’yle yerini
sağlamlaştırdı denilebilir. Hitchcock etkisi bir yana,
psikolojik drama mizansenleriyle donattığı bu filmler ona hak
ettiği saygınlığı getirmeye başlamıştı.
Kariyeri boyunca birçok farklı mekanda, birçok farklı türde
ürünler vermiş bir yönetmen olarak, yaşayan en önemli
yönetmenlerden biri olarak anabileceğimiz Polanski, bu çeşitliliği
filmografisindeki 21 uzun metraj film arasında oldukça dengeli
dağıtabiliyor. Kamerasını ilk defa bir gölde açan, ardından
apartman dairelerine sıkışan ya da bir adaya uzanan yönetmen,
skandallarla boğuştuğu kariyeri boyunca, artık biraz yavaşlasa da,
üretmeye devam ediyor.
Polanski sineması, belli birtakım kriterlere bağlı olması
açısından, filmleri arasında bir bütünlük kurulabilmesine izin
verir. Paranoyalardan beslenen ve klostrofobik hikaye anlatımı onun
imzası gibi bir üsluba sahiptir diyebiliriz belki de. Yeni Dalga’yı
ve Hitchcockvari tematik altyapısını bir potada eritmeyi başararak
unutulmaz filmlere imza attığını söylemek hiç de yanlış olmaz.
Özellikle 1970’ler boyunca altın çağını yaşayan Polanski, o
yıllarda Brian De Palma gibi kendine has bir dil oluşturmayı
başardı. Sonrasında bir durağanlığa teslim olsa da kendi
standartlarını takip ederek filmlerini çekmeye devam ediyor. Belki
şu anda 70’lerin o parlak geleceğe sahip, vizyoner sinemacısı
olmasa da, çektiği filmler çekeceklerinin teminatı olduğundan onun
filmleri her daim adından söz ettirir.
Knife in the Water (Sudaki Bıçak) (1962)
Roman Polanski’nin komünist rejim altındaki ülkesi Polonya’da
çektiği tek uzun metraj film olan Knife in the Water, başlangıç
için iddialı bir yapım olarak gösterilebilir. Bütün filmi yalnızca
bir teknede çeken Polanski, üç karakterin bir gün içinde teknede
yaşadıkları üzerine hikayesini inşa ediyor. Venedik Film
Festivali’nden FIBRESCI ödülüyle dönen ve Yabancı Dilde En İyi Film
dalında hem Oscar hem de BAFTA adaylığı bulunan film, ilk olmasının
yanında artı özellikleriyle ve sinema ruhuyla öne çıkan bir yapım
oluyor.
Açık havada geçmesine rağmen, gerilim dolu ve klostrofobik etki
yarattığı bile söylenebilecek olan Knife in the Water, karakter
analizleri yapıldıkça değerlenen bir yapıya sahip. Teknede bulunan
evli bir çift ile yoldan aldıkları bir otostopçunun arasında
ilerleyen hikaye, erk ve ego bağlamında yer yer ilkel güdülemeler
öncülüğünde ilerliyor. Polanski’nin yalın ve sade bir üsluba sahip
olmaması, filmin gerilim dozunu körükleyen ve benzer yapımlardan da
ayrılmasını sağlayan bir detay aslında. İlk filminden kendine bir
üslup oluşturabilmesi ise, yeteneklerinin bir göstergesiymiş
diyebiliriz.
Repulsion (Tiksinti) (1965)
Apartman Üçlemesi’nin ilk filmi olan Repulsion,
Polanski’nin gergin atmosferini bir apartman dairesine taşıyor. Bu
defa erkten ziyade bir kadın karakteri üzerine kuruyor senaryosunu.
Seksten iğrenen Carol’un erkeklerle olan imtihanı ve zihninin
içindeki yolculuktan nasıl çıkacağı sorularına kısmi cevaplar veren
Polanski, gerçekçiliğini görselleştirmekten çekinmiyor. Öte yandan,
mekanı ve gerçekliği manipüle ederek, rüya sekanslarının gücüne güç
katıyor. Üçlemenin karakteristik özelliklerinden biri olan rüya
sekansları, gerçeklik anlayışını bükerek rüyaların ve gerçek
hayatın ayırt edilmesine engel olmayı amaçlıyor. Carol’un
paranoyaları ve kabusları peşini bırakmaz bir hal alıyor
böylece.
