VAHDET-İ VUCUD İNANCI Anlamı ve mahiyeti ile ilgili tartışmaların hiç kesilmediği bir konu olan Vahdet-i Vücûd, harici tesirlerin etkin olduğu bir inançtır. Müslümanların savaşlar veya ticarî ilişkiler sonucunda özellikle Hint'le irtibat kurmaları, Hint din ve felsefelerinin Müslümanlar arasında tanınmasına imkân sağlar. Bu irtibat süresince Veda inancı bazı sûfîlerce düşünce ve inançlarını izahta yardımcı unsur olarak benimsenir. Veda inancına göre, tabiat diye başlı başına bir mevcûd yoktur. Varolan sadece yaratıcı kudrettir. Tabiat ise onun bir görüntüsüdür. Aynen dalga ve köpüğün, denizin bir görüntüsü olması gibi. Deniz kayboldumu dalgada köpükte kalmaz. Deniz dalga ve köpükten ibaret değildir ancak onlarsız da kendisini gösteremez. Fena inancının doğru biçiminden, bozulmuş, çarpıtılmış biçimine geçişte Allah'ın varlığının karşısında ayrı bir "Ben"in olamayacağı inancının oluşması, Vahdet-i Vücûd inancının doğuşunda önemli bir safhayı teşkil eder. Eğer "Ben" yoksa, o zaman diğer şeylerin de olmaması gerektiği kanaati oluşur. Diğer şeyleri, Allah'a rağmen var kabul etmek Yunus Emre'nin önceki sayfada geçen mısrasında olduğu gibi, şirk olarak nitelenir. Ancak bu inancın baştaki dağınıklıktan ve yorum farklılıklarından kurtarılıp, sistemli şekilde ifade edilmesi hemen gerçekleşmemiştir. Bunun için İbn Arabi'yi (638/1240) beklemek gerekmiştir. Veda inancı ve diğer toplumların felsefî birikimleri son safhada sahip olunan söz konusu inancı izahta önemli kolaylıklar sağlar ve böylelikle felsefî bir sistem doğar; bu Vahdet-i Vücûd inancıdır. İbn Arabi'de ontolojik ve metafizik anlamda başlıbaşına bir inanç sistemi haline gelen Vahdet-i Vücûd inancı, bazı sufilerin elastikiyetli ifadeleri içerisinde tasavvufun bünyesinde yerini alır. Elâstiki ifadelerle anlatılan ve bu nedenle istenilen anlama çekilebilen bu inanç, böylelikle müslüman halkın kabulünü elde etme imkânı kazanır. Söz konusu inancın anlamını araştıracak olursak; Vahdet-i Vücûd inancı "Vücud'"un tek olduğu ve bunun da Vücud-u Mutlak olan Vücud- u İlâhi'den ibaret olduğu anlamına gelir. ("(La mevcûde illâ Hu!) demek, Allah'tan başka mevcud yok demektir. Asıl mevcutta ancak odur. Ariflerin (Ya Maksud!), (ya Mevcud!) sözleri de buna delildir. Çünkü, eşyanın bazısı bazısına zıt olmakla beraber, Allah bütün eşyayı kaplamıştır ve çünkü eşya manevi vucûd altında mevcuttur. Başka bir deyişle varlıklardan her biri o tek aslın kuvvetlerinin bir suretidir ve zıtlık ve netyde,
26
Embed
VAHDET-İ VUCUD İNANCI Anlamı ve mahiyeti ile ilgili ... · İbn Arabi'nin Vahdet-i Vücûd inancının doğru biçimde anlaılabilmesi için Nazmi Efendi örneğinde olduğu gibi,
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
VAHDET-İ VUCUD İNANCI
Anlamı ve mahiyeti ile ilgili tartışmaların hiç kesilmediği bir konu olan Vahdet-i Vücûd, harici tesirlerin etkin olduğu bir inançtır.
Müslümanların savaşlar veya ticarî ilişkiler sonucunda özellikle
Hint'le irtibat kurmaları, Hint din ve felsefelerinin Müslümanlar arasında tanınmasına imkân sağlar.
