Top Banner
S ERÇEÞM E BİLİMLE GİDİLMEYEN Y OLUN SONU KARANLIKTIR Aylik Derg (Devamı 2. Sayfada) HEPİMİZ TECRİTTEYİZ Türklüğü, “aşırı gelişmiş bir milli kültür bilgisi”nin “tasallutundan” kurtararak, “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp “barış içinde yeniden kurmak” artık “yükümlülüğümüzdür” diyorum Acı Olan Tecritte Kimliksizlik Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni E mperyalizm, halkımı ortak bir iradeyi dışa vuran güç olmaktan çıkardı kalabalık du- rumuna getirdi orada “tecride aldı. Devlet Ortodoks Sünniliğe “yatırım yaptı, diğer inanç-düşünce ve felsefeleri Allahın görüşünde “tecride aldı; Türklük, kendi kanına yatırım yaptı”, diğer etnik yapıları kendi kan dolambacında “tecride aldı”. Sistem kadını erkeğin evrenselliğinde, erkeği de kendi amacında “tecride aldı”. Şimdi tecritte “kimlik kır- makla” uğraşılıyor. Tecrit kaçınılmaz ise “tecritte kimlikli” olmak anlamlıdır. Milliyetçilik Milliyetçilik özünde “siyasal”dır; tarihsel olarak doğru olsa da milliyetçilik “nötr bir halk kavramından kaynağını almaz. Tam tersine “belli bir etnik grubun” siyasal egemenliği için öne çıkar; onu “ en kanlı” ideoloji durumuna getiren neden de budur. Günümüz Türkiyesinde milliyetçilik bu anlamını korumakla birlikte daha çok “sosyolojik bir nitelik ” kazanmıştır. Sosyolojik bir nitelik kazanma gereği milliyetçilik benim toprağımda “lümpen kesimin” ken- dini ifade etmek için kullandığı bir “ araçtır” artık. Bir anlamda “haemiş”, bir anlamda da ağırlaşmıştır”. Haemiştir çünkü “sistematik bir toplumsal ideoloji” olma içeriğini yitir- miştir. Diğer taraftan “ en kötü” ve “ en tehlikeliniteliğini kazanmıştır; varoşların “sağ poli- tik açılım ve arayışlarının dayanak noktası” haline gelmiştir. Artık milliyetçi olmak için ne tarihi bilmek ne de toplumu tanımak gerekiyor: “ Arzu” etmek, “istemek ” yeterli. Arzu edilen ile gerçekte olan arasındaki “mesafe” açıldıkça, “ben” boşluğu “ doldurmak ”, kırılganlığını örtmek ” zorunda kalıyor. Kimlik ne kadar “zaaf ” ya da olanaksızlık-umarsızlık içindeyse o kadar “saldırgan” oluyor. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı, lümpen kültürle beslenmiş varoş kimliği için “son mutluluk çağrısıbelki de. Ulusçuluk Ulusçuluk, milliyetçiliğin zaman içinde yıpranmasından ve kirlenmesinden “ çekinen” çev- relerin ürettiği “yeni bir ideolojidir”. Milliyetçiliğin “sağ bir ideoloji” olarak algılanması ve özellikle MHP gibi bir partiyle “ özdeşliğikarşısında kendilerine “sol” bir nitelik kazan- dırmak isteyen Kemalist çevreler, kendi milliyetçiliklerini “ulusçuluk ” olarak tanımladılar. Karşıya geçip baktığımızda”, milliyetçiliğin MHP bağlamındaki halinin ancak “popülist bir değer” olarak tedavülde kaldığını, buna karşın ulusçuluğun, “ çok ciddi” bir ideolojik kapasiteye sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Milliyetçiliğin “popülist dokusu”, onu giderek şiddete dayalı bir tür “lümpen” tarzın değer yargısı haline getirirken ulusçuluk, net bir siyasal ideoloji” olarak sivrildi. Varoşlarda ya da Türkiye’nin şurasında burasında işlenen cinayetleri tartışıyoruz: Ki- mileri çıkıyor(solcular ya da soldan bakanlar) bu cinayetleri “illegal” olarak örgütlenmiş durumda bulunan “köktendinci çetelerin” yaptığını söylüyor. Kimileri de (sağcılar, sağdan bakanlar) bu cinayetleri “ derin devlet bağlantılı”, doğal olarak illegal, “milliyetçi” ya da “ulu- salcı” çetelerin yaptığını savlıyor. Sağcılar kendilerini “ dinden”, solcular kendilerini “ulusal- cılıktan” sakınarak giriyor tartışmaya. Makale konusu “ulusalcılık ” olduğu için öne alarak sormak istiyorum: “Ulusalcılık bu konuda tümüyle masum mu acaba?” Ulusalcı bir hareket içinde bulunanlar “içinde bulundukları” hareketi şöyle bir irdelesinler: “ İyi niyetli olmanın sınırları aşıldığında”, ulusal hareketin faşizme ve terörizme son derece elverişli bir “zeminsağladığını göreceklerdir. Son dönemde büyük kentlerin varoşlarında ya da ülkenin kimi yörelerinde “milliyetçilik ile ulusalcılık arasındaki ayrım” ortadan kalktı. Hüseyn Hürrem Ulusoy Postnişinlik Sorunu Mayis Terör Bahane Devlet Şiddeti Sahnede Fkret Otyam Nejat Birdoğan Anısına “Gülyüzlüm Merhaba” Veysel Kaymak İktidar ve Demokrasi Esat Korkmaz Evrensel Dişil İlke: Havva İsmal Kaygusuz Makâlat-ı Şeyh Sâfi Bir Şii Propaganda Kitabı Değildir Erdoan Aydin Efsaneyle Gerçekleri Birbirinden Ayıklamak Metn Acar Aleviler ve Devlet İlişkisi - Bölüm: II Gülçn Akça - Ahmet Koçak Antalya’nın Bektaşi ve Tahtacı Köyleri - Bölüm III Cavt Murtazaolu Yarenler Ceminde Dil Olunca, Kulak Ol İsmal Yildirim - Yolcu Blgnç le Söyletk: Farklılık Gütmek Değil Amacımız Ahmet Koçak - Âik Yener le Söyletk: Halk Şiiri Halktan Aldığını Halka Vermektir Hasan Harmanci Boşlukta Köprü: Nereye Gideceğiz Mustafa Özcvan Yiğit Muhtaç Olmuş Bekta Tufan Güne Kongre İzlenimleri Metn Özdemr Selçik Köyünde Nevruz Bayramı Av. Muhterem Akta Tekzip Yazısı Fyati: Ytl / / Mayis Sayi: 41 41 Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: [email protected] Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli Bu Sayida
32

Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mar 19, 2016

Download

Documents

Esen Uslu

Sercesme Dergisi, Sayı 41, Mayıs 2008
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Aylik Derg

(Devamı 2. Sayfada)

HEPİMİZ TECRİTTEYİZ

Türklüğü, “aşırı gelişmiş bir milli kültür bilgisi”nin

“tasallutundan” kurtararak, “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp

“barış içinde yeniden kurmak” artık “yükümlülüğümüzdür” diyorum

Acı Olan Tecritte Kimliksizlik Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

Emperyalizm, halkımı ortak bir iradeyi dışa vuran güç olmaktan çıkardı kalabalık du-rumuna getirdi orada “tecride aldı”. Devlet Ortodoks Sünniliğe “yatırım yaptı”, diğer inanç-düşünce ve felsefeleri Allahın görüşünde “tecride aldı”; Türklük, kendi kanına

“yatırım yaptı”, diğer etnik yapıları kendi kan dolambacında “tecride aldı”. Sistem kadını erkeğin evrenselliğinde, erkeği de kendi amacında “tecride aldı”. Şimdi tecritte “kimlik kır-makla” uğraşılıyor. Tecrit kaçınılmaz ise “tecritte kimlikli” olmak anlamlıdır.

MilliyetçilikMilliyetçilik özünde “siyasal”dır; tarihsel olarak doğru olsa da milliyetçilik “nötr bir halk” kavramından kaynağını almaz. Tam tersine “belli bir etnik grubun” siyasal egemenliği için öne çıkar; onu “en kanlı” ideoloji durumuna getiren neden de budur. Günümüz Türkiyesinde milliyetçilik bu anlamını korumakla birlikte daha çok “sosyolojik bir nitelik” kazanmıştır. Sosyolojik bir nitelik kazanma gereği milliyetçilik benim toprağımda “lümpen kesimin” ken-dini ifade etmek için kullandığı bir “araçtır” artık. Bir anlamda “hafi fl emiş”, bir anlamda da “ağırlaşmıştır”. Hafi fl emiştir çünkü “sistematik bir toplumsal ideoloji” olma içeriğini yitir-miştir. Diğer taraftan “en kötü” ve “en tehlikeli” niteliğini kazanmıştır; varoşların “sağ poli-tik açılım ve arayışlarının dayanak noktası” haline gelmiştir. Artık milliyetçi olmak için ne tarihi bilmek ne de toplumu tanımak gerekiyor: “Arzu” etmek, “istemek” yeterli. Arzu edilen ile gerçekte olan arasındaki “mesafe” açıldıkça, “ben” boşluğu “doldurmak”, kırılganlığını “örtmek” zorunda kalıyor. Kimlik ne kadar “zaaf” ya da olanaksızlık-umarsızlık içindeyse o kadar “saldırgan” oluyor. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı, lümpen kültürle beslenmiş varoş kimliği için “son mutluluk çağrısı” belki de.

UlusçulukUlusçuluk, milliyetçiliğin zaman içinde yıpranmasından ve kirlenmesinden “çekinen” çev-relerin ürettiği “yeni bir ideolojidir”. Milliyetçiliğin “sağ bir ideoloji” olarak algılanması ve özellikle MHP gibi bir partiyle “özdeşliği” karşısında kendilerine “sol” bir nitelik kazan-dırmak isteyen Kemalist çevreler, kendi milliyetçiliklerini “ulusçuluk” olarak tanımladılar. “Karşıya geçip baktığımızda”, milliyetçiliğin MHP bağlamındaki halinin ancak “popülist bir değer” olarak tedavülde kaldığını, buna karşın ulusçuluğun, “çok ciddi” bir ideolojik kapasiteye sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Milliyetçiliğin “popülist dokusu”, onu giderek şiddete dayalı bir tür “lümpen” tarzın değer yargısı haline getirirken ulusçuluk, “net bir siyasal ideoloji” olarak sivrildi.

