1 TÜRKĠYE’NĠN TOPLUMSAL YAPISI ve DĠL BĠRLĠĞĠNĠN ÖNEMĠ * Prof. Dr. Birsen GÖKÇE ĠNSANLIĞIN EVRĠMĠ Dünya tarihi; ülke geçmişlerinin binlerce hikâyeden oluştuğunu göstermektedir. Yeryüzünün farklı yerlerinde ve farklı koşullar altında evrim sürecini yaşayan atalarımız doğal olarak birbirlerinden bağımsız genetik değişimler geçirdiler. Farklı renk ve görüntüler içinde oldular. Göçler ve diğer yaşamsal koşullarla gerçekleşen genetik karışım bu süreci hızlandırdı. Büyük kapasiteli bilgisayarlar ve de hassas fiziksel teknolojik araçlar sayesinde geçmiş tüm ayrıntılarıyla günümüze yansıtılabilmektedir. Evrim sürecindeki aşamalar da bugünkü bilimsel gelişmelerle açıklık kazanmaktadır. Özellikle kan gruplarının bulunması tıp tarihinde çeşitli gelişmelere olanak vermiştir. Bugün bilim ve teknolojinin geldiği aşamalarla insan geçmişindeki bilinmezlikler bilinir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada konuyla ilgili verilebilecek önemli bir örnek 2005 yılından itibaren National Geographic ve IBM işbirliği çerçevesinde yürütülmekte olan NG GENOM Projesidir. Projenin amacı; tüm Dünya Ülkelerinde binlerce insandan alınacak DNA örneklerini analiz ederek , Afrika‟ dan yaklaşık 70 bin yıl öncesine ait tüm dünyaya yayılan insan türünün (homo sapiens) göç yollarının haritasını çıkarmaktır. İnsanoğlu yüzyıllar boyunca, soya bağlı, akrabalık ilişkileri çerçevesinde aşiret toplulukları olarak yaşamını sürdürdü. Bu dönemde „bireysel yaşama‟, „duygu‟, „düşünce‟, „insan hakkı‟ ve benzerleri söz konusu değildi. Suç da ceza da müşterekti. Yaşadığı yer, otlattığı hayvan, topladığı ürün ve bireyin kendisi de aşirete aitti. Kısaca aşiret yaşamlarını bir arada sürdüren ilkel bir topluluktu. Komşu olan aşiretlerarası çatışmalarda üstün gelen taraf karşı aşiretin bütün üyelerini yok etmesi ile kendi güvencelerini sağlardı. 1 Bu topluluklar kendi aralarında iletişim kurabilmek için bugünkü dil yerine geçen sese dayalı bir araç geliştirdiler. Böylece insanoğlu kazandığı deneyimleri kendinden sonrakilere aktarmak için de bir yol bulmaya çalışmıştı. Kuşkusuz o günkü yaşam koşulları çerçevesinde kullanılmaya başlayan sözcükler insanlar tarafından yaratılmış yakıştırmalardır. İki yüz yıl öncesine kadar insanlar beyaz / kara / sarı / kızıl tenli ve çekik gözlü olarak sınıflandırılırken genetik farklılığın 1/10.000 olduğu anlaşılınca ırk ayrımcılığından vazgeçilmiştir. Son tahlilde cinsiyet ayrımının dışında yaşam biçiminden kaynaklanan her türlü ayrımcılığın sorgulanmasının toplumsal yapı ya da insan 1 ÖZAKINCI , Cengiz “Etnik köken sorunu mu ?” Bütün Dünya Sayı 2009/12 Başkent Üniversitesi yayını ,s .31-41 * Bu makale yazarın Türkiyenin Toplumsal Yapısı Ve Toplumsal Kurumlar , Savaş Yayınları 4. Baskı , Ankara 2013 Kitabının 6 „ıncı 7 „inci ek bölümlerinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
12
Embed
TÜRKĠYE’NĠN TOPLUMSAL YAPISI ve Prof. Dr. Birsen GÖKÇE · İlber Ortaylı‟nın belirttiği gibi, Osmanlı‟da “millet” günümüzde anlaılan “ulus” tan farklıydı.