Bu irtibat süresince Veda inancı bazı sûfîlerce düşünce ve inançlarını izahta yardımcı unsur olarak benimsenir. Veda inancına
göre, tabiat diye başlı başına bir mevcûd yoktur. Varolan sadece yaratıcı kudrettir. Tabiat ise onun bir görüntüsüdür. Aynen dalga ve
köpüğün, denizin bir görüntüsü olması gibi. Deniz kayboldumu dalgada köpükte kalmaz. Deniz dalga ve köpükten ibaret değildir ancak onlarsız da
kendisini gösteremez.
Fena inancının doğru biçiminden, bozulmuş, çarpıtılmış biçimine
geçişte Allah'ın varlığının karşısında ayrı bir "Ben"in olamayacağı inancının oluşması, Vahdet-i Vücûd inancının doğuşunda önemli bir safhayı teşkil
eder.
Eğer "Ben" yoksa, o zaman diğer şeylerin de olmaması gerektiği
kanaati oluşur. Diğer şeyleri, Allah'a rağmen var kabul etmek Yunus
Emre'nin önceki sayfada geçen mısrasında olduğu gibi, şirk olarak nitelenir.
Ancak bu inancın baştaki dağınıklıktan ve yorum farklılıklarından kurtarılıp, sistemli şekilde ifade edilmesi hemen gerçekleşmemiştir. Bunun
için İbn Arabi'yi (638/1240) beklemek gerekmiştir. Veda inancı ve diğer toplumların felsefî birikimleri son safhada sahip olunan söz konusu inancı
izahta önemli kolaylıklar sağlar ve böylelikle felsefî bir sistem doğar; bu Vahdet-i Vücûd inancıdır.
İbn Arabi'de ontolojik ve metafizik anlamda başlıbaşına bir inanç sistemi haline gelen Vahdet-i Vücûd inancı, bazı sufilerin elastikiyetli
ifadeleri içerisinde tasavvufun bünyesinde yerini alır. Elâstiki ifadelerle anlatılan ve bu nedenle istenilen anlama çekilebilen bu inanç, böylelikle
müslüman halkın kabulünü elde etme imkânı kazanır.
Söz konusu inancın anlamını araştıracak olursak; Vahdet-i Vücûd
inancı "Vücud'"un tek olduğu ve bunun da Vücud-u Mutlak olan Vücud-
u İlâhi'den ibaret olduğu anlamına gelir. ("(La mevcûde illâ Hu!) demek,
Allah'tan başka mevcud yok demektir. Asıl mevcutta ancak odur. Ariflerin (Ya Maksud!),
(ya Mevcud!) sözleri de buna delildir. Çünkü, eşyanın bazısı bazısına zıt olmakla beraber,
Allah bütün eşyayı kaplamıştır ve çünkü eşya manevi vucûd altında mevcuttur. Başka bir
deyişle varlıklardan her biri o tek aslın kuvvetlerinin bir suretidir ve zıtlık ve netyde,
ancak bu suretler, bu mertebeler bakımındandır. Şu halde, Allah, bu mertebelerden mü-
nezzeh olmakla beraber, onlardan hali de değildir."( Sunar, Cavit, İmam Rabbani-İbn
Arabi Vahdet-i Vücut-Vahdet-i Şuhut meselesi, 237, Ankara 1960)
Buna göre âlem (kâinat) Allah'ın (Vucud-u İlâhî'nin) dış
görünüşünden ibarettir. Allah ise âlemin iç görünüşüdür, ikisi arasında cevher, araz farklılığı varsa da bu görünüşten ibaret olup,
gerçekte her ikisinin de sıfatlarında fark mevcut değildir.
Başta İbn Arabî olmak üzere en açık biçimiyle Sadreddin Konevî
( ) gibi ünlü sufîlerin söz ve yazılarında kolaylıkla bulunabilecek Vahdet-i
Vücûd inancı, günümüz araştırıcılarının çoğunun zihnin de Batı kökenli Panteizm kavramını çağrıştırır bir şekilde yer etmiştir. Çünkü Panteizm'e
göre de "Allah'ın âlemden ayrı ve müstakil bir şahsiyeti yoktur."(Prof. Dr. S. Hayri BOLAY, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Ankara 1987, s. 201.)
