1 THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI Thomas Piketty’nin Kapitalinin Marks’ınkiyle bir benzerliği yoktur. Olması da beklenemezdi. Marks Kapitalizmin işleyişini büyük bir açıklıkla tahlil etmiştir. Binlerce eleştiriye rağmen hala burjuva iktisatçıları Kapital’den bir türlü kurtulamadılar. Sosyalist Sistem’in yıkılışından sonra Marks’ın da tarihe gömüldüğünü düşünenler neoliberalizmin her krizinde onun hayaletiyle karşılaştılar. Özellikle 2008 büyük bunalımıyla birlikte Marks güçlü bir şekilde “geri döndü”. Thomas Piketty’nin “21. Yüzyılda Kapital” kitabının büyük ilgi görmesinin esas nedeni de Marks’ın bu geri dönüşüdür. Burjuva ekonomistlerin büyük çoğunluğu kapitalizmin krizlerinin “hükümetlerin hatalı politikalarından kaynaklandığına” inanırlar ve herkesi bu yalana inandırmaya uğraşırlar. Neoliberalizm günlerinde yaşanan krizler ve onların en büyüğü olan 2008 krizi bu aldatmacaya büyük bir darbe vurdu. Bu nedenle Marks’ın geri dönüşü de güçlü oldu. T.Piketty, kitabının adına uygun bir şekilde “21. Yüzyılda Kapital”in yapısını ve sermaye birikim yollarında bu yüzyıla özgü farklılıkları anlatmıyor. Sermaye birikiminin neden ve nasıl büyük eşitsizlikler yarattığını açıklamaya çalışıyor. Günümüzün en kör göze batar hale gelen bu çılgın gidişi nedeniyle de kitap haklı olarak büyük bir ilgi çekmiştir. Fakat bu süreci açıklama yolları ve hele çözüm önerileri Occupy Wall Street eylemi ile ünlenen “yüzde 99”u büyük düş kırıklığına uğratmıştır. Bu nedenle kitabın etkisinin Kapital gibi uzun ömürlü olma olasılığı yoktur. Yazar kitabın girişinde, vardığı iki önemli sonucu açıklayarak yola çıkar. “Birincisi, zenginlik ve gelirin eşitsizliği konusunda her hangi bir ekonomik determinizme ihtiyatlı yaklaşılması gerekir. Zenginliğin dağılım tarihi daima derinlemesine politik bir tarihtir ve sadece ekonomik mekanizmalara indirgenemez.” (“21 Yüzyılda Kapital”, Thomas Piketty, s.20) Bu tespit çok haklıdır. Yazar epey zamandır ekonomistlerin “aşırıca matematik modeller kullanmalarına”; “ekonomik gerçekleri açıklamak yerine bütün enerjilerini sırf teorik spekülasyonlara harcamalarına” ( Piketty, s.574) tepki gösteriyor. Burjuva ekonomistleri içinde matematik modellere aşırı düşkünlük 1970’li yılların sonlarında iyice artar. Gerçeklerden ve pratikten uzaklaşıldığı ölçüde “ekonomi bilimi” sırf matematik modellere kaçmaya devam ediyor. Bunun en temel nedeni, tekelci finans kapitalin (“yüzde 1”) neoliberal soygununu haklı göstermek, kendi ekonomi politikalarını dokunulmaz hale getirebilmek için, ekonominin politikadan kesinlikle ayrılması ve özellikle merkez bankalarının iktidarlardan “bağımsız” olması gerektiğini savunmaya başlamasıdır. Politika yapmak özellikle yüzde 99’u da dikkate almakla mümkün olur. Ancak ekonomi, politikadan koparılırsa, o zaman “yüzde 1”in ekonomik çıkarları daha rahat savunulabilir. Dünyada son otuz yıldır yaşanan budur. Aslında günümüzde finans kapitalin bir “ekonomi bilimi” yoktur, “para politikaları” vardır. Neoliberalizm ya da monetarizm finans kapitalin sözde “ekonomi biliminde” geldiği son noktadır. Amerika’nın en yetenekli matematikçileri 1980’ler sonrası Wall Street’te bol gelirli işler buldular. Yüksek isabetli olasılık hesapları ve spekülasyonlar “ekonomi bilimi” yerine geçti. Başkan nezle olsa “piyasalar” etkileniyordu. “Ekonomik mekanizmaların” ve “pazarın” kendi işleyiş
14
Embed
THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOA ... · Piketty’nin vardığı diğer sonuç kitabın eksenini oluturmaktadır: “Bu kitabın merkezinde olan
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
1
THOMAS PİKETTY’NİN KAPİTALİ
MARKS’IN “KEHANETİNİ” BOŞA ÇIKARTMA ÇABASI
Thomas Piketty’nin Kapitalinin Marks’ınkiyle bir benzerliği
yoktur. Olması da beklenemezdi. Marks Kapitalizmin işleyişini
büyük bir açıklıkla tahlil etmiştir. Binlerce eleştiriye rağmen hala
burjuva iktisatçıları Kapital’den bir türlü kurtulamadılar. Sosyalist
Sistem’in yıkılışından sonra Marks’ın da tarihe gömüldüğünü
düşünenler neoliberalizmin her krizinde onun hayaletiyle
karşılaştılar. Özellikle 2008 büyük bunalımıyla birlikte Marks
güçlü bir şekilde “geri döndü”.
