de te fabula narratur
de te fabula narratur
a y t e k i n g e z i c ic a n o k a nç a ğ d a ş s u n ac a n s u y ı l m a zd u y g u a ş ı ke z m a n a n u ş a v a nf a t m a d e r eh a k a n c ö m e r th a z a l k a ç a rn u r d e m i r c a no s m a n e r ç o kt u ğ b a y e s i l y u r ty o l d a ş z o r l u
tasarım/k.fotoğrafı:H.cömert
[email protected] www.facebook.com/sonsuzfanzin
sayı:yedi mayıs ikibinondört
Faciya sormuşlar Soma'da sen mi oldun?
''ben kimseyle işbirliği yapmam'' demiş.
Kazaya sormuşlar Soma'da sen mi oldun?
''ben öngörülemeyen bir olayım''demiş.
Katlima sormuşlar Soma'da sen mi oldun?
''benim lakin arkamda
devlet ve sermaya var'' demiş.
Uygarlığı
yıkmadığımız
her an onun
göçüğü altında
kalma
tehlikesi
yaşıyoruz
farkında
mısınız?
'Maden,tersane,inşaat,hastane, fabrika… Zamanla bu mekanların değiştiği içeriğinin aynı şeyler olduğu haberlerle sarsıldık, sarılıyoruz da. Hatta belki bunların haberleri bile yapılmayacak, bilmeyeceğiz. Ne olur, mekanlara takılı kalmadan nedenine bakalım artık yaşananların, insanın değersizleştirildiğini, insana değer verilmediğini-vermediğimizi , bir meta olarak bakıldığını-baktığımızı görelim ve değiştirelim bu durumu. Öncelikle kendi hayatımızdaki insanlara değer vererek, bu değeri yaşayarak-yaşatarak, aksi durumuna şaşırarak, aksi halini kabullenmeyerek...
GÜLÜZAR
— Sonra; bir bahar üzeri dilin kilitlendi, umutsuz kaldı yüreğin. Gözlerinden yakaran bakışların çocuğun yüreğine işledi. Derin bir boğulma nöbeti hapsetti yaşamını bilinmez karanlığa. Çocuk karanlığında yitiverdi. Neydi sinene saplanan acı? Beynini kemiren, diline kilit vuran.
— Baharın müjdesini getiren leylekler senin sessizliğine küsüp şakımayı kestiler. Kara kış hükmünü sürdürmek için derin soluklar aldı içimizden. Yüreğimize karanlık hükmünü sürgün etti. Hapsolduk kendimizdeki bilinmezliğe sen güçsüz düşünce. Ah bizdeki derinlik Gülüzar. Gitmeni hazmeder mi sandın bizdeki sen olmuş yüreklerimiz?
—Sen götürülünce umut yolculuğuna, çocuk pencerelerde seni bekledi. Dünü anımsadı, dışarıdaki beyazda sert yüz ifadeni takınmış kurban oluyorsun çocuğa. Küçük ellerini avuçlayıp yüreğini ısıtıyorsun, her gülüşün çocuk için vazgeçilmez, paha biçilmez bir hazine. Ah evimizin kartalı Gülüzar. Sen gidince çocuk hangi avuçta yüreğini ısıtacaktı?
—Sonra döndüler beyazlar üzerinde kalabalıklar. Umudu yitirilmiş ve tükenmiş bir halde. Kanatlarında acı bir çırpınmayla leylekler getirdikleriyle döndüler geldikleri yöne. Çocuk pencerede donakaldı. Boğazına düğümlenen hıçkırıkları yutarak ayaktaki kalabalığın yanında yatan bedenine hapsoldu. —Gittin dünde kaldık Gülüzar’ım. Gittin evimizin kanatları kırıldı. Gittin çocuk sende kaldı. Ah içimizdeki sen, öleceğini mi sandın? Bak bende can olup yürüyorsun yarına.