Elbetteki yanlışlığın coğrafyası ve zamanı olmaz. Yanlış, her
yerde ve zamanda yanlıştır. Üstelik yanlışlar arasındaki farklılıklar (zıtlıklar) birine oranla diğerini doğru kılmaz. Yani basit bir örnekle; 2 kere
2'nin değişik kişiler tarafından 5 veya 7 olarak kabul edilmesi durumunda, 5 sonucunu yanlış kabul eden birisinin 5 ile 7 sonuçları birbirinden farklı
olması nedeniyle, 7 'yi 5'e kıyaslayarak " 2 kere 2 nin 5 ettiği görüşü yanlıştır, 7'de 5'ten farklıdır o halde 2 kere 2, 7 dir" yargısında bulunamaz
ve böyle bir yargı doğru kabul edilemez. Çünkü 2 kere 2'nin 5 ettiği dü-şüncesi nasıl yanlışsa 7 ettiği düşüncesi de aynı şekilde yanlıştır. Zira bir
yanlışın durumu diğer bir yanlışa göre değil, doğruya göre bir
anlam ifade eder.
Birşey, doğru olandan farklı ise yanlışlık değerini kazanır. Doğruyla
aynı ise doğruluk değerini kazanır. Bunları belirtmemizin nedeni; Vahdet-i Vücûd inancını ısrarla Batı'nın panteizminden farklı
olduğunu vurgulayarak doğru (hakikat) kılma gayretlerinin hiç eksik olmamasıdır. (Bu durumun çok sayıdaki örneklerinden ve en tipiklerinden
birisi, Doç. Dr. Hüsamettin Erdem'in "Panteizm ve Vahdet-i Vücûd Mukayesesi" isimli
çalışmasıdır. Konuyla özellikle ilgilenenler bu kitaptaki ilginç tavrı dikkate alarak, yanlışın
bir başka yanlışla kıyaslanarak nasıl doğru kılınmaya çalışıldığını görebilirler.)
Bu durumda olanlar Fena ve Hulûl’la ilgili inançlara sahip olup, bunu tereddütsüz bir şekilde ifade eden kişilere rağmen, "Onlar bununla
hululü kasdetmiyorlar(dı)" diyerek konuyu zoraki olumlu mecralara çekmeye çalışan kişilerle benzer tavır içerisindedirler.
Kraldan çok kralcı kesilme eğilimi taşıyan bu şahsiyetlerinden birisi de çağdaş araştırıcılardan Seyyid Hüseyin Nasr'dır ve konumuzun
anlaşılması için onu bir örnek olarak alabiliriz.
O, kitaplarında ısrarlı bir şekilde Vahdet-i Vücûd'un Panteizm olmadığını açıklar. Ona göre, bu ikisi arasında hiç bir benzerlik yoktur. Şu
açıklaması ise bu ilgisizliği(!) göstermeye yöneliktir; "(Öncelikle)
Panteizm felsefi bir sistem(dir)...ikinci olarak, panteizm Allah'la kâinat arasında tözsel bir devamlılık öngörür...(Vahdet-i Vücûd
inancına gelince) şudur bu doktrinin esasları, Allah kâinat karşı-sında mutlak aşkın (müteal) olmakla birlikte, kâinat O'ndan bü-
tünüyle ayrı değildir. Yani kâinat esrarlı biçimde Allah'a katılmış durumdadır." (Üç Bilge, 117,119 Üç Müslüman, 137, Seyyid Hüseyin Nasr, [ Üç
Müslüman Bilge,Çev: Ali Ünal, İnsan Yy. 1985])
Görüldüğü gibi Panteizm ile Vahdet-i Vücûd arasındaki çok ince
anlam farklılıkları dikkate alınarak, Vahdet-i Vücûd'un, Pateizm olmadığı ve Panteizm yanlış olduğuna göre, Vahdet-i Vucûd'un
doğru/hakikat olduğu gibi bir saçmalığa düşülmektedir.
Halbuki la ilahe illâllah'ta simgeleşen Tevhid hakikati çerçevesinde
düşünüldüğünde dikkate alınması gereken husus, Vahdet-i Vücûd'un Tevhid'in gereği mi yoksa onun çarpıtılmış biçiminin ulaştığı bir inanç mı
olduğu konusudur.