Varoşlarda ya da Türkiye’nin şurasında burasında işlenen cinayetleri tartışıyoruz: Ki-mileri çıkıyor(solcular ya da soldan bakanlar) bu cinayetleri “illegal” olarak örgütlenmiş durumda bulunan “köktendinci çetelerin” yaptığını söylüyor. Kimileri de (sağcılar, sağdan bakanlar) bu cinayetleri “derin devlet bağlantılı”, doğal olarak illegal, “milliyetçi” ya da “ulu-salcı” çetelerin yaptığını savlıyor. Sağcılar kendilerini “dinden”, solcular kendilerini “ulusal-cılıktan” sakınarak giriyor tartışmaya. Makale konusu “ulusalcılık” olduğu için öne alarak sormak istiyorum: “Ulusalcılık bu konuda tümüyle masum mu acaba?” Ulusalcı bir hareket içinde bulunanlar “içinde bulundukları” hareketi şöyle bir irdelesinler: “İyi niyetli olmanın sınırları aşıldığında”, ulusal hareketin faşizme ve terörizme son derece elverişli bir “zemin” sağladığını göreceklerdir. Son dönemde büyük kentlerin varoşlarında ya da ülkenin kimi yörelerinde “milliyetçilik ile ulusalcılık arasındaki ayrım” ortadan kalktı.

Hüseyn Hürrem Ulusoy Postnişinlik Sorunu

Mayis Terör Bahane Devlet Şiddeti Sahnede

Fkret Otyam Nejat Birdoğan Anısına “Gülyüzlüm Merhaba”

Veysel Kaymak İktidar ve DemokrasiEsat Korkmaz Evrensel Dişil İlke: Havvaİsmal Kaygusuz Makâlat-ı Şeyh Sâfi

Bir Şii Propaganda Kitabı Değildir Erdoan Aydin Efsaneyle Gerçekleri Birbirinden

AyıklamakMetn Acar Aleviler ve Devlet İlişkisi - Bölüm: IIGülçn Akça - Ahmet Koçak Antalya’nın

Bektaşi ve Tahtacı Köyleri - Bölüm IIICavt Murtazaolu Yarenler Ceminde

Dil Olunca, Kulak Olİsmal Yildirim - Yolcu Blgnç le Söyletk:

Farklılık Gütmek Değil AmacımızAhmet Koçak - Âik Yener le Söyletk:

Halk Şiiri Halktan Aldığını Halka VermektirHasan Harmanci Boşlukta Köprü:

Nereye Gideceğiz Mustafa Özcvan Yiğit Muhtaç OlmuşBekta Tufan Güne Kongre İzlenimleriMetn Özdemr Selçik Köyünde Nevruz BayramıAv. Muhterem Akta Tekzip Yazısı

Fyati: Ytl / / Mayis Sayi:

4141

Genel Yayın Yönetmeni: Esat KorkmazSahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet KoçakSorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet KoçakYönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbulTel/Faks: +90.(0)212.519 56 35E-posta: [email protected]ı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 NurtepeKağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00Yayın Türü: Yerel - Süreli

Bu Sayida

Page 2: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

2 Sayı 41

SERÇEÞME

YurtseverlikTürkçede yurtseverlik, 1970’lerde “sol kesim” tarafından kullanılan bir terimdi. Antiemper-yalist, Kemalist ve “sağ” anlamında milliyet-çilikten uzak, milliyetçiliğin içerdiği “etnisite” algılamalarından arındırılmış, ondan özenle kaçınan bir ifade biçimi olarak toplumsal ya-şamda yerini aldı. Bugün ise “mikro-milliyetçi-liğin” ya da “derin devlet” bağlantılı “ulusalcı çetelerin” yarattığı baskı karşısında insanların “orta yol” arayışına rehberlik eden “zararsız” bir terim olarak çıkar karşımıza. Bütün kötü-lüklerin kaynağı olarak algılanan “milliyet-çiliğin” ve olumlu kazanımlarına karşın ye-tersizliği anlaşılan, bir yanıyla milliyetçilikle buluştuğu için tehlikeli görülen “ulusalcılığın” terk edilmesiyle varılan “iyi” yer. Kendisini zamanın “uzmanı” görenler, her davranışımı-zı “ölçmeye”, kendi tutumlarını yaşanan halin “bilimsel doğrusu” görmeye kalkışınca “yurt-severlik” de “ne oluyor?”, demeye fırsat bula-madan “kirlenmeye” başladı. Yurtsever olmak ile cuntasever olmak “özdeşleşti” ne dersiniz?

Sûfi yorumda yurt dendiğinde bu iki biçim-de anlaşılır:

a) Yurt, canın gölgesi ile gezindiği yerdir; bu anlamda bir toprak parçasıdır.

b) Yurt, doğrudan doğruya canın “gölge-si”dir; canın gölgesi “beden” olduğuna göre,

örneğin bu toprakta yaşayan 70 milyon insanın bedeni yan yana getirildiğinde elde edilen “bü-yük beden” yurttur.

Demek ki yurtsever olmak “topraksever ve insansever” olmak anlamlarına gelir. Anlaşı-lacağı gibi bedene “işkence” edilerek toprakse-ver-yurtsever olunamaz; bunan tersi de doğru-dur, toprağa “işkence” edilerek de insansever-yurtsever olunamaz. Toprağı ya da bedeni yurt edinmek, topraksever ya da bedensever olmak anlamında “yurtsever” olmak, kan akıtılarak- bedel ödenerek elde edilen bir “sevgi”yi taşı-yor olmak demektir. Bu sevgiyi, mazlumlar, sıkıntı içinde olanlar, ezilenler geleceğe taşıya-bilir; çünkü, bedeli ödeyenler onlardır. Gerçek yurtseverler onlardır. Sağ siyaset zemininde örgütlenen ya da orada kimlik edinen hiçbir parti bâtıni anlamda yurtsever olamaz; onlara el uzatarak, onlar desteklenerek yurtseverlik giysisi giyilemez. Böyle davranırsak kendi-mizi, temsil ettiğimiz toplumsallığı ve siyaseti “sınıfl ar üstüne” ya da “ideoloji-ötesine” taşı-mış, şu ya da bu cuntaya yem oluruz. Her şey anlamsızlaşır.

Kadın-ErkekKarşıtlar olarak kadın ve erkek “aile” için-de vardır: Aile dışında her biri yurttaştır. Ve yurttaşın cinsel kimliği olamaz. Kadınlara ve erkeklere özgü “sivil haklar” olmadığından, kadınlar için durum yürekler acısıdır. Var olan yasalar erkeklere uyarlandığından ve yurttaşın modeli erkek olduğundan kadın yurttaş, ihti-yaçları karşılanmayan bir haklar eşitliğiyle “is-

tismar” edilmektedir. Böylesi bir durumda aşk kadın tarafından olanaklı olmaz; çünkü, kadın erkeğin içinde bilinçsizce “erimiş” olarak ken-di cinsiyetini ve cinsiyetiyle ilişkisini göremez. Başka bir anlatımla kadının aşkı “ailevi bir şey olarak sivil bir göreve indirgenir”: Ne tekil bir aşka hakkı vardır ne de kendini sevmeye. Tam tersine o sevilmeye ve himayeye adanmıştır; bu adanmışlık içinde kendini kurban etmelidir. Erkek için ise kadına duyulan aşk, yurttaşın evin tekilliği içinde “dinlenmesini” temsil eder. Kadın evrenselliği erkek everenselliğinin içine alındığı için pratik bir emeğe indirgenir. Böyle olduğu içinde kadın bir göreve denk düşer, bir hakka değil. Erkeğe gelince o kendini aşkın te-killiğine teslim eder: Evinde bir kadınla yaşa-dığı aşk, yurttaş olarak verdiği emeği tamam-layan bir “dinlenmeyi” simgeler.

Toplumsal üretimin maddi yönlerinin ko-numlanışı nedeniyle yani zorunlu emeğin “toplumsal ve özel yanları” arasındaki çeliş-kinin tırmanmasıyla kadın-erkek birbirinden uzaklaşır: Ötesinde zorunlu iş-saati ile erkek işçinin yaşamı birbirinden bağımsızlaşır. Artık kadın da yalnızdır erkek de; kadın da tecritte-dir erkek de.

Tarihin gelişimini sürdürmesine olanak sağ-lamak için bu sömürüyü ve bu sömürünün üret-tiği tecridi kaldırmak zorundayız: Uzak laşma nedeniyle cinsler arasında etik ilişkiler yoktur. Aile yaşamı dışında her ikisi “kimliksizdir”. Kimliksiz kimlikler muhatap alınarak verilen haklar “cinslere özgü sivil haklar üretmez”. Tam tersine yeni haksızlıklar üretir.

(Baştarafı 1. Sayfada)

Acı Olan

1977’nin 1 Mayısında katledilenlerden, Sevgili Bayram Çıtak, benim en yakın arkadaşımdı. Acısını bu gün bile yüreğimde taşıyor, dev-rimci mücadelesi önünde bir kez daha saygı ile eğiliyorum.

Şimdi denilebilir ki iyi hoş da ya; Taksim’de diğer yaşamlarını yitirenler, Sivas da, Çorum da, Maraş da, Gazi de katledilenler kimlerdi? Bizlerin doğrudan yakınları olmasalar bile, kendi insanlarımız, yurttaşlarımız değiller miydi? Onları nasıl unuturuz. Yetmiş iki mille-te, inanca aynı nazarla bakan, insanı inancının merkezine koyan bir anlayış, bu katledilenler arasında ayrım yapabilir mi? Hatta dünyanın neresinde olursa olsun, haksızlığa, zulme uğra-yan, katledilenler için bir insan olarak üzülme-miz gerekmez mi? Bütün bunlar insan olmanın gereği değil midir? Üzülmek de yetmez karşı durmamalı mıyız?

Bu girişten sonra sözü bu yılki 1 Mayıs’da yaşananlara getirmek istiyorum. Hep birlikte, özellikle İstanbul da ve yurdun birçok yerinde izlediğimiz, macera fi lmlerine taş çıkartan bu anlayışı, ölçüsüzlüğü, acımasızlığı, vahşeti na-sıl anlatacağız halkımıza ve tüm dünyaya.

Başta Başbakan olmak üzere, zaman zaman politikacılardan duyarız, “yaradılanı hoş gör, yaradandan ötürü” ve benzeri lafl arı. Politika-cıların bunları inanmadan söyledikleri ortada. Bunları inanarak söylemiş olsalardı, 1 Mayıs da bu ve benzer çirkinlikler yaşanmazdı.

Dünyanın hemen her ülkesinde, savaş ha-lindeki Irak da bile 1 Mayıs “İşçi Bayramı” olarak kutlanırken, ya yurdumuzda olanlar, en hafi f deyimiyle zulüm değil de nedir? Daha

insanlar sabahın erken saatlerinde yeni yeni taplanmaya çalışırlarken, kendi mekanlarında tazyikli suyla, gaz bombaları ile coplarla saldı-rıya uğramalarını nasıl anlatacağız?

