Türkiye Yazarlar Birliği Şanlıurfa Şubesi KÜLTÜR, SANAT, EDEBİYAT YAZILARI Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları Kapak Resmi: Remzi KARA
Türkiye Yazarlar Birliği Şanlıurfa Şubesi KÜLTÜR, SANAT, EDEBİYAT YAZILARI
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Kapak Resmi: Remzi KARA
İÇİNDEKİLER
Acıkırsan Yüreğim Her Öğün Sofra Sana / Tayyib ATMACA
Aşk Olsun Kalbim / Hasan AKÇAY
Sözümüz Söz Mü? / Mustafa ÖZÇELİK
Kar Yağdı Yanaklara/ İbrahim Halil ÇELİK
Fırın Önünde Dilenciler / Mehmet Attila MARAŞ
Vefasız / Mehmet Nur ŞANDA
Din ve Ümit / Şahin DOĞAN
Göbeklitepe / Eyyüp Azlal
Kendisi Olmayan Musa / S.Ahmet KAYA
Bir Mazlum Hikâyesi / Bekir URFALI
Aysima'ya Sonat / Mehmet Faruk HABİBOĞLU
Âşıklara Yaraşan / Mehmet ŞARMIŞ
Ne Haldeyim? / Ozan Halil MANUŞ
Tayyib Atmaca ile Röportaj / Eyyüp AZLAL
Mektup / Abdurrahman KIRIKÇI
Boş Yere / Mela Ahmed Cezeri
Urfa Destanı / Muhammed Baran ASLAN
Cennet-Cehennem / Mehmet SARMIŞ
Sen Ey İstanbul / Feridun EREN
Savrulduk Biz, İstemeden... / Emine YÜKSEL
Anneme / Abdullah ÖNCÜ
Bir Çift Kırmızı Rugan Ayakkabı / Ayşe REŞAD
Gitmeseydin Eğer / Ali TUTLUOĞLU
Dörtnala Geçen Zaman / Kadir ACI
Papatyalar / İbrahim Halil TUNÇEL
Gözlerde Umut / Aysel ÖZDEMİR
Vüs’at / Deniz TAVUS
Nar / Hakan SAĞLAM
Dostluk Üstüne Bir Güzelleme / Misbah HİCRİ
Sigara / Necmettin KILIÇER
Anılar Issız Bir Derya / Emine ÖNDER
Tut Ellerimden Umut / Enes UĞUZLU
Merdümgirizlik / Mehmet AKBAŞ
Bir Bayram Matemi / Recep DAĞ
Meryem'in İyilik Sorusu / Mustafa TOSUN
Tahavvül / Barış KAYA
Yaşamak İçin / Muhammed Salih ŞEKER
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
2018 Yıl: 1 Sayı: 1
ACIKIRSAN YÜREĞİM
HER ÖĞÜN SOFRA SANA
Kor ateşle tanıştım yalımdan öte geçtim
Aramızda ten duvar ölümden öte geçtim
Şol Yunusça kovandan balımdan öte geçtim
Fırtınaya tutuldum borandan korkmuyorum
Göğümün bulutları döşü dolu bir ana
Her damlası iksirden maya çalar bir cana
Acıkırsan her öğün yüreğim sofra sana
Aklı ile doyandan görenden korkmuyorum
Kendi gönül göğümde can kuşum kanat vurur
Kartallardan kaçarım akdoğan kanat vurur
İnsafı kıt avcılar çifteyle kanat vurur
Marazla tavlanmadım kırandan korkmuyorum
Yokluklarla sınandım şükür kapım açıldı
Cahillerle denendim fikir kapım açıldı
Candan özge can geldi hâkir kapım açıldı
Dikişsiz damatlıktan törenden korkmuyorum
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
2018 Yıl: 1 Sayı: 1
Sayfa 1
Tayyib ATMACA
AŞK OLSUN KALBİM
Ne varsa âlemde aşkla yücelmiş
Aşk olsun sana da, aşk d/olsun kalbim
Aşkı bilmeyenler yaşarken ölmüş
Aşk olsun sana da, aşk d/olsun kalbim
Geceyi gündüze koşturan aşktır
Çiçeği çimeni coşturan aşktır
Rüzgâra dağları aştıran aşktır
Aşk olsun sana da, aşk d/olsun kalbim
Yıldızlar aşk ile durur semada
Yağmurla toprağa sinen sedada
Aşk dostlukta, aşk birlikte, vefada
Aşk olsun sana da, aşk d/olsun kalbim
Gönül olacaksan aşkla dol kalbim
Güzel bak, güzel gör, derde gül kalbim
Maksuda varmaya giden yol kalbim
Aşk olsun sana da, aşk d/olsun kalbim
Dil olur konuşur sıcak bakışta
Umuttur, baharı gözleyen kışta
Pişirir, oldurur her dem yakışta
Aşk olsun sana da, aşk d/olsun kalbim
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 2
Hasan AKÇAY
Mustafa ÖZÇELİK
SÖZÜMÜZ SÖZ MÜ?
Sözün, yazının kirletildiği, anlamının buharlaştığı bir çağda yaşıyoruz. Çeşitli yöntemler kullanılarak
oluşturulan yeni bir yazı, şiir, şair ve yeni bir kitap, okuyucu anlayışı oldukça mesafe almış görünüyor. Bu
manzara içerisinde kitap-dergi bir meta özelliği kazanırken yazar/şair üreticiye, okur da tüketiciye dönüştü.
Yani kültürel-edebî olması gereken bir konu tamamen ticari boyutta ele alınıyor. Daha da kötüsü söz ve yazı
yeni bir insan, toplum yapısının oluşmasına, yeni bir hayat tarzının inşasına alet ediliyor. Mesela yeni yazar,
sanatkâr tipinin bir pop yıldızı gibi bağımlı hayranları, iflah olmaz karşıtları, (Karşıtları olması da bu yazar
tipini besleyici bir durumdur.), sıra dışı hal ve tavırları, giyimi, kuşamı, garip ilişkileri hatta skandalları olsun
isteniyor. Yine mesela kitap okunan bir şey olmaktan çıkıp satılıp alınan bir meta haline geliyor.
Söylemeye çalıştığımız bu hususları daha ayrıntılı anlayabilmek için George Orwel’in “Bin Dokuz
Yüz Seksen Dört” romanı ile Aldaus Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” romanlarını okumak yeterlidir. Bunlar
ister yazarların öngörülerine göre iyi niyetle ve uyarıcı metinler olarak isterse gelecekte olacaklara/olması
istenenlere insanları zihnen hazırlamak için yazılırsa yazılsın her ikisi de insanlık için bir kâbus
senaryosundan söz etmektedir. Üstelik bu kâbus söz/yazı ile gerçekleştirilmektedir. Bu yüzden
yazarların/şairlerin okuyup üzerinde düşünmeleri gereken kitaplardır. Mesela Orwel’in kitabında yeni bir dil
inşası, Sekspir, Dante gibi klasik yazarların yasaklanması, evlilik, anne, baba, hürriyet, din gibi kavramların
yasak kabul edilmesi yani değerlere saldırı gibi hususlar bugün yoğun bir şekilde karşımızda birer problem
olarak durmaktadır.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 3
Bugünkü edebiyat dünyamız da hızla bu kitaplarda anlatılanlar gibi böyle bir süreç içerisinde
şekilleniyor. Ne var ki böyle bir durum karşısında mesele teknoloji/internet vasıtasıyla gerçekleştiği için
kimse zamanın akışına karşı durulamayacağı şeklindeki bir anlayışla bu küresel insanlık düşmanlarına
teslimiyetten başka çare göremiyor. Hatta inancı, dünya görüşü ne olursa olsun herkes aynı şekle bürünüyor.
Yayınlanan kitaplara bakınca görüyoruz ki hepsi küresel güçlerin istediği insan/okur tipini oluşturmak
gayesine hizmet ediyor. Teslimiyetin yerini karşı koyma, akıntıya kapılmak yerine durup düşünme,
sorgulama ve bir çıkış yolu aramak ise nerdeyse hiç aklımıza gelmiyor. Çünkü değiştirme/dönüştürme o kadar
ustalıkla yapılıyor ki fark edebilmek için derin bir bilince, sağlam bir inanca sahip olmak, gafletten uyanmak,
yeni bir arayışa niyet etmek, gayret göstermek gerekiyor.
Bir hafıza tazelemesi yaparak insanlık tarihine dönüp baktığımızda görürüz ki insanlığa bu
operasyonu çekenler, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar yenilmez değillerdir. Bunu anlamak için sadece
peygamberlerin kıssalarına bakmak yeterlidir. Sadece Hz. Musa örneğini hatırlamak bize yeni bir ufuk
açabilir. Firavun’un sihirbazlarını aynı yöntemle etkisiz hale getiren bir örnek var karşımızda. Bugün
yapılanların/yapılmak istenenlerin de modern bir sihir/büyü olduğunu kim inkâr edebilir ki… Öyleyse bize
bir Musa duruşu gerek. Buna sahipsek yalanın, sahte olanın büyüsü bozulacak, sihir üzerimizde etkili
olamayacaktır.
Böyle bir durum karşısında ne yapacağız? Bildiğimiz gibi bu çağın bir özelliği ise sadece sorunlardan
şikâyettir, çözüm teklif etmemektir/edememektir. Çünkü bu yeni anlayış eleştiriye izin verse bile çözüme
ilişkin tekliflere imkân vermiyor. Ama biz öyle yapmayacağız. Konu yazar/şair/eser bağlamında ele alındığı
için bir çözüm yolu olarak geleneğin ruhuna, diline dönmenin faydalı olabileceğini söylemek istiyoruz.
Geleneğe dönmek derken de Kur’an’a, sünnete ve bunlara bağlı olarak oluşturulan kadim
kültüre/sanata/edebiyata dönmeyi kasdediyoruz. Çünkü İsmet Özel’in “Neyi kaybettiğini hatırla” sözünde
belirttiği gibi neyi kaybettiğimiz bilirsek neyi bulacağımızı da biliriz. Bu, epeyce aydınlatıcı bir ifadedir.
Çünkü kayıplarını bulamayanlar, asla kazanamazlar. Bizim kaybettiğimiz şey ise hakikatin ta kendisidir.
Hakikatle olan bağımızın kopması ya da kopmak üzere olmasıdır. Öyleyse bulunmamız gereken yer hakikatin
iklimidir. Yine İsmet Özel, bu kayıplar karşısında “Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!” sözleriyle bize bir
çıkış yolu teklif eder. Ben bu dönülmesi gerekenleri “evimiz, şarkımız, kalbimiz” olarak anlamaktan
yanayım. Bu yüzden bizim olan referanslarımızla buluşmak gerektiğini düşünüyorum. Bunlardan biri de
adının başına “Bizim” kelimesini eklediğimiz “Bizim Yunus” yani Yunus Emre’dir. Onu örneklememin
sebebi ise söz’e dair söyledikleridir. Onun “söz” redifli şiiri mevcut edebiyat anlayışına karşı durabilmemizi
ve olması gereken edebiyatı inşa edebilmemizi sağlayacak ölçüler ortaya koyar.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 4
Bahsini ettiğimiz bu şiirde söze (bunu yazı olarak da düşünmek gerekir) yüklenen anlam ve söz
söylemenin/yazı yazmanın ilkelerini tümüyle bulmak mümkündür. Özetle belirtmek gerekirse şunlar
söylenilmektedir: Söz, bilerek söylenilmelidir. Bunun için zihinde ve gönülde iyice pişirip olgunlaştırmalı,
söz us (akıl) denetiminden geçirilmeli, yaramaz (kötü) olanlar ayıklanmalıdır. Böyle bir söz kişinin yüzünü
ak eder. Söz, savaş, kavga, fesat, nifak çıkaran bir özelliğe bürünmemelidir. Aksine iyiliği, güzelliği ve
faydayı esas almalıdır. Söz, mücevher değerinde olmalıdır. Sözü güzel değilse sahibi şehriyar bile olsa basit
birine dönüşür, değersizleşir. Yine kişi sözü söyleyeceği zamanı bilmeli, muhatabın anlama seviyesine dikkat
etmeli, kötü sonuçlar doğuracak sözlerden kaçınmalı. Söz bahsinde hem esasa hem de usule riayet
Özetle söylemeğe çalıştığımız bu hususların Kur’an ve hadislerde geçen söz söylemeye dair ilkelerin
şiir diliyle açıklanması/yorumu olduğu açıkça görülecektir. Bundan dolayıdır ki geleneksel kültürün öncüleri
“konuşma adabı” (bunu şimdilerde yazma adabı olarak da düşünmek gerekir), “dilin afetleri” gibi kitaplar
yazma gereği duyarak insanları bu konuda uyarmışlardır. Bu sebeple küresel çetelerin dayattığı kültür, sanat,
edebiyat anlayışına karşı çıkmak isteyenler öncelikle okumalarını/beslenmelerini bu kadim kaynaklara göre
yaptıklarında kendi yazdıklarının şekli de muhtevası da değişecek ve hemen olmasa bile bunlar insanlık
nezdinde bir karşılığı er geç bulacaktır. Ama şimdilik görünen odur ki sanat anlayışımızı, dil tutumumuzu,
edebiyat görüşümüzü bu kaynaklardan beslenerek oluşturmuyoruz. Haiddeger’den (elbette
okunmalıdır/okunabilir) sanat anlayışı devşirenler bir de mesela Mevlana’ya baksalar, divan şiirini, halk ve
tekke şiirini inceleseler mutlaka bir çıkış noktası bulabileceklerdir. Bütün isimler/eserler aynı zamanda bir
zihniyetin yansıtıcısı olarak bir sanat felsefesine de sahiptirler. Hikâye, roman yazanlar peygamber
kıssalarına, evliya menkıbelerine, masallarımıza, destanlarımıza baksalar bambaşka bir roman hikâye yazma
imkânı bulacaklardır. Bu, şekilsel olarak bir gelenekle bağ kurma manasında bir uyarı, teklif değildir.