-yoldaş zorlu-
20
14
1 m
ayıs
h.c
öm
ert
Çıya umuda ,hasrete ve güneşe aç yaşıyordu.Kavanozdaki balık mıydı gökyüzünü seyreden turna mıydı ? kimdi Çıya ?bunun cevabını artık bilmiyordu. Peki ,ya kendine sorduğu sorular kimin sorularıydı …İnsanların mı sorularıydı yoksa kendisinin bir türlü cevap alamadığı iç soruları mıydı ?Tüm çıplak soruları kaldırdı tozlu kitap rafına ve ağır adımlar ile evin içinde yüreğini derinliklerine volta attı ,yoruldu kendinden ve çekti kapıyı dışarı çıktı. Yüreğinde ,beyninde korkunç gök gürültüleri vardı korkuyordu Çıya ya patlarsa ya bu düşünceler ya kalkamazsa altından bu yükün ne yapardı o zaman …bu zamana kadar hep güçlü görünmüştü kimse onun çaresizliğine gözyaşına tanık olmamaşıtı.Çıya da bilmiyordu ne yapacağını nereye gideceğini kime sığınacağını kime içini dökeceğini ..dar sokaklarda aklında milyonlarca sorular ile yürüdü tek bildiği yeni başlangıçlar gerekiyordu ,bir devirişle her şeyi silmek yeni bir güne farklı yerde uyanmak istiyordu .Düşledi ovaları, bozkır dağ patikalarını, mezopotamya'nın o eşsiz güzelliğini ,onun yüreği hep buralarda idi sağı Dicle solu Fırat idi. Kollarını açsa sanki buraların tümünü kucaklayacakmış gibi hissetti ve bir anda hep gittiği çay ocağında kendisini buldu.Çıya sevdaya hasretti…çıya ne yapacaktı bu derdi içinden nasıl atacaktı ,onu bu çay ocağına çeken neydi kimdi…
hazal kaçar
2014 1 mayısh.cömert
Tavır al!!!
Bu diyarda bizler kimseyi beğenmez, çok konuşuruz ama herkesle iyi
geçinmeyi biliriz.Yanlız kalmaktan mı, düşman olmasından mı yada
çıkarlar doğrultusunda mı ne bir eleştiri yapar ne de tavır alırız.Mesele
asıl burada.Ne bir eleştiri yapmak ne de tavır almamakta!
Sistemi eleştirip, sokağa çıkıp hak ve adalet talebinde bulunmak, insanı
insan yapan bir duruştur.Fakat görmek istemediğimiz bir mesele var
burada.
Çevrende, sağında solunda, yanıbaşında insana zulüm eden bireylere
eleştirin yoksa, tavrın olmamışsa ya da en azından bir merhaban soğuk
değilse sorgula kardeş.Çelişkinin ini burası, biziz.
Biz hepimiz adalet, sevgi, kardeşlik, eşitlik ve özgürlük duygularımızı,
düşüncelerimizi günlük yaşamımızda aşkta, işte, aşta, dost sohbetinde,
güneşin sofrasında, yolda kısacası nefes aldığımız her yerde sergilemiyosak
tavrımız yoksa, eleştirimiz yoksa boşunadır.Okuduğumuz kitaplar, yasaklı
meydanlarda yankı bulan sloganlar, pankartlar, çizimler, yazılar, bir çatı
altında insanlıktan bahsetmek boşunadır.Tavır al kardeş, sus ve soğuk bir
selam eyle ilk önce, yanındaki yalan söylediyse, sağındaki sadece kendini
düşünüyosa anlat hele dünyanın merkezi kendisi olmadığını, tavır al
insanı aldatana, tükür karısını dövene, çocuğana sövene tarih tekerrür
etmekten çok sıkıldı kardeş.