Thomas Piketty’nin “21. Yüzyılda Kapital” kitabının büyük ilgi
görmesinin esas nedeni de Marks’ın bu geri dönüşüdür. Burjuva
ekonomistlerin büyük çoğunluğu kapitalizmin krizlerinin
“hükümetlerin hatalı politikalarından kaynaklandığına” inanırlar ve
herkesi bu yalana inandırmaya uğraşırlar. Neoliberalizm günlerinde
yaşanan krizler ve onların en büyüğü olan 2008 krizi bu
aldatmacaya büyük bir darbe vurdu. Bu nedenle Marks’ın geri
dönüşü de güçlü oldu.
T.Piketty, kitabının adına uygun bir şekilde “21. Yüzyılda
Kapital”in yapısını ve sermaye birikim yollarında bu yüzyıla özgü
farklılıkları anlatmıyor. Sermaye birikiminin neden ve nasıl büyük
eşitsizlikler yarattığını açıklamaya çalışıyor. Günümüzün en kör
göze batar hale gelen bu çılgın gidişi nedeniyle de kitap haklı
olarak büyük bir ilgi çekmiştir. Fakat bu süreci açıklama yolları ve
hele çözüm önerileri Occupy Wall Street eylemi ile ünlenen “yüzde
99”u büyük düş kırıklığına uğratmıştır. Bu nedenle kitabın etkisinin
Kapital gibi uzun ömürlü olma olasılığı yoktur.
Yazar kitabın girişinde, vardığı iki önemli sonucu açıklayarak yola çıkar. “Birincisi, zenginlik ve gelirin eşitsizliği
konusunda her hangi bir ekonomik determinizme ihtiyatlı yaklaşılması gerekir. Zenginliğin dağılım tarihi daima
derinlemesine politik bir tarihtir ve sadece ekonomik mekanizmalara indirgenemez.” (“21 Yüzyılda Kapital”, Thomas
Piketty, s.20) Bu tespit çok haklıdır. Yazar epey zamandır ekonomistlerin “aşırıca matematik modeller kullanmalarına”;
“ekonomik gerçekleri açıklamak yerine bütün enerjilerini sırf teorik spekülasyonlara harcamalarına” ( Piketty, s.574)
tepki gösteriyor.
Burjuva ekonomistleri içinde matematik modellere aşırı düşkünlük 1970’li yılların sonlarında iyice artar. Gerçeklerden ve
pratikten uzaklaşıldığı ölçüde “ekonomi bilimi” sırf matematik modellere kaçmaya devam ediyor. Bunun en temel nedeni,
tekelci finans kapitalin (“yüzde 1”) neoliberal soygununu haklı göstermek, kendi ekonomi politikalarını dokunulmaz hale
getirebilmek için, ekonominin politikadan kesinlikle ayrılması ve özellikle merkez bankalarının iktidarlardan “bağımsız”
olması gerektiğini savunmaya başlamasıdır. Politika yapmak özellikle yüzde 99’u da dikkate almakla mümkün olur.
Ancak ekonomi, politikadan koparılırsa, o zaman “yüzde 1”in ekonomik çıkarları daha rahat savunulabilir. Dünyada son
otuz yıldır yaşanan budur.
Aslında günümüzde finans kapitalin bir “ekonomi bilimi” yoktur, “para politikaları” vardır. Neoliberalizm ya da
monetarizm finans kapitalin sözde “ekonomi biliminde” geldiği son noktadır. Amerika’nın en yetenekli matematikçileri
1980’ler sonrası Wall Street’te bol gelirli işler buldular. Yüksek isabetli olasılık hesapları ve spekülasyonlar “ekonomi
bilimi” yerine geçti. Başkan nezle olsa “piyasalar” etkileniyordu. “Ekonomik mekanizmaların” ve “pazarın” kendi işleyiş
2
kuralları vardı; onlara müdahale edilmesi felaketle sonuçlanabilirdi. O nedenle, ekonomiye politik müdahaleler
yapılmamalıydı. Böylece ekonomik kararlar alınırken “yüzde 99”un çıkarlarını dışlamak kolay hale geliyordu.
Yazar’ın soyut matematik modellere dönüşen “ekonomik determinizme” tepki göstermesi haklı olsa da, bunun bir sınırı
olduğu açıktır. Her şey “sadece ekonomik mekanizmalara” indirgenemeyeceği gibi, sırf iktidardakilerin politikasına da
indirgenemez. Tüm sınıfları kuşatan bir tarih ve toplumsal düzen vardır. Ekonomik yapı ve sınıflar arası güç dengeleri
kararları etkiler. Bu anlamda bir determinizm vardır.