Söylenilmek istenen ruhtur, anlayıştır. Şayet bunu yapabilirsek/yapmayı başarabilirsek söz de yazı da
kaybolan anlamını tekrar kazanmış olacak ve bu ruhla yazılan eserler insanlığın insanlığına seviye
kazandıracaktır. Söz, ayağa kalkarsa insanlık da ayağa kalkacaktır. O yüzden kendimize ve söz/yazı ile
uğraşan herkese sorulacak temel soru “Sözümüz söz mü?” sorusu olmalıdır.
Mustafa ÖZÇELİK
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 5
KAR YAĞDI YANAKLARA
Kar yağdı yanaklara
Kirpiklerin tutuştu
Sema'dan dökülen kar
Lal yakuta dönüştü
Seni avutmak için
Ey gonca i nazenin
Ruhum canım ve tenim
Bağrım nara dönüştü
Kara bahtım seninle
Gün gibi aydınlandı
Yere göğe sığmazken
Yüreğim sana kandı
Kar yağıyor bembeyaz
Gözümün mavisine
Selvi boylu yarimin
Âşık oldum sesine
Kar yağdı yanaklara
Kirpiklerin tutuştu
Havadan dökülen kar
Lal yakuta dönüştü
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
2018 Yıl: 1 Sayı: 1
Sayfa 6
İbrahim Halil ÇELİK
FIRIN ÖNÜNDE DİLENCİLER
Urfa’da ekmek fırınları
Çarşılarda, mahallede en çok gidilen yerler
Perşembeyi cumaya bağlayan akşam dilenciler
Oturarak yerlere birer, ikişer, üçer
Fırından yeni çıkmış taze ekmek dilenirler
Hayır için dağıtılan ekmekleri
Kapıp koymak için kirli torbalarına
Öylesine bekleyip dururlar kızlı erkekli
Fırın önlerinde dilenciler
Ekmek dilenmek demek
Tükenmesi demektir insanların
Açlık sınırında beklemesi
Nice işsiz güçsüz yoksulların
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 7
Mehmet Attila MARAŞ
Mehmet Nur ŞANDA
VEFASIZ
Yıllarca beslediğin vefasız yılan
Akrebe iş bırakmadan soktu da gitti
Vefaya sadakat, emeğe saygıyı
Ayaklar altında ezdi de gitti
Duygudan nasipsiz çıyan üçlüsü
Akrebe iş bırakmadan soktu da gitti
Bütün bir maziyi, güzel istikbali
Ayaklar altında ezdi de gitti
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 8
Şahin DOĞAN
DİN VE ÜMİT
Bütün hayallerin gerçek olması kadar hayal kırıcı bir şey yoktur diyor, Haldun Taner. “Bütün
hayallerim gerçek olsa ah!” şeklindeki malum dize olmayana, olmayacak olana, gerçekleşmesi mümkün
olmayana tutulan yanık bir ağıt. Sanatın da ilham kaynağı galiba bu yanık ağıt, daha doğrusu temenni.
Elde edilen, elde tutulan, ele geçirilen ve kavuşulan her şey değerini yitirir zamanla. Adına ideal
denilen şey elde edilmediği, ele geçmediği için yüksektir, tıpkı ütopya gibi. İdeal olan, reel olan için
muhayyel bir kamçıdır. İdeal olmazsa reel de olmaz; reel olmayınca idealin olmaması gibi.
“Mecnundan koca olmaz.” Onun için aşk evliliği değil mantık evliliği yapın der Denemeler yazarı
Montaigne. Çünkü aşk sadece hayal edilebilir, kuşatılmaz ve erişilmez. Ama mantık her zaman sahip
olduğunuz/olabileceğiniz en bağayı mülkünüzdür. O, yapabilse en bayağı olanı yapacak ama o da geçmiyor
eline.
Şair kendi durumu için “dünyaya kapalı ve fakat Allah’a açık” der bir şiirinde. Şair çok talihli zira
felaketlerin en müthişi: her ikisine de kapalı olmak veya kendini kapatmak.
“En uzak mesafe ne Hint, ne Çin; en uzak mesafe ne gökyüzü, ne ışıl ışıl parlayan yıldızlar; en
uzak mesafe iki kafadır birbirini anlamayan” şeklinde çok hoş ve manidar bir sözü var Can Yücel’in.
Anlaşılmamayı/birbirini anlamamayı bu kadar kudretli ve nârin anlatan bir başka söz bilmiyorum.
Ceset olarak bir ve yan yana fakat anlam olarak kutuplar kadar uzak birbirine. Felsefede zaman
kavramı tini temsil eder. Tini, yani ruhu. Felsefe tini tanımaktır, tini okumaktır bir bakıma.
Onun için “ateş gibi bir nehr akıyordu ruhumla onun ruhu arasında” mısraının muhatabı âlim
değil, âriftir. Çünkü âlim sathı bilir, ârif ise künhü. Her iki varyanta birden aşina olan kişiye de âşık denir.
Tebrizli Şems ve Mevlana gibi.
Kemal Tahir hapiste idama mahkûm olan biri için “geleceği olmayan bir adama anlatılabilecek
hiçbir şey yoktur” der. Ama büyük yanlış! Geleceği olmayan adama anlatılabilecek en yüce şey -sanal bile
olsa- bir gelecek temin etmektir, bir gelecek umudu vermektir.
Din bu yüce dileği ve umudu temin edebildiği için hala canlıdır, büyüktür, caziptir. Bu noktada
dinin yerini doldurabilecek/tutabilecek hiçbir beşerî ideoloji yoktur. Hâsılı, ümitliyim o halde varım!
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 9
Eyyüp AZLAL
GÖBEKLİTEPE
Ana Hatlarıyla Göbeklitepe...
1. Göbeklitepe, Şanlıurfa şehrimizin 20 kilometre kuzeydoğusunda bulunan Örencik köyü yakınlarında
bulunuyor.
2. Neolitik döneme ait olan Göbeklitepe, tarihte bilinen ilk tapınak olma özelliğini taşıyor. Bu nedenle de
tarihteki ilk inancın başlangıç kaynağı olarak kabul edilen en büyük tapınak olarak kayıtlara geçmiş
durumda.
3. Göbeklitepe'nin bir diğer önemi ise, tarihte bilinen en eski yapıttan daha da eski olması.
4. Örnek vermek gerekirse, Göbeklitepe'nin keşfine kadar bilinen en eski tapınak ise Malta'da bulunmakta
ve 5000 yaşında. Ayrıca Stonehenge'den 7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha yaşlı...
5. Göbeklitepe'nin inşası sırasında insanoğlu bitki toplayan ve hayvanları avlayan gruplar halinde
yaşamlarını sürdürüyordu.
Fakat ilginç olan bir durum var ki, küçük gruplar halinde yaşayan insanların Kayalık bölgelerden, büyük
sütunların ve ağır taşların el arabaları ve yük hayvanları olmadan iki kilometre taşıması neredeyse
imkânsızdı. Bu nedenle tarihte ilk defa insanların kalabalık bir şekilde bir arada olması gerekmişti.
6. Bitki toplamanın yanı sıra hayvan avlayan insanlar mağara duvarlarına hayvan figürleri resmetmişti.
Hayvan figürlerinin kabartmalı ve tek şekilde yapılması sanatsal bakışlarının farklılığını da ortaya koyuyor
bu şekilde. Taşlar üzerine, akrep, tilki, boğa, yılan, yaban domuzu, aslan, turna ve yaban ördeği figürleri
işlenmiş durumda. Bir kısım arkeoloğa göre bu hayvan figürleri tapınağı ziyaret eden farklı kabilelerin
sembolü olarak nitelendiriliyor.
7. Bazı arkeologlar ise, boyları 3 ile 6 metre arasında değişen T biçimindeki sütunların stilize edilmiş insan
figürleri olduklarını düşünüyorlar. İnsanları temsil eden T sütunlarının ağırlıkları 40 ile 60 ton arasında
değişiyor. Ayrıca sütunlar üzerinde diğerlerinden farklı olarak aşağı doğru inen şekilde işlenmiş 3 boyutlu
aslan kabartması bulunuyor. Böylelikle kullanılan aslan figürleri Neolitik dönemde aslanların Anadolu'da
yaşamış olma ihtimalini ortaya koyuyor.
8. "Göbeklitepe nasıl keşfedildi?"
1983 yılında tarlasını süren Mahmut Kılıç tarlada bulduğu oymalı taşı müzeye götürdü fakat eser sıradan
bir arkeolojik bulgu olarak Urfa Müzesi'nde sergilenmeye başlandı.
1995 yılında Şanlıurfa Müzesi başkanlığında ve Prof. Dr. Klaus Schmidt'in bilimsel danışmanlığında
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 10
8. "Göbeklitepe nasıl keşfedildi?"
1983 yılında tarlasını süren Mahmut Kılıç tarlada bulduğu oymalı taşı müzeye götürdü fakat eser sıradan
bir arkeolojik bulgu olarak Urfa Müzesi'nde sergilenmeye başlandı.
1995 yılında Şanlıurfa Müzesi başkanlığında ve Prof. Dr. Klaus Schmidt'in bilimsel danışmanlığında
kazılar başlamıştır. 2007 yılında ise kazı başkanlığına Klaus Schmidt getirilmiştir.
9. Arkeologlar tapınak yapılarının sıvı geçirmeyecek şekilde inşa edildiğini söylüyorlar. Bu sayede
törenlerin içerikleri tam olarak bilinmese de, bir sıvı (kan, su, alkol v.b.) eşliğinde gerçekleştirildikleri fikri
oluşuyor.
10. Her bir koldan büyük öneme sahip olan Göbeklitepe ilk olarak 2011 yılında UNESCO tarafından Dünya
Miras Geçici Listesi'ne alınıyor.
11. Daha sonra ise UNESCO, Göbeklitepe'yi Dünya Kültür Mirası Listesine aldı.
Göbeklitepe ve Urfa
Bahreyn’de yapılan kırk ikinci UNESCO- Dünya Miras Listesi toplantısında Kolombiya, Almanya,
İspanya ve Güney Kore ile birlikte Türkiye’den Göbeklitepe arkeolojik alanı da bu miras listesine eklendi.
Dış İşleri Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonunun yoğun çabaları
sonucunda, Göbeklitepe arkeolojik kazıları başvurusu kabul edildi. Böylelikle ülkemizin UNESCO Dünya
Miras Listesi'ne tescilli alanlarının sayısı on sekize çıkmış oldu.
Göbeklitepe’nin UNESCO Dünya Miras Listesi'ne tescili için Kültür ve Turzim Bakanlığının yanı sıra
Şanlıurfa Valiliği ve Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi de bu arkeolojik alanı tanıtacak çeşitli etkinlik ve
çalıştaylara imza attılar. En mühim olay ise cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın, 2019 yılını
Göbeklitepe yılı ilan etmesiyle oldu. Şanlıurfa, Göbeklitepe’ye
Göbeklitepe kazılarını başlatan ve Göbeklitepe’yi hem dünya medyasında hem de dünya kamuoyunda
tanıtan Prof. Dr. Klaus Schmidt de en az bu kurumlarımız kadar emeği vardır. Dr. Schmidht’in 2009 yılında
ani vefatı bazı çalışmaları geriletse de onun geliştirmiş olduğu çalışma disiplini nihayetinde kazı heyeti bu
arkeolojik alanın diğer bölümlerinde çalışmalarını devam ettirmektedir. Schmidt’in vefatı, Urfa açısından
ne kadar büyük kayba uğradığını o dönemde yardımcılığını yapan Dr. Cihat Kürkçüoğlu şu sözlerle
anlatıyordu.
“Schmidt, bir Urfalı kadar Urfalıdır. Kendisi yirmi yıldır her gün kazı alanındadır. Bir gün olsa dahi geç
gelmedi. Ekibi ile birlikte her sabah saat 06.00 kazısının başında idi. Dört yıldır kazı başkan yardımcısıyım.
Yönetmelik; “Kazı Başkanı bulunmadığı durumlarda kazıyı Başkan Yardımcısı yürütür” demektedir.
Merhum Schmidt bir gün dahi gelmemezlik etmedi ve bana bu konuda bir iş düşmedi.