Sokaklarda, hastanelerde kadın erkek, yaş-lı çocuk demeden, turist ayırmadan yapılan bu saldırıların savaş sırasında bile yapılamayacağı nasıl izah edilir? Buna olsa olsa iktidarın de-mokrasi ile imtihanı ya da şöyle denebilir, ikti-darın ve onun amiri ve memurunun emekçile-rimize, halkımıza göstermiş olduğu gerçekten de göz yaşartıcı bir tavır! Göz yaşartıcı da ne demek, bir anlamda ölesiye, öldüresiye bir yak-laşım! Anlaşılan bu zihniyet değişmedikçe bu fi lmi daha çok izleyeceğiz. Bu zihniyetin de kolay kolay da değişmeyeceği ortada.

Nasıl bir eğitimdir, nasıl bir görev aşkıdır, nasıl bir inançtır ki bu insanları böyle saldırgan ve acımasız yapar? Yüzyıllardır Osmanlının tebaası olarak yaşanmış ve Padişahı Tanrının yeryüzündeki tek temsilcisi kabul eden bir an-layıştan gelinse gelinse ancak buralara gelinir mi diyeceğiz. Aradan geçen bunca yıla ne de-meli, boşa mı geçti onca yıl?

Benim anlayamadığım konulardan biri de bazı sendika başkanlarının, gazeteci ve aydın-

ların bu yaşanan vahşeti görmezden, bilmezden duymazdan gelmeleri. Halkı kendi görüşleri doğrultusunda yönlendirmeye, şartlandırma-ya çalışmaları. Üzülerek ifade edeyim, bunda da çoğu zaman başarılı olmuşlardır. Bana göre şimdiye değin vahşetlerin yaşanmasın da bu ve benzer anlayışta olanların payları vardır.

Eğitimi gericileştirenler, Halkın aydınlan-masından, uyanmasından çıkarları zedelene-cek olanlar, sermayedarlar, sermayenin iktida-rıdır başlıca sorumlular…

Bütün bu ve benzer olumsuzluklardan ül-kemizin kurtarılması için ne yapmalı? Diyoje-nin orta çağda yaptığı gibi gündüz vakti elimi-ze fener alıp, sokak sokak dolaşmalı mıyız? Bu güzel ülkemizi, halkımızı doğru dürüst, insan onuruna yakışır bir şekilde yönetebilecek in-sanları, arasak da bulabilir miyiz?

Çoğu zaman olduğu gibi, söylendiği gibi umudumuzu yitirmemeliyiz. Umut var olduk-ça, değişim de olacaktır. Birçokları gibi buna olan inancımızı sürdürmeliyiz. Bu karanlık sır perdesi bana göre ancak bu şekilde aralanabilir ve ülkemiz aydınlığa çıkabilir. Çocuklarımız için, torunlarımız için, tüm halkımız için ay-dınlık bir gelecek umuduyla…

İktidar ve DemokrasiVeysel Kaymak Mayıs, 2008

Page 3: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 3

SERÇEÞME

Çağdaş Gazeteciler Derneği’nden Vakit Yazarına Tepki 28 Nisan Pazartesi

Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’in küçük yaşta bir kız çocuğuna cinsel tacizden tutuklanmasını, “Türkiye basının içine düştüğü durum açısından yüz karası” olarak değerlendirdi. ÇGD Ankara Şube Başkanı Tarık Hatipoğlu, yaptığı açıklamada şöyle dedi:“Yıllarca basın tarafından gazete sayfalarına, TV’lere konuk edilerek bir gazeteciye (Ahmet Emin Yalman) yaptığı alçakça bir silahlı saldırıyı böbürlenerek anlatan ve övünen, bu saldırı nedeniyle düşün adamı, gazeteci kimliği aynı basın tarafından paye olarak verilen Hüseyin Üzmez’in annesiyle beraber yaşadığı küçük bir kıza cinsel tacizden tutuklanması Türkiye basının içine düştüğü durum açısından yüz karasıdır”

Bakanlıktan Gazeteciye Bir Mayıs Tazminatı 16 Mayıs Cuma

Geçen yılki 1 Mayıs’ta polis müdahalesi sonucu yaralanan Cumhuriyet gazetesi muhabiri Alper Turgut, İçişleri Bakanlığı aleyhine açtığı tazminat davasını kazandı. Alper Turgut, “sarı basın kartı”nı göstermesine ve gazeteci olduğunu söylemesine karşın, çevik kuvvet polislerinin cop ve tekme darbeleriyle yaralanmıştı. İdarenin hizmet kusuru olduğunu iddia ederek gazete avukatı Tora Pekin ile birlikte İstanbul 9. İdare Mahkemesi’ne başvuran Alper Turgut, 1000 YTL’lik manevi tazminat talep etmişti.

Tuzla’da Bir İşçi Daha Öldü 17 Mayıs Perşembe

Tuzla’daki Selah tersanesinde bir işçi daha hayatını kaybetti. Deniz Kaşıkeman adlı işçinin üzerine saç düştüğü öğrenildi. Kaza, 24 yaşındaki Deniz Kaşıkeman kaynak yaparken meydana geldi. Olay yerinde hayatını kaybeden Kaşıkeman’ın cenazesi, Aynı tersanede geçen hafta meydana gelen patlamada da İzzet

Güder adlı işçi ölmüş, 6 işçi de yaralanmıştı. Kaşıkeman’ın ölümüyle Tuzla’da son 9 ayda ölen işçilerin sayısı 22’ye yükseldi.

Pilot Seçilen Okulda Türbanlı ve Sarıklı Sınav 17 Mayıs Cumartesi

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından eğitimde Avrupa standartlarının uygulanması için pilot okul olarak seçilen Çapa İlköğretim Okulu’ndaki açık lise sınavlarına sarıklı ve türbanlı öğrenciler de katıldı. Açık lise 2. dönem sınavlarında öğrenciler, kimlik kontrolünün ardından sınava alındı.Öğrencilerle ilgili bir tutanak tutulmadığı gözlendi.Okul müdürü ise açıklama yapmaktan kaçındı. Sınavlara kıyafet yönetmeliği aykırı girenler hakkında tutanak tutulması gerekiyor.

Hukuk Devleti Gitti, Polis Devleti Geldi 11 Mayıs Pazar

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok, 1 Mayıs’ta Taksim’de yaşanan olaylara ve Türk Tabipler Birliği Başkanı’nın, sabaha karşı gözaltına alınmasına dikkat çekerek, “Hukuk devleti anlayışının yerini polis devleti almıştır” dedi. İktidar karşıtlarının kapatma davasının, yandaşlarının ise Ergenekon davasının haklılığı yönünde kampanya başlattıklarını söyleyen Özok, şöyle konuştu: “Mahkeme kararlarını ‘yargıçlar devleti’, ‘yargıçlar darbesi’ diye nitelemeler karşısında, hukukun üstünlüğü üzerinde düşünmek gerektiğine inanıyorum. Zorbalık uygulamaları sadece kral ve diktatörlere özgü değildir. Aynı anlayış demokrasi diye nitelenen rejimlerde de ortaya çıkabilmektedir. Demokrasiyi oy ve sandık olarak algılayan; hoşgörü ve uzlaşmayı özümsemeyen, laik hukuk devleti gerçeğini anlayamayan, ben merkezli, öngörüsüz liderler yönetiminde ülke kaoslara sürüklenmektedir.”

Fikri Sönmez (Terzi Fikri), Ölümünün 23. Yılında Anıldı 11 Mayıs Pazar

Fatsa eski bağımsız Belediye Başkanı Fikri Sönmez (Terzi Fikri), ölümünün 23. yılında Kabakdağı köyündeki mezarı başında anıldı.

Fatsa’da terzilik yaparken devrimci mücadeleye katılan Fikri Sönmez, 14 Ekim 1979’da yapılan seçimlere bağımsız aday olarak katılmış ve seçime giren diğer partiler CHP, AP ve MSP’nin aldıkları toplam oyun iki katını alarak belediye başkanı seçilmişti. Göreve gelir gelmez bir kent meclisi kuran, halk meclisi ve komiteleriyle öncelikle kentin çamurdan, rüşvetten ve karaborsadan kurtarılmasını sağlayan Sönmez, uygulamalarıyla Türkiye’nin her köşesinde örnek alınmaya başlayınca dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in dikkatini çekmişti.11 Temmuz 1980’de Bakanlar Kurulu’nca alınan küçük terör odaklarına baskınlar yapılmasına ilişkin kararın ilki Fatsa’da uygulanmış ve Kenan Evren’in kuvvet komutanlarıyla birlikte Fatsa’da başlattığı nokta operasyonunda Sönmez, halktan ve sivil toplum örgütü temsilcilerinden oluşan 300 kişiyle birlikte gözaltına alınarak tutuklanmıştı. 1985’e kadar Amasya Cezaevi’nde kalan ve ağır işkenceler gören Sönmez, 5 Mayıs’ta geçirdiği kalp krizi sonucu cezaevinde yaşamını yitirmişti.

Danıştay Başkanı: “Laikliği Zaafa Uğratacak Anayasa Değişiklikleri Kabul Edilemez” 11 Mayıs Pazar

Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu, hükümeti yargı kararlarına uymaması nedeniyle eleştirirken, laiklik ilkesi ve laik eğitim kurallarını dolaylı dahi olsa zaafa uğratacak anayasa değişikliklerinin kabul edilemeyeceğini vurguladı.

Eğitim-Sen Genel Başkanı Dinçer: “AKP Eğitim Sistemini Kendi İdeolojisine Uyduruyor” 9 Mayıs Cuma

Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaaddin Dinçer, AKP’nin eğitim sistemini kendi ideolojisine uydurmak için tüm imkanlarını seferber ettiğini, siyasal kadrolaşma yoluyla eğitimin tüm kademelerindeki etki ve baskılarını arttırdığını söyledi. Dinçer, eğitimin giderek bir hak olmaktan çıktığını orta ve üst gelir gruplarının yararlandığı bir fırsat haline geldiğini belirterek şunları söyledi: “Benzer sorunlar yükseköğretim açısından da sürmektedir. Üniversitelerdeki türban

tartışmalarının boyutları göz önüne alındığında ‘türban sorunu’nun, ülkenin türbandan çok daha önemli sorunlarının örtüsü haline geldiğini söylemek mümkündü.”

Anayasa Mahkemesi Raportörü: “Türban Serbest Olabilir” 17 Mayıs Cumartesi

Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can, üniversitelerde başörtüsü serbestliği getiren Anayasa değişikliğiyle açılan davada, esas hakkındaki raporunu tamamladı. Can raporunda üniversitelere türban serbesti getiren yasa düzenlemesinin şekil yönünde Anayasa uygun olduğunu, Anayasa Mahkemesi kanun tasarılarını esastan değil şekil yönünden inceleyebileceğini, türban düzenlemesi de şekil yönünden yasaya uygun olduğu için davanın reddedilmesi gerektiği yönünde görüş bildirdi.