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
1
TÜRKĠYE’NĠN TOPLUMSAL YAPISI ve DĠL BĠRLĠĞĠNĠN ÖNEMĠ *
Prof. Dr. Birsen GÖKÇE
ĠNSANLIĞIN EVRĠMĠ
Dünya tarihi; ülke geçmişlerinin binlerce hikâyeden oluştuğunu göstermektedir. Yeryüzünün
farklı yerlerinde ve farklı koşullar altında evrim sürecini yaşayan atalarımız doğal olarak
birbirlerinden bağımsız genetik değişimler geçirdiler. Farklı renk ve görüntüler içinde oldular.
Göçler ve diğer yaşamsal koşullarla gerçekleşen genetik karışım bu süreci hızlandırdı.
Büyük kapasiteli bilgisayarlar ve de hassas fiziksel teknolojik araçlar sayesinde geçmiş tüm
ayrıntılarıyla günümüze yansıtılabilmektedir. Evrim sürecindeki aşamalar da bugünkü
bilimsel gelişmelerle açıklık kazanmaktadır. Özellikle kan gruplarının bulunması tıp tarihinde
çeşitli gelişmelere olanak vermiştir.
Bugün bilim ve teknolojinin geldiği aşamalarla insan geçmişindeki bilinmezlikler bilinir hale
getirilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada konuyla ilgili verilebilecek önemli bir örnek 2005
yılından itibaren National Geographic ve IBM işbirliği çerçevesinde yürütülmekte olan NG
GENOM Projesidir. Projenin amacı; tüm Dünya Ülkelerinde binlerce insandan alınacak DNA
örneklerini analiz ederek , Afrika‟ dan yaklaşık 70 bin yıl öncesine ait tüm dünyaya yayılan
insan türünün (homo sapiens) göç yollarının haritasını çıkarmaktır.
İnsanoğlu yüzyıllar boyunca, soya bağlı, akrabalık ilişkileri çerçevesinde aşiret toplulukları
olarak yaşamını sürdürdü. Bu dönemde „bireysel yaşama‟, „duygu‟, „düşünce‟, „insan hakkı‟
ve benzerleri söz konusu değildi. Suç da ceza da müşterekti. Yaşadığı yer, otlattığı hayvan,
topladığı ürün ve bireyin kendisi de aşirete aitti. Kısaca aşiret yaşamlarını bir arada sürdüren
ilkel bir topluluktu. Komşu olan aşiretlerarası çatışmalarda üstün gelen taraf karşı aşiretin
bütün üyelerini yok etmesi ile kendi güvencelerini sağlardı.1 Bu topluluklar kendi aralarında
iletişim kurabilmek için bugünkü dil yerine geçen sese dayalı bir araç geliştirdiler. Böylece
insanoğlu kazandığı deneyimleri kendinden sonrakilere aktarmak için de bir yol bulmaya
çalışmıştı. Kuşkusuz o günkü yaşam koşulları çerçevesinde kullanılmaya başlayan sözcükler
insanlar tarafından yaratılmış yakıştırmalardır. İki yüz yıl öncesine kadar insanlar beyaz / kara
/ sarı / kızıl tenli ve çekik gözlü olarak sınıflandırılırken genetik farklılığın 1/10.000 olduğu
anlaşılınca ırk ayrımcılığından vazgeçilmiştir. Son tahlilde cinsiyet ayrımının dışında yaşam
biçiminden kaynaklanan her türlü ayrımcılığın sorgulanmasının toplumsal yapı ya da insan
1 ÖZAKINCI , Cengiz “Etnik köken sorunu mu ?” Bütün Dünya Sayı 2009/12 Başkent Üniversitesi yayını ,s
.31-41
* Bu makale yazarın Türkiyenin Toplumsal Yapısı Ve Toplumsal Kurumlar , Savaş Yayınları 4. Baskı ,
Ankara 2013 Kitabının 6 „ıncı 7 „inci ek bölümlerinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
2
ilişkileri açısından önemli olduğu düşünülmemektedir. Toplumsal yapılar ülkelerin kendi
gerçeğini yansıtır. Bu nedenle sosyal, ekonomik ve yönetimsel koşulları ülkeler bazında ele
alıp incelemek gerekir.