Senaryosunun giriş ve düğüm noktalarını daha da sağlamlaştırmak
ve çözüm anında gizemini hala koruyan bir final ortaya çıkarmak
için senaryosunu daha incelikli ve bir o kadar da karmaşık bir hale
getiren Polanski, ikinci uzun metraj filminde bunu dengeli bir
şekilde oturtuyor. Diyalogların zayıflığı belki filmin akıcılığını
biraz olsun etkilese de, başarılı senaryosunun ve özellikle çekim
tekniklerinin etkisiyle üçlemeye oldukça sağlam bir başlangıç
yapıyor.
Rosemary’s Baby (Rosemary’nin Bebeği) (1968)
Rosemary’s Baby, Polanski sinemasının en ikonik filmlerinden bir
tanesidir. Apartman üçlemesinin ikinci ayağı olan filmde, yeni evli
bir çiftin kiraladıkları yeni evlerinde daha önce gerçekleşmiş
tuhaf olayların akabinde yaşadıkları olayları anlatılıyor.
Polanski’nin Şeytan’ı işlediği ilk filmi olan Rosemary’s Baby’nin,
yine paranoyadan beslenen ve entrikalarla bezenmiş bir senaryosu
var. Satanist tarikatlardan bir tanesinin çevresinde geçen
filmde, Mia Farrow’un canlandırdığı Rosemary’nin yalnızlığı
ile desteklenen ve yine rüya sekanslarıyla zenginleşip yükselen bir
tempoya sahip olan film, bu tempoyu final sahnesine kadar korumayı
başarıyor.
Polanski’nin karakter sayısını arttırıp entrikalar kurması,
kişisel paranoyalardan biraz sıyrılarak daha geniş bir olay örgüsü
yaratmasını sağlıyor. Bu açıdan üçlemeyi biraz daha genişletmeye
başlıyor. Bireyin zihninden sıyrılarak çevresinin önemini
artırıyor
Chinatown (Çin Mahallesi) (1974)
Roman Polanski’nin Hollywood’a giriş yaptığı filmi
diyebileceğimiz Chinatown, Jack Nicholson’un en iyi
performanslarından birini sergilemesiyle zirveye yerleşmesiyle
dikkatleri üzerine çektiği şüphe götürmez. 1930’lar atmosferine
sahip bir film-noir olan Chinatown, Polanski’nin kaleminden
izlemeye alışık olduğumuz komploların iyice olgunlaştığı
senaryolardan birine sahip. Polanski’nin de kendine yenilikler
kattığı ve bunlara oldukça hakim olduğunu düşündüğümüzde
Chinatown’un değerini anlamak mümkün olabiliyor.
Chinatown, Jack Nicholson tarafından canlandırılan
J.J. Gittes adlı özel bir dedektifin aldığı bir iş üstüne yaptığı
araştırmaları anlatıyor. Polanski, Hollywood’un ihtiyaçlarına göre
hikayesini daha net bir biçimde anlatsa da gizemli halini başka
konulara kaydırmayı başarıyor. Diğer taraftan, Chinatown’la
sinema dilinde bazı değişiklikler yapmayı denemesi de cesur bir
tavır olarak gösterilebilir. Keskin hatlara sahip olmayan femme
fetale figürü, ne daha önce kendisinin kullandığı ne de belli
ekollerde yer edinen bir figür değilken; Chinatown’ı yukarı çeken
niteliklerden biri olarak göze çarpıyor. Roman Polanski’nin en iyi
filmi olduğu sıkça dile getirilen Chinatown, o yıl En İyi Senaryo
dalında Oscar kazanarak başarısını bir açıdan tescil etmeyi başardı
diyebiliriz.
The Tenant (Kiracı) (1976)
Apartman üçlemesinin son halkası olan The Tenant,
başrolünde Roman Polanski’nin yer aldığı ilk Polanski filmi. The
Tenant, Rosemary’s Baby’nin izinden gidiyor olsa da, üçlemeye son
veren film olarak Repulsion’un dinamiklerini de fazlasıyla
barındırıyor ve hatta daha yakın bir çizgi izliyor. Polanski, The
Tenant ile dış etkenleri karakterinin zihniyle buluşturuyor ve
paranoyasını en üst seviyeye çıkarıyor. Öte yandan, rüya
sekanslarının gerçeklikle en içiçe geçtiği film olarak da göze
çarpıyor.
Film yine bir apartman dairesini merkeze aldığı için, komşular
oldukça önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Polanski’nin
canlandırdığı Trelkovski karakteri zihni içinde gittikçe kaybolmaya
başlıyor ve yalnızlığıyla iyice yokuşa sürükleniyor. Karakterin
kayboluş sürecini adım adım işleyen yönetmen, gerilimin bir an
olsun düşmesine izin vermiyor. Bilinmeyenleri çözme derdine
girmeden senaryoya yedirmeye başarıyor. Trelkovski karakteri,
üçleme dahilindeki en kompleks karakter olarak gözümüze çarpıyor ve
bu bağlamda film için üçlemenin ilk iki filminin bir araya geldiği
film gibi bahsedebiliriz.
