T.C. MARMARA ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ TEMEL ĐSLÂMĐ BĐLĐMLER ANABĐLĐM DALI TEFSĐR BĐLĐM DALI TANZĐMÂT’TAN II. MEŞRÛTĐYET’E KADAR (1839-1908) MATBU TÜRKÇE KUR’ÂN-I KERĐM TERCÜME VE TEFSĐRLERĐ (Yüksek Lisans) Murat KAYA Danışman Yrd. Doç. Dr. Fatih ÇOLLAK Đstanbul - 2001
225
Embed
TANZ ĐMÂT’TAN II. ME ŞRÛT Đkuranvesunnetyolunda.com/wp-content/uploads/2014/03/...T.C. MARMARA ÜN ĐVERS ĐTES Đ SOSYAL B ĐLĐMLER ENST ĐTÜSÜ TEMEL ĐSLÂM Đ B ĐLĐMLER
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
T.C. MARMARA ÜN ĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ TEMEL ĐSLÂMĐ BĐLĐMLER ANABĐLĐM DALI
TEFSĐR BĐLĐM DALI
TANZ ĐMÂT’TAN II. ME ŞRÛTĐYET’E KADAR (1839-1908) MATBU TÜRKÇE KUR’ÂN-I KER ĐM TERCÜME VE
D- Kur’ân Tercümeleri’nin Dil Açısından Taşıdığı Kıymet…………...............55
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
TANZ ĐMAT’TAN II. ME ŞRUTĐYET’E KADAR (1839-1908) MATBÛ TÜRKÇE KUR’ÂN-I KER ĐM TERCÜME VE TEFS ĐRLERĐNĐN TANITIMI
I- Tanzîmât’tan II. Meşrutiyet’e Kadar Matbû Türkçe Kur’ân-ı Kerîm Tercüme ve Tefsîrlerinin Listeleri......................................................................................................57
A-Kronolojik Liste .............................................................................................57
B-Tam Tercüme ve Tefsîrlerinin Listesi............................................................60
C- Cüz’ Tercüme ve Tefsîrlerinin Listesi …………………………………….61
D- Sûre Tercüme ve Tefsîrlerinin Listesi …………………………………….62
E-Âyet Tercüme ve Tefsîrlerinin Listesi ............................................................63
II- Tanzîmât’tan II. Meşrûtiyet’e Kadar Matbû Türkçe Tam Kur’ân-ı Kerîm Tercüme ve Tefsîrleri..........................................................................................................................65
A-Tefsîrî Mehmed Efendi b. Hamza ve Tercüme-i Tefsîr-i Tibyân.............................................................................................................................65
1- Tefsîrî Mehmed Efendi b. Hamza…………………….......................65
3- Tefsîrü’l-Mevâkib Tercemetü’l-Mevâhib’den Örnek Metinler .........80
C- Ahmed b. Abdullah Nâsıh Ğurâbzâde ve Zübedü’l-Âsâr el-Mevâhib ve’l-Envâr ..............................................................................................................................83
3
1-Ahmed b. Abdullah Nâsıh Ğurâbzâde ................................................83
3- Zübedü’l-Âsâr el-Mevâhib ve’l-Envâr Tefsîrinden Örnek Metinler..86
D- Mevlânâ Muhammed Hayreddin Han Hindî Haydarâbâdî ve et-Tefsîru’l-Cemâlî ale’t-Tenzîli’l-Celâlî............................................................................................88
1- Mevlânâ Muhammed Hayreddin Han Hindî Haydarâbâdî………….88
3- el-Đtkân fî Tercümeti’l-Kur’ân’dan Örnek Metinler ………………..96
F-Muhammed Hasan Mevlâzâde Şekevî (Nuhavi) ve Kitâbü’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân..............................................................................................................................96
1- Muhammed Hasan Mevlâzâde Şekevî (Nuhavi) ................................96
3- Nebe’ Tefsîri Tercümesi’nden Örnek Metinler……………….……118
IV-Tanzîmât’tan II. Meşrûtiyet’e Kadar Matbû Türkçe Müstakil Sûre Tercüme ve Tefsîrleri……………………………………………………………………………120
A-Seyyid Muhammed Ârif ve Tefsîr-i Sûre-i Mülk .............….……..............120
1-Seyyid Muhammed Ârif ……………………………………………120
2- Tefsîr-i Sûre-i Mülk ……………………………………………….120
3-Tefsîr-i Sûre-i Mülk’ten Örnek Metinler …….………………...…..121
B- Anonim, Nebe’ Sûresi Tercüme ve Tefsîri...................................................122
1- Nebe’ Sûresi Tercüme ve Tefsîri .....................................................122
2- Nebe’ Sûresi Tercüme ve Tefsîri’nden Örnek Metinler ...................123
C-Yakub b. Mustafa el-Afvî el-Celvetî ve Netîcetü’t-Tefâsîr fî Sûret-i Yûsuf.............................................................................................................................124
1- Yakub b. Mustafa el-Afvî el-Celvetî ................................................124
3- Tercüme-i Hikmetü’l-Beyân fî Sûreti’r-Rahmân’ın Muhtevâsı ve Örnek Metinler .................................................................................................165
L- Şeyhî ve Riyâzu’l-Ğufrân.............................................................................168
Tefsîr-i Sûre-i Yâsîn’in Muhtevâsı ve Örnek Metinler...75
b- Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha……………………………………..178
V-Tanzîmât’tan II. Meşrûtiyet’e Kadar Matbû Türkçe Âyet Tercüme ve Tefsîrleri....179
A-Şeyhü’l-Đslâm Muhammed Es’ad Efendi ve Âyetü’l- Kürsî Tefsîri Tercümesi......................................................................................................................179
1- Şeyhü’l-Đslâm Muhammed Es’ad Efendi .......................................179
B-Muhammed Şerif Efendi ve Mısbâhu’l-âyâti’l-celileti’l-Furkâniyye ve miftâhu’t-tefâsîri’l-cemileti’l-Kur’âniyye...................................................................204
1- Muhammed Şerif Efendi .................................................................204
2- Mısbâhu’l-âyâti’l-celileti’l-Furkâniyye ve miftâhu’t-tefâsîri’l-cemileti’l-Kur’âniyye ....................................................................205
C-el-Hâfız Yahya Hilmi b. Hüseyin Kastamonî ve Mısbâhu’l-ihvân li-taharriyât-ı âyi’l-Kur’ân...................................................................................206
1-el-Hâfız Yahya Hilmi b. Hüseyin Kastamonî .................................. 206
korunması esasına dayandırıyordu. Ayrıca toplum üzerinde istedikleri etkiyi sağlamak
için gerekli haberleşme araçlarına8 da sahiptiler.9
Tanzîmât’ı “Şerriyye” olarak nitelendirilenler bu hadisenin büyük bir “tarihi
kırılma” ve dini, ictimai, siyasi ve kültürel köklerimizden “sapma” olarak
değerlendirmişler, Avrupa devletleri karşısında boyun eğmenin müslüman bir millet
olarak istikbal ve hürriyetimizi tehlikeye soktuğunu savunmuşlardır. Bilhassa fermanın,
hrıstiyan tebanın haklarını ön plana çıkarıp savunan bir mahiyet arzetmesi müslüman
tebayı ise geri plana itmesi çoğunluğu müslüman olan ve azınlıklar karşısında devamlı
üstün bir mevkîde bulunan geniş halk kesimi tarafından kabul görmemiştir. Günümüzde
her iki düşüncenin takipçilerini bulmak da mümkündür.
Tanzîmât Fermanı’ndan 17 yıl sonra, 1856’da yine Sultan Abdülmecid’in
imzasıyla Islahat Fermanı adıyla bir ferman daha ilan edildi. Bu ferman ilk bakışta
Tanzîmât Fermanı’nın mantıki devamı gibi görülse de, hazırladığı şartlar ve muhtevâsı
çok farklıdır. Her şeyden önce Islahat Fermanı, Kırım savaşı ertesinde, Rusya’ya karşı
8 Siyasi söylemi, efkar-ı umumiyeyi oluşturma, halka yaygınlaştırma ve sürdürme alanında, araç olarak vaazlardan ve Cuma-bayram hutbelerinden faydalanma temayüllerinin Đslâm tarihinde daha eski dönemlere kadar çıktığı malumdur. Modernleşme döneminde ise bu temayülün çerçeve ve muhtevâsı ile araçların -matbaanın ve kolay çoğaltılabilen yazılı evrakın devreye girmesi çok mühim- ve tesirlerinin daha geniş ve yaygın hale gelmiş olduğunu görüyoruz. O kadar ki, modernleşme teşebbüslerinin aynı zamanda din ve geleneksel kalıpları canlandırması meselesine de işaret edecek şekilde bir çok siyasi metin, kitap, propaganda risâlesi, broşür, hatta tek sayfalık beyânname ve el ilanları hutbe, vaaz, mev’ize, mevâiz, dâvet, irşâd gibi başlıklar altında basılmış ve camiler, tekkeler başta olmak üzere her tarafa dağıtılmıştır. (Đsmail Kara, “Ulema-Siyaset Đlişkilerine Dair Metinler-II: Ey Ulema Bizim Gibi Konuş!,” Dîvan, sayı: 7, 1999, s. 67) 9 A. Levy, “Osmanlı uleması ve Sultan II. Mahmud’un askeri ıslahatı” (Ebubekir Bagader, Modern Çağda Ulema içinde, Đstanbul Đz Yayınları 1991, s. 29-30); Đsmail Kara, Đslâmcıların Siyasi Görüşleri, Đstanbul 1994, s. 47-48. Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi Tanzîmâtın Avrupa’dan muktebes kanunlarını şiddetle eleştirmişlerdir. Esas tenkid noktaları, ilahi otoriteye dayanmayan kanunların cemiyet tarafından da tasvib görmeyeceğidir. (Türköne, VI, s. 47)
17
müttefiklerin desteğinin (Đngiltere, Fransa ve Sardunya) bir keffareti olarak hazırlanmış
ve ilan edilmiştir. Avrupa devletlerinin, fermanın metninin hazırlanmasında ve ilanında
yoğun baskıları olmuştur. Ferman’ın ele aldığı ve kökünden çözdüğü mesele, müslim-
gayrimüslim eşitli ği (müsâvât) meselesidir. Avrupa devletlerinin baskısı sonucu ilan
edilen bir ferman olduğundan, bağımsız iç siyaseti kökünden yaralamış, Avrupa
müdahelesine kapıları sonuna kadar açmıştır. Ferman’ın va’dettiği reformlar,
Tanzîmât’ın başlattığı reformlar gibi ılımlı değil, köktencidir.10
Tanzîmât Fermanı’yla siyasi ve sosyal statüleri olumsuz yönde değişmeye
başlayan müslüman halkın durumu Islahat Fermanı’ndan sonra daha da geriye giderek
gayrimüslim tebaa karşısında azınlık muamelesi görür durumuna düşmüşlerdir.
II- Tanzîmât’la Gelen Toplumsal Değişme
Zamana bağlı olarak devletlerin, toplumların ve bireylerin etkisinden
kurtulamadığı değişim ve dönüşüm sosyal bir kural olarak Osmanlı Devletini, ulemasını
ve toplumunu da sırasıyla etkisi altına almıştır. Bu köklü ve tesirli değişimlerden birisi
hatta yakın tarihimiz nazarı itibara alındığında en mühimi Tanzîmât Fermanı’yla
devreye girmiştir. Bu açıdan bakıldığında devletin dönüşümü Tanzîmâtla olmuştur.11
Tanzîmât bir yandan burjuvalaşma özlemleri, bir yandan da başka bir takım taleplerde
bulunurken, devletin ekonomik anlamda büyümesini beraberinde getirmiş, devlet her
şeye karışmaya başlamış, mesela sosyal güvenlik sistemi vakıfların insiyatifinden
çıkmış ve bunu devlet kendisi üstlenmiştir. Devletin her şeye karışması ve
10 Türköne, VI, 164. 11 “Batılılaşma/Modernleşme teşebbüsleriyle birlikte siyasi yapımızın değişime uğradığı her devirde, bu değişikliklerle eşzamanlı olarak muhakkak dini düşünce alanında da dönüşümler husule gelmiş ve dini hayatla siyasi hayat, karşılıklı olarak birbirlerine tesir etmişlerdir. Nitekim bu münasebetlerin sıklık derecesini görmek için, sadece Kur’ân çevirilerinin ortaya çıkış sürecine bakmak yeterlidir: 1839’da Tanzîmât ilan edilmiş, iki yıl sonra (1841’de) ilk matbû Türkçe Kur’ân çevirisi (Terceme-i Tefsîr-i Tibyân) ortaya çıkmış ve II. Meşrutiyet’e kadar bu çeviriyi yenileri izlemiştir…” (Cündioğlu, Dücane, Türkçe Kur’ân ve Cumhuriyet Đdeolojisi, Đstanbul 1998, s. 19)
18
merkezileşme girişimleri Tanzîmât’la birlikte olmuştur. Yani hantal devlet anlayışı
Tanzîmât’ın bir mirası gibi görünmektedir.12
Batılılaşma/Modernleşme çabalarının Đslâm dünyasını sarmasını,13 bilginin
matbaa ve bilhassa gazeteler yoluyla tedâvüle girmesini ve modern okullarda verilen
eğitimle yeni bir sınıfın oluşturulmasını, farklı bir döneme girildiğinin ilk işaretleri
olarak algılayabiliriz. 1839’da Tanzîmât’ın ilanıyla birlikte, sadrazamların ve
dolayısıyla bürokrasi (kalemiyye) mensublarının devlet üzerindeki nüfuzları artarken,
ulema (ilmiyye) sınıfının nüfuzu azalmaya başlamış ve Batı’yla temaslar çoğaldıkça,
Osmanlı Devleti’ne yabancı devletlerin müdahaleleri sıklaşmıştır. Öyle ki 1856’da
Islahat Fermanı’nın, 1876’da I. Meşrutiyet’in ve en nihâyet 1908’de II. Meşrutiyet’in
ilanı sürecinde Devlet-i Aliyye’nin eski yapısı köklü bir değişime sürecine girmiştir.14
Đslâm dünyâsının ve Osmanlı Devleti’nin modernleşme tarihi, birbirine bağlı
olarak birinci derecede askeri mağlubiyetler ve sömürgecilik, ikinci derecede de
oryantalizm ve misyonerlik vakıalarıyla çok yakından alakalıdır. Ordunun ıslahından,
modernizasyonundan başlayarak devlet düzenine, müesseselere, nihâyet zihniyete,
kültüre ve gündelik hayata sirâyet eden Batılılaşma hareketlerinin her bir aşamasının bir
sonrakini zaruri veya kaçınılmaz kılacağı, devlet adamları ve aydınlar tarafından
yeterince kavranamamış, kestirilememiş gözüküyor. Mesela güçlü ve modern bir orduya
sahip olmak için batılı tarzda tesis edilen askeri okulların yeni (ve tabiî tehlikeli) siyasi
ve fikri yönelişleri besleyeceği muhtemel görülmüş, neticeleri normal kabul edilmiş
değildir. Meselenin bir bütün olarak görülememiş olması bir taraftan problemleri
çözümsüzlüğe doğru götürürken diğer taraftan da bir sonraki aşamalara geçişlerde
12 Ahmed Tabakoğlu, Çerçeve, Ocak 2000, s. 26. 13 Modernitenin yakın geçmişinde aydınlanma düşüncesi yatar. Aydınlanma, insan aklını ön plana çıkartır. Bilim ve teknolojide başdöndürücü gelişmeler kaydedilir. Đnsanlığın akıl yoluyla sürekli daha iyiye, mükemmele doğru yol aldığı inancını yansıtan ilerleme fikri, XIX. asra damgasını vurur. (Türköne, VI, 71) 14 Dücane Cündioğlu, Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre Anlamın Tarihi, Đstanbul, 1997, s. 169. XIX. asrın ikinci yarısından itibaren Đslâm dünyasının değişik coğrafyalarında anayasa ve meşruti idare arayışları görülmeye başladı. Đlk anayasa Ocak 1861’de Tunus’ta ilan edildi. Bu anyasa, II. Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti sadrazamlığı yapacak olan Tunuslu Hayrettin Paşa’nın öncülüğünde hazırlandı. Tunus tecrübesini Aralık 1876’da Osmanlı Devleti, Şubat 1882’de Mısır, Aralık 1906’da Đran ve Temmuz 1908’de yine Osmanlı Devleti takip etti. (Kara, s. 178)
19
katılımı zayıflatmıştır. Medeniyetle ve yalnız araç düzeyinde algılanan teknikle kültür
arasında rahatlıkla yapılabilen kesin ayrımlar ve bu ayrımların okumuş-yazmışlar
katında tam bir hüsnükabûle mazhar olması da bütünlükten yoksunluğun tipik
göstergelerinden biri olmalıdır.15
Osmanlı modernleşmesi sürecinde yayınlanan gazetelerin yerine getirdiği vazîfe
son derece belirleyici olmuştur. Gazete batıda da büyük yeniliklerin başlatıcısıdır;
ancak Osmanlı toplumunda yerine getirdiği vazîfe Batı’ya göre daha kapsayıcı
boyutlardadır. Bunun da sebebi Batı’da kitap, oluşmuş felsefi gelenekle birlikte yeni
düşüncelerin dile getirildiği ana vasıta olduğu halde Osmanlı’da kitap, yeni fikirler ve
yeni bir gelenek oluşturmaya ancak 1876’dan sonra başlayacaktır. Đlk bağımsız
gazetenin çıktığı 1860’dan kitabın aydınların ufkunda yer ettiği 1876’ya kadar, hatta o
tarihten sonra da güçlü bir rakib olarak gazete, kitabın gördüğü fonksiyonu da yerine
getirmiştir. Adeta bir broşür hacmine ulaşan uzun makaleler, gazetenin kitap yerine
ikame edildiğini göstermektedir.16
III- Tanzîmât Dönemi Đslâm Uleması’nın Durumu
Müslümanların tarihteki en büyük başarısı aslında askeri bakımdan hızlı
yayılmaları değil kendisini ifade edebilecek ve yeniden kurabilecek bir ilim adamı
prototipini çıkarmış olmasıydı. Daha önce tanımlanmamış, ne Roma hukukçusuna, ne
Hindu Brahman’ına, ne de hristiyan Rahibine benzeyen bir âlim modelinin daha
Đslâm’ın ilk yıllarında ortaya çıkmış olması eşine raslanmayan bir hadisedir. Bu âlim
modeli tamamen nev-i şahsına münhasır, özgürlükçü ve yenilikçi bir yapıya sahiptir. Bu
model hayatiyetini 19. yüzyıla kadar alternatifsiz olarak devam ettirdi ve toplumsal
15 Kara, s. 17-18; “16. yüzyıl Avrupasının yenilikçiliği veya ufku zorlaması gibi, çılgınlığını kimi zaman bizim de yaşamamız gayri tabii bir bunalım değil, tarih içinde yaşanması gereken bir süreç olarak görürsek bunu aşmayı da, Osmanlı’yı doğru anlamayı da, geleceği Osmanlı mirası üzerinde yeniden kurmayı da becerebiliriz. Ama bu bunalımı yine defansif bir pozisyonda “geride kalanı nasıl koruruz” telaşıyla aşmaya çalışırsak artık bunun bir sonu yok. Geride kalan kalmıştır, bundan sonra bizim ufkumuzu ileri doğru nasıl aşacağımızın tartışmasını yapmak durumundayız.” (Davutoğlu, s. 24-25). 16Bkz. Türköne, VI, 112-113.
20
meşruiyetini de, sistem içindeki konumunu da ilmiye yoluyla ve denetim gücüyle
korudu.17
Osmanlı toplumunda yüksek seviyede eğitim ve öğretim faaliyetllerinin
sürdürüldüğü medreselerden yetişen ulema siyasi ve sosyal hayatta, devlet ve halk
nezdinde büyük bir itibara sahipti. Bu itibar; onların sahip olduğu bilgi seviyesi, dünya
görüşü ve hayat felsefelerinin toplumun ihtiyacını etkin bir şekilde karşılayabilecek
düzeyde ve kalitede olmasından kaynaklanmaktaydı.
Klasik dönemde ve hatta XIX. Yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı aydını denildiği
zaman akla medreseliler geliyordu. Az önce de temas ettiğimiz gibi halkın dini ve
kültürel anlayışıyla uyum içerisinde hareket ettiklerinden toplum tarafından
benimseniyor ve teşvik görüyorlardı. Ancak 15. ve 16. yüzyıllardaki başarılı çizgi 18.
ve 19. yüzyıllarda devam etmedi.18 Çünkü bu asırda toplumda önüne geçilemez bir
değişim başlamış, medresede yetişenler, bu değişimin gereği olan yenilikleri yeterince
yapamamış,19 kendi kendini yenileyememiş, fikir üretememiş neticede âlimlerin toplum
nazarındaki itibarı aşınmaya başlamıştır.
19. yüzyılda bu süreçle birlikte yeni bir entellektüel aydın prototipi zuhur etmeye
başlamıştır. Bunlar Batı kültürüyle yoğun bir şekilde yüzyüze gelen, onun tesirinde
kalan ve o kültürü benimsemeye başlayan kimseler oldular. Bundan sonra aydınların
17 Ahmed Davutoğlu, ‘Çerçeve’ , Ocak 2000, s. 24-25. 18 Mehmet Đpşirli, “XIX. Yüzyılda Osmanlı Đlmiye Mesleği ve Ulema Hakkında Gözlemler” Tanzîmâtın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Đst, 1989. 19 “Osmanlı’da bu medeniyet hesaplaşmasını -hala bu hesaplaşma sürüyor- normalde yapması gereken zümre ilmiye idi. Đlmiye olması gerekirdi. Batı ile ilgili olan hesaplaşmamızda bizdeki en ciddi problem bu medeniyet hesaplaşmasını ilmiyenin yapmamasıdır. Kalemiye yaptı. Bu boşluğu kalemiyyenin doldurması Osmanlı modernleşmesini son derece bürokratik, felsefi derinlikten kısmen yoksun ve daha pragmatik çözümler üreten sonuçlar getirdi... Kurumsal düzeyden, zihniyet düzeyine yönlendirme cihetine gidildi ve önce kurumlar değişerek zihniyet yönelinmeye başladı. Bu denklemi iyice allak bullak etti... Asrın sonuna gelindiğinde tamamıyla karşı bir reaksiyonla o günkü düzeni tamamıyla tersinden okuyan ve zihniyeti, pramidi tersine çeviren yeni bir tip çıktı. Bu dönüşümdür ki Osmanlı’nın anlaşılmasını imkânsız kıldı... Bizim entellektüel tip kendi denklemine dönüp baktığında anlamsız bir denklem görmeye başladı ve kurumsallaşmayı bir anlamda tersine bir noktaya sürükledi ve bu entellektüel parçalanma hâlâ tesirini sürdürüyor....” (Davutoğlu, s. 24-25)
21
Batı’ya yönelmesi ve batı kültürünün Osmanlı toplumundaki temsilcileri olma süreci
devam etti.20
Bu süreçte halk, Batı’dan gelen yeni akımların tesiriyle medrese âlimlerini
kendileri ile dinleri arasında bir engel olarak görmeye başlamıştı. Dini metinlerin ana
dile tercümesiyle dinin herkes tarafından rahat bir şekilde anlaşılabileceği düşüncesi
bilinçli olarak halka empoze ediliyordu. Onlara göre, haddi zatında din açıktı,
anlaşılırdı, kolaydı, ne var ki ulema dinin anlaşılmasını zorlaştırmaktaydı.
Bu söylemin taraftarları nezdinde efkar-ı umumiyye, terakkiyât-ı cedide,
alafranga, âmme, halk gibi terimlerin ne denli heyecan verici olduğunu tahmin etmek
güç olmasa gerektir. Buna mukabil ulema, medreseli, softa gibi ünvanlar gözden
düşmüş, ulema mensubları aleyhinde ‘ruhban’ (din adamı) terimini kullanmak hemen
hemen ‘darb-ı mesel’ halini almıştı.21
Osmanlı toplumunun her alanında bahsedilen değişimler sürerken medreseler
kadim geleneği sürdürme çabalarını bırakmış değillerdi. Halktan kopmaya başlamış
olsalar bile kendi içlerinde tutarlı bir şekilde eğitim ve öğretim faaliyetlerine devam
ediyorlardı. Ulema mirâs aldıkları yerleşik Đslâm kültür ve geleneğini devam ettirmek ve
aydınların yenilikçi cereyanına kapılmış halkı kendi yönlerine çekmek için ellerinden
gelen gayreti gösteriyorlardı. Bu durum da doğal olarak ulema-aydın çatışmasının
gündeme getirmekteydi.
Burada Tanzîmât döneminde medreselerin durumu ve ders proğramı hakkında
açıklama yapmak faydalı olacaktır.
IV- Tanzîmât Dönemi’nde Medreselerin Durumu
Medrese âlimlerinin okudukları dersler ve aldıkları icazetnamelere göre
karşımıza zengin ve geniş bir müfredat proğramı çıkmaktadır.
20 Davutoğlu, a.y. 21 Cündioğlu, s. 175; Bu yoldaki gayretler için bkz. Hanioğlu, a.y.
22
1286/1869 tarihli Đstanbul medreseleri listesine göre Osmanlı medreseleri
müfredat proğramı:22
ŞeyhülĐslâm Akşehirli Hasan Fehmi Efendi’nin (1298/1880) emriyle 13 Rebiülahir
1286 (23 Temmuz 1869)’da hazırlanmış bulunan bu liste, sadece bu tarihte sayıları
166’yı bulan faal Đstanbul medreselerini ihtiva etmektedir.
Listenin başlıca hususuiyetleri şöyle sıralanabilir:
1- Her medresenin mevcudu ayrı ayrı belirtilir.
2- Toplam nüfus yanında her medresede,
a) Kaç dersiâmm bulunduğu,
b) Her dersi ne kadar talebenin takip ettiği ve
c) Bu tarihte medreselerde hangi derslerin okutulmakta olduğu23
görülmektedir.
3- Listenin sonunda, bu tarihte Đstanbul medreselerinde toplam olarak,
a) Kaç dersiâmm bulunduğu
b) Her dersi ne kadar talebenin takip ettiği
c) Bütün medrese talebelerinin sayısı da verilmiştir.
Buna göre, 1869’da Đstanbul medreselerinde 5369 talebe bulunmakta, bunlardan
93’ü hıfza çalışmakta, 578’i sarf, 3027’si nahv olmak üzere 3605 talebe Arapça grameri
108’i Kâdîmîr24, 182’si ise Celâl okumaktaydı. Tayin bekleyen 213 mezun bulunan
medreselerde 180 dersiâmm da ders vermekteydi. Bu sûretle hoca ve talebelerin toplam
sayısı 5769’a ulaşıyordu.
Bu listeye bakılarak, XIII/XIX. asır sonlarında Đstanbul medreselerinde müretteb
derslerden sadece sarf, nahiv, mantık, akaid, hikmet ve kelam derslerinin okunduğunu, 22 16. yy için bkz. Turgut, Ali, “Osmanlı Tefsîr Çalışmalarına Genel Bakış”, Din Öğretimi Dergisi, 1989. sayı, 18, s. 28. 23 Aşağıda isimleri geçecek olan ders ve kitap isimleri hakkında açıklayıcı bilgi için bkz. Đsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Đlmiye Teşkilatı, Ankara, 1988, s. 19-23 ve 39-44; Türk Maârif Tarihi, c. I, s. 102. 24 Haşiye ala Şerhi’l-Hidaye li Kâdîmîr, Hacı Selim Ağa, 671.
23
hadis ve Tefsîr gibi diğer derslerin ihmal edildiğini çıkarmak doğru değildir. Çünkü bu
tarihlerde müretteb derslerin hepsini de okuyup icazet alan pek çok öğrenci vardır.
Esasen bir öğrencinin, hadis de dahil, okuduğu bütün âlet ilimleri en yüce konu (matlab-
ı a’lâ) olan Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya, diğer bir deyişle tefsîre yöneliktir.25
Osmanlılar, medresedeki eğitim ve öğretim faaliyetlerini vakıflar vasıtasıyla
devam ettirdiler. Fatih’in Đstanbulu feth ettikten hemen sonra “Sahn-ı Semen”
medreselerini tesis ettirmesi ve bunların giderlerini karşılamak için vakıf kurmasından
sonra, ilim merkezi hâline gelen Đstanbul’da hükümdar başta olmak üzere sultanlar,
vezirler, ilim adamları, saray mensupları ve maddi durumu iyi olan halk tarafından
pekçok medrese inşa olunmuştur. Yalnız Mimar Sinan’ın başmimarlığı zamanında
Đstanbul’da inşa edilen medreselerin sayısı, 6’sı Süleymaniye medreseleri olmak üzere
55’i bulmaktadır. XVII. asrın son çeyreğinde ise Đstanbuldaki medrese sayısının 126’ya
ulaştığı görülmektedir. Fetih’ten XIX. asra kadar Đstanbul’da inşa edilen medrese sayısı
500’ü aşmaktadır. Ancak bunların büyük bir kısmı yangın ve deprem gibi tabii âfetlere
maruz kalarak yıkılıp yok olmuş veya terk edilmiştir.26
XIII/XIX. asır sonlarında “ikmal-i nuseh” ederek icazet alan öğrencilere
aşağıdakiler örnek olarak gösterilebilir:
1. Ahmed Cevdet Paşa’nın (1312/1895), Tezakir adlı eserinde verdiği bilgiler,
medrese ders proğramının XIX. asır sonlarındaki durumunu göstermesi açısından
mühimdir: Lofça müftüsü Hafız Ömer Efendi’den 15 yaşına gelmeden Arabî ilimleri,
Şer’î ilimleri,mantık ve beyân’ı okumuştur. Büluğa ermeden Halebi ve Mülteka okudu.
15-16 yaşlarında Đstanbul’a gelerek Fatih Camii’nde âli ilimlerin tahsili ile meşgul oldu.
Medreselerin tatil günlerinde ‘müretteb olan dersler’ den başka cüz’iyat’a dair pekçok
risâle, eski tarz üzere hisab, cebir, hendese, hey’et ve hikmet fenlerine dair pekçok kitap
okuttu. Ondan hisab, cebir, hendese, logaritma, Usul-i Hendese, Hüseyin Rıfkı
25 Cevat Đzgi, Osmanlı Medreselerinde Đlim, Đstanbul, 1997, s. 108-109; Bir tür diploma anlamına gelen ve medreseyi bitiren öğrenciye verilen icâzetnâmenin genellikle Râzî’ye dayandırılması, Osmanlı’da tefsîre ve tefsîrciye verilen kıymetin tarihi belgesi niteliğindedir. Turgut, s. 28. 26 Ziya Kazıcı, Đslâm Tarihi, Đst. 1997, XI, 374.
hikmet, tarih, fıkıh, usul-i fıkh, ilm-i kelam, ilm-i hadis ve ilm-i tefsîr okumuş daha
sonra Đstanbul’da Kemankeş Kara Mustafa Paşa medresesinde ulum-ı âliye ve ulum-ı
‘âliyeyi ikmal ederek icazet almıştır.30
5. Hasan Tahsin er-Rizevî (XIX. Asrın ilk çeyreği), Hafız Hasan Efendi b.
Yusuf el-Yenicevî el-Ödemişî’den 16 yaşından evvel hisab, tecvid, Kur’ân, sarf, nahiv,
beyân, Bedru’n-Naci adlı Đsagoci şerhi, el-Fenari, Velediye okumuş. Şevket Efendi b. 27 Cevdet Paşa, Tezâkir, I, 528. 28 Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, Đstanbul, 1996, I, 80. 29 Albayrak, IV, 248. 30Albayrak, I, 126-127.
Bekir Efendi’den, es-Seyyid Mehmed Efendi’den ve Đshak Efendi Harputi’den sarf,
nahiv, mantık, münazara ve vad‘ dersi aldım. Hafız Ahmed Tevfik b. Đbrahim el-
Monlaki Efendi’den menkul, ma’kul, hadis, tefsîr, fürû‘ ve usul aldım. Seyyid el-Hacc
Ahmed Necib Efendi b. Ahmed’den bir kaç sene fıkıh, usul, belağat, vaz‘, aruz, kavafi,
geometri dersi aldım, Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledim. 1291 senesinde babam Kahire
kadısı iken eş-Şeyh Đbrahim eş-Şafii el-Ezheri’den Sahih-i Buhari, Ebu’s-Suud Tefsîri,
Risâletü’l-Ehadisi’l-Evail mine’l-Kütübi’s-sitte ve başka kitaplar okuyub icazet
aldım.”32
Tanzîmât döneminin önde gelen âlimlerinden bir kısmının takip ettikleri
müfredat proğramı ve okudukları kitaplar şunu gösteriyor ki o dönemde medreselerde
yüksek seviyede bir eğitim devam etmektedir. Dinî ilimler ve din âlimleri açısından
ciddi bir problem gözükmemektedir. Sadece Batı yanlısı fikir akımlarının etkisinde
kalan halkın âlimlere olan itibarında bir azalma olduğundan ulema-halk diyaloğunda
kopuşlar ve aksamalar meydana gelmiştir. Esas problem medreselerin pozitif ve teknik
bilimler açısından müfredatlarını yenileyememesi, Batı’da meydana gelen gelişmeleri
takip edememesi, dolayısıyla gündemi yakalayıp onu toplum lehine tatbik edebilecek
31 Đzgi, s. 107. 32 Đzgi, s. 108.
26
pozitif sahada etkin bilim adamlarını yetiştirememesidir. Bu bakımdan bilimsel ve
teknolojik olarak Batı karşısında geri kalışımızın ağır faturasını din âlimlerine yüklemek
ve bu alanda bir takım olumsuz fikirler beyân etmek gerçekçi olmasa gerektir.
V- Tanzîmât Döneminde Dini Durum
Anadili Arapça olmayan müslüman toplumların dini merâsimleri daha incelmiş
ve artmış, kudsiyet izafe edilen alan alabildiğine genişletilmiştir. Böyle olunca
gelenekler, örfler kudsiyet izafe edilerek dinselleştirilmekte, böylelikle gündelik
hayattaki dini alan genişlemektedir. Dinin rasyonel formlarının ve selefi yorumlarının
Arap toplumlarında güçlenmesine karşılık mistik yönelişlerin Arap dışı toplumlarda
kesafet kazanması bu durumun sonucu olarak görülebilir.
Türklerin Đslâmiyete kitleler halinde girmesine bu mistik yorumlar ve mesajların
büyük katkısı olmuştur. Gelenekler, örfler, evliya menkıbeleri ve merâsimler halk
Đslâmının mühim bir kısmını teşkil etmektedir. XV. Yüzyılda Süleyman Çelebi
tarafından yazılan Mevlid diye meşhur olan Vesiletü’n-Necât’ın halkın dini duygu ve
heyacanlarını canlı tutma bakımından çok önemli bir etkisi olmuştur.33
Tanzîmât döneminde ulemanın Arapça ve Farsça’ya hâkimiyetleri sayesinde
temel dini metinleri tetkik ederek bilgi edinme bakımından geniş imkânlara sahip
olmasına karşın halkın Kur’ân’la münasebeti sözlü kültürün normları çerçevesinde
kalmaktaydı. Hutbe ve vaazlar yoluyla halk irşad edilmekteydi. Ulemanın toplum
hayatındaki aktif konumu, halkın, kendisine ihtiyaç duyduğu bilgilere kitaplar
vasıtasıyla değil, âlimler vasıtasıyla ulaşmasını sağlıyordu. Kur’ân’la birinci dereceden
meşgul olacak kimseler, çok küçük yaşlardan itibaren medreselerde eğitiliyor,
kâbiliyetleri nisbetinde “ulema sınıfı”na dâhil oluyorlardı. Đslâm, toplumun sosyal ve
siyasi yapısına meşruiyyet temin eden “hâkim çerçeve” olduğu için, hukuki sorunlar
zaten fukaha’ya (kadılara) sorulmak sûretiyle hallediliyor, adab ve ahlakla alâkalı
33bkz. Türköne, VI, 74-75.
27
umûmî bilgiler ise, tekkelerde, cami ve medreselerde şeyhler, hocalar ve vaizler
tarafından sözlü olarak veriliyordu.34
1860’lara gelindiğinde, ulema ile dini görüşlere sahib kimseler, gerçek anlamıyla
bir kültür savaşının patlak vermek üzere olduğunu ve bu savaşta kaybeden tarafın
kendileri olabileceğini kavramaya başladılar. Bu noktada onlar, bir medeniyet olarak
Đslâmiyetin kültürel yönünü önplana çıkarmanın gereklili ğine inanarak bu medeniyetin
Batı uygarlığı karşısındaki üstünlüğünü bilhassa vurgulamaya başladılar.35 Đşte Đslâmi
bir kurum olan hilafet müessesesi de bu düşüncenin araçlarından birisi olarak kullanıldı.
Bu açıdan bakıldığında halifelik müessesesinin bütün Đslâm dünyâsına uzanan,
husûsî vurgulara sahip siyasi bir kurum hüviyetini 1870 yılından itibaren kazanmaya
başladığını görmekteyiz. 36 Đslâm âlimleri ve meşayıh müslümanların birliğini sağlamak
ve Đslâm’ı kuvvetlendirmek için hilafete destek37 olmaya çalışıyorlardı.
VI- Tanzîmât Döneminde Tercüme Hareketleri
34 Cündioğlu, Anlamın Tarihi, s. 167-168; “Yazı ve matbaa, okumakta oldukları metni anlamaları için insanları yalnız kılıyorsa, birincil ve ikincil sözlü kültürler de dinleyiciler arasında güçlü bir grup bilinci yaratırlar.” (Ong. 1995: 161; Cündioğlu age, 168) Tanzîmât döneminde okullarda verilen din eğitimi hakkında geniş bilgi için bkz. Yurdagül Mehmedoğlu, Tanzîmât Sonrasında Okullarda Din Eğitimi 1838-1920, Đstanbul, 2001. 35 Mardin, Şerif, Bediuzzaman Said Nursi Olayı-Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim, çev. Metin Çulhaoğlu, Đstanbul, 1992, s. 184; Kara, s. 49. 36“Bu yeni oluşumda Osmanlı Devleti’nin siyasi merkezinden çok dış hadiseler ve Đslâm dünyâsındaki gelişmeler etkin rol oynadı. Aslında devlet erkânı, dıştan bakıldığı zaman müsbetleri çokmuş gibi gözüken hilafetle ilgili bu gelişmelerden memnun değildi. Çünkü ne yardım taleblerini karşılayacak maddi gücü ve imkânı, ne de çok yönlü gelişmesi muhtemel bu ilişkiler dolayısıyla Avrupa devletleri ve Rusya’dan gelecek imalı veya açık protestoları ve baskıları göğüsleyebilecek manevra kabiliyeti vardı. Fakat özellikle gazetelerin, bir ölçüde de tarikat çevrelerinin oluşturduğu kamuoyu, devleti hilafet müessesesinin fonksiyonlarını, faaliyet alanlarını ve tarzını yeniden gözden geçirmek mecburiyetinde bıraktı. Neticede Osmanlı Devleti’nin en zayıf dönemlerinde Osmanlı Hilafeti en güçlü ve en nüfuzlu noktalara geldi.” (Kara, s. 158) 37 Bunlardan biri de Yusuf b. Đsmail en-Nebhânî’dir. Beyrut Hukuk Mahkemesi reisi olan bu zat el-Ehadisü’l-Erbain fî Vücûbi Taati Emiri’l-Mü’minin ve Hulasatu’l-Beyân fî Bazı Meâsiri Mevlânâ es-Sultan Abdülhamid es-Sânî ve Ecdadihi Ali Osman isimleri ile iki risâle yazarak masraflarını kendisi karşılamak sûretiyle 1312 tarihinde Beyrut’ta Matbaa-ı Edebiyye’de on bin aded bastırıp ümmet-i Muhammed’e nasihat için ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’ye muhabbetinden dolayı ücretsiz olarak dağıtmıştır. Đlk risâlenin baş tarafında bazı âriflerin, sahabe asrından sonra Osmanlı Devleti’nden daha hayırlı bir devletin gelmediğini söylediklerini yazmaktadır.
28
Tanzîmât’tan önce Batı’dan bazı eserler tercüme edilmiştir; ancak bunların
tamamı coğrafya, tıp, eczacılık, askerlik, riyaziyat türünden eserlerdir. Batı düşünce
dünyâsını Osmanlı toplumuna nakledecek eserleri görebilmek için, 1860’lar gibi geç bir
tarihi beklemek gerekmiştir ki, bu gelen eserler de son derece zayıf ve etkisi sınırlı
yayınlar olarak kalmıştır. Buna karşılık Tanzîmât dönemi, klasik Đslâmî eserlerden ve
Şark klasiklerinden yapılan tercümelerde ve matbaa aracılığıyla38 bu eserlerin geniş
kitlelere ulaştırılmasında adeta bir patlamaya tanık olmuştur. 1839’dan sonraki dört
senede basılan çok sayıda kitaptan aşağıdakileri, canlanan kültürün hangisi olduğu
hakkında bir fikir verebilir: Ahlak-ı Ahmedî, Dürr-i Yektâ, Tarikat-ı Muhammediyye,
Altıparmak, Ravzatü’s-Safâ, Molla Cami, Fenârî Hâşiyesi, Mültekâ, Birgivî Şerhi ilh...39
Bu dönemde dini bir takım kitaplar tercüme edildiği ve bir kültürün yeniden
canlanmakta gibi gözükmesi doğru olabilir. Bunun yanında başka bir yabancı kültürü
topluma taşıyan eserler de yığınla tercüme edilmeye başlanılmıştı. Ne yazık ki bilimsel
ve teknoloji alanında gelişmemize yardımcı olabilecek fizik, kimya, tıp vs.
sahalarındaki kaliteli eserlerin tercümesi bilinçli veya bilinçsiz olarak ihmal edilmekte
idi.
38Matbaanın Osmanlı devletinde geç kullanılmaya başlamasını dini tutuma bağlamak isteyenler çoğunluktadır. Hâlbuki hakikat daha farklıdır. Tarihî hâdiseler sadece bir sebeble açıklanamaz. Nitekim bu mevzûyu araştıran bir araştırmacı şöyle demektedir: “Matbaaya karşı düşmanlık Đslâmlık nedeniyle değil, Osmanlılık nedeniyle anlaşılabilir. Siyasal yanları olmadığı zaman, Osmanlı imparatorluğunda matbaalara, basılmış kitaplara dokunulmamıştır. Şu halde baskı sanatı Osmanlı tarihinde yalnız bir din sorunu değil, kısmen teknik, kısmen ekonomik, kısmen de siyasal bir sorun olmuştur”. (Alpay Kabacalı, Türk Yayın Tarihi, 1987, s. 21 ve 79. Gazeteciler Cemiyeti yayınları) 39 Osmanlılar, daha önce müslümanların yaptığı gibi, zamanında tercüme yolu ile batıdaki gelişmeye intibak edebilselerdi ve onu kendi inançları doğrultusunda yeniden şekillendirip kendilerine mal edebilselerdi, gerek kendi durumumuz gerekse Dünya medeniyetinin durumu, bugünkünden daha iyi olacaktı. Esasen, geç de olsa bu eksiklik anlaşılmış olacak ki, XIX. yy’dan itbaren, hızlı bir şekilde tercüme faaliyetlerine girişilmiştir. Bunun için hertürlü maddi fedakârlığa katlanılarak pek çok kişi batıya gönderilmiştir. Neticede, hakikaten de dilimize pek çok eser tercüme edilmiştir; ancak ne acıdır ki, bu eserlerin içinde bilimsel bir nitelik taşıyan, yok denecek kadar azdır. Avrupalıların aşk ve ihtirasını, kadına, kadehe ve kumara olan ibtilâsını, subjektif ve romantik duygularını yansıtan yüzlerce eser, hem de farklı kişiler tarafından birçok kere dilimize çevrilirken, bir fizik, matematik, kimya, astronomi, tıp... kitabının tercüme edilmesine fazla rağbet edilmemiştir. Mesela Fransız oyun yazarı Moliere (asıl adı Jan Babtist Poquel, v. 1673), birkaç kez Türkçeye çevrilirken, ünlü bir fizikçi olan Joseph Privat de Moliere’i (v. 1742) ve sahasıyla ilgili eserleri dilimize kazandırmaya kimse iltifat etmemiştir. (Hidayet Aydar, Kur’ân-ı Kerîm’in Tercümesi Meselesi, Đstanbul, 1996, s. 25-26; Ferit Aydın, Tercüme Sanatının Gerçekleri, Đst. 1984, s. 39-40)
29
Tanzîmâtın takip ettiği yeni maarif sistemi ve medrese dışında devletin Rüşdiye
ve Đdadiye gibi yeni mektebler vücuda getirmesi de, tedrisatta kullanılmak üzere Türkçe
ders kitabı ihtiyacı doğurmuştur. Bu taleb, Şark ve Đslâm eserlerinden yapılan
tercümeler ve yine Đslâm ve Şark tesirinde yazılmış ders kitapları ile karşılanmıştır.
Klasik mantık kitaplarının Türkçe olarak yeniden yazılması ve basılması bu durumun
çarpıcı örneklerindendir. Bu mantık medresede okutulan sûrî mantıktır. Batı tesirinin
artması karşısında, Đslâm medeniyetine bağlanmak ve bu medeniyetin temeli olan
mantık, kelam, fıkıh ve tasavvuf türünden eserleri tercüme ve telif yoluyla halka
kazandırmak yolunda ciddi gayret ortaya çıkmıştır.40
Kısaca Tanzîmât’ı, bu dönemdeki siyasi, sosyal ve ilmi durumu açıkladıktan
sonra bir sonraki bölümde Kur’ân’ın tercümesi meselesini ve Tanzîmât döneminde
Kur’ân tercümelerinin durumunu inceleyeceğiz.