Çağımızda insanoğlu yaşadığı coğrafi konumu itibariyle Doğulu / Batılı, Asyalı / Avrupalı,
Afrikalı / Amerikalı diye de gruplandırılmaktadır. Aynı kökten gelen insan soyunun
yeryüzüne yayılırken yayıldığı yerin koşullarına göre birbirlerinden farklılaştığı
görülmektedir. Aynı zamanda yola çıkmış olmalarına rağmen neden farklılaştıkları ise
yaşadıkları çevre koşullarının topluluk üzerindeki etkileriyle açıklanmaktadır. Özellikle dış
görünüş, davranış özellikleri, kültür birikimi, gelenek ve görenekler de farklı evrimleşmelere
yol açmaktadır. Coğrafi yakınlığın da yaşam benzerliklerini oluşturduğu gözlenmektedir.
Burada altı çizilmesi ve vurgulanması gereken nokta dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın,adı ,
kökeni, milliyeti ne olursa olsun insan doğumdan sonra kazanılan etiketlerin dışında
toplumsal ilişkiler açısından her türlü hak ve özgürlüğe sahip olması gereken bir varlıktır.
Aşiret döneminden günümüze gelindiğinde koşullar değişmiş, insanlar yaşadıkları doğayı,
toprağı, suyu ve de sahip oldukları diğer olanakları paylaşmak istememişler. Bu doğrultuda
savaşmışlar,nice kayıplar vererek sınırlarını çizmişler ve bugün her biri kendi bayrakları
altında toplanmış, „193 üye devlet Birleşmiş Milletler camiası olarak siyasi birlikteliklerini
sürdürmektedir.
TOPLUMSAL YAPI ve ĠNSAN
İnsanoğlu doğduğu andan itibaren kendini bir topluluk içinde bulur. Nerede doğarsa doğsun,
nerede büyürse büyüsün, ister Avrupalı, ister Afrikalı olsun hepsi bir topluluğun üyesidir.
İnsan yalnız yaşayabilen yani tek başına yaşamayı sürdüren bir varlık değildir.
Bir başka deyişle toplum, toplumsal ilişkilerden oluşan bir yumaktır. O halde büyüklüğü,
uygarlık düzeyi, ekonomik uğraşısı, dili, dini, inandığı değerler ve uyduğu kurallar ne olursa
olsun, ortak bir yaşayışa sahip her insan topluluğu bir toplum meydana getirir. Toplum içinde
otoriteyi , yardımlaşmaları saklayan, gruplar oluşturan, insanların davranış ve özgürlüklerini
denetleyen bir kurallar bütünüdür.2
İnsanın zorunlu çevresi olan ve bütün varlığını etkileyen toplumu tanımak ve öğrenmek
istemesi doğaldır. Gingsberg‟e göre toplumsal yapı, toplumu oluşturan temel grup ve
kurumlardan meydana gelmektedir. Bu yaklaşıma göre toplumsal yapı yalnızca kurumsal
düzenlemeleri ve sosyal gruplar arasındaki ilişkileri kapsamaktadır. Diğer bir deyişle
toplumsal yapı kavramı ancak süreklilik gösteren ve önemli olan ilişkilerle ve gruplarla
sınırlandırılmaktadır.
Bu anlayışa göre toplumsal yapının kurucu öğeleri nüfus, çevre ve yerleşim,
ekonomi,toplumsal sınıflar, eğitim, siyaset, hukuk, aile ve dindir. Kurucu öğeleri toplum
bütünlüğü içinde ve aralarındaki düzenli ilişkileri belirtecek ve de yapının işleyişini
açıklayacak kurum, bir şeyi yapmanın örgütlenmiş yoludur. Bireyin toplumsal sistem içinde
nasıl davranması gerektiğini toplumsal kurumlar belirler. Sonuçta, kurum “toplumun yapısı ve
2 GÖKÇE, Birsen. Türkiye’nin Toplumsal Yapısı Ve Toplumsal Kurumlar Savaş Yayınları 4. Baskı
,Ankara 2013 S.1-3.