Carnage (Acımasız Tanrı) (2011)
Carnage, Polanski’nin filmografisi dahilinde en farklı
filmlerden bir tanesi. Bir tek mekan filmi olarak, dinamik ve bol
diyaloglu yapısıyla yönetmenin bize daha önce sunmadığı bir
senaryoya sahip diyebiliriz. Başrollerinde Jodie Foster, Kate
Winslet, Christoph Waltz ve John C. Reilly’nin bulunduğu ve
çocukları arasında geçen bir olay sebebiyle karşı karşıya gelen
dört ebeveynin sorunu çözme çabasına odaklanıyor.
Tek mekanda geçmesi sebebiyle Polanski’nin yeteneklerini
fazlasıyla gösterebildiği bir ortam mevcutken, bu denli dışa dönük
karakterlerin varlığı onun için de yeni bir durum yaratıyor.
Dinamik diyalogları iyi yönetebilmesinin en önemli sebeplerinden
bir tanesi oyuncuların birbiriyle olan uyumu da olsa, yönetmenin
kompozisyonları yaratmaktaki başarısı da göz ardı edilemez. Yine de
başka yönetmenlerden izlediğimizde gizli kalmış bir ana fikre
ulaşmak mümkün olabiliyorken, Polanski’nin son dönemlerinde bu yeni
deneyiminde bu derece bir derinliğe erişemiyoruz. Hikayenin
başlangıcını ve sonucunu anlatmak için görselliğin gücünü
kullanmayı tercih ediyor.
The Pianist (Piyanist) (2002)
Polanski’nin kariyerinin zirve noktası olan The Pianist,
yönetmenin Oscar heykelciğine kavuştuğu film aynı zamanda. İkinci
Dünya Savaşı’nda Polonya’da yaşayan yahudi bir ailenin
yaşadıklarını anlatan bu filmde, bir piyanistin gözünden savaşa
bakış atan yönetmen; sinema tarihinin en özel filmlerinden birine
imza atıyor. Adrien Brody’nin muhteşem performansıyla yükselen
film, İkinci Dünya Savaşı konulu filmler arasında kendisine özel
bir yer edinmiş durumda. Brody’nin performansı bir yana dursun,
Polanski’nin yönetimsel tercihleriyle de dikkat çeken The Pianist,
savaş atmosferini çarpıcı bir şekilde ve gerçekçiliğini
törpülemeden yansıtmayı başarıyor.
Oluşturduğu kompozisyonlarla filmi zenginleştiren Polanski,
gerek savaşın derinliklerine inen tavrıyla gerekse geniş bakışlar
attığı kısımlarla bütünlük kurmayı başarıyor. Bireysel
çatışmalardan, hane içine; toplum içi çatışmalardan, genel savaş
atmosferine uzanan bakış açısıyla derin ve incelikli bir portre
çizen Polanski, En İyi Yönetmen Oscar’ını neden kazandığını net
biçimde gösteriyor. Müziğin filmin içindeki yerini elbette
etkileyici bir biçimde oturtması da, The Pianist’in en belirgin
özelliklerinden bir tanesi oluyor.
THE PİANİST (film, 2002)
The Pianst, drama türünde, 2002 yılında çekilmiş,
yönetmenliğini Roman Polanski'nin yaptığı,
senaryosunu Ronald Harwood'ın,Wladyslaw Szpilman'ın hayatını
anlattığı kitabın üzerine
kurduğu Fransa-Almanya-Polonya ortak yapımı filmdir.
Wladyslaw Szpilman, Polonyalı başarılı bir
piyanisttir. II. Dünya Savaşı'nda Almanların Polonya'yı işgal
etmesiyle hayatı kâbusa döner. Yahudi olduğu halde şans
eseri toplama kamplarına gitmekten kurtulur ve Varşova'nın
varoşlarında yaşamaya başlar. Daha sonra Wilm
Hosenfeld isimli bir Alman subayının yardımıyla hayatta
kalmayı başarır..