Dr. Schmidt, yirmi yıldır dünyanın dört bir tarafına günübirlik de olsa üşenmeden giderek verdiği
konferanslarla, Almanca (2006 ve 2007 yıllarında iki ayrı kitap), Türkçe (2007), Lehçe (2010), İtalyanca
(2011), Rusça (2012) dillerinde yayınladığı kitaplarla, hazırladığı fotoğraf sergileriyle Göbeklitepe’yi
dünyaya tanıtmaya çalışıyordu. 21. 07. 2014, Hizmet Gazetesi, Şanlıurfa”
Urfalı bir aydının gözünde arkeolog Schmidt böyle anlatılıyordu o günlerde. Elbette Dr. Schmidt bu
iltifatları hakk edecek çok şey yaptı. O, bir arkeolog olarak kazısını yapmanın yanı sıra Göbeklitepe’yi
Almanya’nın dünyaca meşhur dergisi Der Sipigel’de özel sayı yaptı. Ardından İngilizlerin Dünya markası
olan gazetesi The Guardian’da tam sayfa verdirdi. BBC Kanalı CNN ve en son Georaph National gibi
beynelmilel bir dergide Göbeklitepe’yi kapak dosyası yaptı.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 11
Urfalı bir aydının gözünde arkeolog Schmidt böyle anlatılıyordu o günlerde. Elbette Dr. Schmidt bu
iltifatları hakk edecek çok şey yaptı. O, bir arkeolog olarak kazısını yapmanın yanı sıra Göbeklitepe’yi
Almanya’nın dünyaca meşhur dergisi Der Sipigel’de özel sayı yaptı. Ardından İngilizlerin Dünya markası
olan gazetesi The Guardian’da tam sayfa verdirdi. BBC Kanalı CNN ve en son Georaph National gibi
beynelmilel bir dergide Göbeklitepe’yi kapak dosyası yaptı.
Dr. Schmidt’in yaptığı bu çalışmalar neticesinde neler oldu? Göbeklitepe, dünyanın bilinen en eski mabedi
özelliğini taşıyan, İngiltere'de bulunan Stonehenge'den yedi bin, Mısır piramitlerinden ise yedi bin beş yüz
yıl daha eski olduğu anlaşıldı. Arkeoloji dilinde en erken tabaka diye tanımlanan üçüncü tabakada buradaki
tarihin Milattan Önce on bin olduğu anlaşıldı. Buradaki yerleşim yerinde ana toprağa ulaşıldığında
Göbeklitepe’de yaşanmış hayat daha da netleşecektir.
Eldeki bulgular ise şunu gösteriyor: O dönemdeki insanlar, avcılık ve hayvancılık ile geçiniyor. Tarımın
yapılmadığı düşünülmektedir. Yerleşim yerinin konumu ve ortaya çıkan büyükçe yapılar, yani tonlarca
ağırlıktaki dikilitaşlar ve bunların buraya getirilmesi ve yerlerine oturtulması Taş Devri insanlarının büyük
bir organizasyon ve zaman dilimi içinde hareket ettikleri anlaşılıyor.
Dinler tarihi açısından değerlendirdiğimizde Dr. Schmidt, Göbeklitepe’deki kazıları İncil’e göre
yorumladığını da söyleyebiliriz. Devam edersek, Alman Der Spiegel dergisinin Dr. Schmidt’ten aldığı
bilgiler neticesinde buranın Hz. Adam’le Havva’nın Cennet’ten kovulup bu bölgeye bırakılmış
olabileceğini yazmıştı. Yine bunun yanında Karacadağ yöresinde halen yetişen yabani bir buğday bitkisinin
en eski buğday bitkisi olduğu ve buradan da yola çıkarak ilk tarımın da bu bölgede yapılmış olduğu
düşünülmektedir.
Ve biz…
Göbeklitepe arkeolojik alanın bulunmasıyla dünyada insanlık tarihini değiştirecek birçok olay, bulgu ve
teori artık değişmiştir. Bu değişikliğin merkezinde kadim şehir Urfa’yı bir bütünlük çerçevesinde insanlık
tarihine sunmak zorundayız. Yani günümüzden başlayarak Milat’ın on iki bin yıl öncesine gidersek bu
şehir; karakterini, kodlarını hep koruyarak gelmiştir.
Urfa, bu bağlamda bizim tasavvurumuzun çok üstünde dünyadaki tarih ve tarih öncesi araştırmacılarının
dikkatini çekmektedir. Bu nedenle Göbeklitepe arkeolojik alanı ziyarete gelecek ziyaretçiler sadece bu
mekânı görüp havaalanı ve otogar yolunu tutup şehirden ayrılmamalı. Dr. Schmidt, Göbeklitepe kazıları
neticesinde ulaştığı medeniyet öncüllerini Urfa şahsında görüyor ve Urfalıların yer sofrasında bulduğu
lezzeti, gördüğü ahengi o dönem insanlarıyla kıyaslıyordu. Göbeklitepe arkeoljik alanda ortaya çıkan
figürlerin aynısı ya da felsefî akislerinin şehir mimarisinde de kullanılmış olabileceğini düşünüyordu.
Son olarak…
Tarlasını sürdüğü sırada sabanını taşa vuran ve o taşın bir heykel olduğunu fark edince de “Bu, bir şeydir”
diyerek bulduğu heykeli at arabasıyla Şanlıurfa Müzesi’ne kadar götüren ve böylelikle tarihte bilinen en
eski tapınağı, on bin yıllık Göbeklitepe’yi bularak dünya tarihinin yeni baştan yazılmasına vesilen Urfalı
çiftçi Şavak Yıldız amcanın taşralı bilgeliğini selamlıyor, onun önünde saygıyla eğiliyoruz.
Eyyüp AZLAL
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 12
KENDİSİ OLMAYAN MUSA
….. ve ben her gün bir yerlerden geliyorum
Her an her yerlerden geliyorum
Şık ve alımlı elbiseler içinde
Güzel sözcüklerle ve düzgün yürüyüşle
Sabah akşam aynaya bakayım da
Uzun uzun saçlarımı tarayayım
Ne olur ne olmaz, rüzgârdır bu…
Sonra bir sokağın insan yüzüne bırakıyorum kendimi
Yanımda iyi niyetlerim
Bir de bizim Musa
Hani yirmi beşinde katil olan Musa
Gün geçmez ki kendini vurmasın uzak bir dağa.
Toplayıp şehrin içinden muhacir türkülerini
Yalnızlıkları
Kimsesizlikleri
Çaresizlikleri…
Bir sokaktan evlere geçiyorduk
Ben ve Musa.
Sonra bir adam çıkıyordu bulanık bir geceden
Pis nefesi ve gerinen kasları ile
Seherin serin sularını bulandırıyordu
Ahh! Bize kaldı çocukları okşamak
Devrilen iskemleleri doğrultmak hatta…
Hatta içimize akan gözyaşlarını okşamak…
Neyleyim,
İçimize akıyor işte sahipsiz gözyaşları
Şehrin burkulan kaburgaları
Kırık aynaları.
Ki, hep taşıdım ben onları boyası dökük duvarlara
Gün geçmez ki üzerime kapanmasın
O duvarların demirden kapıları
O kapıların kapılara kapanan kanatları
Ve o kanatlarında
Kendini asan evde kalmış kızların siluetleri
Yüreğimin en hassas yerlerine akar
Ki o zaman Musa’yla
Terk ederim işte şehr-i kadimi
Toplayıp şehrin içinden muhacir türkülerini
Yalnızlıkları
Kimsesizlikleri
Çaresizlikleri…
s. ahmet kaya /mart 2011/
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 13
S.Ahmet KAYA
Bekir URFALI
BİR MAZLUM HİKÂYESİ
Yarısı yırtık resim, yarı kayıp bîçare
Ceylanın yarasına arıyorum bir çare.
Sapan taşı yemişim can çekişir hevesim
Dikenli yollarında tükendi son nefesim.
Yolum yokuş yukarı dizimin yok dermanı
Hangi rüzgâr dağıtır başımdaki gümanı.
Elimde tahta bavul, önümde yollar uzar
Tut elimden ey umut gör ki kader ne yazar.
Kara trene verip gençliğimi gönderdim
Sevdiğimden hediye taşınmaz benim derdim.
Bir mazlum hikâyesi bunu kuşlar dinlesin
Varsın mezar başımda kör baykuşlar inlesin.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 14
AYSİMA'YA SONAT
-Bana bir şarkı söyle, içinde martı olsun, deniz olsun, bulut olsun. Yani umut olsun.
Umut yoksul yüreklerin lolipop şekeri. Avunuruz işte. Hayat belli ki yoksulları sevmiyor. Ama
yoksulluk paslanmış tren rayları. Yokluktan yoksulluğa doğru ve üstünden mütemadiyen umut
lokomotifi geçer ağır aksak. Makinist amca kızma bize.
Bir köhne kompartımanda sayıklarız kendi kendimize geçmişi. Tutup bir şarkı söyleriz bir
ağızdan. Ağzımızda garip kekremsi bir tat. Lambanın loş ışığı içimizi yakar. Bir şiir olur gölgeler ürkek
ve kırılgan.
-Bana bir şiir oku, içinde bahar olsun, çiçek olsun, ışık olsun. Yani Sen konulu.
Ben senden çok uzaktayım ama. Bu tren beni sana getirmez mi? İçim sana açık, yolum kapalı.
Katar katar uzar gider yalnızlığımız. Biz aslında yitik umutlarıyız sevdanın. En sert rüzgârlar yalar
saçlarımızı ve üşür gözlerimiz. Çünkü hiç bahar görmedik.
Sakallarımda buz parıltısı ve ellerim avare. Yol niye bu kadar uzadı makinist amca?
Hala sürüyor yolculuk. İstasyonlar birbirinden farksız, hepsi hasret durağı. Biz hangi peronda
ineceğiz? Ama sürekli yeni yoksullar biniyor her istasyonda trene. Her birini ayakkabılarından tanırız.
Yoksulluk çetin doğrusu. Ve en çok çocuklara yakışmaz, en çok çocuklara.
Beni bekle, geliyorum Aysima.
Bugün değil elbette, bir gece sana varacağım apansız. Karlı dağların ardından kapkara
dumanını savura savura gelen bir tren getirecek beni. Gözlerimde bir şarkı ve ellerimde bir avuç şiirle
geleceğim, bekle beni. Hem sana bir kaç lolipop şekeri de getireceğim. Çocuk yüreğinle bekle beni.
Saat gece yarısını çok geçe. Bütün kompartıman uyuyor ve ben uyanık. Aklım, fikrim, zikrim
duada. Umut göğsümün tam ortasında.
Bekle beni Ayyüzlü.
Sana geliyorum dudaklarımda bir yığın çocuk şarkısı. Bir demet çocuk şiiri heybemde. Çünkü
ben Aysima, yoksulum belki ama, yoksun değilim. Sen'im var yüreğimin her köşesinde.
Bir umut çünkü bizimkisi. Bütün dünyanın çocukları bizim için duada. Afrika'da, Urumçi'de
bizim şarkımızı söylüyor çocuklar. Karanlıkta dans ediyor gölgeler, bak!
Bekle beni Aysima.
Kemanın sesi geliyor mu kulağına?
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 15
Mehmet Faruk HABİBOĞLU
ÂŞIKLARA YARAŞAN
Aşıkız biz, aşk bizim cananımız
Âşıklara böyle olmak yaraşır
Aşıkız biz, aşka feda canımız
Âşıklara böyle olmak yaraşır
Aşkı aşkta bulup, aşka banmışız
Aşkı ateş bilip, aşka yanmışız
Yine aşka dalıp, aşka kanmışız
Âşıklara böyle olmak yaraşır
Aşkın esiriyiz, azat gerekmez
Hasrete talibiz, vuslat gerekmez
Bize aşktan başka murat gerekmez
Âşıklara böyle olmak yaraşır
Arayıp da bulmamaktır aşk bize
Doldurup da dolmamaktır aşk bize
Sararıp da solmamaktır aşk bize
Âşıklara böyle olmak yaraşır
Bülbül biziz, feryat biziz, gül biziz
Arı biziz, petek biziz, bal biziz
Ağaç biziz, yaprak biziz, dal biziz
Âşıklara böyle olmak yaraşır
Aşıkız biz, aşk bizim kaderimiz
Aşk yolunda yine aşk rehberimiz
Ölsek bile sürecek seferimiz
Âşıklara böyle olmak yaraşır
Ruhevi der aşkı anlatmak abes
Anlayana mana dolu her nefes
Cahil de der, divane de der herkes
Âşıklara böyle olmak yaraşır
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 16
Mehmet SARMIŞ
NE HALDEYİM?
Taç yapmak için saçlarına
Güller devşirdim yamaçlardan
Görünce güzelliğini
Soldular hep kıskançlıktan
Çağlayanlar sustu
Duyunca sesindeki ahengi
Esmekten korktu rüzgâr
Bir tel incitirim diye zülfünden
“Başı pare pare dumanlı dağlar”
Selvi boyun karşısında
Diz vurup yere
Kabullendiler yüceliğini
Kur yapmadı kumrular eşlerine
Karabasan çöktü
Karasevdalıların düşlerine
Ne küheylan şahlandı artık
Ne sıçradı ceylan
Donup bakakaldılar öylece
Raks edişine, ürkek ve hayran
Doğmaktan korktu güneş
Parlaklığını yitirdi dolunay
Kaosa büründü kâinat
Bir çığlık yükseldi göklere:
-Tanrım bizi baştan yarat
…
Bir nebzecik olsun beni
Düşündün mü ne haldeyim?