3
değerlerin korunması bakımından zorunlu sayılan nispeten sürekli kurallar topluluğu olarak
tanımlanmalıdır”.
Merton ise kişinin çevresini kültürel ve toplumsal olmak üzere iki farklı yapının
oluşturduğunu ileri sürmektedir. Kültürel yapı: Belli bir toplum ya da grup üyelerinin ortak
davranışlarını yöneten örgütlenmiş bir dizi normatif (kuralcı) değerlerdir. Toplumsal yapı ise
bir toplumun ya da grubun üyelerinin çeşitli şekillerde içinde bulundukları örgütlenmiş bir
dizi toplumsal ilişkilerdir.3
Temel toplumsal işlevler (neslin sürdürülmesi, genç kuşakların toplumsallaştırılması, yaşamın
anlamı ve amacı, mal ve hizmetlerin üretim ve dağılımı, düzenin korunması… vb) ve onları
yerine getiren yapısal öğeler hep birbirine bağımlı olarak işlerlik kazanan yapılardır.
Bunlardan herhangi birinin aksaması durumunda, bütünüyle toplumsal yapı işlerliğini
kaybeder.
Toplumsal yapının bu temel işlevleri ve onları yerine getiren başlıca kurucu öğeleri, birbirine
bağımlı bir (sistem) oluşturmaktadır. Bunların herhangi birindeki değişme, öbür öğeleri de
kuşkusuz etkileyecektir.
Çağdaş sosyoloji „toplumu’, insanların bir yandan doğa diğer yandan da kendi
aralarında sürdürdükleri bir iliĢkiler bütünü olarak tanımlamaktadır. Ancak her
toplumsal yapının kendi içinde bir yapısal dengesi ve göreli bir sürekliliği söz konusudur.
Toplumlar dinamik bir yapıya sahip olduklarından değişen dengelerin yerini yenilerinin
alması kaçınılmazdır. Toplumun farklılaşması insanlararası ilişkilerde yeni durumların
sergilenmesine yol açar. Her işlevsel bölünme farklı kurumların doğuşuna neden olur.
Farklılaşarak bütünleşme kurumlararası ilişkiler ağının gerçekleşmesine olanak verir. Bu
ilişkiler ağı zaman içinde gelişir ve göreli olarak süreklilik kazanır. Ve bu oluşum toplumsal
yapı kavramıyla açıklanır. Toplumbilim literatüründe daha önce örnekleri verildiği gibi „yapı‟
sözcüğü farklı alanlarda benzer anlamlarda kullanılmıştır. Burada sözü edilen „benzer anlam‟
farklı öğelerarasındaki bağımlılık ilişkisidir. Bir binanın yapısı deyince, temel, duvar, çatı gibi
başlıca öğelerarasındaki bağlantı anlaşılmaktadır. Aile yapısı söz konusu olunca da aile
bireyleri arasındaki ilişki, otorite görüntüleri akla gelmektedir. Ekonomik yapıda ise, tarım,
sanayi, üretim teknolojisi, örgütlenme biçimleri, ulaştırma hizmetleri, pazarlama ve benzer
öğelerarasındaki ilişkiler gündemi oluşturmaktadır. Aynı açıklama siyasal kurumlar ve
toplumsal sınıflar için de geçerlidir. Siyasal kurumlarda, partiler, parti içi örgütler, ideolojiler,
liderler, seçmenler, toplumsal sınıflarda ise işçiler, köylüler, işverenler, ticaretle uğraşanlar,
etnik gruplar ve benzeri temel öğelerarasında kurulan ilişkiler söz konusudur. O halde yapı,
öğelerarası bağımlılık ilişkilerinden oluşan bir bütünlüktür. Toplumu meydana getiren öğeler
karşılıklı ilişki içindedir ve bunların her biri toplum içinde bir işleve sahiptir. İşte ayrı ayrı
parçaların (öğelerin) sistemli ve düzenli ilişkilerinden doğan bu bütüne yapı denir. Bir yapının
oluşabilmesi parçaların yan yana getirilmesi değil parçalar arasında anlamlı ilişkiler kurulması
demektir.