Piketty’nin vardığı diğer sonuç kitabın eksenini oluşturmaktadır: “Bu kitabın merkezinde olan ikinci sonuç, zenginliğin
dağılım dinamikleri, birbiri ardından birleştirici ve ayırıcı yönde akan güçlü mekanizmalar ortaya çıkarmaktadır…
Birleştirici temel güçler, eğitim ve yeteneğe yatırımın ve bilginin yaygınlaşmasıdır.” “Ayrıştırıcı temel güç: kar oranının
ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasıdır.” (Piketty, s.21,25) Yazımızın genel konusu Piketty’nin çıkarttığı bu
ikinci sonuçla ilgili olacaktır.
Eşitsizliğin Genel Tablosu
Önce yazarın çıkarttığı eşitsizlik tablosuna genel olarak bir bakalım. Gelir eşitsizliğinin Amerika’daki bir yüzyıllık seyri
(1910-2010) kapitalizmin tarihi açısından anlamlı bir tablo ortaya koymaktadır. Zirvedeki yüzde 10’nun 1910 yılında
ulusal gelirdeki payı yüzde 40’ın biraz üzerindedir. 1929 yılında bu pay artarak yüzde 48’e ulaşır. Büyük bunalım
yıllarında keskin bir düşüş yaşar.1944 yılına gelindiğinde ulusal gelirde tepedeki yüzde 10’un payı yüzde 32’ye kadar
geriler. Bu pay 1980 yılına kadar aşağı yukarı küçük iniş çıkışlarla aynı seviyede seyreder. 1980’le birlikte, yani neoliberal
politikalarla tepedeki yüzde 10’un payı tırmanmaya başlar, 1990’da yüzde 40’ı bulur; 2008 yılında tarihinin en yüksek
noktasına yüzde 50’ye ulaşır. 2008 büyük bunalımında yeniden düşüş başlar 2010’da yüzde 47’ye geriler.(Piketty,s.24)
Bugünün 1930 bunalımından farkı zirvedeki yüzde 10’un ulusal gelirdeki payı 1930’larda olduğu gibi keskin bir şekilde
gerilememiştir. Küçük bir gerilemeden sonra kendi payını korumaktadır. Bu Federal Rezerv’in “piyasalara” “helikopterle
para yağdırmasının” sonucudur.
Tablo genel seyir açısından Avrupa’da biraz farklıdır. Özel sermayenin ulusal gelirdeki payı 1910’larda keskin bir düşüş
yaşar, bu aşağıya gidiş azalarak 1950’ye kadar devam eder. 1950 sonrası sermayenin payı yükselişe geçer, 1990 sonrası
ise yükseliş hızı artar. (Piketty, s.26)
Küresel eşitsizlik 1820’lerden günümüze artarak devam ediyor. 1820 yılında Asya-Afrika’da kişi başına gelir dünya
ortalamasının yüzde 82’sidir. Avrupa-Amerika’da kişi başına gelir ise dünya ortalamasının üzerindedir, yüzde 150’dir.
1950’lere kadar mesafe sürekli açılır. 1950’de Asya-Afrika’da kişi başına gelir, dünya ortalamasının yüzde 37’sine
gerilerken; Avrupa-Amerika’da yüzde 215’e çıkar. 2012’de aynı oranlar Asya-Afrika için yüzde 57; Avrupa-Amerika için
yüzde 225’dir. (Piketty, s.61) Kutuplaşma giderek büyüyor.
Bir başka açıdan bakıldığında bugün geri ve gelişmekte olan ülkeler dünya nüfusunun yüzde 85’ini meydana getirirken,
dünya gelirinin sadece yüzde 54’üne sahiptirler; oysa dünya nüfusunun yüzde 15’ini meydana getiren Avrupa-Amerika-
Japonya dünya gelirinin yüzde 46’sına sahiptirler. (Piketty, s.63)
Kapitalizmin tarihinde (1870-1914) yılları finans ve ticarette “ilk küreselleşme”dir. İkincisi 1970’lerin sonlarında
başlamıştır. (Piketty, s.28)
“İlk küreselleşme” insanlığı dünya savaşlarına götürmüştü; bakalım ikinci küreselleşme nereye götürecek?
Bu tablo çok çarpıcı olmasına rağmen çoktandır ilginç değildir. Bilinen sıradan bilgiler arasında yer almaktadır. Önemli
olan gittikçe büyüyen eşitsizliğin mekanizmaları ve elbette bu gidişe karşı mücadele yollarıdır. “İkinci küreselleşme”
birincinin yol açtığı felaketleri yeniden yaratacak mıdır? Bu konuda Piketty “karamsar” değildir.