40 Türköne, VI, s. 77; Kemal Efendi, Rüşdiye Mekteblerinde okunmak üzere kaba Türkçe risâleler yazılmasına lüzum görünce Cevdet Efendi’ye müracaat etmiş, o da “Malumat-ı Nâfia” adlı bir risâle yazmıştır. Bu risâle bastırılıp Rüşdiiye mekteblerinde okutulmuştur. (Fâtımâ Aliyye Hanım, Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı, Đstanbul, 1994, s. 70.)
30
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
KUR’ÂN-KER ĐM’ ĐN TERCÜMESĐ MESELESĐ
Tanzîmât dönemi tefsîr ve tercümelerini inceliyor olmamız hasebiyle tercüme ve
Kur’ân-ı Kerîm’in tercümesi meselesi ile Kur’ân tercümelerinin tarihi konularını
müstakil bir bölüm halinde ele almak gerekmektedir.
I- Tercüme, Tefsîr ve Meal Kelimelerinin Tanımı
A-Tercüme
Lügat manasıyla tercüme; tefsîr ve beyân etmek, çevirmek, nakletmek, bir dilden
başka bir dile çevirmek, bir lisanı diğer bir lisan ile tefsîr ve beyân etmek, 41 bir lafzı
onun yerini tutacak başka bir lafız ile değiştirmek, 42 bir lisandan diğer bir lisana
çevirmek43 gibi anlamlara gelir. Bu açıklamaları şöyle ifade etmek de mümkün; bir
lisanda söylenen sözleri veya yazılan bir metni, başka bir lisana çevirmek44 bir kelâmın
manasını diğer bir lisanda dengi bir tabirle ifade etmektir.45
Istılah manasıyla tercüme ise: Đlahi kelamın manasını, bütün mana ve
maksatlarına bağlı kalmak şartıyla, Arapça’dan başka bir dildeki kelimelerle ifade
etmektir.46
Tercümenin bu şekilde, aslın mana ve maksatlarına tamamen mutabık olması
için, sarahatte, delalette, icmalde tafsilde, umumda hususta, ıtlakta takyitte, kuvvette
isabette, hüsnü edada, üslub ve beyânda; hasılı, ilimde, sanatta, asıldaki ifadeye, hem
mana hem de tabir itibariyle müsavi olması gerekir. Bütün bu hususlarda asla muvafık
ve mutabık olmaması halinde tercüme mükemmel olamaz; eksik bir anlatış olur.47
41 Asım Efendi, Kamus Tercümesi (el-Okyanûsu’l-Basît fî Tercümeti’l-Kâmûsi’l-Muhît), Đst. 1305. 42 Ebu’l-Bekâ, Killiyât , ‘Terceme maddesi’, Bulak, 1253. s.129. 43 Şemseddin Sâmî, Kamus-ı Türkî, Đstanbul, 1978, s. 397. 44 Hüseyin Kazım Kadri, Türk Lügati (Dili), Türk Dillerinin Đştikakı ve Edebi Lügatleri, Đstanbul, 1928, II, 134. 45 Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili , Đst. 1971, s. 9; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Yazma nüsha, Mahmud Bedreddin Yazır, 1354, I, s. 4. 46 Muhammed Abdülazim Zerkâni, Menahilü’l- Đrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Kahire ts. II, 7. 47 Yazır, I, 9; Aydar, s. 58.
31
Edebi bir hususiyet taşımayan, sadece akıl ve mantığa hitab eden ilmi ve fikri
eserlerin ifade gücü bakımından zengin ve gelişmiş dillere gerçek manada tercümesi
mümkün olduğunda şüphe yoktur. Hâlbuki hem akla hem ruha hem de edebi zevk ve
hissiyata hitab eden, kıymetli eserlerin herhangi bir dile tercümelerinde başarılı
olunduğu nadiren görülmektedir.48 Eğer eserin yazıldığı dil Arapça gibi oldukça zengin
ve canlı, tercüme edildiği dil ise ona nazaran daha sığ ve basit ise bu tercümenin başarılı
olma ihtimali söz konusu değildir.
Hâsılı, terceme Kur’ân’dan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri
anlatabilirse de hakkıyla anlatamaz, anlattığı şeylerde de Kur’ân hükm ve kıymetini haiz
olamaz. Mamafih şunu da unutmamalıdır ki Kur’ân anlaşılmaz bir kitab değildir. Hatta
ve lakad yessarna’l-Kur’âne li’z-Zikri fe hel min müddekkir 49 buyurulduğu üzre
manasını en kolay ve açık bir sûrette anlatan ve tekellüfsüz, tasannusuz su gibi akan, nur
gibi parlayan bir kitab-ı mübindir. O kendisini bütün insanlığa duyurmak ve anlatmak
için nazil olmuş ve duyurmuştur. Ancak onun manası ihata olunub bitirilemez. Bir
manası inkişaf ederken arkasından bir mana daha, arkasından bir mana daha ilh... yüz
gösterir.50
B- Tefsîr
Lügat manası itibariyle keşf etmek, beyân etmek, üzeri kapalı bir şeyi
açıklamak, ızhar etmek gibi manalara gelen tefsîr bir ilim olarak şöyle tarif edilir:
Kur’ân-ı Kerîm’de mevcut olan hafi, garib, müşkil... lafızlarla, neyin murad edildiğini,
bu ilme ait usul ve esaslara uymak şartıyla, dirâyet ve rivâyet yollarından biri yahut her
ikisiyle keşf ve izah etmektir.51
Osmanlı döneminde yaşamış olan âlimlerimizin yapmış oldukları tarifler
genelde birbirlerinin aynısı olduğu için buraya misâl kabilinden iki tanesini aldık:
48 Yazır, I, 9-10; Yazma nüsha, I, 4. 49 Kamer, 17, 22, 32, 40, “Şânımnâmına Kur’ân’ı müyesser (kolaylaştırılmış) de kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var?” 50 Yazır, I, 15-16; Yazma nüsha, I, 10. 51 Mehmet Sofuoğlu, Tefsîre Giriş, Đstanbul, 1981, s. 240.
32
Elfâz-ı Kur’âniyyenin keyfiyyet-ı nutkundan, medlülât-ı lügaviyye ve
ıstılâhiyyesinden, ahkâm-ı efrâdiyye ve terkîbiyyesinden, hâl-ı terkibde elfâz-ı
mezkûreye mahmûl olan me’âni-ı sâneviyyesinden, mârifet-ı neshten, sebeb-i
münüfi’ başlığını kullanmaktadır. Ancak onun meali, bir nevi tefsîrî tercüme
niteliğindedir. Burada bizim tarifini verdiğimiz meal ise bundan tamamen farklı bir
şekil ve anlayış arzetmektedir.
II. Tercüme çeşitleri
52 Sırrı Giridi, Tabakat ve Adab-ı Müfessirin, 1312, s. 1. 53 Yazır, I, 28; Yazma nüsha, I, 23. 54 Yazır, I, 30; Yazma nüshada bu parağraf yoktur. 55 Meal sözcüğü ise, 1935’te Elmalılı Hamdi Yazır’ın Yeni Mealli Türkçe Tefsîr adlı eserinin neşriyle edebiyâtımıza girmiş olup bu sözcük o dönemin şartları neticesinde terimleşmiş, zamanla da form ve içeriği bu günkü standart haline ulaşmıştır. (Cündioğlu, Anlamın Tarihi, s. 268)
33
Tercüme, bir dilde ifade edilen manaların başka bir dile aktarılması demek olsa
da bu aktarımlar hep aynı metotla yapılmamakta bilakis bir kısım farklılıklar
arzetmektedir. Bu farklılıklar edebiyâtımıza “Tercüme çeşitleri” 56 olarak girmiştir.
Bunları kısaca şu şekilde açıklayabiliriz:
1. Misli misline tercüme: Aslın aynısıdır. Bir lafzın ihtiva ettiği bütün manaları
ve işaretleri, hiç eksik bırakmaksızın ve hiç ilave yapmaksızın aynen, başka bir dildeki
lafızlarla ifade etmektir. Bu tür tercüme kat’î sûrette ne Kur’ân için ve ne de alelade bir
eser için mümkün değildir.57
2. Tanziri tercüme: Bu tercüme daha ziyade edebi şiirlerde kullanılır. Bunda asıl
metin tercüme edilmez, fakat onda kullanılanın benzeri bir ifade kullanılır. “Hem akla
hem kalbe, yahut yalnız zevk u hissiyata hitab eden ve lisan nokta-ı nazarından edebi
kıymeti ve zevk-ı sanatı haiz bulunan canlı ve bedii eserlerin tercümelerinde
muvaffakiyet görüldüğü nadirdir. Bunları tanzir etmek, tercüme etmekten daha kolay
gelir”58 Kur’ân’a nazire getirmek ise mümkün değildir. Kur’ân’ın insanlara ve cinlere
meydan okuduğu (tehaddi) âyetler yüzyıllardır cevapsız kalmış ve hala bütün
azametiyle zirvedeki mevkilerini korumaktadırlar.
3. Manzum tercüme: Bir metnin şiir halinde başka bir dile çevrilmesidir. Şiir
ölçüleri ve kalıpları arasında kaybolan ve değişen manaların haddi hesabı yoktur.
4. Harfi (lafzi) tercüme: Mütercimin, takati ve dilin uygunluğu nisbetinde,
Kur’ân’ın her lafzının yerine, ona bedel olarak, tercüme ettiği dilde o lafzın müradifi
olan başka bir lafzın konmasıdır, Kur’ân’ın, kelime ibare yahut nass cihetiyle
Arapçadan başka bir dile nakledilmesidir. Bu tür tercüme hakikatte bazı harf, fiil ve
isimlerin manalarını eda edip etmediğine veya bu edanın cüz’i olup olmadığına
56 Muallim Naci, tercümeyi aynen, mealen, tevsî’an olmak üzere üçe ayırır. Dillerin, anlatım bakımından farklılıklar göstermesi karşısında. her zaman, aynen tercümenin mümkün olmadığını söyler. Şöyle der: “bir lisanda, bazı ifadat bulunur ki diğer lisana aynen tercüme edilecek olsa hiçbir şey anlaşılmaz. Anlaşılsa da zevki çıkmaz”. Naci, mealen tercümeyi daha sağlam bir yol olarak görür. Bu tarz tercümeler arasına, ifade olunacak “maksad-ı asliyi ihlal değil, izah ve tezyin eyliyerek bazı tabirat ilave edilecek olursa” tevsî’an tercüme vücud bulur. Celal Tarakçı, Muallim Naci, Ankara 1994, s. 36. 57 Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi Tabakatü’l-Müfessirîn, Đstanbul, 1973, I, 101. 58 Yazır, I, 9-10.
34
bakmaksızın Kur’âni ibarelerin harfi olarak nakline dayanır. Kur’ân-ı Kerîm’de isti’mali
son derece güç, hatta bazen imkânsızdır.
5. Manevi tercüme: Asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı
kalmaksızın, herhangi bir sözün manasını, başka bir dil ile beyân ve izah etmektir. Bu
tercüme tarzında mütercim, asli dildeki ifadeleri iyice anladıktan sonra, onların ifade
ettiği manayı, başka bir dile, kendi üslub ve ifade tarzıyla nakleder. Bu tercüme tarzında
gaye, metindeki mana ve maksatların başka bir dille güzelce ifade edilmesidir.
Kur’ân’ın bu şekilde tercümesinin mümkün ve meşru olduğu konusunda ittifak vardır.
6. Tefsîri tercüme: Asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı
kalmaksızın herhangi bir sözün manasını, bazı şerh ve açıklamalarla başka bir dile
nakletmektir. Bu tarz bir tercüme, Kur’ân’ın doğrudan doğruya Arapça’dan başka bir
dille, çok kısa olarak şerh ve Tefsîr edilmesi şeklinde olabileceği gibi, Arapça olarak
yapılacak veciz bir Kur’ân tefsîrinin tercümesi şeklinde de olabilir. O zaman bunu,
Kur’ân Tefsîrinin Tercümesi veya Tefsîri Tercüme diye de isimlendirmek mümkündür.
Bu tercüme yöntemi, Harfi ve Manevi tercümeye göre daha kolay ve daha sağlıklıdır.
Kur’ân’ın manalarını yansıtma konusunda daha güvenilirdir.59
Đnceleyeceğimiz Kur’ân tercümeleri daha ziyade burada sayılan kısımlardan
Manevi tercüme ve Tefsîri tercüme türünden yapılan tercüme çalışmalarıdır. Eserler
tanıtılırken onların bu yönleri üzerinde durulacak, daha detaylı açıklamalar yapılacak ve
örnek metinlere yer verilecektir.
III- Kur’ân-ı Kerîm’in Tercümesi Üzerine Tartı şmalar
Muhammed Şakir, M. Hasan Mahluf el-Adevi, Mahmut Şeltut, M. Mustafa el-
Meraği gibi âlimler, tercümeyle Kur’ân’ın tam olarak yansıtılamıyacağını, pek çok
hususiyetinin kaybolacağını bununla beraber Tefsîri tercüme tarzında çevrilmesinde bir
beis olmadığını, hatta bunun gerekli olduğunu ifade etmişlerdir. Bilhassa Meraği,
serdettiği delillerle ve fıkhi kaynaklara istinad ederek Kur’ân’ın başka dillere
tercümesinin zaruretini ısrarla belirtmiştir. Đmdi burada iki tarafın da delillerini görelim:
59 Bkz. Aydar, s. 236-271.
35
A- Kur’ân-ı Kerîm’i tercüme etmenin zaruri olduğunu söyleyenlerin delilleri
1-Aklî deliller
a-Kur’ân’ın tebliği ve neşri için tercüme zaruruidir.
b-Kur’ân’ı anlamak için tercüme zaruruidir.
c-HidÂyet kaynağı olan Kur’ân’dan istifade edebilmek için tercüme
edilmesi gerekir.
d-Kur’ân’ın doğru anlaşılmasını sağlamak için tercüme edilmesi gerekir.
2-Nakli deliller
a- Kitab
aa-Kur’ân bütün insanları muhatab almaktadır. Ey insanlar diye
birçok hitab vardır. Mü’minler, ehl-ı kitaba, yahudilere, müşriklere,
kafirlere, sabiilere, mecusilere vb. bir çok özel hitablar da mevcuttur.
ab-Kur’ân, tüm insanlara tebliğde bulunmayı müslümanlara
emretmiştir. “Bu (Kur’ân) insanlar bununla uyarılsınlar… diye
onlara gönderilmiş bir tebli ğdir.” 60
ac-Kur’ân’ın insanlar için hidâyet, şifa ve rahmet kaynağı olduğunu
belirten âyetler.61
ad-Kur’ân’da herşeyin insanlar için açıklandığını belirten âyetler.62
ae-Kur’ân’ın bütün insanlar için bir öğüt, uyarıcı ve müjdeci
olduğunu belirten âyetler.63
af-Ümmet-i Muhammed’in şahid ve hakim kılınması. 64
ag-Kur’ân’ın manası üzerinde düşünmeyi emreden âyetler.65
ah- Đnsanlar bize kitap gelmedi diye itiraza hakları olmasın diye.66
ai- Her millete mutlaka bir elçi gönderilmiştir.67
B-Kur’ân’ın tercümesini gereksiz görenler ise şunları ileri sürmektedirler:
1-Kur’ân apaçık Arapça bir eserdir.74
2-Kur’ân mu’ciz Arapça lafızlardan ibarettir.
3-Kur’ân’ın tercümesi ile karşılaşmadan müslüman olanlar da var ve
hatta bunların oranı daha fazladır.
4-Kur’ân’ın Arapça olarak indirilmesi Allah’ın muradıdır.75
5-Tercüme ihtilaflara sebeb olur.
6-Tercüme tahrif ve tebdile sebeb olur.
7-Tercümeyle Kur’ân beşer sözü olur.
8-Müslümanların birliği Kur’ân’ın Arapça aslına bağlı kalmakla
mümkün olur.
9-Tercümeden maksat, Arap olmayan müslümanları dinlerinden
uzaklaştırmaktır.
10-Kur’ân’ın lafzına bağlı müesseseler tercüme ile yok olabilir.
11-Kur’ân tam olarak tercüme edilemez.76
68 Fussilet, 44. 69 Nisâ, 79, Sebe’, 28. Buhari, Teyemmüm, 1; Salat, 56. Müslim, Mescid, 3. 70 Buhari, Enbiya, 50. Tirmizi, Đlim, 12. Ahmed b. Hanbel, II/159, 214, 606. 71 Đbn Hacer, Fethu’l-Bari , Kahire, 1978, c. XXVIII, s. 314. 72 Ibn Hacer, el-Đsabe, Beyrut, 1328, c. I, s. 561. 73 Tacu’ş-Şeri’a, en-Nihaye Haşiye ale’l-Hidaye, c. I, s. 86, haşiye I’den nakleden Hamidullah, Fehmu’l-Kur’ân , 52. 74 Nahl, 103, Yûsuf, 1-2. 75 Yûsuf, 2. 76 Bkz. Aydar, 177-233.
37
Kur’ân’ın tercüme edilmesine karşı çıkan bazı kimseler Mushaf’ın “üzerinde
peygamberimizin mubarek nazarını ve tasvibini taşıyan bir hat ile mektûb ve mahfûz;
sûre ve âyetleri tertibli yüce kitab-ı ilahidir” şeklindeki tarifinden hareketederek
tercümenin Mushaf’ın taşıdığı kutsiyete halel getirip değerini düşüreceğini
savunmuşlardır.
Ayrıca Kur’ân’ın feyz ve bereketiyle yayılması için olduğu kadar hüsn-ü
muhafazası için de bir takım Đslâmi ilimler meydana getirilerek bunlara “Ulûm-ı
Kur’âniye: Kur’ân bilgileri” adı verildiğini ve bu ilimlerin temel, kaide, usül ve
tatbikatının Arap dilinin esaslarına göre vaz olunup değişmesinin imkânsız olduğunu
iddia ederler. Türk âlimlerinin eserlerini -hemen kahir bir ekseriyeti- Arapça yazmış
olmalarını da bu açıdan değerlendirmeye çalışırlar. Ehl-i Kitab’ın Tevrat ve Đncil’i kayb
etmelerine tercüme77 ve yazı farklarının sebep olduğunu ileri sürerler.78
Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme edilmesinin lehinde ve aleyhinde olanların
görüşlerini, genel olarak bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda şöyle bir tablo ile karşı
karşıya kalmaktayız: Şurası açıktır ki Allah’ın muradını anlayabilmek için yalnız
tercümelerle iktifa etmek mümkün değildir. Bununla birlikte aslına sadık kalmak ve her
halukarda eksik olduğunun şuurunda olmak şartıyla onun feyzinden istifade etmek
hususunda tercümelerinin yapılması caiz, hatta gerekli olduğu kaçınılmaz bir gerçektir.
Üstelik Kur’ân tefsîr ve tercümlerinin, imkân nisbetinde aslını ihtiva etmesi ve
Kur’ân’ın gölgesini taşıması sebebiyle -aslına hürmeten- tazim ve saygıya layık
görülmesi gerekmektedir.
Esasında Kur’ân’ın tercümesine karşı olanlar da, eğitim- öğretim ve manalarını
anlamak maksadıyla, Kur’ân’ın çevrilmesine karşı değillerdir. Đslam’ın ve ilahi
emirlerin tebliğ edilmesi düşüncesiyle tercümenin yapılabileceğini söylemektedirler.79
77 Tercüme, medeniyetlerin doğumuna, kurulmasına, gelişmesine ve genişlemesine imkân sağladığı gibi, onların yıkılmasına ve yok olmasına da zemin hazırlamaktadır. Aydar, s. 26. 78 Abdurraman Şeref Güzelyazıcı, “Türkçe Kur’ân ve Basın Müftüleri”, Türkçe Kur’ân Okunamaz, Yazanlar: Eyüb Sabri Hayırlıoğlu, Ömer Nasuhi Bilmen, Hasan Basri Çantay, Ord. Prof. Ali Fuad Başgil, Đsmail Hami Danişmend, Abdurraman Şeref Güzelyazıcı, Fikri Aksoy, Ahmed Aydınlı, A. Fikri Yavuz v.s. Haz. Mü’min Çevik, Đst. 1958, s. 25-26 79 Aydar, s. 114.
38
Kur’ân-ı Kerîm’i Tefsîrî veya Manevî tercüme şeklinde çevirmek hem geçmişte
hem de günümüz bütün Đslâm âlimleri ve müslümanlarca caiz görülmüş, bu konuda
icma ve ittifak tahakkuk etmiştir. Ancak bu cevaz, esaslarına uygun olarak yapılmak,
tercümenin hiç bir zaman Kur’ân’ın tam manasını ifade ettiğini düşünmemek, Kur’ân’ın
aslı ile tercümesi arasındaki büyük mahiyet farkını daima hatırda tutmak şartlarıyla
mukayyeddir. Harfi ve misli misline tercüme bir iki istisna dışında bütün Đslâm
âlimlerince haram addedilmiştir.80
IV- Kur’ân-ı Kerîm’in Tercümesi Tarihi
Kur’ân-ı Kerîm’i ana dilde okuyup anlama ve ona göre emirleriyle amel etme
ihtiyacı asırlara mal olmuş tarihi bir zarurettir. Bu zaruretin birer ifadesi ve tanığı olan
yazma Kur’ân-ı Kerîm tercümeleri sadece Türkiye’deki değil, dünyanın birçok
yerindeki kütüphanelere muhtevâ ve mevcudiyetleriyle kıymet kazandırmaktadırlar.
Daha Hz. Peygamber döneminde Đslâm, Arap olmayan toplumlar arasında,
özellikle Arabistan’ın doğusunda ve güneyinde oturan Đranlı çiftçiler arasında
yayılmaya başlamıştır. Araplardan başka uluslar, Đslâm dinini kabul ettikten sonra,
Kur’ân-ı Kerîm’i ve başka din kitaplarını kendi anadillerine çevirme ihtiyacını
duymuşlardır. Gerek Đran ve gerekse Türk âlimleri bu alanda mühim faaliyetler
göstermişlerdir.81 Büyük tarihçi ve hukukçu es-Serahsî şunu kaydeder:
“Rivâyet edildigine göre Đranlılar, Selman-ı Farisî’ye mektup yazarak, Kur’ân’ın
birinci süresini kendileri için Farsça yazmasını istemişlerdir. Sözkonusu kişiler, dilleri
Arapça’ya alışıncaya kadar namazlarında onu okumuşlardır.”82
Tacu’ş-Şeria da Nihaye Haşiyetü’l-Hidaye isimli eserinde şöyle demektedir:
“Selman-ı Farisi Hz. Peygamber’e başvurmuş ve onun tasdîkiyle Kur’ân’ın
birinci süresini Farsça’ya çevirmiştir.83 Bilindiği gibi Selman-ı Farisi, Hz. Peygamber’in
Medine’deki sahabilerinden biriydi.”84
80 Bkz. Aydar, s. 323-400. 81 Abdülkadir Đnan, Kur’ân-ı Kerîmin Türkçe Tercümeleri üzerine Bir Đnceleme, Ankara, 1961, s. 3. 82 Serahsi, Mebsut, c. l, s. 37. 83 Bkz. Kitabu’s-Salah. (Abdulhayy el-Leknevî larafından Hidaye’nin kenarında gerçekleştirilen Hindistan baskısı), Delhi, 1915, s. 86, no: l.
39
Kahire’de Arap cografyası konusunda verdiği derslerinde Guidi,85 Hicri
127/Milâdî 745 yılında Berber diline yapılmış bir Kur’ân çevirisinden söz eder. Fakat
bu konuda ayrıntılı bilgiler ve hatıralar korunmamıştır. Hatta burada, bu Đtalyan bilgin
Guidi’nin bir yanlış anlaması da olabilir.
Manchester’li Mingana’ya göre86 Kur’ân’ın bazı kısımlarını içeren ve bunlara
reddiye yazmak amacıyla meydana getirilen Süryanice bir eserin parçaları Hicri I.
yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Haccac bin Yusuf döneminden kalmadır.87
Yine tarihî kayıtlara göre, 270’li (880’li) yıllarda Mehrûk b. Râik adında bir
kral, Abdullah b. Ömer b. Abdülazîz’den Kur’ân’ın anlamını kendisi için tercüme
ettirmesini istemiştir. Bunun üzerine, şiir ve edebiyattaki salâhiyeti ile tanınan Iraklı bir
âlim bu işle vazîfelendirilmiştir. Đsmi bilinmeyen bu âlimin yaptığı tercümeyi inceleyen
Mehrûk müslüman olmuş, ancak tebaasından çekindiği için îmânını gizlemiştir88.
A- Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye Tercümesi
Türk milletinin kültür tarihinde din kitaplarının Türkçe’ye tercümeleri, muhtelif
Türk boylarının cihanşümul dinlerle temasa geçtikleri devirde başlar. Türkler çok eski
zamanlarda yabancı dinlerden Budizm’i tanımışlardır. Türkçe eski dini terimlerin
çoğunun, Đslâm dinî edebiyatına, Türkçe’ye tecüme edilen Buda dinine ait eserlerden
geçtiği anlaşılmaktadır.89 Türklerin, Budizm’den başka zerdüştlük, maniheizm ve
hristiyanlıkla temasları olmuştur. Türklerin büyük kültür ve ticaret merkezlerinde,
84 O zamandan beri, Đslâm dünyâsında Kur’ân çevirileri her yıl sürekli artmaktadır. Nitekim halen Urduca’da 300’ü aşkın, Farsça’da 100 civarında Türkçe’de ve diğer dillerde de bir o kadar Kur’ân tercümesi bulunmaktadır. (Hamidullah, Aziz Kur’ân, s. 79) 85 Guidi, Muhadaratu Edebiyati’l-Cografîyye, (Kahire Üniversitesindeki ders notları), s. 66. Buzurg ibn Şehriyar, Merveilles de irinde et de la Chine adıyla Fransızca’ya çevrilmiş eserin, 2 ve 3. sayfalarında, Hicrî 270 yılına doğru Kur’ân’ın bir Hint diline (öyle anlaşılıyor ki Sindce ve Murtanca) tam bir çevirisinden söz etmektedir. (Hamidullah, Aziz Kur’ân, s. 79) 86 Bkz. An Ancien Syriac Translantion of the Kuran, Manchester, 1925 (Dionysius Bar Salibi (öl. 1171), Halife Abdulmelik döneminde genel vali olan Haccac zamanında Kur’ân’ın Süryanice’ye çevrildiğini kesin bir ifadeyle belirtmektedir. 87 Hamidullah, Aziz Kur’ân, s. 79-80. 88 Paçacı, Mehmet, Kur’ân’a Giri ş, Đstanbul 2006, s. 145. 89 “Türkler girdikleri her dinin ana kitabını kendi dilleriyle ifade etme mecburiyetini duymuşlardır. Nitekim bugün, yazılı en eski Türk dil ve edebiyatı ürünlerinin ekseriyetini Mani ve Buda dinine ait Türkçe metinler teşkil etmektedir.” (Müjgan Cumbur, Ku’ân-ı Kerîmin Türk Dilinde basılmış Tercüme ve Tefsîrleri, DĐB. Dergisi, 1961-1962, s. 123-141)
40
kendilerinden ve yabancılardan bütün bu dinlere mensup cemaatler bulunmuştur. Yüz
yıldan beri yapılan araştırmalar neticesinde bütün bu dinlerin mukaddes kitaplarından
yapılan Türkçe tercümeler; kitaplar veya parçalar (fragment) halinde, çok sayıda
bulunmuştur.90 Maniheistlerin tevbe duasının (Huastuanit) V. yy’da Batı-Türkistan’da
yazılmış olduğu tahmin edilmektedir. Başka bir maniheist duası da Argu ve Talas beyi
Arslan Han için yazılmıştır.91
Yatırlara mum yakmak Hıristiyanlık, muskalar ve nazarlık boncukları Budizm
âdetleridir. Bazı ağaçlar ve pınarları kutlu sayıp bunlardan medet ummak, mezarlara
paçavra bağlamak gibi kötü ve Đslâm dinine aykırı inanç ve görenekler de Đslâm’dan
önceki dinlerin bıraktığı kötü miraslardır. O devirden kalma bazı iyi miraslar da yok
değildir. Yukarıda kaydettiğimiz üzere o dinlerin kutsal kitapları Türkçe’ye çevrilmişti.
Bu tercümeleri yapan Türk âlimleri bu dinlerin dini terimlerini Türkçeleştirmeye
muvaffak olmuşlar, bazılarını da Türk telaffuzuna uydurmuşlardı. Đşte bu, Đslâm’dan
önceki dini edebiyatın dili, ilk Müslüman-Türk âlimleri Đslâmî eserleri Türkçe’ye
çevirirken çok işe yaramıştır. Tanrı, ferişte (Maniheistler’in terimi), mengü (ebediyet),
bitig (kitab) vs. gibi birçok kelime ve terimler cahiliyet devri Türk âlimlerinin işledikleri
yazı dilinin miraslarıdır.92
Türkler, tarih boyunca girmiş oldukları dinlerin kutsal kitaplarına büyük
ehemmiyet vermişlerdir.93 Bilhassa devlet büyüklerinin ele aldıkları bu konu ve bu
yolda gösterdikleri çabalar asla küçümsenemez. Uygur hakanı Bögü Hakan, Mani dinini
90 Đnan, s. 4. Maniheizm’i kabul eden Uygurlar’ın başkenti Karabalgasun 840 yılında Yenisey-Kırgızları tarafından alındı; Uygurların büyük bir kısmı ve hanedanı, eskiden Budist Türklerin iskân ettiği Beşbalık ve Koço bölgesine gelip ikinci Uygur devletini kurdular. Bu bölgede Budistler, Hıristiyanlar, Maniheistler, Şamanistler ve başka muhtelif dualist zümreler bulunuyordu. Bütün bu cemaatlerden başka birçok müslümanlar da bulunduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Samaniler Maniheistleri takip ettiklerinde Dokuz Oğuz hakanı kendi memleketindeki Müslümanlar’a katliâm yapacağını söyliyerek Samaniler’i tehdit etti. Budizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık’a ait mukaddes kitapların Türkçe tercümeleri işte bu bölgede yapılan araştırmalarda elde edilmiştir. Bu dinlerin mukaddes kitaplarını Türkçeye tercüme edenlerden bazılarının adlarını da biliyoruz. Bunlardan biri Beşbalıklı Singo Seli Tudun (rahip)’dur. Bu Budist rahip Sanskritçe Suvarnap rabhasa adlı kitabın Çince tercümesini Altın Yaruk (ışık) adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. Yine Silazin adlı bir mütercim bir kitabı Toharca’dan Türkçe’ye çevirmiştir. (Đnan, s. 5) 91 Đnan. s. 4. 92 Đnan, s. 7. 93 Cumbur, s. 123. Cumbur Müjgan, Türkçe Kur’ân Tefsîr ve Çevirileri Bibliyoğrafyası, Yeni Yayınlar c. 4, sayı: 4 (1959) s. 111.
41
resmî din olarak kabul ettikten sora (763) rahiplerle yaptığı konuşmada kendisinin bile
dini açıdan yargılanabileceğini belirtmiştir. Samanoğulları’nın Türk kumandanı Emir
Mansur b. Nuh (350-365/961-976), Kur’ân’ın Farsça’ya çevrilmesini bir hükümet vazîfesi
olarak ele almıştır. Horasanlı ve Mâverâünnehir’li âlimlerden oluşan bir heyet,
Kur’ân’ın tamamını Taberî’nin Câmiu’l-beyân isimli tefsîrinin hulâsası ile birlikte
Farsça’ya tercüme etmiştir.94 Birer nüshası Süleymaniye (Ayasofya, nr 87) ve Dresden
(nr. 22) kütüphanelerinde bulunan bu tercüme Đran’da basılmıştır (Tahran 1941)95.
Kaynaklarda bildirildiğine göre, aslında bu bölgedeki ilk tercüme, Mu’tezile
âlimi Ebû Ali el-Cübbâî’nin (v. 303/916), Farsça’ya çok yakın olan Hûzistan dilindeki
tercümesidir. Bu tarihten sonra Kur’ân’ın Farsça’ya tercümesine devam edilmiştir.
Hâlen 250 civarında Farsça Kur’ân tercüme ve tefsîri bulunduğu ifâde edilmektedir96.
Yine Karahanlı hükümdarı Saltuk Buğrâ Han (v. 956), Đslâmiyeti kabul ederek
onu ülkesine yaymaya çalışmıştır.97
Samanoğulları’ndan Mansur b. Nuh, Kur’ân’ın Farsça’ya tercümesinin caiz olup
olmadığı hakkında Horasan ve Maveraünnehir âlimlerinden fetva istemiştir. Tercüme
edilecek tefsîr kitabı Taberî’nin tefsîri idi. Âlimler, Đbrahim Sûresinin 4. âyetine
istinaden tercümenin cevâzına fetvâ vermişlerdir.98 Bu hâdiseden 20 yıl sonra bütün
Maveraünnehir’de hâkimiyet Türklerin eline geçti. Mansur b. Nuh’un tercüme için fetva
istediği âlimler ve tercüme komisyonuna dâhil mütercimler arasında, Türkler’in
kalabalık bulundukları Asficap, Fergana, Semerkand ve Buhâra şehirlerinden âlimler
94 Z.V. Togan’a göre bu heyette Türk üyeler de bulunmakta idi. Kur’ân’ın ilk Türkçe tercümesi de bu tercüme ile aynı zamanda, belki de aynı hey’etin Türk üyeleri tarafından meydana getirilmiş olabilir. (Togan, Zeki Velidi “Londra ve Tahran’daki Đslâmî Yazmalardan Bazılarına Dair”, Đslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, III, 1959-1960, s. 135) Aynı ihtimali Muhammed Hamidullah da düşünmektedir. (Bkz. Hamidullah Prof. Dr. Muhammed-Yaşaroğlu Dr. Macid, Ku’ân Tarihi [Fransızcadan Çeviren: Mehmed Said Mutlu]-Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Terceme ve Tefsîrleri Bibliyoğrafyası, Ank. 1991 s. 86) Hamidullah daha sonra bu tahminini kesin bir dille ifade etmiştir. (Aziz Kur’ân, s. 79 ve 132) 95 Paçacı, Kur’ân’a Giri ş, s. 145. 96 Paçacı, Kur’ân’a Giri ş, s. 145. Fakat Cübbâî’nin tercümesine aid henüz en ufak bir iz bulunamamıştır. Belki de bu tercüme Arap yazısı ile idi. (Hamidullah, s. 85) Brockelmann, Gal adlı eserinde, (Suplementband, I s. 342) bu eserin aslında Huzistan diliyle yazıldığına işaret etmektedir. (Hamidullah, Aziz Kur’ân , s. 79) 97 Hamza Zülfikar, “Çağatayca Bir Ku’ân Tefsîri”, Türkoloji Dergisi, c. 6, sayı:1 (1974), s. 153. 98 Terceme-ı Tefsîr-ı Taberî, Habib Yağmaî neşri, Tahran 1339, s. 5-6. Bu âyetin tefsîrinde Zemahşerî Kur’ân-ı Kerîm’in başka dillere tercümesinin caiz olduğunu, her dilde nüzulüne ihtiyaç olmadığı için bu yola gidilebileceğini beyân etmiştir. (Keşşaf, Kahire, 1949, II, 538-539)
42
bulunuyordu.99 Emir Mansur’un bu teşebbüsünden 16 yıl sonra Buhâra, Karahanlılar
tarafından alındı. Karahanlıların Müslüman oluşundan Buhâra’yı aldıkları zamana kadar
aradan 70 yıl kadar bir zaman geçmiş oluyordu. Karahanlılar’ın Buhâra’yı alışından 70
yıl sonra Doğu-Türkistan’da, Kaşgar’da, Đslâmi bir eserin, ahlâkî-felsefi didaktik bir
manzume olan Kutadgu Bilig’in telif edildiğini biliyoruz. Her halde Kur’ân-ı Kerîm’in
Türkçe’ye tercümesi de bu devirde yapılmış olsa gerektir.100
Bize kadar gelen en eski Türkçe Kur’ân-ı Kerîm tercümelerinin bazılarından
bahsedelim:101
1. Sovyet R. Đlimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü’nde yazma bir tercüme
mevcuttur. Bu nüsha Zeki Velidi Togan tarafından 1914 yılında Buhara Emareti’nin
Karşı kentinde bulunmuştur.102 Müstensihi ve yazıldığı tarih malum olmayan bu
nüshaya Türkoloji edebiyatında “Anonim Tefsîr” 103 veya “Orta-Asya Tefsîri” denir.104
Bu nüsha hakkında ilk malumatı, Z. V. Togan vermiştir. (Vost. Rukopisi Ferganskoy Oblasti,
ZVO, 1916, T.XXIII, s. 249) Sonra Akdemisyen W.W. Barthold bu tercümeyi tahlil etmiştir.
(Ein Denkmal aus der Zeit der Verbreitung des Islams in Mittelasien, Asia Major, II, Fas. I, 1925, s. 125-127;
Türkçeye tercümesi, Türkiyat Mecmuası, II, s. 69-74)105
, bu nüshanın baş tarafı ve ortasından bir
kısmı eksiktir. Birinci sahife Kehf Sûresi 4: “Ulu ğ boldı bir söz çıkar ağızlarından”
âyetinden başlamaktadır. Bu tercüme satır-arası kelime kelime tercümedir.106 Satır-arası
kelime kelime tercümeye ilaveten, sûrenin içindekilere atıfta bulunan tefsîrler ve
99 Buhara’dan Fakih Ebu Bekir b. Hâmid ve Halil b. Ahmed es-Sicistânî, Belh’ten Ebu Cafer Muhammed b. Ali, Semerkand, Sebicâb, Fergana ve Maveraünnehir’deki her şehirden âlimler. (Terceme-ı Tefsîr-ı Taberî, Habib Yağmaî neşri, Tahran, 1339, s. 5-6) 100 Đnan, s. 8. 101 Uygur alfabesiyle yapılmış tam metin Kur’ân tercümesi bulunmuş değildir. Reşit Rahmeti Arat’ın (v. 1964) neşrettiği Edip Ahmet b. Mahmut Yükneki’nin Atebetü’l-Hakâik adlı eserinde şu âyetlerin tercümesi, bu alfabeyle geçmektedir: 3/134, 146, 185; 16/96; 22/61; 43/32; 94/5-6. Bu âyetlerden bazılarının tercümeleri, sadece Uygur yazısıyla, bazılarınınki ise, hem Uygur hem Arap yazısıyladır. Ancak, tüm bunlarda, tam ve lâfzî tercümeden ziyade, nazmi mana verilmiştir. (Aydar, s. 104; Hamidullah, Kur’ân Tarihi , s. 85) 102Z. Velidi TOGAN, “The Earliest Translation of The Qur’an into Turkish”, Đslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Đstanbul 1964, cilt IV, cüz 1-2, s. 1-19. 103 “Bütün bir Türk toplumuna mal etmek istercesine bu tercümelerin hiçbirinin sahibi kendi şahsını ortaya koymamıştır.” (Cumbur, s. 123) 104 Ahmed Topaloğlu, “K. Kerîm’in Đlk Türkçe Tercümeleri ve Cevahiru’l-asdâf”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı: 27 (1983), s. 58-66. 105 Bu Kur’ân tercemesinin dili üzerine son yıllarda Rus müsteşriki Prof. A. K. Borovkov çalışmaktadır. (Türkologiçeskiy Sbornik I, 1951, s. 73-79; Uç. Zap. ĐVAKN XVI, 1958, s. 138-219). Bkz. Đnan, s. 9. 106 Đnan, s. 9.
43
kıssalar da ihtiva etmektedir. Kelime kelime tercümenin dili Karahanlı Türkçesidir.
Ancak tefsîrler ve kıssalar Harezm Türkçesiyle yazılmıştır. Yazma eksik olup 147
varaktır. Leningrad’daki Asya Halkları Enstitüsü’nde saklanmaktadır.107
2. Türk ve Đslâm Eserleri Müzesi’nde 73 numarada kayıtlı hicri 734 (M. 1333)
yılında Şirazlı Muhammed b. el-Hâcc Devletşah tarafından yazılmış ve tezhib
edilmiştir. En: 0/27 m., Kal.: 0/14 m. 902 sayfa ve her sayfası 9 satırdır.108 Bu tercüme
bugün Türkiye’de görülen Kur’ân tercümelerinin en eskisidir.109 Terceme arasında
Arapça ve Farsça kelime kullanılmamıştır. Aslının ne zaman terceme edildiği belli
değilse de Hicrî dördüncü asra aid olduğu hissedilmektedir. Bu hissi kuvvetleştirecek
deliller de vardır:
Birincisi: bu tercümedeki kelimeler h. 466 / m. 1073 yılında telif edilmiş olan
Divân-ı Lügâti’t-Türk’ün topladığı lügatlara ve onun tahlillerine uygundur.
Đkincisi: Kur’ân’da geçen dini kelimelerin karşılarına bundan 600 yıl önce bile
kullanılmayan Türkçe mukabilleri konmuştur. Hassaten Hicri beşinci ve altıncı asır
içinde kullanılmakta olan Arapça ve Farsça dini kelimelerin Türkçeleri110 bulunmuş ve
seçilmiştir.111
Z.V.Togan’a göre bu nüsha Samaniler zamanında bir heyet tarafından Taberi
Tefsîri esas alınarak vücuda getirilen Farsça satır-arası Kur’ân tercemesine tevafuk
etmekte ve ona dayanmaktadır.112 Her halde Türkçe Kur’ân tercemesi de o Farsça
terceme ile aynı zamanda, aynı komisyonun Türk azaları tarafından yazılmış olabilir.113
107 Topaloğlu, s. 60. 108 Abdülkadir Erdoğan, “Kur’ân Tercümelerinin Dil Bakımından Değerleri”, Vakıflar Dergisi, Ank. 1938, I/47-51. 109 Erdoğan, s. 47. 110 “Bu çeviri hakkında ilk bilgiyi A. Erdoğan vermektedir. Yanlış bir değerlendirme ile yazar, eserin baştan başa Oğuz Türkçesi ile yazıldığını belirtmektedir. Hâlbuki eser baştan sona kadar Karahanlı Türkçesi ile yazılmış arada bir Oğuzca kelimelere ve eklere yer verilmiştir. Çeviriden seçtiği 50 kadar kelimeyi yanlış olarak Oğuz lehçesine göre okumuştur. Cinsözlü, girtgünmek, gündoğuşuğ, göngül, ezgülük gibi”. (Zülfikar, s. 166) 111 Erdoğan, s. 47. 112 Topaloğlu, s. 58-66. 113 Togan, s. 135. Fakat bizi tereddüde sevk eden nokta, Farsça tercümenin önsözünde kral Mansur’un teşebbüsünden bahsetmesi, halbuki eski Türkçe tercümelerinin elyazmalarının hiç birinde böyle bir önsözün bulunmamasıdır. Fakat Müslüman ve gayrimüslim (Bartold gibi) mütehassısların kanaatlerine göre, dili itibariyle bu eser Hicretin 4. asrına çıkmaktadır. (Hamidullah, s. 86-87) Ayrıca bu tefsîrin Şuara sûresi’ni Fahir Đz seminer çalışması olarak hazırlamıştır. (Türkiyat Enstitüsü, no: 11)
44
Kur’ân-ı Kerîm’in daha XI. asırda Türkçe’ye terceme edilmiş olduğunu gösteren
deliller mevcuttur.114
3. Türk ve Đslâm Eserleri Müzesi’nde 508 numarada bir Kur’ân tercümesi daha
vardır. Boy: 0.50 m., En: 0.35 m., Kal.: 0.90 m. 1260 sayfa. Arapçaları gibi
Türkçe’lerine de hareke konmuştur ki dilimiz için büyük bir kazanç olmuştur.115
4. Maveraünnehir’de 16. yy’ın ilk yarısında Şeyhânî Özbekler devrinde
meydana getirilen tercüme ve tefsîr. Kur’ân’ın metni ayrı kısımlar halinde verilmekte,
bunu ya harfiyyen tercüme veya geniş izah ve uzun kıssalar takip etmektedir. Dili
Çağatayca’dır. Topkapı Sarayı Kitaplığı III. Ahmed kısmı 16 numarada bulunmaktadır.
Đki cilttir. Đstinsah tarihi 950/1543’tür. Aynı tip başka bir yazma da Konya Mevlânâ
Müzesi’nde muhafaza edilmektedir. Đstinsah tarihi 951/1544’tür.116
Bizim incelediğimiz nüshalar, muhtelif kitaplıklarda ve Anadolu’da muhtelif
kimselerin ellerinde117 daha çok bulunacak nüshaların pek az bir kısmını teşkil eder.