H.cömert
2014 1 mayısh.cömert
Sabaha Karşı Asırlardır bitmek tükenmek bilmeyen bu mücadelenin ilk
etabını yine Gün kazanıyor. Gökyüzü farklı renklerde elbiseler denese de,
üzerine çoğu zaman maviyi yakıştırıyor. Bir umuttur yıldızlar hala
çırpınışlarını sürdürüyor ama nafile, her biri tek tek kayboluyor. Çok
üzülmeye gerek yok bu duruma, onlarda hep birlikte aynını her akşam
güneşe yapıyor. Gecenin ellerinden aldığı renkleri güneş her şeye birer
birer yeniden dağıtıyor. Şehirler araç gürültüleri ile birlikte esneyerek
yeniden uyanıyor. Güneşin yokluğunda kendini bir şey sanan ampullerin,
tüm forsu yavaş yavaş kayboluyor. Aslında evrenin bu oyunlarına her
akşam ve sabah şahit olup dikkat etmeyiz. Gece ve gündüzün devir teslim
töreni görülmeye en değer törendir hep. Bence birini alkışlayacaksak
Güneşi alkışlayalım, Ayı alkışlayalım dostlar. Var olduğumuzdan bu yana
hiçbir gün işlerini aksatmadılar onlar!
çağdaş suna
Hiçbir vakit tam karanlık değil gece Kendimde denemişim ben Kulak ver dinle Her acının sonunda Açık bir pencere vardır. Aydınlık bir pencere Hayal edilecek bir şey vardır Yerine getirilecek istek Doyurulacak açlık Cömert bir yürek Uzanmış açık bir el Canlı canli bakan gözler vardır Bir yaşam vardır yaşam Bölüşülmeye hazır. Paul Eluard
Ve h â l â r ü y a l a r ı m d ag ö r ü y o r s a m y ü z ü n ü ,b u b e n i m u t a n m a z l ı ğ ı m .
Ş i m d i n e f e s a l ı p v e r i ş i n id i n l e m e k v a r d ı s a a t l e r c eÖ p e r e k u y a n d ı r m a k s o n r a .
o s m a n e r ç o k
büyükanne'nin adı bonnie bee'ydi. gece geç vakit büyükbaba'nın, "sen benim kandaşımsın bonnie bee!" dediğini duyduğum zaman, "seni seviyorum" dediğini biliyordum çünkü duygu sözcüklere yansıyordu.
konuşurlarken büyükanne, "ben kandaşın mıyım wales?" diye sorar da, büyükbaba "sen kandaşımsın" derse, bunun anlamı "seni anlıyorum"du. onlara göre sevgi ve anlayış aynı şeydi. büyükanne anlamadığı bir şeyi sevemeyeceğini söyledi. insanları ve tanrı'yı anlamazsan ne insanları ne de tanrı'yı sevebilirdin.
büyükbaba ile büyükanne birbirlerini anlıyorlardı ve dolayısıyla seviyorlardı. büyükanne, yıllar geçtikçe anlayışın derinleştiğini ve ölümlü insanların düşünebileceği ya da açıklayabileceği şeylerin çok ötesine geçtiğini sandığını söyledi. dolayısıyla buna "kandaş olmak" diyorlardı.
büyükbaba, onun döneminde "kabile insanlarının" anladığınız ya da anlayışla baktığınız insanlar anlamına, dolayısıyla "sevilen insanlar" anlamına geldiğini söyledi. ama insanlar bencilleştiler ve sözcüğü yalnızca kan akrabaları anlamına indirdiler ama aslında hiçbir zaman sözcüğün bu anlama gelmesi düşünülmemişti. küçük ağaçın eğitimi / sf.52
bence biz
kimi zaman belirli kimi zaman sürprizli akıntı-lar-da sürükleniyor insan. bizler, sürüklendiğimizin farkında olarak, birbirimizin de nereye gittiğini bilmeye çalışan, gitmeyi istediği yere ulaşıp ulaşamadığını gözeten, gitmeyi isteyeceği yer-ler-i var etmeye çalışanlarız.