Vahdet-i Vücûd inancını, karşıtları bir yana, bizzat taraftarlarının
ifadelerinden hareketle anlamaya çalışacak olursak, ilk sıralarda karşımıza çıkan şahıs Hallac-ı Mansur (309/921) olur. Onun daha çok hulul inancını
çağrıştırır ifade ve fikirleri önceki sayfalarda da geçtiği gibi bir çok taraftar bulur. O'nun çok sayıdaki taraftarlarlarından bir örnek olarak yakın dönem
O, Vahdet-i Vücûd inancı gereği, hulul inancına karşı çıkar. Hulul
olabilmesi için iki ayrı varlığın bulunması gerektiğini ifade eder ve
O'na göre iki ayrı varlık yoktur. Bu nedenle hulul inancı yanlıştır, hakikate muhaliftir. Çünkü bir tek varlık vardır. O da "Vücûd-u Mutlak"
olan Allah'tır.
Nazmî Efendi'ye göre, "Allah bütün âlemi, kâinatı kaplamış"
demek de büyük yanlıştır, Allah'tan ayrı bir âlemin olduğu söz konusu edilmektedir. Halbuki âlem, eşya diye birşey yoktur. Varolan sadece
Allah'tır. Ancak bunu ise cahiller değil sadece "ev ednâ" makamına erişenler anlayabilirler." (Nazmî, 60,61 [Prof. Dr. Osman Türer, Türk Mutasavvıfı ve
şairi Muhammed Nazmi, Kültür ve Turizm Bk. Yy. Ankara 1988])
—————————————o——————————————
Ünlü sûfı-şair Camî'de (898/1492) mensubu olduğu ve savunduğu
Vahdet-i Vücûd inancını bir çok şiirinde tekrar tekrar açıklar. Şu şiiri bunlardan sadece birisidir;
Arkadaş, dost, yoldaş,
Hepsi O,
Dilencinin yırtık-sökük elbisesindeki de
Krallara lâyık sırmalı kaftanlardaki de,
Hep O;
Çeşitliliğin sergilenişinde veya birliğin gizliliğinde
Vallahi hep O!
Tallahi hep O! (İslâm, 184 [Prof. Dr. Fazlur Rahman, Çev. Doç. Dr. Mehmet
Dağ- Doç. Dr. Mehmet Aydın, Selcuk yy. Ist. 1981])
Ibn Arabi'nin (638/1240) Vahdet-i Vücûd inancının sistemleştiricisi olduğunu belirtmiştim. O, seleflerinden aldığı bu inancı sistemli,
başlıbaşına bir inanç sistemi haline getirdikten sonra haleflerine devreder. Bu itibarla konunun İbn Arabî merkezli incelenmesinde yarar vardır.
İbn Arabi'nin Vahdet-i Vücûd inancının doğru biçimde anlaşılabilmesi
için Nazmi Efendi örneğinde olduğu gibi, hulul inancının dayanak alınması gerekmektedir. Şöyleki, O, hulul inancının saçma olduğunu ifade eder.
Çünkü hulul olması için, iki ayrı varlığın (hulul eden ve kendisine hulul olunan - Allah/kâinat) bulunması gerektiğini söyler.
Halbuki ona göre mevcud (varolanlar) Bir'dir. "Hakikat budur ki, Halik, Mahlûktur ve yine hakikat budur ki, Mahlûk, Hâlık'tır.
Bunların hepsi bir tek varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır." (Fûsus el-Hikem, 79, [ Muhyiddin İbn
Arabi, S. 324, Çev: Nuri Gençosman, MEB. Yayınları.])