Fakat şu da hatırda tutulmalı ki bu nüshaların hepsini en çok iki veya üç orijinal
kaynağa irca mümkün olsa gerektir. Mesela Topkapı Sarayı 18 numaralı nüshayı Türk
ve Đslâm Eserleri Müzesi’ndeki 508 numaralı nüsha ve Türk Dil Kurumu’nun B I
numaralı nüshasıyla karşılaştırınca aralarında pek az fark olduğu görülür. Bu farklar
ancak bazı kelime ve imlaya aittir. Yine TDK. B I nüshası ile R. Hartmann’ın tavsif
ettiği Harrassowitz nüshasının satırarası (interlinear) tercümesi aynıdır.118
Bugün kitaplıklarımızda ve şahısların ellerinde bulunan yüzlerce nüsha Kur’ân
tercümelerinin mühim bir kısmının mukayesesinden anlaşılıyor ki bunların hepsinin
menşei ve dayandıkları asıl nüsha tek bir eski tercemeden ibarettir. Bu en eski asıl
nüshaya dayanan tercemeler Anadolu’ya Moğol istilası devrinde Orta-Asya’dan
gelmişlerdir.119
114 Đnan, s. 13. 115 Erdoğan, s. 49. 116 Topaloğlu, s. 60. 117 Prof. Süheyl Ünver de Anadolu’daki kütüphanelerde altmış kadar tercüme tesbit etmiştir. (Osman Keskioğlu, Nüzûlünden Đtibaren Kur’ân-ı Kerîm Bilgileri, Ank. 1982, s. 215) 118 Đnan, s. 87-88. 119 Đnan, s. 20. ve 18. Dikkati çeken bir cihet Osmanlı türklerinde bu nevi tercümelerin daha ziyade Đstanbul hâricinde, taşrada, Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde ve Beyliklerde yapılmış olmasıdır. Arapça tedrisatın bol olduğu Đstanbul bu lüzumu pek hissetmemiş gibidir. Şifahi tercüme ve izah yoluyla bu
45
B. Anadoluda Tercüme Faaliyetleri
Anadolu’da Türkçe büyük Tefsîr ve tercüme faaliyetlerine, elde mevcut en eski
nüshalara göre, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan yarım asır sonra, yani XIV.120 asrın
ortalarında başlanmış olduğu tahmin edilmektedir. Bu faaliyet üç koldan ilerlemiştir:
1. Kur’ân’ın “satır-arası” kelime kelime tercümeleri. Bunlar Arapça kelimeleri
Türkçe kelimelerle tek tek karşılarlar. Arasıra kısa açıklama ve tefsîrlere yer verilirse de
bu izahlar esas tercümeden ayrı tutulmakta ve umumiyetle sayfa kenarlarına
yazılmaktadır. Bunların nüshaları pek çoktur.121
2. Kur’ân’ın uzun tefsîrlerle Türkçe’ye çevrilmesi. Bu tefsîrlerin çoğu, Ebü’l-
Leys es-Semerkandî’nin (v. 383/993) tefsîri122 esas alınarak yapılmıştır veya bu tefsîrin
aynen tercümesidir.123 Bu tefsîrli tercmelerde bir Arapça kelimenin tek bir Türkçe
kelime ile tercümesinden ziyade bütün bir âyetin uzun cümlelerle açıklanması göz
önünde tutulmuştur.124 Bu çeşit tefsîrler 4 grupta toplanabilir:
ihtiyacı karşılamış olabilir... Bu tercümelerin az yapılmasında, tercümenin caiz olup olmadığı münakaşalarının da tesiri olabilir. Đslâm uleması Kur’ân’ı daha ziyade tefsîr vâsıtasıyla anlatma yolunu tutmuşlardır. (Osman Keskioğlu, “Fatih Devrine Aid iki Ku’ân-ı Kerîm Tercümesi”, Vakıflar Dergisi, IV (1958), s. 93) 120 Đnan, 1961, s. 15. 121 Eski tercümelerde bu türe daha çok rastlıyoruz. Bunun sebebi şudur: Evvela kelime kelime tercüme kolaydır. Đkincisi: Farsça’dan örnek alarak yapılmış olması ihtimalidir. Đranlılar, Türkler’den önce müslüman oldukları için bu işe daha evvel başlamış olmalılar. (Keskioğlu, “Fatih Devrine Aid iki Ku’ân-ı Kerîm Tercümesi”, s. 92) 122 Bu tefsîri Arapça telif eden Ebü’l-Leys hakkında Kâtip Çelebi’de şu kayda tesadüf ediyoruz: “Tefsîr-i Ebi’l-Leys. Sahibi Nasr ibni Muhammedini’l-Fakîhü’s-Semerkandîyyü’l-Hanefî, h. 383’de vefat etmiştir. Bu eseri Türkçe’ye çeviren Ahmet ibni Muhammed el-ma̒ rûf bi-Đbn-i Arapşah el-Hanefi h. 854’de vefat etmiştir.” (Keşfü’z-Zünûn, I, 305, Đstanbul 1310) Bursalı Tahir Bey, Delilü’t-Tefâsîr isimli eserinde ve Osmanlı Müellifleri’nde aynı tefsîrin Đbni Arapşah ve bir de Musa el-Đznikî (933 h. ) tarafından terceme edildiğini kaydediyor ve ikincisinin adını “Enfesü’l-Cevâhir” olarak naklediyor. Kütüphanelerimizde mevcut Ebü’l-Leys tefsîri tercemelerinin hepsi birbirinin aynıdır. Müstensihlerin ilavelerinde bazen “ Đbni Arapşah” , bazan “Musa el-Đznikî” isimlerine tesadüf edilmektedir. “Enfesü’l-Cevâhir” ismine de rastlanır. Đznikî’nin Fâtiha tercemesi: “Hamd ü senâ ve şükr-i lâ yuhsâ ol Allah’a kim cemi’ âlemin perverdigarıdır. Đlahi sen cihet-i dünyada Rahman’sın ki rahmetin âmdır. Ammâ cihet-i ahirette Rahim’sin ki rahmetin hâsdır. Kıyamet güninin padişahı ve hâkimi O’ldur. Sana taparuz, yardım ve ismet senden dilerüz. Bizi delalet kılgıl toğru rast yola kim anda eğrilik olmaya, şol kimselerin tarîkin kılıver kim sen anlara in’am edüp bu yolun mühlikelerin ve şeytanın hilelerin ve nefsin hıyanetlerin bildirdin. Şol kimseler tarîkin dilemezüz kim yol yavi kılup gümrah olmışlardur. ” (Tercemenin tamamını ihtiva eden nüshaların hangi kütüphanelerde olduğunu görmek için bkz. Yaşaroğlu, s. 130) 123 Topaloğlu, s. 61. 124 Abdülkadir Đnan, “Ku’ânın Eski Türkçe ve Oğuz-Osmanlıca Çevirileri üzerine Notlar”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, 1960, s. 79.
46
a. Musa el-Đznikî’ye (v. 833/1430)125 atfolunanlar. Bu nüshaların çoğunda eserin adı
“Enfesü’l-Cevâhir” olarak geçmektedir.
b. Đbn-i Arabşah’a (v. 854/1450) atfolunanlar.126
c. Anonim olanlar.
d. Az olmakla birlikte bir de Dâî Ahmed’e127 atfedilen tercümeler vardır. Bu
tercüme, Anadolu’da Türkçe’ye tercüme edilen ilk Kur’ân tefsîri olarak kabul
edilmektedir. Emir Süleyman adına Timurtaş Paşaoğlu Umur Bey’in emir ve
teşvikleriyle hazırlanmıştır. Dâî bu eserinde sadece tercüme ile yetinmemiş, yer yer bazı
açıklamalarda bulunmuştur. Tamamen kendi telifi olan mukaddime kısmı manzumdur.
Lisân husûsiyetleri bakımından tam bir Eski Anadolu Türkçesi devri örneği olan eserin
nüshaları kütüphanelerimizde bulunmaktadır. Meselâ bkz. Süleymaniye Ktp., Fatih böl,
nr. 631.
3. Cevahiru’l-Asdâf.128 Bu eser “satır-arası” Kur’ân tercümeleriyle “tefsîr”ler
arasında üçüncü bir grubu teşkil etmektedir. Âyetlere önce kelime kelime mana
verilmesi bakımından da “tefsîr”lere benzemektedir. Fakat tercümelerden daha
muhtasardır. Bu bakımdan bu esere “Tefsîrî tercüme” diyebiliriz. Bu tür, Ebu’l-Leys
125 Đsmi Musa b. Hacı Hüseyin olup künyesi Ebu’l-Fazl’dır. Eserlerinde Đznikî nisbesini kullandığı için, Đznik’te doğup yetiştiği tahmin edilmektedir. Temel dini bilgileri memleketinde tamamladıktan sonra 30 yıl ilim için seyahat etmiştir. Hicâz’a gittiğinde Hâce Muhammed Pârisâ’dan ilim ve irfan tahsil etti. Kelâm, fıkıh, tefsîr, tasavvuf ve ahlak bilgilerinde mütehassıs oldu. Đrşâd vazifesiyle Anadolu’ya gönderildi. Birçok eseri vardır. Semerkandî Tefsîri yanında hocası Muhammed Pârisâ’nın Faslu’l-Hitâb’ını da Türkçe’ye tercüme etmiştir. (Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, II, 13-14; Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, Đstanbul, ts. XII, 228) 126 Ahmed b. Muhammed b Abdullah, Şihabuddin lakabıyla ve Ebu’l-Abbas künyesi ile anılır, Đbn-i Arabşah veya A’cemî diye meşhur olmuştur. Tarih, lügat, sarf, nahiv, hadis, edebî ilimler ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimidir. 791/1389 senesinde Dımeşk’te doğdu, 854/1451 yılında Kâhire’de vefat etti ve oraya defnedildi. Semerkandi’nin tefsîrini Edirne’de bulunduğu sıralarda tercüme etmiştir. (Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XII, 102; Hüsnü, “Đbn-ı Arabşah”, Türkiyat Mecmuası, III, Đst. 1935, s. 157-183) 127 Đzzeddin Ahmed Dâî, Germiyan ilinde (Kütahya) doğmuştur. Doğum tarihi hakkında hiçbir kaynak bilgi vermemektedir. Babasının adı Đbrahim, dedesinin adı Mehmed’dir. Ulum-ı şer’iyye ve edebiyyeyi tahsil etmiştir. Germiyan’da bir süre kadılık yapmıştır. II. Murat zamanında vefat etmekle beraber kesin bir tarih bilinmemektedir. En son eseri olan Tercüme-i Tezkiretü’l-Evliyâ’sını 1421 yılı civarında hazırlamıştır. (Süleymaniye ktp, Serez blm, nr. 1800) Birçok eseri vardır. Vesiletü’l-Mülûk fî ehli’s-sülûk Âyetü’l-kürsî’nin tefsîridir, içinde Şerh-i Esmâü’l-Hüsnâ da bulunmaktadır. (Đsmail Hikmet Ertaylan, Ahmed Dâî Hayatı ve Eserleri, Đstanbul, 1952; DĐA, ‘Ahmed Dâî’ mad.) 128 “Cevahiru’l-Esdaf, lisan-ı Türkî üzerine muharrer olup Đsfendiyar Bey zamanında yazılmıştır ki bu ci-hetle tarih-i tahriri 797 ila 883 olmak lazım gelir.” (Bursalı Mehmed Tahir, Delilü’t-Tefâsîr) Bu eserin kütüphanelerdeki nüshaları için bak. Yaşaroğlu, s. 128. Eser hakkında yapılan çalışmalar için bkz. Ahmet Topaloğlu, Cevâhiru’l-Asdâf Üzerine Yapılan Çalışmalar ve Zajackowski’nin Eseri, Đstanbul, 1987.
47
tercümesine nisbetle daha kısa ve hacim bakımından daha küçük olması nedeniyle
medrese talebesi arasında ve halk içinde daha çok tutulmuştur.129
Kısaca üç grupta130 mütalaa ettiğimiz Kur’ân’ın bu ilk tercüme ve tefsîrlerinden
sonra, asırlar boyu, Kur’ân-ı Kerîm için daha birçok tercüme ve tefsîr kaleme alınmış,
ayrıca mevcut nüshalar da istinsah edilip çoğaltılmıştır.131
Anadolu beyliklerinde ilk önce kısa sûrelerin (Đhlâs, Yâsîn, Tebâreke gibi)
tercümeleri beyzâde ve şehzâdelere Kur’ân ile beraber Arap dilini de öğretmek
amacıyla sırf öğretim bakımından yazılmışlardır. Đhtimal ki satırarası, tefsîrsiz
tercümeler de medrese talebelerine Kur’ân lügatini öğretmek için yazılmış olabilirler.132
C. Osmanlıca Tercümeler
Osmanlı medreselerinde öğretim dilinin Arapça olması, Kur’ân tercümesi
faaliyetlerini oldukça yavaşlatmıştır. Ancak Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan
milliyetçilik akımının etkisiyle Türkçe Kur’ân tercümesi çalışmaları alâka görmeye
başlamıştır133.
Osmanlı Đmparatorluğu hudutları dâhilinde, asırlar boyunca büyük ilmi ve edebi
faaliyetler kaydedilmiştir. Bu arada tefsîr ile meşgul olan âlimlerin çok sayıda mevcut
oldukları müşahede edilmektedir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in tam tefsîrini yazanlar azdır.
Muhtelif sûrelerin tefsîrleri büyük sayıdadır.134 Bilhassa Fâtiha sûresinin tefsîrleri
129 Topaloğlu, s. 64. Fâtiha tercemesi: “Öğmeklik sena etmeklik Allahü taalaya hasıldur ki ol Allahü taala âlemleri besleyicidür. Eyle Allah ki. rahmandur yani rahmet edicidür dünyada ve ahirette, rahimdür mahsus kıyamet küninde-, kıyamet küninin padişahidur sana ibadet ederüz senden inÂyet dilerüz bizi toğrı yola kılavuzla şunların yoluna kılavuzla kim anlara sen in’am ettün, şunların yolundan sakla kim anlara gazab etmişsün. (ya ol yola gitmekle azupturlar). ” 130 Abdülkadir Đnan burada dördüncü bir tür daha zikretmektedir: “satır arasında kelime kelime tercüme edildikten sonra âyet kısa veya uzun tefsîr edilmektedir. ” Đnan, 1960, s. 90. 131 Topaloğlu, s. 62. 132 Đnan, 1960, s. 90. Mehmed Sâid Efendi en-Nakşibendî el-Kayserevî (v. 1257), Süleymaniye Kütüphanesi H. Hayri-H. Abdullah 36 numarada kayıtlı yazma Tefsîr-i Sûre-i ve’l-Adiyât isimli eserinin mukaddimesinde eserini Türkçe olarak yazmasına sebeb olarak talebelere kolaylık sağlamayı ve halktan istekli olanların ihtiyaçlarına cevap vermeyi göstermektedir. 133 Paçacı, Kur’an’a Giri ş, s. 147. 134 Mustafa b. Muhammed, Mubarek Tefsîri, Türkçe, Murat Beğ b. Orhan Gazi namına daha babası sağken yazılmış. “Bes Tebareke tefsîrin Türkçeya döndürdi, ümiddir kim anın mübarek zihnine müstakim gele ve akyânların yarlığa namaklığına sebeb ola”. Hicri 763 tarihinden önce vefat eden Murat Arslan b. Đnanç namına Denizlide yazılan Türkçe Fâtiha Tefsîri. Z. Velidi Togan, “Türkiye Kütüphanelerindeki Bazı Yazmalar”, Đslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Đstanbul, 1957, c. 2, cüz 1, s. 86.
48
boldur. Bundan başka muhtelif âyetlerin tefsîrleri o kadar çoktur ki hepsini burada
zikretmekten sarf-ı nazar ediyoruz. Hulasa, Kur’ân-ı Kerîm’in tam tefsîrleri az olmakla
birlikte, Osmanlı âlimlerinin bu sahayı ihmal etmedikleri muhakkaktır.135
Osmanlı müfessirleri, aldıkları akademik seviyedeki Arapça bilgileri ve o devre
kadar Arapça yazılagelmiş tefsîr kitapları sebebiyle Arapça tefsîr yazımına önem
vermişler, tefsîre bağlı diğer çalışmaları da umûmiyetle Arapça yapmışlardır. Fakat bu
arada halkın büyük çoğunluğunun Türkçe konuşması, hepsinin Arapça’yı anlayıp bilme
zorluğu gibi sebeplerle zaman zaman Türkçe tefsîrler de yazılmış veya Arapça tefsîrler
tercüme edilerek kayda değer ölçüde Türkçe tefsîrler bibliyoğrafyası oluşturulmuştur.136
Eski Osmanlıca yazılan137 Kur’ân tercüme-tefsîrlerinden kendi gördüğümüz ve
diğer araştırmacıların kitap ve makalelerinden öğrenebildiğimiz nüshalardan istinsah
tarihi en eski olanı, şimdilik, K. Schacht’ın Bursa Ulucamii kitaplığı kataloğunda
kaydını gördüğü 117 numaralı nüshadır.138 Bu nüshanın istinsah tarihi, bu kayda göre,
838/1444’dür. Yazarı da Ebu’l-Fadl Musa el-Đznikî (833/1429-30) olduğuna göre telif tarihi
de 1430’dan önce olması gerekir.139
Türkçeye ençok tercüme edilen orjinalin Ebu’l-Leys es-Semerkandi’nin tefsîri
olması da dikkate değer bir durumdur. Bu tefsîri 1450 yılında vefat eden Đbn Arabşah
Türkçeye tercüme etmiştir. Đbn Arabşah’ın Kur’ân tefsîrini Türkçe’ye tercüme etmesi ve
bu tercüme için Semerkandî’yi seçmesi tahsil ve terbiye zamanını Semerkand
medreselerinde ve Türkler arasında geçirmiş olmasıyla izah edilebilir. Ancak bu tefsîrin
135 Tayyib Okiç, Tefsîr ve Hadis Usûlü’nün Bazı Meseleleri, Đst. 1995, s. 158-160. 136 Turgut, s. 18-33; Hamidullah, Kur’ân’ın tercüme edildiği dillerin 139 olduğunu söylemektedir. (Fehmü’l-Kur’âni’l-Kerîm Limen La Yantiku bi lügati’d-Dâd, [Tebliğ], 1986, en-Nedve) “Kur’ân-ı Kerîm, bugün kimsenin konuşmadığı «ölü dil» hükmündeki dillere bile tercüme edilmiştir.” (Aydar, s. 94) Yeni icad edilmek istenilen ve henüz kullanım alanı bulmamış olan Esperanto diline de tercüme edilmiştir. (Hamidullah, Le Saint Coran, LIX, LXIV-LXVI; Aziz Kuran, s. 95) 137 Selçuklular döneminde Kur’ân tercümelerine pek tesadüf edilmemektedir. Selçukluların ilim ve sanat dili olarak, kendi dillerinden daha çok Arapça ve Farsça’ya ehemmiyet vermeleri, bunun sebebi olarak gösterilmektedir. Resmi dil olarak da Farsça’yı kullanmışlardır. (Aydar, 106) 138 Kısa sûrelerin tefsîrlerinden, tarihi tayin edilebilen en eski nüsha (730 h. / 1333 m.) Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa için Yazılan Tebâreke Tefsîri’dir. Bu tefsîrin nüshası Đst. Ünv. Edebiyat Fak. Kitaplığı’nda 45 numara ile kayıtlıdır. (Đnan, s. 14) Đlk defa Tebareke terceme ve tefsîri Orhan Gazi’nin emriyle, yine aynı sûre (Togan, Fâtiha olduğunu söylüyor. 1957:86) Murat Arslan oğlu Đshak Bey’in işaretiyle, (Maarif Umumi Kitaplığı 145) yine Hızır Beğ Gölbeği emriyle (Maarif Umumi Kitaplığı 329) yazılmıştır. (Đnan, s. 21) 139 Đnan, s. 85. Keskioğlu, s. 103.
49
tercih edilip yaygınlık kazanmasının asıl sebebi, müellifin üslûbu, mevzûlara
yaklaşımındaki hissiyâtı ve ihlâsı olmalıdır. Semerkandi tefsîrinin Anadolu âlimleri
arasında rağbet kazanması Đbn Arabşah’ın Osmanlı hizmetine girmesinden sonra
meydana gelmiş olabilir.140 J. Schacht’ın makalesinden aldığımız 18 tefsîrden,
kataloglara göre, 5 nüsha Đbn Arabşah’a ve 3 nüsha Đznikî’ye aittir. Bunlardan başka
Ayasofya 147, Nuruosmaniye 136 nüshaları Schacht’a göre gerçekten Đbn Arabşah’ın
eseridir.
Đbn Arabşah bu tercümeyi Edirne’de Mehmed Çelebi’nin (1403-1421) hizmetinde
bulunduğu zaman, yani 1412-1421141 arasında yapmış olacaktır. 142
Kelime-kelime, cümle-cümle yapılan ilk Türkçe Kur’ân tercümelerinin yerini
XIV. ve XV. asırlarda Cevâhiru’l-Asdâf ve Tefsîrü’d-Dürer gibi daha geniş izahlı
tefsîrler almaya başlamıştır. Daha sonraki yüz yıllarda Kadı Beydâvî tefsîrinin
tercümelerini, Tefsîrî Mehmed Efendi’nin Tefsîr-ı Tibyân tercemesi, Đsmail Ferruh
Efendi’nin, Hüseyin Vaizü’l-Kâşifî’nin Tefsîr-ı Mevâhib’inden -Tibyân, Beydâvî,
Keşşaf ve Hazin tefsîrlerinden alınmış eklerle- yaptığı tercüme takip eder.143
Osmanlılar’da sûre tefsîrine yöneliş daha fazladır. Bunun sebebi, bu tür tefsîrin
kolay olması, daha kısa sürede tamamlanması, bazı sûrelerin muhtevâ olarak daha ilgi
çekici olması, bazı sûrelerin faziletleri ile ilgili rivâyetlerin bulunmasıdır.144 En çok
Fâtiha, Đhlâs, Mülk sûreleri tefsîrleri ile Mufassal grubuna giren sûreler tefsîr edilmiştir.
Diğer sûreler ise şunlardır: Yusuf, Bakara, Đsra, Taha, Nur, Furkan, Yâsîn, Duhân, Feth,
Rahman, Vakıa, Abese, Mutaffifin, Beled, Đnşirah, Necm, Duhâ ve onu izleyen diğer
sûreler.145
140 Onca tefsîr arasında, bu tefsîrin tercih edilmesinin ana sebebi, bir Türk âlime ait olması ve müellifin de Hanefi mezhebine mensub olmasıdır. Hacmının mütevassıt, ibarelerinin açık ve özlü olması da tercih sebebleri arasında zikredilebilir. (Aydar, 109) 141 Đbrahim Kafesoğlu, “Đbn Arabşah” mad., Đslâm Ansiklapedisi. 142 Đnan, s. 89-90. 143 Osmanlı dönemi müellefatının çağdaş tefsîr tarihi tasavvurunun teşekkülüne katkı sağlayamamış olmasının en mühim sebeplerinden biri, bu dönemde tefsîr eserleri yazılmamış olması değil, bu müellefatın tamamına yakınının hala “yazma eserler” kategorisinden çıka(rıla)mamış olmasıdır. (Dücane Cündioğlu, “Çağdaş Tefsîr Tarihi Tasavvurunun Kayıp Halkası: «Osmanlı Tefsîr Mirası»”, Đslâmiyat, c. 2 (1999), sayı: 4, s. 53) 144 Turgut, s. 34. 145 Turgut, s. 34.
50
Âyetü’l-Kürsi en çok tefsîri yapılan âyettir. Bilhassa adalet, savaş, ictimai ve
ahlaki davranışlar, dünya hayatı, dünya malı vb. mevzuları ihtiva eden âyetlerin
tefsîri146 derinliğine işlenmiştir.147
XIX. yüzyılın ikinci yarısı başlarında Türkçe Kur’ân-ı Kerîm tefsîr ve
tercümelerinin Kahire ve Đstanbul matbaalarında basılmaya başladığı görülmektedir. Đlk
basılan tefsîrler Mehmed Efendi’nin Tefsîr-ı Tibyân tercemesi ile Đsmail Ferruh
Tefsîr ve tercemelerin basılmasıyla okuyucu çevresi daha da genişlemiş, Tefsîr-ı
Zübedü’l-Âsâr, Tefsîr-i Cemâlî alet-Tenzili’l-Celali gibi tefsîr ve tercemelere de
rastlanır olmuştur.148
Kur’ân-ı Kerîm’in matbû Türkçe çevirileri, XIX. yüzyılda ve Tanzîmât’ın
ilanından hemen sonra başlamış olup bu yüzyılda yaygın bir çeviri hareketinden söz
edebilmek pek mümkün değildir.
XIX. yüzyılda ortaya çıkan mahsuller, tefsîr teamüllerine uygun yazılmıştır; bu
devirde gerek muhtevâ gerekse biçim itibariyle meal form ve kavramından söz etmek
için henüz vakit erkendir.149
Kur’ân’ın ulus dillere çevrilmesi, esas itbariyle Osmanlı modernleşmesinin bir
ürünüdür.150 Çünkü bu çevirilere halk değil, modernleşmeye öncülük edenler ihtiyaç
duyuyorlardı. Önceleri yazma halinde tercümeler var idiyse de bunların hiçbiri bir
toplum projesinin unsuru olmaları maksadıyla ve daha da mühimi, avâm-ı nâsa hitaben
kaleme alınmamıştı. Hâlbuki ilk Kur’ân mütercimlerinden Seyyid Süleyman el-
Hüseynî, bu işe girişmesinin sebebi meyanında halkın anlayabileceği lisanla ve
hurafelerden âri bir tefsîr vücuda getirmeye azmettiğini söylemektedir ki bunlar zaten
146 Mesela Aziz Mahmud Hüdai’nin Nefâisü’l-Mecâlis adındaki bazı âyetlerin tefsîrini ihtiva eden Türkçe eseri büyük bir cilt oluşturmaktadır. Hacı Selim Ağa Ktp, Hüdai Efendi Bölümü. 147 Turgut, s. 34. 148 Cumbur, s. 124. Cumbur, Tibyân’ın 6-7; Mevâkib’ın 4 baskısı olduğunu söylemektedir ki eksiktir. 149 Cündioğlu, Anlamın Tarihi, s. 267. 150 “O devirde millî cereyan yoktu ki, böyle bir gayeye hizmet maksadıyla tercüme yapanlar çıksın. Tercüme yapanlar sırf dini bir gayretle Allah kelamını anlayayım ve anlatayım diye bu işe girişiyorlardı.” (Keskioğlu, s. 93)
51
modernleşme projesini üstlenen siyaset ve fikir erbabının hedefleri arasında yer
almaktaydı.151
Kur’ân’ın başka dillere çevrilmesi yönündeki teşebbüsler -bu teşebbüs sahibleri
farkında olsun ya da olmasınlar- mühim ölçüde siyasi bir maksadın gerçekleşmesine
hizmet etmiş, bunun neticesinde anadili Arapça olmayan Đslâm toplulukları, dini
tefekkürlerini ancak çeviriler yoluyla beslemek durumunda kalmışlardır.152
Đlk devir yazma tercümelerin genelde aynı eserden kaynaklanması ve birbirlerine
çok benzemelerine rağmen 19. yüzyılın ortasında günümüze kadar basılmış Kur’ân-ı
Kerîm Türkçe tefsîr ve tercümeleri (meselâ Tibyân, Mevakıb, Zübedül-Asar, Tefsîrü’l-
Cemali, Nuru’l-beyân, Hulasatü’l-Beyân, Tercüme-ı Şerife, Meani-i Kur’ân, Tanrı
Buyruğu, Hak Dini, Kur’ân-ı Hakim, Kur’ân-ı Kerîm ve Meali, Baltacıoğlu, Osman
Nebioğlu) birkaçı müstesna aralarında fazla bir benzerlik yoktur.153
D. Kur’ân Tercümeleri’nin Dil Açısından Ta şıdığı Kıymet
Türk dili tarihini öğrenme ve Türk dilinin olgunlaşma ve gelişme sürecini takip
etme154 ve inceleme için eski Kur’ân tercümelerinin ehemmiyeti büyüktür.155 Hele
Đslâm’dan sonra Türk dilinin gelişmesinde aldığı yeni istikameti, Đslâm dini ile gelen
yeni kavramları ifade maksadıyla Đslâm’dan önceki Türk kültürü devrinin dil
hazinesinden nasıl faydalanıldığını öğrenmek için bu Kur’ân tercümeleri değerli
151 Dücane Cündioğlu, “Türkçe Đbadet; tarihî fiyasko...”, Tarih ve Medeniyet, yıl: 5, sayı 49, Nisan 1998, s. 16. “Bu görüş ve düşüncenin esas gayesi ibadetlerde de Kur’ân’ın Türkçe olarak okunması, başka bir ifadeyle, ibadetlerin Türkçeleştirilmesiydi. Bu yüzden olacak ki, o zamanlar buna pek çok kişi karşı çıkmış, bu aşırı tepki karşısında, bu fikri savunanlar daha ileri gidememişlerdi. Onlarn bu gayesini sezen dâhi Sultan Abdülhamid Han, bizzat kendisi bu harekete mâni olmuş ve Kur’ân’ın Türkçe’ye tercümesine bu kötü niyetten dolayı izin vermemiştir. (bkz. Aydar, 111. bu düşüncenin reddi için bkz. Cündioğlu, Kur’ân Çevirilerinin Dünyası, Đst. 1999, 124) “Bu yöndeki iddialar, Samuel M. ZWemer adlı bir oryantalistin 1915’te söylediği şu sözlerin bir tekrarıdır sanıyorum…”. 152 Cündioğlu, Kur’ân Çevirilerinin Dünyası, s. 15. 153 Cumbur, s. 140. 154 “Samaniler devrinde yapılan ilk tercüme zaman ve mekân, yani muhtelif lehçelerin muhtelif devirlerinin tesirini arzetmekte olduğundan bunlar Türk dil tarihi araştırmaları bakımından fevkalade ehemmiyeti haizdir.” (Togan, 1964, s. 19) 155 Keskioğlu, 1958, s. 91.
Cümle cümle önce Arapça metin, sonra Türkçe tercümesi verilmiştir.
F. Kur’ân-ı Kerîm Fihristleri
1. Vardari Mahmud b. Mustafa, (h. 1055/1645), Tertib-i Ziba, Đstanbul, 1284.
2. Mehmed Şerif b. Abdullah (Kütahya müftüsü) (h. 1286), Mısbâhu’l-âyâti’l-
celîleti’l-Furkâniyyeti ve miftâhu’t-tefâsîri’l-cemîleti’l-Kur’âniyye, 8+296 s. Đst. h.
1289, Matbaa-i Âmire.
3. Yahya Hilmi b Hüseyin Kastamoni, Mısbâhu’l-Đhvan li-Taharriyat-ı Ayi’l-
Kur’ân, 1322, Mahmud Bey matbaası.
G. Ulûmu’l-Kur’ân’la Đlgili Eserler
1. Trabzonî Şâkir Ahmed Paşa, (h. 1234), Tertîb-i Nefîs, 2-54 s. Đstanbul, h. 1269
Takvimhâne-i Âmire.
2. Ömer Naci (Muallim), Đ’caz-ı Kur’ân, Kostantıniyye, 1301, Matbaa-i Ebu’z-
Ziya.
3. Anonim, Kur’ân Tahlilleri, 16 s. Kazan, 1897.
4. Ali Rıza Bey, Đ’câz-ı Kur’ân’dan bir Nebze, 1318.
61
II. Tanzîmât’tan II. Me şrutiyet’e Kadar Matbû Türkçe Tam Kur’ân-ı Kerîm
Tercüme ve Tefsîrleri
A. Tefsîrî Mehmed Efendi b. Hamza (v. 1111/1699) ve Tercüme-i Tefsîr-i Tibyân
1. Tefsîrî Mehmed Efendi b. Hamza
Mütercim Tefsîrî Mehmed Efendi, Ayıntab’da159 doğdu. On yaşını geçtiği bir
zamanda Sivas’a gitti. Sivas’ta tahsilini tamamladıktan sonra müderris oldu.
Medreselerde uzun yıllar talebe okuttu. Padişah IV. Mehmed’in daveti160 üzerine
Đstanbul’a gelip burada bir müddet kaldı. Huzur derslerine katıldı. Sonra Padişah’tan
tekrar izin alarak Sivas’a döndü. 1111/1699 tarihinde Rebi-i Evvel ayının yirmi ikinci
Pazartesi gecesi vefat etti.161 Kaynakların ifadesine göre Mütercim; âlim ve faziletli bir
insandı, daima tefsîrle meşgul olurdu. Nakşibendî tarikatına mensub olub salih bir
kişiydi. Ayrıca oldukça cömert olduğu, öğrencilerine yakın ilgi gösterdiği, onların
gerektiğinde yol masraflarını dahi karşıladığı ve Ramazan’da her akşam iftar verdiği
kaynaklarımızda zikredilmektedir.162
Mehmed Efendi’nin tanıtacağımız tefsîrinden başka şu eserleri bulunmaktadır:
a. Beydâvî Tefsîri’ne Hâşiye, Zariyat sûresinden Nas sûresinin sonuna kadar,
b. Âdâb-ı Mîrî Haşiyesi,
c. Akâid-i Hayalî Haşiyesi.
159 Bugünkü Antep ili. 160 Osmanlı padişahları ilme ve âlime değer veren, ilim-perver yüksek şahsiyetli kişilerdi. Tefsiri Mehmed Efendi’nin eserini takdim ettiği IV. Mehmed de aynı hususiyetleri taşımaktaydı. Nitekim mütercimimiz eserinin önsözünde bundan şu şekilde bahsetmektedir:
“Şevketlü padişahımızın dahî tab’-ı hümâyunları tetebbû-i kütüb-i nakliyye ve akliyyeye kemâl-i iştiğâl ve gâh begah tevârih ve siyer ve müellefât-ı hüner erbâbına ve kemâlât-ı ashabına nigah-efken tahsin ve bu bahane ile kadir-şinas ve dil-nüvazlık idüb etraf-ı memleketten nice ulemayı Đstanbul’a davet buyurub cedlerinden ziyade in’am ve dil-nüvazlıkla ikram-ı tâm itmek adet-i müstahsenelerinden olmakla zamanlarında ehl-i tefsir ulema ve fünûn-u şettâya mâlik fudalâ dâîleri ve ferd üzre mevcud ve haftada iki kere huzûr-u hümayunlarında bahs olunub hıyn-ı istimâlarında ma’nâ-yı telezzüz-i Ku’rân ve tanassuh-i fahvây-ı Furkan buyurduklarından nâşî mukârin-i zât-ı cemîletüs-sıfatları olan vüzera ve ulema ve musâhibinden bendegânı dahi en-Nâs alâ dîni mülûkihim (Đnsanlar hükümdarlarının dini ve anlayışı üzere olurlar) muktezasınca herbiri hayr-hâh idiler.” (Dîbâce-i Tercüme-i Tibyân, s. 3) 161 Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, Đstanbul, 1996, III, 1022; Dîbâce-i Tercüme-i Tibyân, s. 2-4. Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XVI, 308-309. Bu kaynakta Tefsiri Mehmed Efendi, Şeyhulislam Debbağzade ile karıştırılmıştır. 162 Sicill-i Osmanî, s. 1022.
62
2. Tercüme-i Tefsîr-i Tibyân
Mehmed Efendi’nin bizi ilgilendiren en mühim eseri Tercüme-i Tibyân adlı
tefsîridir.
Bu tefsîr Hıdr b. Abdurrahman el-Ezdî’nin (v. 773)
163 “et-Tibyân fî Tefsîri’l-
Kur’ân” isimli Arapça tefsîrinin ilâvelerle birlikte Türkçeye tercemesidir. Arapça
aslının telif tarihi h. 773’tür. Tercemeyi 1110/1698 tarihinde yapan Ayıntaplı
Muhammed Efendi’dir. “Muhammed Tefsîrî” unvanıyla tanınmıştır. Tefsîrinin
mukaddimesinde, Ayıntap ve Sivas’ta ilimle meşgul olduğunu, Đstanbul’a geldiği zaman
o devrin Şeyhülislamı Minkârîzade Yahya Efendi’nin164 delaletiyle padişah ile temas
ettiğini ve bundan sonra Tefsîr-i Tibyân’ı terceme edip iki yılda tamamladığını, iki
nüsha olarak yazdığını, birini hükümdara takdim ettikten sonra diğerini de halkın
okuması için vakfettiğini kaydetmektedir.
Tefsîrî Mehmed Efendi, eserin dîbâcesinde Kur’ân-ı Kerîm’in beliğ ifadelerini
ve fasih manalarını hakkıyla anlayabilmek için çeşitli ilimleri ve fenleri liyakatlı
âlimlerden iyi derecede öğrenmek gerektiğini ve bu ilimler ve bunlara dair temel
eserleri 40 yıl gibi uzun bir süre gece gündüz mütalaa etmek lazım geldiğini, ancak bu
şekilde Kur’ân’ı anlayabilecek bir meleke kazanılabileceğini ifade etmektedir:
“Zamâir-i erbâb-ı fudalâ ve havâtır-ı ashab-ı ulema olan ihvan-ı
mü’minîn ve hallân-ı müslimine mahfi değildir ki elfaz-ı belağat-ı Kur’ân’ın
maâni-i fesâhat-unvanına tasil-i ıttıla itmek evvela ulum-u mütenevvia ve fünun-
u müteaddidenin tekmiline mevkufdur ki hatta istihraca meleke-i rasıhanla ve
mevkufun aleyh olan tertib-i nüshalarını ala meratibihim zamanlarında bulunan
üstadlardan ahze müdavemet ve leyl ü nehar tedrise mülazemet itmekle akal
mertebe kırk senede bıdaa-i meleke hâsıl olur”165
Nitekim kendisi de bu tercümeyi yapmadan önce doğum yeri olan Ayıntab ve
daha sonra gittiği Sivas illerinde ve daha nice şehirlerde bulunan âlimlerin derslerine
devam etmiş 40 yıl boyunca ilmini tekmile gayret sarfetmiştir. Bütün bunlardan sonra
uzun yıllar tefsîr dersleri okutmuş, Padişahın huzurunda yapılan ve bu nedenle de
163 Katip Celebî, Keşfü’z-Zunûn, Đstanbul 1971, I, 341 ve 436. 164Bkz. Bursalı Tahir Bey, Osmanlı Müellifleri, cilt, 2, 55. 165 Dîbâce, s. 2.
63
“Huzur Dersleri” diye adlandırılan umûmiyetle Beydâvî Tefsîri çerçevesinde yapılan
ilmi tartışmalara katılmıştır. Derslerdeki kalitesini görmesi ve Şeyhulislam Minkarizade
Yahya Efendi’nin medh etmesi üzerine Padişah, Tefsîri Mehmed Efendi’ye hazineden
dört cilt tefsîr ve on aded lügat kitabı vererek Türkçe tefsîr yazmakla vazîfelendirdi.
Mehmed Efendi, Tibyân tefsîrine aşinalığı fazla olduğu için bu tefsîri esas alarak diğer
tefsîrlerden de istifadeyle bu eserini meydana getirmiş ve Terceme-i Tefsîr-i Tibyân
adını vermiştir. Bu eseri kaleme alırken başta Beydâvî olmak üzere diğer müfessirlerin
görüşlerine yer vermiş bilhassa ahkâm âyelerinin tefsîrlerinde fıkhî meselelerin
izahlarını yapmıştır.
“ Đmtisalen lil-evâmiri, el me’muru ma’zûrun denilüb der’akab mevcud
hazineden dört cild tefâsir ve on adet kütüb-ü lüğat ihrac olunub bu mütercim-i
fakire ihsan-ı hümayun olundukta evvelen Tefsîr-i Tibyân ve Kâdî Beyzâvî’yi
mütalaamızın kesreti olmakla anın arabi tabirinden hâsıl manay-ı şerifi
tabıkatü’n-na’li bi’n-na’l Türkî’ye tebdil ve ondan ziyade mecmû-u ehl-i
te’vilatın bahisleri iktiza iden âyet-i kerimede ihtimam ve lazım gelen mesâil-i
fıkh-ı şerifi dahi münasebetiyle zikredüb kendi hattım ile tahririne de bed’ ve iki
senede iki cildini tamam yazub birini padişahumuza Ebül-feth ve’l-meğazi
Sultan Muhammed el-Gazi hazretlerine ve birini sair havas ve avâma vakf
167 Mısır Bulak matbaası ve bastığı Türkçe eserlerle ilgili geniş bilgi için bkz. Alpay Kabacalı, Türk Yayın Tarihi, 1987, s. 73. Gazeteciler Cemiyeti yayınları.
65
Cilt 3: Sûre-i Kehif’den Süre-i Melakie (Fatır) nin sonuna kadardır. 304 sayfadır.
Cilt 4: Sûre-i Yâ-Sîn’den Kur’ân’ın sonuna kadardır. 317 sayfadır.
b) Đki kez de Latin harfleriyle basılmıştır. Kur’ân-ı Kerim Meali ve Tefsîri,
Tibyân Süleyman Fahir tarafından latinize edilmiş ve sadeleştirilmi ş. 4 cilt. Đstanbul,
1956-1957, Süleyman Fahir, Tibyân çevirisinin dilinin yenilenmesi. Yeni baskı Ahmed
Davudoğlu tarafından gerçekleştirilmi ştir. 4 cilt. Sağlam Kitabevi Đstanbul, 1980-1981.
ba- Süleyman Fahir tarafından Kur’ân-ı Kerîm Meali ve Tefsîri (Tibyân tefsîri)
adıyla Bütün Kitabevi, Đstanbul 1956’da basılan eser 4 cilttir. Latin hafleri ile ve
bugünki dile çevrilen şeklidir. Naşir mukaddimesinde daha başka tefsîrlerden de istifade
edilerek eserin daha mükemmel bir şekle konulduğunu belirtmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in metni küçük kıt’ada sayfalar halinde Türkçe tercümenin
aralarına konulmuştur. Âyetler numaralıdır. Ayrıca tercümeden evvel âyetler latin
harfleriyle de yazılmıştır. Her sayfa başında cüz ve sûre numarası ve sûrenin adı
kaydedilmiştir.
Cilt 1: Başdan Maide süresinin sonuna kadar, 320 sayfa.
Cilt 2: En’am süresinden Hicr süresinin sonuna kadar, 320’den 608. sayfaya
kadar.
Cilt 3: Nahl süresinden Lokman süresinin sonuna kadar, 611’den 903’e kadar.
Cilt 4: Secde süresinden Kur’ân’ın sonuna kadar, 907 - 1295. Sonuna firhrist
ilave edilmiştir.
bb- Kur’ân-ı Kerîm Meali ve Tefsîri (Tibyân Tefsîri) ;
Sadeleştiren: Süleyman Fahir Yeniden Basıma Hazırlayan; Ahmet Davudoğlu
Dört cilttir.
Sûreler ve âyetler numaralıdır. Âyet metinleri çeşitli uzunlukta ve yeri geldikçe
Türkçe metnin arasına konulmuştur. Her cildin sonunda o cildin fihristi ve konuların
indeksi konulmuştur. Dördüncü ve son cildin nihayetine maddeler indeksinden sonra,
sûrelerin Kur’ân-ı Kerîm’deki sıralarına göre fihristi ve ayrıca sürelerin alfabe sırasına
göre bir fihristi ilave edilmiştir. 1. Cilt 448, 2. cilt 423, 3. cilt 512, 4. cilt 592 sayfadır.
66
Mehmed Efendi’nin tefsîri mufassal bir tefsîrdir. Âyetlerin tefsîrini yaparken
ihtilaflar ve farklı görüşler üzerinde genişçe durmaktadır. Âyetlerle ilgili rivayetleri
hemen hemen tamamen verdiği gibi tefsîrin aralarına sık sık ariflerin sözlerinden,
menkıbelerinden ve güzel, ibretli hikâyelerden katmaktadır. Bu durum kitaba bir
akıcılık ve renklilik sağlamakla birlikte hacmini de oldukça genişletmiştir. Bu nedenle
daha sonraları bu eserin uzun olduğu, kolayca ele alınıp okunamadığı gibi şikâyetler
zuhur etmeye başlamıştır. Herşeye rağmen Tibyân Tercümesi, Osmanlının ilim dünya-
sına damgasını vurmuş herkes tarafından kullanılır olmuş bir eserdir. Bir sûrenin veya
âyetin Türkçe tercümesini kullanmak isteyen kimselerin birçoğu kaynak göstermek
sûretiyle bu tercümeyi kullamışlardır. Bunun misallerini sûre tefsîr ve tercümeleri
kısmında göreceğiz.
3- Terceme-i Tefsîr-i Tibyân’dan Örnek Metinler
a- Müellifimiz besmelenin manası hakkında şu açıklamayı yapmaktadır:
“Bismillah: manası: okurum ve başlarım evvel Allah Teâlânın ismiyle
ki ve ânın azameti ve celaletine nâzırûn mütehayyerdirler. Ve dünyada kâffe-i
halkı rızk ve nef’ isâliyle rahmet edicidir. Ve yevmü kıyamette hâssaten
mü’minlere ukübete müstehaklarını afv ile ve cennette herbirini sevaba îsalle
rahmet edicidir. Besmelede ihtilaf etdiler bazıları anı «Ne Fâtiha’dan ve ne sair
ve teberrüken anınla ibtida olunsun içündür dedi ki Đmam-ı Ebu Hanife ve etbâı
âna zahiblerdir. Ol ecilden anların indinde namazda ol cehr ile okunmaz. Ve
bazıları dahi anı Fâtiha’dan ve her sûreden âyetdir dedi ki ana Đmam-ı Şafi ve
ashabi zahiblerdir...”168
168 I, 2. Mehmed Efendi Besmelenin on dokuz harf olduğunu ve bunun faidelerini şöyle anlatır: “Ârifînden biri Bismilahirrahmanirrahim yazub vasiyet etti ki mevti indinde kefenine konula. Denildi ki: ondan sana ne faide vardır. Cevabında; yevm-i kıyamette derim ki Đlâhî ibadına gönderdiğin kitab-ı Kerim‘in ünvanını kıldığın «Bismilahirrahmanirrahim»dir ki ol 19 harfdir. Onda iki faide buldum: biri budur ki zebaniye dahi 19‘dur. Besmele-i şerife ile Hak Teala mü‘minden onların be’sini giderir. Đkinci budur ki Hak Teala gice ve gündüzü 24 saat kıldı. Beş saatinde beş vakit namazı farz eyledi. Đmdi besmelenin 19 harfi namaz saatlerinden mâ adâ 19 saatda vâki olan zünuba keffaret olur.“ (I, 3)
67
b- Fatiha tercemesi:
‘‘Okurun yahut başların ol Allâh Teâlâ’nın ismiyle ki kâffe-i halka rızık
ve nimet îsaliyle rahmet edicidir. Ve yevm-i kıyamette mü’minlere rahmet
edicidir.