sonuna değinemeyelim istedik, bu yüzden sonsuzluğa dair-ait bir şeyler yerleştirdik adımıza. hepimiz bir başka pencereden bakıyor; akıntıya, kendine, koşuşturmamız gereken gündeliklere. tüm bunların arasında değer verdiğimiz-bulduğumuz içinde kendimizi ve birbirimizi anlamaya, hissetmeye, tanımaya çalıştığımız bir şey yarattık. sadece kendimizi değil, kendimizle olan her bir şeyi-kişiyi biz'in içine koyduk, zamanla içinde bulduk. çünkü olaya, olana, olması gereken ya da olmayana her zaman oldurduğumuz yaklaşımlarla baktık.
zamanla gitmeyi istediğimiz yeri bilmekte-bilmeye çalışmakta güçlük çekiyoruz. çünkü zamanı düzene sokanlar, bizim gibi yaklaşmıyor. demem o ki, değeri yokluğa yaklaştıran yapılar bütünü içerisinde insana, hayvana, doğaya verdiğimiz değerle yaşamaya çalışıyoruz. bu yüzden, bu yapılar bütünü içerisinde gidilebilecek bir yol-yer arıyoruz.
duygulanım
Ütopya kimisine göre “imkânsız” kimisine “hayal” kimisine “…” neyin
nasıl olduğu umurumda değil.
Nasıl kendi ayaklarımın üzerin de var olabiliyorsam aynı o şekil de kendi
fikrimle var oluyorum.
Ütopya benim için renklidir. Ben kadar yakındır bana gitmekte gitmemekte
benim elimde.
Güzel yerler beni bekler,
Risusvari'de bir hayal.
a.3
salacaktan baktım dünyayabugün çayım ve sigaramla
salacaktan yoksulluğuma baktım.
doydum, doyamadım hayata.
soğuk yoksul bedenlere iyi gelir.
söylendim durdum.
çalıştım, çalışamadım.
kayboldum dağınıklıkta.
küllük; boştu.
ya çok doluydu boşalttım, ya da hiç doldurmadım.
salacaktan dünyaya baktım bugün,
belki de istanbul' un en huzurlu yeriydi.
klasik kız kulesi, arabalar, dernek.
arabalar bir o tarafa bir bu tarafa geçtiler durdular.
simit yemiştim çayla, toktum bugün de.
karnım tok,ruhum yoksul ayrıldım denizkıyılarından.
cansu yılmaz
H.cömert
BEN SEN OLABİLSEM BİR AN
Zamana saklasam memleketim olmuş gözlerini,
Benim için varolmamış en güzel zamanlara
Ama hep çıkabilecekmiş gibi karşıma
Pır pır etse yüreğin yaramaz bir çocuk gibi.
Çıkarıp getirebilsem sözlerini
Hapsolmuş soğuk zamanların ağzından
Alabilsem, kurtarabilsem ellerini
Soluk benizli sahteliklerin çehresinden
Yuva olsam o güzel bakışlarına
Bütün tebessümlerine birer kaynak olsam.
Bir kuş olsam mesela geceleri aynana konsam
İzlesem öylece o güzel cemalini.
Bir rüzgar olup saçlarını okşasam,
Bir damla su olup dudaklarını ıslatsam
Birer hayal olup gözlerinde canlansam.
Bir kar tanesi olsam sevginin sıcaklığıyla erisem
Bir yağmur damlası olsam hasrete son versem avuçlarında…
En sevdiğin şarkı olsam dilinden düşürmesen beni,
Beğendiğin resimde en güzel renkler olsam
Sürekli izlesen beni.
Nefesin olsam senin her solukta hayat olsam sana
Beynindeki tek imge olsam
Hiç çıkarmasan aklından beni.
Usulca kalbine girip,
Sığınıp, sallansam içinde bir ömür.
Ben sen olabilsem bir an…
-nur-
En derine, en derine…
Yok olmuş yürekler, ağlayan kadınlar, çırpınandır analar.Yetim
kalmış yavrular…
Kazıyorlardı en derine en derine…Nerde görülmüş yerin yedi kat
altından gömmek için çıkarılmış bedenler…Kazıyorlardı en derine
en derine.Sarılmış kazmasına vuruyordu en derine en derine.