Bu noktada yazar, Marks’ın kapitalizme biçtiği “alın yazısını” hatırlar. “Gerçekte, onun temel sonucu, ‘sınırsız birikim
prensibi’ denebilecek sermayenin insafsız birikim eğilimi ve doğal bir sınır tanımadan çok az sayıdaki elde
yoğunlaşmasıdır. Bu Marks’ın kapitalizmin nihai alınyazısı için esas öngörüsüdür: ya sermaye getiri oranı sürekli
3
düşecektir (böylece birikim makinesi ölür ve kapitalistler arası şiddetli çatışmalara yol açar), veya sermayenin ulusal
gelirdeki payı sınırsız yükselecektir (bu durumda eninde sonunda işçiler ayaklanma için birleşecektir). Her iki durumda
da sosyoekonomik ve politik istikrar mümkün değildi.” (Piketty, s.9)
Fakat “Marks’ın karamsar kehaneti gerçekleşmez.” “On dokuzuncu yüzyılın son otuz yılında ücretler yükselmeye
başlar…aşırı eşitsizlik devam etse de belli ölçülerde I. Dünya Savaşına kadar yükselmeye devam eder. Komünist devrim
aslında gerçekleşmedi, Avrupa’nın en geri ülkesi Rusya’da gerçekleşti.” (Piketty, s.10)
“Öncülleri gibi Marks da, özel sermayenin birikim ve yoğunlaşma sürecine dengeleyici ağırlık olarak bir dereceye kadar
hizmet edebilecek bir gücü, istikrarlı teknolojik gelişme ve sürekli üretkenlik artışı imkânını tümüyle göz ardı etti.”
(Piketty, s.10)
Piketty, kendisi 21.yüzyılda kapital üzerine yazarken Marks’ın “Kapital”iyle ilişkisi son derece kabadır. “Kapital”i
incelemediği anlaşılıyor. Marks’a “sınırsız sermaye birikimi” diye bir “prensip” yakıştırıp buradan devrimleri çıkartıyor.
Marks, devrimleri sermaye birikim ve yoğunlaşma mekanizmalarına bağlamaz. Devrimlerin “üretici güçlerle üretim
ilişkileri arasındaki çelişkiden çıkageldiğini” iddia eder. Daha da ötesi “içerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce,
bir toplumsal oluşumun asla yok olma”yacağını tespit eder. (Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s.26)
Piketty’nin devrimleri harekete geçiren güçlerden haberi yoktur. O sadece yarım yamalak sermaye birikim süreciyle
ilgilenir. Sermaye birikim süreçlerinin tıkanmasından kapitalizmin krizleri çıkar, ancak her krizden devrim çıkmaz.
Marks’a göre kapitalizmin krizlerinin kaynağı “aşırı üretim”dir. Aşırı üretim aynı zamanda aşırı sermaye birikimidir. En
son örnekleri 2001’de informatik sanayi alanındaki krizde (Nasdaq hisselerinin borsada çöküşü); 2008’de ise emlak
alanındaki “şişme”de (mortgage krizi) çok canlı olarak yaşandı.
Piketty, Marks’ı o kadar kabalaştırır ki, “sermaye yoğunlaşması sonucu, ya sermaye getirisi düşecek böylece kapitalistler
arası çatışma çıkacaktır, ya da ulusal gelir içinde sermayenin payı sınırsız yükselince işçiler ayaklanma yolunu seçecektir.”
Bu yorumunun Marks’la hiçbir ilgisi yoktur. Sermayenin getirisi neden düşer? Her düştüğünde kapitalistler arası çatışma
mı çıkar? Ya da sermayenin payının sınırsız artışı ne demektir? Sermayenin ulusal gelirdeki payı çok artsa da, aynı
zamanda işçi ücretleri de artamaz mı? Marks kapitalizmin krizlerini sermaye birikim süreçlerinin tıkanmasıyla birlikte ele
alır. Üstelik kriz kapitalistleri de, işçileri de aynı anda vurur. Yoksa krizlerin kapitalistler için nedeniyle (sermaye
getirisinin düşmesi); işçiler için nedeni (ulusal gelirde sermayenin payının sınırsız artması) farklı değildir.
Piketty, kapitalizmin krizlerinden söz ederken “aşırı üretim” veya “aşırı birikim” kavramlarından özellikle kaçınır, bunun
yerine “sınırsız birikim” kavramını öne çıkartarak Marks’ın düşünce sistematiğini çarpıtır.
Piketty, kapitalizmde sermaye birikim ve yoğunlaşma süreçlerinin işleyişini o kadar kavramamıştır ki, “sermayenin
birikim ve yoğunlaşma sürecine dengeleyici ağırlık olarak” Marks’ın “istikrarlı teknolojik gelişme ve sürekli üretkenlik
artışı imkânını tümüyle göz ardı” ettiğini ileri sürer. Kapital’in I. Kitabı neredeyse tümüyle” “artı-değer üretimi”nin
mekanizmalarıyla ilgilidir. Artı-değer üretim mekanizmalarında ise teknik değişim ve üretkenlik başrolü oynar. Ancak
teknik gelişme ve üretkenlik artışının neden sermaye birikim ve yoğunlaşmasına “dengeleyici bir ağırlık” oluşturduğunu
yazar açıklamaz. Teknik değişim ve üretkenlik sermaye birikim ve yoğunlaşma sürecini, değil “dengelemek”, tam tersine
hızlandırır.