1-2. Cemi’ hamid-üs seniyye ol gerek ayniyye ya araziyyedir halkın
bilhak ma’budu Allah-ı Teâlâ için sabittir ki ol âlemlerin Rabbisi ve Malikidir.
3. Hesap ve ceza gününün ol hâkimidir.
4. Tevhid ve ibadet ile seni tahsis ederiz. Ve cemi’ ümurumuzda senden
mu’avenet talebiyle dahi seni tahsis eyleriz.
5. Bizi tespit et ol sırat üzere ki anınla matluba erişilir.
6. Ki o enbiya, siddîkîn ve şüheda ve salihînden in’am ettiğin dostların
tarîkidir.
7. La’net ve hızlanla üzerlerine gazap edüp Đslam’ı terk edenlerin tarîkine
değil.”
1956’da Süleyman Fahir’in sadeleştirdiği Fatiha tercümesi:
“Rahman ve rahim Allah adiyle.
1 - Bütün hamdü sena o Allah’a ki Rabbilalemindir,
2- Alemlerin mürebbisi ve malikidir. Rahman ve rahimdir.
3-Hesap ve ceza gününün hakimidir.
4-Ancak sana ibadet ederiz veancak senden yardım dileriz.
5-Bizi doğru yolda sabit kıl
6- ki bu yol, hakkın yolu, hayır ve selamet yoludur. Hedefe bu yoldan
ulaşılır, O kendilerine nimet verdikierinin yoluna.
7- Gazaba uğrayup Đslamı terkedenlerin yoluna değil, heva ve hevesine
uyup doğru yoldan azmışların yoluna da değil. (Ya Rab kabul et)’’
1980-1981 tarihinde Ahmed Davutoğlu’nun neşre hazırladığı nüshanın
tercümesi 1956’daki ilk baskısıyla aynıdır.
68
c- Nas sûresinin tercümesinden:
“Ol anların ilahıdır hiç ahadın anda ana müşareketi yokdur. Sol şeytan
şerrinden ki ol müvesvisdir ve âdeti te’hirdir kaçan ki insan Rabbi Teâlâ’yı
zikrede. Ki ol sudur-u nâsda kelam-ı hafî Đle tahdis eder. Hatta ki fehm-i kalbe
vasıl olub anınla halkı tarîk-ı Hak’tan ıdlal ider. Ol sudur-i nas da kelamı hafiyle
semaansız tahdis iden cinden olduğu gibi insandan dahi olur. Veyahud ol şeytan
vesvesesiyle cinni ıdlal ettiği gibi insi dahi idlal eder. Đbn-i Abbas radıyallahu
mason olduğunu, Ortaköy’deki yalısında, devrin ediplerinden Kethüdazade ile Farisi
edebiyatı mütehassısı Şair Fehim Efendi, Melek Paşazade Abdülkadir, Çigalazade Tahir
beyler gibi edebiyat ve felsefeye meraklı kimselerin toplanıp aralarına yabancı
almadıklarını, Yeniçeri ocağı ve Bektaşili ğin ilgasıyla sürgüne gönderildiklerini iddia
etmiştir. Bu iddiayı mason üstadlarından gazeteci Kemal Salih Sel üzülerek
reddetmiştir:
“Ne bu eserlerde ve vesikalarda «Beşiktaş Cemiyet-i Đlmiyesi»ne dair malumat
vardır, ne de eski masonlar arasında böyle bir teşekkülden haberdar olana tesadüf
edilmiştir! Tekrar edeyim, Ansiklopedideki malumat doğru ise Türk Masonluk tarihi
için büyük kıymeti haizdir… Amma ne me’haz olarak gösterilen Lütfî Tarihi’nin, ne de
kendi beyânatının tatminkâr olmadığı ortadadır”.173
2. Tefsîrü’l-Mevâkib Tercemetü’l-Mevâhib
Ferruh Efendi’nin Tefsîrü’l-Mevâkib Tercemetü’l-Mevâhib isimli tefsîri,
Hüseyin Đbn-i Aliyyü’l-Kâ şifi’nin (v. 900/1494)174 el-Mevâhibü’l-Aliyye isimli Farsça
tefsîrinin tercümesidir.175
172 Osmanlı Müellifleri, I, 394; Bilmen, no: 427; Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XVIII, 57-59. 173 Dücane Cündioğlu, “Mason Olduğu Söylenen Kur’an Mütercimi”, Yeni Şafak, 3 ve 6 Ekim 2000. 174 Hüseyin b. Ali el-Kâşifî el-Beyhakî es-Sebzevârî el-Hirevî, Hanefi mezhebinin meşhur fıkıh âlimlerinden ve tasavvuf yolunun büyüklerindendir. Reşahât aynu’l-hayât isimli kitabın sâhibi olan Ali es-Safî’nin babasıdır. Lakabı Kemâleddin’dir. Kâşifî, “Vâiz-i Hirevî”, “Velî Hüseyin Kâşifî” gibi
70
el-Mevâhibü’l-Aliyye daha önce 1575’te, Ebu’l-Fadl Muhammed el-Đdrisi el-
Bitlisi (v. 1595)176 tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Bu ilk terceme basılmamıştır. Yazma
nüshaları nâdirdir. Yalnız Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde birinci cildi
mevcuttur.177 Kur’ân’ın başından Kehf süresinin yarısına kadardır. Başında sûrelerin
fihristi bulunmaktadır. Daha sonra bir münacat ve mütercimin mukaddimesi vardır.
Mukaddimede mütercim eseri Farsçadan terceme ettiğini açıklamaktadır. Nesih hatla
yazılmış olan bu eserde Türkçe ve Arapça yazılar harekelidir. Arapçaların üzerine
kırmızı çizgi çekilmiştir. Tercemede âyetler birkaç kelimelik parçalara ayrılarak kelime
kelime mana vermek tarzına gidilmiştir. Bu cildin sonunda yalnız h. 981 tarihine
tesadüf edilmektedir.178
isimlerle tanınır. Tefsir, hadis, fıkıh, edebiyat, tasavvuf ilimlerinde zamanının önde gelen âlimlerindendi. 900/1494 tarihinde Herat’ta vefat etmiştir. Birçok kıymetli eseri bulunmaktadır. (Bilmen, no: 302; Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XIV, 86-90; DĐA, “Hüseyin Vâiz-i Kâşifî” mad. XIX, 16) 175 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-zunûn, Đstanbul, 1971, I, 446. Bu tefsire Tefsîr-i Hüseynî de denmektedir. Kâşifî’nin Cevâhiru’t-Tefsir li Tuhfeti’l-Emîr isimli Farsça bir tefsiri daha vardır. Bu tefsir Zehrâveyn yani Bakara ve Al-i Đmrân sureleri tefsiridir. Emir Ali Şir Nevâî için telif edilmiştir. Kalın bir cild halinde olup baş tarafında dört fasılda 22 aded tefsire müteallık ilimden bahsetmektedir. (Keşfü’z-Zunûn, s. 448 ve 613. Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XIV, 88) Kâşifî’nin tefsir alanında ortaya koyduğu diğer bir eseri de Câmi’u’s-sittîn’dir. Bu kitap Yusuf Sûresi’nin tasavvufî tefsiridir. (DĐA, “Hüseyin Vâiz-i Kâşifî” mad. XIX, 16) 176 Babası Osmanlı âlimlerinden ve devlet adamlarındandır. Ebu’l-Fadl Muhammed Efendi de babası gibi büyük bir âlim ve fazilet ehli bir zattı. Çok güvenilir bir kimse olduğu için “Serdefter-i defterdârân” ünvanıyla bütün defterdârların başkanlığına getirilmiştir. 33 sene layıkıyla yürüttüğü bu vazifeden dolayı kendisine “Defterî” nisbesi de verilmiştir. Yaşlılığından dolayı emekli olarak Tophane’de denize nazır bir ev yaptırarak burada ilim taliplerine dersler okuttu. Bahçesine “Defterdâr Camii” diye meşhur olan güzel bir cami yaptırmıştır. Babasının II. Bayezid’in isteği üzerine Farsça olarak 80.000 beyit halinde nazmettiği ve daha sonra Türkçe nesre de çevrilen Heşt-behişt isimli Târih-i Âl-i Osmân’ına zeyl yazmıştır. Birçok kıymetli eseri Türkçe’ye çevirmiştir. (Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XIV, 142-143 ve 249-250) 177 Ebü’l-FadI Muhammed ibni Đdrîs-i Bidlîsi’nin Mevâhibü’l-Aliyye Tercemesi. Birinci cilt eb’adı: 18,8 X 29.3, varak : 351. 178 Bitlisi’nin Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe yazmalar bölümü no: 1195’de bulunan tercümesinin Fâtiha tercemesi kısmı: “Ol Allah ismine ki tapmağa müstehak ve seza-vardır. Ancılayın Allah ki bağışlayıcıdur halka vücut ve hayat ve in’am idicidür anlara beka ve muhafa-zat-ı afatı. 1-Her sena ve aferin ki ezelden ebede değin mevcut ve malum idi ve olsa gerekir anın cümlesi bi’t-temam velkemal ol Allah icündür ki müsemma ve mevsufdur cümle esma ve sıfat-ı kemaliyye ile. Yaradıcı ve besleyici. Vücut bağışlayıcidur. 2- Bir dahi ahirette cihan halkının fenasından sonra in’am idicidür bir dahi re’fetle müminlere ve anları cennete idhal ider. 3- Ceza gününin sâhipi ya mutasarrıfı ol günde her ne veçhile ki diler, 4- Sana taparuz ve hassatan senden yardım talep ederüz. 5-Bize yol göster doğru yol akval ve ef’al ve ahlakta ki ol yol mutavassıttır. 6-Göster anların yolunu ki kendü fadlınla ve kereminle in’am itmişsin anlara. 7-Ne ol kimselerin yolu ki anlara hışm etmişsin ve ne gümrahlar yolu.”
71
Tefsîr, XIX. asrın başlarında (1246/1830’da) -Ahmet Cevdet Paşa’nın Farsça
hocası olan- Đsmail Ferruh Efendi tarafından ikinci kez Türkçe’ye kazandırılmış, bu
tarihten otuzbeş yıl sonra (1865’de) da Đstanbul’da iki cild halinde basılmıştır.
1959 yılında Süleyman Fahir tarafından Latin harflerine aktarılmıştır.179 Yeni
neslin anlayacağı dil ile ve başka tefsîrlerden de istifade edilerek hazırlanmış olduğunu
naşir kaydetmektedir. Âyetler numaralı olarak sahifeler halinde tercümelerin aralarına
konulmuştur. Sayfa başlarına cüz ve süre numaraları ve sûre isimleri kaydedilmiştir.
Mukaddimede eseri yazan Đsmail Ferruh Efendi’den bahsedilmektedir. Türkçe
tercümelerden sonra daha ince yazı ile tefsîrler ilave edilmiştir. Eserin sonuna hem
numara sırası ile hem de alfabe sırası ile sûrelerin fihristi ilave edilmiştir. Tek cilt ve
692 sayfadır. Eser son olarak 1987 yılında Ahmet Ağırakça ile Beşir Eryarsoy
tarafından, Nüzul Sebebli Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Meali adıyla yeniden düzenlenerek
neşredilmiştir.180
Kâşifi’nin el-Mevâhibü’l-Aliyye’si, aynı zamanda Kazanlı Muhammed Sâdık
bin Molla Şâh Ahmed bin Ebû Yezid bin Rahmetullah bin Îmânkulî (v. 1911’den
sonra) tarafından Teshîlü’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân ismiyle Kazan Türkçesi’ne
(Tatarca) tercüme edilmiştir. Tercüme 1318-1328 (1900-1910) yılları arasında yapılmış
ve iki cilt hâlinde neşredilmiştir. (Kazan 1911) Bu tercüme sonradan tıpkıbasım olarak
yeniden tabedilmiştir. (Doha-Katar 1996)
Ferruh Efendi, eserinin önsözünde çocukluğundan beri Arapça, Farsça ve
Türkçe tefsîrlerle meşgul olduğunu, bu tefsîrlerin okunup anlaşılmasının halka oldukça
zor geldiğini dolayısıyla Arapça ve Farsça bilmeyen kimselerin Kur’ân’ı rahat bir
şekilde anlamalarına yardımcı olmak gayesiyle böyle bir tefsîri kaleme aldığını ve
bunun Neyseburi tarzında âyetleri bölmeden bir bütün olarak tercüme ettiğini bu tarzın
aynı zamanda Mushaf-ı Şerif gibi rahatlıkla hatmetmeyi kolaylaştıracağını ifade ederek
şöyle demektedir:
179 Kur’an-ı Kerîm ve Meali (Mevâkib tefsiri), Đstanbul, 1959, Bütün Kitabevi. 180 Cündioğlu, Kur’an Çevirilerinin Dünyası, 123-124.
72
“Evân-ı şebâbetten beri ekser Arabi ve Fârisi ve Türki tefâsir
mütâalasıyla imrâr-ı evkât olunup bunların ekseri husûsan Türk-i tercümeler
kelime ve kelime beyân ve ta’bir edilmiş olduğundan cem’ ve hulâsa ve rabtı
avâma emr-i asîr olduğu karîn-i idrâk-ı fakir olmakla Neysâbûri revîşinde
âyât-ı kerîme tamâmen tastîr ve zeyline alâ kaderi’t-tâka ma’naları müretteb
tahrir olunarak hem ilm-i Arabiye’ye intimâ ve intisâbı olmıyanlara fehm ü
iz’ânda yüsret ve hem hatm-i şerif tilâveti murâd edenlere bundan Mushaf-ı
Şerif misillu hatm etmekte sühûlet olacak vechile muhtasarca bir tefsîr
tercümesine sarf-ı yârây-ı vûs’ ve makderet etmek arzûsu çoktanberi pîrâmen-
kerd-i hayâlhâne-i fakir ise de “el-ümûr merhûnetün bi-evkâtihâ” müfâdınca
vakt-i mukaddere ta’lîk olunmuş idi. Bu esnâda Hüseyin Vâiz merhûmun
Türkî’ye minvâl-i muharrer üzre nakl ve tahviline meyl ve hâhiş olunup
Cenâb-ı müsehhili’l-umûr’un iʻâne ve ikdârına istinâden meʻa kılleti’l-bidâ’a
tercümesine destzen-i hâme-i şürû’ olundu.”181
Ferruh Efendi’nin tefsîrinde her ne kadar Mevâhib esas kabul edilmiş olsa da
Tibyân, Beydâvî, Keşşâf ve Hâzin tefsîrleriyle karşılaştırılması yapılmıştır. Âyetlerin
nüzul sebebleri ve bazı tefsîrcilerin beyânları âyet meallerinin altına yazılmıştır. Halkın
kolayca anlaması hedeflendiğinden müteşabih kelimelerden kaçınılmış, kısaca Türk
halk diliyle tefsîr yapılmıştır. Tercüme Abdülhamid Hân ’ın emriyle Kur’ân’ın
kenarında basılmıştır. Her âyetin tercümesinden önce baş kısmından iki üç kelime
yazılmış, bu sûretle karşılaştırma kolay hale getirilmiştir.182 Bu tefsîrin okunması da
kolaydır; çünkü mufassal tefsîrler gibi mevzûlara derinlemesine girilmemiş, Celâleyn
tefsîrinde olduğu gibi gayet kısa ve öz olarak rivayetler, ihtilaflar ve tevcihler
verilmiştir, böylece tefsîr bir mushafın boyutlarını geçmeyecek şekilde düzenlenmiştir.
Müfessir tefsîrini yazarken istifade ettiği kaynaklarla ilgili olarak şu açıklamalarda
bulunmaktadır:
181 Mukaddime, s. 2-3. 182 Ali Turgut, Başlangıçtan Günümüze Ünlü Müfessirler ve Tefsirleri, Tercüman Kur’ân-ı Kerim Ansiklopedisi, c. 2, Đstanbul, 1988, ‘Ferruh Efendi’ maddesi.
73
“Eğerçi Tefsîr-i mezkûr me’haz ittihaz olunduysa da Tibyân ve
Beydâvî ve Keşşâf ve Hâzin tefâsîriyle tatbîk ve tevfîk olunarak esbâb-ı nüzûl-
ü âyât ve ba’zı müfessirînin nakş-ı sahîfe-i ta’bir ve beyân eyledikleri hikâyât
zîr-i meânî-i âyâta tezbir ve maksat-ı aslî olan fehm-i avâma ve istinsâha
1- Ezelden ta ebede dek cümle olmuş ve olacak hamd-ü sena tamam ve
kemaliyle cemî̒ âlemleri ki ins ve cin ve vuhûş ve tuyûr ve sibâ̒ ve sair
hayvanat-ı berrî ve bahrîyi yaradıcı ve besleyici ve işlerini tertip edici Allah-ı
azimüşşanadır.
2- Đfnadan sonra tekrar ahirette vücut verici ve takrar merhameten
mü’minlere cennet ihsan edici.
3- Malik ve hâkim-i yevm-i ceza ve kâdı-ı âdil-i mahkeme-i kübrâ ki ol
günde kullarına hak üzre hükmedüp ceza ve mükâfatlarını vericidir.
4- Ancak sana ibadet ederüz ki senden gayri ibadete layık ve müstahak
yoktur ve ibadet ve sair havayiçte hassaten senden yardım ve inayet talep ederiz.
5- Bizi itikad ve ef’al ve akval ve ahlakımızda ifrat ve tefrit beyninde
mütevassıt olan doğru yola yola hidayet eyle ve din-i Đslam ve sünnet-i Seyyid-i
Enâm aleyhissalatü ve’s-selâm olan sırat-ı müstakimde bizi sabit eyle.
6- Ol kimesnelerin yolu ki, anları kendi fadl-ü ihsanınla nübüvvet ve
risalet ve velayet ve sıddıkıyet ve şehadet ve ve salahiyet ve zahiren kabul-i
şeri’at ve batınen ittila-ı esrâr-ı hakikat ni’metine neyl ile muazzez ve mükerrem
kıldın.
7- Anların tariki değil ki anlar mukaddem senin ma’raz-ı gazabında
bulunup küfre ikdam eylemişler idi. Yahut Yehudların tariki ki temerrüdleri
sebebiyle muânede ve mükabere ve katl-i enbiya ve hark-ı kütüp eylemeleriyle
üzerlerine hışm vaki olmuşidi. Ve onların tariki dahi değil ki vücuda
geldiklerinden sonra turuk-ı muhtelifeye duçar olmuşlar yahut nasara yolu ki şan-
ı Hazret-i Mesih’te ifrat ve bab-ı Hazret-i Fahr-i Kainat salavatullahi aleyhime ve
selamuhu da tefrit vasıtasıyla dalalete düşmüşler idi. Amin.”
1959 yılında Süleyman Fahir tarafından Latin harflerine aktarılmış olan tefsîrin
Fatiha tercümesi:
“Rahman ve Rahim Allah adiyle.
1 - Bütün hamd o Allahü azimüşşana ki Rabbil’ alemindir.
2 - Rahmandır, Rahimdir.
3 - Din gününün maliki ve hakimidir.
4 - Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz.
5 - Bizi doğru yola hidayet eyle.
77
6 - O kendilerine nimet verdiklerinin yoluna.
7- O gazap olunanların yoluna değil doğru yoldan azmış olanların yoluna
da değil.”
Ferruh Efendi’nin tercümesiyle Süleyman Fahir tarafından Latin harflerine
sadeleştirilerek aktarılan tercümeyi kıyasladığımız zaman arada büyük bir farkın
olduğunu, eserin Süleyman Fahir eliyle oldukça sâde bir dille günümüz Türkçesine
nakledildiğini görmekteyiz. Bu durumda tercümenin Ferruh Efendi’ye atfedilmesinin ne
kadar doğru olduğu da tartışılması gereken hususlardan biridir.
c- Nâs sûresi:
“Ya Muhammed! Di ki insanın kalbine vesvese veren cin ve insin ve
zikr-i ilâhîden firâr iden vesvâs şeytanın şerrinden âdemlerin Rabbisi celle
şânühüye ve insanların padişahı ve ma’budu azze şânühûya sığınırım. Mervîdir
ki şeytanın âdeti bir kimesne zikr-i ilâhî eyledikte firâr idüb zikrullahdan gafil
oldukta musallat olur. Tefsîr-i Lübâb’da dir ki: bu sûrede vâki’ beş aded nâs,
mükerrer olmayub her biri bir sınıf insana işarettir. Evvelki nâsdan murad etfâldir
ki rububiyyet olmağla anların terbiyesine delâlet ider. Đkinciden murâd
cevânlardır ki melik padişahlık olmağla anların kahr u siyasetine işarettir.
Üçüncüden murad pîrlerdir ki ilâh tâat ve ibadete mebnî olmağla pîrlere
münasibdir. Dördüncüden murad sâlihlerdir ki vesvâs anların iğvâsına harîs
olmağla anların isti’âzesine îmâdır. Beşinci, ma’tûf olduğu cinne tebe’ıyyetle
insan şeytanı müfsitlerdir. Kelâmullahın bed’i besmelenin bâsıyla ve hatmi ve’n-
nâsın sîniyle olmağla bundan bes lafzı olur ki Arabide beske ve hasbeke
lafızlarının ma’nası «sana kâfîdir, elverir» dimek olur. Ve lisan-ı Fârisîde yalnız
bes lafzı kezâlik «kâfîdir, elverir» ma’nasınadır. Yani bu iki harfin beyninde size
virdiğimiz, dünyada ve ahirette elverir.”187
C. Ahmed b. Abdullah Nâsıh Ğurâbzâde ve Zübedü’l-Âsâr el-Mevâhib ve’l-
Envâr
1. Ahmed b. Abdullah Nâsıh Ğurâbzâde
187 Đstanbul, 1320, s. 608.
78
Müfessirimiz Ahmed b. Abdullah’ın devrinin büyük ve önde gelen âlimlerden
birisi olduğu kaydedilmektedir. Đbrahim Paşa’nın Bağdad valiliği zamanında
Abdülkadir Geylânî Hazretleri’ nin Camii şeriflerinde vâiz olarak vazîfe yaptığı, halkı
irşada çalıştığı ve insanlara vaaz ederek nasihatlarda bulunduğu için “Nâsih” adıyla
meşhur olmuştur. Đbrahim Paşa’nın tavsiyesi üzerine ebced hesabına göre te’lif tarihi
olan 1096 senesini gösteren Zübedü’l-Âsâr el-Mevâhib ve’l-Envâr ismiyle bir tefsîr
yazmıştır. Bu tefsîr ilk defa 1294 de basılmıştır. Türkçe bir mealden ibaret olan bu
tefsîri müfessirimiz bir senede tamamlamıştır. Tefsîri yazarken Envaru’t-Tenzil,
Meâlimü’t-Tenzil, Đrşadu’l-akli’s-selim, Mevâhib-i Ledünniyye, Şihâb Haşiyesi gibi
kaynaklardan büyük ölçüde istifade etmiştir. Bu tefsîrin müellifin el yazısı ile yazılmış
bir nüshası, Nuruosmaniye Kütüphanesinde mevcuttur.
Şair, tefsîrin yazılışına şu tarihi düşmüştür:
Habbezâ tercemân-ı Kur’ân kim Müşkil-i elfazı eyledi vâzıh
Tâlib-i râh-ı hak olanlar için Mürşid-i kâmil ve dahi nâsıh
Çıktı müsveddeden bi-hamdillah Şâhid-i hüsn üstüne lâih
Dedi pir-i hûd âna târih “Budur âsâr-ı Ahmed Sâlih”
Eserin yazıldığı 1096/1684 tarihini gösteren kısım ‘Budur âsâr-ı Ahmed Salih’
mısra’ıdır.
Bu zat, tefsîrinin mukaddimesindeki beyânına nazaran Yakub-ı Çerhî
Hazretleri’ nin188 Fârisiyyu’l-ibare Tebareke ve Amme Cüzleri Tefsîri’ni de Türkçe’ye
tercüme etmiştir.189
Bir de Hâşiye alâ tefsîri Beydâvî isminde bir eseri vardır. Bu eserin Fâtiha’dan
Ahkâf sûresine kadar olan kısmı Köprülü Kütüphanesi 184 numarada bulunmaktadır.190
188 Ya’kub b. Osman b. Mahmûd, Gazne’nin Çerh köyünde doğdu. Đlim tahsili için birçok ilim merkezine seyahat etti. Aklî ve nakli ilimleri öğrendi. Daha sonra tasavvufa yönelerek Şâh-ı Nakşibend ve Alâuddin Attar Hazretleri ’nden ders aldı. 851/1447 tarihinde sınır köylerinden biri olan Hülgatû’da vefât etti. Kabri bu köydedir. Bu cüz’ tefsirlerinden başka eserleri de vardır. Bu eserler Hindistan’da basılmıştır. (Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XIII, 141-145) Ney-Nâme, Risâle-i Ünsiyye ve evliyâullahın vasıflarını açıkladığı Risâle-i Ebdâliyye isimli eserleri Türkçe’ye tercüme edilerek Đstanbul’da 2009 senesinde Erkam yayınları tarafından Ney-Nâme ismiyle tek kitap hâlinde basılmıştır. 189 Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 239; Bilmen, II, 702, no: 378. 190 Doğan, Đshak, Osmanlı Müfessirleri, Đstanbul 2011, s. 51, 239.
79
2. Zübedü’l-âsâr el-Mevâhib ve’l-Envâr
Müfessir Ahmed Ğurabzade devlet yönetiminde önemli bir mevki sâhipi olan
Đbrahim Paşa’nın isteği üzerine Mevlana Yakub Çerhî’nin Farsça tefsîrinin Tebareke
ve Amme cüzlerinin tercümesini yapmış ve bu tercüme Paşa’nın oldukça beğeni ve
takdirini kazanmıştır. Bununla ilgili olarak eserin önsözünde şu açıklama yer
almaktadır:
“Mahfî buyurulmıya kim vezir-i rûşen zamir-i âsaf-tedbir müdebbir-i
Müellifin eserine isim seçerken takip ettiği bu yol onun sâhip olduğu yüksek
ilmi ahlakı ve hatır-şinaslığı göstermektedir.
Zübedü’l-âsâr’ın kütüphanelerîmîzde birçok yazma nüshaları bulunmaktadır. Bu
muhtelif yazma nüshalardan bir tanesi Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi: No: 2290,
2291’de kayıtlı bulunmaktadır.
2290 numaralı nüsha eserin birinci cildi olup, Kur’ân-ı Kerîm’in yarısını ihtiva
etmektedir. 2291 numaralı nüsha ise Kur’ân’ın diğer yarısını ihtiva etmektedir. Bu
nüsha Bursa’da h. 1118’de Nesih hatla yazılmış olup, âyetlerin üstü kırmızı çizgilidir 192 I, 3. 193 “Ve bi avnillahi sübhanehü ve taala bu tesmiyeden tarih-i sal-i te’lif istifade olundu” I, 4.
81
Tefsîrin 1292/1875 tarihinde Rıza Efendi Matbaasında basılan nüshası birinci
baskı olup Sülaymaniye Kütüphanesi Nafiz Paşa kısmında 61 ve Marmara Üniversitesi
Đlahiyat Fakültesi Kütüphanesi Genel bölümü 117 numarada kayıtlı bulunmaktadır. Bu
baskıda âyetler parantez arasına konulmuş ve harekelenmiştir. Eserin tefsîr kısmı ise
nesih hatla ve harekesiz olarak yazılmıştır.
Đki cild halinde basılan eserin birinci cildi 428 sayfadır. 1294 de basılan ikinci
cilt ise 464 sayfadır. Bu cildin sonuna “Harputlu el-Hac Süleyman ve Ali Efendilerin
marifeti acizaneleri ile Riza Efendinin taş tezgahında tashihine dikkatle Hurşid
Efendinin hattı ile tab’ ve temsil olunmuştur.”194 kaydı ve bir de fihrist ilave edilmiştir.
Hangi yazmadan alındığına dair hiçbir kayıt yoktur.
3. Zübedü’l-âsâr el-Mevâhib ve’l-Envâr Tefsîrinden Örnek Metinler
a) Đstiaze ve Besmele ile Đlgili Yorumu:
“Bilkıl eyyedekellah cumhur-u ulema bunun üzredirki Kur’ân’a şurü
olunmadan istiaze itmek müstehabdır. Ve bazı ulema âna zahib oldukim ânı
okuması vacibdir. Tefsîr-i Kurtubi’de getürdüğü bir kavlde Kur’ân’dan evvel
istiaze getürmek Seyyidü’l-kevneyn üzre yalnız farz idi ve sair ümmet
okumasında sünnet tariki ile âna iktida itdiler...
Yani Tanrı’ya sığınırım rahmetden dûr olan düyük şerrinden. Mezkûr
olacak bir miktar söz kelam-ı Mecid’in mebde’idir. Ve bu sûrenin aded-i âyâtı
yedidir. Mekke-i Mükerreme’de nazil oldu. Đbadete müstahık olan Tanrı’nın
adıyla başlarım. Halk üzre vücûd ve hayatla in’am iden, onları bekayla esirgeyüb
âfâtdan hıfz iden.”195
b) Fatiha tercemesi:
194 “Elhamdulillahi alet’temam ves’salatü ale Muhammedin ve alihis-selam iş bu tefsir Zübedü’l-Âsâr belağat-nisar es-Sultan ibn Sultan es-Sultan Abdulhamid Han Efendimiz Hazretlerinin eyyam-ı yümn-i saltanat-ı seniyyelerinin bin ikiyüz doksan dört senesi şehr-i cemaze’l-ahirin aşr-ı ahirinde Harpüti el-Hac Süleyman ve Ali Efendilerin ma’rifet-i acizalarıyla Rıza Efendinin taş destgahında tashihine gayet dikkatle Hurşid Efendi’nin hattıyla tab’ve temsil olmuşdur.” 195 I, 4.
82
“ Đbadete müstahak olan Tanrı’nın adiyle başlarım, halk üzre vücut ve
hayatla in̒am iden onları bekâ ile esirgeyüp âfâttan hıfz eden.
1. Cümle mevcut ve malum öğmekler ve gökçek sıfatlar ezelden ebede
dek Hak Suphanehu ve Taalanın zat-ı bâhirüssıfatına mahsusdur.
2. Đns ve melaike ve özgelerin perverde iden ulu nimetlerle tefaddul iden
ni’metinin gizlisün ihsan iden
3. Rûz-i cezanın iyesi ki ol künde istedüği nesneyi tasarruf ider.
4. Sana Huda yalnuz taparuz, zira senden gayri kimse ibadete müstahak
değildir. Dahi cemi’ ümurumuzda senden yardım isteriz, zira senden gayri bir
kimse ümura temşiyet virmez.
5. Ahval ve ef’âlimizde bîze doğru yolu göster,
6. Ya sabit it bizi doğru yol üzre ve ol dini Đslam ve Sünnet-i Seyyidü’l-
Enâm’dır (Sallallahü Teâlâ aleyhi ve sellem) Şol kimesnelerin yolını bize göster
ki üzerlerine nübüvvet ve risalet ve velayet ve şehadetle in’am ittin.
7. Ne anların yoli ki üzerlerine hışm olındı ve anlar yehûd gürûhudur ve
ne azgunların yoli anlar nasârâ kısmıdır.”
c- Nasr sûresi
“Getürdiler ki ve enzir ‘aşîrateke’l-akrabîn 196 âyeti indi, Sürûr-ı kâinât
yakın hısımların çağırub Hudâ’nın azâbından ve rûz-ı cezânın zahmetinden
kendülerin korkuttu. Amcası Ebu Leheb, ana dönüb didi: ‘tebben lek’ bunun içün
bizi da’vet ettin? Ve eline bir taş alub Seyyidü’l-kevneyn’i urmak istedi. Hak -
celle ve ‘alâ- bu sûre-i münzeli kılub buyurdu. Tebbet yedâ ebî leheb. Ebu
Leheb’in iki eli helâk ve nâbud oldu. Ebu Leheb’in adı Abdüluzza idi. Put kulu
dimek. Hakk teâlâ adıyla anmadı, Ebu Leheb deyû künyetle andı. Zira ehli
evlâdıyla varacak yeri ol od oluserdir ki leheb deyû ol esye dirler yani yalınlı
şer’ dirler. Ve tebbe. kendü dahi helâk oldu. Mâ ağnâ anhu mâlühû ve mâ
keseb. Kendüsünden malı ve anınla kazandığı nesne, yani ol mal ile kazandığı
oğlu ve kızı azabdan bir az nesne def’ itmedi. Seyaslâ nâran zâte leheb. Elbette
alev âyesi bir ateşe girer, her kiz ebedi çıkmak ana vâki’ olmıya. Ve’mraetühû,
Dahi karısı âna girer. Hammâlete’l-hatab. Odunı getüren karıya zemm olsun.
196 Şuarâ, 214, “Hem en yakın hısımlarını inzâr et. (‘Đleride şu fenâlık var, sakın!’ diye irşâd et)”
83
Bilinmek gerek ‘hammâlete’l-hatab’ Ebu Leheb’in karısıdır. Bu vasıfla mezmûm
olmasının sebebi budur ki gice dikeni getürüb Sürûr-ı kâinât’ın yoluna saçardı. Fî
cîdihâ hablün min mesed. Gerdanında hurma lifinden bir ip var. Yani ma’hûd
odunu görsende bir oduncu karıya benzer ki gerdanında odunun ipini komuştur.
Getürüp göğsünde perkidüb bir gün gelürken yoruldu. Arkasındaki yükü divar
üzre koduğu bir zedgeline Cebrail aleyhisselam gelüb divar ardından ol yükü
çekivirdi. Ol ip boğazına geçüp anda boğuldu. Ve bundan murâd ânın şânını
tahkîr itmekdir.”197
Ahmed Gurabzade, oldukça kısa ve özlü bir tefsîr yazmıştır. Sözü en kısa
şekliyle söylemek nasıl mümkünse onu tercih etmiş, rivayetlerin senetlerini
vermektense ‘rivayet ettiler ki’ anlamına gelen ‘getürdüler’ lafzını kullanarak
hemen metnin tercümesini vermekle yetinmiştir. Dili de, zamanımızdan üç buçuk
asır kadar evvel yazılması hasebiyle, oldukça ağırdır. Bugün kullanmadığımız
veya sadece Anadolu’nun bazı muhitlerinde kullanılan bazı kelimelere
rastlanmaktadır.
D. Mevlana Muhammed Hayreddin Han Hindî Haydarabadî ve et-Tefsîru’l-
Cemâlî ale’t-Tenzîli’l-Celâlî
1. Mevlânâ Muhammed Hayreddin Han Hindî Haydarabadî
1294 yılında hayatta olan bu zât Hindistan’da yaşamıştır. Zamanının uleması
arasında saygın bir konuma sahip olan Haydarabadî, “âlim-i kâmil, câmi-i ma’kûl ve
menkûl, hâvi-i fürû’ ve usûl, allâme, zekî ve mâhir” gibi sıfatlarla yad edilmektedir ki
aklî ve naklî ilimlerde, usul ilimlerinde ve ilimlerin diğer meselelerinde hâkim bir kimse
olsa gerektir. “Nâib-i Seyyid-i ins ü cân” olarak da anılan Hayrettin Han’ın bir tarikat
mürşidi olması da muhtemeldir. Türkçe’yi çok iyi bilmesi hasebiyle Mevlana Şeyh
Muhammed Cemaleddin Hindî Dehlevî,198 Hayrettin Han’a ceddi Şah Veliyyullah ed-
197 II, 460. 198 Muhammed Đclâl Hân’ın lakabı Cemâleddin olup şiirlerinde Cemâlî mahlasını kullanmıştır. Đlim tahsili için birçok yere seyahat etmiştir. Dinin emirleri hususunda çok hassas davranan Cemâlî, daimâ azîmetle amel ederdi. (Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, Đstanbul, XIV, 369-370)
84
Dihlevî’nin199 Fethu’r-Rahman ismiyle yaptığı Farsça Kur’ân tefsîrini200 Türkçe’ye
çevirmesini istemiş, o da bazı faydalı bilgileri ve izahları da ekleyerek tercümeyi
gerçekleştirmiştir. Cemaleddin Hindî’nin ismine nisbetle de et-Tefsîru’l-Cemâlî ale’t-
Tenzîli’l-Celâlî ismini vermiştir.
2. et-Tefsîru’l-Cemâlî ale’t-Tenzîli’l-Celâlî
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî tarafından Fethu’r-Rahman ismiyle yapılan Farsça
Kur’ân tefsîrinden Mevlana Şeyh Muhammed Cemaleddin Hindî Dehlevî’nin teşvikleri,
gayretleri ve ricası üzerine Mevlana Muhammed Hayreddin Han Hindî Haydarabadî’nin
Türkçe’ye yaptığı çeviridir. Mevlana Şeyh Muhammed Cemaleddin Hindî Dehlevî,
Kur’ân-ı Kerîm’in ve tefsîrlerinin yaygın bir şekilde öğrenilmesi, baskılarının yapılıp
dağıtılması için ömrünü bu yola vakfetmiş bir kişi olduğu için dedesi Şah Veliyyullah
ed-Dihlevî’nin Fethu’r-Rahmân tercümesini ve diğer tefsîrleri devamlı okutmakta ve
farklı dilleri kullanan toplulukların da istifadesi için Fethu’r-Rahmân’ı Afgan diline
tercüme ettiği gibi Türkçe’ye tercümesini de istemektedir.201 Erbâb-ı himmetin, tefsîrin
199 Veliyyullâh , Azîmü’d-Din Ahmed b. Abdü’r-Rahîm, Hindistan’ın en yüksek âlimlerinden bir zât olup 1114’de doğmuştur. Şah Veliyyullah, muktedir bir âlim, derin bir mütefekkir, ilâhi bir şâirdir. Tefsirde, hadiste, hikmet-i teşrî’de yüksek bir vukuf sâhibidir. Kendisi Hindistan’ın müceddit, müctehid bir âlimi sayılmaktadır. Bu muhterem âlimin doğumu, Moğol saltanatının Hindistan’daki en parlak devresine tesadüf etmektedir. Moğol istilasıyla birlikte Hindistan’ın her tarafında bid’atlar türemiş, müslümanların ilim sâhasındaki çalışmaları yalnız mantığa, fesefeye munhasır kalmış, Đslâm ilimlerine derinliğine vâkıf olan zâtlar azalmış Şiîlik olanca hızıyla her tarafa yayılmakta devam etmekteydi. Çünkü Moğol Hükûmeti, Sultân Humâyun devrinden beri Şiîli ğin hâmîsi kesilmişti. Moğol sarayları Đran’lı Emirlerle dolmuş, Ehl-i Sünnet himâyeden mahrum kalmıştı. Đşte Veliyyullâh, böyle bir zamanda yetişmiş, ilk tahsîlini babasından yapmış, sonra tarîkat-i Müceddidiyye’nin vârisi bulunan Allâme Şeyh Efdalü’d-Dîn Sırr-i Hindî’den hadîs okumuş, 1142’de Hicaz’a gidip iki sene kadar Arabistan’da kalarak Ebû Tâhir Medeni’den de hadîs almış, nihâyet büyük bir mürşid, münevver bir rehber olarak Hint bölgesini nurlandırmaya başlamış, tefsîr, hadîs, akaid ilimlerini her tarafa neşrederek Şiîlikle mücâdeleye davâm etmiş, Kitâbullah ile Sünnet’in hakikatlerini, sırlarını halka anlatmaya çalışmış, Şiîli ği Hindistan’da başarısızlığa uğratmıştır. Bu değerli âlim 1176’da vefât etmiştir. (Bilmen, no: 405; Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XVII, 236-248) 200 Bu kısa ve özlü bir tefsirdir. Đlim sahibi olup, tefsir okuyabilecek seviyeye gelen talebelerine okuturdu. Tefsir okuyabilecek seviyeye gelmeyenlerin bu pek kıymetli eserden fayda yerine zarar görebileceklerini söylerdi. (Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XVII, 238) 201 Tefsirin sonunda şu cümleler bulunmaktadır: “Âlemin böyle gafletli günlerinde, Mevlâ-yı Müteâl Hazretleri’nin mahz bir ihsân-ı kerîmidir ki memâlik-i Hindistan’dan medine-i Bofâl’da hâdim-i şeriat, müdebbir-i umur-i memleket Muhammed Cemaleddin Han Hindî-i Dehlevî hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’in manasını herkes fehm itmek üzre Hind ve Afgan lisanlarında tefsirler tertib ve tabʻ itdirüb diyar-ı
85
Türkçe’ye de kazandırılmasını istemeleri üzerine bizzât kendisi Hayrettin Han’dan rica
ederek bu vazîfeyi yerine getirmesini talep etmiştir. Hayreddin Han da bazı faydalı
bilgileri ve gerekli açıklamaları da ekleyerek tercümeyi gerçekleştirmiştir. Tercüme
olarak kaydedilen cümlelerin başına te harfi, faide başlığı altında tefsîr niyetiyle
konulan cümlelerin baş tarafına ise fe harfi konulmuştur. Tefsîri neşredenin yazmış
olduğu mukaddimede bu hususlar şu şekilde ifade edilmektedir:
“Ve iş bu kitab-ı âli-ünvân tercüme-i Kur’ân olduktan başka tefsîre
müteallik bir nice fevâidi dahi müştemil olmakla tercüme ile fevaidin beyni fark
olup mütalaasında sühulet olması içun müellif hazretleri tercümeye te ve faideye
fe harfleriyle işaret buyurmuşlardır. Kezalik resm-i Mushaf’ta müteâref olan vakf
ve ibtida ve taksîm-i âyât ve rüûs-u âyât rumuzlarını dahi sebt ve tahrir buyurup
tilavet-i Kur’ân edenlere bununla bir faide-i diğer bahş etmişler.”
Bu açıklamalardan sonra durak işaretleri ve hükümleri açıklanmaktadır.
Tefsîrin sonunda insanların imanlarının zayıfladığından, âhiretten daha çok
dünyaya ehemmiyet vermeye başladıklarından, dolayısıyla Kur’ân’ın ve dini ilimlerin
kimse tarafından öğrenilmediği ve evlatlarına öğretilmediğinden, bunun neticesi olarak
nesillerin hidayetten sapıp heva ve heves yoluna, şeytanın izine gittiklerinden,
gayrimüslimlerle beraberliklerinin artması nedeniyle zamanla aralarında bir fark
kalmayıp kalplari arasında muhabbetin peydah olduğundan şikayetle insanların, ehl-i
Đslâm’a sünnet olan selamı dahi unuttuklarını söyledikten sonra Kur’ân’ın hidayet
kaynağı olduğunu ancak anlaşılmadan okunmasının faydasının olmadığını, bu sebeple
tercümeler yoluyla manasının anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir.
“ Đmdi insanı tarîk-ı Hakk’a hidayet idüb nefsini tezkiye ve terbiye itmeğe
Kur’ân gibi bir mürşid-i kâmil olamaz ise de fakat bu dahi Tutî kuşunun bir kaç
söz öğrenüb manasını bilmeyerek ağzından çıkardığı gibi Kur’ân’ın yalnız
elfazını teallüm idüb mahâric ve tecvid-i hurufuna sarf-ı evkât ile hâsıl olmaz.
Hindiyye ve bilâd-ı Afganistan’da nüshaların neşr eylemişler ki himmetleriyle hâs ve âm meânî-i Kur’aniyyeyi kolayca ve güzelce fehm itmişlerdir. Bu defa Türkistan ahalisi dahi meânî-i Kur’aniyyeden âşina olmaları niyet-i hayriyyesiyle Hindistan’a hemcivar olan Türkistan-ı kadim ahalisi lisanlarına muvafık olarak Türkçe bir tefsir tertib olunmasına himmet eylediklerinde bi-hamdihî Teâlâ işbu Tefsir-i Cemâlî telif kılınmıştır.” (IV, 233)
86
Elfazı okumak lisanın hazzı olub manasını tefekkür ve mucibince amel itmedikçe
kalbe bir şey sirayet itmez. Nice hâfızlar var ki ömürlerini tecvide sarf idüb
manayı fehm itmemekle ve tefsîr cânibine gitmemekle Hudâ ve Rasûl’den gâfil
ve câhil kalmışlardır...”202
Bu sözlerin söylendiği zamanda halkın Kur’ân kültürü ve bilgisi ile dini
hassasiyetinin bu günle kıyas götürmeyeceği âşikardır. Buna rağmen Cemâleddin
Han ve Hayreddin Han gibi himmet sahibi kimseler insanların dînî terbiyesi ile
yakından ilgilenmekte ve çanhıraş bir şekilde çalışmaktadırlar. Cemaleddin Han
tercüme ettirdiği bu tefsîri bastırabilmek için Hind âlimlerinden eş-Şeyh
Muhammed Huseyn b. eş-Şeyh Đsmâil ed-Dihlevî’yi Mısır’a göndermiş, bu âlimin
gayretleriyle tefsîr üç ay içerisinde basılabilmiştir.203
Cemaleddin Han’ın tefsîr derslerinin nasıl yapılması gerektiğine dair Hindî
lisanıyla tertib ettikleri usul, tefsîre yeni başlayanların kolay yoldan anlama ve
öğrenmeleri, Kur’ân’ın manalarından az zamanda haberdar olmaları için terceme
edilerek eserin son kısmına eklenmiştir. Cemaleddin Han’ın, Tefsîr Dersi Metodu
denilebilecek olan “Tertib-i Talim-i Tefsîr-i Kelam-ı Rabb-i Kerim” başlığı altında
anlatmış olduğu ders usûlünü misâl teşkîl edebileceği için aşağıya alıyoruz:
“Hoca eline tefsîri alub, okuyan kimse Mushaf-ı Şerif’i elinde tutar.