Sen hayat ışığımsın benim
Bense, etrafında dönen pervaneyim…
Ozan Halil MANUŞ
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 17
Tayyib ATMACA
RÖPORTAJ
Serbest Hececi Şair, Tayyib Atmaca Konuştuk. (Konuşan: Eyyüp Azlal)
Tayyib Atmaca, 10.06.1962 tarihinde Kahramanmaraş Afşin Topaktaş köyünde doğdu. İşletme
Fakültesini bitirdi. Güneysu Kültür Sanat Edebiyat Dergisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Uzun süre bu
derginin yayın yönetmenliğini yaptı. Osmaniye’de (36 sayı) Kırağı Şiir Dergisi, Eskişehir’de Ardıç Kültür
Sanat Edebiyat Dergisini çıkardı. Halen (e-dergi) Hece Taşları Şiir Dergisi ve Açıkkara mizah dergilerini
çıkarmaktadır. Osman Gazi Turaç, Ali Galip Katırcı, Hasan Basri Meses, Toygar Yontar, Muzaffer Ali,
Mehmet Hartlap, Müsamettin Turp ve Kısmet Keven müstear isimleriyle mizahi yazılar ve taşlamalar yazdı.
Şiir ve denemeleri: Dolunay, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Milli Kültür, Mina, Kardelen, Karçiçeği,
Palandöken, Güneysu, Sühan, Tepe Edebiyat, Kırağı, Yedi İklim, Yolcu, Yitik Düşler Lika, Ardıç, Sühan,
Şiar, Kardeş Edebiyat, Kuşluk Vakti, Herfene vb. dergilerde yayınlandı. Kahramanmaraş’ta yaşıyor,
Onikişubat Belediyesi’nde memur.
Şiir Kitapları: 1. Hüzünlerin Düğünü, Kendi Yayını, Osmaniye 1980.
2. Külüngün Taşlara Çizdiği Nakış, Güneysu Yayınları, Osmaniye 1993.
3. Döş Defteri, Ardıç Yayınları, Eskişehir 2006.
4. Uzun İnce Bir Türkü, Yediharf Yayınları, İstanbul 2010.
5. Âşıklar Meclisi, Açı Yayınları, İstanbul 2014.
6. Söz Açarı, Atışma/Şiir, Berikan Yayınları, Ankara 2014.
7. Sarı Kitap, 2. Baskı, Berikan Yayınları, Ankara 2017.
8. Bende Yanan Türkü Sende Sönüyor, 2. Baskı, Berikan Yayınları, Ankara 2018.
9. Susarak Konuşsan Gözüm Dinlese, 2. Baskı, Kurgan Yayınları, Ankara 2018.
Deneme Kitapları: 1. Gece Vardiyası, Ardıç Yayınları, Eskişehir 2006.
2. Ebemkuşağının Altında, Yediharf Yayınları, İstanbul 2010.
3. Eskişehrin Eskimeyen Yüzleri, Nar Yayınları, İstanbul 2014.
4. Med Cezir Vakitler, 3. Baskı, İncir Yayınları, Kayseri 2017.
5. Ucu Yanık Mektuplar, Çıra Yayınları, İstanbul 2017.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 18
1.Tayyip Atmaca kısaca kendisini nasıl tanımlar?
Soruna şöyle cavap yazarım ama bu seni de tatmin etmez beni de anlatmaz. Hâlâ yerin yüzünde
sürgünlüğümü sürdürüyorum.
2. Heceyle dostluğu nasıl kurdunuz?
Kafamı, gözümü yara yara şiiri tanımaya başlarken yolum hece şiiriyle çakıştı. Yaklaşık kırk yıldır hece
denizinde kulaç vuruyordum.
3.Hece şiiri hafızada iyi duruyor diye mi heceye vurgunsunuz yoksa geleneğe dair izler sürmek için mi?
Serbest şiirler de yazıyorum. Bu şiirlerin çoğu yine hecenin imkânlarından yararlanarak ve adına serbest
hece şiirleri daha ağırlıklı. Klasik hece ölçüsünde yazdığım şiirler Döş Defteri kitabında. Bu şiirlerde
geleneğe uyarak ölçülü, ayaklı şiirler yazdım.
4. Efendim, siz yıllarca nikâh memurluğu da yaptınız. Bu dönemde şair de everdiğiniz oldu mu? Biraz
bahseder misiniz?
Şair olarak aklımda kalan Doç. Dr. Oktay Yivli’nin nikâhını kıydım. Mehmet Şeker'in nikâhını tazeledim.
Bu kadar yeterli mi?
5.Türk şiirinde Merkez ve taşra kavgası devam ediyor mu? Bunun kavgasını verdiniz mi. Siz hangi tarafta
durdunuz?
Merkez taşra kavgası bitti. Tanıdık, tanımadık ya da sadece benim dergimde yazmalı var.
6. Şiire başlarken Osmaniye, şiiri kurgularken Eskişehir ve Ustalık döneminizde Maraş... Maraş
şiirinizin neresinde. Ya da diğer şehirler nerde duruyor şiirinizde.
Şiirde çıraklık dönemi kalfalık dönemi olabilir ama şiirde ustalık döneminin olduğunu kabul etmiyorum.
Çünkü insan şiiri tanıdıkça şiir zorlaşıyor şiir yazmak zorlaşıyor yazdığı şiirlerin önce senin kalbine hitap
etmesi gerekiyor. Daha sonra başkalarının kalbine de okunması gerekiyor. Bundan dolayı ustalık uzun bir
koşu. Nerede başlar, nerede biter, ben de bilmiyorum. Eğer bir başka şair ben usta oldum, olacağım kadar
oldum diyorsa bitirmiştir. Usta oldum diyen şair kendi kendini tekrar etmeye başlar. Kendi kendini tekrar
eden şairse şiiri bitirmiş olur. Evet, ilham kuşları Osmaniye'de kalbimin göğünde havalanmaya başladı.
Daha sonra İstanbul, Bursa, Eskişehir ve Kahramanmaraş hala peşimi bırakmazlar. Ben de onları bırakmak
istemiyorum.
Kendi Şiirimin kemale erdiğini söylemek kendi kendime haksızlık olur diye düşünüyorum. Çünkü bir şiire
değeri şairi değil okur karar verir. Bu okur, biz yaşarken mi o şiirin şiir olduğuna karar verir, biz göçtükten
sonra mı karar verir. Orasını bilmiyorum. Ben şiirde hiçbir zaman yettim, demiyorum, yetmeye çalışıyorum
ya da Yunus'un söylediği gibi pişmeye çalışıyorum. Biraz pişebilsem ondan sonra yanmayı düşünüyorum.
İnşallah Allah bize hayırlı ömürler, bereketli gönüller verir de güzel şiirler yazarız. Bu vesile ile Türk
edebiyatına katkı sağlamış oluruz.
7.Günümüzde heceyle şiir yazan başka kimi görüyorsunuz?
Şimdi Evet hece geleneğinden geliyorum ama kitaplarının geneline bakıldığında klasik hecenin dışında
serbest hece dediğim ve Hece Taşları şiir dergisinde bazılarının başyazı olarak okurlara ve benim adına
Yanaşık Hece dediğim bir şiir türü var. Bu şiirleri yazarken bir kurgu içinde olmadım. Şiir böyle gönlüme
misafir oldu. Ben de onları öyle ağırladım. Türkiye'de hece geleneğini sürdüren
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 19
Birçok şair var ama maalesef edebiyat dergilerinde hece şiirlerine kıymet verilmediğinden birçok
arkadaşımız şiirlerini de sosyal medya aracılığıyla paylaşıyorlar. Bu paylaşım da bir anlık paylaşım oluyor.
Bir gün sonra şiir unutulup gidiyor. Eğer edebiyat dergileri hece şiirine yer verseler. Belki hece şiiri yazanlar
da kendilerini yenileyerek heceden yeni bir damar yakalayabilirler. Ben şu hece şiiri yazıyor bu hece şiiri
yazıyor diye bunu yazıya dökmek istemiyorum ama güzel örnekler olduğunu biliyorum. Hatta aruzla şiir
yazan iyi şairlerin olduğunu biliyorum ama imkân meselesi. Maalesef bu şairler, şiirlerini edebiyat
dergilerinde yayınlatamıyorlar.
8. Efendim, şairler arasında atışma geleneği genelde saz şairleri arasında oluyor. Fakat siz “Söz Açarı”
kitabınızda Şair Mehmet Gözükara ile saz olmadan atışmışsınız.
Evet, şairi bir sürücü gibi düşünürsek şair her aracı kullanabilmeli. Ben araç sürerken şunu kastediyorum.
Bir şair hem hece şiiri yazabilir hem serbest şiir yazabilir. Daha doğrusu şiir nasıl gelirse öyle yazı yazar.
Ama genelde gördüğüm şu hece şiirini yazanlar serbest yere yakın değiller. Serbest şiir yazanlar da hece
şiirine yakın değiller. Evet, âşıklar arasında yapılan atışmalar son zamanlarda sosyal medyada şairler
arasında da yapılmaya başladı ama biz atışmayı karşılıklı yazışarak yaptık.
Mehmet Gözükara ile Söz Açarı adlı atışma kitabımız hazırlanmadan önce ben Âşıklar Meclisi diye
zamanında mecliste görev yapmış milletvekillerini birbiriyle atıştırdım. Bu atışma da onların zaman içinde
bir birbilerler ile yapmış oldukları polemiklerden dolayı polemikler den oluşan sözlerden derlemeleri yapıp
onu kendince yorumlayıp birbiriyle atıştırdım. Bu da atışma alanında başkasının yerine bir başkasının
atıştığı örnek bir atışma kitabı oldu.
9. Kıymetli üstadım hece dedik, hece ile yazılmış şiirler dedik. Bir de bunun yanında deneme yazılarınız,
daha doğrusu nesir ile yazdığınız kitaplar var elimde. Şu anda okuduğum 'Med cezir vakitleri' adlı
kitabınızdan okuyorum. 25. sayfada şöyle diyorsunuz. 'Söz verdiğin vakit geç, tükendi hâlâ gelir diye
beklerim, sana mecbur kalmak nasıl zor bilsen... Şimdi burada sizin hece ile şiir yazdığınızı bilmeyen
biri burayı bir şiir olarak görür ve bu kitabı bir şiir kitabı olarak da değerlendiribilir... Denemelerinizin,
yani nesrinizin şiire bu kadar yakın olmasını neye bağlıyorsunuz?
Med-Cezir Vakitleri kitabı her gün bir sayfası yazılarak hazırlanan bir kitaptır. Dolayısıyla kitapta
söylediğim sözlerin ölçümünü biçimini yaptım. Daha doğrusu darasını aldığım sözlerden oluşan bir kitap
oldu. Sizin arada okuduğunuz şiirler en güzel şiirler ama deneme kitabının arasında bazen o tür şiirlere de
rast gelirsiniz. Bu, biraz da o anki ruh halinizden kaynaklanan bir durum olduğundan ara sıra Med-Cezir
vakitlerinde yâre şiirle seslendiğim zamanlar olmuştur. Bu durumun nereye koymamız gerektiğini
soruyorsun ya da neden kaynaklandığını soruyorsun. Doğrusu onu bilmiyoroum, ona da okur karar verecek.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 20
MEKTUP Bir seyrü sefer halindeyim.
Sadece kitaplarda okuyup,
Manasını bildiğimi zannettiğim,
Letafetini bilmediğimin farkında bile olmadığım,
Ve bu cehaletimi ihfa telaşıyla,
Gökleri görmekle, uçabilmenin hazzını karıştıran,
Safiyane bir kavganın içindeyim.
Zehri bilmekle, zehirlenmenin aynı şey olmadığını,
Bu arzulu acıyı yaşamak gerektiğini,
Kalbimin çarpıntılarının ziyadeleştiği anda,
Dilimin sürçmesiyle,
Lâl olduğumu zannettiğimde, aslında lâl olmadığımı,
Lâl ile hâl denen şeyleri karıştırdığımı,
Dizlerimin titrediği ve alnımın terlediği,
Ellerimi nereye saklayacağımı
Bilemediğim anda farkettim.
Kelimelerin, aslında okunarak değil, yaşanarak anlaşıldığını,
Kalbimin damarlarında katre katre biriken
Berrak bir nehrin dolaştığını, hissettiğimde idrak ettim.
Hayatın tüm kalabalıklarının içindeyken,
Gecenin, yıldızlarla bile olsa,
Gündüz olmadan yalnız kaldığını,
O yüzden birçok şiirin,
Şafak vaktine methiyeler dizdiğini,
Bir gurup anına ülfet ettiğini anladım.
Arzın bağrında dağlar, denizler, nergisler olsa da,
Gök olmadan, yerin yalnız olduğunu,
Bu vesileyle; ben de, yağmur yağınca
Bir vuslat huzurunun buram buram kokusuyla,
Ve o rayihanın nefesime düştüğü anda,
Yalnızlığımın fısıltısını işitmeye başladım.
İşte o gün feryat ettim, figan ettim,
İçimdekini izhar ettim.
Kırk dağı, kırk vadiyi aşmış olsam da,
Ne dağları anlamıştım, ne vadileri tanımıştım.
Şimdiye kadar okuduklarımın bir hikâye olduğunu,
Benim için artık,
Gri zaman diliminin nihayet bulduğunu hissetmiştim.