Kapitalizm, “manifaktür döneminde” daha çok “mutlak artı-değer” sömürüsüyle sermaye birikimi yaptı, fakat buhar
makinelerinin bulunmasıyla başlayan “sanayi kapitalizmi” ve hızlı yaşanan teknik gelişim nispi artı-değer sömürüsünü
imkânlı hale getirdi. Böylece sermaye birikim süreci önündeki zaman sınırı (insanın kaldırabileceği çalışma zamanı-
işgünü) engeli kalkıyor, teknik gelişim ve üretkenlik artışıyla neredeyse sınırsız sermaye birikim imkânı yolları açılıyordu.
Yazarın yerli yersiz kullandığı “sınırsız birikim” kavramı mutlak artı-değerden nispi artı-değere geçişin anlatımıdır.
Teknik gelişim ve üretkenlik sermaye birikim sürecine ve sermayenin çok az elde yoğunlaşmasına bir karşı ağırlık
oluşturmaz. Teknik gelişimin fırtınalı bir hız kazandığı son yirmi yılda, “yüzde 1” ile “yüzde 99” arasındaki uçurumun
görülmedik ölçüde aşılması Piketty’nin Marks’ı eleştirisini boşa çıkartıyor.
4
“Eşitsizliğin Dinamikleri”
Yazar, eşitsizliğin temel dinamiğini “sermaye getirisinin ekonomik büyüme oranından büyük (r>g) olmasın”da görür.
Kitabın temel tezi budur.
“Sermayenin getirisinin neden sistematik olarak büyüme oranından büyük olması gerektiğinin derin temelleri var mıdır?
Açık olmak gerekirse, bunu tarihsel bir gerçek olarak ele alıyorum, mantıksal bir gereklilik olarak değil.”
“Uzun bir tarihsel dönemde r’in gerçekte g’den büyük olduğu itiraz edilemez bir tarihsel gerçekliktir.” (Piketty, s.353)
Bu tarihsel gerçekliğin kanıtları yazarın tablolarıdır. (Piketty, s.354) Ancak tablolar o kadar geniş bir zaman aralığını (0
yılı ile 2100) kapsıyor ki, sonuçları “itiraz edilemez” olarak kabul etmek çok zordur. Üstelik “kapital”den söz ediyorsak,
bu kavram kapitalist sistemi varsayar. Servet birikimiyle sermaye birikimi ayrı şeylerdir. “Bir toprak parçasının etrafı bir
çitle çevrilip” özel mülkiyetin insan yaşamına girdiği yıllardan beri, yaklaşık on bin yıldır, servet birikimi vardır. Fakat
sermaye birikimi çok daha gençtir, hepi topu dört yüzyıllık bir tarihi vardır.
Tabloda bu aralığa baktığımızda (1700-2012) kar oranı yüzde 4-5 bandında seyrederken, büyüme yüzde 0,5’lerden
yükselişe geçer, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısı hızla tırmanır yüzde 4’e yaklaşarak bir zirve yapar, sonra düşüşe
geçer.
Yazar, sermaye getirisi ve büyüme arasındaki ilişkiyi bir de kardan vergiler düşüldükten sonra irdeler. “Sonuç olarak,
yirminci yüzyılda, mali ve mali olmayan şokların yarattığı sonuçlarla tarihte ilk kez, sermaye getirisinin büyüme
oranından daha az olduğu bir dönemi buluruz.” (Piketty, s.356) Bu dönemde, yani 20.yüzyılda sermayeden vergi oranı
ortalama yüzde 30’dur. Bu oran 21.yüzyılda yüzde 10’lara geriler. İki dünya savaşının yaşandığı yıllarda-yazar bunları
“şoklar” olarak nitelemeyi tercih ediyor-sermayeden vergi oldukça yükselir. Bunun da etkisiyle “tarihte ilk kez” sermaye
getirisi büyüme oranının altına düşer. Bu dönem aynı zamanda kapitalizmin Keynes ekonomisini uyguladığı yıllardır.
Büyük yıkımlardan sonra devlet vergileri yükselterek, bu sermayeyi yatırımlara yönlendirir. Böylece büyüme oranı
sermaye getiri oranının üstüne çıkar.
Neoliberalizm yılları gelince -1980 sonrası- “şokların” etkileri azalır ve yeniden vergiler inişe geçer, böylece sermaye
getirisi yeniden büyüme oranının üstüne çıkar.