Đbtidâ bir âyet okunub her kelimenin manasını ayruca ayruca söyler ve aralıkda
zamirlerin gaib ve muhatab ve mütekellim ve müfred ve tesniye ve cem’
olduklarını beyân ider. Ba’dehu okuyan kimesne dahi bu vech üzere Mushaf’tan
mana virir. Zihninde kararlaşıncaya değin birkaç defa tekrar idüb ba’dehu başka
âyete şüru’ ider. Ve minval-i sabık üzre mana virerek dersi tamam eyler... Đşte bu
tertib üzre ders virüb mübtedilerin zihnine güzelce yerleşdirilse ve okunan dersler
unudulmaması içün birkaç günde bir defa geçen dersleri tekrar itdirüb
müdavemet olunsa bi-inâyetillahi Teâlâ az vakitte Kur’ân’ın manasını fehm
itmeğe isti’dâd ve meleke hâsıl olur.”204
202 Đstanbul, 1294, IV, 232. 203 IV, 235. 204 IV, 233.
87
Bu tefsîrin dört ciltlik tam bir nüshası Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde
basma eserler kısmında 997.12 -94.95. K53 numara ile kayıtlıdır. Diğer bir nüshası da
Marmara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Kütüphanesi Şişli Bölümü 20 numarada
Cilt 1: Fihristten sonra Farsça bir münacaat ve Farsça bir mukaddime vardır.
Ayrıca Türkçe musahhihi Necib Efendi’nin bir takrizi yer almaktadır. Âyetler
harekelidir ve parantez arasındadır. Tercümeler, âyeti takip etmektedir. Tercümeden
evvel (T) işareti ve tefsîr kısmından evvel (F) işareti konularak tercüme ve tefsîr
birbirinden tefrik edilmiştir. Ayrıca zaruri olarak tercemeye ilave edilen kelimeler
parantez içindedir. Bu cilt En’am sûresine kadar olup 209 sayfadır.
Cilt 2: Başında fihrist vardır. Enam sûresinden Kehf sûresine kadar olup, 236
sayfadır.
Cilt 3: Basında fihrist vardır. Kehf sûresinden Yâ-Sîn’e kadar olup, 228 sayfadır.
Cilt 4: Basında fihrist vardır. Saffat’dan Kur’ân’ın sonuna kadardır. 235
sayfadır.
3. et-Tefsîru’l-Cemâlî ale’t-Tenzîli’l-Celâlî’den Örnek Metinler
a) Fatiha Sûresi:
“Fatiha Sûresi Mekkîdir ve dahi Medenîdir ve işbu sûre yedi âyettir.
Esirgeyici bağışlayıcı olan Allah’ın adıyla okurum.
1. Övmek Allah Teâlâya alemleri besleyici olan, (f) insan âlemi ve cinn
âlemi ve melaike âlemi ve kalan âlemlere şamildir.
205 Bu tefsirin mütercimi çoğu zaman karıştırılmaktadır. Bayezit Devlet Kütüphanesi fiş kataloğunda Cemâleddin Han ile Hayreddin Han birleştirilmi ş, bir de bunların yanına Afgânî eklenerek şu isim ortaya çıkmıştır: AFGÂNĐ Cemâleddin (Mehmed Hayreddin). Bu vesileyle burada kütüphanelerimizin kataloklarının tekrar düzenlenmesi ve tasnif edilmesi gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Bilgisayar ile çalışan kütüphanelerin kayıtlarında dahi konular ve diller birbirine girmiş durumdadır.
88
2. Esirgeyici muhabbet edici
3. Ceza gününün maliki
4. Ancak Sana taparız ve ancak Sen’den yardım isteriz.
5. Bizlere göster doğru olan yolu,
6. Anların yolu ki in’am ettin üzerlerine
7. Üzerlerine ğadab olunmuşların ve yolun şaşırmışların yolunun gayrisi
(f) mün’amün aleyh olan kimselerden muradı dört bölüktür: Enbiya ve sıddikîn
ve şüheda ve salihin ve ğadab olunmuşlardan muradı yehudlardır. Ve azgınlardan
muradı nasaradırlar. (f) Bu sûreyi Allah Teâlâ kullarının dili üzere buyurmuştur
ki böyle diye olsunlar.’’
b) Bakara sûresinin Đlk Yedi âyeti:
“Sûre-i Bakara medenidir ve bu sûre iki yüz seksen altı veya yedi âyettir.
Esirgeyici bağışlayıcı olan Allah’ın adıyla okurum.
1. Elif Lâm Mim
2. Şu kitapta hiç şüphe yoktur, doğru yol göstericidir sakınıcı kimselere.
3. Onlar ki inanırlar görmediklerine ve müdavemet ederler namaza ve ol
şeyden ki onlara rızk verdik harc ederler.
4. Ve ol kimesneler ki iman getirürler ol şeye ki nazil oldı senin canibine
ve ol şeye ki aşağa indirilmiş oldu senden evvel ve ahirete ânlar yakîn iderler.
5. Anlardır hidayet üzerine kendi Rableri tarafından ve anlardır necat
bulanlar.
6. Elbette şunlar ki kâfir oldular, beraberdir anların yanında gerekse
tahvif et anları veyahut korkutma, iman getirmezler.
7. Allah sübhanehü anların kalbleri üzerine mühür urdu ta ki fehm
itmiyeler ve kulakları üzerine dahi mühr urdu ta ki doğru söz işitmiyeler ve
anların gözleri üzerinde perde vardır ve anlar içün büyük azab vardır.”
89
c) Đnşirâh Sûresi:
“Elem neşrah sûresi Mekke’de nâzil olmuş ve işbu sûre sekiz âyettir.
Bağışlayıcı esirgeyici olan Allah’ın adıyla okurum.
1. (t) Ayâ açmadık mı seniniçün sîneni. Yani sînesini geniş kıldı ta dînin
ağır olan yükünü tahammül ide ve hem zâhirde ferişteler ol Hazret
aleyhisselâmın sînesin yarub kalbinde olan karayı çıkarub sînesini arıtdılar ve
yıkadılar.
2-3. (t) Ve ırak kıldık senden senin yükünü ki ağır kılmışidi senin arkanı.
(f) vahyin nüzûlü ol ziyâde çetin olurdu sonra kolay oldu.
4. (t) Ve yüce yasadık senin zikrini. (f) yani peygamberlerin ve
feriştelerin arasında senin adın ziyade yücedir.
5-6. Pes elbette çetniliğe yapışmış kolaylık vardır, elbette çetniliğe
yapışmış kolaylık vardır.
7-8. (t) Vaktâ ki işden ve güçden kurtulursın Allah’ın ibâdetine mihnet
çek ve Rabbın cânibine tazarru’ eyle. (f) Yani vaktâ ki halka öğretmekten ferâğat
bulursun halvetde ibâdet itmeğe meşğûl ol.”206
E. Şeyhü’l-Đslâm b. Esedullah el-Humeydî ve el-Đtkân fî tercümeti’l-Kur’ân
1. Şeyhü’l-Đslâm b. Esedullah el-Humeydî
Müfessir Şeyhü’l-Đslâm b. Esedullah el-Humeydî, Kazan’da doğup büyüyen ve
ilim tahsilini orada tamamlayan bir âlimdir. Đsminin başında bulunan Đmâm, Müderris
ve Şeyhulislâm ünvanlarından anlaşıldığına göre devrinin büyük âlimleri arasında yer
almıştır. Tefsîrinin iç kapağında müfessirin Yahşibay köyünden olduğu
kaydedilmektedir.
2. el-Đtkân fî tercümeti’l-Kur’ân
206 IV, 219.
90
Şeyhü’l-Đslâm b. Esedullah el-Humeydî’nin kaleme aldığı bu tefsîr Kazan’daki
müslümanlar tarafından yazılan birçok tefsîr ve tercümelerden sadece birisidir. Bu eser
Kazan’da basılan tam tefsîrlerden ulaşabildiğimiz tek eserdir. Đki büyük cilt halinde
1907’de Kazan’da Matbaa-i Kırımiyye’de Osmanlı alfabesiyle basılmış olmakla birlikte
biraz lehçe farklılığı bulunmaktadır. Kitabın kapağında şunlar kayıtlıdır:
“ Đmam ve Müderris Şeyhü’l-Đslâm b. Esedullah el-Humeydî’nin hizmeti
Mir Muhammed Kerim, 1853 yılında Bakü’de doğmuştur. Đlk tahsilini
medresede aldı. 1871 yılında Irak’a giderek on yıl Bağdat’ta Arapça, tefsîr, fıkıh, Đslâm
tarihi vb ilimler okudu. Daha sonra Tahran ve Tebriz üzerinden Bakü’ye döndü. Uzun
süre Đçerişehir’de Şah Mescidi’nin hocalığını (ahond), 1904’ten 1918’e kadar da Bakü
vilayetinde “Bakü Vilâyeti Şia Mescidi”nin başkanlığını yaptı. Bu arada Bakü, Kuba,
210 Bu dönemde 9 aded tam tefsir tesbit edilmiştir. Biz bu bölümde bunların 6 tanesini inceleme imkânı bulduk. Geri kalan üç tefsirden, Đbn Abdillah el-Bidlisi el-Hamidi (Şeyhülislam)’ye ait olan Kur’ân Tefsiri (Kazan dilinde, 2 cild, Kazan, 1907) ile aşağıda inceleyeceğimiz Đbn Asadallah al-Hamidi (Şeyhülislam)’ye ait el-Đtkan fî Tercümeti’l-Kur’ân (2 c. Kazan, 1907, Matbaai Kırımiyye) isimli eserin aynı olmaları muhtemeldir. Ancak kendilerine ulaşma imkânı bulamadığımız için kesin bir şey söylememiz mümkün olmamaktadır. Bunlardan Anonim, Kur’an. Kelam-ı Şerif tefsiri / Tefsir-i Fevâid (2 cilt, 378+480, Kazan, 1899/1900) isimli tefsiri sadece listelerde görebildik, kendisine ulaşma imkânımız olmadı. Ancak örnek kabilinden Kazan ve Azerbaycan bölgelerine ait birer tefsirin tanıtımını yaptık.
97
Cavadı, Şamahı, Gökçay ve Lenkeran gibi şehirlerin kadılığını da yapıyordu.
Kadılığının yanında da Ahuntluk, Privataklık (Öğretim üyeliği) imtihanlarında
komisyon başkanlığı vazîfelerini icra etti.
Mir Muhammed Kerim, Muharrem ayında dövünerek yas tutmaya ve bu
törenlerdeki bağırıp çağırmaya, fanatizme, batıl hurafe şeylere ve Đslâm’a tefrika
sokanlara şiddetle karşı çıkmıştır. 1905 yılında Ermeni-Müslüman çatışmasında beyaz
cübbesini giyip kırmızı bayrağı eline alarak şehrin meydanına çıkıp yağmur gibi yağan
kurşunlara aldırmadan çatışmayı durdurmuştur.
20 Nisan 1920’de Azerbaycan’ı işgal eden Kızıl Ordu, her yeri yağmaladığı gibi
Mir Muhammed Kerim’in evini de talan etmiştir. Baküvî bundan sonra Merdegân’a
gelip, hayatını tercüme ve ilmî kitaplar yazarak sürdürmüştür. 1937 senesinde Đslami
faaliyetlerde bulunduğu ve anti-sovyet olduğu gerekçesiyle bir akşam evinden alınarak
1939 yılı 15-16 Mart gecesi kurşunlanmış ve şehit edilmiştir.
“Mir” kelimesi “başkan” ve “emir” mânasına gelip, Baküvi’deki anlamı ise
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in soyundan geldiğinin işaretidir.
Kaynaklara göre Azerbaycan’da bu kelime, “Seyyid” olan kimselerin isminin başında
kullanılmaktadır. Hz. Ali -radıyallahu anh-’in soyundan olması nedeniyle “Alevî”,
şeceresi Đmam Musa Kâzım’a dayanması sebebiyle “Musevî”, Hz. Hüseyin -radıyallahu
anh-’in soyundan gelmesi sebebiyle de “Hüseynî” denmektedir. Eserleri şunlardır:
Telif Eserleri
1. Keşfü’l-hakayık an nüketi’l-ayati ve’d-dekayık
2. Đran Kentlerinin Hali
3. Tebriz’de Gördüklerim
Tercüme Eserleri
1. Ermenüse
2. Özreyi Kureyş
3. On Yedi Ramazan
4. Kerbela Yangısı
5. Fetâtu Gassan
6. Reşid’in Bacısı Abbase
98
7. Ebû Müslim el-Horasani
8. Salip Muharebesi
9. Emin ve Me’mun Kardeşler.
Bu eserlerden sadece On Yedi Ramazan ve Keşfü’l-hakayık adlı kitaplar
elimizde bulunmaktadır. Diğerleri ise Sovyet hışmına uğramıştır.211
2. Keşfü’l-hakâyık an nüketi’l-âyâti ve’d-dekâyık
Tefsîrin yazıldığı tarih ve ciltlerin hacmi sırasıyla şöyledir:
1. cilt 1321 senesi Şevvâl ayının 9’unda tamamlanmıştır ve 745 sayfadır.
2. cilt Yûnus sûresiyle başlamakta olup 1322 Rebiulevvel ayının 10. günü
tamamlanmış ve 791 sayfa tutarındadır.
3. cilt Rûm sûresiyle başlamakta olup 1323 Zilkâde ayının 22. günü nihayete
ermiş ve 959 sayfadır. Kapağında 15 Şaban 1322 tarihi bulunmaktadır ki bütün ciltlerde
aynı tarih kullanılmış olması hasebiyle konulsa gerektir. Aksi takdirde yazımı bitmeden
basılmış olmaktadır.
Eserin ikinci baskısı Gulâm Rızâ Muhlis tarafından hazırlanarak 1315/1895
yılında Tebriz’de “Şu’â’” matbaasında yapılmıştır. Gulâm Rızâ Muhlis, ilk baskıda vaki
olan matbaa hatalarını düzeltmiş, âyetleri muteber Mushaflarla karşılaştırarak tashih
etmiş, sayfada tefsîr edilen âyetin metnini kenara tam olarak yazmıştır.
Birinci cildin başında bulunan yayın evine ait olan takdim yazısında ilk Türkçe
tefsîrlere iki parağrafla değinildikten sonra bu tefsîrin Hâc Abdülmecid Sâdık Nevberî
tarafından Farsça’ya çevrilerek rûmi 1339 yılında Tahran’da neşredildiği ve bu
tercümenin baskılarının 1349, 1354, 1358, 1361 tarihlerinde tekrarlanmış olduğu ifade
edilmektedir.
Bâküvî, her cildin başına birer mukaddime yazmıştır. Birinci mukaddimede
ilmin faziletinden, ilimle cehli yok etmenin gereklili ğinden bahsettikten sonra Kur’ân’ı
tercüme etmenin gerekliliği üzerinde durmaktadır.
211 Mir Muhammed Kerim, Gerçeğin Doğuşu, haz. Ahmet Dolunay, Đstanbul, 2000, I, XV-XIX.
99
“Kur’ân-ı Şerîf’in ahkâm ve nüktelerini derk eylemek Kur’ân-ı Şerîf
Arap lisânında olmak cihetine muhtelif elsine sâhibi olub dîn-i Đslâm’a gerüyde
olan milletlerden ötüri mümkün değildir. Mâdâmîki Kur’ân-ı Şerîf’in
mazâmîn-i celîlü’l-kadri herbir tâyifenin öz lisânına tersir ve tercüme
olunmasa ondan nice ki lâzımdır menfaat-berdâr olabilmezler.
Eğerçi herbir tâyifeden Fâris ve Türk, Hindû, Berberî ve ğayr lisanlarda
Arab lisânına âlim olan şahıslar olublar ve gene mevcûddurlar ki ahkâm-ı
Kur’ân’ı halka tefhîm idüb yetürürler. Amma âlimden istimâ’ itmekile şahs özi
öz lisânında olan tefsîrden Kur’ân-ı Şerîf’in nükte ve ahkâmlarını bahub derk
itmek arasında fevk ez tasavvur tefâvüt vardur.”212
Bâküvî, birçok Arapça tefsîrin olduğunu ancak bunların sarf, nahiv üzerinde çok
durarak lafızlara önem vermeleri ve bu nedenle de Kur’ân’ın nüktelerine yer
vermediklerini bunun aksine millet-i Đslâm arasında tefrikaya sebeb olacak sözleri
zikrettiklerini söyleyerek Kur’ân-ı Kerîm’in bütün milletlerin tam bir uygunluk
içerisinde adâlet ve insâf üzere yaşamalarını emrettiğini hatırlatmaktadır.
Türkçe tefsîrler içinde Kur’ân’ın hakikatlerini ortaya koyan tefsîrlerin
bulunduğunu ancak bunların “şive-i Osmâniye’de” olduğunu bu nedenle de Azerbaycan
Türk dilinde konuşanların bu eserlerden istifade edemediklerini söyleyerek en büyük
hizmetin Türkçe bir tefsîr yazmak olduğunu ifade ediyor.
“Âlem-i Đslâmiyet’e büyük olan hıdmet zâhiren ve bâtınen Türk
lisânında olan millet-i Đslâmdan ötüri Türk dilinde bir Tefsîr-i sâde ve basît
telif itmekdir ki eshel vechile Kur’ân-ı Şerîf’in matlablarını derk idüb onun
makâsıd-ı âliyesinden mahzûz olub insâniyet sıfatlarıyla âraste olsunlar.
Felihâzâ hakîr akallü’l-halîka Mîr Muhammed Kerîm ibnül-Hâcc Mîr Ca’fer
el-Alevî el-Hüseynî el-Mûsevî el-Bâküvî özime lâzım gördim ki Azerbaycan
Türk dilinde bir tefsîr telif ideyim tâ în ki âlem-i Đslâmiyet hâdimlerinin
arasında bir hıdmet-i âcizânemiz mevcûd olsun.”213
212 Tebriz, 1373, c. 1, muk. 213 a.y.
100
Müellif, istifâde ettiği eserleri de bu mukaddimede zikretmektedir. Bunlar
ve sehvden hâlî olmamak cihetine ‘usr, harac belki teklîf-i mâ lâ yutâk lâzım
gelürdi. Hatta ulemay-ı tefsîrden Allâme Zemahşerî fâzıl Nesefî namazda sehv
ve şek itmeği Rasûl-i Hudâ cenablarına, hansiki her bir naks ve aybdan
müberrâ idi, isnâd virübdürler.”219
219 a.y.
105
III. Tanzîmât’tan II. Me şrûtiyet’e Kadar Matbû Türkçe Cüz’ Tercüme ve
Tefsîrleri
A. Osman Necâtî (v. 1293) ve Tefsîru’n-Necât ( 30. Cüz’)
1. Osman Necâtî
Eskişehir’de Alyu karyeli ulemâdan Ali Efendi’nin oğlu olan Osman Necâtî
1226 târihinde doğmuştur. Müderris Ak Köylü Mehmed Efendi’den okumuş, sonra
feyiz mahalli ve âlimlerin mekânı olarak tavsif ettiği Kayseri’ye gidip Hoca Kâsım
Efendi’den ve Gözübüyükzade Đbrahim Efendi’den tefsîr ve hadîs ilimlerini tahsîl
etmiştir. Nitekim hayâtının bu devrelerini tefsîrinin mukaddimesinde şu şekilde
anlatmaktadır:
“Mahall-i feyz ve makarr-ı ulemâ bulunan Kayseriye’ye azm-i râh edip
belde-i mezbureye vürudumda meşahir-i fudela ve esatiz-i küllden Kasım Efendi
hoca rahmetullah’dan ulum-u âliyyeyi tahsil edip ve belde-i mezburenin fudalâ
ve fehâmı ve sultan-ı müfessirinin izamı Gözübüyük oğlu Đbrahim Efendi
hocadan katretün mine’l-yemm 220 olarak ilm-i tefsîri kıraat,”221 ettim.
Buradan Đstanbul’a gelen mefessir Osman Necati Efendi, Đstanbul’da müderris
olmuştur. Tophane Müftüsü olarak bilinir.222 1293’de vefât etmiştir. Karacaahmet
mezarlığında medfundur.
Osman Necâti, faziletli bir sîmâdır. Tophane’de oturduğu bir zamanda
müslümanların talebi üzere Nebe’ sûresinden Kur’ân-ı Kerim’in sonuna kadar olan
sûrelere Tefsîru’n-Necât nâmiyle Türkçe, mufassal bir tefsîr yazmıştır.223
2. Tefsîru’n-Necât’ın Muhtevâsı ve Örnek Metinler
220 “Deryâdan bir damla” 221 Đstanbul, 1288, s. 3. 222 Osmanlı Müellifleri, I, 330 (Süleyman Hakkı Efendi Eskişehrî’nin tercüme-i hali içinde). 223 Bilmen, 437.
106
Osman Necatî, din kardeşlerinin ricası üzerine tefsîr ve hadisin diğer ilimlere
üstünlüğünün ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibi olduğunu düşünerek Nebe’ cüzünü
Türkçe olarak tefsîr etmeye niyet ettiği zaman kulağına ilham geldiğini, hikmetlerden
bir kısmının zihnine ilka olunduğunu ve eserin ismini tefe’ül ile Tefsîr-i Necati olarak
koyduğunu ifade etmektedir.
“Ba’dehu ol taraftan âsitane’ye azimet ve hasbel-kader Tophane-i
âmire’de sâkin iken bazı ihvan-ı dine Nebe’ cüzünü tefsîr idüb bu abd-i acizden
anın Arabi ve tercümesini iltimas ettiler. Bu daileri dahi ilm-i tefsîr ve hadisin
sair ilimler üzerine fazlı ke fadlil- kamer ale sairil- kevakib olduğu zevi’l-ukule
hafi olmadığını tefekkür ederken havatif-i Rahman’dan gûş-u hûşuma ilham ve
avatıf-ı hikmetten dühn-ü zihnime ilka olundu ki tamimen lil fevaid ve tetmimen
lil avaid olsun içun tefsîr-i Kur’ânı zeban-ı azbü’l-beyân-ı Türkî ile tercüme edip
anın nam u nişanını bitârîki’t-tefeül Tefsîr-i Necâtî deyu tesmiye eyleyim”224
Bundan sonra değerli ve faziletli kimselerle istişarelerde bulunmuş, kendisi de
istihare yaparak tefsîri yazmaya başlamıştır. Osman Necâti Efendi’nin tefsîri mufassal
bir tefsîrdir.
Đşârî tefsîr husûsiyetlerini taşımakla beraber dirayet ve rivayet yönü de
hissedilen bu tefsîrde, aldığı kaliteli eğitim sayesinde her alanda zengin bir birikime
sahib olan müfessir, bu birikimini burada ortaya koymuş; âyetleri tefsîr eden diğer
âyetleri ve hadisleri aynen tercüme ederek manalarını açıklamış, bir de yeri geldikçe
şiirler ve özdeyiş denilebilecek olan darb-ı mesellerle, hikâyelerle sözün akışını
sağlamış, zaman zaman usul kaidelerini ve furu’a dair meseleleri izah etmiş, böylece
zevkle okunabilen, sıkıcı olmayan tatlı bir üslub yakalamayı başarabilmiştir. Müellif bu
Yûsuf’a ulaşmaktadır.231 Hicrî 373 yılı Cemaziyelahir ayının 11. Salı gecesi vefat
etmiştir. Kıymetli eserleri vardır.
Tefsîru’l-Kur’ân isimli eseri Tefsîru Ebi’l-Leys olarak da bilinmekte olup
Osmanlı uleması ve halk tabakası nezdinde çok meşhur olmuştur. Fazla uzun olmayan,
orta boyda, latîf, faydalı bir tefsîrdir. Ebu’l-Leys bu tefsîrinde açık ve faydalı öğütler
vermektedir. Şeyh Zeynüddin Kasım b. Kutluboğa el-Hanefî (v. 899) hadis-i şerif’lerini
tahric etmiştir. 1310 senesinde Kâhire’de basılmıştır. Đbn-i Arap şah ismiyle meşhur
Şihab Ahmed b. Muhammed el-Hanefî’den (v. 854) başka iki kişi daha232 Türkçe’ye
tercüme etmiştir.233
Kaynaklarımızda tefsîrinden başka şu eserleri zikredilmektedir:
a- Tefsîr-i Cüz’i Nebe’.
b- Umdetü’l-Akâid.
c- Büstanü’l-Ârîfîn. Ahlâka dair bilgileri ve Đslâmî edebleri ihtiva eder.
230 Đshak Yazıcı, Tefsiru Ebi’l-Leys’in Muhtemel Kaynakları Hakkında Bir Araştırma, Samsun, 1988, s. 4. 231 Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, IV, 77. 232 Yazıcı, s. 7. 233 Keşfü’z-Zunûn, I, 441. Semerkandi, Besmele ve Fatiha Tefsiri, Çev. Mehmed Karadeniz, Đst. 1985, 160 sayfa.
110
d- Hızânetü’l-Fıkh. Hanefi mezhebinin fıkhi hükümlerini anlatan bir eserdir.
e- Tenbîhu’l-Ğâfilîn. Güzel öğütleri ve hikmetli sözleri ihtiva eden bu kitap 94
bâbdan müteşekkildir. 1040 tarihinde Kâtip Çelebi tarafından Türkçe’ye tercüme
edilmiştir. Zehebî (v.748)’nin ifadesine nazaran birçok mevzû hadisi de içermektedir.
f- Fedâilü Ramadan.
g- el-Mukaddime fi’l-Fıkh.
h- Şerhü Camiü’s-Sağir fi’l-Fıkh .
ı- Uyûnü’l-Mesail. (Fetva, teracim).
i- Dekaiku’l Ahbar fî Beyâni Ehli’l-Cenne ve Ehvâli’n-Nâr.
k- Muhtelifu’r-Rivaye fi’l-Hilafiyât beyne Ebi Hanife ve Malik ve Şafii.
l- Şir’atü’l- Đslâm. (Fıkh).
m- en-Nevâzil mine’l-Fetava.
n- Risale fî Usuli’d-Dîn.234
Tezkiratü’l-Mü’minîn Muhtasaru Kitâbi Tenbîhu’l-Ğâfilîn isimli kitabın
önsözünde, eseri ihtisar eden Ali ve Ahmed eş-Şedbici, hadis ilminde bilgisinin az
olduğunu, bu nedenle de bazı mevzu’ hadisleri tervic ettiğini söylemektedirler.
Bizim üzerinde duracağımız eseri ise yine Đbn-i Arapşah ismiyle meşhur Şihab
Ahmed b. Muhammed el-Hanefî (v. 854) tarafından Türkçeye tercüme edilen Nebe’ cüz’ü
tercüme ve tefsîridir.235
2. Nebe’ Tefsîri Tercümesi
Nebe’ cüz’ünün tefsîridir. Eserin başında mukaddime bulunmamaktadır. Hemen
tefsîre geçilmiş olup, eserin müellifi ve mütercimi hakkında hiçbir kayıda
kâim olub namaz kıl ve ol Rabbinden yana niyâz idüb hâcetlerini arz ile
mücîbü’d-daavât oldur.”237
c) Nâs Sûresi:
“Qul e’ûzü birabbi’n-nâs meliki’n-nâs ilâhi’n-nâs Yani Hak Teâlâ
buyurur kim eyt Yâ Muhammed sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem ben ilticâ idüb
sığınurın şol Allah’a kim bu halkın Rezzâk’ıdır ve mürebbilerdir kim envâ’-ı
ni’metle onları besler ve dahi anların Mâlik’idir. Emri ve hükmü bunların içinde
geçicidir. Ve dahi onların ma’bûdu ve Hâlik’idir ve perende oldur vire oldur. Pes
bu sûrede Hak Teâlâ kendünin rububiyyetini ve mâlikiyyetini ve ehliyetini bu
236 Đstanbul, 1317, s. 2. 237 s. 46-47.
113
nâsa izâfet kılub mahsûs kıldı. Halbudur ki dögli mahlûkâtın rabbi mâliki ve
ilâhıdır. Amma çün vesvese-i müvesvisinden âdem sadrına vâki’ olur iruğa vâki’
olmaz ve hem istiaze ol müvesvisinden olur nitekim Hak Teâlâ buyurdı “Min
şerri’l-vesvâsi’l-hannâs... yani sığınırım Allah Teâlâya şerr-i şeytandan ki beni
saklıya anın şerrinden ve mekâyirlerinden. Zira ben zaifim. Ben anı görmezem ol
beni görür. Allah Teâlâ kadirdir anın def’ine ki beni anın şerrinden
vesveselerinden saklayuvere. Pes ol şeytanın adı Hannas’tır. Yani burnunu ağzını
uzadub Âdemoğlu gönlüne vesvese kılub kaçan ki zikrden gafil ola. Amma
kaçan ki zikre meşgul ola kendüyi kabz idüb şol kirpi gibi dürilür. Kaçan fâriğ
olsa girişilyub vesvese ider. Âdem’e kıldığı gibi...
Hakk Teâlâ’nın fazlı ve keremi ve inayeti birle temmet. Ve lehü’t-
tevfîk.”238
Semerkandi, tefsîrinde işâri yöne ağırlık vermektedir. Đnsanları ibadete ve
Allah’ın emirlerine itaate yöneltmek için gayret sarfetmektedir. Tefsîrin tercüme
dili ise sade olmasıyla birlikte zamanımızdan oldukça uzaklara gitmektedir.
Mütercim Đbn Arabşâh, 854/1451 yılında vefât ettiğine göre bu tercüme 9/15.
asrın ilk yarısında yapılmış olmaktadır.239
238 s. 72. 239 Türkçe matbu tefsir ve tercümeler arasında Anonim, Haftyek. Kitab-ı şeref-meâb Haftyek Tefsiri; Anonim, Haftyek Hâzâ Tefsir Haftyek min Tefsir et-Tibyân; Anonim, Haftyek Tefsir-i Haftyek; Anonim, Haftyek Yangı Tefsir-i Haftyekka / Tefsir-i Beyân; Anonim, Haftyek Tefsiri; Anonim, Suver mine’l-Kur’an; Anonim, Hâmishi tefsir (616+5 s. Đst. 1320, Bahriye matbaası) isimleri de geçmektedir. Bunlardan ilk beşinin 230 sayfa civarında birbirine çok yakın hacimlerde olmaları ve hepsinin de Kazan’da basılmış olması aynı eserin farklı baskıları olabileceği izlenimini vermektedir. Altıncısı ise yine Kazan’da basılmış olup diğerlerinden farklı, bir kaç sureyi ihtiva eden bir eserdir. Haftyek veya heftyek, bir kaç sûreyi bir araya toplayan mecmu’a anlamına geldiği için bu eserleri cüz’ tefsirleri arasına almayı uygun bulduk. Bu tefsirlere ulaşmamız mümkün olmadığı için sadece isimlerini vermekle iktifâ ediyoruz. Yedinci tefsir, Đstanbul’da basılmıştır. World Biblioghraphi’de Ankara Milli Kütüphane’de olduğu kayıtlıdır. Ancak bu kütüphanede yaptığımız bütün aramalara rağmen esere ulaşamadık.
114
IV. Tanzîmât’tan II. Me şrûtiyet’e Kadar Matbû Türkçe Müstakil Sûre
Tercüme ve Tefsîrleri
A. Seyyid Muhammed Ârif ve Tefsîr-i Sûre-i Mülk
1. Seyyid Muhammed Ârif
Tabakat kitaplarında birçok Muhammed Arif isminde kişilerden bahsedildiği
halde Tefsîr-i Sûre-i Mülk müellifi Seyyid Muhammed Ârif hakkında herhangi bir
bilgiye rasltayamadık. Ayrıca mezkûr tefsîrde de müellifinin hayatı, ölüm tarihi,
yaşadığı yer ve bunun gibi hususlarla ilgili hiçbir ipucu bulunmamaktadır. Sâdece
kitabın sonunda “Harrarahû es-Seyyid Muhammed Ârif” kaydı bulunmaktadır. Bu
kayıt, Seyyit Muhammed Ârif’in müellif olmaktan daha çok müstensih olduğuna delâlet
etmektedir. Ancak bu hususta kesin bir hüküm vermek için yeterli delile sahip değiliz.
2. Tefsîr-i Sûre-i Mülk
Bu eser, sayfanın ortasında küçük bir çerçeve içerisinde daha çok Beydâvî’den
nakiller yapılarak oluşturulmuş Arapça bir tefsîrdir. Çerçevenin kenarında, metinden
daha fazla, Tefsîr’in hâşiyesi bulunmaktadır. Müellif çerçeve içerisindeki bölümde bir
âyetin tefsîrini bitirdikten sonra “Tercüme” diye bir başlık atarak önceki âyetin Türkçe
tefsîrini yapmaktadır. Bu Türkçe tefsîrleri umûmiyetle Tıbyân tefsîrinden
nakletmektedir.
Muhammed Ârîf, tefsîr metninde ve hâşiye kısmında birçok eserden istifade
etmekte ve nakillerde bulunmaktadır. Đsimlerini belirttiği eserler şunlardır: Kâdî Beyzâvî
Tefsîri ve onun Şeyhzâde Hâşiyesi, Rûhu’l-beyân, Hâzin, Tefsîr-i Hanefî, Tıbyân,
Hayâtü’l-kulûb, Hey’etü’l-Đslâm.
Bu metodu izleyen diğer iki tefsîr de ilerki sayfalarda tanıtacağımız Anonim,
Nebe’ Sûresi Tefsîri ve Yakub el-Afvî’nin Yusuf Sûresi Tefsîri’dir. Bu eserler aslında
Arapça yazılmışlardır. Ancak tefsîrini yaptıkları âyetlerin bir de Türkçe tercümesini
veya muhtasar tefsîrini de vermeyi mühim bir vazife olarak görmüş, Arapça
115
bilmeyenlerin de istifadesini düşünmüşlerdir. Başka Türkçe tefsîrlerden naklediyor
olsalar da böyle güzel bir düşünceyi ortaya fiil olarak koyup eserlerini halkın da kısmen
anlayabileceği bir seviyede tutmaları, hem kitaplarına bir güzellik ve renklilik katmış
hem de her türlü takdire layık bulunmuştur. Đşte bu husûsiyetlerinden dolayı da birçok
kimse tarafından Türkçe eserler sınıfına dâhil edilmişler ve biz de incelediğimiz eserler
kapsamına almış bulunmaktayız.
Kitap 55 sayfadır. Đstanbul’da hicri 1264 tarihinde Muhammed Said’in
nazâretiyle Daru’t-Tıbaati’l-Amire’de240 taşbaskıyla basılan Tefsîr-i Sûre-i Mülk ikinci
defa yine Đstanbul’da 1303 tarihinde Esad Efendi Matbaasında basılmıştır. Süleymaniye
Kütüphanesi Tırnovalı Bölümü 197 ve 198 numaralarda bulunan bu iki baskı arasında
hiçbir fark bulunmamaktadır.
3. Tefsîr-i Sûre-i Mülk’ten Örnek Metinler
Burada örnek olarak Mülk sûresinin ilk iki âyetinin tercüme ve tefsîrinin
veriyoruz:
“1. Muhdesler sıfatından teâli ve teâzum itti ol Allah Teâlâ ki cemi-i
umurun tasarrufu anın kabza-i kudretindedir. Öyle olsa her mü’mine layık olur ki
anın vahdaniyetin tasdik ide. Ve herhalde ona tevekkül ide. Ol nef’ ve zarar ve
ızz ü züll’den her şeye kadirdir.
2. Ol dünyada mevti ve ahirette hayâtı veya ikisin bile dünyada halk etti.
Dinildi ki anınla murad insanın mevt ve hayâtıdır. Allah Teâlâ dünyayı dar-ı
hayât ve dar-ı fena kıldı ve ahirette ise dar-ı beka ve dar-ı ceza kıldı. Ve mevti
takdim itti. Zira ki ol kahra akrebdir, veya akdemdir. Zira ki eşyanın cemîi
ibtidada mevt hükmünde idi. Ve nutfe ve türab ve emsali gibi. Badehü hayâtı
i’raz etti. Đbn Abbas ider: Allah Teâlâ mevti kebş-i aslah sûretinde halk itdi. Ol
her ne şeye uğrayub ol şey anın kohusun bulduysa ona mevt irdi. Ve hayâtı feres-
240 “Bu matbaada basılan ilk eserler arasında 1838’de basılmış olan Tercüme-i Nuhbetü’l-Menkûl fî Kavlihi Teâlâ “Ve mâ Muhammedün illâ rasûl” isimli Türkçe âyet tefsiri bulunmaktadır. Bu eser basılan ilk Türkçe tefsir olmalıdır.” (Bkz. Kabacalı, s. 55)
116
i bülgâ sûretinde halk itdi ki ona Cebrail aleyhisselam ve Enbiya rükûb iderlerdi.
Ol her ne şeye uğradıysa ol anın kohusun bulduysa ana hayât irdi. Đmdi mana; ey
mükellefler Allah Teâlâ sizin mevtinizi ve hayâtınızı halk itdi. Liyeblüveküm, ta
ki size teklifle mevt hayâtınızdan mevtinize değin muhbir muamelesi idüb ezelde
sizden sudur idecek eşyayı bildiğin icadla size dahi bildire ki eyyüküm ahsenü
amelâ, amelde kanğınız asvab ve ahlasdır. Veya aklda ahsendir. Veya
mehârîmullahda evraʻdır veya taate esraʻdır veya dünyaya ezheddir. Ve hüve’l-
Azîzü’l-Ğafûr, ol galibdir ki ahseni amelden iʻrâz idene intikâm ider ve iʻrazdan
tevbe idene mağfiret ider.”
B. Anonim, Nebe’ Sûresi Tercüme ve Tefsîri
1. Nebe’ Sûresi Tercüme ve Tefsîri
Müellifi hakkında hiçbir bilgi ve işâret olmayan bu tefsîr sadece ‘Amme’ diye
meşhur olan Nebe’ sûresini ihtiva etmektedir. Sağ taraftaki sayfanın ortasında Arapça
bir tefsîr, sol taraftaki sayfada ise aynı âyetlerin Türkçe tercüme ve tefsîri ve bu iki
sayfanın da çevrelerinde ve daha sonraki iki tam sayfada yine Arapça olarak bu
âyetlerin haşiyeleri yer almaktadır.
Arapça tefsîr daha çok özgün olarak hazırlanmış olmakla birlikte haşiye
kısımları umûmiyetle Ruhu’l-beyân’dan alınmıştır. Bunun yanında Ebu’l-Leys, Tefsîr-i
Lübâb, Đbn Şeyh, Sa’di Çelebi, Maturidi’nin Tevilatu’l-Kur’ân’ı, Kuşeyri, Tibyân, diğer
muteber tefsîrler ve mev’iza kitapları.
Müellif Arapça bir tefsîr yazmış ve bunu sayfanın ortasına yerleştirerek
kenarlara da yine Arapça olarak haşiye yazmıştır. Bizim ilgilendiğimiz tarafı ise
sayfanın ortasındaki çerçevenin içinde bulunan Arapça tefsîrle beraber götürülen Türkçe
tefsîrî tercümelerdir. Bunlar da Tibyân tefsîrinden alınmışlardır. Mustafa Celvetî, bahsi
geçen Arapça tefsîrlerden birçok nakillerde bulunduktan sonra tercüme başlığı altında
Tibyân’dan nakillerde bulunmakta ve sûreyi baştan sonuna kadar eksiksiz olarak Türkçe
tefsîr de takip etmektedir.
Müellif tefsîrini 1133 senesi Muharrem ayının son Çarşamba’sı ikindiden sonra
bitirmiştir.
Tefsîr 3+116 sayfa olarak Mehmed Raci tarafından Đstanbul’da 1266/1849
tarihinde Matba-i Amire’de basılmıştır.
Đkinci baskısı 1279/1862 tarihinde Daru’t-Tıbaati’l-Amire’de yapılmıştır.
Üçüncü baskısı da 1318/1900 tarihinde Arif Efendi Matbaasında yapılmıştır.242
3. Netîcetü’t-tefâsîr fî sûreti Yûsuf’tan Örnek Metinler
Burada tefsîri tanıtıcı mahiyette sûrenin başından ve sonundan örnek metinler
vereceğiz.
a) Sûrenin Đlk Üç âyeti:
242 Bazı kütüphane fişlerinde ve bunların tesiriyle Kur’an tercümeleri listelerinde bu eser Đsmail Hakkı Bursevî’ye (1137/1724) atfedilmektedir. Bu hata muhtemelen iki büyük âlimin de sahip olduğu el-Celvetî nisbesinden kaynaklanmaktadır.
122
“Elif-Lâm-Râ. Tilke âyâtü’l-kitâbi’l-mübîn. Đşbu sûre âyâtı şol
i’cazda emri zahir veya meânisi vâdıha veya ânı tedbîr idene min ındillah idüğü
mübeyyine âyât-ı kitabdır.243
Đnnâ enzelnâhu Kur’ânen ‘arabiyyen le’alleküm ta’kılûn. Đşbu Yusuf
ve Yakub ve evladı ahbarını mütezammın kitabı Kur’ân-ı arabî olduğu halde
inzal ittik tâ ki anda olanı fehm ve meânisini tedebbür idüb kasası bilmeyene tâ
mu’cize idüğünü bile. Nahnü nakussu aleyke ahsene’l-kasas. Ya Muhammed!
Biz sana kıssaların ahsenini zikr itdik. Ahseniyyeti şol vecihdendir ki kıssa-i
Yusuf’da iber ve hikem ve nüket ve fevaid vardır ki anınla din ve dünya ıslah
olunur. Ol siyer-i mülûk ve memâlik ve ulema ve mekr-i nisa ve ezay-ı a’dâya
sabır ve anlardan hüsn-i tecâvüz ve ğayri fevaiddir. Bimâ evhaynâ ileyke
heze’l-Kur’ân. Đşbu sûreyi sana vahyimizle, Ve in künte min kablihî lemine’l-
tasdîkallezî beyne yedeyhi lakin andan evvel nazil olan Tevrat ve Đncil ve sair
kütüb-i münzelenin tasdiki oldu ve tafsîle külli şey’in ve her şeyin taafsili vardır
ki umur-ı diniyyede ibâd ana muhtac olur. Ve hüden ve rahmeten li-kavmin
yü’minûn ve dalaletten irşad u beyân ve azabdan emân vardır şol kavm içün ki
anı tasdik ve mucibiyle amel iderler.”245
D. Gözübüyükzâde Đbrahim el-Kayserî (1253/1837) ve Tercüme-i Sûre-i Duhâ
ve’l-Kadr ve’l-Asr
1. Gözübüyükzâde Đbrahim el-Kayserî
243 s. 4. 244 s. 5. 245 s. 115.
123
Đbrâhim Efendi, Kayseri âlimlerinden derin bilgi sahibi ve velûd bir şahsiyettir.
Tarikat-ı Muhamediye’yi şerheden Hâdimî nisbesiyle meşhur ve Hâdim müftülüğü
yapmış Ebu Said Muhammed Efendi’nin en yakın talebesi olan ve bulunduğu
bölgenin meşhur âlim ve fâzıl simalarından biri olan Büyük Hüseyin Efendi’den aklî ve
naklî ilimleri tahsil etmiştir. Daha sonra müderris olarak uzun seneler talebe yetiştirmiş,
icazetler vermiştir. 1253/1837 yılında Şevval ayının 18’inde 93 yaşında vefât etmiştir.
Kabri Hâdim’dedir.
Đbrâhim Efendi, çalışkan, birçok farklı sahada kalem oynatmış, kıymetli eserler
bırakmış, birçok sahada kendini yetiştirmiş bir zât idi. Talebe arasında Gözübüyükzade
lakabıyla anılır ve tanınırdı. Eserlerini şu şekilde sayabiliriz:
a. Nebe’ Cüz’ü tefsîri, Türkçe bir tefsîrdir.246
b- Tercüme-i Sûre-i Duhâ ve’l-Kadr ve’l-Asr. Bu eserden biraz sonra
bahsedeceğiz.
c- Mecmûatü’l-kavâid, muhtelif ilimlerden bahseden 31 risâleyi içeren matbû’
bir mecmuadır.247
d- Mecmua. Kavâid-i külliyyeyi konu alan basılmamış mecmua,
e- Risale fî hakkı’l-Merfûât,
f- Takriru’l- Đstiâre,
g- Şerh-i Đstiâre-i Isâm, Türkçe bir eserdir.248
246 Erciyes Ünv. Đlh. Fak. Ktp. no: 4656’daki, müellifin muhtelif risâlelerini bir araya getiren mecmuanın 1. sayfasında ifade edilmektedir. 247 Kayıtlarda Risale fî Hakkı Besmele ismiyle geçmektedir. Đlk risale bu isimde olduğu için kitabın ismi zannedilmiş olabilir. Bu eserde muhtelif konulara dair 30 aded risale mevcûttur. Birkaç risale ismi şöyledir: Hamdele, Salvele, Emmâ ba’d, Đsmü’l-işarât fî evaili’l-kütüb, Fi’l-Fark beyne’n-nazar ve’l-fikr, fî tahkiki’l-ilmi’l-Vacib Teâlâ, Fî tahkiki’l-meseli’l-Eflatoniyye… Mecmua Đstanbul’da Necib Efendi’nin taş destgâhında 1274 târîhinde basılmıştır. Erciyes Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Kütüphanesi Genel 4656 numarasında bulunmaktadır. Arapça ve 56 sayfadır. 248 Osmanlı Müellifleri, c. 2. s. 8; Bilmen, 425. Gözübüyükzâde, Mecmûatü’l-kavâid, Đstanbul 1274.