Ona göre âlem ile Allah arasında bir ayrıma gidilmesi zorunlu
görülecek olursa, bu ancak zihinsel olarak yapılabilir. Yani böylesi bir ayrım şeklîdir, gerçeği yoktur. Çünkü "varlıkta ancak bir vardır. Suyun
rengi kabının rengidir." (Fütuhat, 2/B-405 [ El-Fütuhat el-Mekkiye, İbnul
Arabi,Yay. Haz; Prof. Dr. Nihat Keklik, 2 cilt, (İbn Arabinin eserinden fragmentler
biçiminde hazırlanmış) İUEF. Yayınları. S. 2/A-3, 2/B-409-411])
O'nun Vahdet-i Vücûd inancının dayanağı olarak ünlü eseri Fûsus el-
Hikem dikkate alındığında, söz konusu inancını ifade eden bazı söz ve açıklamaları şunlardır;
"Bu kitap, nefis ârzularının münezzeh ve içine fesad
karışmamış olan en küdsî makamdan indirilmiştir.. .ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim. (s:5)
Tanrı, mahlûkuna insan ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi. Şu halde O ezelî olan insan, şekliyle hadîs, zuhur ve neş'eti
bakımından ebedî ve daimdir. (s: 10)
Bineanaleyh biz O'nu gördüğümüz vakit kendi nefislerimizi
görürüz ve O bizi gördüğü vakit kendi nefsini görür, (s: 19)
O (yani Adem) hem Hak, hem de Halk'tır (s:25)
Hakk'ı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebî noksan kimsedir.. .Çünkü Hak olan Mahlûk'ların hepsinde zuhur yani belirme
vardır. Şu halde bütün mefhumlarda beliren O'dur. (s: 51,52)
Sen Hakk'ın sureti ve Hakk da senin ruhun olduğu olduğu cihetle sen
Hakk için cismanî bir suret gibisin. O da senin cesedinin suretini sevk ve idare eden bir ruh gibidir (s:54).
Alemin suretinden Hakk'ın ayrılması asla mümkün değildir (s:
55).
Böyle olunca her bir Mâbud'da Allah'tan başkasına ibadet
olunmadı (s: 62)
Sen yere gömüldüğün vakit O'nun içindesin, O senin zarfındır
ediyorum" der. Allah'ı sorduğun zaman, onu beşer şeklinde yaratılmış olan oğlu Üzeyr olduğunu söyler. Bu durumda olan kimse Allah'a iman etmiş
olmaz. Eğer bir Hristiyana, kime ibadet ettiğini sorarsanız "Allah'a ibadet ediyorum" der. Allah'ı sorduğunda, onun İsa'nın cesedinde ve Meryem'in
karnında gizlenen, bir yere sığan ve giren varlık olduğunu söyler. Bu durumda bulunan kimse ise Allah'a iman etmiş olmaz. Mecusi'ye de kime
ibadet etitiğini sorarsan, o da "Allah'a ibadet ediyorum" diye cevap verir. Fakat Allah'ı sorduğun zaman, onun ortağı, eşi ve çocuğu bulunan bir
varlık olduğunu söyler. Bu durumda olan bir kimse de, Allah'a iman etmiş olmaz. Bütün bu kimselerin Allah'ı bilmemeleri ve inkârları birdir. Vasıfları,
sıfat ve ibadetleri ise çok ve değişiktir... işte böylece sen onların tavsif ve ibadet ettiklerine, ibadet etmediğini bilirsin. Çünkü onlar üç yahut iki ilâh
tavsif ediyorlar. Tavsif ettiklerine de ibadet ediyorlar. Oysaki sen, bir olan Allah'ı tavsif ediyorsun. O halde senin ibadet ettiğin mabudun onların
ibadet ettiklerinden başkadır. Onların mabudu da senin ibadet etti-
ğinden başkadır. Bunun için Kur'an'da ; "De ki, ey kâfirler.ben sizin taptıklarınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapmazsınız"
buyurulmuştur." (el-Alim,39) (Tevhid ve Değişim - Celaleddin Vatandaş, Pınar
yayınları, 2.Baskı, İst-1993)
—————————————o——————————————
C - ÜNLÜ VAHDET-İ VÜCÛDCULAR VE MEŞHUR SÖZLERİ
Daha öncede belirttiğim gibi, Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kainatla, Allah bir bütün ve aynı şeydir. İslam‟a göre
kainatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine benzerlikleri yoktur ve bütün kainat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup,
İlâh‟lıktan pay almamıştır, yani kainattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız Allah vardır. Bunun aksini iddia
etmek İslâm‟a göre şirk koşmak demektir.