Kulaklarımı çınlatan hüzünlü bir çığlığı ilk duyduğumda,
Ve başımı kaldırıp bu acı çığlığa baktığımda,
Bu nazara kocaman bir hayretin damladığını farkettim.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 21
Abdurrahman KIRIKÇI
Ömür denilen sahnenin,
Rengârenk ilk iki perdesini geride bırakmış,
Gözlerimi kamaştıran bir ışık huzmesinin,
Göğüs şahikamda tohumlanan bir taravetin filiziyle hayat bulacağını,
Bakır rengi üçüncü sahnenin kapısında,
Tarif edilemez bir heyecanla,
Bu hakikat resminde olacağımı hissetmiştim.
O an-ı seyyale için diyebilirim ki;
Ay ve güneşin aynı göğü paylaşarak birbirlerine nazar ettiği anın,
Aydınlığa kavuşacak ömür sahnemin,
Fecr-i sadığı olduğunu anladım.
İşte o gün, sernamesi; “Gün var, bin aya değer” diyen,
Bir mazrufun mahrem muhatabı olarak,
“Ya tabibe'l kulüb” diyen bir nidanın hafi kelimesi olacağımı,
Ve bu cümlenin,
Benim de hüznüme merhem olacak bir yakarış olduğunu anladım.
İçimde, şafakta açan gelinciklerin,
Ve gece çırpınan pervanelerin,
Gölgesine sığındığımda, gördüm ki;
Veladet sadece dünyaya gelmekle değil,
Aynı zamanda bir visal ile de vücut buluyormuş.
Bu veladetin, aşk, hüzün ve özlem gibi,
Ateşi bir bekleyişte olduğunu,
Sinemde tütmeye başlayan dumansız alevlerin,
Raksına muttali olunca anladım.
“Cefa yüzünden vefa terkedilmez” diyen imama uydum.
Rengimi, rengine sundum. Beni yaktım, yok ettim.
Şimdi ise bütün fezayı sahiplenircesine,
Boşluğun, bütün boşluklarını dolduracak,
En kadim kelimeye tutunmuş,
O nazarın huzmelerinde kanat çırpıyorum.
Ve şimdi anlıyorum.
Yerin ve göğün birbirine cazibesinin sırrını.
Bulutun neden, toprağın cazibesine kapılıp,
Katre-i Leyla olduğunu.
Denizlerin neden, ayın cazibesiyle,
Mecnunca bir medd'e kapıldığını.
Bir nazarla neşet eden halin,
Yazılarak anlatılamayacağını, anlaşılamayacağını.
Kâinatın, kendi içinde bir aşkın nizamnamesine işaret edercesine,
Yaşadığı devinime şahit olunca,
Sevgiliyi her tefekkürümde,
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 22
Abdurrahman KIRIKÇI
Gönlümün ve ruhumun yaşadığı sancının,
Çırpınışın, kendi içine sığmayışının,
Gözlerimde buğulanan sevinç ve heyecanın,
Aşkın tarif edilemez tezahürü olduğunu anladım.
Şimdi bu sebeple, halimi, kâl ile değil
Hâl ile arzetmek için susuyorum.
Bana gökleri hatırlatan,
Ruhumun taşlaşan burçlarını,
Bir kelebeğin kanatlarına yükleyen,
Selamın saffetlli sahibine, selam olsun.
Merhamet sahibi, merhamet etsin.
Abdurrahman KIRIKÇI
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 23
Boş Yere
Geçen bu ömürde sevgilisiz kaldım boş yere
Demek ki bu geçmiş ömrümle yaşadım boş yere
Gönül emanet verdi ehil olmayan görmedi
Ehil olmayanlara da cevher verdim boş yere
Sevgili olmadan gitme sakın aşkın seyrine
Sen seyredilenden olursun sevgilim boş yere
Kavuşmanın peşinde çok çaba ve cehd harcadık
Uğraş ve çabamız hep gitti sevgilim boş yere
Ah Öldürdü beni işte hançer darbesi ile
Hiç hançerle yaralanır mı ciğerim boş yere
Kaşuvan darbeleri ile gönül parçalandı
Meydandaki top hiç yüz parça olur mu boş yere
İşte şefaatini bu gün edin bu sofiye
Ben bu şefaat hiç gitmeyecek derim boş yere
Malumdur ki kim gördü manayı gümüş levhada
Misk tanesi ve çizgisi gitmez derim boş yere
Uyanık ol dedi hem birçok kimseler Mela’ya
Taşlarla çok defa taşlamışlar sinem boş yere
Mela Ahmed Cezeri
Çeviren: S. Ahmet Kaya
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 24
MELA AHMED CEZERİ
URFA DESTANI
Bir yanı çöldür bir yanı ova.
Bilmem kaç asır yaşında Urfa.
Havası, ekmeği, lisanı başka,
Fırat’ın en nazlı sevdası Urfa.
Karagüller açmış niçin bağrında.
Şehidine mersiyen bu mudur Urfa?
Urfa bir destan kanla yazılmış.
Kal’aya ol Halil Nebi asılmış.
Hem ateş yakılmış hârâ atılmış.
Gölde balık, bende hülyadır Urfa.
Bir ucunda ceylanlar gezer şehrimin.
Bir ucunda kelaynak uçar göklerde.
Harran’da kubbeyle görülen belde,
Aşığı, ağıdı bambaşka Urfa.
Nice server geçmiş tozlu yolundan.
Şair Nabi içmiş serin suyundan.
Telli duvaklı gelin huyundan,
Eyüp’ e hane ve handır Urfa.
Sen ki hem gazi, mübarek ve şanlı,
Said Nursilerin toprağıyla namlı.
Bilinen bilinmeyen tarihinle anlı,
Bir aşk masalında mısrasın Urfa.
İlim için Harran’da durur kervanlar.
Gecende sırayla türküler çağlar.
Sırtını sarmış da sayısız dağlar.
Dağlardan fışkıran pınardır Urfa.
Urfa bir nârâ yahut da mana.
Eskimiş zamanlar değer sedaya.
Ben az söyleyim sen ki çok anla.
Yaşlandıkça yeşeren fidandır Urfa.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 25
Muhammed Baran ASLAN
CENNET-CEHENNEM
Her Cuma günü camide ateşli vaazlar veren vaiz, Cennet'i anlatmaya başladığı bir gün gönlünü
çırılçıplak yakaladı. Bir önceki hafta Cehennem'i çok coşkulu anlatmıştı da, şimdi o coşkudan eser yoktu,
tam tersine sıkılıyordu. Allah'ın rahmetinden, affından söz etmeye dili varmıyordu. Ne yani, şu sürekli
eleştirdiği, Cehennem'e gönderdiği cemaati de mi affedecekti Allah? Onlara da mı rahmet edecek ve
Cennetine koyacaktı? Onlar da mı kendisiyle beraber olacaktı Cennet'te? Kendisinin o kadar ilmine, ameline
rağmen eşit mi olacaklardı?
Belki daha önce de benzer duygular hissetmişti içinin derinliklerinde; ama üzerinde durmamış,
aldırmamıştı. Bu sefer öyle olmadı. Gafil avlanmış, kıskıvrak yakalanmıştı, bir türlü kurtulamıyordu. Sanki
içinin karasını aynada görmüştü, görmüş ve dehşete kapılmıştı, görmüş ve iğrenmişti.
Bu arada vaaza devam ediyordu. Bir yandan da kendi kendisiyle hesaplaşmaya başlamıştı. "Demek
öyle ha? Sanki senin için Cennet garanti de, onlarla paylaşamıyorsun. Bu ne gaflet! Neyin peşindeydin
bugüne kadar? Yıllardır bu insanların doğru yolu bulup Cennet'e gitmesi için konuşuyordun hani? Demek?
Demek? Demek?"
Terlemeye ve teklemeye başladı. Nihayet rahatsızlığını söyleyerek vaazı vaktinden çok önce bitirdi.
Namaz sırasında da adeta işkence çekti. Ertesi hafta hastayım deyip çıkmadı kürsüye. Sokağa bile çıkmadı.
Soranlara bir şey demedi, diyemedi.
Sonra yıllık izin aldı. Sonra da emeklilik dilekçesini verdi. Sonrası sürekli tövbe ve istiğfar…
Mehmet SARMIŞ
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 26
Mart 2019 Yıl: 1 Sayı: 2
Sayfa
62
SEN EY İSTANBUL
Gelirsen, İstanbul diye bir şey kalmaz
Ben daha İstanbul’u görmemişken
Daha İstanbul’u yaşamamışken
Yedi tepe yedi iklim gibi
Yakalamamışken
Şimdi rıhtımlarındayım, ak gerdan gibi huzur
Kokuyorsun billur bir tarih gibi
Süleyman gibi
Eyüp gibi
Ben gibi
Ana gibi
Yar gibi
Baba gibi, babam gibi
Sen ey İstanbul
Şimdi seni bırakıp
Nerelere gideyim, İbrahim gibi
Bana yaklaş
Beni kendine al
Muhammed gibi
Tüm alın yazılarını
Büyük bir cenkle doğrulayansın
Sen aslında bensin
Ben senim
Bizi yine bize bırakma
Yalan olan ellere
Artık yine ortaya çıksan
Şahı merdane
Dolaşsan, yeniden tayı mekânları
Seni müjdeleyene yine ulaşsan
O son enfüsi haberinle
Artık gel
Yine alınlar sende ermek ister huzura
Kır tüm zincirlerini
Sende yine özgür olsun
Fethin nişanesi
Ah İstanbul
Bize yine o kutlu
O sevinçli haberlerinle gel
Duyulsun artık yine şanlı zaferin
Ayak sesleri
Bize çok görme
İstanbul
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 27
Feridun EREN
SAVRULDUK BİZ, İSTEMEDEN...
Hayat öyle hızla geçiyor ki,
Bir yanda acı çekenler öte yanda düğün bayram edenler...
Zamana yenik düşen kıymetli bir eşya gibi, biz de aşınıyoruz.
Yıpranıp dökülüyoruz.
Kimi sevgisizlikten,
Kimi ilgisizlikten,
Kimi de hak ettiği değeri hiç görmediğinden...
Savruluyoruz!
Kimliğimizi kaybediyoruz asrın şiddetinden.
Yaprak gibi düşüyoruz tutunduğumuz daldan.
Yaprak mı düşüyor, ağaç mı savuruyor, toprak mı çekiyor bizi, bunu hiç bilmeden...
Yıllar hızla geçiyor, terkediliyoruz!
Sevdiklerimize veda bile edemeden...
Önümüzde yaşanacak çokça hayat var sanıyoruz.
Aldanıyoruz!
Geleceği küstürdük,
Geçmişi kaybettik,
Şimdiki anı bile yaşayamıyoruz.
Nesilleri harcadık!
Geleceğe dair bir düşüncemiz yok artık.
Sağa bakıyoruz yalnızız,
Solda mutsuz suratlar
Hareketsiz bedenler
Boşaltılmış beyinler...
Kimse kimseyi anlamak istemiyor.
Dertleri anlamak da değil zaten,
kalabalıklar arasında yalnızlığı yaşıyoruz.
Bitiyoruz,
Bitiriliyoruz!
İstesek de, istemesek de
Bu vahşi çarkın dişlerinde biz de yeniliyoruz.
Bazen de o vahşi çarkın taa kendisi biz oluyoruz!
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 28
Emine YÜKSEL
ANNEME...
Gel! Gözleri karalım...
Geri saralım zamanın makarasını
Bir bir sıyrılalım
Zamanla edindiğimiz rollerden, sıfatlardan.
Sen artık ölü anneyi oynama mesela
Ben yolunu kaybetmiş bir oğulu...
Hadi baştan başlayalım
Sen yeniden doğur beni
Ben bedenine yayılan sancıya kurban olurum.
Kendi dilinden sözlerle sev beni
Nasıl istersen öyle çağır
Muazzam bir ön kabulle muhtacım çünkü nidana.
Bu sefer kırmayacağım söz
Yumurta kabuğundan hassas gönlünü
Yeter ki bir daha sar beni, anne kokulu ridâna
Gel...
Mazinin bir kadın olarak yaşama şansı tanımadığı can!
Gel!
O giden yolculardan en çok kimsesiz olan…
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 29
Abdullah ÖNCÜ
BİR ÇİFT KIRMIZI RUGAN AYAKKABI
Sekerek geçti, çarşıdaki en parlak vitrinin önünden küçük kız. Sonra hep yaptığı gibi aniden durdu,
geri geri geldi. Önce vitrin camında kendine baktı, sonra o muhteşem, o en güzel, o en sahip olmak istediği
kırmızı ışıltıya… Evet, ordaydı hala, satılmamıştı! Gözleri ışıdı.
Kolları kısa gelen bir hırka ve belden büzgülü, eteğinin bir tarafı sökülmüş eski bir elbise giymişti.
Çorapları yoktu, ayağında bir tarafı kopuk bir terlik vardı. Yere değen bembeyaz ayakları kirlenmişti.
Küçücüktü daha yavrucuk, 8-9 yaşlarında. İki yana örülmüş upuzun koyu renk saçları, yeşil gözleri vardı.
Yanağında iki neşe çukuru-masum gamzeleriyle ışıl ışıl, mutlulukla hiç usanmadan bakıyor, bakıyordu o
kırmızı ışıltıya.
Oydu işte hep istediği! Bir çift kırmızı rugan ayakkabı… Rüyalarına bile girdiği oluyordu, bu
kırmızı parlak ayakkabılar. Orda vitrinde gördüğünden beri hiç aklından çıkmıyordu. Ayakkabıları
giydiğini, mahallede arkadaşlarıyla gezdiğini hayal ediyordu hep. Her gün gelip bakıyordu, yerinde duruyor
mu diye.