3 MERTON, Robert, k. Social Theory And Social Structure, Glenceo ill Free Press,1964.
4
Bu noktada toplumsal yapının bir „mozaik‟ olduğu benzetmesinin; bütünün parçalarının anlık
bir kesitini verdiği, durağan (statik) olduğu, parçaların birbirleriyle ilişkilerini belirtmediği ve
ilişkilerarası dinamik bir süreci belirleyemediği gerekçesiyle yetersiz kaldığı ifade edilmelidir.
Bir yapıyı oluşturan parçaların sahip oldukları farklı nitelikler değişik toplumsal yapılara yol
açar. Burada her toplumun yapısını oluşturan değişik özelliklerle öğelerarası ilişki
biçimlerinin kendine özgü formları kastedilmektedir. Böylece toplumlararası yapısal
farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Türkiye‟nin toplumsal yapısı ile Japonya‟nın toplumsal
yapısının birbirinden farklı oluşu öğelerin farklılığından değil öğelerarası ilişki biçiminin
farklılığından kaynaklanmaktadır.
OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE ETNĠK GRUPLAR
Anadolu gibi tarihin en hareketli bölgesi olan topraklar üzerine kurulan Türkiye
Cumhuriyeti‟nin halkı çeşitli etnik gruplardan oluşmuştur. Çünkü Dünya‟nın bu bölgesi tarih
boyunca büyük göçlere, bitmez tükenmez savaşlara, sık sık istilalara maruz kalmış; çeşitli
düşünce akımlarına kaynaklık etmiş; dolayısıyla pek çok kültür ve medeniyete temel
oluşturmuştur. Sık sık el değiştiren bu bölge sırasıyla Hurrilerin, Hititlerin, Urartuların,
Sakaların, Medlerin, Perslerin, Makedonyalıların, Hazar Türkleri‟nin, Müslüman Araplar‟ın,
Doğu Romalıların, Moğolların ve son olarak da Oğuz Türklerinin uğrak ve yerleşim yeri
olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu, her devirde zulme uğrayan savaştan kaçan insanların sığınacağı bir
yer olarak görülmüştür. İspanya‟dan kaçıp gelen Yahudiler ve Avusturya – Macaristan‟dan
kaçıp Osmanlı‟ya sığınan insanlar bunun en tipik örnekleridir. Son yıllarda da Bulgaristan,
Afganistan, Irak, Bosna – Hersek ve Orta Asya‟dan birçok insan Türkiye‟ye gelip
yerleşmiştir. Son iki ,üç yıldır güney sınırlarından giriş yapan yabancı uyrukluların sayısı da
ciddi boyutlara ulaşmıştır.
Anadolu‟nun coğrafi yapısı ve Osmanlı İmparatorluğunun bütünleştirici politika gütmemesi
nedeniyle çeşitli kökenden insanlar küçük gruplar halinde dağlık bölgeleri kendilerine yaşam
alanı seçmişlerdi. Üç kıtada pek çok ülkeye hâkim olan Osmanlılar Anadolu halkını
kültürleriyle hem etkilemiş hem de onlardan etkilenmiştir. İmparatorlukta yerleşen etnik
grupların daha iyi anlaşılabilmesi için millet sisteminin açıklanması gerekmektedir. İlber
Ortaylı‟nın belirttiği gibi, Osmanlı‟da “millet” günümüzde anlaşılan “ulus” tan farklıydı.