Bir ekmek uğruna, durmadan yorulmadan kazıyorlardı en derine
en derine…Oysa ekmek çıkarmak için indiler, döndüler
kömüre.Yanan bedenlere kor olup düştüler yüreğe…
Şimdi al eline kaderi vur yerin yedi kat dibine.
-fate-
Yağmurlu bir mayıs günü..
Mayıs'ın yağmur dolu bir günündeyim. Yağmurun içine daldıkça
çamurlar sıçrıyor saçlarıma. Şemsiyeleri kapatmakla başlayalım hadi
günlerimize. Gökyüzüne göz kaldırmak iç karartıcı yağmurlu bir
günde özgürlüğe göz kırpmak sanki.
Her yer avm işgaline uğramışken sokaklarda plansızca dolaşmayı
cesaretin göstergesi sayar olmuşlar. Aman yağmur yağmaya, havalar
kapanmaya görsün; doluşuyoruz sürü misali indirim standlarına.
Güneş dışarısı, yağmur içerisiyle özdeşleşmiş. Üşümeyi sakın ha
sakın göze alamaz olduk. Yağmurla arınmak yerine kendini
kaybedercesine tüketmek arınmanın karşılığına gelmeye başlıyor.
Ürkütücü.
Beton yığını kentten uzaklaşırken büyük alanlarda ağaçları
gördüğümde seviniyorum. Gri beton yığınlarına alışkın otomatik
bireylere dönüştükçe yeşil doğaya şaşırır olmuşuz. Şaşırır ettiler
bizleri. Yaşantılarımız standartlaştı. Düzen önümüze bir yaşam
döngüsü sundu. Ya içindesin bu düzenin ya dışındasın. Ne kadar
dirensek bile robotlaşıyoruz, moronlaşıyoruz. Eylemlerimizin özünü
yitirdik artık, önceden belirlediğimiz davranış kalıplarını tekrarlayıp
duruyoruz. En kötüsü de bunun en iyisi olduğunu düşünmemiz.
Yağmur şiddetini artırdı. Kafeye giriyor, kahvemi söylüyorum. Az
şekerli türk kahvesi. Ne öyle ne böyle; hoş sohbetli kendinden
köpüklüdür kahve. Bakır cezvede yavaş yavaş piştiğinde deyme
lezzetine. şimdilerde hazır kahve makinalarıyla siparişi vermenle
geliyorlar, hız tatmini lezzetin önüne geçtiğinde hayattan aldığımız
keyif azalmakta. Ne yazık ki artık herkes sabırsız.
Uyum içinde yaşamak, uyumlu davranışlar gösteriyor olmak
düzeninin devamını istemektir. Çatışma özgürlüğü de beraberinde
getirdiği için, her zaman bir aracı olur tartışma sonralarında ve
anlaşma sağlanır. ki kahvemiz orta şekerli olsun, aman ağzımızın tadı
bozulmasın isterler. Ağız tadıyla tartışmaya uyumsuzlaşmaya ile izin
vermezler.
Paltomu giydim ve kafeden ayrıldım bunları bi yandan
düşünürken.şu toprak kokusunun dayanılmaz gerçekliğini nefesine
katmayana hayret ettim. Betonların kokusu dahi yok. Baharın uzun
uzadıya sahillerde çimlere uzandığımız günlerini arayacak mıyız?
Denizi doldura doldura küçülttüklerini mi zannederler. Denizler
küçülmez ki,su hep hayattır. Hayatı santrallerle değil, öz yaşamına
bırakarak doğada var edebiliriz. Yoksa o bizi terk eder biz de yapay
sularla kokusuz havalarla kış gibi yaz yaz gibi kışlar geçiririz.
Yağmur yağıyor yeşillerin aşkına, barışı düşleyerek ıslanın!
cansu yılmaz
Hemen ölecek gibi öteye, hiç ölmeyecekmiş gibi buraya çalışmak.
Bize öğretilen bunlardı...
Gelecek için bir şeyler yapma telaşıyla geçmekte ömür denilen şey.