Reuters Ajansı Cemevi Ziyaret Etti 7 Mayıs Çarşamba

Reuters haber ajansı Alevilerin statüsünün Türkiye’deki din özgürlüğü konusunda Avrupa Birliği’nin kaygılarının başında geldiğini dile getirdi. İstanbul’da bir cemevini ziyaret eden ajans, birçok önemli Alevi isimle de görüştü. Oğlunun okulda aldığı din dersi eğitimini yargıya taşıyan Hatice Köse’nin mahkeme zaferinin, “hükümete karşı öncü bir çığlık olduğunu” ve AKP hükümetinin din özgürlüğünü artırması yönünde baskıları arttırdığını kaydeden Reuters, “Dindarlıklarını göstermek için bir çember içinde dans eden kadınlar ve adamlar, hükümet tarafından asimile edildiklerini söyleyen bir dini topluluğun üyeleri” ifadesini kullandı.

Bin Kız Çocuğu Asker Olarak Kullanılıyor 16 Mayıs Cuma

Dünyada Kız Çocuklarının Durumu 2008 Raporu “Özel Odak: Savaşın Gölgesinde” başlığıyla yayınlandı. Rapor, savaşın gölgesinde yaşayan 200 milyon kız çocuğu ve genç kadına adandı.Rapora göre 5 ülkeden biri kız çocuklarını çocuk asker olarak kullanıyor. 100 bin kız çocuğu dünyanın farklı yerlerindeki çatışmalarda savaşıyorlar ve 20 milyonu savaş bölgelerinde okul ve eğitim olanaklarından yararlanamıyor.

SEÇMEHABERLER

Derleyen: Seda Coşkun

Page 4: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

4 Sayı 41

SERÇEÞME

ESAT KORKMAZ can haber verdi o insan-ı kâmil Nejat Birdoğan can için bir anma

kitabı çıkarılacağını, tarifsiz bir kıvanca/duy-guya kapıldığımı neden kimden saklayayım? Tamı, “Allahın bildiğini kuldan esirgeme” miy-di? İşte dedim, insanı mutlu eden bir haber, yü-rekleri sevgi, saygı dolu hele hele vefa dolula-rın bir eylemi/ bir davranışı helâlinden..

Böyle bir çalışma mutlu etti ama en çok ne mutlu etti, kıvanç verdi bilir misiniz? Vefa’nın ölmediğinin, hâlâ yaşıyor/yaşatılıyor olması-nın bikez daha ispatlanması.

Her zaman söyler yazarım, vefa öldü mü ko gitsin o bireyi, o toplumu, taa gayyanın dibine kadar!

Üstelik onur veren/kıvanç veren iki de is-tek, dilediğim kadar yazı ve kitabın kapağı..

Serçeşme’ciler anlaşılan şu ahir ömrümde bu canı da listelerine almışlar, mutlu edilecek-ler listesine, eyvallah..

Yolları bu ara yaşam yerimiz Antalya’ya sık düşer oldu, önce fakirhanede bizlerle özlem gidermek.. Sonra ilçelerimizde, köylerimizde Alevi/Bektaşi canlara gidip bu inancın güzel-liklerini/yüceliğini, olmazsa olmazlığını, söy-leşilerle, yeri ve olanağı sağlanınca cemlerle gönüller yumak, ışıklandırmak... Cem görme-yen/cemi bilmeyen/buyruklarından habersiz Alevi düşünebiliyor musunuz? Ya da Bektaşi? Yazan bozsun!

Serçeşme’ciler ve çok çabalı/hizmetli/ışıklı, Antalya Abdal Musa Derneği’nin bu çabaları, abartmıyorum “kutsal görev”in ta kendisidir, hele hele bu zamanda…

Eğer bu canı “suval edecek”, sen nerdesin diyecek olursanız, altı ay önce geçirdiğim ağır sayrılık Filiz Otyam canın/canbakanlarım ve sevenlerimin sonsuz ilgisiyle giderek gerilerde kaldı ne ki yurdumun içinde bulunduğu/bulun-durulduğu akıl dışı işler/uygulamalar canba-kanlarımın tüm yasaklamalarına karşın elim-de olmadan kafamı/bedenimi zorluyor, “hiçbir şeye aldırış etmeyeceksin” buyruğu, inadına “aldırış et”e dönüşünce beden de direnişler başlıyor ve dikkatlerin rağmına üre’nin o zapt edilmez yükselişi çıkıyor raporlara!

Acil tarafından önlemek için, can yoldaşım, yasalar gereği de artık kullanmadığım araba-mıza atıyor, kapılar neyim balyozla kırılmadan soluğu yine Akdeniz Üniversitesi Hastanesi Nefroloji Bölüm Başkanı canbakanım Prof. Dr. Gülşen Yakupoğlu’nun yanında alıyoruz!..

Uzatmaya gerek yok, anhası minhası ke-sici canbakanlar, hünerli elleri ve kıldan ince kılıçtan keskin aletleriyle yarım saat içinde sağ boynumun altından geçen damara tıktıkların iki ucu tıpası kapalı hortumun ucunu dışarıda bırakıp hemen, bölümün acil odasına gönderi-yorlar ve yine elleri hünerli ve deneyimli bir bacı, o hortumları adam boyu cihazın diğer borularına bağlayıp, bedenimdeki kan arındı-rılmaya başlıyor!

Ayalım Filiz Otyam, kendi eliyle kendine asla boşayamayacağım bir “kuma” getiriyor o gün! İlk gün iki saat,bir gün sonra üç, bir gün daha sonra dört saat yeni yaşam yoldaşımla ol-maya başlıyorum vesselam!.

Diyorum ki İki Çeşit İşkence Vardır,

Öldürmek İçin: Hayırsız Yaşatmak İçin

Hayırlı İşkence!Bizimkisi hayırlısından !.

Altı ay önce köyümüzden, aynı sayrılar evine cankurtaranla götürülürken kendimi cennetin kapısında bulmuştum, Hazreti Ali ve Hünkâr Hacı Bektaş Veli orada, hayırladılar, dedim “gönderildim”.. Bakıştılardı ve elleriyle işaret edip “dön” dediydiler ” senin orada daha

yapacağın işler var!” Bir açtım gözümü, üniver-site sayrılar evindeyim, ne ki herkesi her şeyi çift görüyorum! Karşı duvardaki televizyon da çift ve camda Abdullah Gül, türbancıbaşı Hay-rünnisa Sultan hazretleri ile Başbakan!

Yazdım daha önce, sık sık konuşurum yara-danımla, öyle yaptım, kapattım gözlerimi, “ey ulu tanrım” dedim, “hikmetinden asla ‘suval’ edilmez ama bağışla, şu ekrandakilerin birine tahammülüm yok iken hangi suçuma bu çift gösterme zulmu/cezası?” (İyi demiş miyim?)

Bakın, sabah n’oldu? Canbakanım geldi, yine parmağını gösterip “kaç” diye soruyor, “bir” deyince şaşırıyor; bir daha, bir daha hepsi “bir”!.. Meğer bu çift görme bir ay, bir yıl falan sürermiş, nasıl olurmuş? Yanıtladım, “konuş-tum, O’na ve verdiğiniz ilaçlara bin şükür”

Gönlüm durmaz, yine konuşmaya başla-dım dörder saatten haftada on iki saat ya da sekiz saat apaçık hayırlı işkence hangi suçuma bu ceza? Bekliyorum..

Bilirsiniz Verilen Sözde Durmak Ne Keremdir..

On iki yıl önce Antalya’da bir temel atma tö-renine çağrıldık, eşim hastaydı yalnız götürül-düm, o zamanki adıyla Hacı Bektaş Veli Cem ve Kültürevi’nin yapılacağı alana.. İlk harcı bir hoş can Ali Doğan atıp küreği bu cana vermiş-ti, üçleyince Doğan can “ben üçledim” demiş-ti.. “Ali can” demiştim “senin ki senin, benim ki benim hesabıma”. Ve o gün bir söz vermiş-tim: “Hayırlısıyla bitirin, buraya Hünkârın kocaman bir resmini yapacağım armağanım olsun, insanlar gider yaptıkları kalır yadigar, iyi kötü!..”

Beş ay önce yine alıp götürdüler, koltuk değneğime yaslanıp yerlerden yer beğendim, yapı bitmiş gibi.. Belediyenin o rezil klorlu su-yuyla yapılmış çaylarımızı yudumladık..

On beş gün önce o kocaman tabloya imza-mı attım sözde durmanın keyfi yle, onuruyla.. Ne me gerek, koca reisin hikmetinden asla ‘su-val’ edilmez dedim ya!

Resim şaşilerimi, çerçevelerimi tarifsiz sev-giyle aksatmadan yapan, canlardan Figür Çer-çeve/Ercan Kanık usta bunun da çerçevesini en hasından yapıp getirdi arabasıyla.. Borcumu soranda “hiçbir borcun yok ağabey”, dedi Er-can can, “benim de katkım olsun Hünkâra”.. Eyvallah!

Yakında koyacağız o güzelim duvara..

Saatlar Saatlar Hep Nejat Birdoğan O Güzel Canla

Oldum Elimde KitapHayırlı işkencenin bir hoşluğu saatlerce kitap okuma olanağını yaşamak..

Vefanın ölmediğini/ölmeyeceğini bigüzel kanıtlayan başta Esat Korkmaz ve unutulmaz katkılarıyla can yoldaşı Dr. Ressam Şule Bir-doğan ile, eli kalem tutan dostlarının imecesiy-le okurlarına kavuştu:

“Nejat Birdoğan Anısına/Gülyüzlüm Merhaba” Alev Yayınları / Yayına Hazırlayan: Esat Korkmaz / Büyük boy, fotoğraf ve belgeli, Kapak resmi: Fikret Otyam, 440 sayfa”.Kitabı sevgiyle kucaklıyorum. Duyunca

çık tığını eşe dosta sunmak için on tane iste-miştim, ilk ağızda dokuz tane geldi ve tutarı 180 lirayı, bildirilen hesap numarasına gön-derdim.. Kapağın arkasında bu vefalı imeceye katılanların isimleri var, onurla, kıvançla, sev-giyle buraya da alıyorum onları:

SEVGİNİN/SAYGININ/DEĞER BİLMENİN VE VEFANIN KİTABI:

Nejat Birdoğan Anısına“Gülyüzlüm Merhaba”

Fikret Otyam

Bir bilge kişi tanımak isteyen ötelerde aramasın, alıversin

“Nejat Birdoğan Anısına/Gül Yüzlüm Merhaba” kitabını.. Bu önerim her eve de geçerlidir..

Niyazım şu: Evet bence kapak hariç

bu çok değerli kitabı alanlar bana ait olduğu belirtilen

“kapak resmi: Fikret Otyam” yazılı yeri Ali aşkına siliversinler..

Neden mi? Neden olacak,

65 yıl öncesinde bile böyle bir kapak düzenlemesi

yapmamıştım!