Çünkü, ulusçuluğun kökeninde dil, ırk ve/veya kültür birlikteliği söz konusu iken, millette
sadece din, mezhep ve bunun getirebileceği kültürel birliktelik vardır. Bu noktada belirleyici
etken “din” idi. Örneğin aynı dini benimsedikleri için “ümmet” oluşturan Osmanlı
Müslümanları kendi içlerinde Türk, Kürt, Arap, Çerkez gibi etnik ve kültürel gruplara ait
olsalar da Osmanlı sisteminde tek bir millet gibi görülüyorlardı.4
Her milletin Osmanlı Devleti‟yle olan mali, idari ve yargısal işleri millet liderleri aracılığıyla
çözümlenirdi. Osmanlı milletleri kapalı bir yapı oluşturmaktaydılar, İmparatorluk içindeki her
millet öğretim, haberleşme, eğitim, sosyal güvenlik ve adalet konularında (idare, maliye ve
4 ORTAYLI, İlber. “Osmanlı İmparatorluğunda Millet” Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi,
1985, ss.996-1001.
5
askerlik hariç) özgürlüğe sahipti. Buradaki özgürlük, bireylere tanınan anlamda bir özgürlük
olmayıp “millet” lerin grup halinde sahip oldukları özgürlüktü.
Millet sisteminde temel ayrım Müslüman olanlarla Müslüman olmayanlar arasındaydı.
Müslüman topluluklar imparatorluğun asli unsuru olarak görülürken, Müslüman olmayanlar
azınlık statüsündeydiler. İmparatorluk içindeki Müslüman topluluklar temel hatlarıyla,
Türkler, Kürtler, Kafkasya‟daki Müslüman gruplar, Arnavutlar, Pomak denilen Bulgarca ve
Rumca konuşan Müslümanlar, Bosnalılar ve 16. yüzyıldan sonra da Araplar idi.5
Bu
Müslüman tebaa içindeki çeşitli etnik gruplar aynı „ümmet-i Muhammed‟in üyeleri olarak
kabul edilmişlerdir. Bu nedenle halk katında kim Türk, kim Kürt, kim Çerkez sorulmamıştır.
Öte yandan Müslüman olmayan milletler ise, Rum-Ortodokslar, Ermeniler ve Yahudiler idi.
Osmanlı yönetici sınıfının gözünde bu milletler arasında bir ayrım yapılmamıştır. Zamanla bu
milletlerin her biri ayrı bir ticari ve iktisadi faaliyet alanında toplumda öncelikli bir yere sahip
olmuşlardır. Ancak bu noktada Ermenilerin Amerika‟da 1810 da kurulmuş misyonerlik
örgütlenişinin, Anadolu‟da yayılmasına katkıda bulundukları din ve kültür alanındaki
faaliyetlerin siyasi amaçla temellendirip Osmanlı İmparatorluğu dertlerine yeni boyutlar
kazandırdığına değinmek gerekir. Esasen 1960‟larda ülkemizde yaşanan dış işleri
mensuplarına yönelik Ermeni kökenli şiddet olaylarının Ermenilerin ulusal bilincinin
yaygınlaşmasından kaynaklandığı çeşitli çalışmalarda da ifade edilmiştir.6
Tanzimat ve Cumhuriyet‟in ilk yıllarında ümmet sistemi ulusçuluk akımlarının ortaya çıkışı
ile birlikte uygulanabilirliğini yitirmeye başladı. Gayrimüslim milletler, Osmanlı
İmparatorluğu‟na komşu olan devletlerin de kışkırtmalarıyla imparatorluğa karşı ulusal
bağımsızlık savaşı vermeye başladılar. Çok daha sonraları çeşitli defalar gündeme gelen
komşu devletlerce etnik kışkırtma politikaları da bu devirde ortaya çıkmıştır.