2002 - En İyi Erkek Oyuncu Akademi Ödülü
2002 - En İyi Yönetmen Akademi Ödülü
2002 - En İyi Uyarlama Senaryo Akademi Ödülü
2002 - Cannes Film Festivali Büyük Ödülü
2002 - BAFTA En İyi Film Ödülü
2002 - BAFTA En İyi Yönetmen Ödülü
Roman Polanski’nin yönetmenliği yaptığı, Adrien Brody’nin
başrolünü oynadığı Piyanist filmi, İkinci Dünya Savaşı zamanında
geçmektedir. Film, bu dönem yaşanan olayları, tarihsel gerçeklikten
kopmadan başarı ile anlatmaktadır. Almanya, Birinci Dünya Savaşı
sonrası kurulmuş olan Polonya’yı, işgal etmiştir. Bu dönem,
Almanya’da başta olan Nazi iktidarı, Yahudilerin öldürülmesi
gerektiğini düşündüler. Ve Almanya’nın saldırması üzerine de,
İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Piyanist filmi konusu da, bu
dönemde yaşayan bir piyanistin gözünden, savaşın getirdiklerine
bakmamızı sağlar.
Piyanist Filmi Konusu
Film, 1939 yılını anlatır ve olaylar Varşova’da geçer. Bütün
hikaye, Yahudi bir piyanist olan Wladyslaw Szpilman’ın gözünden
anlatılır. Almanya tarafından, Polonya bombalanmaktadır. Bu esnada
Wladyslaw Szpilman, Polonya Radyosu’nda piyano çalmaktadır. Annesi
ile babasının yanı sıra, iki kız ve bir erkek kardeşi ile yaşayan
Wladyslaw Szpilman, evine geldiğinde ailesini hazırlık yaparken
bulur. Aile artık, gitmeye karar vermiştir. Wladyslaw Szpilman ise
bunu reddeder. Eğer ölecekse bile evinde ölmek istediğini söyler.
Gitmek ya da kalmak üzerine tartışıldığı sırada, radyodan
sevindirici bir haber duyulur. İngiltere, Almanya’ya savaş açmıştır
çünkü verdiği ültimatom dikkate alınmamıştır. Bunun yanı sıra,
Fransa’nın da bu karara destek verdiği bildirilir. İngiltere ve
Fransa’nın savaşa girmiş olması ailede bir umut doğurur. Bu
sebeple, Varşova’da kalmaya karar verirler. Fakat umut uzun sürmez.
Çünkü gerçekleştirilmeye başlanan uygulamalar, acı bir son ile
yüzleşme yaşanacağının göstergesi gibidir.
Almanya, artık tüm birlikleri ile Varşova’yı işgal etmeye
başlamıştır. Yahudilerin, sosyal hayata katılması, kafelere girip
çıkması yasaklanır. Artık istedikleri her yerde yemek yiyemezler,
yolda kaldırımlarda yürümek gibi bir hakları yoktur. Eğer kurallara
uymazlarsa, hemen ceza alırlar. Üstelik Yahudiler, herkes
tarafından tanınsın diye, kendilerine özel bir kol bantları ile
gezmek zorundadır. Bu uygulama, iyice toplumdan dışlanmalarına
neden olur. Para biriktirmeleri ise söz konusu değildir. Her Yahudi
ailenin, en fazla iki bin Zlot bulundurma şansı vardır ve bu para
yaşamaya yetecek bir meblağ değildir.
Sonra ilk olarak şehrin bir bölümü Yahudilere ayrılır, buradan
sonra da toplama kamplarına gönderilme başlar. Szpilman, geçinmek
için bir kafede çalmaya başlar ama bu uzun sürmez. Kırk iki yılına
gelindiğinde, tüm Yahudilerin kamplara gitmesi zorunludur.
Piyanistte, bu kamplara gidecekken, Yahudi bir polis memuru
tarafından, sıraya girmekten kurtulur.
Filmin bundan sonraki aşaması, tüm bu eziyetler çekilip insanlar
öldürülürken, Szpilman’ın nasıl saklandığını anlatıyor. Zaman zaman
arkadaşlarından yardım isteyen, zaman zaman köle gibi çalışmak
zorunda kalan Piyanist, pek çok kere ölüm ile burun burunu geliyor.
Saklanacak bir ev bulduğunda, açlıktan ölecek hale geliyor. Şehrin
her yeri ise bombalanmaya devam ediyor. Film boyunca, Szpilman’ın
canını kurtarmak için katlanmadığı sıkıntı kalmıyor. Savaş
bitmesine yakın zamanda, bir Alman askeri tarafından yakalanan
Piyanist, öldürülmek yerine serbest bırakılıyor. Bu sayede savaşın
sonunu görebilen Szpilman, üşümemek için Alman askerinin paltosunu
giyip sokağa çıktığı sırada, neredeyse yanlışlıkla Polonyalılar
tarafından vuruluyor. Ben Yahudiyim diye bağırdı sırada,
‘ Neden Alman askeri Paltosu giyiyorsun?’ sorusuna, bütün
tükenmişliği ile cevap veriyor: ‘Çünkü üşüyorum.’