Page 5: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 5

SERÇEÞME

A. Yaşar Ocak, Ağa Demir (Şaheri), Ahmet Koçak, Ali Balkız, Ali Yıldırım, Ayhan Aydın, Aziz Tatlısu, Cengiz Kılıç, Doğu Perinçek, Dr. Cemşid Bender, Erdoğan Aydın, Faik Bulut, Faruk Tuğrul Okay, Fikret Otyam, Hasan Har-mancı, Hüseyin Fırtına, Irene Melikoff, İsma-il Aydoğmuş, İsmet Kür, Kamil Ateşoğulları, Lütfi Kaleli, M. Erman Aslanoğlu, Mehmet Özbek, Murtaza Demir, Mustafa Özcivan, Ser-ver Tanilli, Süleyman Zaman, Şükrü Günbu-lut, Zeki Büyüktanır.. Yukarda da değindiğim gibi Şule Birdoğan’ın değerli katkıları, Nejat Birdoğan’ın kendi yazıları, deyişleri ve anı fo-toğrafl arıyla zenginleşmiş öpülesi bir kitap..

Can dostuma, kitaptaki yazımın başlığıyla “Gülyüzlüm/Tabibim/Işığım/Bilgi Kaynağım, Nejat Birdoğan Seni Nasıl, Ama Nasıl Özledim Ah Bir Bilsen, Bir Bilebilsen!”, deyip durdum bağlandığım yerde..

O, seninle ilgili okunması gereken yazıları can gözüyle okurken bu özlemde, bu sevgide, bu saygıda yalnız olmadığımı bikez daha yaşa-dım, ne mutlu ne mutlu sana sevgili Birdoğan, bilmem bunlar her faniye nasip mi, duyuyor-sun bu canı değil mi?

Sunduğun o değerli yapıtlarından Alevilikte Yol Ayrımı’a “Fikret Ağabey, Hü dost” demiş ve eklemişin;

“Varayım mı bir gönülde dergâha?Gideyim mi, güzel gözlü bir şaha?Hak yoluna engel koyan Allah’a?Kılıç çekip çalayım mı ne dersin?”

Senin O Sevgi Kılıcına Can Kurban

Sen şimdi gönül dergâhındasın, güzel gözlü şahının yanında, elinde sevgi kılıcı çalmaya hazır, hak yoluna engel koyan Allah’a ve gö-çerken, duvarında asılı tasvirine sevgiyle bakıp gönülden selamladığın Mustafa Kemal’inin ya-nındasın. O’na deyiver, eli kalem tutana kadar, dili dönene kadar, emanetine bu canın da sahip çıktığını, çıkacağını..

Bir bilge kişi tanımak isteyen ötelerde ara-masın, alıversin “Nejat Birdoğan /Anısına/Gül Yüzlüm Merhaba” kitabını.. Bu önerim her eve de geçerlidir..

İncinsem de İncitmeyeceğim…Biz bir aileyiz, Serçeşme ailesi, saklımız gizli-miz yok ki takiye dolu “kol kırılır yen içinde kalır” olsun?

Küçücük ithal kutu yağlı boyalara bindo-kuzyüzkırklarda bulaşmam hariç, 1943 yılında resmen bulaşmaya başladım eski adıyla İstan-bul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde re-sim öğrenmekle. Hocam, tüm hocaların hocası kabri her daim ışıklı Çallı İbrahim idi iki yıl.. Ardından bir başka eşsiz hoca, dostluk arka-daşlık, resim, şiir, düz yazı türkü, insan ve de demsever ki bunların has ustası, Bedri Rahmi Eyüboğlu.. Orta ve Yüksek Resim Bölümü’nü O’nun atölyesinde bitirdim 1953 yılında.. Yani 65 yıldır güzel sanatların bu koluyla uğraşmak-tayım.. Ta öğrencilik yıllarımda ünlü yazarla-rın/şairlerin kitaplarının kapaklarını da yapıp geldim bu günlere. Şu güzel insan şu değerli bilge kişi Birdoğan’ın kitaplarının kapaklarını da yapmak onurum oldu ve Esat Korkmaz ve nice bu kültürün bu inancın değerli kalemleri-nin, Irene Melikoff ananın, nice büyük yazar-larımızın bu dünyada olan/olmayan. En sonu, dostum Prof. Dr. Fuat Bozkurt’un o güzelim “Semahlar” kitabının.. (2008)

Bir bilge can için imeceyle ortaya çıkarı-lacak kitabının kapağı O’na yaraşır biçimde nasıl olmalıydı? Bu, 65 yıldır süren bir uğra-şın ağulardan süzülmüşü olmalıydı.. Köydeki evin bahçesi “hakiki” güllerle bezeli, al’ının, sarı’nın, ak’ının en hasları, Filiz ile birlikte dikip büyüttüğümüz.. Bakıyorum, bir tanesi hele bir tanesi taa ötelerden sesleniyor “beni beni” diye!. Evet, Nejat’a yakışacak al gül buy-du, al’ın, kızıl’ın en güzeli, yaraşanı.. Arşivimi karıştırdım, en güzel, en anlamlı, içten bakışlı tasvirini, yazarı olduğu ve yazarı olduğum Ay-dınlık Dergisi’nde buldum.. Kapağın renkleri yüreğimin ortasında hazır ve nâzır.. Siyah ze-min içine yazılar, “beyaz” ve “gök mavisi” ve o tarifsiz güzel al gül.. Ve Nejat canın tasviri..

Fotoğraf öyle pırıl pırıl değil, ellesem olur ama böylesi yani yalansız dolansızı güzel. Si-yah kartona yapıştırdım ve minicik fotoğraf makinemizle onu, o bağıran, kapağa yaraşan/hak eden al gülün arkasına koydum o kadar.. Siyah zemin içinde o eşsiz güzel gülü getirin gözünüzün önüne.. Adı “beyaz”, Gül Yüzlüm “beyaz”, Anısına da “gök mavisi” seyri, ahengi doyumsuz..

Bir tane daha yaptım, seçme kolay olsun.. Gönderdim, ne ki o güzelim al, siyah, beyaz, mavi düzenlemeye başka eller karışmış, ona benzemeyen bir fotografı, kendisine benzeme-yen fotograf olur mu, olur işteydi örneği! Ol-durulmuş! Belki haklıydı böyle yapan! 65 yıl ne gam, el elden üstündür demiştir. Sıkılarak, kimseyi kırmadan ilk yaptığımın aynen kulla-nılmasını önerdim telefonla, olurlandı, sevin-dim..

Gönderilen paketi açarken ellerim ve dahi kalbim de durayazdı, siz hiç beyninizden vu-ruldunuz mu nereden bileyim, ama bu can vu ruldu! O siyah zemin yani, ak’ı, al’ı, gök mavisi’ni çıldırtacak kömür siyah, kişiliksiz bir türbe yeşiline dönüştürülmüş, mavi elbet-te o yeşil içinde en yaşamasızı, ne etseniz kâr eylemez, olan olmuş, oldurulmuş, adına “say-gısızlık” demeye yine de ne elim, ne gönlüm el vermiyor ama neyleyim?

Ve bilgi sayfasında da: Kapak resmi Fikret Otyam yazıyor.. Haşa, o güzelim o duygulu fo-toğrafı ne yazık ki bu satırların yazarı çekme-di, onunla kapak Düzenlemesi’ni yaptım, daha doğrusu yaptığımı sanmışım!

Niyazım şu: Evet bence kapak hariç bu çok değerli kitabı alanlar bana ait olduğu belirtilen “kapak resmi: Fikret Otyam” yazılı yeri Ali aş-kına siliversinler.. Neden mi? Neden olacak, 65 yıl öncesinde bile böyle bir kapak düzenlemesi yapmamıştım!

N’olur kimse alınıp darılmaya!Gerçeğin dem-i devranına Hü..Aşk ile..

Meraklısına Not:Hani konuştum dedim ya, yanıt olumlu… Di-yalize bağlanmak haftada bir, dört saat! Tam yeri ve sırası bir deyiş avazladım: “Eyvallah Şahım Eyvallah!”

Sakınılan Göze Çöp BatarmışNejat Birdoğan anısına kitabın kapağı

Fikret Otyam ustamızın istediği gibi olsun diye uğraştık, ama ne ona beğendirebildik,

ne de dizgi yanlışlarını önleyebildik. Kitaba katkı yapan yazar İsmail Aydoğmuş canın

adını da kapağa yanlış yazmışız.Her ikisinden de özür dileriz.

Alev Yayınları

LEYLA GENCER bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’ne Osman lının bıraktığı

son miraslarından biriydi. “Türk mille-ti” yaratma sürecinde ortadan kaldırılan, artık örneği pek görülmeyen bir ailesi vardı: Annesi, İstanbul’da Polonezköy’de yerleşik Polon yalı katolik Hristiyan bir ailenin kızıydı. Babası ise Safranbolu’dan İstanbul’a göçmüş bir Bektaşi ailenin ço-cuğuydu. Hoşgörülü bir ortamda, kozmo-polit İstanbul’da Batılı bir terbiye ve eğitim almıştı. Büyük yeteneğinin ziyan olmasını engellemek için uzun yıllar yurtdışında yaşamış ve çalışmıştı.

Leyla Gencer, azınlık ve yabancı düş-malığı ile hastalıklı, içe kapalı milliyetçi-liğin ve resmi dinciliğin halkın ruhunu ze-hirlediği Türkiye’de unutturulmuştu. 1960 ihtilali sonrasında idamlara karşı çıktığı için devlet uzun yıllar kendisi ile barışma-mıştı. Bu nedenle, dünya çapında tanınmış bir sanatçı olmasına karşın Türkiye halkı-nın çoğu adını bile duymamıştı.

Yirminci yüzyılın en ünlü sopranola-rından biri olmasına; dünyada operanın evi diye bilinen İtalya’nın Milano kentin-deki La Scala operasının sanatçısı olma-sına; İstanbul Festivali’nin ilk girişimcile-rinden biri ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı mütevelli heyeti üyesi olmasına; kendi adı-na İstanbul’da bir şan yarışması düzenlen-mesine karşın Leyla Gencer’in adı, Hakk’a yürümesi ve cenazesi nedeniyle duyuldu.

İtalya’da ölen sanatçı için katolik kili-sesinde bir tören yaplıdı. Bu törenden önce genel geçer Sünni İslam usulü bir cenaze namazı kılındı. Daha sonra vasiyeti gere-ği cesidi yakıldı ve külleri çocukluğunun geçtiği İstanbul Boğazı’na serpildi.

Hoşgörüsüz tutuculağun sözcüsü bir gazeteci, gâvur-azınlık-modern, yani dar-kafalı milliyetçiliğe ve bağnaz İslam’a uy-mayan bu sanatçının küllerinin Boğaz’a dökülmesine, “külleriniz de İtalya’da kal-sın, niye kirletiyorsunuz suyumuzu?” diye itiraz etti.

Özgürlükçü ve demokrat basın bu tutu-ma karşı çıktı, hoşgörüsüzlüğe ve ince ruh yoksunluğuna karşı, laiklik ve demokrasi-den yana sözler söylendi. Ne var ki, hoş-görüsüzlük diye nitelenen olgunun aslında sözde laik-sözde demokrat devlet eliyle ör-gütlenen resmi devlet dini Sünnilik demek olduğu ve bunun tüm azınlıklara baskı an-lamına geldiği unutturulmaya çalışıldı.