Sermaye getirisinin büyüme oranından sürekli büyük olmasının anlamı nedir ve nelere yol açar? Yazar bu temel tespitini
şöyle derinleştirir. “r>g’nin eşitsizliği, geçmişte birikmiş zenginliğin üretim ve ücretlerden daha hızlı büyüdüğünü anlatır.
Bu eşitsizlik temel mantıksal zıtlığı açıklar. İşverenler kaçınılmaz bir şekilde rantiyeliğe eğilim duyarlar, emeğinden başka
bir şeye sahip olmayanlar üzerinde gittikçe artan bir hâkimiyet. Bir kez bu yapı ortaya çıkınca, sermaye kendini, üretim
artışından daha hızlı üretir. Geçmiş geleceği yutar.” (Piketty, s.571)
Sermaye getirisinin büyüme oranından büyük olması, en genel olarak karın tümünün üretime yatırılmaması anlamına gelir.
Kapitalist sistemde böyle bir tercih her zaman mümkündür. Ancak bunu kapitalizmin tüm tarihine yaymak, Piketty’nin
verileri öyle gösterse de, doğru değildir. Yazar, tüm dünya için ve çok uzun bir zaman aralığında rakamları ele alıyor.
Oysa sadece kapitalizm yıllarını ele alsak bile, dünya baştan aşağıya “eşitsiz gelişim” yaşamıştır. Aynı zamanda
emperyalist savaşlar, devrimler, ulusal kurtuluş savaşları, dönemler arası büyük farklılıklar yaratmıştır. Yazar, bütün
bunları uzun zaman aralığı içinde ve tüm dünya için ortalamalarla silikleştiriyor.
Gelelim r>g eşitsizliğinin yarattığı sonuçlara: Bu eşitsizlik devam ederse, yazara göre sermaye rantiyeleşiyor ve kendini
üretim artışından daha hızlı büyütüyor. Piketty, sermayeyi nasıl ele alır? “Bu kitapta, sermaye sahip olunabilen ve
pazarda değiştirilebilen insan dışı tüm değerlerdir. Sermaye, şirketler ve hükümet firmaları tarafından kullanılan, finansal
ve profesyonel sermaye (işletmeler, altyapı, makine, patent vb) kadar bütün gayrı menkulleri de içerir.” Piketty’nin
sermayesini, Marks’ın tanımıyla karşılaştırdığımızda, yazar işgücünü (değişen sermayeyi) sermaye dışında tutuğuna göre,
onun tanımı değişmeyen sermayeyi kapsamaktadır. İçinde değişen sermaye (işgücü) olmadığında hiçbir sermayenin
birikim yapamayacağını ayrıca anlatmayacağız. Çünkü Piketty’nin “Das Kapital”in mantığıyla bir yakınlığı yoktur.
5
Sermaye getirisi ulusal büyümeden fazla olunca sermaye neden rantiyeleşmeye yönelir? Yani neden üretime yönelmez de
spekülasyona yönelir? Yazar bu konuda doyurucu bir açıklama yapmaz. Sermaye, üretime veya üretim dışı alanlara kar
oranlarındaki farklara göre yönelir. Karın yüksek olduğu alanlara sermaye akışı artacağı için bir dönem sonra bu alandaki
kar da diğer alanlardaki seviyeye geriler. Yazar’ın kendi tespitine göre rantiyeliğe yönelen sermaye, kendini
üretimdekinden daha hızlı büyütür. Başka bir deyişle kar oranları rantiyelik alanlarında üretim alanından daha yüksektir.
Piketty, bunun nedenini de bize açıklamaz. Bu ayrıca hep böyle midir? En son yaşanan 2008 büyük bunalımı bir kez daha
böyle olmadığını gösterdi. Spekülasyon alanında sermaye bollaştıkça, neticede balon patladı. Dolayısıyla bu alanda kar
oranları uçurumun dibine yuvarlandı.
Yazar, r>g eşitsizliğini “kötülüklerin anası” ilan ettikten sonra bu eşitsizliğin nedenleriyle ilgili bazı görüşleri ele alır.
“Özetlersek, bu kitap boyunca vurguladığım r>g eşitsizliğinde belirlenebilecek temel kutuplaştırıcı gücün, pazarın
yetersizliğiyle bir ilişkisi yoktur ve pazarlar daha serbest ve daha rekabetçi olsa da ortadan kalkmayacaktır.” (Piketty,
s.424) Yazar, liberallerle tartışırken bu tezi savunuyor. Bunu biz şöyle tercüme edebiliriz: Eğer r>g eşitsizliği varsa,
pazarlar eksiksiz işlese de, sermaye rantiyeleşmeye yönelir. Bu kısmen doğrudur. En son küreselleşeme yıllarında pazarlar
önceki yıllara göre çok daha iyi işledikleri halde spekülasyon ya da rantiyeleşme zirvelere tırmandı. Tam 2008 bunalımı
öncesinde, 2007 yılında dünya toplam hâsılası 65 trilyon dolar iken, finansal varlıkların toplamı 1000 trilyondu. (Küresel
Kriz ve Finansallaşma, Volkan Yaraşır) En kaba hesapla “hayali ekonomi” “gerçek ekonomi”nin 15 katı büyüktü. Bu
pazarlar “iyi” işlediği için böyle olmuştur.