İyi bir okul, iyi bir iş, başımızı sokacak bir ev, araba da olsa fena
olmaz hani. Sonra bunların yenilenmesi gerekmiyor mu? Gerekir
elbet. Hem neden yenilemeyecekmişiz ki? ileride daha rahat
ederiz.. Biraz daha sabır, az bir şey daha sıkıntı çektik mi değmeyin
keyfimize. Hee, bir de yazlık almak gerek tabii. Emeklilik denilen
ölüm öncesi inzivada, bunlar rahatımız için gerekecek.. Belki de
memlekete yerleşiriz. Nasıl? Fena mı olur. Babadan dededen kalma
bağ bahçe ile uğraşırız. Küstürmemek gerek toprağı. Hem, biraz
toprak kokusu herkese iyi gelir. Yarın öbürgün çocuklar da evlenir.
Bir iki de torun.. Sonra varsın gelsin ölüm dediğin..
Tüm bunlar birçoğumuzun ortak düşünceleri değil mi?
Sonra hepimiz sıyrılarak hayallerden ve az çok olmasını dileyerek,
bir şekilde dağılırız hayat denilen telaşenin içine. Kimimiz işe
gider, çok çalışmak lazımdır çünkü, eve ekmek lazımdır. Kimimiz
okula gider. Okumak, cahil olmamak da lazım. Kimimiz gezmeye,
arkadaşlarla buluşmaya, hava almaya.. Hayat herkes için akar bir
şekilde, çoğu zaman farklı da olsa.. Bazılarımız da evde kalır.
Gidene; güle güle, kalana; hoşça kal... iki kelimedir söylenenler,
gitsek de kalsak da.. Tüm bu çalışma döngüsünde, her ne kadar
söylenirse söylensin, bizler "öteye" pek ağırlık vermeyiz
düşüncelerimizde. "öldükten sonra" diye hayal kuran
görmemişsinizdir sanırım.. Kim kurar ki? Ya da bir yere gitmeden
önce gözlerinizin içine yaşlı gözlerle, uzun uzun bakan bir
tanıdığınız olmamıştır. " ya seni bir daha göremezsem" ?
Her şey planlandığı gibi gitmiyor hayatta.. Bugün, hatta şu anda
bile yukarıda sayılanların hayalini kurmuş fakat artık
yapamayacağının bilincinde olan, yaşlı gözlerle, uzun uzun
sevdiklerinin gözlerine bakmak isteyen yüzlerce insan var yerin
altında. Canlı canlı gömülmüş vaziyette.. Ne evinde hoşça kalacak
ne de güle güle evine dönecek insanlar yok artık yüzlerce ailede..
Artık yas var.
Gülümsemelerin yerini almış gözyaşları var. Ekmek için
çıkardıkları kömürün karası, kader olmuş, alınlarına kazınmış
masum insanlarımız var yerin altında.. Ne olursa olsun, ölümde
bile onlarla birlikte gelen kömür karası, artık tabutlarında yer
bulacak.. Ve geriye kalan şu cümle ile anılacaklar “Her şeye can
katan toprak bu sefer can aldı”. Peki, neden? Kimlerin yüzünden?
Mecliste yan gelip yatanların, çıkarlarını ilgilendiren bir şey
olmadığından mı? Rüşvete alışkınların her şeyi olumlu gösteren
raporlarından mı? Patronların hiç bitmeyen “ daha fazla”
tutkularından mı? Akıllara, cevapları zor olmayan birçok soru
gelebilir. Akıllara o insanların yakınları da gelebilir. Daha doğrusu,
gelmelidir..