LEYLA GENCER10 Nisan 1928-10 Mayıs 2008

Page 6: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

6 Sayı 41

SERÇEÞME

YAHUDİLİK, Hıristiyanlık ve Müslü-manlık inancında, “ilk” erkek Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığı kabul

edilen ve onun eşi olarak algılanan ilk kadın “Havva”dır. Sûfi gelenekte ise Havva, “evren-sel dişil ilke” olarak “eril ilke” Âdem’in karşıtı olarak algılanır.

Sûfi kültür, insanlığın yaradılışını ya da varlığa gelmesini kutsal Âdem-Havva öyküsü-ne bağlamaz. Her varlık belli bir sıra ve uyum içinde “görünüşe” taşınır yargısının izinde İbni Arabî, “Âdem’den önce başka ‘âdemler’ gelmiştir”, der. Yine İmam Bakır, “Âdemden önce milyonlarca ‘âdemler’ gelip geçmiştir” yargısında bulunur.

Özünde eski Türk inançlarında ve Şama-nizm’de, Zervanizm’de, Mazdaizm’de ya da Zerdüştlükte “yaradılış” yoktur; varlığa geliş, varlaşma, varoluş vardır. Ne var ki varoluş tasarımları yakın çağlarda derlendiği için Ya-hudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi tektan-rıcı dinlerin etkisiyle yaradılış tasarımları du-rumuna dönüşmüş ve Âdem ile Havva kutsal mitolojisine bağlanmıştır. Ancak örtü kaldı-rıldığında eski tasarımların ipuçları rahatlıkla gözlenebilir.

Hemen hemen tüm mitolojilerde “ilk ka-dın” ve “ilk erkek” tasarımı vardır.(*) Tektanrıcı dinler Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslüman-lıkta Âdem’le Havva’nın “ilk kadın” ve “ilk er-kek” olduğu ortak payda durumundadır: Yine öykü örgüsünde kimi farklı ayrıntılar bulunur. Örneğin, Kuran’da, ilk kadını baştan çıkaran “Yılan”dan söz edilmez; “tövbe ettikleri” için günahlarının bağışlandığını bildirir. Buna kar-şın Eski ve Yeni Ahitler’de ise Havva’yı “Yılan” baştan çıkarır ve “İlk Günah”ın sorumluluğu-nu bütün insanlar taşıyacaktır inancı vardır.

Bizlere taşınan Âdem-Havva kutsal söylen-cesini anımsayalım: Âdem ile Havva, sıradan zevklerin bulunduğu Yeryüzü Cenneti’nde oturuyorlardı. Daha sonra Şeytan Havva’yı baş-tan çıkardı; yenik düşen Havva bu kez Âdem’i baştan çıkardı; böylece Âdem de “yenik” düş-tü: Yasak Meyve’yi ısırdı ve “İlk Günah” işlen-miş oldu.

Şeytan’ın Cennet’te İşi Ne?Tekvin’de betimlenen ve “İyiliğin ve Kötülü-ğün Bilgisi” ağacının meyvesinden yemeleri durumunda ne Âdem’in ne de kendisinin öle-ceğini Havva’ya söyleyen “Çıplak Yılan” bizim tanıdığımız Şeytan mı acaba? Eğer bu “Yılan” Şeytan ise o zaman bu Şeytan insanlara, hem “iyiliği” hem de “kötülüğü” öğrettiği için ger-çekten yardım etmiyor mu? Diğer taraftan Tanrı, “iyiliğin” ve “kötülüğün” bilinmesini yasaklayabilir mi? Sorular çoğaltılabilir.

Ama gerçek “basit”tir: Âdem ile Havva “bal gibi” sevişmişlerdir; “Günah” buradadır. “Yılan” Şeytan ise Cennet’te ne işi var: Tanrı önce kötülüğü yaratıp sonra da Cennet’e mi aldı?

Sorulara doyurucu yanıt bulabilmek için, mitsel tasarımları “geçmiş” nedenleriyle birlik-te değerlendirmek; dönüşüm “kopuklukları”nın ne gibi sonuçlar ürettiğini iyi algılamak gere-kir.

Kutsal yapıtlara göre insanoğullarının ba-bası olan Âdem’i Tanrı, “kumlu toprak ve pis kokan çamur”dan yarattı. Yahudi kutsal kay-naklarına göre Tanrı, dört büyük meleğine yedi kat yerden yedi avuç toprak getirmelerini buyurdu; yer bu toprağı vermek istemeyince büyük meleklerden Azrail, Tanrı’nın istediği toprağı dünyadan zorla aldı. Tanrı, önce yağ-mur yağdırarak bu toprağı yumuşattı ve me-leklerine yoğurttu; sonra da ona kendi eliyle biçim verdi.

İslam kutsal kaynaklarına göre ise Âdem, seksen yıl çamur yığını durumunda kaldı; daha sonra kendisine biçim verildi; yüz yirmi yıl da ruhsuz bırakıldı ve süre sonunda kendisine ruh verildi.

Tanrı’nın amacı Âdem’i meleklerine hüküm-dar yapmaktı; bu yüzden meleklere Âdem’in önünde diz çökmelerini buyurdu. Sadece İblis (Şeytan) bu buyruğa uymadı. Bu olay Âdem’le İblis’in Cennet’ten kovulmalarıyla sonuçlandı.

Gözlemci MeleklerEnoş Kitabı’nda düşen melekeler, gökyüzünde kayan yıldızlara benzetilir. Meleklerin yıldız-larla özdeşleştirilmesi, Eski Ahit’te sık rast-lanan bir durumdur. Kötülüğün “nesnelleşti-rilmesi” bağlamında yıldızla özdeşleştirilen Şeytan, mahvolmuş meleklerin başkanı olarak Gökyüzü’nden şimşek gibi düşer.

Mitolojik “düşüş” öyküleri arasında var olan temel tutarsızlık, düşüşün gerçekleşme zamanı konusunda düğümlenir: Mitolojilerde-ki egemen genel kabule göre Gözlemci Me-lekler’in Cennet’ten düşüşleri, Âdem ile Hav-va’nın Cennet’ten ayrılmasından çok sonraları gerçekleşti. Gözlemci Melekler’in düşme ne-deni “günahı” Nuh döneminde işlenir: Göz-lemci Melekler, insanoğlunun kızlarını baştan çıkarırlar, ama aynı zamanda insanlara “yarar-lı bilgiler” de öğretirler. Bu nedenle, Âdem ile Havva’nın düşüşü öyküsü ile Gözlemci Melek-ler döneminde insanlığın düşüşü öyküsü, yapı-sal bağlamda aynı mitolojinin farklı biçimleri olarak algılanabilir. Her iki öyküde de belirle-yici “neden”, Tanrı’nın kendilerinden gizlemek istediği bilgiyi “edinme” durumudur. Âdem ile Havva, kötü bir melek olan İblis tarafından kandırılmıştır. Zaman sırasını veri alırsak böy-lesi bir baştan çıkartma olanak dışı görünür; çünkü, melekler, henüz Cennet’ten sürülmüş değildir. Kimi araştırmacılar, mitolojik içsel tutarlılığı sağlamak için meleklerle İblis ara-sına bir “ayrım” yerleştirme yoluna gittiler. Şeytanlarla kötü melekeler “aynı özde” olduk-larından bu “yapay” tasarım tutmadı. Bunun

üzerine yine kimi araştırmacılar, Gözlemci Melekler öyküsünü tümüyle ortadan kaldırdı-lar: Ve İblis’in, Tanrı’ya duyduğu kıskançlık-tan dolayı Cennet’ten kovuluşunu Âdem ile Havva’nın yaradılışından öne aldılar. Konuya ilişkin mitolojiler arasında bir diğer tutarsızlık daha vardır: Kötü ruhların algılanışı farklıdır. Kimi zaman düşmüş meleklerin kendileri kötü ruhlar olarak algılanır; kimi zaman da kötü meleklerin insanoğlunun kızlarıyla birleşme-leri sonucu doğan “devler”, kötü ruhlar olarak algılanır. Ötesinde kötü ruhlar, bu devlerin İn-tikam Melekleri tarafından öldürülmelerinden sonra Yeryüzü’nde kalmaya devam eden ruh-larıdır. Özetle konuya ilişkin mitolojiler arasın-da bir iç tutarlılık yoktur denilebilir.

Şeytan Havva’yı KandırdıİS 70’den önce Yahudi kökenli bir yazar tara-fından kaleme alındığı sanılan, sonraları Hı-ristiyanlarca kimi eklemeler yapılan Âdem ile Havva kitaplarında Şeytan, Havva’ya “güzel bir melek” biçiminde görünerek Âdem ile bir-likte Cennet’ten kovulmalarına neden olur. İb-lis yani Şeytan, Havva’yı “günah”a özendirir; bunu başardığında Havva O’na şöyle seslenir:

“Yazıklar olsun sana, Şeytan. Neden hiç günahımız yokken bize saldırırsın?... Ne-den bizi böyle üzersin ve neden kötülükle-rin (ve kıskançlığınla) bizi ölüme sürükler-sin, ey düşman?”.

Âdem de Havva’ya eşlik edince Şeytan şu açıklamada bulunur:

“Ey Âdem, tüm düşmanlığım, tüm kıskanç-lığım ve garezim hep sanadır, senin yüzün-den şanımdan oldum ve sürüldüm… Sen yaratıldıktan sonra Tanrı’nın huzurundan çıkartıldım ve meleklerin meclisinden sü-rüldüm. Tanrı sana yaşam nefesini üfl edik-ten ve senin yüzün ve benzerliğin Tanrı’nın imgesinde yaratıldıktan sonra Mikail seni bize getirdi ve (bizlere) Tanrı’nın huzurun-da sana tapmamızı buyurdu; ve Tanrı yani Rab bize şöyle dedi: ‘İşte Âdem; onu kendi görünümümüzde ve benzerliğimizde yarat-tım’… Ben(kendimden) daha aşağı ve daha genç bir varlığa tapmayacağım. Yaradılış içinde ben ondan daha büyüğüm; o yara-tılmadan önce ben yaratılmıştım. Bana tap-mak, onun görevidir”.

Mikail, Şeytan’ın savlarını yadsır ve Âdem’e tapmazsa Tanrı’nın öfkesini üzerine çekeceğini söyler. İblis Mikail’i, “Eğer bana(öfkelenirse), ben de tahtımı gökyüzündeki yıldızların üze-rinde kuracağım ve en yüksekte ben yer alaca-ğım”, diye yanıtlar. Öfkeye kapılan Tanrı, İblis ve meleklerini gökyüzünden sürer ve onları yeryüzüne fırlatır.