Fakat yazar, r>g eşitsizliğinin tersine döndüğü dönemi nedense hep ıskalamayı tercih eder. Keynes ekonomi politikasıyla
pazara devlet müdahalesinin yapıldığı yıllarda –yazara göre şok yıllarında-büyüme, sermaye gelirinin üstüne çıkmış (g>r
olmuş) ve eşitsizliğin yarattığı kutuplaşma yumuşamıştır. Fakat yazar, 20. yüzyıldaki bu durumu insanlık tarihinde bir
istisna olarak kabul edip özel olarak incelemeye gerek duymaz. Pazarlar mükemmel işlese de r>g eşitsizliği insanlığın alın
yazısıdır. Bu alın yazısının kırıldığı dönem (1914-1975) bir istisnadır ve yazarın700 sayfalık kitabında fazla ilgisini
çekmez.
“Bugün ‘rant’ sistematik olarak ‘tekellerle’ birlikte anılır… Oysa sermayenin getirisinin büyüme oranından daha yüksek
olması gerçekliğinin tekellerle bir bağlantısı yoktur ve daha fazla rekabetle çözülemez. Tam tersine sermaye pazarında
daha saf ve daha fazla rekabet, sermayenin getirisi ile büyüme oranı arasındaki uçurumu daha fazla büyütür. Sonuç
sermaye sahibi ile yöneticinin ayrılmasıdır.” (Dynamics of Inequality, New Left Review, Piketty, Jan/Feb 2014)
Tekellerin rantla bir ilgisi yoksa kimlerin vardır? Bankalar ve tekellerin kaynaşması onlara her alanda rant sağlama imkanı
yaratır. Üretim alanında, para sermayenin hüküm sürdüğü kredi piyasalarında, spekülasyon alanı olan borsalarda hep
tekellerin sözü geçer. Tekeller rekabeti yok edemez, ancak çoğu zaman kendileri için en uygun ortamı yaratma gücüne
sahiptirler.
Öte yandan, daha fazla rekabet neden r>g uçurumunu büyütsün? Rekabetin, karları aşağıya çeken bir etkisi vardır.
Böylece sermayenin getiri oranı da azalır. “Saf veya güçlü rekabetin” büyümeyi mutlaka arttırması gibi bir ekonomik
kural da yoktur. Rekabetle güçlü olanlar büyüyüp ayakta kalırken, diğerleri iflas ederler. Bunun otomatik sonucu büyüme
değildir. Yazar, r>g eşitsizliğinin yumuşatılması için neoliberallerin pazarı savunan tezlerini reddediyor. Bu kadarı güzel,
fakat çözüm için 20. yüzyılın “şok” yaşanan yıllarından, yani eşitsizliğin gerilediği yıllardaki ekonomik uygulamalarından
bugüne bir ders ya da çözüm önerisi aktarmıyor. Netice olarak, bu lanetli alın yazısı r>g eşitsizliğinden kurtuluşun bir yolu
kalmıyor.
Aslında bir yolu var ancak Piketty o yolu gözlerden saklamak için epeyce gayret gösteriyor. Yazara göre “insanlık
tarihinde” sadece bir kez, 20.yüzyılın önemli bir bölümünde (1914-1980 arası) eşitsizliği yaratan r>g bağlantısı tersine
dönmüştür. Yazar İsa’dan bugüne rakamlarla konuşma iddiasındadır. Fakat bunun spekülatif tahminden öteye bir anlamı
elbette yoktur. İnsanlık tarihini bir yana bırakalım, kapitalizm yıllarına bakarsak gerçekten sözü edilen yıllar özel bir yere
sahiptir. Yazar bu yıllardaki olayları “mali ve mali olmayan şoklar” olarak yuvarlıyor, derinliğine inmekten ısrarla
kaçınıyor.
6
“Gerçekte, iki savaşın bütçe ve mali şokları, sermayenin kendi içindeki savaşlardan daha yıkıcı olduğunu kanıtladı.
Fiziksel yıkıma ilave olarak, 1913 ve 1950 arasında sermaye ve gelir oranındaki baş döndürücü düşüşün açıklanmasında
temel faktörler: yabancı tahvillerin çöküşü ve bu zamanın özelliği çok düşük tasarruf oranı ve öte yandan savaş sonrası
yeni politik koşullarda karma mülkiyet ve kuralların geçerli olmasıyla varlıkların düşük fiyatlarıdır.” (Piketty, s.148)
Bu söylenenler o günün sadece bir fotoğrafıdır. “Şokların” iç bağlarına değinilmez. Örneğin yazar “savaş sonrasının yeni
politik koşullarında karma mülkiyet ve kuralların” ortaya çıkış nedenlerini fazla kurcalamaz.