Kömür karası bahtlarına mağlup olmuş, yitip giden canlar,
arkalarında büyük bir trajediyi bırakmakla birlikte çaresizliği,
insan hayatının bu ülkede ne kadar ucuz olduğunu bizlere
göstererek gittiler. Bir yandan da evlatsız kalan anne babalar, dul
eşler, babasız çocuklar bıraktılar. Ömürleri boyunca o çocukların,
eşlerin, ana ve babaların akıllarından çıkmayacak acılar bırakarak
gittiler.. Çocuklar babasız büyümenin zorluğuyla harmanlayacaklar
hayatlarını, eşler kocasızlığın yükünü göğüsleyecek. Bir anne ve
baba ise evlat acısında kavuracak hayatlarını. Her gün tazelenerek
yaşanacak acıları. Bir de maddi sıkıntılar eklenecek, ekmeğini
taştan çıkaran yiğitlerin yokluğunda. Her zorlukta arayacak gözler
kömür karası babalarını, kocalarını, evlatlarını. Bizler.. Bizler ise
balık hafızalarımıza yenik düşeceğiz. Belki bir hafta, bilemedin bir
ay. Sonrasında yine gereksiz dünya hayatımızla, kendimizi tekrar
göbeğine oturtarak dünyanın, yaşamaya devam edeceğiz. En büyük
acılar yine bizim yaşadıklarımız olacak, en kötü durumda yine biz
olacağız. Hiç bitmeyecek ağlamalarımız, “dertler yine mi beni
buldu” diyerek unutacağız diğer insanların acılarını. Zengin
hayatlarımızı resmedeceğiz,tatillere gidip boy boy resim
çektireceğiz, yediğimiz içtiğimiz her bokun resmini çekip orada
burada paylaşarak, bunları yapamayanlara göre üstünlük
sağlayacağız kendi kuş beynimizce, tabii bugün ağladığımız
insanları unutarak..
Sonra paraleller çıkacak tekrar piyasaya, çok şükür iyi giden
ekonomimiz (!) in artık o kadar da iyi gitmediğini göreceğiz. “Din
elden gidiyor” diye seçim kampanyaları yapacağız. Tekrar
çıkarlarımız peşine koşturacağız. Gündemimizde Suriyeliler daha
çok yer bulacak. Biz o madende şehit olan babayiğitleri unutacağız!!
Mısırlılara, Suriyelilere ağladığımız kadar onlara ağlamayacağız.
Her ölüm yıl dönümünde, yalandan çiçekler bırakılacak
madenlerin önüne, ertesi gün unutmak kaydıyla.. Ne yazık !! Sonra
bir de o madenin sahibi var ! Eminim o da çok üzülüyordur. Tabii
biraz farklı olarak. “Bunlar benim madenimde olmak zorunda
mıydı” diyordur yakınarak. Madenin her çalışmadığı gün için
hayıflanıyordur “eyvah!! Bugün de madeni açamadık. Zararımız
çok büyük!!”… Fakat ne olursa olsun emindir kendine hiçbir şey
olmayacağından. Çünkü dokuz ay öncesinde; bakan, onun
madenini överek yere göğe sığdıramamıştır. Biliyordur ki haraç
mezat bütün teftişlerden alnının akıyla geçmiştir ve geçecektir.
Kimlerin kıçı yalanmıştır? Kimler devreye girmiştir? Biliyordur
devlet nezdinde neyin nasıl yapılacağını. Şimdi yalandan bir teftiş
kurulu oluşturulup, göstermelik para cezaları verilecektir. O
maden sahibi de yas tutacaktır, ona verilecek para cezasını
düşünerek. Ve o da biliyordur ki çok sürmeyecektir moralinin
bozukluğu. Yanına çocuklarını da alarak, ailecek yurt dışında tatil
yapıp unutacaklardır tüm olumsuzlukları, hiç düşünmeyerek o
madenci çocuklarının daha “ailecek tatil” yapamayacaklarını.. Ve
çok geçmeden aynı acılar tekrar yaşanacaktır.. Bizler de bu kısır
döngüde rolümüzü; alık alık bakarak, bir palyaço sahtekârlığıyla
ağlayarak hakkıyla oynayacağız. Onlar da canlarını tekrar tekrar
vererek yeniden dirilecekler..
O babayiğitlerin tek suçu madende çalışmaktı, “çaresizlikten”..