124
2. Tercüme-i Sûre-i Duhâ ve’l-Kadr ve’l-Asr
a. Tercüme-i Sûre-i Duhâ
Eserin başında talebe arasında Gözübüyükzade diye meşhur Đbrahim el
Kayserî’ye aid olduğu kayıtlıdır.
Gözübüyükzade, tefsîri yazmasının sebebini249 belirttikten sonra hemen tefsîre
başlamaktadır. Zeki talebelerinden bir grubun ısrarları üzerine iki dünyada da faydası
olması ümidiyle Türkçe tercümeye başladığını ifade etmektedir. Talebelerin
istemelerinden dolayı Türkçe yazmış olmalıdır. Çünkü diğer eserlerini genellikle
Arapça olarak yazmıştır. Sûrelerin tercümeleri ile öğrencilerinin Arapça öğrenmelerine
yardımcı olduğu gibi derslerinde anlattığı usul kaidelerini uygulama ile gösterme fırsatı
da bulmuş olmaktadır.
Đbrahim Efendi sûrenin nüzul sebebini anlatarak tefsîrine şöyle başlamaktadır:
“Hak sübhanehü ve Teâlâ, Habîb’ine ve Rasûl’üne kerametle tebşir ve
müşrikînin ânın hakkında «Rabbisi anı terk etti ve bu’z etti» dedikleri nâmakule
sözlerine red içün Habibini terk itmeyüb ve bu’z itmediğinin üzerine iki şeye
kasem idüb buyurdu ki Ve’d-Duhâ, vakt-i Duhâ hakkıçün yani güneşin mürtefi’
olduğu vakt hakkiçün ki nehâr ol vakt kavî olur ve dahi ol vakitte Rabb-i Teâlâ
Hazretleri Mûsâ aleyhisselama tekellüm idüb ve sehara secdeye ilka olunmuştur.
Ve’l-Leyli, dahi gice hakkiçün izâ secâ ehli ya zalâmı sakin ve râkıd olduğu
vakitde mâ vedde’ake Rabbuke Ya Muhammed! Rabbin senden vahy kat’
itmedi sana veda’ idüb seni terk iden kimsenin kat’ı gibi belki liecli hikmetin
te’hir itti.”
Müellif âyetleri kısım kısım tercüme ettikten sonra bütün olarak tekrar toplu bir
tercüme daha yapar:
“Ve vecedeke dâllen, dahi Rabin seni ukûlen mühtedi olmadığın şerâyi’den ğafil
buldu fe hedâ derakab seni hidayet eyledi Kitab-ı Mübin’in muhtevi ve müştemil
249 “Zümre-i talibinden bir taife-i ezkiya sure-i Duha, sure-i Kadr ve sure-i Asr’ın tercümesin bu abd-i ahkardan defaatiyle ricalarında neyl-i ümniyye-i şeref-i dareyn recasıyla bedîü’l-beyân bir Türkî tercümeye ibtida olundu.”
125
olduğu menahic-i şerâyi’e Ve vecedeke dâllen fe hedâ Habibim kalb-i saadetini
hikmet ve şerayi-i ahkamdan hâlî bulub ilham-ı tevfik ile sana hidayet ittim
buyurur Allah.”
Duhâ sûresi bu minval üzere 4 sayfa devam etmektedir. Cep-boy
diyebileceğimiz bir ebatta küçük ve ince bir eserdir. Bu sûreden sonra Kadir sûresinin
tefsîrine geçilmektedir.
b. Tercüme-i Sûre-i Kadr
Bu sûrenin tefsîrinde Gözübüyükzade birçok eserden nakillerde bulunmaktadır.
Bunlardan tesbit edebildiklerimiz şunlardır: Đbn Hişam, Kadı Beyzavî tefsîri,
Kadr sûresi 16 sayfada tefsîr edilmiştir. Kadir sûresinden sonra ise Asr sûresi
gelmektedir.
c. Tercüme-i Sûre-i Asr
Gözübüyükzade sûrenin başında, beş vakit namaz içerisinde neden ikidi
namazına yemin edilerek başlandığını izah ederek konuya şu şekilde girmektedir.
“ Đkindi namazı hakkiçün. Salât-ı hamse beyninde bunu tahsis bi’l-kasem
itdi ki bu salât Arab’ın ticaret ve iştigalleri vaktinde vaki’ olub edasında
meşakkat-i kesire vaki olduğuna binaen, efdalü’l-a’mal eşakkuhâ252 fehvâsı
üzre efdal-i a’malden olduğu içündür.”253
Müfessir iman edip salih ameller eden mü’minlerin nasıl olmaları gerektiğini,
kimlerin bu sınıfa dâhil olduğunu genişçe anlattıktan sonra diğer âyetlerin tefsîrine
geçer ve kendisini kurtarmış bir insanın başkalarını da kurtama vazifesinin olduğunu, 250 s. 14-15. 251 s. 20 252 “Amellerin en faziletlisi en meşakkatli olanıdır.” 253 s. 22.
127
bunun önce genel olarak izah edildikten sonra önemine binaen bir dafa daha özel olarak
ifade edildiğini izah eder.
“Bundan sonra insanın kendi nefsinin ve ğayrinin mükemmeline
müteallik olan şey zikrden sonra, ğâyet-i şerefi olduğuna binaen ğayrinin
tekmiline müteallik olan şey tahsis ba’de’t-ta’mim tarîkiyle beyân idüb buyurur
ki ve tevâsav bi’l-hak.”254
Bu son âyet-i kerimede insanlara şiddetli bir uyarı olduğunu, kendini
kurtarmakla işin bitmeyeceğini hatta başkaları için uğraşmayanın kendisini de
kurtaramayacağını söylemektedir:
“Bu âyet-i kerimede vaîd-i şedid vardır. Şol cehennemden ki insan
mücerred kendi nefsini tekmil itmekle necât bulmaz belki nasihatle ve emir bi’l-
ma’rûf ve nehiy ani’l-münker itmekle, Allahu a’lemü bi murâdihi ve esrâri
kitâbihi ğayrın şanına ihtimam dahi lazım olduğuna delalet ider.”255
Asr sûresi iki sayfada tefsîr edilmiştir.
Kitapta birçok dizgi ve baskı hatası olması nedeniyle eksik harf ve yanlış
kelimelere sıkça raslanılmaktadır.
Duhâ, Kadr ve Asr sûrelerinin tercüme ve tefsîrinden oluşan 24 sayfa
tutarındaki, hacmen küçük ama kıymet bakımından çok büyük değeri taşıyan bu eser,
Ahmediye Camii imamı Hafız Mahmud Râcî tarafından, bir köşede kalarak unutulup
gitmemesi ve müslümanların istifade etmeleri için, Ali şevki Efendi matbaasında 1287
yılının Receb ayının 25. günü bastırılmıştır.256
E. Muhammed b. Đbrahim ve Kıssa-i Zîbâ Tercüme-i Yusuf ve Züleyhâ
1. Muhammed b. Đbrahim
254 s. 23. 255 s. 23. 256 s. 24.
128
Kaynaklardan edindiğimiz bilgilere nazaran bu müellifin III. Murad Han
devrinde yaşadığı ve babasının da Đbrahim isimli bir zât olduğu anlaşılmaktadır.257
Kitapta ‘Devr-i Sultan Murad Hân-ı Sânî geçmektedir. Hâlbuki te’lif tarihi 994/1585
olarak verilmektedir ki bu tarih III. Murad Hân (v. 1004/1595) zamanına denk düşmektedir.
Muhammed b. Đbrahim, bu eserini Beyzavî tefsîrinden te’lif ve tercüme etmiştir.
2. Kıssa-i Zîbâ Tercüme-i Yûsuf ve Züleyhâ
Müellif Yusuf kıssası üzerine birçok kıymetli eserin yazıldığını bunların Türkçe
olanlarının da bulunduğunu ancak bu eserlerin çok sanatlı nazımlar şeklinde
olduklarından kendisinin de bu konularda Türkçe olarak yazılan eserlerde nazmı pek
doğru bulmadığını, bu alanda nesrin daha güzel olacağını belirterek Hamdî’nin nazmı
üzerine bir nevi şerh gibi olan bu eserini ilminin azlığına ve kudretinin yokluğuna
aldırmadan “Her şerbette ayrı bir lezzet vardır” diyerek yazdığını belirtmekte ve şöyle
demektedir:
“Yusuf aleyhisselam bir kıssa-i ziba ve bir hikâyet-i bî-hemtâdır ki nazm
ve nesr üzre bülağa-i arab ve fusaha-i acem risaleler tasnif ve üslub-ı gârîb üzre
sihr ve icaza ve la mahâle gârîb makaleler telif edip gerçi fünün-u belağat ve
füsun-u fesahat üzre müellefata ğayet ve mûsânnefata nihayet yoktur. Bâhusus
Mevlana Kemal Paşazade ve Hamdî ve Yahya ve Çakrî rahimehumullahi
Teâlâ Türkî ibaretle birer risale-i dil-pezir ve makale-i la-nazîr nazm idüb bi
hadd maani-i bedia ilhak ve bi add sanayi-i acibe ilsak itmişlerdir ki kemal-i
belağat-ı istiâratının hallinde ukul muzmahil olur. Amma nesr üzre olan Türkî
nüshalarda bu hakir ânı dürüst bulmadığıma binaen nefes-i rahmânî gibi bir
hitâb-ı ruhani belki ilham-ı rabbani ve işarat-ı sübhaniyle dil dâî ve cânib sâ’î
oldu ki ol hikâyet-i bâ dirayeti Türki ibaretiyle bu ferid-i asr namına nesr idem.
Gerçi Türki ibaretten ve melahat ve zerafetten dûr ve belağat-ı letafetten mehcûr
ve erbab-ı kemal katında menfûrdu ve ben bende-i ser-efkende bu fende kalilü’l-
bidâ’a ve zelil-i bî-istitaayım... Bu cümle-i ile bu bende-i zelil nice risale tesvîd
257 Sicill-i Osmanî, II, 568.
129
ve ne gunâ nüsha temhîd ittim ki memdûd-ı enâm ve makbûl-i hâss ve âmm ola,
amma «Her şerbetde bir lezzet ve her kâsede bir melâhat olub» ve mübtediler
istima’ında temettu’ yolunu bulmağa kâbil mülahazasıyla bu hıdmeti mahz-ı
saadet add idüb adem-i istitaat ve kıllet-i bidâ’attan ihtiraz ve ictinab itmeyüb
fazl-ı Hakk’a tevessül ve lutf-ı Hudâ’ya tevekkül idüb edây-ı merâm ve sevk-i
kelâmda Mevlana Hamdî rahmetullah eserince gidup ol kitab-ı müşkîn-nikabın
ashabi’l-ikbal hala Silahdâr-ı Şehriyar olan Halil A ğa dâme ulüvvehü
Hazretlerinin nâmına ve muhtasarı risalenin itmamına ihtimam olundu. Ümiddir
ki esrar-ı keramat-ı evliya ve himmet-i sulehay-ı etkiyâ itmamına muavenet ve
müsâadet kıla!” 258
Müellif Muhammed b. Đbrâhim kitabına isim olarak ebced hesabıyla telif tarihini
de bildiren Ahsen-i Kasas-ı Şerife ibaresini seçmiştir.259
Sûrenin âyetlerinin meallerini verdikten sonra tefsîrini yapan müellif bahis
konusu ettiği âyetle ilgili olan Hamdî’nin nazmını vermekte ve daha sonra onun şerhini
yapmaktadır.
Kitabın girişinde sebeb-i nüzul için sekiz ayrı rivayeti nakleden müellif bu
konuda rivayetlerin daha fazla olduğunu ancak naklettiği kadarını kâfi gördüğünü
belirtmektedir. Birinci âyetin meali şöyledir:
“Yani Ya Muhammed! Ben ol Huday-ı bî-niyâzım ki Kur’ân-ı Azim ve
Kitab-ı Mübin’i lisan-ı Arab üzre vahy etmeği habibime va’d kıldım ki
hikâyetlerin ahseni ve muhkemidir. Tahkik sana vahy olmazdan mukaddem sen
kıssa-i Hazret-i Yusuf’tan gafil idin.”260
Bu âyetten sonra Âğâz-ı Kıssa-i Yusuf ve Züleyha başlığı261 altında Yusuf
aleyhisselam’ın hayâtının anlatımına geçilmekte ve tafsilatlı bilgiler verilmektedir.
Kitapta israiliyata genişce yer verilmiş Đbrahim, Đshak, Đsmail, Yakub, Yusuf
258 s. 3-5. 259 “Ve bu kitab-ı ferhunde-meâbın ism-i mübareki ve tarihi Ahsen-i Kasas-ı Şerife virülüb ümiddir ki muhibb-i muhlislerin nehâdı bu kıssanın semâıyla ilâ âhiri’d-deverân mesrûr-ı handân ola.” s. 5. 260 s. 10. 261 s. 10.
130
aleyhimusselam ve başka birkaç Peygamberlerle ilgili bol miktarda kıssalar
nakledilmiştir.
Bu uzun tarihi malumattan sonra Nazm-ı Hamdî başlığıyla beyit veya beyitler
yazılmakta ve bahsedilen noktaların tafsirine geçilmektedir.
Er isen avrata inanma ahî!
Avrat el attı enbiyâya dahî!
beytinden sonra262 Rabga Hatun’un nübüvvet duasını hile ile Iys yerine Yakub’a
isâbet ettirdiğini anlatmaktadır.
Iys’ın Hz. Yakub’a kızgınlığını ise şu beyt ile anlatır:
Anı katl etmeğe yemin etti,
Ol dua için ana kin etti.263
Eserin sonunda kitabı telif etme gayesinin dünyada sevab kazanmak âhirette
Peygamber Efendimiz’in Livâ-yı Hamd’i altında oturan mü’minlerden olabilmek ve
kıyamette salihlerle beraber haşrolabilmek olduğunu bildirmektedir:
“Bu risaleyi telifden maksat dünyada ecr ü mesûbata nail olmak ukbada
taht-ı livayı Hatemün-Nebiyyin’de sakin olan müslimin ile hemnişin ola. Amin!
Bizi salihler zümresi içerisinde haşr eyle! Ya Muîn!264
Muhammed b. Đbrahim, Kadı Beydavî tefsîrin’den çok istifade etmiştir.
Vidinli Hafız Hüseyin Efendi, Maarif nazaretine bu eserin basılması için teklifte
bulunmuş, teftiş hey’etinin tasdîkinden geçen eser II. Abdülhamid Han devrinde 1293
senesi Şa’ban ayının 15. günü Şevki Efendi matbaasında basılmıştır.
Bu eser, bazı listelerde, “Galatalı Muhammed Efendi, Sûre-i Yûsuf Tefsîri”
şeklinde zikredilir.
3. Kıssa-i Zîbâ Tercüme-i Yusuf ve Züleyhâ’dan Örnek Metinler
262 s. 13. 263 s. 13. 264 s. 313.
131
a) Müellifin tercüme ve tefsîr şekline bir misal olarak 101. âyeti verebiliriz:
“Bir gece kenar-ı Nil’de Hazret-i Yusuf aleyhisselam seccade üzre
namaza niyyet ve Vacibu’l-Vücud’a sücudla niyaza himmet ve dergâh-ı izzete
arz-ı ubudiyet etti ki: Ey Hâlık-ı kevn ü mekân ve Ey Râzık-ı ins ü can! Bu abd-i
bî-karârı diyar-ı Mısr’a şehriyar etmek mukadder ve ilm-i rü’yayı müyesser ettin,
dar-ı dünyada ve mülk-ü ukbada dahi veliy-yi nimetim sensin bunca ihsan ve atâ
cenabından bana i’ta olub geru avn u inayetin rica ve lutfundan hidayetin
temenna ederim ki bu abd-i hassını tevhid ve ihlâs üzre akıbetim hayr edüp hüsn-
i hatime ile ruhumu Đslâm ile teslim ettiğimde zümre-i salihine ilhak ve fırka-i
müttakine ilsâk idesin.”265
b) Son âyeti ise şöyle tercüme ve tefsîr etmiştir:
“Enbiya ve ümemin veya Yusuf ve ihvesinin kıssalarında ukul-i kamile
için ibret vardır. Kur’ân-ı Kerim iftira olunur kelam olmadı velakin mukaddem
nazil olan kütüb-i ilahinin tasdiki ve nasın din ü dünyada muhtac olduğu her
şeyin tafsil ve beyânı oldu. Ve saliklere rehnümâ ve kavm-i mü’minine Allah
Teâlânın hidayet ve tevhidi ve Peygamber -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem-’in
nuriyle rahmet oldu.”266
Müellif eserini şu mısralarla bitirmektedir:
Çün ahsen dedi bu kıssaya Hak,
Tamam etmeğe ettim cehd-i mutlak.
Buna ahsen deyicek Hak Teâlâ,
Kimin ne zehresi var kim diye Lâ.
Ümid-i mağfiret idüb Hudâ’dan,
Tamam ettim bunu bervechi ashen.267
265 s. 302. 266 s. 313. 267 s. 314.
132
F. Anonim, Tefsîr Tercümesi: Âyetü’l-Kürsî Đhlâs, Felak, Nâs, Fâtiha, Asr,
Kevser Sûreleri
Bu eser Tefsîr Tercümesi adı altında Âyetü’l-Kürsî, Đhlâs, Felak, Nâs, Fâtiha,
Asr, Kevser sûreleriyle birlikte namazda okunan diğer dua ve tesbihlerin tercüme ve
tefsîrlerini ihtiva etmektedir. Müellifi hakkında hiçbir açıklayıcı not veya en azından bir
ipucu bulunmamaktadır.
Kitabın baş tarafında namazdaki huşû’un nasıl sağlanacağını, namaz kılan
kimsenin ezanın okunuşundan, abdest alışından namazını bitirene kadar hangi duygu ve
düşünceler içerisinde olması gerektiğini âyet ve hadislerle istişhat ederek anlattıktan
sonra ihlâsın ehemmiyetinden bahsederek ancak ihlâslı amellerin kabul görüp sahibine
fayda sağlayacağını ifade etmektedir. Ebu’s-Suûd’dan nakilde bulunan eser sahibi
Âyete’l- Kürsî’nin tefsîrine başlar. Akabinde sırasıyla Đhlâs, Felak, Nâs, Fâtiha, Asr,
Kevser sûrelerinin; Sübhaneke, Kunut, Tahiyyât, Salli Bârîk dualarının tefsîrlerini
yapar. Bu tefsîrler, tefsîrî tercüme diyebileceğimiz türden geniş ve rahat tercümelerdir.
Daha sonra namaz esnasında rükû ve secdelerde ve bunların araların yapılmakta olan
tesbihâtı açıklar. Seyyidü’l-istiğfar duasının tercümesinden sonra bir kimsenin şakîler
defterinden ismini sildirmesinin yolunu beyân eder. Namazdan sonra okunmasını
tavsiye ettiği Arapça bir dua ile eserini tamamlar.
Eserin başlangıç cümleleri şöyledir:
“Malum ola ki namazı huşû’ ve hudû’ üzere edâ eylemek oldur ki; ezan
okunduğu vaktin Đsrâfil -aleyhisselam- mevtâyı ihyâ için sûru nefh ettiğini fikr
eyliye. Halk yerlerinden kalkup abdest alup mescide gelmek kaydında
olduklarını, kabirden kalkup mahşer yerine gitmelerini fikr eyliye... rükûda
kıyâmet günü Rabb teâlâya rükû’ olunsa (Ve ‘aneti’l-vücûhu lil-Hayyi’l-
Kayyûm)268 ve secdede kıyâmet günü Allah teâlâ hazretlerine secde olunsa
gerektir amma mütekebbirler ve müşrikler secde edemiyeler anları dahi fikr
eyliye. Ve yüd’avne ile’s-sücûdi felâ yestatî’ûn.269
268 Taha, 111 269 Nûn, 43.
133
Bilmek gerektir ki her amel Rabb Teâlâ hazretlerine arz olunur. Rızâen
lillah kalbiyle ve ihlâsıyla olan amel, zikr ve tesbih sâğ meyve misali arz olunur
ve gaflet ile olan ibadet, zikr ve tesbih çürük yemiş gibi arz olunur. Ğayri a’zanın
ibadeti dahi ona göre her biri bir nesne sûretinde arz olunur.”270
Namaz içinde her rek’at için bir rükû’ varken niçin iki secde oluğu konusunu
şöyle izah eder:
“Bir rükû’ itmek kulluk da’vasın itmektir. Yani bir teke taparım
dimektir. Şer’-i şerifte şahit iki olmayınca da’va kabul olmaz. Secde iki olduğuna
sebeb oldur ki evvelki secde farzdır, ikinci secde yakınlıktır. Nitekim Rabb Teâlâ
buyuruyor: Ve’scüd ve’gterib 271
Tefsîr Tercümesi’nden Örnek Metinler
Müfessir bu sûrelerin tercüme ve tefsîrini yaparken aynı metod ve üslubu
kullanmıştır. Bu bakımdan örnek olarak sadece Đhlas sûresini veriyoruz :
“Kul hüvellahü ehad. Eyt ya Muhammed ol Allah’a ki ben taparım.
Birdir, şerîki ve nazîri yoktur. Allahu’s-Samed, yani Allah Teâlâ yemez ve
içmez. Lem yelid, yani kimse doğurmadı kim milkini miras yeye. Ve lem yûled,
ve dahi kimseden doğmadı kim anası olup âna miras kala. Ve lem yekün lehü
küfüven ehad, yani âna denkdâş ve âna benzer kimse olmadı kim ululukta âna
gâlib ola.”272
Kitap 1303 târîhini taşımaktadır ki basım târîhi olsa gerektir. 22 sayfadır.
G. Giridli Sırrı Pa şa ve Sûre Tefsîrleri
1. Giridli Sırrı Pa şa
270 Đstanbul, 1303, s. 3-4. 271 Alak, 19. s. 4. 272 s. 7-8.
134
Sırrı Paşa Osmanlı vezirlerindendir. Girit’te Kandiye kasabasında, Konya’dan
Girit’e göçen bir Türk ailesine mensup olan Salih Tosun Efendi’nin oğlu olarak
1260/1844 tarihinde dünyaya gelmiştir.
Sırrı Paşa, medrese tasilini ikmal ettikten sonra Mahkeme-i Şer’iyye kâtibi
olmuş, sonra vezirlere Dîvân Kâtibi olmuştur. Bu arada Hekim Đsmail Paşa’nın kızıyla
evlenmiştir. 1284/1867-68’de Yanya mektupçu muavini, 1285’de Aydın mektupçu
muavini, bir yıl sonrra Prizren mektupçusu, üç yıl sonra da Tuna mektupçusu olmuştur.
Daha sonra Vidin mutasarrıfı olmuştur. Karasi, Trabzon, Kastamonu, Ankara, Sivas,
Diyarbakır, Adana, Bağdat valiliklerinde bulunmuştur. Vidin mutasarrıflığı sırasında
askere erzak temini hususundaki gayretlerini takdirle karşılayan Plevne kumandanı Gazi
Osman Paşa’nın padişaha arz etmesi üzerine, Bağdat valisi iken kendisine vezirlik
rütbesi verildi. 1307/1889-90’da tekrar Diyarbakır valisi olduktan sonra 1312’de
hastalığı dolayısı ile Đstanbul’a gelmiş ve 1312’de vazîfesinden istifa etmiştir. 23
Cemaziyelahir 1313/11 Aralık 1895’de kalb rahatsızlığından tedavi görmekteyken vefat
etmiştir. Sultan Mahmud türbesi haziresinde medfundur.
Paşa, vazîfede bulunduğu vilayetlerde daima faydalı eserler meydana getirmeye
çalışmış, yollar yaptırmıştır. Trabzon valiliği sırasında Samsun, Giresun ve Ordu’dan iç
kesimlere yol bağlantısı sağlamıştır. Bağdat valiliği sırasında, halen kullanılmakta olan
Sırrıyye Barajı’nı yaptırmıştır. Hindiyye seddinin inşası ve Hille kanalının açılmasında
mühim yardımları olmuştur.273 Âlim, edib, şair, gayretli ve tedbirli bir zâttır. Azil yüzü
görmemiş, sert mizaçlı iyi bir devlet adamıdır. Đlim ve fazilet bakımından benzersiz bir
şahsiyettir. Kıymetli eserler vücuda getirmiş, Kur’ân-ı Mübin’in bazı sûrelerine metin
bir üslub ile Türkçe tefsîr yazmıştır. Bu eserler muhtasar müfid birer tercüme ile izahtan
ibarettir. Bu zâtın güzide şiirleri de vardır. Şiir ve inşası makbul olmakla birlikte nesri
nazmından üstün görülmüştür. Şu beyitler bu cümledendir:
O nihâl-i bâğ-ı işve sana da eder temayül,
Ana gönül ne âh edersin buna rûz-gâr derler.
273 Cemal Kurnaz, Giritli Sırrı Paşa Hayatı, Eserleri, Şiirleri, Đstanbul, 2001.
135
Zalimlere mehl olmasa matlub-u ilahi,
Bir demde yakar âlemi mazlumların âhı,
Kâfi bana bilmek beni hiç bilmesin âlem,
Zira büyük âfettir o şöhret neme lazım.
Sırrı Paşa’nın eserleri şunlardır:
a. Sırr-ı Kur’ân,
b. Ahsenü’l-Kasas,
c. Sırr-ı Furkân,
d. Sırr-ı Tenzil,
e. Sırr-ı Meryem,
f. Sırr-ı Đnsan,
g. Sırr-ı Đstivâ (Bunlar metin bir üslub ile yazılmışTürkçe muhtasar tefsîrlerdir).
Birinci bölümde, Fatiha’nın ihtiva ettiği ilimleri özet olarak açıklamaya
başlayarak tefsîr tercümesine girmiş olmaktadır. “Sûre-i Fatihanın mutazammın olduğu
ulumu alâ sebili’l-icmâl beyân ider” Đkinci cilt de besmele hakkındaki bahislerle
başlamaktadır.
Bu eser Sırrı Paşa’nın telifi olmadığı için örnek metinlerimizi ve müellifin usul
ve üslûbuyla ilgili alıntılarımızı bundan sonraki esrlerine bırakmış bulunmaktayız. Bu
eserlerden yapacağımız alıntılarla aynı zamanda mütercimin tercüme etmede takip ettiği
yöntem de ortaya çıkmış olacaktır.
274Osmanlı Müellifleri, II, 246; Sicill-i Osmanî, V, 1507-1508; Bilmen, 448; Ekrem Gülşen, Giritli Sırrı Paşa ve Tefsir Đlmindeki Yeri, Đst. 1992, s. 18-22. (M.Ü. Sosyal Bilimler Ens. Y. Lisan Tezi)
137
Kitap Đstanbul’da 1302 tarihinde Şirket-i mürettibiye matbaasında üç cild
halinde basılmıştır. 280+240+287 sayfadır. Bir nüshası M.Ü Đlahiyat Fakültesi
Kütüphanesi’nde Hakses Bölümü 225 numarada bulunmaktadır.
b. Ahsenü’l-Kasas
Yusuf sûresinin ve genelde de Kur’ân-ı Kerim’in mana ve lafız olarak nasıl bir
mucize olduğuna ve Kur’ân okuduğunda aldığı edebi ve manevi hazları anlatarak
eserine başlayan Sırrı Paşa mukaddimenin sonunda Abdülhamid Han’a şükranlarını
sunarak ve dualar ederek tefsîrine giriş yapmaktadır. Sûrenin nüzul sebebini anlattıktan
sonra bütün tefsîrlerde rastladığımız meşhur ve malum besmelenin Kur’ândaki konumu
ile ilgili görüşlere yer vererek tercüme ve tefsîri yazılacak âyeti kaydeder ve Hulasa-i
meal-i münifi başlığıyla tercümeyi yazar. Tercümede müfessirlerin farklı görüşlerini
verdikten sonra dipnot ile mesela “Đmam Fahreddin Razi böyle mana vermiştir.” diye
belirtir.
Bu bölüm bittikten sonra Tefsîr ve Đzah bölümüne geçer ve burada rivayetlerle
ve dirayet ile tefsîr yapar. Yusuf sûresinin başındaki huruf-ı mukattaa sebebiyle bu
konuya girmiş ve konuyu etraflıca ele almıştır.
Usul-i Fıkh’taki elfaz bahsine girerek lafızların vuzuh ve hafa itibârîyle manaya
delâletleri konusunu ele alır ve uzun bir bahis yazar. Kelimelerin izahlarını yaptığı
bölümlerde daha çok Mehmed Zihni Efendi’nin Muktedab’ını kullanır ve uzun
nakillerde bulunur. Đ’caz-ı Kur’ân konusuna devamlı vurgu yapar. Kelime kelime tefsîr
denilebilecek bir tarz takib eden Sırrı Paşa, âyetin kelimelerini veya bir kaç kelimeden
oluşan grupları sıra ile ele alarak açıklanması gereken lafızları izah eder, kelimelerle
bağlantılı konulara girerek uzun parantezler açar275, bu geniş yelpazedeki mevzuları
işlerken de birçok farklı kaynaktan nakillerde bulunur.
275 Mesela isabet-i aynın hak olduğunun isbatı gibi: Đstanbul, 1309, c. 3 , s. 60.
138
Sırrı Paşa, zaman zaman Đşarat-ı latife başlığıyla bazı inceliklere Đşâret
Sırrı Giridi, bu eserinin birinci cildinde Zekeriyya -aleyhisselam-’ ın kıssasını
tefsîr etmiş ve bunu birinci cildin kapağında ifade etmiştir. Âdeti olduğu üzere bir
münacat ile başlayan müellif, padişaha medhiyede bulunarak bir mukaddime kaleme
almıştır. Bu mukaddime 10 Teşrinisani 1308 tarihli olduğundan dolayı eser basıldığı
tarihten üç yıl önce kaleme alınmış olmaktadır. Kitabın kapağında bulunan
“münderecatının tefâsir-i şerifeye mutabakatı, ulemay-ı kiram tarafından tasdik
buyrulmuştur” ibaresi müellifin ilim sahasındaki maharetini ve ulema arasındaki
konumunu göstermesi bakımından mühim bir göstergedir.
278 I, 58. 279 III, 72. “Hazer, kaderi men eder sanırlar” cümlesini, “Sakınıp tedbir almak, kaderin gerçekleşmesini engeller, diye zannederler” şeklinde çevirebiliriz.
140
Müellif, eserinin başına Tabakat ve Adab-ı Müfessirin adıyla bir bölüm
koymuştur. Sahabe tabakasından başlayarak beş tabaka yazmış her tabakadan birkaç
kişi hakkında bilgi vermiştir. En son Mekki b. Ebi Talib‘i (v. 437) anlatmıştır.
Tabakalardan sonra Adab-ı Müfessirin bölümünde müfessirin bilmesi gereken
ilimler ve tefsîrde dikkat etmesi gerekli hususlar anlatılmıştır.280
Asıl tefsîr bölümüne geçen müellif, sûre’nin tanım ve tarifiyle konuya girer.
Sûrenin tanımı ve haddi şöyledir: “bir tâife-i müterceme, tabir-i diğerle bir kıt’a-i
müstakile veya ayat-ı mahsusaya denir.” Tercümenin tanımını ise şu şekilde
yapmaktadır: “fi’l-asl bir lügati lügat-i diğerle tefsîr demektir.”
Sırr-ı Kur’ân adlı eserine aıflarda bulunan Sırrı Paşa, huruf-ı mukattaât
konusuna girer, Razi’den, Beydâvî’den nakillerde bulunur ve âyetlerin tercümelerini
farklı kıraatlere göre değişiklikleriyle beraber verir.
(mehcûr) olan şeytandan Allah’a sığınırım dimektir. Teavvüzde hikmet, isti’zan
ile kar’-ı bâbdan ibarettir.”
b) 10. âyeti şu şekilde tercüme etmektedir:
“Alâmetin odur ki mütevâliyen üç gün üç gece gayrullaha hitâb,
mâsivallaha iltifat itmeyesin diye hitab-ı izzet sadır oldu.”
Âyete bu şekilde meal verildikten sonra, rik’a yazı ile tefsîr notu bulunmaktadır:
280 Damadı M. Ali Aynî , bu bölümü ayrı bir kitapçık şeklinde 22 Nisan 1312 Haydarpaşa, kayıtlı bir takdimyazısı ile bastırmıştır. Takdim yazısında, bu eserin Sırr-ı Meryem için mukaddime makamında yazılmış olduğunu ancak Sırr-ı Meryem basılmaya hazır olmadığı ve hazırlanmasının uzun vakit alacağı tahmin edildiği için Sırrı Paşa’nın muhib ve takipçilerine bir hediye olmak üzere ayrı basılmış olduğunu söylemektedir. Tefsir ilmini şöyle tarif eder: “Elfaz-ı Kur’aniyyenin keyfiyyet-i nutkundan, medlülât-ı lügaviyye ve ıstılahiyyesinden, ahkâm-ı efradiyye ve terkibiyyesinden, hâl-i terkibde elfaz-ı mezkureye mahmul olan me’âni-i sâneviyyesinden, marifet-i neshten, sebeb-i nüzulden mübhemi muvaddıh kıssalardan bahs eyler”.(s. 1) Gayet muhtasar bir kitaptır. Küçük boy 30 sayfadır.
141
“Bu, seh rûz u şeb ile de merâtib-i mâsivallaha işâret buyruluyor ki onlar
da üç mertebedir; cemâdât, hayvanât, ruhâniyât.
Đmdi ruh, masivallaha adem-i iltifat ile zât-ı akdes-i Hudâ’ya tekarrüb
ittiği vakt, Cenâb-ı Allah dahi kendi nuru ile taze hayat bulan ve dil-zendeden
ibaret olan ğulâmın mevhibesiyle ruha tekarrüb etti.”
Sırr-ı Meryem, Đstanbul’da Vilayet matbaasında 1311 tarihinde basılmıştır.
Bu eserin ikinci baskısı ise hemen bir yıl sonra 1312’de aynı matbaada
gerçekleştirilmi ştir.
Bu kitap zamanında büyük bir ilgiye mazhar olmuş, Sırrı Giridi’nin takipçileri
denebilecek bir okuyucu kitlesi oluşmuştur.281
d. Sırr-ı Furkân/Tefsîr-i Sûre-i Furkan
Sırrı Giridî, önceki eserinde göstermeye calıştığımız metod ve usul üzere bu
kitabında da devam etmiştir. Kitabın başına şiir gücünü kullanarak duygulu ve içli bir
Münacat koymuş ve peşinden zamanın Padişahı II. Abdülhamid Han ’a dua ederek
başlangıçta bulunmaktadır.
Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’i Peygamber Efendimiz’e, bütün insanları ve
cinleri uyarmak için indirdiğini söyleyen Sırrı Paşa’nın ne kadar geniş ve rahat bir
tercüme yaptığı ve ifade olarak da sanatlı ve şaşaalı bir üslub kullandığı açıkça
görülmektedir.
Sırrı Giridi bu geniş ve rahat tercüme ile de kalmayıp Tefsîr ve Đzah diye bir
bölüm açarak âyet-i kerimeleri kelime kelime tefsîre tabi tutar, bu kelimeler üzerinde
Tedkikât-ı lügaviyye başlığı ile müfredat çalışmalarına dalar, ve bir çok farklı alanları
bir araya getirerek okuyanların istifade edecekleri sağlam ve güvenilir tefsîrler meydana
getirir.
281Tabakat ve Adab-ı Müfessirin, Đstanbul, 1312, s. 1.
142
Bursevî ve benzeri müfessirlerden uzun nakillerine raslanabileceği gibi Mesnevî
gibi edebi eserlerden de sık sık alıntılarda bulunmaktadır.282
Sırrı Giridi, nakil yapılması gereken yerde bunu gerçekleştirdiği gibi
yorumlanması gereken yerlerde de dirayetini ortaya koymaktan çekinmeyerek adeta
Rivayet ve Dirayet yolu dediğimiz aklî ve naklî tefsîr metodlarını birlikte
kullanmaktadır.283
Kitap 1309 senesinde yazılmıştır. Đkinci cildin sonunda kitabın yazıldığı târîhle
alakalı şu bilgiler yer alıyor:
“Evâili Adana’da, evasıtı Kerbelâ-yı Muallâ ile Medinetü’s-Selam’da,
evahiri şehr-i şehir-i Âmed’de keşide-i zertâr-ı tahrir olan bu tefsîr-i sehlü’t-
Muhammed Mustafa’ya (sallallahu Teâlâ aleyhi ve sellem) tenzil eyledi ta ki
cenab-ı risalet-meabları yahut nefs-i Furkan nezir-i kâffe-i efrad-ı ins ü cân
olsun.”284
H. Mehmed Fevzî Efendi (1242/1826-1318/1900) ve Risâle-i Rûhu’s-Salâh Đle el-
Havâssu’n-nâfia fî tefsîr-i Sûreti’l-Vâkıa
1. Mehmed Fevzî Efendi
Bir Türk müfessiri olan Mehmed Fevzî Efendi, Tavas ilçesine bağlı Yarangüme
kasabasında doğmuştur. Đbtidai tahsili Mevlana Hâdimî’nin torunu Said Efendi’den,
istikmal’i Mağnisalı (Manisa) Hacı Evliyazade Ali Efendi’dendir.285 Memleketinde ve
Manisa’da tahsilini tamamladıktan sonra Đzmir ve Đskenderiye’de tefsîr okutmuş,
Hicaz’a gitmiş ve iki yıl Mekke’de kalarak Kâbe’nin komşusu olmuştur. Kâbe’nin
yanında tefsîr derslerini Arapça olarak takrir etmiş ve hac menasikini de Türkçe olarak
anlatmıştır. Sonra Manisa’ya dönmüş, ardından Edirne’ye gidip orada yirmi sene
kalarak ilim neşrinde bulunmuştur. Edirne’de üç medrese yaptırmış, bir müddet
müftülük de yaptıktan sonra istifa ederek Đstanbul’a gelmiştir. Bu müftülüğü sebebiyle
ulema arasında “Edirne Müftüsü” olarak şöhret kazanmıştır. 1297 senesi Ramazan’ında
Kudüs-i Şerif’te halka verdiği vaazlardan müteşekkil olan Arapça Kudsiyyü’l-ferah fî
tefsîri Elemneşrah isimli eserinde 20 yıl ilimle uğraştığını Edirne’de iki defa icazet
verdiğini bununla beraber hiçbir zaman avamın eğitimiyle meşgul olmaktan uzak
kalmadığını bildirerek 41 yıldır her Ramazan nerede olursa olsun devamlı olarak va’z
ve irşad vazîfesini yerine getirdiğini ifade etmektedir. Tesirli va’z ve dualarıyla meşhur 284 Đstanbul, 1312, I, 14. Sırrı Paşa’ya ait, Sırr-ı Kur’an’ın hulâsası mahiyetindeki Sırr-ı Tenzil, Đnsan suresinin tefsiri olan Sırr-ı Đnsân ve Sırr-ı Đstivâ isimli tefsirlerin isimlerini vermekle iktifâ ediyoruz. Zira müellifin metodu farklılık arzetmediği için zikrettiğimiz eserler misal olarak kâfîdir. 285 Bkz. Osmanlı Müellifleri, I, 248.
144
olmuştur.286 Tefsir ve diğer ilimlere dair yayımlanmış yetmiş beş eseriyle yazma
halinde iki küçük risalesi mevcuttur.287 Çoğu tefsîrle ilgili olmak üzere bazı eserleri
şunlardır: 288
a. Tefricü’l-kalak fî tefsîri Sûreti’l-Felak (Đst. 1285) 102 sayfa, Arapça.
b. Kudsiyyü’l-irfân fî tefsîri Sûreti’n-Necm mine’l-Kur’ân (Đst. 1304). Kudüs’te
Kadı olarak bulunuşunun ikinci yılında yani 1298’de yine Ramazan ayında, önce vaaz
olarak halka anlatılan bu sûre tefsîri, Đstanbul’da Şirket-i Sahafiyye-i Osmaniye
matbaasında 1304 yılında 140 sayfalık bir kitap halinde basılmıştır, dili Arapça’dır.
c. Tesyirü’l-fülk fî tefsîri Sûreti’l-Mülk (Đst. 1307). 104 sayfa, Arapça.
d. Kudsiyyü’l-ferah fî tefsîri Elemneşrah (Đst. Ts.), 51 sayfa Arapça bir eser.
e. Mesiru’l-halâs fî tefsîri Sûreti’l-Đhlas (Đst. 1309). 69 sayfa, Arapça.
f. el-Havassü’n-nâfia fî tefsîri Sûreti’l-Vâkı’a (Türkçe), Đst 1313. 19 sayfa
Türkçe.
g. Nücûmu’l-ihtida fî rucûmi’l-a‘dâ (Đst 1315). 32 sayfa Türkçe.
h. Kudsü’l-Mesnevî. Arapça.
i. el-Ünsü’l-mânevî fî şerhi Kudsi’l-Mesnevî (Đst. 1299). 296 sayfa Farsça.
k. Rûhu’s-Salât Risalesi. Namazda okunan âyet, tehlil tesbih ve duaların
anlamları bilinmedikçe namazın hakikatine ermenin mümkün olmayacağını söyleyerek
bunların meallerini verir.289
1318 târîhinde Đstanbul’da irtihal etti. Fatih camii şerifi haziresinde medfundur.
Fevzî mahlaslı Divan’ı da vardır.290
286 Bilmen, 449. 287 Turgut, Ünlü Müfessirler ve Tefsirleri, ‘Fevzi Efendi’ maddesi. 288 Ali Turgut Mûsâ Kazım Efendi’nin Safvetü’l-Beyân fî Tefsiri’l-Kur’an adlı tefsirini Mehmed Fevzi Efendiye izafe etmektedir. 289 Diğer eserleri için bkz. Yılmaz, Ömer, Edirne Müftüsü Mehmed Fevzî Efendi, Ankara 2008, s. 82-122. 290 Osmanlı Müellifleri, I, 249.
145
Fevzi Efendi Türk edebiyatında Hz. Peygamber’le ilgili en çok eser veren
müelliflerden biri olduğu gibi sadece na’tlardan müteşekkil divan tertip eden birkaç
şâirden biridir. Türkçe, Arapça ve Farsça birer mevlid yazmasından mevlide karşı
husûsî bir alâkasının olduğu anlaşılmaktadır.
Fevzi Efendi çeşitli vazîfelerle Osmanlı coğrafyasının büyük bir kısmını
dolaşmış, ulema ve devlet adamlarıyla dostluklar kurmuş, halkı ve talebeleri yakından
tanımış bir Osmanlı aydınıdır. Bulunduğu vazîfelerde bir yandan eğitim için ihtiyaç
duyulan eserleri telif etmiş, bir yandan da ders okutmuştur. Hatta okutacağı birçok
dersin kitabını bizzat kaleme alıp yayımlamıştır.291
sûre her bir âyet her bir kelime ve herbir harfinde hazine-i zer ü cevher gibi her
ne türlü faide ve menfaat murad olunur ise hakikat-i mevcude olduğu
müsellemaâ ve muʻtekadât-ı sahiha-i Đslâmiyeden ise de lakin bazısında bazı
guna hassa-i mahsusa olduğu musârraha ve mansusadır. Ezcümle yüz on dört
suver-i Kur’âniyyenin elli altıncısı olan Sûre-i Vâkı’a’nın hassası kendüsini her
kim devam üzre vakt-i mahsusda kıraat ider ise ol kimse asla ömründe fakr u
fâkaya giriftar ve renc-i şâkkaya düçar olmamaktır. Đşte bu nimet, cümlenin leyl ü
nehar Cenab-ı Hudây-ı bî-enbâza dua ve niyaz eylemekte bulundukları bir nimet-
i uzmadır ki allahümme inni e’ûzü bike mine’l-fakri illâ ileyk 297 ed’iye-i
me’sûredendir.”298
Mehmed Fevzî, Kur’ân’ın anlamının anlaşılmadan, ancak tertemiz, abdestli bir
şekilde ve sağlam bir inançla okunması halinde Allah’ın lutfuyla bu ibadetin kabul
olacağını ve faydasının olacağını ifade ettikten sonra, velev hulâsaten bile olsa
ma’nâsını bilerek okumanın faydasının ve tesirinin diğerinden çok farklı olacağının
kimse tarafından inkâr edilemeyeceğini söylemektedir.
Müellifin bu kitabını yazmasındaki maksadı, öldükten sonra kendisinin
hatırlanacağı ve hayır dualarla yâd edileceği bir eser ortaya koymak, bu dualar
296 Kur’an’dan dilediğin yeri dilediğin kimse için al. Bu söz Kur’an sûre ve âyetlerinin aynı değerde ve kıymette olduğunu ifade etmektedir. 297 “Allahım! Fakirlikten ancak sana sığınırım.” (Dineverî, el-Mücâlese ve cevâhiru’l-ilm, IV, 453) 298 Đstanbul, 1313, s. 2-3.
149
vesilesiyle birçok hayırlara nail olup şerir kimselerden ve onların kötülüklerinden de
kurtulmaktır.