Kutsal söylencede olduğu gibi Şeytan’ın “güzel bir melek” donuna bürünebilme yetene-ği, O’nun özünde bir “melek” olmasına bağlan-dı. Melekler, “tinsel bir beden”e sahip olarak algılanırlar. Bu nedenle insanlarla iletişime girmek istediklerinde kendi seçtikleri bir be-den donuna bürünebilirler; yine istediklerinde biçimlerini değiştirebilirler. Kötü melekler, in-

MİTOLOJİLERDE GEZİNTİ

Evrensel Dişil İlke: HavvaEsat Korkmaz

“Yoluma tuzak kurduÂdem tuzağın yemiydi

Bana lanet damgasını basmak istediYaptı istediğini;

topraktan Âdem bahaneydi.”

(Senai/Şeytan İniltisi)

Page 7: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 7

SERÇEÞME

sanları kandırmak istediklerinde “yakışıklı bir delikanlı” ya da alçakgönüllü davranışlarıyla belirgin bir “bilge” donu edinirler. Şeytan’ın “görkemli bir görünüme” bürünmesi, daha o dönemde, Lucifer-İblis özdeşleşmesiyle kendi-ni gösterir.

Yılan Neyin Simgesi?Kimi metinlerde Havva’yı günaha özendire-nin “Yılan” olduğu yazılıdır: Yılan, Şeytan’ın donuna büründüğü bir varlıktır ve “örtük” de olsa “cinselliği” simgeler; bu simge, Âdem’in “erkeklik organı”nı çağrıştırır. Derinden deri-ne “düşüş”ün asıl nedeninin “şehvet” olduğunu bize anımsatır. Çünkü Yılan, “meyveye kendi kötülüğünün, tüm günahların kökeni ve baş-langıcı olan şehvetin zehrini aşılamıştır”.

Mezopotamya mitolojisinde, “Ölüm ve Kö-tülük”, Ereşkigal’in “dişiliği” ile temsil edilir. Ataerkil sistemlerden türeyen vahiyli dinlerin

temelindeki kadın düşmanlığı gibi cinsellikle “canlandırılır” ve cinsellik, Günah’ın taşıyıcı-sıdır. İlk büyük baştan çıkarıcı olarak Ereşgi-kal, daha o zamandan hem Havva’nın atasıdır, hem de Âdem’in ilk gerçek karısı olan Lilith’in atasıdır.

Âdem ile Havva, “sıradan zevkler”in bu-lunduğu “Yeryüzü Cennet”inde oturuyorlardı: Âdem ile Havva masumdu; daha sonra Şeytan Havva’yı baştan çıkardı; yenik düşen Havva da Âdem’i baştan çıkardı. Yasak meyve yendi, İlk Günah işlendi: Ve insanlar İlk Günah’ın ağır-lığını sonsuza kadar taşımaya mahkûm edildi. Atalarımızın günahı bizleri ilgilendirmeyeceği için bu aynı zamanda “gizli bir ahlaksızlık”tır.

Tekvin’de Havva’yı baştan çıkaran Şeytan, “yılan” biçiminde betimlenir. Bahçe’nin orta-sında yer alan “İyiliğin ve Kötülüğün Bilgisi Ağacı”nın yasaklı meyvesini yerlerse “tanrılar gibi olacaklarını” söyleyen Şeytan ne yapmak istiyor?

Âdem ile Havva Cennet’ten kovuldukların-da ölümü tanıyacaklarına, yani ölümlü olacak-larına göre zaten tanrılar gibi değiller mi?

Yasak meyveyi üzerinde taşıyan ağaç, yani “İyiliğin ve Kötülüğün Bilgisi” ağacı ise onun meyvesini yememek “bilgi edinilmesini yasak-lamak” anlamına gelmiyor mu?

Kutsal söylencenin mantık izini sürelim: Âdem ile Havva sevişmiş ve İlk Günah’ı iş-lemişlerdir; sevişmelerini beklemek sonra da onları tehdit etmek mantıklı gözükmüyor öyle değil mi?

NOTLAR:(*) Zervanizm inancında; Ahuramazda’nın

yarattığı Gayomart’ın toprakta saklı bulunan spermalarından bir ağaç biçiminde geliştiğine inanılan ve Maşyana’nın eşi olarak algılanan ilk erkek insan “Maşya”dır. Buna karşın Maşya’nın eşi olarak algılanan ilk kadın insan “Maşyana”dır.

Bir Altay mitolojisine kulak verelim: Söylenceye göre Yer’in “göbeğinde” ilk Adam olduğuna inanılan Ak-Genç vardır. Canı sıkılır, çevreyi tanımak ister. Doğu yönüne gittiğinde, aydınlık, geniş bir düzlüğe ulaşır. Düzlükte büyük bir tepe ve tepenin üzerinde büyük bir ağaç görür. Ağacın tepesi, göğün yedinci katına, kökleriyse yeraltının derinliklerine uzanmaktadır. Yapraklarıyla dile gelmiş olan ağaç, gök sakinleriyle sohbet halindedir.

Ak-Genç, ağaca yaklaşır, yalnızlıktan sıkıldığını, kendisine bir “ortak” bulunmasını ister. Dileği kabul edilir; ağacın yaprakları hışırdamaya başlar. Ak-Genç’in üzerine süt görünümünde ve kıvamında bir yağmur yağar. Derken ağacın köklerinden, yarı beline kadar çıplak bir kadın belirir. Bu da İlk Kadın’dır; kabaran göğüslerinden Ak-Genç’e gençlik sütü sunar; sütü içen Ak-Genç, gücünün yüz kat arttığını hisseder.

Yakut mitolojisinde Ak-Genç’in yerini “Er Sogotoh” doldurur: Söylenceye göre Er Sogotoh’un evi, geniş bir düzlüğün ortasındadır. Burada bir “yaşam ağacı” vardır; kökleri, ölüler âlemine, tepesi gök katlarına uzanmaktadır. Yaşam ağacının köklerinden köpürerek yüzeye çıkan “yaşam suyu”ndan içen hayvanlar ve insanlar, gençliklerini yeniden kazanmaktadır. Er Sogotoh, ağaca yaklaşır; bu sırada ağacın kovuğundan ya da yarığından bir kadın ortaya çıkar ve O’na, insan soyunun babası olmak için yaratıldığını söyler.

Milattan önce 18. yüzyıldan kalma bu keramik kabartma, Hıristiyan mitolojisine Lilith olarak geçen eski Sümer tanrıçalarından Lilitu’yu göstermektedir. Tanrıça ellerinde, yüz bin sayısını ifade eden işareti,

yani Sümer Kraliyet arması olan ve adaleti temsil eden çubuk ile halkayı tutmaktadır. Tanrıcaya bilgeliği temsil eden baykuş ile hayvanlar kralı aslan eşlik etmektedir

49,5 x 37.5 cm boyutundaki bu kabartma, İngiltere’nin Londra kentindeki Britanya Müzesinde bulunmaktadır.

Albrecht Dürer’in 1507 yılında tamamladığı başyapıtlarından biri olan Adem - Havva ikili tablosu. Ortadan menteşeli iki ahşap kanattan oluşan bu mihrap tablosunda her panel 209 x 81 cm boyutundadır. Ahşap üzerine yağlıboya tablo günümüzde İspanya’nın Madrid kentindeki Prado Müzesi kolleksiyonundadır.

Page 8: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

8 Sayı 41

SERÇEÞME

“HER KİM BU DÜNYADA TANRIYI GÖREMEZSE, AHRETTE DE GÖREMEZ”

Makalât-ı Şeyh Sâfi Bir Şii Propaganda Kitabı Değildirİsmail Kaygusuz

İsmail Kaygusuz’un yakında yayınlanacak Makalat-ı Şeyh Safi çalışmasının Sunuş bölümünden özetlenmiştir

İLAHİYAT Profesörü, Diyanet İşleri-nin önemli danışmanlarından ve Din Araştırmaları Bilim Kurulu üyelerinden Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun “Uluslara-rası Hacı Bektaş Bilgi Şöleni”nde bildiri

olarak sunulmuş bir yazısından söz etmeden geçemeyeceğiz.1 Profesör Kutlu bu bildirisinde Savfatu’s Safâ ve Şeyh Safi hakkında söylenen ve yazılanların dışında yeni bir şey söylemi-yor. Dikkat çekmek istediği, bu yapıtın bir bö-lümü ya da tamamının Türkçeye çevrilirken, Anadolu’da Şiilik propagandası için kitabın tahrif edilerek Şiileştirildiği(!) iddiasıdır. Bunu da dolaylı olarak Alevi-Bektaşilerin Şeyh Safi adının ve onun tarikat kurallarının kullanıldığı Buyruk metinleri üzerinden açıklık getirmeye çalışıyor.

Kendisine göre Sünni-Şafi i inanç anlayışı çerçevesinde yazılmış olan Safvatu’s Safâ’dan yararlanılmış, ama tahrif edilerek hazırlanan Buyruk metinleri birer Şii propaganda aracıdır. Tahrifatı da “bu müdahaleler, Şia’nın imamet konusuna ters düşen hususlarda yapıldığı an-laşılmaktadır” biçiminde açıklıyor.

Tuhaf olduğu kadar yanlış bir yaklaşımla şunları söylemektedir:

“Çünkü Safevî tekkesine ait Kızılbaş me-tinleri, XV. Asırdan itibaren Şiî unsurların sokulmasıyla Şiileştirilmeye çalışılmıştır. Örneğin Şeyh Safî’ye ait Makâlât ve Menâ-kıb adıyla bilinen eserler, çoğaltılırken müstensihler tarafından önemli tahrifatlara uğramıştır. İlk metni ortaya çıkarmadan, sonraki dönemlerde yazılmış bir yazma esas alındığında, Şiileştirilmiş bir metni Kızılbaş Aleviliğinin metni olarak göster-miş oluruz. Bu da Kızılbaş Aleviliğin Şiilik olarak gösterilmesiyle sonuçlanabilir.”

Birinci paragrafın birinci cümlesinde, yu-karıda çelişkilerini gösterdiğimiz Abbaslı’nın görüşünü yineleyen Prof. Kutlu, ilginç bir biçimde Safvatu’s-Safâ’nın bir Kızılbaş Aleviliği’nin metni olduğunu söylüyor –ki doğrudur– ve bundan dolayı da 15. yüzyıldan itibaren de içine Şiilik öğeleri sokuşturulduğu, yani içeriğe müdahale edildiğini bazı örnekle-melerle tartışıyor. Örneğin bizim yaklaşık bir yıldır üzerinde durduğumuz 247 Kayıt nolu Kemankeş elyazması, ona göre bu bağlamda “Şiileştirilmiş metindir.”

Savfatu’s Safa’nın çok tartışılmış inançsal niteliklerini/özelliklerini, kaleme alındığı dö-nemin siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarını irdeleyerek kısaca da olsa açıklamaya çalıştık. Asıl çalışma ve incelememizi yoğunlaştır-dığımız Makalat-ı Şeyh Safi , yani Savfatu’s Safa’nın 4. Bab’ı, eserin yazılmasından sadece iki yıl sonra Türkçeleştirilmiştir.