Yeni kurulan Cumhuriyette etnik yapıya ilişkin olarak bütün Müslüman unsurlara -Türk, Laz,
Kürt, Çerkez, Boşnak, Pomak, Kafkas vb - „Türk‟ denilmesini öngören bir yaklaşım
benimsenmiştir. Diğer bir deyişle Osmanlı döneminde Müslüman tebaa olarak görülen gruba
artık Türk denilmeye başlanmıştır. Ancak burada amaç Kürtleri, Çerkezleri, Lazları ayrı bir
Türk kimliği potası içinde eritmek olmayıp, Türk kimliğini Cumhuriyeti kuran Anadolu
halkına ait bir üst kimlik olarak ortaya koymaktır. Nitekim Çerkez ve Lazlar siyasi ve sosyal
iç ve dış sorunlara yol açmadan ve fakat kuvvetli bir alt kimlik olarak yaşamlarını sürdüre
gelmişlerdir. Atatürk Nutuk‟ta “Türkler, Kürtler ve diğer Müslüman anasır”dan söz etmiştir.
Türk kelimesinin bir üst kimlik olarak kullanılması iki nedene dayandırılmaktadır.
İlk neden etnik kökenli olduğu düşünülen Şeyh Sait isyanı ve bunun genç Cumhuriyetin
bekasına büyük bir tehdit oluşturacağı düşüncesidir.Bu düşünce Cumhuriyet kurucularını
etnik gruplara karşı mesafeli davranmaya zorlamıştır. Oysa gerçekte, Şeyh Sait isyanında
etnik özelliklerden çok, bazı aşiret reislerinin devletin merkezileştirici ve eşitlikçi politikasına
başkaldırılarının yattığı, ikinci olarak, cumhuriyeti kuranların etnik çeşitliliği, içinde dinsel
gericiliği de barındıran, modern devlet idealiyle zorlukla bağdaşabilen bir olgu olarak
görmelerinin de etkili olduğu gerçeği söz konusudur.
5 ORTAYLI, İbid. 6 ERHAN, Çağrı , Türk Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri. İmge kitabevi, 2001 Ankara.
6
Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyeti kuranlara göre „Türk‟ kelimesi ırk anlamında bir
etnik grubu ifade etmeyip daha ziyade Türkiye Cumhuriyeti‟ne vatandaşlık bağı ile bağlı
olma anlamında kullanılmıştır. Aslında Türk ırkı diye bir ırk yoktur. Hiçbir millet ırk
bakımından türdeş değildir. Bir milletin bütünlüğünü sağlayan onu diğer milletlerden ayıran
unsurun milli duygular olduğu tartışmasız kabul edilmesi gereken bir gerçekliktir. Lozan
Antlaşmasında da Türkiye‟de Hıristiyan ve Musevi azınlıklar dışında azınlık olmadığı kabul
edilmiştir. Bununla amaçlanan, Müslüman azınlıkları yok sayarak onları „asimile‟etmek
olmayıp, Kürtlerin, Lazların, Çerkezlerin ve diğer Müslüman azınlığın da ülkenin sahibi
olduklarının bir kez daha doğrulanmasıdır.
Bu çizgide, Büyük Atatürk “Ne Mutlu Türk olana” değil “Ne Mutlu Türküm Diyene” deyip,
birçok yazı ve konuşmalarında ırkçı özellikler taşıyan Turancılığı ve Türkçülüğü açık bir
şekilde reddetmiştir. Devrim ideolojisi: Başka bir deyişle Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlarının ne mutlu Türk olana! Değil, “Ne mutlu Türküm diyene” ya da “diyebilene”
mesajı veriyordu.7 Yani, Türk olduğunu bilmeyenle Türk asıllı olmayan vatandaşların „Türk
kimliğinde‟ anlaşıp birleşmeleri beklentisi Başbakan Recep Peker‟in 1947‟de söylemiş olduğu
şu sözlerle de ifade ediliyordu.
“Dil birliği, ülkü birliği ve kader birliğiyle bölünmez bir bütün teşkil eden bu yığının her
ferdi, hak, vazife ve şeref bakımlarından tamamen eşittir. … Dinleri, vicdani kanaatleri ve
ırkları ne olursa olsun, hukuki şartlarıyla Türk olan bütün yurttaşları yalnız kanun diliyle ve
resmi muamelelerimizle Türk saymak da yeterli değildir. Özel yaşayışımızda da daha sıcak