“Sûre-i şerife-i mezkurenin hâssası ve vakt-i kıraati hakkında merviye
olan ehadis-i şerife ve asar u ahbar-ı münifeleri beyân ve ale târîki’l-icmal
buyurdular ki ma’nây-ı şerifi “Eğer bir kimse her gice Sûre-i Vâkı’ayı kıraat eylemiş
olsa ol kimseye asla ve kat’â fakr u ihtiyac isabet itmez” dimektir.”302
299 Şu’âra, 84. “Ve bana sonrakiler içinde izi baki kalacak güzel bir nâm tahsis eyle.” 300 Tevbe, 120. “Şüphesiz Allah, yaptığı işi sağlam ve güzel yapanların ecrini zâyî etmez.” 301 s. 3. 302 s. 3.
150
Bu bölümde rivayetler incelendikten sonra Sûrenin tefsîrine geçilmektedir.
Đkinci bölümün başlığı şöyledir:
“Sûre-i Vâkı’a’nın ale Târîki’l-Đcmâl Hâsıl Ma’nâsı Beyân Olunarak Tefsîri”303
Burada Vâkıa Sûresinin tercümesi ve kısa, özlü bir şekilde tefsîri yapılmaktadır.
Fevzi Efendi, sûreyi üç bölüme ayırarak tefsîr etmektedir. Birinci bölüm baştan 16.
âyetin sonuna kadar; ikinci bölüm 16. âyetten 57. âyetin sonuna kadar; üçüncü bülüm de
57. âyetten sûrenin son âyeti olan 96. âyete kadardır.
Yukarda sınırları belirtilen her bölümden sonra bu bölümlerin toplu ma’nâlarının
ifade edildiği, bir ma’nâda tekrar sayılabilecek bölümler gelmektedir. Bu bölümleri
Mehmed Fevzî Efendi şu şekilde isimlendirmektedir:
“Buraya Gelinceye Kadar Zikr olunan Âyet-i Kerimelerin Zahir Ma’nâlarının Hulasası Şöyledir ki”304
Burada âyetlerin toplu ma’nâları, önceki bölümde ifade edilmiş olsa bile tekrar,
verilmektedir. Osmanlı âlimlerinde bu özelliğe sıkça raslamaktayız. Bu durum,
tercümenin aslın ma’nâsını tam olarak ifade edememesinden kaynaklanmaktadır. Önce
kelimelerin özel ma’nâları arada kaybolmadan verilmekte ancak bu durumda düzgün bir
ifade çoğu zaman ortaya çıkamamakta, daha sonra bu eksiğin telafisi için daha rahat ve
toplu bir ma’nâ düzgün cümle kalıpları dâhilinde sunulmaktadır. Bu durumu
örneklendirmeye çalışalım:
“17. Ol ehl-i cennetin üzerlerinde yani etraflarında velîdler yani şol güzel
oğlanlar li-ecli’l-hıdme deveran iderler yani daim dolaşurlar. Onlar yani ol
oğlanlar bir yaşında yani tazelikde ibka olunmuşlardır. Yani gençlik ve tazelik
halinden çıkubda dünyadakiler gibi «Eşabba’s-sağîr ve efna’l-kebîr kerru’l-ğadâti
ve merru’l-ışâ» beyti muktezasınca gocalmak haline girmezler belki daim genç
ve dinc ve ter ü taze dururlar.
18. Bi-ekvâbin; kûblara mülabis oldukları yani ellerinde kulpsuz ve
ümzüksüz kadehler. Ve ebârîqa; yani kulblu ve ümzüklü ıbrıklar. Ve ke’sin min
303 s. 5. 304 s. 7.
151
maîn; yani ve enhârin min hamrin lezzeti’l-li’ş-şâribîn305 âyet-i kerimesinde zikr
buyrulduğu vechile şarab ırmaklarından doldurulmuş kâseler ile yani bunları ehl-
i cennete virmek ve içürmek içün ellerinde tutdukları halde ol vildân deverân
ederler.
19. Yani ehl-i dünya dünya şarabını içdikleri zaman başları ağrımak ve
akılları başlarından gitmek ve kay itmek vaki ise de lakin ehl-i cennet ol şarabdan
nûş ittikleri zaman başları ağrımaz ve akılları zail olmaz belki halleri daha güzel
olur.”306
Müellif, bu minval üzere 57. âyete kadar tercüme ve tefsîr yaptıktan sonra
“Buraya Gelinceye Kadar Sebkat Đden Âyetlerin Zahir Ma’nâlarının Hulasası Şöyledir
ki” diyerek şunları yazar:
“Ehl-i cennet cennet-i alaya dühûl ettikleri zaman kendülerine yalnız
hizmet itmek içün tahsis olunmuş birçun asla gençlikleri geçmez güzel güzel taze
oğlanlar etraflarında ellerinde kulpsuz ve ümzüksüz kadehler ile ve kulblu ve
ümzüklü ıbrıklar ile ve şarab ırmağından doldurulmuş kâseler ile dolaşurlar. Ve
eğer ehl-i cennet taleb iderler ise anlara takdim iderler. Ve ol şarab öyle bir
şarabdır ki dünya şarabı gibi değildir. Zira anı içmekle ehl-i cennetin asla başları
ağrımaz ve dönmez ve gönülleri bulanmaz ve akıllarına halel gelmez...”307
Diğer bölümler de bunlara kıyas edilerek Mehmed Fevzi’nin nasıl bir metod
izlediği anlaşılabilmektedir.
Kitap, 2. sahifeden başlamakta ve 19. sahifede sona ermektedir. Đstanbul’da
1313 yılında basılmıştır.
Kitabın bir nüshası M.Ü. Đlahiyat Fakültesi Kütüphanesi Öğüt Bölümü 1099
numarada bulunmaktadır.
I. Muallim Ömer Nâcî Efendi Đstanbûlî ve Hulâsatü’l-Đhlâs
305 Muhammed, 15: “Đçenlerin zevk-yâb oldukları şarabdan nehirler.” 306 s. 8-9. 307 s. 12.
152
1. Muallim Ömer Nâcî Efendi Đstanbûlî
Osmanlı tabakat kitaplarında bazıları için medenî, şehrî gibi tanımlamalar
yapılmaktadır. Muallim Naci için de kullanılan bu sıfat bu zatların şehirlerde doğup
büyüdüklerini ifade etmektedir. Zira Osmanlı âlimlerinin birçoğu Anadolu’nun
köylerinde doğmuş ve çeşitli yerlerinde ilim tahsil etmişlerdir. Muallim Naci bir müddet
ufak tefek memuriyetlerle taşrada bulunduktan sonra Đstanbul’a dönerek edîbâne
eserlerini neşretmeye başlamıştır. Mekteb-i Sultânî ve Hukuk fakültesinde edebiyat
muallimliğinde bulunmuştur. Kırk dört yaşlarında iken 1310 Ramazanında Đstanbul’da
irtihal ederek Sultan Mahmud Adlî türbesi haziresine defn olunmuştur.
Dil ve edebiyat kaideleri hakkındaki bilgisi şairiyet kabiliyetine göre daha
fazladır. Ömrünün sonunda vak’anüvis-i Âl-i Osman memuriyeti ile şereflendirmiştir.
Bu hizmete tayin olunduğunu müteakib Şehname tarzında yazmağa başladığı manzum
Osmanlı târîhinden ancak birkaç padişah yazabilmiştir. Bundan başka eserlerinden bir
kısmı ise şunlardır:
a. Muammây-ı Đlâhî Yahud Bazı Süver-i Kur’âniyenin Evâilindeki Hurûf-i
d. Ta‘lîm-i Kıraat, Đstanbul 1310/1893, 1 c.’de 4 c.
e. Lüğât-ı Osmaniye,
f. Mecmua-i Muallim,
g. Istılâhât-ı Edebiyye vs.309.
2. Hulâsatü’l-Đhlâs 308 Bursalı, a.g.e., c. II, s. 422-426; Yücer, a.g.e., s. 798. 309 Osmanlı Müellifleri, 2/422; Celal Tarakçı, Muallim Nâcî, Ankara 1994.
153
Fahrettin Râzî’nin Mefatihu’l-ğayb isimli tefsîrinden hazırlanmış olan bu ihlâs
tefsîrinin başlangıcında eseri basan Đzmir de kitapçılık yapan Ahmed Sabri, bir
mukaddime kaleme alarak burada II. Abdülhamid ’e erbâb-ı kaleme teşvikde
bulunduğu ve asrını “hayru’l-edvâr” haline getirdiği için şükranlarını arzettikten sonra
kendi sahasında memleketi için hizmet etme arzusunda olduğunu ve bu nedenle de neşr
hayatının ilk kitabı ve bu tefsîrin ilk baskısı olan elimizdeki kitabı ortaya çıkardığını
ifade ediyor.
Hak-perestim, arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir,
Bir nefes tevhidden ayrılmadım Allah bir.
beytini kitabının kapağına koyan Muallim Naci, sûrenin mealini vererek tefsîre
başlar ve bu sûrenin Đslam dininin esasını yani tevhidi ortaya koyduğu için, bir hadis-i
şerifin de belirttiği gibi, Kur’ân’ın üçte birin denk olduğunu ve bütün ilimleri
öğrenmekten kasdın marifetullahı elde etmek olduğuna inanan tevhid erbâbının yegane
vird-i zebanı olduğunu söyledikten sonra tefsîrlerde havas tarafından görülüp de avama
gizli kalan bu sûre hakkındaki izahatı isteklilerin nazarına arzetmeyi bir vazife telakki
ettiğini belirtir ve sûrenin üç değişik nüzul sebebini nakleder. Uzun uzadıya izah ettiği
bu rivayetlerin hulâsasını şu cümle ile vermektedir:
“Her halde sûre-i şerifenin nüzulü ashab-ı teksîre karşı isbât-ı tevhid
hikmetine mebni olduğu derkârdır. Müsbit-i vahdâniyet-i Hakk olduğu içündür ki
sûre-i mezkûrun esmâsından biri de ‘Sûre-i Tevhid’dir.” 310
3. Hulâsatu’l-Đhlâs’ın Muhtevâsı ve Örnek metinler
a) Đlk olarak, Muallim Naci’nin eserinin en başına koyduğu ve 20 kadar ismi
olduğunu söylediği bu sûrenin mütercim tarafından yapılan tercümesini verelim:
“Di ki: O Allah birdir. Samed ancak Allah’dır. Vâlid olmadığı gibi mevlûd da değildir. Âna kimse nazîr olamaz.”311
310 Đstanbul, 1304, s. 13. 311 s. 7.
154
b) Birinci âyetin her bir lafzının üç ayrı duruma işaret ettiğini söyler ve bunları
açıklamaya başlar. Bu noktayı biraz özetleyerek vermek istediğimizde şunları
nakledebiliriz:
“Üç kelimeden ibaret olan hüvallahu ahad cümlesinin herbir lafzı
erbâb-ı fikrin taleb-i Hak husûsunda hâiz olabilecekleri makâmâttan üç makamın
birine işarettir ki bu merâtib-i selâseden birincisi mukarrabîne, ikincisi ashab-ı
yemîne, üçüncüsü ise ashab-ı şimâle teveccüh ider.
Birinci makam ki marifetullah talebinde bulunanların iktisab
ğayretten geru durmadıkları, ahkamı aliyye-i Kur’âniyyeden zamiri acizaneme inkişafı
müyesser olan bazı hikem-i mübeyyinenin izah ve beyânıyla mikdarımca bir hizmeti
diniyyede bulunmak cüretini bahş etmesi...” 316
313 Osmanlı Müellifleri, II, 21. 314 “Cenab-ı Allah’a şükr-i feravan olsun ki balay-ı kitabda arz olunduğu üzre sûre-i celile-i Rahman’ı ma’rız-ı tefsirde âcizane mukaddema kaleme alub Tercüme-i Hikmetü’l-Beyân fî Sûreti’r-Rahmân tevsim eylediğim arabiyyü’l-ibara kitabın lisan-ı Türkiye nakl ve tercümesinin hitamına muvaffak buyurdu.” Đstanbul, 1305, s. 77. 315 “Önceki âlimler, sonradan gelenlere nice açıklanmamış ve ortaya çıkarılmayı bekleyen konular bırakmışlardır.” 316 Đstanbul, 1305, s. 6.
157
Müellifin bu tür ifadeleri hakikaten bir tevazu nümunesi sayılmalıdır. Çünkü
gerek Arapça’ya hâkimiyeti ve gerekse işlediği konulara derinlemesine nüfuz
edebilmesi açısından Ahmed Rüşdü Paşa takdire şayan bir eser ortaya koyabilmiştir.
Sırrı Paşa, Ahmed Rüşdü Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Şâkir Ahmed Paşa gibi
idari vazîfeler yapmakla beraber çok kaliteli eserler de veren âlim-siyasetçi modeli
Osmanlı devletinde çok sık rastlanan ancak günümüzde rastlanılması pek mümkün
olmayan bir durum olsa gerektir.
Osmanlı ulemasının genel karakteristiği gibi olan çok rahat ve tefsîri tercüme bu
eserde de görülmektedir.
Sabık Leskuvik317 Mutasarrıfı Ahmed Rüşdi imzasıyla son bulan bu kitabın 5
Cemaziyelevvel 1304/17 Kanunisani 1303 senesinde yazımı bitmiş ve Kostantiniyye’de
1305 tarihinde Matbaa-i Ebuzziya’da basılmıştır. Bu baskının üzerinde birinci baskı
olduğu kayıtlıdır. 77+2 sahifeden müteşekkil olan bu eserin kapağında birçok eserde
olduğu gibi ‘Maarif-i Umumiye Nezareti Celilesinin ruhsatıyla her hakkı tâbiindir.’
kaydı bulunmaktadır ki, bu da teftiş kurulundan geçemeyen eserlerin basımına müsaade
edilmediğinin ve matbuatın kontrol altında tutulduğunun bir göstergesidir.
3. Tercüme-i Hikmetü’l-Beyân fî Sûreti’r-Rahmân’ın Muhtevâsı ve Örnek
Metinler
a) Müellif Rahman Sûresinin 4. âyetini şöyle tercüme ediyor:
istiare kinaye temsil ve nasb misillu envaı beyânla murad ve enfüs ve zamâirdeki
bedihi veya nazârî veya ilhami olan meani ve mefahimi havassın hizmet ve aklın
irşadıyla tekellüm ve beyânı ve aharın ol vechle ifade eylediği meani ve
mefahimin derk ve iz’anını kezalik havâssın hizmet ve aklın irşadı târîkiyle talim
317 Liaskowike, Yanya vilayeti ve sancağında, Yanya’nın 65 kilometre kuzeyinde bulunan Çarşuva nehrinin üzerinde kaza merkezi bir kasabadır. Ahalisi müslümandır. (Şemseddin Sâmi, Kamusu’l-Alam, Đstanbul, 1314, V, 3991)
158
buyurdu. Bu dahi Cenab-ı Hakk’ın insanlara bir nimet ve fazlıdır. Hatta insanlar
hayvanat-ı sâireden nutk ve beyân ve derk ve iz’anla temeyyüz eder.”318
b) Belağat kurallarını da iyi bilen müellif yeri geldikçe bu kaideleri belirterek
kitaba güzel bir üslub kazandırmaktadır. Meselâ:
“Nebatat ve eşcar ve meadinin bervechi muharrer tab’an ve fıtraten olan
inkıyadları abidîn ve sacidînin emr-i ilahiye tavʻan ve ihtiyaren olan inkıyadına
ref’ olunacak, onlar yalnız Taha ve Yâ-Sîn Sûrelerini kıraat ideceklerdir.”
344 Đsmail Hakkı isminden dolayı bu kitap bazı listelerde Bursevî’ye (1137/1724) atfedilmektedir. Bursevî’nin eserleri arasında müstakil Yasin tefsirinden bahsedilmemektedir. Bkz. Bilmen, no: 392.
168
“Her kim Sûre-i Yâ-Sîn’i Cuma gicesinde kıraat iderse günahları
mağfiret buyrulmuş olduğu halde sabaha dâhil olur.”
“Nesefî merhum diyor ki: ‘Bu Sûre-i celilede risalet-i Ahmediye ve
tevhid-i Bârî ve haşr-i cismaniden ibaret bulunan usul-i selâse-i Đslam, en vazıh
bir sûrette takrir ve isbat buyrulmuşdur ki kalp mevkiin bu sayede kesb...”
etmiştir.
b) Đsmail Hakkı Efendi, Tefsîr-i Şerif başlığı altında tefsîre başlamaktadır.
Burada örnek olarak üç âyetini vermek istiyoruz:
“Yâ-Sîn, kavl-i meşhura göre Taha gibi Yâ-Sîn de esma-i şerife-i
nebeviyedendir bazı müfessirin ‘ya seyyidel beşer’345 bazıları da ‘ya sürûra
kalbi’l-ârifîn’ 346 diye tefsîr ediyorlar. Her sûretle Cenabı Hak teâlâ şânuhû,
peygamberi zî-şân Efendimiz hazretlerine hitaben ‘Ey Rasûl-i Efham ve Habîb-i
Ekremim’347.
Ve-l Kur’ânil Hakim: “Natık bil hikem olan Kur’ân-ı Kerim’e kasem
olub, inzar ile adem-i inzar beynindeki müsavat cihetini tayin ediyor. - Yani sen,
inzarı cemi’ akvama tamim idince vazifeni ifa etmiş olursun- fakat bunlarca
inzarın -adem-i tesirine mebni- adem-i inzardan hiç farkı yoktur.”350
e) Belağat yönünün güçlü olduğunu bildiğimiz müellif, bu husûsiyetini
tefsîrinde de göstermektedir. Te’kid ile ilgili bir izahını aşağıya alıyoruz:
“Fe kâlû innâ ileyküm mürselûn351 nazm-ı celili iki vechile müekkid
olarak vârid olmuştur. Tekid ise izale-i tereddüd ve ref’-i inkâr içün vuku’
bulduğu gibi bazan da şu cihetler nazar-ı itibara alınmayarak mahz-ı ihtimam ve
itinadan dolayı vaki olur.”352
Ebu’s-Suud, Beydâvî gibi herkes tarafından kullanılan meşhur tefsîr
kitaplarından ve Mevlana gibi tasavvuf ve edebiyat otoritelerinden istifade eden Đsmail
Efendi Đzahat, nükte, belağat başlıklarından başka istifade, istitrat, lahika, beyân, tahlil,
izah, lügat başlıklarıyla da eserine zenginlik kazandırmıştır.
Bu eser, Đstanbul’da 1316 yılında Şevval ayının ortalarında Mekteb-i Mülkiye-i
Şahane Destgâhı’nda basılmıştır. Kitap 110 sayfa olup el yazısı ile basılmış
bulunmaktadır. Bu yazının, kitabın mübeyyizi yani notları temize çeken kimse olan
Muhammed Şevket Efendi’nin el yazısı olması kuvvetle muhtemeldir.
348 Yasin, 15. “…hem Rahmân hiçbir şey indirmedi…” 349 Yasin, 10. “…inanmazlar.” 350 Đstanbul, 1316, s. 17. 351 Yasin, 14. “Dediler: “Haberiniz olsun biz sizlere gönderilmiş rasûlleriz.” 352 s. 26.
170
b. Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha
Đsmail Hakkı Manâstırlı’nın Fatiha Sûresi ve vaazlarında anlattığı veya makale
olarak yazdığı diğer müteferrik âyetlerin tefsîrleri Sırat-ı Müstakim353 dergisinde
yayınlanmıştır.
Bu tefsîrlerinde Đsmail Hakkı Efendi, Zemahşeri, Taftazani, Beydâvî, Nesefi gibi
Đslam âlimlerinden istifade etmektedir.
Âyetleri tefsîr ederken tefsîr mahiyetindeki diğer âyetlerden ve hadislerden
istifade ederek hadislerin senedleri ve sıhhat dereceleri hakkında zaman zaman bilgiler
de verir. Garip kelimeleri açıklar ve az da olsa farklı kıraatlere değinir. Âyetler
arasındaki tenasüpten ve âyetteki nüktelerden bahseder.
Fıkhi, kelami, tasavvufi ve felsefi konulara değinen Manastırlı, sarf ve nahivden
de bahseder.
Müellifin bir önceki eserinden yeterince örnek verdiğimiz için burada tekrar
vermeyi gerekli bulmamaktayız.354
353 Sırat-ı Müstakim, 1324, 1/3, 33-34; 1/4, 49-50; 1/5, 65-66; 81-82, 97-98, 113-114, 129-130, 145-146, 161-162, 177-178, 193-194, 225-227, 1/19, 289-290. 354Yazarı bilinmeyen Kur’an, Sûretü’l-Kehf, yine yazarı bilinmeyen muhtemelen aynı kitap olan iki Yasin-i Şerif Tefsiri ve Hacı Sait Efendi Ünsî-zâde’nin Sûre-i Fatiha ile Yasin-i Şerif Tercümesi burada tanıtılması gerekirken bu eserlere ulaşılamadığı için sadece isimleri zikredilmiştir.
171
V. Tanzîmâttan II. Meşrutiyete Kadar Matbu Türkçe Âyet Tercüme ve
Tefsîrleri
A. Şeyhü’l-Đslam Muhammed Es‘ad Efendi (1166/1753) ve Âyete’l- Kürsî
Tefsîri Tercümesi
1-Şeyhü’l-Đslam Muhammed Es‘ad Efendi
Osmanlı devletinin en çok eser veren ve aynı zamanda şair de olan âlimlerinden
biridir. Şeyhü’l-Đslam Ebu Đshak Đsmail Efendi’nin ikinci oğludur. Bu nedenle Ebu Đshak
Đsmail Efendizade ismiyle de bilinmektedir. Zilkade 1096’da (Ekim 1685) doğdu.
Babasından ve Mutavvelci Mehmed Efendi’den ilk derslerini aldı. Müderris, Selanik
mollası, evkaf müfettişi, fetva emini ve Edirne payesi olup 1145’de Mekke payesi ve
Belgrad seferinde ordu kadısı, 1150’de Anadolu payesi ve sonra Rumeli payesi,
1157’de Rumeli kazaskeri oldu. Fetvâ makamına yapılan müracaatlardan harç almaz ve
hediye kabul etmezdi. Bazı ihtiyaç sahibi kimselerin kalem masraflarını kendi
kesesinden ödeyecek kadar cömert ve hayırsever bir zâttı.355 Ale’l-usul tahsilini
tamamladıktan sonra terfi’ ederek 1161/1748’de Şeyhü’l-Đslam olmuştur. 1162’de
Şeyhü’l-Đslam’lıktan azledilerek Gelibolu’ya sürüldü. 1165 yılında sürgünden
kurtularak serbest bırakıldı. 1166 târîhinde vefat ederek Sultan Selim civarında
babasının tamir ettirerek hizmete açtığı Cami-i Şerifin haziresine defnedilmiştir.356
Faziletli bir kimseydi. Devrinin tek adamı, çeşitli ilimlerde, edebiyatta,
musikide, şiir ve inşada ustaydı. Babasının camisine mektep, medrese, şadırvan ve pek
çok dersiyeler yaptırarak arkasından hayırla anılacağı eserler bıraktı.357
Mirzazade Mehmed Efendi’in damadı, Şair Fıtnat Hanım’ın pederidir.
a. Lehcetü’l-lügât namındaki Türkçe’den Arabi ve Fârîsi’ye olan bu eser 850
sahifeden ibaret olub 1216 târîhinde tab’ olunmuştur. Behce isminde Lehce’nin
muhtasarı gayr-i matbu bir lügati daha vardır.358
b. Tefsîr-i Sûre-i Yâ-Sîn
c. Tefsîr-i Âyete’l-Kürsî
d. Tefsîr-i Âyeti’n-Nasr
e. Bülbülname, nazîre-i Atvaku’z-Zeheb li’z-Zemahşerî
f. Hemziyye, Lamiyye isimlerinde iki kıt’a kasidesi olduğu gibi Bür’e,
Dimyatiyye, Mudârîyye gibi Arap kasidelerine de tahmisler yazmıştır.
g. Atrâbu’l-Âsâr.359
Aynı zamanda şair de olan Es’ad Efendi’nin şiirlerinden iki kıt’a’yı örnek olarak
buraya alıyoruz:
Hakikate nazar et dûrbîn isen zâhid,
Mecâz âyînesinden riyâ görünür.
Kemîne manzar-ı dehr ol ki çeşm-i sûzandan,
Nigâh-ı ibret ile mâsivâ görünür.360
2. Âyete’l- Kürsi Tefsîri Tercümesi
Es’ad Efendi, din kardeşlerinin ricası üzerine Kur’ân-ı Kerim’in en büyük âyeti
olan Âyete’l-Kürsiyi tefsîr etmeğe, faziletlerini anlatmaya başlamış, isteyenler
müslüman halk olduğu için de diğer eserlerinin ekseriyetini Arapça yazmasına rağmen
bu eserini Türkçe olarak ortaya koymuştur:
“Ba’de hâzâ bu abdi hakir kesirul ısyan Muhammed Es’ad-ı nâtuvân istid’ây-ı ıhvân-ı hallân ile a’zam-ı âyât-ı Furkân-ı azîmuş-şân olan âyet-i kürsinin
358 Muhammed Rif’at, Mir’âtü’l-Lü ğât ismiyle telhis ederek 1293’ de Đstanbulda tab’ ettirmiştir. 359 Diğer eserleri için bkz. Osmanlı Müellifleri, I, 239. 360 Osmanlı Müellifleri, I, 238-239.
173
tefsîrini ve fezâil-i celile ve cezilesini lisan-ı Türkî ile t’abir ve tahrir ve hasbe’t-tâka takrire şuru’ ve ibtida eyledim.”361
Đlmi açıdan çok kıymetli bir eser ortaya koyan Es’ad Efendi, dil açısından san’at
yapma yolunu daha çok tercih etmiş ve eserini Arapça, Farsça ağır kelimeler ve bol
miktarda bu iki dilin terkiplerinden kullanarak yazmıştır. Bu eserin dikkati çeken diğer
bir vasfı da Es’ad Efendi’nin medhiye cümlelerinin uzunluğu ve ağdalılığı olmaktadır.
Peygamber Efendimiz’in ismini veya bir sahabinin ismini söyleyeceği zaman beş satırı
bulan uzun medhiyelerde bulunmaktadır. Mesela bir rivayeti vereceği zaman; “Cenabı
mefhar-i enbiya ve mürselin, Rasûl-i rabbi’l-alemin ser-levha-i mecelle-i risalet ve
Muhammedeni’l-Mustafâ -aleyhi efdalü’s-salavât ve ekmelü’t-tahâyâ- Hazretleri bi’s-
saâde ve iclâl buyurdular ki” diyerek konuya girmektedir.
3. Âyete’l-Kürsî Tefsîri Tercümesi’nin Muhtevası ve Örnek Metinler
a) Es’ad Efendi, sûrenin fazileti ile ilgili birçok rivayet serdetmektedir. Biz bu
rivayetlerden birisini Arapça aslını olmadan buraya kaydediyoruz:
“Ashab-ı kiram-ı cenab-ı seyyidi’l-enâmdan Ebu Hureyre -radıyallahu
anh- rivayet eyler ki ol mührtâb-endâz, envar-ı lî ma‘allah364 ve bedr-i münîr-i
evci hidayet-penâh aleyhi a’zamu salavati’l-ilâh hazretleri ayn-ı ulum u hikem
olan dehân-ı mu’ciz-beyânlarından isâle-i âb u nâb-ı tesnîmi’s-seyelân ile erva-ı
361 Đstanbul, t.s, s. 2. 362 En-Necm, 8, “sonra yaklaştı” 363 en-Necm, 9, “Bu ibarenin bir yayın iki köşesi arasındaki mesafeyi ifade ettiği veya «iki arşın kadar» manasına geldiği söylenmişse de, burada daha güzel bir mana nakledilmiştir: Araplar cahiliyyede bir ittifak için anlaşacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin «gâb»ini birleştirir, sonra ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onların her birinin rızası ve gazabı, diğerinin rızası ve gazabı olup hilafı mümkün olmayacak vechile ahitleştiklerine işaret olurdu. Bu manada gâb miktar manasına değil, iki gavs’ın birlik manzarasını gösteren kabza ile kiriş arası demek olur. Görülüyor ki bu mana hem diğerinden daha ziyade bir yakınlık tasvir etmektedir, hem de manevi bir yakınlığa işaret etmektedir. «Ev ednâ»daki «ev» edatı ise «hatta daha yakın» anlamındadır.” (Yazır, VII, 4569-4589) 364 “Allah ile benim aramda öyle bir vakit vardır ki o vakitte bize ne yakın bir melek ve ne de her hangi bir peygamber yaklaşabilir.” mealindeki hadise işaret edilmektedir. (Bkz. Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene, no: 926; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, no: 2159)
174
zam̒â-ı sâmiîn kılub bir kimesne ki câygâhından huruc kıla da âyete’l-kürsiyi
yı Rezzâk iki gözü arasında fakr ve fâkayı ref’ ve nez’ ider, deyu buyurur.”365
b) Müellif, önce âyete’l-Kürsi’nin i’rabını baştan sonuna kadar kelime kelime
yapmaktadır.
“Allahu lâ ilâhe illâ hû kavl-i şerifin Allah mübtedadır. Lâ ilâhe de Lâ
nefy-i cins içundur.”366
c) Âyete’l-Kürsî’nin i’rabını bütün incelikleriyle veren Es’ad Efendi bundan
sonra beyân başlığıyla açıklamalara geçmekte, burada bu âyetin Allahu Teâlâ’nın zat ve
sıfatlarının tevhidi, şer’i ilimler ve ahiretle ilgili bilgiler olmak üzere üç konuyu ihtiva
ettiğini, Kur’ân-i Kerim’in en büyük âyeti olmasının sebeblerini ifade ettikten sonra
âyete’l-Kürsi’nin kelimelerinin ebced hesabıyla elde edilen değerlerinin Kur’ân’ın diğer
âyetlerinden hangilerine karşılık geldiğini ve bunun işaretinin ne olduğunu uzun uzun
açıklamaktadır.
"Ma’lum ola ki Kur’ân ı azimu’ş-şân eslâs-ı selâse üzere nâzildir.
Sülüsü Zat-ı Bâri cellet azametühü’nün ve sıfât ve tevhid ve takdisinin mârîfetine
dâldir. Bir sülüsü dahi umuru şeriyyenin mârîfetine dâldir ve sülüsü sâlisi umuru
uhreviyyenin mârîfetine dâldir. Hafi değildir ki Hakk Teâlâ’nın zat ve sıfatını
isbata delalet ve vücud vahdaniyet ve takdisini müstelzimdir. Pes imdi bu sülüs
emr u nehy ve va’d ü vaide delalet eyliyen sülüsânına müsavi belki efdal oldu.
Binaberin âyete’l-Kürsi ilm ve tevhidi ve sıfâtı uluhiyeti mutazammın olmakla
a’zam ı âyet i Kur’âniye oldu. Ve bu dahi malum ola ki ilm ve zikr malum ve
mezkura tabidir. Her ne mertebe malum ve mezkur eşref olursa ilm ve zikr dahi
eşref olur. Đmdi mecmu’u malumat ve mezkuratın eşref ve a’zamı Cenab ı Bâri
celle şânühü’dür. Belki Hazret i Hakk Teâlâ ğayriden eşreftir demekten dahi
müteâldir. Zira kavl-i mezbûr mücâneset ve müşâkelet îhâm etmek iktiza ider.
365 s. 4. 366 s. 5.
175
Cenab-ı Bâri teâlâ şanühü ise büd ve nid ve zıt ve nazîr ve şebîhden münezzeh ve
müberrâdır. Đmdi her kelam ki Hakk Teâlâ’nın nuût ve celâlini ve sıfât-ı
kibriyasını müştemil ola, ol kelam şeref ve azamette aksâ ğâyâta ve eblağ
nihayâta bâliğdir. Felâ cerem âyete’l-Kürsi a’zam-ı âyât-ı Furkan-ı Kerim olduğu
mukaddema zikr olunan ehâdis i şerife ve sâir berâhîn-i adîde ile sabittir.”367
Âyete’l-Kürsî, ilimi, tevhidi ve uluhiyetin sıfatlarını ihtiva ettiği için
Kur’ân-ı Kerim’in en büyük âyetidir. Đlim ve zikir, bilinene ve anılana tâbi’dir. Bu
âyet de Cenâb-ı Allah’ın sıfatlarından, yüceliğinden bahsettiği ve Allah Teâlâ da
bütün mevcûdâtın en şereflisi ve en büyüğü368 olduğu, hiçbir ortağı ve benzeri
olmadığı için yukarıdaki kural gereğince âyetlerin en büyüğüdür. Nitekim
bununla ilgili hadis-i şerifler de kitabın baş tarafında zikredilmektedir.
d) Müellif, bu âyet-i celilenin yedi sınıf kâfire reddiye olduğunu
bildirmektedir. Bu yedi sınıfı dehriyye, seneviyye, ateşperestler, puta tapanlar,
yahudiler, hırıstiyanlar ve saibe diye tek tek sayan Es’ad Efendi, bu mezheblerin
tafsilatlı açıklamasını Milel ve Nihal kitaplarına havale etmektedir:
“Ve bu işârâtın muktezası kefereden yedi sınıfı reddir ki biri dehriyye ve
biri seneviyye ve biri abede-i nîran ve biri abede-i evsan ve biri yahudi ve biri
nasara ve biri sâibedir. Evvela lafza-i celâl ile dehriyyeyi reddeder...”369
Uyku ve dalma anlamlarına gelen nevm ve sine kelimeleri ile arş ve kürsi
kavramları üzerinde duran müellif bu bölümü bitirmekte ve bir sonraki bölüme
geçmektedir.
e) En son bölüm tefsîr bölümü olmaktadır. Burada Es’ad Efendi, Âyete’l-
Kürsî’nin tefsîri ma’nâsını vermekte ve en son tefsîrin bir özetini vererek eserini
nihayete erdirmektedir. Tefsîrin özetini, hem faydalı olması ve hem de Es’ad Efendi’nin
uslûbuna ve usulüne örnek olması arzusuyla burada vermeyi uygun bulmaktayız.
367 s. 7-8. 368 Es’ad Efendi ve diğer alimler Allah teâlâ için ‘en büyük’ ‘en şerefli’ ‘ğayriden eşreftir’ gibi kıyas ifade eden sözlerin kullanılmasının uygun olmadığını, Allah’ın bu ‘benzerlik’ ve ‘şirk’ vehmi veren sözlerden dahî müteâl olduğunu söylemektedirler. Es’ad Efendi, “Cenab-ı Bârî teâlâ şânühü ise büd ve nid ve zıt ve nazîr ve şebîhden münezzeh ve müberrâdır.” demektedir. 369 s. 10.
176
“Ve bu tefsîrin hulasa-i meal-i muʻciz-makâli Allahu Teâlâ a’lemü bi
yâb-ı makâle-i şefaat bir kimesne yoktur illa ancak peyğamberândan me’zun-u
savb-ı cenabı ahadiyyeti olandır. Öyle âlimü’l-ğaybi ve’ş-şehâde ki anların hali
pîşîn-i âşikar u nihan umur-ı dünyeviyyeden olan eşyaların ve dempesîn-i hafi
ve celi olan kârı uhreviyyelerin âlim ve dânâdır. Ve ol âferid-kâr malumu
hazret-i Rabb-i Rahman’dan bir şeyi ihata ve iz’an kılamazlar illa meşiyyet-i
aliyye ve irade-i seniyyesi tealluk ettiği mikdar dânende ve şinâsendedirler.
Kürsi ulum-ı dürriyyetü’l-lem’âniyyenin heft asuman u zemin zîb-âğuş u
vüs’atidir. Ve anların hıfz u hıraseti ana bâdi-i siklet ve kelâl-efzâyı takat
olmaz. Ve ol Huda-yı müteal celle şanühü ani’l-endâd ve’l emsâl ulüvv-i
ulûhiyet-i vahdâniyetiyle Aliy, şükuh-ı azamet ve ceberutiyle Azîm’dir.”370
Es’ad Efendi eserinin sonuna meydan okur bir edâ ile kitabını yazdığı yeri ve
yazılış tarihini bildiren yarım sayfa tutarında Arapça bir bilmece koymuştur.
Kırımlı Hacı Hâfız Muhammed tarafından Dersaâdet’te Cemal Efendi
matbaasında bastırılan eser 16 sayfa tutarındadır. Kütüphanelerimizde birçok yazma
nüshası olan bu tefsîrin çok meşhur ve yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle
Tanzimat’ın ilk yıllarında basıldığını tahmin etmekteyiz. Ancak üzerinde basıldığı
tarihle ilgili bir ize rastlanmamaktadır.371
370 s. 15-16. 371 Bu kitap IRCICA’nın yayınladığı World Bibliography’de ve Muhammed Hamidullah’ın vermiş olduğu tercüme listelerinde, isim benzerliğinden dolayı, Muhammed Es‘ad Erbilî Hazretleri’ne (v.
177
Hemen hemen her kütüphanede bir veya birkaç yazması bulunan bu eserin bir
matbu nüshası Ankara Milli Kütüphane’de bulunmaktadır.
B. Necef Ali b. Hasan Ali Han el-Cihânâbâdî et-Tebrizî ve Mişkâtü’l-hayât fî
tefsîri’l-âyât
1. Necef Ali b. Hasan Ali et-Tebrizî
Müellif’in Şia mezhebinin düşüncesine daha yakın durduğu eserinden
anlaşılmaktadır. Kitabının mukaddimesinde insanların dinden ve Kur’ân’dan
uzaklaştıklarını târiz yollu ifade etmektedir. Zâhirî ilimden daha çok bâtınî ilimlere ilgi
duyan müellif, eserini de bu minvâl üzere kaleme aldığını bizzat kendisi ifade
etmektedir. 1295/1878 senesinde vefat etmiştir.
2. Mişkatü’l-hayât fî tefsîri’l-âyât
Tebrizî bu eserinde Kehf Sûresinde anlatılan Zülkarneyn kıssası ile ilgili 83-98.
âyetlerin işari tefsîrini yapmaktadır. Âyetlerin zahiri ma’nâlarını ve tefsîrlerini,
Zülkarneyn’in âyetlerde anlatılan fiilleri tefsîr, siyer ve tarih kitaplarında tafsilatı ile
anlatıldığı için, burada çok kısa olarak verdikten sonra âyetlerin işârî ma’nâlarını,
eşyânın hakikatını ve melekûtunu anladıklarını söylediği Allah’ın velî kullarından
bilhassa da el-Hâc Mirza Muhammed Şefî’den dinlediği ve öğrendiği şekilde irfan
ehline ve müslüman kardeşlerine hediye etmektedir:
“Sadedinde olduğumuz tefsîr ve beyân nezd-i ehl-i zahirde maruf ve
meşhur ve kütüb-i tefsîriyye-i zahiriyyede mübeyyen ve mestûr olduğu vechile
olmayub ancak melekût-ı eşya ve hakayık-ı sıfât ve esma ve zerrât-ı kainât-ı ulyâ
ve süflâyı görmüş ve bilmiş ve nokta-i ilimden hâsıl olan besmelenin erkan-ı
erbaasından cereyân eden enhârın müctemii bulunan bahr-ı a’zamın şuab ve
haliclerinin menahil ve şevârîine vârid ve vakıf olmuş olan evliya-yı aktâb ve
1350/1931) nisbet edilmektedir. Hâlbuki Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin Âyetü’l-Kürsî ile alakalı müstakil bir eseri bulunmamaktadır.
hükm-i huzu’l-ilme min efvâhi’r-ricâl 372 teallüm ve ahz itmiş olduğumuz
hakayık-ı esrardan ehl-i irfâna armağan ve ihvan-ı ebrara yadigar olmak üzre
vüs’-i maqderet ve iktizay-ı hale göre bir nebzecik beyân olunur.”373
Müellif, bu âyetlerin tefsîrinin zahiri tefsîr metodu ile olamıyacağı kanısında
olduğundan dolayı alışmış olduğumuz ıstılahları, kaideleri ve kuralları belirli bir süre
için de olsa ‘gûşe-ı nisyâna’ bırakmamız gerektiğini düşünmektedir.
Kısa ve özlü cümleleri tercih etmeye çalışan Necef Ali, süslü ve sanatlı
sözlerden, tekellüften kaçınmaya gayret göstermektedir.
Yazar, Bursalı Đsmail Hakkı, Đbn Arabî ve Mevlana başta olmak üzere Asım
Efendi’nin Okyanus’undan, Đmam Hişam’ın Tîcân’ından, Te’vîlat’tan, Mahmud
Şebüsteri’den istifade etmekte zaman zaman bu âlimlerin görüşlerine başvurmaktadır.
Bilhassa Rûhu’l-beyân ve Mesnevî’den sık sık uzun nakiller yapılmaktadır.
Müellif, “Zülkarneyn kıssasının nihayeti buraya kadar olub bundan ileriye
varılması dahi şimdilik tecviz buyrulmadığından anân-ı kalemi geruye tutarak”374
diyerek kıssa ile ilgili ifadelerini noktalamakta ve daha fazla yazmasına şimdilik
müsaade edilmediğini belirtmektedir.
3. Mişkatü’l-hayât fî tefsîri’l-âyât’ın Muhtevası ve Örnek metinler
a) Müellif, Zülkarneyn’in Rumî ve Yunani Đskender olduğunu söyleyenler
olduğunu bu görüşün yanlış olduğunu söyledikten sonra Đskender’in ve Zülkarneyn’in
yaşadıkları zamanları, isimlerini ve neseblerini ortaya koyarak tefsîrine başlamaktadır.
Daha sonra Zülkarneyn’in nebi mi yoksa veli mi olduğu hususunu tartışmaya başlar ve
veli olduğunun anlaşıldığını, Hz. Âdem aleyhi’s-selâm’ın dünyaya inişinden 3483 sene
sonra dünyaya geldiğini, Hz. Đbrahim aleyhi’s-selâm ile Mekke-i Mükerreme’de
372 “Đlmi âlimlerin ağızlarından alınız” manasında kadîm ulema arasında meşhur olan bir sözdür. Đlim öğrenmede hocanın ve sözü sağlam kaynaktan almanın ehemmiyetine işâret etmektedir. 373 Đstanbul, 1289, s. 3-4. 374 s. 100.
179
görüştüğünü, doğuya, batıya ve kuzeye yolculuklarda bulunarak Ye’cüc ve Me’cüc
seddini yaptığını ve iki bin sene yaşayarak kendisine zülkarneyn isminin bu yüzden
verildiğini ukâz panayırında meşhur bir hitabede bulunan Kuss b. Sâide’nin bu
hitabesinde bulunan sözleri ile destekleyerek ifade etmektedir.
b) Tebrizî, ıstılahların açıklanmasına ayrı bir ehemmiyet atfetmektedir375.
Hakikat ehlinin de kendilerine mahsus kullandıkları ıstılahlarının olduğunu, bunları
öğrenmedikçe hakikat ehlinin kasdettiği ma’nâları anlamanın mümkün olmadığını
söylemektedir. Bu nedenle de ıstılahların önce zahiri ma’nâlarını vermekte daha sonra
da batini ma’nâlarına geçmektedir.
“Pes ıstılah-ı ehl-i hakikatte esma ve elfaz yalnız amme-i nâsın bildikleri
meani-i zahiriyyeye hasr olunmayub meani-i batınıyye-i rûhânîyyede dahi
nasın bildikleri gibi tefsîr olunmayub ancak ol şecere-i tayyibe-i ilahiyyenin her
an semerat-ı latife-i maneviyyesi iktıtaf olunmak zımnında üslüb-ı merğub üzre
tefsîr olunmak içün kavaid ve ıstılahat-ı mahsusaları müesses ve mevcuttur ki
kavaid ve ta’bîrat-ı mezkureyi bilmedikçe beyânat-ı rûhânîyye-i ilahiyyeden
behremend ve ashab-ı yakin dairesine bi’d-dühul ercümend olmak baidü’l-
ihtimaldir.”377
c) Müellifin Şiî bir eğilime sahib olduğu akla gelmektedir. Çünkü Hz. Ali ’nin
zamanının Zülkarneyn’i olduğuna dair kendisinden ve Hz Peygamber’den rivayetler
nakletmekte ve bunları sıkça tekrarlayarak, yapmış olduğu bütün işârî yorumları bu esas
çerçevesinde yoğunlaştırmaktadır.
d) Yer yer gramer kurallarına da değinmekte olan Necef Ali’nin bu
tahlillerinden birisi şöyledir:
375 Kalem, mizan, zikr, tâbi’ olmak, ayn gibi kavramları tafsilatlı bir şekilde incelemektedir. 376 s. 11. 377 s. 17.
180
“Malum ola ki âyet-i kerimede seetlû buyurdukları ve etlû’nun sîn ile
masdar olması terâhi-i zamanâ delalet içün olmayub Kul’i‘malû fe-seyerallahu
ameleküm ve rasûlühü âyeti kabilindendir. Ve bu matlabın bi’l-etraf tahkikine
gelince bazı mukaddematın tertîbi lazım geleceğinden ve bu ise sadedin hârîcinde
tatvil-i kelama muhtâc bulunduğundan burasından sarf-ı nazar birle ihvan-ı
kiramın ol babda tedebbür buyurmalarının kâfi olacağına itimad olunur.”378
e) 86. âyetin tefsîrinden bir miktar nakledelim:
“Tefsîrimizin bir vechince ayn-ı hamie’den murad ale’l-vechi’l-ehass
beşeriyyet-i Muhammediyye veyahud beşeriyyet-i ulviyedir ki
Muhammediyyenin makam-ı cism-i mutahhar-ı nebeviyyede mestur olması ve
kavseyn-i nüzul ve suudun nihayet ve bidayeti olan cesed-i unsuride kıyamı
maksuddur. Yani Zülkarneyn hazretleri şems-i nübüvveti heykel-i mukaddes-i
Muhammedi’de bulub ve orada bir kavmi gördü ki onlar iman eylediklerinde
hüsn-i ilahi ve cemal-i hazreti risaletpenahiye mazhar buyuracak ve i’raz ve inkar
eylediklerinde seyfullah olan zülfikar-ı kahharla anları tedmir ve her guna tazible
muazzeb tutacaklardır.”379
f) Kısa ve özlü yazma taraftarı olan Necef Ali, 93 ve 94. âyetlerin tefsîrini şu
parağrafla hulâsa etmektedir:
“Ayet-i kerimenin hulasa-i tefsîri; Zülkarneyn adeti üzre sebebe tabi
olmakla meşrıktan şimale müntehi olan târîke salik olub beyne’s-seddeyn olan
mahalle baliğ oldu ve orada vahşi ve lisan bilmez Türk milletini buldu.