Fakat kitabıyla ilgili New Left Review dergisiyle yaptığı bir söyleşide yazar, derginin sorusundan fazla kaçamaz. “1914-
1975 arası gelir eşitsizliğindeki azalmayı sadece iki dünya savaşına bağlıyorsunuz. Güçlü işçi örgütlenmelerinin rolü yok
mudur?” sorusuna cevap verirken kimi gerçeklere değinmek zorunda kalıyor. Fakat yine de kendi mantık duvarlarının
dışına çıkamıyor, ya da çıkmayı tercih etmiyor. “Görüşüm basittir, bu değişimler, Bolşevik Devrimi süreci ve Doğu’da
ortaya çıkan tehlike dâhil, büyük ölçüde savaşların ve Büyük Bunalımın yarattığı şokların ürünüdür.” (New Left Review,
a.y. s.115)
Yazar, Sermaye’nin içinde “değişen sermaye”ye (iş gücüne) yer vermediği için “şoklar”ı anlatırken sermayenin bu yanının
davranışlarına hemen hiç değinmez. Kitabının başında ekonomi biliminin soyut matematik formüllere indirgenmesini
eleştiren yazar, aynı zamanda “ekonomik determinizme” ihtiyatla yaklaştığını, sorunun “politik” olduğunu ileri sürmüştü.
Ancak “şokları” açıklarken sırf ekonomik determinizm sınırında kalıyor. “İnsanlık tarihinde ilk kez eşitsizliğin azaldığı”
aralığı anlatırken savaşın yıkımı yanında, yabancı sermaye portföylerinin çöküşüne, az tasarruf olmasına ve varlık
değerlerinin düşük olmasına değinir. Fakat “yeni politik koşullarda” ortaya çıkan “karma mülkiyet ve kurallar”ın içine
girmez. Yazarın bakışı ekonomik nesnelerle sınırlı kalır. Oysa Marks’ın ana buluşunu açıklarken Engels politikanın,
ekonominin neresinde olduğunu mükemmel bir şekilde açıklamıştır.
“İktisat, nesneyi incelemez, insanlar arasındaki ilişkileri ve son tahlilde, sınıflar arasındaki ilişkileri inceler; oysa bu
ilişkiler, her zaman, nesneye bağlıdırlar ve nesne gibi gözükürler.” (F.Engels, Karl Marks’ın Ekonomi Politiğin
Eleştirisi, s.39)
New Left Review, “şoklarda” “güçlü işçi örgütlenmelerinin rolünü” sorduğunda, yazarın cevabı totolojiktir.
“Değişimlerin, savaşlar ve büyük bunalımın sonucu olduğunu” tekrarlar. İnsanlar ya da sınıflar arası ilişki konunun
dışında kalır. İşçi sınıfı mücadelesinin 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında yükselmesi, Paris Komünü’nden Bolşevik
Devrimine giden bir sürecin başlaması, şokların içinde işçi sınıfı örgütlenmelerinin büyük rolünün olduğu yıllardır.
Oysa Piketty’nin hiç değinmemeyi tercih ettiği Sosyalizm korkusu kapitalizme olmadık işler yaptırmıştır. Refah devletleri
adı altında işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları tarihte olmadık ölçülerde iyileşmiştir, ayrıca sermaye getirisine büyük
vergiler konabilmiştir. Elbette bütün bunlar aynı zamanda işçi ücretlerinde yükselme demekti. Dolayısıyla r>g eşitsizliği
“uzun tarihsel dönemde” kendiliğinden işleyen bir “tarihsel gerçek” değildir. Sınıflar mücadelesinin kendini ortaya koyma
biçimlerinden birisidir. Savaş şokları zaten sınıflar savaşının bir başka biçimiydi. Ortaya sosyalist bir sistem çıkınca
eşitsizliğin uçurumu belli ölçülerde daraldı.
Diğer şeyler bir kenara Piketty çözümü vergide gördüğü için “şok” yıllarında bu konudaki gelişmeleri nasıl
yorumlayacaktır? Bu yıllarda, sermaye üzerinden yüksek oranlı vergilerin alınabilmesini, fakat bu vergi oranlarının
1980’ler sonrası yeniden azalışını nasıl açıklayacaktır? Ekonomik determinizmle değil, “politikalarla” açıklayacaksa,
politikaların bu köklü değişiminin de bir izahı gerekir. Bu soruların cevabı sınıflar savaşında, işçi sınıfı mücadelesinin
gücünde yatmaktadır. Fakat Piketty’nin “21. Yüzyılda Kapital”inde sınıflar savaşı yoktur.
Piketty, İsa’dan bugüne istatistik tabloları yaparak, iki bin yılı aşkın zaman aralığında bir “tarihsel gerçeği” kanıtlamaya