Annesine o kadar yalvarmıştı alsın diye, ama ne yapsın kadıncağız, fakirlik zor şeydi. Elde avuçta
yokken, bu oldukça lüks sayılan pahalı ayakkabıyı alamazdı. Olsa almaz mıydı can tanesine, dünya güzeli
yavrusuna ahh! Yokluk işte, zordu. Ana yüreği, içi de sızlıyordu bir taraftan. Hem de bayramdı bir hafta
sonra. Dayanamadı kuzusunun yakarışlarına, elindeki tüm parayı koydu cebine, soluk mantosunu giydi,
elinden tuttu can paresinin, düştüler yola.
Başkente yakın küçük bir kasabaydı burası. Çarşı iki adım yer.
Vardılar dükkâna, yavrucuk neredeyse uçacaktı sevinçten, yüreği güm güm atıyordu. Heyecanla
bağırdı yerinde zıplayarak;
-Bak anne işte şu ortadaki, orda bak şu şu!
Ayşe REŞAD
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 30
Mart 2019 Yıl: 1 Sayı: 2
Sayfa
21
Satıcı indirdi yerinden kırmızı ayakkabıları. Sahiden de pırıl pırıl parlıyor, göz alıyorlardı. Hem göz
hem yürek ah!
Anne usulca fiyatını sordu, çekinerek. Kızsa, her şeyden habersiz kırmızı bir dünyadaydı. Fiyatı
duyunca kızardı yüzü kadının, başını önüne eğdi. İmkânı yok, alamazdı. Bir kızına, bir ayakkabılara baktı,
içi cız etti. Mantosunun cebinde avucunda sıktı parayı ve bir ümit;
-Daha aşağı olmaz mı? dedi.
Adam fiyattan hiç inmeyince de;
-Önümüz bayram, alsak da bunları, kalanını sonra ödesek, Tahsin Efendi?
Adam umursamazlıkla, kutudan ayakkabının tekini çıkardı ve diğerini kutusuyla birlikte kadına
uzattı, küçük kızın sorgulayan bakışlarına hiç aldırmayarak ve dedi ki:
-Al bunu, paran ancak tekine yetiyor. Öbür tekini de paran olunca gelir alırsın.
-...
-...
Canlar çekilirken bedenden, dünya hala döner miymiş ah!.. Gülemeden-sevinemeden çocuklar,
dünya hala güler miymiş?
…
O küçük kız büyüdü ama hiç unutmadı o bir çift kırmızı rugan ayakkabıyı. Ne zaman kırmızı bir
ayakkabı görse o sahneyi hatırladı buruk bir hüzünle. Ve özellikle bayramlarda küçük kızları hiç unutmadı.
Ayşe REŞAD
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 31
Ali TUTLUOĞLU
GİTMESEYDİN EĞER
“Sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın;
Oysaki hep yedekte, hep elde var saymıştın.
Hadi git, ne bir adres, ne bir hatıra bırak,
Zannetme ki pişmanlık, mutluluk kadar ırak!
Sanma ki fasl-ı bahar geldiği gibi gitmez,
Sanma ki hüsranını görmeye ömrün yetmez”
(Cemal SÜREYA)
Bu sabah başlamalıyım seni unutmaya. Önce gözlerinin yeşilinde saklanan ve beni her baktığımda
ayrı diyarlarda dolaştıran, uçurum ürpertisi, cennet sohbeti, su yeşili, ömrümün gördüğü en güzel gözlerini
unutabilmeliyim.
Sonra en firari gönlümün, yüreğinle yolculuğu, uyanamamış sabahlarımız, uyanamamış
gecelerimiz... Biz seninle kaç kişiydik sevgili? Daha kaç kişi olurduk gitmeseydin yüreğimden? Bu
kalabalık korkuyu kalbimin sokaklarına bırakmasaydın eğer. Kendi küllerimi savurur gibiyim hayatın
rüzgârına ve yokluğunu soluyan gözyaşlarımsın şimdi.
Nicedir görünmez oldu yanağımdaki tek gamze. Gülüşlerim hep sende kaldı. Şimdi birer hatıradan
geriye kalan tebessümler beni teselli etmiyor. Mavi yalnızlığım benim, kurtarılamayan çığlığım, anılarım,
acılarım benim. Tesellisiz bir günce tutuyor ruhum sanki. Sanki renkli kanatlarıyla kelebekler kaçıyor
açtıkça sayfaları, gitgide tenhalaşıyor içimdeki umut artık.
Kendi sularımda boğuluyorum, kendi yalnızlığım derinlik sebebim oluyor bir bilsen. Bu da ne
senden ne de aşkımdan, sadece ve sadece benden...
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 32
İpek bir kefen giymiş geçmişin takvimin yapraklarında sonbahar kırıntıları var. Tek el ateş etmeye
hazır bir hasretim var yüreğimde, ta şurada çok yakınımda. Mavi yalnızlığım benim, kurtarılamayan
çığlığım, anılarım, acılarım benim.
Canım çay istemiyor artık. Şah damarı kanıyor şiirlerimin. Çapraz ateşlerde vuruyor şarkılar beni.
Mahcup oluyorum sağalmayan duygularıma.
Karanlığa ışığı değil; ışığı karanlığa tanıştırdım ben. Dargın meleğin masal rengi bulutunu aldın
elinden. Gittiğini söylemesen olmaz mıydı? Ağlarımı dağlara attım balıklar okyanusa varsın diye.
Balıkçıların zıpkınına gül taktım martılara atsın diye. Şiirlerimi kelime kelime uçurdum ardından. Kederli
kederli bir yemyeşil rüzgârın peşinde takıldım sana ulaşabilmek için; ama nafile kasırga oldun gittin ve
gittin. Giderken buse kondurmazsan olmaz mıydı? Mavi yalnızlığım benim, kurtarılamayan çığlığım,
anılarım, acılarım benim.
Semahındayım seni unutmadan, sonsuzluğa dönüyorum. Göçmeniyim adresinin, sürgünüme
dönüyorum. Kaçıncı ölümü bu ömrümün, senin için dönüyorum. Seninim, sana dönüyorum. Bu sabah seni
unutmaya başlamak için yeniden, yeniden ölüyorum. Gidiyorum bu diyarlardan başka gönüllerde dirilmek
için. Senden gidiyorum, başka yüreklerde var olmak için, sevdaları çoğaltmak için gidiyorum. Her şeyimi
geçmişte ve sende bıraktım. Geleceğe gidiyorum yeni umutlar için. Benden çaldığın baharı diriltmeye
gidiyorum sana inat.
Aşk ve sevgiyle...
Ali TUTLUOĞLU
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 33
Kadir ACI
DÖRTNALA GEÇEN ZAMAN
Uyku dünek yok artık
Ömrümün son deminde
Yeşil dallarda yiten
Çocukluğum nerdesin
Ansızın bastıran kış
Bırak artık yakamı
Kapımı çalan ayaz
Şu gönül bahçesine
Biraz ümit eksene
Kaderi yazan divit
Ömür sözlükte kalan
Gerçek göçüp gitmekse
Çekmesi toprakların
Dörtnala geçen zaman…
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 34
İbrahim Halil TUNÇEL
PAPATYALAR
(...) Papatyalar hatırlatır seni bana...
Papatyalar gibi; tüm kederini içine toplamış,
Ak berraklığını dışına savuran.
Nefesi "Hasret" kokan papatyalar...
Üç nokta (...)
(...) Esmer coğrafyanın,
Esmer Şekeri...
Yanakların perdeliyor gözlerini.
Yaman kentin göl kıyısı...
Ateşin yakamadığı,
Hükümdarın " Hasret'i"…
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 35
GÖZLERDE UMUT
Gözlerinde kara ile akın en güzeli; yüzünde heyecan, sevgi, mutluluk ve biraz da burukluk vardı...!
Siyah, uzun, dümdüz taralı saçları yüzüne akmasın diye alelade bir tokayla başının üzerinde bağlamıştı.
Üstüne rengârenk bir elbise giymişti. Bileğinde beyaz, sarı, kırmızı iplerden örülmüş bir bileklik vardı.
Ayakkabıları kıyafetiyle uyumsuzdu. Arkadaş grubunun içinde en gerilerde duruyor, yaklaşmak için
diğerlerinin yol vermesini bekliyordu. Yaklaştı...
Göz göze geldik, bakışları yere döndü, başını öne eğdi, kitap alacağını fısıldadı. Elindeki bozuk
paraları görmeyeyim diye avucunu kapatıp bana mahzun bir bakış attı... Gözleri parıl parıldı...
'Şey’ dedi! ‘Bende bu kitabı okumak istiyorum ama param yetmiyor...'
Bu küçük bedende kocaman bir yürek, sabah gibi taze, ceylanca ürkek bir tatlı gülüş vardı… İçini
çekerek yüzüme bakışıyla benim duygularımı paramparça etmişti...
Adını sordum ‘Emine’ dedi... İlk defa kendi başına bir şey yapacaktı, yaptı da... Kitabı hediye edip,
umudunu ve geleceğini öptüm…
Aysel ÖZDEMİR
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 36
VÜS’AT
Rabbim;
Şu daralan gönlüme bir vüs’at ver
Ver ki nefes alamaz oldum
Yitirdim aklımı, şaşırdım yönümü
Yolumu bulamaz oldum
Kesildi artık mecalim
Düşmüşüm kalkamaz oldum
Nicedir dolaşırım avare
Neredeyim bilemez oldum.
Meczup dediler bana
Ahvalimi anlatamaz oldum
Sen bana yol ver
Sen bana güç ver
Sen bana vüs’at ver Ya Rabbim
Ver ki dayanamaz oldum.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 37
Hakan SAĞLAM
NAR
Püren kokusu mu bu, teninden nefesime dolan?
Peki, o kiraz çiçeklerine ne demeli?
Hani güldüğünde yüzünün eşsiz coğrafyasında açan…
Ilık rüzgârlar dağıtsa da ipek tellerini,
Al benim ellerimle düzelt saçlarının örgüsünü.
Ne söylesem anlatamam ki sana seni,
Al benim gözlerimle seyret kendini.
Nar gibi bir şey bu senin sevdan
Bire bin veriyorsun kalbimin kıraç toprağında
Yüzüme, gözüme, ömrüme doluyor bereketin…
Al renkli bir şal mı, yoksa mendil mi bu?
Hani ilk gün bileğime bağlamıştın
Ömrümü ömrüne iliklemiş
Kalbimi kalbinle mühürlemiştin
Reyhan mı, yoksa ıhlamur kokusu mu bu
Kanıma karışıyor güzelliğin
Beynimde oksitosin, endorfin, seratonin
Başımı döndürüyor o uçurum gözlerin…
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 38
Misbah HİCRİ
DOSTLUK ÜSTÜNE BİR GÜZELLEME
Toplumsal yaşamın her alanında insani ilişkilerde bulunduğumuz kimselere “en iyi dostum” deriz.
Sevincimizi, kederimizi, sıkıntılarımızı, sırlarımızı bölüşeceğimiz insanlara hep ihtiyacımız var. Bunlar
kendimize en yakın gördüğümüz ve “dost” diye sıfatlandırdıklarımızdır.
Dostluk anasoyu ve babasoyu dışında geliştirilen insani ilişkilerin tümünü düzenleyen bir
dayanışmanın gelişimi olarak izah edilebilir. Kimi zaman ailenin yapamadıklarını dostlar fazlasıyla yerine
getirirler. Onun için “Allah dostların eksikliğini vermesin” dilek ve temennisi hep söylenilir. Kimileri
dostluğu aç adamın ekmek arayışına benzetirken, kimisi dostluğun bir ilaç olduğunu söyler. Ya dostluğu
bir hastalığa benzeterek gelip insanı bulmasına ne dersiniz?
Peki, “dost nedir” diye sorduk mu? Ya da araştırıp dostluk hakkında bir şeyler öğrendik mi?
Fikirlerimizi tazeleyip kendimizi yeniledik mi? Yoksa hala atadan kalma, babadan duyma sözlerle mi,
dostluğu biliyor, öylece sınırlıyor veya sürdürüyoruz? Becbhstein adındaki düşünürün, “Dostu olmayan
insan dünyanın en yoksul insanıdır.” demesi insanı düşündürüyor. Bu sözünden hareketle hayatın her
alanında yaş, sınıf, mevki ve mertebe farkı gözetmeden dost edinenler dünyanın en mutlu insanlardır…
Dostluk, gelip geçen bir ruh hali olmadığı gibi, kale duvarı gibi dimdik duran bir yapı da değildir.
Manevi yönüyle kalelerden daha güçlü, etle, kanla, kemikle insanın ruhuna işlenmiş maneviyat diye
değerlendirebiliriz. Yine de bilim adamlarının söylemlerini dinlemekte fayda var. Bakın Sokrates, "Dostluk
nedir?" diye soran öğrencilerine nasıl cevap veriyor: “Çocukluğumdan beri arzuladığım bir şey vardır. Kimi
insan atları olsun ister, kimisi köpekleri. Kimisi altını, kimisi de şanı, şerefi. Bense bir dostum olsun
isterim.”