Hemen ölecek gibi öteye, hiç ölmeyecekmiş gibi buraya çalışmaktı..
Allah ölenlere rahmet, kalanlara sabır ve dayanma gücü versin..
c.o
Bundan yüzyıllar önce yaşamış Güney Amerika yerlileri olan
Azteklerin inancına göre yılan; daha önce en güzel melek olan
düşmüş bir melekmiş. Eskiden sevgi ve dostluk mesajı veren bu
meleğin mesajı artık korku ve yalan olmuş. Onlardan yüzyıllar
sonra Mısır mitolojisinde karşımıza çıkan yılan sembolü bir yandan
bilgeliği, şifayı ve sıhhati vaat etti bir yandan da kötülüklerin
sembolü oldu.
Azteklerin “yalanlar prensi” dediği bu melek günümüze nasıl geldi
veya ne kadar değişti de tıp bilimini sembolize ediyor? Tıp bilimi,
bununla alakalı olarak ilaç bilimi sevgiye mi yakın korkuya mı? İlk
modern doktor kabul edilen Hipokrat'tan bu yana şifacılık,
simyacılık, ilkel dönem yerel tedaviler, endüstriyel ve son olarak
post-endüstriyel üretim gibi aşamalara ayırabiliriz tıp bilimini.
Post-endüstriyel süreçleri şuan içinde olduğumuz için net
gözlemleyemesek de genetik kontrol, zihin ve davranış kontrolü, ve
biyolojik silah çalışmalarını kapsadığını söyleyebiliriz. Kapitaller
için sermaye ve sermaye döngüsüne hakim olmak yetmiyor artık,
her şeye egemen olmak istiyorlar düşüncelerimize bile!
Elbette ki bu süreçler kendiliğinden gelişmedi, önce ihtiyacımız
olduğuna inandırıldık sonra ihtiyacımıza cevap verdiler. “Bu
tüketim toplumunda insanlar öğrenmeyi, iyileştirmeyi, kendi
yolunu bulmayı değil öğretilmeyi, götürülmeyi, sağaltılmayı ya da
yol gösterilmeyi isterler. Kişisel işlevler kişiliksiz kurumlara
devredilmiştir. İyileşme hastanın görevi olmaktan çıkmıştır.
Endüstri mallarının her birinin, her insanın özgürce kendi başına
ürettiği, pazarlanamayan kullanım değerleriyle rekabet ettiği
genellikle gözden kaçar.”*
Depresyon ilaçlarından önce insanların biliş/bilinç sağlığıyla
oynamak gerekiyordu ve bu konuda ne kadar başarılı olduklarını
görebiliyoruz. Tıpkı doğanın üstüne inşa ettikleri yapay cehennemi
görebildiğimiz gibi.
İletişim kurmanın en kötü
yoluydu semboller/kavramlar
ve zaten iletişim kurmamız
istenmiyordu. Bilgiyi
sistematik kavramlar dizini
haline getirmek tam da bu
ihtiyaçtan doğdu ve yeni
çocuğumuz: Bilim. Üstelik
sistem karşıtları için bile çok
verimli bir toprak: Materyal
bilim. Kültür mantarı
yetiştirilir gibi kültür
muhalefet yetiştirilebilir artık.
Artık sistem ve anti-sistem bu
yoldan yürüyebilir ve kendini
legalize edebilir ve artık terör
legal!
Salgınlar ve bunun için
geliştirilen endüstri, bu
endüstrinin sömürdüğü
insanlar ve endüstrinin
sömürdüğü insanlar için
sömürülen insanlar hatta
bunların hepsi için sömürülen
doğa. Hepsi legal artık.
Terörizmin egemen olduğu
yerde ise terörizmi terörize
etmek legaldir.
Ve yaşasın terörist deliliğimiz!
*İvan İllich- Sağlığın Gasp
ı
MADDİ TIP ŞEYTANDIR!
ezman anuşavan
bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;içimde cesetler ve daha ölmemişler var. metin altıok