Kainatı yok saymakta, Allah’ın Kuran’da yaratmayla ilgili bildirdiği
bütün ayetleri inkardır bu da küfrün ta kendisidir. Allah’ın kainatı yaratmış olması gerçek bir olay olup, bu durum Allah’ın tek İlâh olmasına aykırı
değildir.
1-Abdülkerim el-Ciyli
Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri,
Abdülkerim el-Ciyli, El-insan‟ul - Kâmil, adlı kitabında aynen şunları
kaydetmektedir:
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah‟a kulluk etmişlerdir.
Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse
Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O‟nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin
genel anlamdaki ) ilâh O‟dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah‟ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O‟na
tapmış oldular.”
“Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerim el Ciyli aslında
daha ilk cümlede şunu demek istiyor:”
“Kafirler, (yani Kur’an’a göre Allah’ı inkâr edenler, ya da O’na ortak
koşanlar), Allah‟ın (Haşa!) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr edemeyeceklerinden, (sonuç olarak) O‟nu da dolaylı şekilde
tanımış sayılırlar.” ((Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan
Ferit Aydın, sayfa 107).)
Görüldüğü gibi, Sûfulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı
kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd
inancının gereğidir. Ve bunu örneklendirmek suretiyle sıklıkla açık açık söylemekten de çekinmezler., örneğin :
“(Allah Teâlâ’nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir Vücûdun
parçalarıdır, şeklinde özetlenebilen “Vahdet-i Vücûd” inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular. “Köpek ve domuz da
ilâhımızdır.” diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün
çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.” ((Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin
yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 352).
2- Şeyh Galib
Şeyh Galib’ten bir şiir :
“Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişan ister idim ben
Ahir şunu bildim ki cihan hep sen imişsin.”( (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa
29. Kitabevi 1990).
3- Abdülkadir Geylâni
“Hakla hak (Allah‟la, Allah ) olmak makamına eresin ki, buna mahfiyat ve fena hâli derler, büyük bir mertebedir. Allah hepimize
nasip etsin...”
“Sen artık eşsiz bir cevher hâline gelmişsin..
Tekle tek, birle bir olmuşsun... Gizlinin gizlisi, sırrın sırrı oldun;
masdardan türemiş kipler, zamanlar ve isimlerdir.”
“Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa
baktığın her şey de Hakk‟tır.” (Nakş El - Füsus Şerhi, Ribat Yayınları 1981,
Muhyiddin ibn el-arabi, şerheden, İsmail Ankaravi, Hazırlayan İlhan Kutluer, sayfa, 12 -
14 - 15 den alıntılar).
Ebû Yezid el-Bistami hakkında aktardığı rivayetlerden :
“... Ebû Yezid el-Bistami’nin zamanında, adamın biriyle karşılaşanlar
ona dedi ki :
- Ebû Yezid’i (hiç) gördün mü ? O da :
- Ben (rûyada) Allah-ı gördüm ve O, Ebû Yezid’i görmekten beni
müstağni kıldı dedi. Adam da ona dedi ki:
- Şayet Ebû Yezid’i bir defa görseydin, bu senin için Allah’ı bin defa
görmekten daha iyi olurdu.”
“<<... Ben Allah‟ım ( = Ene‟ Allâh.. ) >>“
“... Ebû Yezid el - Bistami, bir kâri (okuyan) tarafından (Kuran 85/12’ deki) << Muhakkak Rabbinin kıskıvrak tutup yakalayışı (batş) pek
çetindir.>> (âyetinin) okunduğunu işitince :”
“ - Benim kıskıvrak yakalayışım (bundan) daha çetindir diyordu.
(çünkü) onun hâli, Allah için konuşanların hâliydi...” ( El - Futâhat El - Mekkiye,
Kültür Bakanlığı - 1184. B.1990, Muhyiddin İbn’ül Arabi, Çevr. Prof. Dr. Nihat Keklik,
sayfa, 97, 225, 226, 227, 405. Den. )
Muhyiddin İbn el-arabinin diğer bazı meşhur sözleri de şunlardır :
“ -Sübhâne min ezheru‟l - eşyâi ve hüve aynühâ” (İslâm Tasavvuf
Tarihi, Akabe Yayınları 1985 Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R. Yananlı Sayfa 21). Manası: Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyadan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır.