Peki, “dost” diye bağrımıza bastığımız insanların dostluk adına samimiyetleri nedir? Sosyal bir
varlık olan insanla nasıl dost olunur? Merhaba ettiğimiz, alış veriş ettiğimiz, görüştüğümüz herkes dost
mudur? Bu tür sorularla kendinizi sorgulamayı ihmal etmeyiniz. Sizin dostluğunuz veya aradığınız
dostlukla ilgili sorularla herkes kendine göre bir dost profili çizer. İstediğimiz dostluk profili de yok değil.
Yeter ki karşılıklı bir samimiyet olsun. İşte bunun için dostsuz büyümenin zorluğunu dostu olanlardan değil,
dostu olmayanlardan sorun.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 39
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 40
“Dost” karşılığı “ahbap” kelimesini de kullanırız. Sözlükte sevilen, sayılan, güvenilen, sözlerinde
samimi, kendimize yakın bulduğumuz kişi olarak belirtilmekte ise de bugün bu kelimenin içi iyice
boşaltılmıştır. Çünkü şimdiki dostluklar moda gibi gelip geçicidir. Bunun içini doldurmak için bir hayli
uğraşmak, çabalamak lazım. Karşılıklı sevgi, saygı, fedakârlık gibi manevi değerlerle de desteklemek
lazım. Bakınız bir şair ne diyor: "Hiç özlemedim seni, özlemek dostluktandır.” Buna benzer birçok güzel
söz duyunca insan ister istemez hayıflanıyor, o güzel dostluklara...
Dostluk, farklı yaşlarda, farklı mevkilerde ve farklı işlerle meşgul olan kişiler arasındaki gönül bağı
şeklinde algılanmalı. Bunun yoksulluk ve varsıllıkla bir alakası yoktur. Kimileri dostlukla, arkadaşlığı,
kimileri çeşitli iş, meslek ve komşuluk ilişkilerini dostlukla karıştırırlar. Tabii bu, eğitim düzeyiyle ilgili
olduğu gibi kavramların içeriklerini bilmemelerinden de ileri gelmektedir. Hem arkadaş hem dost olmak
insana ayrı bir haz verir. Bunu başaranlar mutlu insanlardır. Kimileri hayvanlara “en iyi dostum” der ki,
gerçek insanî dostluğu tatmamış demektir.
Sosyal ilişkiler ve sağlıklı iletişim gibi günlük yaşamı düzenleyen kural ve kaidelerin dostluktaki
yeri çok önemlidir. İnsanlar dostluklarını çeşitli isimlerle ifade etmişler. “Kadim dost, baba dostu, can
dostu, kara gün dostu, iyi gün dostu, aile dostu” gibi. Bunun yanında kimi dostluklar var ki; meslek isimleri
ile anılırlar. Edebiyat dostları, şiir dostları, türkü dostları… Yöremizdeki kirvelik de bu dostluğun bir
şeklidir. Neticede “dost olmak önemli” ismi ne olursu olsun… Yeter ki çıkara dayalı olmasın…
Toplumumuzda, kadının veya erkeğin evlilik dışı birlikteliğini ifade etmek için de “dost” veya
“dost hayatı” gibi kavramlar kullanılır ki, bu güzel kavramın kirletilmesine neden olmuştur. Yine zaman
zaman utanarak kullandığımız “dost kazığı” da bu olumsuz kullanımlardan biridir. Büyük Ozan Aşık
Veysel'in “Dost dost diye nicesine sarıldım./ Benim sadık yarim kara topraktır.” demesinin sebebi de bu
acı gerçeğin bir ifadesi değil midir?
Dostların her zaman insanın yanında olması gerekmez ama gerektiğinde “iki eli kanda da olsa”
yetişmesi beklenir. Zaman zaman sorunlarımızla dostlarımızı sıkıntıya sokarız; zaman zaman da “dost acı
söyler” diyerek uyarmayı dostluğun gereği sayarız.
Şu birkaç cümleyi arada sırada hatırlarsanız dostluğun ne olduğunu daha iyi anlarsınız:
"İnsanın içinde yok edilmeyen sevgilerden biri dostluktur.", "Dostluk sonsuzluktur, ne kadar
sevgiyle doldursan yine dolmaz.", "Dostluklar tarihe meydan okuyan tarihi yapılar gibi kadimdir. Zamana
ve mekâna hükmederler.", "Şu yaşamda uyumsuzluğun çoğalmasının bir nedeni de dostlukların eksilmesi
hatta yok olmasıdır.", "Özür, kabahat, suç arayacağınıza af etmek gibi dostluğun erdemini yakalayın."
"Eğleneceğin zaman yaşıtlarını, arkadaşlarını ararsın, sıkıntıya düştüğün vakit dostlarının yolunu
gözlersin.", "Dostluk bize verilmiş ve hiç bitmeyen bir ödevdir.", "Dostlukla olan hesaplaşmada dostun
yanında ol ki dostluk kine dönüşmesin."
SİGARA
Sigarayı bırakmak isteyip de
Bırakamayanlara…
Nasıl, hür sanırsa muhabbet kuşu
Kendince kendisini dar kafeste
Uyuşmayı, ben de sanırdım huşu
Sigarayı çektiğim her nefeste.
Sandım hayata hayat katan iksir
Özgürken, oldum sigaraya esir
Bırakmaya telkinler etmez te’sir
İşlemiş beyne aheste aheste.
Sigara, beynimin avare huyu.
Sigara, cebimdeki dipsiz kuyu.
Sigara, kör yoldaşım hayat boyu,
Karanlığa sürükler her nefeste.
Gördüğüm her yer is, duman şeritli,
Beynim hapis, ruhum onda kilitli,
Nefsim gardiyan, molalar vakitli,
Ne suç işlemişim o ilk heveste!
Hükmüyle sigara, yeli ezer de
Herkesi duman duman süzer de
Düşmez yere dudak dudak gezer de
Gönüllü kölelik gördüm herkeste.
Sigara, dibi bataklık bir çukur,
Kul hakkını da duman duman dokur,
Maruz kalan herkes beddua okur,
Müptelalar esirken her nefeste,
Dost meclislerini dumana boğan
Ana- baba, dost elinde olağan
Bilir sigarayı her yeni doğan
Duman duman solurken her nefeste.
Sigara! Yokken dumanında tadın
Yine de dilimden düşmezdi adın
Terk etti, çok sevdiğim kadın
Kokundan, çilesin bizim adreste.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 41
Necmettin KILIÇER
Emine ÖNDER
ANILAR ISSIZ BİR DERYA
Anılarım… Ne zaman ilkokul günlerimin geçtiği bu sokakta yürüsem kaybolurum
anılarımın derinliğinde. Küçüktüm oysa küçücüktüm… Ne kadar anı birikmiş olabilirdi ki
yüreğimde? O zamanlar belki de hiç önemli değildi benim için. Şimdi anlamaya başlıyorum o
günlerin değerini. Küçücük ellerimle, o kitapları yerleştirirdim kendimden büyük olan çantama.
Hem de tüm kitaplarımı… Defter, kitap, kalem, silgi, cetveller… Ne bulursam yerleştirirdim
çantama. Çok iyi hatırlıyorum, üst sınıftakiler acıyarak bana bakıp çantamı taşımak isterlerdi. Hiç
anlamazdım niye böyle yaptıklarını. Ben taşıyamıyor muyum kendi çantamı! Hem kocaman kız
oldum, okula bile başladım. Hiç de ağır değildi zaten! Hem insan niye böyle yapsın ki? Kendi
çantası ağır, bir de benimkini taşıyıp başına iş açacak. Allah’ım bu büyükler hiç mi düşünemiyor
bunları derdim. Okulda yemek sırası beklerdik. Biz küçüğüz ya, acıkmışızdır diye büyükler bizi
hep sıranın en önüne geçirirlerdi. Birileri oyun mu oynuyor, gider izlerdim onları. Düşen olduğu
zaman herkes koşar kaldırırdı. Sanki kendi kalkamıyor, kocaman adam olmuş! Ağlayan birini
görsem mutlaka onu teselli eden biri vardı yanında. Hiç anlam veremezdim bu hareketlere. Bu
insanlar niye karşısındakini kendinden daha çok düşünüyordu ki? Sanırım öğrenmem gereken çok
şey vardı… Daha okulun ilk gününde fark etmiştim; çok çalışmam lazım çok…
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 42
Okulun ilk günü… Herkes bahçede arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle hasret gideriyordu. Ben
ise, ürkek tavırlarla onları izliyor, benim de böyle arkadaşlarım olur mu diye düşünüyordum.
Gittim sınıfıma. Tabi hem heyecanlı, hem de çekingen tavrım çok belliydi dışarıdan. Baktım sınıfa
herkes birbiriyle sohbet ediyor. Tanışmışlar bile. Boş bir sıra aradı gözlerim. Bir kız vardı. O da
çok heyecanlı görünüyordu. Yanına oturdum. Tanışıp kaynaşmamız hiç uzun sürmedi. Tek
heyecanım kalmıştı. Öğretmenimi merak ediyordum. Gelse de bir an önce tanışsak. Ona soracak
o kadar çok şey var ki…
Acaba öğretmenim de üst sınıftakiler gibi garip biri miydi? Gerçi mahalledeki arkadaşlar
anlatırdı hep. Öğretmen bugün yine kızdı diye. Korkuyordum aslında, öğretmen ya ilk günden
bana kızarsa? Ben bunları düşünürken biri girdi içeri. Yok ya öğretmen değildir. Bu gelen
öğretmen olamazdı ki… Öğretmen dediğin çatık kaşlı olmalıydı. Ya da ben öyle biliyordum…
Evet evet, bu oydu. Beklediğim öğretmenim gelmişti sonunda. Hem de gülümsüyordu bize.
Sevmiştim onu. İleriki günlerde derse başladık. Acayip çizgiler çiziyorduk. Sağa yatık, sola yatık,
düz… Artık aklımdaki sorular iyice çoğalıyordu. Yine bu çizgilerle cebelleştiğim bir anda yanıma
geldi gülen yüzüyle. Çizimin nasıl gittiğini, okula alışıp alışamadığımı sordu bana. Bütün
arkadaşlarımla tek tek ilgilenirdi. Yanıma gelince işte tam zamanı dedim ve başladım konuşmaya:
“Okula alıştım ama anlayamadığım çok şey var öğretmenim. Bir kere biz buraya okuma yazmayı
öğrenmeye geldik. Ne diye ha bire böyle çizgiler çizip duruyoruz? A’yı B’yi öğrenelim bir an
önce” dedim. Sonra hemen sustum. Pişman olmuştum. Evet, öğretmen şimdi kesin kızacak bana
derken gülümseyerek başımı okşadı. “Çok haklısın” dedi bana. “Sorunu cevaplamadan önce sana
bir şey sorabilir miyim?”dedi. Heyecanlandım. İşte şimdi sinirlenmişti kesin. “Tabii öğretmenim,
sorabilirsiniz” dedim korkuyla. “Bebekler koşabilir mi?” dedi bana. Şaşırmıştım. Bir öğretmen
bunu bilemeyip öğrencisine sorar mıydı hiç? “Ne diyorsunuz öğretmenim? Bebekler hiç koşar
mı?” dedim kıkırdayarak. Ardından bir soru daha: “Peki o zaman ne yapmaları gerekir?” “
Öğretmenim bebekler önce emekler, sonra adım atmayı öğrenirler. Bunları öğrenince koşmayı da
öğrenirler zaten” dedim. Yaşasın! Galiba güzel bir cevap vermiştim. ‘Aferin’ dedi bana. “İşte biz
de böyleyiz” dedi ardından ve devam etti; “Önce çizgi çizmeyi öğreniriz emekleyen bebek gibi.
Sonra harfleri öğrenir, yürümeye başlarız. Harfleri bir araya getirip kelime oluşturunca da
koşmamız için hiçbir engel kalmaz. Hayatta koşarak ilerlememiz için önce yürümeyi
öğrenmeliyiz.” Sonra diğer arkadaşlarımın yanına gitti. Bakıp kalmıştım arkasından…
Bugün okul hayatımın ilk ‘Aferin’ini ve ‘ilk hayat dersi’ni almıştım. Zamanla öğrendiğim
şeyler artıyordu. Artık yavaş yavaş anlıyordum büyüklerin hareketlerini. Onlar bize iyilik
yapıyorlardı. Ve bu davranışlarından dolayı hiçbir şey kaybetmiyor, aksine küçük yüreklerin
sevgisini kazanıyorlardı. İyilik yolunda ilk adımlarını atmış, şimdi koşmaya başlamışlardı. Evet,
ben de onlar gibi iyi bir koşucu olmalıydım. Hem de hiç yorulmadan koşmalı, bu yolda adım
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 43
Bugün okul hayatımın ilk ‘Aferin’ini ve ‘ilk hayat dersi’ni almıştım. Zamanla öğrendiğim
şeyler artıyordu. Artık yavaş yavaş anlıyordum büyüklerin hareketlerini. Onlar bize iyilik
yapıyorlardı. Ve bu davranışlarından dolayı hiçbir şey kaybetmiyor, aksine küçük yüreklerin
sevgisini kazanıyorlardı. İyilik yolunda ilk adımlarını atmış, şimdi koşmaya başlamışlardı. Evet,
ben de onlar gibi iyi bir koşucu olmalıydım. Hem de hiç yorulmadan koşmalı, bu yolda adım
atmayı herkese öğretmeliydim. Tıpkı yüreğinde binlerce öğrencinin sevgisini taşıyan öğretmenler
gibi.