Zülkarneyn anların lisanlarına aşinalığı derkar idüğünden ve onlar cenab-ı
Zülkarneyn’i her bir şeye kadir ve mütemekkin gördüklerinden komşularının
fitne ve fesatlarından ve her guna îras-ı mazarrat ve hasara cesaretlerinden
istihlâsen damen-i rahmet-i Zülkarneynîye destzen olub istirhamen didiler ki Ya
Zelkarneyn! Hemcivarımız bulunan Yecüc ve Mecüc tayfaları yeryüzünde fesad
edici güruhlardırlar. Aya biz bir virgu veyahud def’aten bir masraf tayin itsek de
bizimle anların beynlerine fesatlarını mani olmak üzre bir sed yapasın.”380
378 s. 30. 379 s. 50-51. 380 s. 86.
181
Kitabın sonunda Abdurrahman el-Bağdadî’ye aid altı mısralık manzum bir takriz
mevcut olup ebced hesabı ile kitabın yazılış ve basılış târîhi olan 1289 gösterilmiştir.
1289 hicri yılında Zilhicce ayının 11. günü yazımını tamamlamış ve aynı yıl
Đstanbul’da bastırmıştır. 102 sahife hacmindedir. Bir nüshası Marmara Üniversitesi
Đlahiyat Fakültesi Kütüphanesi Öğüt Bölümü 1169 numarada, bir nüshası da
Süleymaniye Kütüphanesi Hasib Efendi Bölümü 25 numarada, diğer bir nüshası da
Ankara Milli Kütüphane’de bulunmaktadır.
C. Okçuzade Muhammed Şâh Efendi ve Âyât-ı Erba‘în ve Ehâdîs-i Erba‘în
1. Okçuzade Muhammed Şâh Efendi
Mehmed Paşa’nın oğludur. Divan-ı Hümayun kâtiplerinden olup 1004’de
(1595/1596) tezkireci, Rebiulevvel 1005’de (Kasım 1596) reisülküttap olup 1006’da
(1597/1598) defter emini ve 1007’de nişancı oldu. 1010’da azledildi. 1013’de Mısır
defterdarı oldu. 1016’da salyanesi ahzolundu. 1017’de Đstanbul’a gelip emekli oldu.
Sonra ikinci defa defter emini, 1030’da nişancı olup 1033’de yine emekli edildi. 1039
(1629/1630) da 70 yaşında vefat etti. Şair, münşi, âlim ve edib olup Ahsenü’l-Hadis’i
telif eyledi. Oğlu Vak’î Ahmed Efendi’dir.381
Dîvân-ı Hümâyûnca kullanılan resmî lâkaplar onun tarafından tertîb edilmiştir.
Celvetiye tarîkatı pîri Aziz Mahmûd Hüdâyi Hazretleri ’ne intisâb etmiştir. Hemen her
eserinin başında şeyhinin güzel sîretini anlatıp onu medheder. Bazı eserlerde, Hüdâyî
Hazretleri’nin halîfesi olduğu zikredilir.382
Resmî vazîfeleri yanında şiir, hat, hadîs, tefsîr alanlarında ilmî eserler telif ve
tercüme etmiştir. Fazâil-i A‘mâl’e dâir hadîs-i şerîfleri derlediği ve şeyhine teşebbühen
el-Makâmu’l-Mahmûd ismini verdiği eseri, tercüme edilerek neşredilmiştir. (Đstanbul
2006)
381 Sicill-i Osmanî, IV, 1079; Osmanlı Müellifleri, II, 78. 382 Mehmed Emîn Efendi, Menâkıb-ı Kethüdâzâde, Đstanbul 1309, s. 306; Osmanlı Müellifleri, II, 78.
182
2. Âyât-ı Erba‘în ve Ehâdis-i Erba‘în
Okçuzade, bu eserinde her hangi bir mukaddime yazmadan doğrudan konuya
girmiştir. Ancak nâşir Mektebi Sultanî muallimlerinden Hâfız Refî’ bir mukaddime
kaleme almıştır. Mukaddimenin dili oldukça ağır ve ağdalıdır. Bol miktarda terkiplere
ve Farsça kelimelere yer verilmiştir. Nâşir bu eserde seçilen kırk âyet-i kerimenin
gencine-i ayn-ı hayât olduklarını, okuyanların sıhhatlerini koruduğunu, okuyanlar için
sağlam birer kale durumunda olduklarını, rumuzlar ve inceliklerle dolu olduklarını
belirtmekte ve bu âyetleri hulûs-i kalb ile ve hürmet ü tazim ile vird edinerek
okuyanların dünyevi ve uhrevi saadet ve selamete ereceklerini, bunun bizzat tecrübe
edenler tarafından tevatür derecesinde tasdik edildiğini sanatlı bir şekilde ifade
etmektedir.
Eser dörtlükler halinde nazmedilmiş ve her dördüncü mısrayı bir âyet veya bir
âyetin ma’nâ ifade eden bir kısmı teşkil etmiştir. Manzume şu mısralarla başlamaktadır:
Eyledik bilmezlikle hayf kim Zulmet-i gaflette nakd-i ömrü kim,
Ey hidayet mülkünün rehberleri Ünzurûnâ nagtebis min nûriküm.383
Ğayriden sana irişmez menfaat Ve en leyse li’l-insâni illâ mâ se̒â.387
383 Hadid, 13. “Bizi bekleyin nurunuzdan bir ı şık alalım.” 384 Maide, 114. “Rabbimiz bize gökten bir sofra indir.” 385 Mülk, 29. “De ki (sizi ima’nâ davet ettiğimiz) O (Allah) çok esirgeyicidir. Biz O’na iman etmişizdir.” 386 Âl-I Đmrân, 92. “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, siz birr’e (hayrın kemâline) eremezsiniz.” 387 Necm, 39. “Doğrusu insanın sa’yinden [amelinden] başkası kendinin değil.” Đstanbul, 1311, s. 4.
183
Gayet akıcı olan ve zevkle okunan bu eser, beyitlerin gelişine göre infak, tevhid,
heva ve hevese uymama, Kur’ân-ı Kerim, Hz. Ebu Bekir’in fazileti, insana çalıştığının
karşılığı verilecektir, ümidvâr olmak gibi konuları edebi bir şekilde incelemektedir.
Eserin son dörtlükleri ise şöyledir:
Salup hayrete fikr-i zat-ı Đlâh Giriftâr-ı acz oldu ehl-i nühâ,
Delîl isterisen bu âyet yeter Ve enne ilâ rabbike’l-müntehâ.388
Mümkün olmaz sırr-ı Kur’ân’a vusûl Olmayınca ilm-i din yolunda peyk,
Kırk âyet bu şekilde nazmedilip bitirildikten sonra “Ahsenü’l-Hadîs fî Ehâdîsi’l-
Erbaîn’ bölümüne geçilmiştir. Burada da aynı şekilde 40 hadis nazmedilmiştir.
Hayr-ı ümmet odur ki himmet idüb Hıfz-ı Kur’ân’a sa‘y ide her ân
Ki Rasûl’ün kelâmıdır bu hadis Hayruküm men tealleme’l-Kur’ân. 390
Bu eser Mekteb-i Sultanî Arabî muallimlerinden Hâfız Refî’ tarafından
Đstanbul’da Matbaa-i Âmire’de 1311 senesinde tab‘ ettirilmi ştir. Marmara Üniversitesi
Đlahiyat Fakültesi Kütüphanesi Ayasbeyoğlu Bölümü 342 ve Öğüt Bölümü 1130
numaralarda bulunmaktadır.
D. Mustafa Cem‘î ve Risale-i Teavvüz ve Besmele Tercümeleri
1. Mustafa Cem‘î
Mustafa Cem‘î, Ömer Lütfi Efendi’nin rahle-i tedrisinde bulunmuş, ondan bütün
dini ilimleri okuyarak Đslam’ın tebliğ ve neşrine mezun kılınmış bir kişidir. Döneminin
meşhur âlimleri arasında yer almıştır. Muhammed b. Pir Ali Birgivî 391 tarafından
388 Necm, 42. “Ve elbette nihâyet Rabbine gidilecek.” s. 8. 389 Hûd, 49. “Sana bunları vahiyle bildiriyoruz.” s. 8. 390 Buhari, Fazail-i Kur’an. s. 9. 391 Birgili diye de bilinmektedir. 929/1523’da Balıkesir’de doğdu. Asıl adı Takiyyüddin Mehmed’dir. Medrese tahsilini bitirdikten sonra bazı medreselerde müderrislik yaptı. Camilerde vaaz vererek halkı Kur’an ve sünnete uymaya da’vet etti. Osmanlılar döneminde yetişmiş seçkin bir alim olması yanında dinî ve ahlâkî şahsiyeti bakımından da mükemmel bir insandı. Son derece dürüst ve tavizsiz bir alimdi. Her seviyedeki yöneticileri ve görevlileri kusurlarından dolayı cesaretle tenkit etmiştir. 981/1573 tarihinde bir Đstanbul seyahati sırasında vebaya yakalanarak hicrî yıla göre 52 yaşında vefat etti ve
184
toplanan ve yedisi şerh edilen kırk hadisin kalan otuz üçünü Muhammed b. Mustafa el-
Akkirmanî 392 tamamlamıştır. Fıkhı meseleleri, diğer bir takım dini hususları ve birçok
ibretli hikâyeleri içine alan bu kıymetli eseri Mustafa Cem‘î tercüme etmiştir. Tercüme
ettiği eserinin başına Mustafa b. Halil ez-Zağravî’nin Arapça olan Risaletü’t Teavvüz
ile Risaletü’l-Besmele’nin tercümelerini, bir takım ilavelerde bulunarak koymayı uygun
bulmuştur.
2. Risâle-i Teavvüz ve Risâle-i Besmele Tercümeleri
a. Risâle-i Teavvüz Tercümesi
Bu risalenin müellifi Mustafa b. Halil Zağravî, istiazeyle alakalı âyetleri,
hadisleri ve açıklamaları içeren kitapları incelemiş fakat bunların konuyu bir bütün
halinde ele alamadıklarını gördüğünden kendisi insanlara bu konuda faydalı olmak ve
bu vesileyle Allah’ın affına erişmek ümidiyle bu risaleyi kaleme aldığını ifade
etmektedir.
Mütercim, tercümeyi yaparken ‘kelâmu’l-müellif’ kaydını koyarak önce
müellifin metnini tercüme etmiş, daha sonra da ‘li-mütercimihi’ kaydıyla kendi ilavesi
olan açıklamalarını serdetmiştir:
“Evvela Risalet’ü-t Teavvüz’ün tercümesine şüru’ olunur ki (Kelamü’l-
Müellif ) Kelime-i istiazeye müteallik ayat ve ehadis ve hikayatı müştemil kütüb-i
mev’iza rü’yet ve mütalaa olundukda beynlerinde münasebet-i tâmme
bulunmadığından ve bazısında mevcud olan diğerinde ma’dum görüldüğünden
ihvana iane ve ğufrana sebeb olmak ümidiyle bi’l-münasebe ve’l-icmal âtiyü’z-
zikr âyât ve ehâdîs ve hikâyâtın cemʻini murâd eyledim… (li mütercimihi )
Âyet-i kerimenin ma’nây-ı latifi; Sen Kur’ân-ı Azimi kıraat eylediğin vakitde
Birgi’ye defnedildi. Tarîkat-ı Muhammediyye gibi çok kıymetli ve meşhur eserleri bulunmaktadır. (Bkz. DĐA, “Birgivî” mad; Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XIII, 321-343) 392 Kefevî Hacı Hamîd Mustafa’nın oğludur. Asıl adı Mehmed’dir. 1753’de Đzmir, 1758’de Mısır kadısı oldu. Sarây-ı Humâyun hocalığında bulundu. 1759’da Mekke kadılığına tayin olundu ve Ağustos 1760 (Muharrem 1174) tarihinde vefat etti. Bilhassa aklî ilimlerde derin bilgi sahibi olan Akkirmani’nin kelâm, felsefe, hadis, fıkıh, tefsir ve dil konularında bazıları basılmış birçok eseri vardır. (DĐA, “Akkirmanî” mad. Đslâm Âlimleri Ansiklopedisi, XV, 281-282)
185
mercûm olan şeytanın şerrinden Hak celle ve ala Hazretleri’ne iltica eyle
dimektir.”393
Bu şekilde devam eden risale içerisinde vesvese-i şeytandan teharrüzün faidesi,
iblisin mel’un olması, Âdem aleyhisselamın veledi Şit aleyhisselama vasiyyeti,
havatırın menşei, hâtır-ı şer ve hâtır-ı hayrin mevazini, şeytanın yedi hilesi, âlem-i
zürriyetde saadet, âlem-i ervahda saadet mevzûları âyet ve hadislerle, hikâyelerle
zenginleştirilerek 35 sayfa halinde anlatılmıştır.
Risalede yer alan birçok hikâyeden birisi şöyledir:
“Salihinden bir kimse va’z meclisinde dimiş ki «Bir mü’min sadaka
virmek murad eylese yetmiş şeytan musallat olub her biri bir uzvundan tutarak ol
kimseyi sadaka virmekten menʻ etmeğe sa̒y iderler.» Bir zat bu kelamı işittikde
«Ol yetmiş şeytanla mukatele ideyim» deyub mescidden çıkar ve hanesine varub
eteğini buğday ile doldurub tasadduk itmek içun hanesinden çıkmak üzere iken
zevcesi bir takım muaraza ve beyân-ı ihtiyac iderek eteğindeki buğdayı yine
mahalline boşaltır. Ol zat mahzun ve mükedder olarak mescide gelür. Ol va’z
iden kimse «Ne işledin?» deyu sual ettikde «Yetmiş şeytanı dağıttım lakin anaları
geldi beni perişan itti» deyu cevab virdi.”394
b. Risâle-i Besmele Tercümesi
Müellif bu risaleyi yazmadaki niyetini şu şekilde ifade eder:
“Besmele-i şerife hakkında vârîd olan ehadisi şerife ve hikâyâtı
merğubeyi cem̒ ve tertîb eyledim ki talibine istifadede enfa ve hıfzda eshel
ola.”395
Besmelenin Kur’ândan olup olmaması ile alakalı tefsîr kitaplarımızda mevcut
olan malum tartışma ve besmele ile ilgili diğer konular burada da görülmekte, görüşler
nakledilmekte, gerekli açıklamalar yapılmaktadır. Besmelenin beyânı fezaili ve mirac
393 Đstanbul, 1298, s. 3. 394 s. 9. 395 s. 36
186
gicesinde Peygamber Efendimizin besmele-i şerifeden dört nehrin aktığını rü’yetleri
diye iki konu başlığı sayfa kenarlarına kaydedilmiştir. Bu risale, Kırk Hadis Şerhi
kitabının 36-52 sayfaları arasında yer almaktadır. Teavvüz risalesi tarzında kaleme
alınmış olmakla birlikte daha kısadır ve daha fazla hikâye ihtiva etmektedir. Besmelenin
fazileti hakkındaki hikâyelerden ikisi şöyledir:
“Ömer b. Hattab radıyallahu anhu’l-Vehhâb Hazretlerinin zamanı
«–Benim bir oğlum var ana bir baş ağrısı arız olub def’ine hukema bir
çare bulamadılar. Lutfen bir deva inayet buyur.»
Hazreti Ömer dahi ol vaktin elbise-i ra’siyyesinden olarak başa giyilecek
bir şey irsal buyurdular. Ol şeyi başına giydiği anda Kayser-i Rum’un oğlunun
baş ağrısı mündefi’ olub çıkardıkda yine ağrır idi. Gayet teaccüb ve merakından
ol şeyi söküb bakdı ki derununa besmele-i şerife yazılu bir kağıd vad’
olunmuş.”396
“Hâlid b. Velîd -radıyallâhu anh- hazretlerinden mecûsilerin bazısı bir
âyet yani kerâmet taleb eylediler ki:
«–Dîn-i Đslâm haktır ve ben ol dîn-i mübîndenim dersin. Bize dahi bir
kerâmet göster ki müslüman olalım.»
Hâlid b. Velid hazretleri onlardan semm-i kâtil istedikte bir kadeh zehir
getirdiler. Kadehi eline aldıkta «بسم اهللا الرمحن الرحيم» deyub içti ve hiç mazarratı
olmadı. Ol mecûsiyân bu hâli gördükte dîn-i Đslâm’ı tasdîk ettiler.”397
Zağravî’nin Arapça Risaletü’t-Teavvüz ve Besmele’si 1265 tarihinde cem’ ve
tab’ edilmiştir. 1317’de basılan bir Mecmuatü’r-Resâil içerisinde bulunmaktadır.398
396 s. 42. 397 s. 42-43. 398 Bu iki eser Diyanet Đslam Ansiklopedisi’nde ve Osmanlılar Ansiklopedisi’nde Akkirmani’ye atfedilmektedir. Şerhu’l-Hadisi’l-Erbain ile aynı eserin tercümesi olan Burhânü’l-Müttakîn Tercüme-i Hadisi’l-Erbain de iki ayrı esermiş gibi Akkirmani’ye izafe edilmektedir. Hâlbuki birinci kitabı yedinci hadisten itibaren Arapça olarak Akkirmanî tamamlamış ikinci eser ise bu kırk hadis şerhinin Mustafa Cem’î tarafından yapılmış olan tercümesidir.
187
Bu risalelerin içinde bulunduğu el-Bürhânü’l-Müttakîn Tercüme-i Hadîs-i
Erba’în isimli Mustafa Cem’î’ye ait olan bu tercüme Đstanbul’da 1298 tarihinde
basılmış olup bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Tırnovalı Bölümü 523
numarada, diğer bir nüshası da M.Ü. Đlahiyat Fakültesi Kütüphanesi Öğüt
Bölümü 1101 numarada bulunmaktadır.
E. Bereketzade Đsmail Hakkı (v. 1267-1336/1851-1918) ve Necâib-i Kur’âniye
1. Bereketzade Đsmail Hakkı
Bereketzade Đsmail Hakkı, 1851 yılında Đstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası
Kemaliyeli olup sarayda çuhadarlıkla vazîfelendirilen Hasan Basri, dedesi Ayasofya
Camii dersiâmlarından Đsmail Hakkı Efendi’dir. Bir müddet Canfedâ Hatun
Mektebi’nde okuduktan sonra Fatih civarındaki Hafız Paşa Sıbyan Mektebi’ne devam
etti; bu arada hıfzını tamamladı. Medrese tahsili sırasında Edib Abdullah er-Rumi, Şeyh
Ahmed Temimi, muhaddis ve edib Bingazili Ahmed Şetvân Efendi, Mustafa Şevket
Efendi gibi âlimlerden okudu; tefsîr, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf ve Arap edebiyatı
alanlarında kendini yetiştirdi. Ayrıca aşere okuyarak kıraat ilminden de icazet aldı.
1871’de kapatılana kadar Darulfünun’da okudu.
Bereketzade, memuriyet hayatında Halep ve Adana vilayetleri defterdarlığı,
Akşehir kaymakamlığı vazîfelerinde bulundu. Dört yıldan fazla Beyrut Đstînaf
Mahkemesi reisliği yaptı. II. Meşrutiyetten sonra baş müddeiumumi, ardından da
Temyiz Mahkemesi üyesi oldu. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Đsmail Hakkı
Đstanbul’da 1918’de vefat etti. Eserleri:
1. Envâru’l-Kur’ân. Yarım kalmış tefsîr olup birinci cildi 1331’de
neşredilmiştir.
2. Metâlib-i Âliye. Allah’ın varlığını isbat edip karşı görüşleri cevaplandıran bir
eser. 1314’de Đstanbul’da neşredilmiştir.
3. Necâib-i Kur’âniye.
188
4. Yâd-ı Mâzî. Hayatını anlattığı eseri.
5. Bekâ-yı Saltanat-ı Osmaniye. (Đst. 1332) Mahmut Hamza’nın el-Burhan ala
bekâ-yı mülki Benî Osman ilâ âhiri’z-zamân adlı risalesinin tercümesidir.
6. Esrâr-ı Belâğat.
7. Sûriye Muzafferiyâtı. (Đst. 1291) Muhsin takma adıyla yazdığı Đslâm tarihine
dair eser.
8- Menâkıb-ı Seniyye. Bûsiri’nin Kasidetü’l-Hemziyye’nin tercüme ve
şerhidir.399
2. Necâib-i Kur’âniye
Bereketzade’nin Sırat-ı Müstakim mecmuasında yayınlanan bu eser daha sonra
kitaplaştırılarak basılmıştır.400 Fransızca bir kitapta Peygamber Efendi’miz, Kur’ân,
âyetler ve hadisler hakkında yanlış bilgiler verdiğini görmüş ve gençlerin bu tür
kitaplardan Đslam’ı yanlış olarak öğrenmelerini engellemek için Kur’ân-ı Kerim’den
bazı âyetler seçmiş bu âyetlerin hemen altına meal-i müniflerini, şerh ve tefsîrlerini
yazdıktan sonra makama uygun olan geniş açıklamalarda da bulunmuştur.
“Birgün bir yerde iken, ezmine-i kadîme ve ahîredeki meşâhîrin terâcüm-
i ahvâline dair Fransızca yazılmış bir eserde nâm-ı nâme-i cenâb-ı fahru’r rusülü
gördüm. Âsâr-ı ecânibde nâm-ı pâk-i Muhammedî’yi gören bir muvahhidin
kalbine bu ism-i mubârekin sâhib-i celilu’l-kadri hakkında ne söylenmiş
olduğunu anlamak içün ne derece şevk istîla ideceğini tarif iktiza itmez.
Bir de bakdım ki o Ser-Kâfile-i Enbiyâ -aleyhi efdalü’t-tâhâyâ-
Hazretleri muhârebât ve fütûhâtta şöhret-gir-i âfâk olan nâmdârân sırasında ve
rif’at ve fehâmet-i nebeviyyelerine ğayr-i lâyık sûretde gösterilerek hâşâ kadr-i
vâlây-ı risâlet-penâhileri sırf maddî bir fazl ve meziyyet menzilesine tenzîl
min fadli Rabbî lâ min istihkâk 409 şükrânesiyle...”410
Kitabın müellifi eserini kaleme alırken takib etiği metodu şu şekilde
açıklamaktadır:
407 Osmanlı Müellifleri, I, 277-278. Bilmen, n. 365. 408 Đstanbul’da Nişancı Mahmud Paşa camii hatibi Đbrahim b. Mustafa Efendi’nin Tertîb-i Zîbâ tarzında Kitabü’t-teshil ve’t-tertîb ismiyle müsemma bir kitabı ve Şerhu Adedi Âyât nâmında bir risalesi vardır. Teshil’i Tertîb-i Zîbâ’yı gördükten sonra yazdığını mukaddimede ifade etmektedir. Eserlerinin nüshaları Üsküdar’da Atlama Taş kütüphanesinde vardır. 1174 de Diyarbakır valisi iken vefat eden Çeteci Abdullah Paşa’nın Enharu’l-Cinan min Yenâbî’-i âyâti’l-Kur’an isminde bu tarzda bir eseri olduğu gibi Hademe-i Devlet’ten Akif Efendi namında bir zatında 1266 târîhinde müellef Mir’âtü’l-Kur’an isminde mufassal bir eseri vardır. (Bkz. Osmanlı Müellifleri, I, 278) 409 “Bu Rabbimin ihsanından bana verdiği bir nimettir. Yoksa benim hak ettiğim bir şey değildir.” 410 Đstanbul, 1284, mukaddime.
194
Eser alfabetik sıraya göre tertîb edilmiştir. Bulunması istenilen âyet-i kerimenin
ilk harfine göre uygun olan bölümlere yerleştirilmi ştir. Mesela “ellezîne âteynâhümü’l-
kitâb”411 âyetine “elif” bölümünden bakılması gerekmektedir. Harflerin bulunduğu
bölümler kelimelerin husûsiyetlerine göre fasıllara ayrılmıştır. Meselâ “ellezîne”
kelimesi “Elif” bölümünün “en-Nev’ü’s-sâlis ismü’l-mevsûl ellezî” adıyla üçüncü
nev’ini oluşturmaktadır. Cetvel dışında bulunan Elif, Bâ, Tâ.... işâretleri ise âyetin ilk
kelimesini takip eden ikinci kelimenin baş harfini göstermektedir.
“Risâle-i mezkûre hurûf-i hecâ üzre müretteb olup matlub olan âyet-i
kerimenin evvel harfi lâbüd Elif veya Bâ veya Tâ... olacağından fihrist-i risâle
dahi fusûle ve hasbe’l-iktizâ fasıllar enva’a taksim olunmuştur. Mesela “ellezîne
âteynâhümü’l-kitâb” âyet-i celîlesi bulunmak murad olundukda evvela âyetin
harf-i evveline nazar olunur. Elif olduğundan fasl-ı Elif’den aramak lazım gelir.
Fasl-ı Elif dahi enva’ı müteaddideye münkasim idüğünden âyetin kelime-i
evveline bakılmak icab eder. Bu âyetin dahi kelime-i evveli “ellezîne” olmağla
418 Bu tefsir, numaralandırılmış olarak ilk defa Đstanbul’da 1296 yılında Matbaa-ı Osmaniye’de daha sonra da 1320 ve 1323’de Bahriye Matbaası’nda aynı şekillerde basılan Mevâkıb tefsiridir.
200
Hicri 1321 Ramazanı evvelinde bitirilmiş olan bu eser Đstanbul’da 1322 yılında
Mahmud Bey matbaasında basılmıştır ve 319 sayfadır. Bir nüshası ĐLAM
Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
Kur’ân fihristleri arasında Tertîb-i Zîbâ çok meşhûr olmuş ve her tarafta yaygın
olarak kullanılmıştır. Bu gün kütüphanelerimizde ve husûsî kolleksiyonlarda kendisine
sıkça rastlanmaktadır. Ancak Mısbâhu’l-ihvân tertîb bakımından daha güzel ve
kullanımı daha kolaydır. Tertîb-i Zîbâ türünün ilk örneklerinden olması sebebiyle bu
yönden eksiklikler taşımaktadır. Miftâhu’t-tefâsîr ise zamanında çok beğenilmiş, daha
önce bir benzeri olmaması nedeniyle de kendisinden hep hayranlıkla bahsedilmiştir.
201
VII. Tanzîmâttan II. Me şrutiyete Kadar Matbu Türkçe Ulumu’l-Kur’ân’la
Đlgili Eserler
A. Şakir Ahmed Paşa (1235) ve Tertîb-i Nefîs
1. Şakir Ahmed Paşa
Osmanlı şairlerinden faziletli bir zat olub Trabzon’ludur. Đstanbul’a geldiğinde
Firdevsî Efendi’ye imam olmuştur. Sonra Enderun’a girip “tülbent ağası” olmuş ve
çıktıktan sonra hâcelik verilip 1213/1798-99 de “darphane emini” olduktan sonra
1216’da bu vazîfeden azledilmiştir. 1222’de Akdeniz “nüzul emini” olup 1223’de yine
“darphane emini” oldu. Đlim yolundan ayrılarak brokrasiye girmiş 11 Receb 1225’de
(12 Ağustos 1810) vezir rütbesi ile sadaret kaymakamı olmuş ve 1226’da bu vazîfeden
ayrılmıştır. 1229’da “Anadolu valisi” ve daha sonra “Mora valiliği”nde bulundu.
1233’de hastalandığı için Gelibolu’da ve sonra da Đstanbul’da oturdu. 1235 târîhinde
oturmakta olduğu Gelibolu’da irtihal ederek Đstanbul’da Eyüb Sultan’da Bostan
iskelesinde Mihr-i Şah türbesi dışında Küçük Hüseyin Paşa’nın kabri bitişiğinde defn
edildi. Âlim, tedbirli, güçlü ve şair bir zattı. Oğlu müderris Mehmed Atıf Bey olup onun
oğlu da Sermed Paşa’dır.419 Eserleri şunlardır:
a. Esmay-ı Hüsnâ ve Kur’ân sûreleri ile Peygamberimizin nesebini nazmen
beyân eylediği eseri Takvimhane-i Âmire’de basılmıştır.
b. Aynı mevzûda bir de Add-i âyi’l-Kur’ân isminde basılmamış bir manzumesi
daha vardır.
c. Sene-i Maliye hakkında Mutalaat (Đstanbul, 1308) Takvim-i Rumî adı da
verilen Osmanlı Mali senesinin mülki, siyasi, ve mali i şleri karıştırmakta bulunması
sebebiyle bunun ıslahı sûretiyle bir “Milli takvim” kabulü fikrinde olan müellifin,
Nevruzdan başlamak ve başlangıcı Hazret-i Peygamber Efendimizin doğumu olmak
üzere Đslâm astronomları tarafından da kabul ve tatbik edilmiş esaslar dahilinde teklif
419 Sicill-i Osmanî, V, 1563.
202
etmek istediği ve “Takvim-i Nücûmî” adını verdiği sistemin izahı maksadıyla
yazılmıştır.
d. Takvim-i Nücûmî (Đstanbul, 1309) Bir önceki eser gibi takvimin ıslahı
hakkındaki düşüncelerini, bu hususta Gazi Ahmed Muhtar Paşa ile Ebü’z-Ziyâ Tevfik
Bey arasında yazışma sûretinde yapılmış olan ilmi münakaşaları ve takvimle ilgili bazı
bilgi ve cetvelleri ihtiva eden dökümanter bir eserdir.420
Şiirleri ârîfane ve hakîmânedir.
Besdir erbâb-ı fikrete bu hitâb,
Bî-bekâdır bu menzil ey ahbâb,
Fe’ttakullâhe yâ üli’l-elbâb!
Muktezâ-yı haddiyyeti kıl tizkâr,
Ve devâü’z-zünûbi el-istiğfâr!
Çek halâyıkdan eli, kat‘ et alâıkdan dili,
Şâkirâ imdâd-ı Rabbanî sana besdir fakat.421
2- Tertîb-i Nefîs
Şakir Ahmed Paşa, ulumu’l-Kur’ân sınıfına dâhil edilebilecek olan bu manzûm
eserinde her sûreye üç beyit tahsis ederek sûrelerin isimlerini, sıralarını, âyet sayılarını,
âyetlerin üzerinde ittifak edilenlerini ve ihtilaf edilenlerini ve cüzlerin bitiş ve
başlangıçlarını bildirmektedir.
Dâver-i din-i sehâvi-yi güzin Etti sadgüna hakâyıkı tebyîn.
Ben de onlar gibi ettim ta’dâd Oldu her sûre üçer beyitle yâd.
Beyt-i evvel ider ismin i’lan Hem kaçıncı olduğun remz u beyân.
Yani sadrında hurûf-u haddin Add-i din-i serhle eyler ta’yin.
Beyt-i sânîde bi-hasebil imkân Ettim âyâtını ta’dâd u beyân.
Sâlisi müttefak ve muhtelefi Eder erbâbına ta’rîf-i vefî.422
420 Faik Reşit Unat, Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, Ankara, 1974, s. 166. 421 Osmanlı Müellifleri, I, 265.
203
Şakir Ahmed Paşa, ehli kemalin herşeyi yazdıklarını ancak eserlerini hep Arapça
olarak kaleme aldıklarını belirttikten sonra Hakk’ın atıfetine mazhar olmak, Kur’ân’a
hizmet etmek, mağfiret-i Yezdan’a ermek için ve herkesin anlamasını arzu ederek
Türkçe olarak bu kitabını tanzim etmiştir.
Bu ğarîk-i yemm-i cürm ü taksîr Đntisâba ider ammâ tedbîr.
Dir ki ol zümreye mülhak olayım Mazhar-ı âtıfet-i Hakk olayım.
Ben de hıdmet edeyim Kur’ân’a Đreyim mağfiret-i Yezdân’a.
Lîk bir şey komadı ehl-i kemâl Cümlesi kıldı beyân u ikmâl.
Ehad-i seb’a Bû Amr Dânî Ol meh-i burc-u hakayıkdânî.425
3. Tertîb-i Nefîs’ten Örnek Metinler
Şakir Ahmed Paşa’nın, tek tek bilgi verdiği 114 Sûreden bir örnek verelim:
“Sûretü’l-Bakara Medeniyyetün
Bakara sûresidir bâğ-ı kerem Mert isen hıfzına kıl bezl-i himem.
Âyetidir ikiyüz seksen beş Bazıları heft dedi bazısı şeş.
On bir âyette asâtin-i ricâl Đhtilafât ile bast etti makâl.426 422 Đstanbul, 1269, s. 5. 423 s. 4. 424 Ebu’l-Kâsım eş-Şâtıbî’nin Nâzımetü’z-zehr fî a’dâdı âyâti’s-süver isimli kitabı. 425 s. 4-5. 426 s. 10.
204
Bu tanıtımdan sonra Arapça olarak ihtilaflı âyetleri ve ihtilaf eden kıraat
mezheplerini kaydeder. Yüz on dört sûre bu minvalde tamamlandıktan sonra otuz
cüz’ün nerelerden başladığını bildirmeye başlar:
Vasat-ı kelimeyi fasl etme sakın Yek nefesde ânı eyle icrâ
Ol Fâtiha cüz’ü evvel Cüz’ü sânî seyeqûlü’s-süfehâ427
Dahi tilke’r-rusül 428 olmuş sâlis Bakara içre bu cüz’eyn şehâ
Len tenâlü429 ise cüz’ü rabi’ Âl-i Đmran’da olur feyz-ârâ
***
Ol sûre-i Mülk oldu belî Cüz’ü bîset ü nehm ey merd-i Hudâ.
Fâtiha’dan Müstenbit Esrâr-ı Akliye” serlevhalı babını431 tercüme ederek meydana
getirdiği bu eserini önce Tercüman-ı Hakikat gazetesinde neşretmiş ve bunu da
nihayetsiz derecede faydalı bahisleri ihtiva eden Arapça kitaplarımızın sadece bir grup
insanın faydalandığı bir kitap olma durumundan çıkarak herkesin rahatça istifade
edebileceği bir mevkîye getirmek gâyesiyle, böyle parça parça dahi olsa Osmanlıca’ya
tercüme edilmesini teşvik etmek için yapmıştır. Daha sonra da sevenlerinin ısrarları
üzerine kitap halinde yayınlamıştır.
3. Đ‘câz-ı Kur’ân’dan Örnek Metinler
a) Muallim Naci, Kur’ân’ın mucize oluşunu fesahat ve belağat âlimlerinin onun
icazı karşısındaki durumlarını şu şekilde izah eder:
“Kitab-ı Mukaddesimiz Kur’ân-ı Hakîmin i’cazından kim
bahsedebilecek? Sözdeki i’cazın meratibinden habîr olan füsaha, bülega değil
mi? Hâlbuki onlar ne kadar bahs-i icazda iktidar gösterirlerse, karşılarında
Kur’ân’ın kuvve-i icaziyesi o kadar büyür. Onlar bahislerinde ne kadar i’la-yı
efkâr ederlerse, nazarlarında Kur’ân o kadar teali eder. Hayır! Kur’ân’ın kuvve-i
i’caziyesi o kadar büyümez. Kur’ân o kadar teali etmez. Fusahaya, bülegaya öyle
gelir.
Kur’ân zaten hayal-i beşere sığmayacak derecede büyüktür. Efkâr-ı
aliyeyi yanında safıl gösterecek mertebede mütealidir.
Fusaha, bülega, rütbe-i i’caz-ı Kur’ân’ı hakkıyla nasıl târîf edebilsinler?
Onların efkârı yükselmişse, meali-amüz-u kevn ü mekân olan Kur’ân-ı lâ-
mekanînin tenezzülü sayesinde yükselmiştir. Kimdir aciz insan, nedir i’caz-ı
Kur’ân?’’432
431 “Hazret-i Râzî, mukaddimeyi mezkürede hakikaten Sûre-i Fâtiha’nın o kadar fevaid ve nefaisini beyân eylemiştir ki, Ümmü’l-Kur’an’a dair bu derece tetkik ve tafsil, müfessirîn-i ulemamızdan hiçbirisine müyesser olmamıştır diyebiliriz. Bir vakitten beri bu mukaddimenin mütalaasıyla müstefid olmakta bulunduğumuz cihetle, şu istifadeden kâriîni dahi hissemend etmek için, mukaddimenin «Sûre-i Fâtiha’dan Müstenbit Esrar-ı Akliye» serlevhalı babını bervech-i ati tercüme ederiz.” 432 Đstanbul, 1301, s. 5.
206
b) Đnsanın Kur’ân karşısındaki acziyetini de şöyle ifade etmektedir:
“Hakikat-i Halikı bilmek isteyen, mahiyet-i Kur’ânı bilsin. Mahiyet-i
Kur’ân’ı bilmek isteyen, hakikat-i Halık’ı bilsin.
Đkisini de bilemeyeceğini anlayacak kadar fikri olan mahlûk, itiraf-ı acz
etsin ki, bu itirafın zımnında, derecat-ı i’caz-ı Kur’ân’da bize en karîb bulunan
dereceyi bârî idrak etmek gibi bir eser-i irfan göstermiş olsun.
Đtiraf-ı acz, irfandır. Hakikatte bu irfanın tahsili için değil midir ki,
Kur’ân’ın yeryüzünü ilk tenvir ettiği zamanlarda Arabın en güzide fusahası,
bülegası henüz aczlerini bilmediklerinden, gözlerine kestirdikleri bazı âyât-ı
celileyi tan-zir sevdasıyla birçok uğraşmışlardır?”433
c) Muallim Nâci, Fatiha’nın ilk âyeti hakkındaki açıklamaları şu şekilde tercüme
etmektedir:
“Bu cümleden iki şey anlaşılır: Biri ilahın vücudu; diğeri Onun hamde
istihkakıdır, îlahın vücudunu ne ile bilelim? Hamde istihkakını neden anlayalım?
Bunların ikisi de delil ister.
Birinci suale, Rabbi’l-Alemîn kavliyle, ikinci suale de er-Rahmani’r-
Rahîm, Maliki Yevmi’d-Dîn kavliyle cevap verildi:
Cevab-ı evvel, şu vecihte izah olunur:
Birşeyin vücudunu bilmemiz ya zarurî yahut nazarî olur. “Vücud-u ilahı
bilmemiz zarurîdir” denilemez. Zira bi’z-zarure biliriz ki, vücud-u ilahı bi’z-
zarure bilmeyiz, ilah bi’z-zarure bilinemez. Bi’z-zarure bilinecek şey, onun bi’z-
zarure bilinemeyeceğidir. Demek olur ki, ilahı ancak ilm-i nazarî ile bileceğiz,
îlm-i nazarî ise delilsiz tahsil olunamaz.
Vücud-ı ilaha delil nedir? Şu âlem-i mahsus! Kâinatı nazar-ı dikkate
aldığımız halde anlarız ki, arz, sema, bihar, maadin, nebatat, hayvanat bir
mucide, bir müdebbire, bir mürebbîye, bir mübkîye muhtaçtır. O muhtâcun ileyh
dahi ilahtır. îşte, Rabbi’l-Alemîn kavli, bu Sûretle, kadir, hakîm bir ilahın
433 s. 6.
207
vücuduna işaret olur.”434
Mütercim, kitabın normal akışı içerinde bazı ince noktaları izah etmek için
aralara Latife’ler yerleştirmektedir. Bunlar sayıca çok olmalarına rağmen sadece birisini
Rabbi’l-Alemîn buyuruldu. Bunun hikmeti de şudur ki: Her hâdisin, hal-i hudüsta
bir muhdise muhtaç olacağı meselesinde, âlem müttefiktir.”435
434 s. 13-14. 435 s.14. Burada zikredilmesi gereken Kazan’da 1897 tarihinde basılan Anonim, Kur’an Tahlilleri ile Ali Rızâ Bey’in Đ’câz-ı Kur’ân’dan bir Nebze isimli eserlerinden birincisine rastlayamadık, ikincisi ise M.Ü. Đlahiyat Fakültesi Kütüphanesi Öğüt Bölümü 1159 numarada kayıtlı olmasına rağmen yerinde bulunmamaktadır.
208
SONUÇ
Osmanlı devletinin, miras olarak devraldığı ve altı asır boyunca geliştirerek
devam ettirdiği fikri yapının Tanzimat döneminde kırılmaya uğradığı görülmektedir.
Bunun tezâhürlerini ilmî hayatın satırları arasından da okuyabilmekteyiz. Yazılan ve
basılan eserler, farkında olarak veya olmayarak devrin hâkim fikrinin tesirinde
kalmaktadır. Farklı oluşumların ortaya çıkmasında zamanın beraberinde getirdiği
ihtiyaçların da rol oynadığı muhakkaktır.
Bu zaviyeden bakıldığında Kur’ân’ın Türkçe tercüme ve tefsîrlerinin, daha
önceleri de matbaa mevcut olduğu halde bu dönemde bastırılarak yaygınlık kazanmaya
başlamış olmaları dikkat çekmektedir. Acaba din dilinin ulusal dile çevrilmesi sinyalleri
mi verilmektedir? Bizde, incelediğimiz eserlerin direk olarak böyle bir maksadı
gütmekten ziyade taleb ve ihtiyaca cevap verme mahiyetinde ortaya çıktıkları görüşü
ağır basmakla birlikte bu yol üzerinde kendilerine uğranılmadan geçilemeyecek
derecede öneme sahip oldukları da bir gerçektir.
Tesbit edebildiğimiz kadarıyla Türkçe tercüme ve tefsîrler devamlı olarak
devletin desteğini görmüş veya bizzat Padişah ve vezirlerin arzûsu üzerine kaleme
alınmıştır. Dini eserleri kontrol eden teftiş kurulunun tasdîkini almayan kitaplar
neşredilemezken bunların rahatlıkla basılabildiği görülmektedir. Bu sebeple de
mukaddimelerin hemen hemen hepsinde Padişaha yapılan medhiyeler ve teşekkürler yer
almaktadır.
Müelliflerin eserlerini te’lif etmelerinin sebebi umûmiyetle Arapça bilmeyen
halkın Kur’ân’ı ve Đslâm’ı anlayarak mûcibince amel etmeleri, medresedeki
talebelerinin öğrenmek maksadıyla talepte bulunmaları ve sahiplerinin sevâb kazanarak
hayırla yad edilmeleri, diğer bir ifadeyle “saadet-i dâreyn recâsıyla” olmaktadır.
Dolayısıyla eserler “pek açık ta’bir ile” sade bir şekilde yazılmaya çalışılmıştır. Arapça
tefsîr yazan müfessirlerden birçoğu yine müslüman halkın istifadesini düşünerek
kitabının içine bir de Türkçe tefsîr yerleştirmekte, böylece Arapça bölümlerle Türkçe
bölümler iç içe eserin sonuna kadar devam etmektedir. O devirde meşhur olan tefsîrlerin
209
umumiyetle işarî tefsîr metoduna yakın olmaları gerçeğini de müfessirlerin çoğunluğun
eğitimini gaye edinmeleri ile açıklayabiliriz.
Yine bu tefsirlerde, kullanılan rivayetlerin senetleri verilmemektedir. Bunların
Tefsîr alanında kullanılan ma’lum rivayetler olmaları, bu konuyla ilgilenenlerin adeta
îma yoluyla hadis kitaplarına yönlendirilmeleri ve halkın rivayetlerin senetleriyle
meşgul olmamaları gibi nedenlerle bu tür bir kolaylaştırma yoluna gidilmiş olabilir.
Bununla birlikte bu eserlerin sahipleri yaptıkları işin ne kadar mühim ve zor
olduğunun şuurunda bulunmaları sebebiyle, tefsîr yazabilmek için çeşitli ilimleri ve
fenleri liyakatlı âlimlerden usûlünce öğrenmek gerektiğini, bu ilimlerle ve alakalı
bulundukları temel eserlerle 40 yıl gibi uzun bir müddet meşgul olmanın zaruri
olduğunu ifade etmekle birlikte istisnasız her biri eksiklerinin ve hatalarının
bulunabileceğini, bunlara muttali olan ehl-i insâfın kendilerini affetmelerini, daha da
ilerisi, sayfanın kenarına not düşmek sûretiyle düzeltivermelerini isteyerek hududsuz bir
tevazu misâli sergilemişlerdir. Bu tavır Osmanlı âlimlerinin ne kadar tenkide açık bir
zihin yapısına sahip olduklarını göstermektedir.
Günümüzde müsteşriklerin tesiriyle salgın bir hastalık halini alan Đslâm’ın ikinci
temeli mesabesindeki Sünnet-i Seniyye’yi hafife alma tavrının o devirde izine
rastlanmamaktadır. Aksine istisnasız bütün âlimler Sünnet-i Seniyye’ye büyük bir
ehemmiyet atfederek tefsîrlerini rivayetlerle tezyîn etmişlerdir. Bir rivayeti
zikredecekleri zaman Peygamber Efendimiz hakkında 5 satırı bulacak kadar uzunlukta
tazim ifadeleri kullanmaktan dahi çekinmemişlerdir.
Tanzimat dönemindeki tercümelere baktığımızda bunların umûmiyetle tefsîri