“ - İnne vücudu‟l - hâdisati‟l - mahlukat hüve aynı vücudu‟l - hâlik” (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı. Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının Vücuduyla, yaratıkların vücudu arasında fark
yoktur.
“ - İzâ kâne‟l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu‟tekıd.” (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için
iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve
aynı şeydir.
“El - abdü rabbin ver - rabbü abdün / Ya leyte şiiri mine‟l -
mükellef...” (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Kul Allah’tır, Allah’ta kuldur. / Ya mükellef olan kimdir ? Yani
mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur.
- Ene‟l - furkan ve‟s - seb‟ül - mesâni / Ve ruhu‟r - ruh la ruhu‟l
- evâni. (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Furkan yani Kur’an benim ve Kur’an-da bahsi geçen yedi çift
benim. ( bununla Fatiha sûresini kastediyor), ve ruhun ruhuyyum, kalıpların ruhu değil, diyor.
Muhyiddin-i Arabi‟nin bütün bu ve bunlar gibi sözleri, Kuran‟a göre açık bir şekilde şirk ve küfür olan sözlerdir. Öyle ki, bu gibi
sözler. Firavun‟un şirk ve küfür olan sözlerini dahi aşmaktadır.
Zira, Firavun, kendisinin Allah olduğunu iddia etmişti, Muhyiddin-i
Arabi ise her şeye Allah demektedir. Bütün Vahdet-i Vücûd’çuların durumu bundan farklı değildir. Tasavvufun kökü temeli budur dense noksan olur,
zira tamamı odur.
6- Bayezid-i Bestami
“Kendimi (noksanlıklardan) tenzih ederim, şanım ne de yücedir !”
“Eşyanın ta kendisi olduğu halde eşyayı izhâr eden Allah’ı tenzih ve tesbih
ederim.”
“Doğrusu sonradan meydana gelen mahlûkatın vücudu, Yaradanın
vücudunun aynıdır.”
“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef olan kimdir ?”
“Bayezid-i Bestemi (K.S.) Hazretlerine sorulmuş :
- Hakk’ı bilmenin manası nedir ?
Cevap vermiş :
<< Hiçbir Hak yok, mutlaka ben oyum! >> “(Bayazidi Bestami ve İslam
Tasavvufunun özü, Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Aralık 1978 baskısı, sayfa 18- 239 dan,
alıntılar ).
7- Mevlana Celaleddin Rumî
“Rûh yeki dân u ten keste aded sedhezâr
Hemçü ki bâdâmhâ der sıfat-ı revani
Çend lügat der cihan cumlei mani yeki
Ab yeki kest çün hâbiyeha bişkeni” (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb
Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 182.)
Şunu iddia ediyor:
“Canı bir bil, bedendir sayıda yüz binlerce görünen; hani bademler gibi, hepsinde aynı yağ var. Dünyada nice diller var; anlam bakımından
hepsi de bir; kırdın mı, su, bir olur-gider” “derken de gelen-giden bütün
bedenlerdeki canların birliğini, bir tek can, bir tek varlık bulunduğunu söylemekte, bedenleri, tek canın, görünüşte ki çokluğu olarak belirtmekte,
âdetâ bir can-beden, ruh-ten, anlam-madde birliği yapmaktadır.” (Mevlânâ
Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa
182.)
“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?
(39.b) Fakat bu Tanrılığı kendisine hasretmiyor. Onca herkes O‟dur
ve insan insanlığını anlayınca O, olur.” (Mevlânâ Celâleddin, Abdulbâki
Gölpınarlı, sayfa 196.)
“Sabah oldu, ey sabahın penehı Tanrı ! (Ben özür serdedemiyorum), bize hizmet eden Husâmeddin‟den sen özür
dile!”
“Akl-Küll‟ün ve canın özür diliyeni sensin;
canların canı, mercanın parıltısı sensin.”
“Sabahın nuru parladı, bize de bu sabah çağında senin Mansur