Yıllar sonra. İyiliğe doğru adım atmayı öğrendiğim yollarda dolanırken, bütün bu anılar
almıştı beni gizli hanesine. Bunlar ve daha ne anılar saklıydı hatıra bahçemde… Bana adım atmayı
öğreten ilk öğretmenime ve durmadan koşan bütün öğretmenlere… Sevgilerimle…
Emine ÖNDER
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 44
Enes UĞUZLU
TUT ELLERİMDEN UMUT
Tut ellerimden umut, tut!
Al bu yorgunluğun sersemliğinden beni
Ve kaldır şu yere yığılmış olan bedenimi
Kırdır bana şu yalnızlığın zor çemberini
Uzat ellerini bana doğru uzat,
Kim bilir belki de "bir umut daha" derim!
Tut ellerimden umut, tut!
Çıkar beni şu hiçleşmenin bataklığından
Koru beni küflendiren sessizleşmenin ağından
Her geçen gün daha da ağırlaşan ıstıraplardan
Aç yüreğini bana aç Rahman’ın aşkına
Kim bilir belki de "bir umut daha" derim!
Tut ellerimden umut, tut!
Koy göğsüme ellerini ve kulak ver sesime
Yabana atma beni n'olur, itibar et sözlerime
Mana ver, ruh ver, sözümün her kelimesine
Senden istirhamım şu ki, sar beni kendine
Kim bilir belki de "bir umut daha" derim!
Tut ellerimden umut, tut!
Gecenin kuytu sessizliğine sar şu yüreğimi
Mecali kalmamış dilime, sözler ek ve güç ver
Kırılgan kalbime metaneti öğret yıkılmasın
Aç bana o engin ufka giden kapılarını
Kim bilir belki de "bir umut daha" derim!
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 45
Mehmet AKBAŞ
MERDÜMGİRİZLİK
Merdümgiriz, kalabalıkları sevmeyen, insan içine çıkmaktan hoşlanmayan; insanlardan kaçan kimse
demektir. Dilimize Farsçadan geçmiştir. İnsan mânasına gelen merdüm ile kaçma mânasına gelen güriz
sözcüklerinden oluşan bir bileşik kelimedir.
Merdümgirizler kendilerine müstakil ve her tesirden azade bir muhit oluşturmak isterler. Alıngan,
çekingen, insanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayan kimselerdir.
Kastamonu’da kaleme alınan mektupların birinde “Eski Said’ten Yeni Said’e geçişte bir
hastalık”tan bahsedilmiştir. Bu hastalık merdümgirizlik hastalığı olsa gerektir. Bediüzzaman
merdümgirizliği “insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir olmak” olarak tarif etmiştir.
Yeni Said -Eski Said’den farklı olarak- içtimaî ve siyasî hayatı terk etmiş ve tamamen Kur’ân hakikatlerine
yönelmiştir.
Üstad Hazretleri, kendisinde de bu hastalığın var olduğunu ve bunun da hikmetini şöyle izah ediyor:
“Bu yirmi sene tazyik neticesi, ehemmiyetli ve müzmin bir hastalık bana ârız olmuş. Zaten eskiden beri o
hastalığın esası bende vardı ki, ona merdümgirizlik, yani, insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan
müteessir olmak... Hattâ şimdi en hafif ruhlu bir kardeşim, bir şakirdimle görüşmeyi -fakat Risale-i Nur
hizmetine ait olmamak şartıyla- ruhum kaldırmıyor. Hattâ dostâne bakmaktan cidden müteessir oluyorum.”
“Kur’ân’dan gelen Risale-i Nur’un elmas gibi hakikatlerini bana mâletmekle cam parçalarına indirmemek
hikmetleriyle, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn bana bu hastalığı vermiştir. Ben, Cenâb-ı Hakk’a şükrediyorum "
(Emirdağ Lâhikası)
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 46
Aslında Üstadın merdümgirizliği; insanların büyük bir evliya görüp, ona ilgi ve teveccüh göstermeleri ve
Üstad Hazretleri’nin bundan rahatsız olma ve sıkılma hali de diyebiliriz. Öyle ki bu tarz nazarlar, Üstad
Hazretleri’ni hasta ediyordu. Bu sebeple mümkün mertebe nazarlardan, yani insanların ilgi ve
teveccühünden kaçınmaya çalışıyordu.
Ömrünü sürekli zindan ve sürgünlerde geçiren birisinin, sosyal hayata adapte olması zor olur. Bu sebeple
Üstad Hazretleri insanların nazarından sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen bir halete
sahipti ki, bunu içtimaî hastalık olarak ifade ediyor. Siyasî ve afakî konulara olan ilgisizliğinde, bu
hastalığın rolünün de olduğunu ifade edebiliriz.
Merdümgirizlik, insanlardan sıkılma, kalabalıklardan hoşlanmayıp yalnızlık isteme hâli denilmişti.
Günümüzde bu hastalığa yakalananların sayısı az değildir. Çünkü öyle bir zamanki herkesin ruhu
daralıyor. Peygamberler ve mana ehlinin zaman zaman inzivaya çekilmeleri gösteriyor ki, dünyanın
karmaşası insanı boğuyor.
Şimdilerde en hafif ruhlu biri dahi, kimseyle görüşmek istemiyor. Ruhumuz kaldırmıyor. Hatta dostâne
bakmaktan insanlar sıkılabiliyor. Dünyadaki zulüm ve cinayetleri görünce ruhlar daralıyor. Bu hastalığı
bize sevdiriyor, sabır ve tahammül veriyor.
Merdümgirizlik hastalığına yakalanmak istiyoruz. Ama insanlarla görüşmekten ve konuşmaktan sıkılsak
dahi, içtimaî ve siyasî hayattan da kopamıyoruz.
Merdümgirizlik insanı asosyal yapar, ama iç sesin tecrübelerini kişiye hatırlatır, seni kendinle baş başa
bıraktırır. Sana ait olan cevherin değerini kadr ü kıymetini gösterir.
İnsanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir olmak, bu zamanda hastalık mıdır?
Kalabalıklara karışmak dünya işlerini konuşup aklı da, kalbi de onunla meşgul etmek sosyalleşmek
midir? Bu sorulara da tam cevap veremiyoruz. Bazı eserleri okuduğumuzda, bazen iç dünyamızda
gürültülü bazen de merdümgiriz devrimler yaşıyoruz.
Merdümgiriz bir hancıyız
Açmıyoruz kimseye kapımızı
Kapıyı çalanlara “yüreği dolu” deyiniz.
Son durağımız inziva olsun...
Mehmet AKBAŞ
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 47
BİR BAYRAM MATEMİ
Annem, güneş altında çalışan köylü bir kadın kokardı.
Harran’ın çatlamış dudaklarıyla oynaşırken ırgat elleri
Annem ekmek kadar mübarek olurdu.
Babam öldüğüm yanımdı,
Çocukluğumu büyütürken zaman,
Annem babam olurdu,
Yamalar dikerdi en yaralı yanıma.
Öksüzlüğümü sökerdi yüreğimden.
Bir bayram sabahıydı.
Kimsesizdi kimliğim.
İçim babamla dolmuştu,
Ağlamıştım, kanamıştı çocukluğum.
Sessizdi o bayram sabahı bir bıçak gibi,
Anamın soluğunda hoyrat türküler,
Gözyaşlarımda babam birikmişti.
Ağlamıştım, kanamıştı çocukluğum.
Ahh babam ahh!
Yokluğunda,
Geceler ah olur, uzanır yatağıma,
Hicranla ağarır sabahlar.
Ağlarım, kanar çocukluğum
Öyle bırakıp gittin ki,
Sarılmadan doya doya.
Anarım şimdi eski günleri,
Annemin ıslak gözlerinde,
Ağlarım, kanar çocukluğum.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 48
Recep DAĞ
Mustafa TOSUN
MERYEM'İN İYİLİK SORUSU
Meryem babasına sordu:
- Baba her iyilik güzeldir, değil mi?
Babası şu cevabı verdi kızına:
- Bunu en iyi Allah bilir kızım ama hayattan öğrendiğim bir şey var ki, niyeti sağlam olmayan
iyilikler nice kötü ve bencil duygulara perdedir, yani güzel değildir.
Bu cevap karşısında şaşıran Meryem:
- Ama nasıl olur baba?
Babası sakin bir şekilde sözlerine devam etti:
- Niyetler, eylemlerin direksiyonudur kızım. Bazen birine iyilik yaparlar ama karşılığında gizil bir
şekilde o kişinin şahsiyetini satın almak isterler.
Devam etti babası sözlerine:
- Yüce Rabbimizin Kerim kitabının İnsan suresinde iyilik yapanların niçin iyilik yaptıkları
anlatılır, şöyle: "Biz bir karşılık beklemiyoruz sizden, biz sadece Allah'ı razı etmek için yapıyoruz."
Babasını dikkatle dinleyen saf yürekli Meryem mutlu bir gülümseme ile girdi söze:
- O halde babacığım bir kişi başkasına iyilik yapmadan önce kendine iyilik yapmayı başarmalıdır.
Meryem'in bu sözlerine karşı babası tefekkürane bir şekilde şaşırdı ve içinden “bakalım Meryem
ne diyecek” diye geçirdi ve gözlerini kızına dikti:
- Bir kişi kendisine nasıl iyilik yapar canım kızım, çok merak ettim.
Meryem çok sakin ve sade bir şekilde hemen cevapladı babasının sorusunu:
- Bir kişi önce iç dünyasını yani niyetlerini temizleyip düzelterek. Direksiyonu sağlam olmayan
iyilikler çoğu zaman kazaya yol açar.
Bu cevap karşısında Meryem’in babasının yüreğini hayret ve sevinç kapladı ve kızının dediklerini
başıyla onaylayarak hafif bir ses tonuyla:
-Evet kızım, haklısın. Ne de güzel söyledin. Rabbim seni korusun.
Babasının ağzından dökülen bu tasdik ve duanın ardından, Meryem bu sohbetten dolayı teşekkür
ederek izin isteyip mutmain bir halde odasına gitti.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 49
Barış KAYA
TAHAVVÜL
Var olmak dünya üstü iken
Dünya varılacak yer oldu.
Ruhlar bedenlerde hapis iken
Bedenler ruhlara mezar oldu.
Toprak varlığın sırrı iken
Kardeşin kardeşi katline mükâfat oldu.
İnsan hüznün masumiyetin efsunu iken
Kinin nefretin şehvetin kalesi oldu.
Akıl hakikati anlama çabası iken
Şimdi hakikatin ta kendisi oldu.
Karanlık mahlûkatın inzivası iken
Mahlûk karanlıkta kayboldu.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 50
Muhammed Salih ŞEKER
YAŞAMAK İÇİN
Yaşamak için bir tutam tuz yeter bana
Yahut nefes almak için bir isim.
Kanlı bir yemine gerek yok
Anılardan geçmek için!
Çünkü soluduğumuz bu hayat
Yetiyor bizi ayakta tutmak için
Yetiyor taze bir anı
Düşler sokağında korkusuzca dolaşmak için
Yetiyor bize ihmalkârca bir dokunuş
Bütün umudumuzu boşaltmak için
İnsan geçmişin aynasıdır
Geleceğin ise habercisi
İnsan…
İnsan…
Değil midir ki vardan habersiz
Yokluk içinde çıplak
Kalabalıklar içinde yalnız
Tek başına bir topluluk
Yaşamak için bir tutam tuz yeter bana
Yahut kavuşmak için bir el
Karşılıksız vaatlere gerek yok
Yarınları beklemek için
Bir delile ihtiyaç yok
Aynada gördüğüm yüzü sevmek için
Bir tutam sevgi yeter bana
İçimdeki dünyayı yeniden ayaklandırmak için.
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 51
CUMA SOHBETLERİ
Türkiye Yazarlar Birliği Şanlıurfa Şubesinde uzun yıllardır Cuma akşamları sohbet programları
gerçekleştirilmektedir. Bu yıl da bu sohbetler devam etmektedir. Her hafta davet edilen bir konuk,
uzmanı olduğu bir konuda konuşur, program karşılıklı soru, cevap ve açıklamalarla sona erer. Program
hazırlanan afişlerle sosyal medyada duyrulmaktadır. Nisan ve Mayıs aylarının afişleri şunlardır:
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 52
CUMA SOHBETLERİ
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 53
ÜYELERİMİZİN 2018 YILINDA ÇIKAN KİTAPLARI
Beşinci Mevsim Kültür, Sanat, Edebiyat Yazıları
Sayfa 54
Kıvırlık Kuşları:
Suriye’deki iç savaş
dolayısıyla Türkiye’ye
göç etmek zorunda
kalan muhacirlerin
öyküleri.
Gençler İçin Nabi:
Şair Nabi’yi gençlere
tanıtmakamacıyla sade bir
dile yazılmış biyografik bir
eser.
Gebece:
Hayatın içinden acı
tatlı öyküler.
Beydili Aşireti:
Beydili Aşireti’nin
siyasi, sosyal ve
kültürel yapısı
anlatılmıştır.
Kelebeğin
Sevdası:
Konusunu
sevgiden alan ve
okuyucularına
sevgi armağan
eden eşsiz bir
roman.