Metnin Farsçası, biraz farklı biçimde, Sü-leymaniye (Ayasofya) Kütüphanesinde 3099 numarada kayıtlı olan, 1490 tarihli Farsça nüs-hanın 92a ve 129b varakları arasında yealmak-

tadır. Çok daha sonraları istinsah edilmiş bu Safvatu’s Safa nüshasında, incelediğimiz Türk-çe metinde bulunmayan “Hûlafa-i Râşidin”in geçmesi; kocası İmam Ali ve oğulları Hasan ile Hüseyin’e asla dostluk göstermemiş olan Ayşe’nin Fatima ile birarada gösterilmesi doğal karşılanmalıdır. Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun düşündüğünün tam tersine, metni Sünnileş-tirmek amacıyla bunları ekleyenin nüshanın müstensihi İbadullah Sunullah Efendi olmadı-ğını kim söyleyebilir?

Metni Görmeden Ahkâm Kesmek Bilim Adamına Yakışmaz

Anlaşılıyor ki, Sayın Profesör ne Farsça nüs-hayı, ne de Kemankeş’in Makalat-ı Şeyh Safi yazmasını gerektiği biçimde dikkatini vererek incelemiştir. İkincisini hiç görmemiş olması da olasıdır; çünkü Türkçe metninin sonunda, ‘26 Rebiyülâhır’ açık bir biçimde yazılıdır. Bu tarih 27 Mart 1359’u karşılar. Gerçekten bu el-yazmasını görmüş olsaydı, metnin tarihini 100 yıl beriye, yani H: 968/M: 1460 yılına getir-mezdi. Kısacası, ‘herkesi kör cahil, kendisini allâme sanan’ Profesör Kutlu, metnin tarihini yanlış okuyan birinin tuzağına düşmüştür.

Bizi üzen bir başka nokta, İslam mezhep-leri tarihi profesörünün Bâtınilik ile Şiilik ara-sındaki farklılıkları bilmemesi ya da bilmek istememesidir. Makalat-ı Şeyh Safi ’de geçen dogmatik şer’î kurallara karşıt bilgi ve davra-nışlarla birlikte, yoğun bâtıni söylem örnekleri ne Sünniliğe ne de Şiiliğe uyar ve ikisinin de şeriat anlayışına aykırıdır, bidâttır. Ama ama-nın zorlayıcı yaşam koşullarında bunlar çok-lukla zahiri ve zâhidlik örtüsü altında (takiye ile) verilmek durumunda kalınmıştır.

Makalat-ı Şeyh Safi ’deki bu yoğun gayri-Sünni, bâtıni öğeleri ancak sıradan koyu Sün-ni inançlı bir vatandaş, ortodoks Caferî Şiilik olarak algılayıp, Şii propagandası sayabilir. Oysa bugünkü Caferîlik, Muhammed Bakır Maclisi’nin Şeyhülislam’lık ve ölümüne değin süren Molla Başı’lık yıllarında (1687–1693) bu yeni karakterine bürünmüştür. 10. yüzyılda İmamiye ya da İsna Aşariye (Oniki İmamcılık) mezhebi olarak kurumlaşmış Şiilik, İran’da ulemanın 17. yüzyılda usulî ve ekberi tartış-maları sonucunda, Usulîlik başarı kazanıp, yani en kısa tanımıyla icma-ı İslam kuralları

da kabul edilerek, Ortodoks Caferîlik olarak tam anlamıyla resmileşip yaygınlaşmıştır.

Dememiz odur ki, Savfatu’s Safâ’nın ya-zıldığı (1357/58) ve Makalat-ı Şeyh Safi ’nin Türkçe’ye çevrildiği (1359) dönemde koyu şe-riatçı bir Caferî Şiilik mevcut değildi. Sonra şunu unutmayalım ki, Şiilikteki Ali, Ehlibeyt ve bunların soyundan gelen imamların kutsal sayılması; Ali’nin Muhammed peygamberin vasisi ve diğer halifelerden üstün olduğu ve Muhammed’in nübüvveti, Ali’nin ise velâyeti temsil ettiği inancı Batıniliğin tüm kollarında (Alevi-Bektaşilik, İsmaililik, vb.) varolmanın ötesinde içselleştirilmiştir. 14, 15 ve 16. yüzyıl-larda Türkçeleştirilmiş Şeyh Safi ’nin eserleri, bunlardan kaynaklanmış Buyruk metinlerinde bu öğelerin bulunmasına, Türkmenler arasında Şiilik propagandası gözüyle bakmak doğru ol-maz, kasıtlıdır.

Gerçek Şiilik propagandası özellikle 17. yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu’ya gön-derilen Buyruk’larda şeriat öğelerinin kendile-rini hissettirmeye, daha doğrusu artırılmasıyla başladı. Ancak yine de Safevi soylu Şahların ikiyüzlü siyasetleri çerçevesinde, Anadolulu Kızılbaşları İran’dan tamamıyla uzaklaştır-mamak için kitaptaki batıni öğelere de fazla dokunulmamıştır. Buna karşılık İran içlerinde Horasan’da Kızılbaş katliamı ve kovuşturma-lar sürdürülmüştü. Bu yüzden Anadolu’ya geri gelemeyen büyük çapta Kızılbaş Türkmenler, İsmailî Alevilerle birleşerek yeraltına çekilmiş ve onlarla birlikte Ortodoks Caferî Şii takıyesi uygulamak zorunda kalmışlardır.

Ama asıl büyük tehlike Osmanlı’dan geldi: Anadolu’da yaşayan Kızılbaşları sistemli bir biçimde kırımdan geçirmesi bir yana, kitapla-rını yasaklayarak inançlarına ilişkin bilgilerin kaynağını kesmekle kalmadı; kâtip mollala-rının istinsah ettiği Alevi kitaplarına Hanefi şeriatı öğelerini sokarak Sünniliğin propagan-dasını yaptılar.

Bu tahrifatları, “geliştirilmiş, genişletilmiş ekler ve ilâveler”(!) olarak değerlendiren bilim adamları de bulunmakta. Bugün bunu, sözde çağdaş ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde teokratik bir yapılanma ve din işleri holdingi olan Diyanet Kurumu, 17 ve 18. yüzyıllardan kalma bu türden kâtip mollaların şeriat öğele-rini sokup tahrif ederek istinsah ettiği kitapları “Alevi-Bektaşi Klasikleri” adı altında yayınla-maktadır. “Bu Sünniliğin propagandası değil midir?” diye sormak gerekiyor Prof Dr. Sön-mez Kutlu’ya, çünkü bu kitapları seçen ve ya-yımlanmasına karar veren kurulun en önemli danışman üyelerinden biri kendisidir.

Tarihsel Alevi-Kızılbaş kaynaklarının Şi-ilik tahrifatı ve propagandası üzerine kaleme alınmış bu yazısında dahi çok tehlikeli iki gizli amaçta Sünnilik propagandası bulunmaktadır.

Kızılbaş Türkmenler Sünni İnançlıydılarsa(!)

Neden Kırıma Uğradılar?Profesör Kutlu görünüşte yeni bir şey söylemek adına, doğruyu yanlışı birbirine katarak şöyle konuşuyor:

Hak teâlâ varlığı âdemdedirEv anundur ol bu evde demdedir...

Her ne yerde gökte var âdemde varHer ne ki yılda ayda var âdemde var

Ne ki elde yüzde var kademde varBu sözü fehmetmeyen âdem davar

Şeyh Safî’nin oğlu Şeyh Sadreddin’in çağdaşı Seyyid İmadeddin Nesimi’den

birkaç dize

Page 9: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 9

SERÇEÞME

“Kızılbaşlık ve Bektaşilik, Şeyh Safî ve Hacı Bektaş Veli’nin öncülüğünde oluştu-rulmuş yazılı kaynaklar yoluyla kurum-sallaşmıştır. Yazılı olarak Dedelerin elin-de bulunan Kızılbaş Buyrukları ve yazılı olarak Bektaşi Dedelerinin elinde bulunan Makâlât ve Erkannameler olmaksızın söz-lü kültüre dayalı bir Kızılbaşlık ve Bekta-şiliğin varlığını sürdürebilmesi mümkün değildir.”

Bir yandan makalenin tamamını Şeyh Safi ’nin Sünniliğini ve onun görüş, inanç ve öğretilerini içeren eserlerinin tahrif edilerek Şiilik propagandası yapıldığın ispatlamaya ayıracak, ama öbür yandan aynı yazı içinde “Kızılbaşlık Şeyh Safi ’nin öncülüğünde oluş-turulmuş yazılı kaynaklar yoluyla kurumsal-laşmıştır” diye kayıt düşeceksiniz. Bundan, bir çeşit mantık önermesiyle şu sonuca varılır: “Şeyh Safi bir Sünnidir; mademki Kızılbaşlığın öncülüğünü onun yazılı kaynakları kurum-sallaştırmış, öyleyse Kızılbaşlık Sünniliktir ve bütün Kızılbaşlar da Sünnidir.” Yani Profesör Kutlu’ya göre; tarihte Kızılbaş denilen Türk-menler zaten Sünni’ydi, ama Safevi Şahları Şeyh Safi ’nin yazılı kaynaklarına Şii öğeler so-karak Şiiliğin propagandasını yaptılar.

O zaman sormazlar mı; mademki Kızılbaş-lık Sünnilikti, neden Osmanlı 16–17. yüzyıl boyunca onca kırımları yaptı, sel gibi Kızılbaş kanı akıttı?

Oysa bu gizli Sünnilik propagandası, aynı önermenin tersine çevrilmiş biçimiyle; Kızıl-başlık Sünnilikse, bütün Sünniler de Kızılbaştır sonucu çıkar. Bugün çıkıp Sünni toplumuna, “Siz hepiniz de Kızılbaşsınız!” demek cesare-tini kim gösterebilir? Bir profesörün bilerek veya bilmeyerek bu tür mantıksal sonuçlara varabilecek sözler söylemesi yadırgatıcı oldu-ğu kadar da tehlikelidir.

Ancak paragraftaki ikinci cümleyi bunla-rı bilerek, ama çıkarılacak sonuçları düşünül-meden söylediği anlaşılıyor. Amacı “Kızılbaş Aleviliği” dediği Alevilik ile Bektaşiliği birbi-rinden ayırmak ve farklı inançmış gibi göster-mektir. Bektaşiliği, Nakşibendîlik, Yesevilik, Kadirilik, Nurculuk vb., tarikatlarla birlikte kullanıp, tarikat düzeyine indirgeyerek, Diya-net İşleri Başkanı ve diğer yetkililerinin sıkça söylediklerini onaylıyor.

Önce şunu söyleyelim ki Alevilik tektir ve evrenseldir. Bazı dönemler toplumsal hareket-ler ve reformlar olarak ortaya çıkan Babek-Hurremilik, Karmatilik, İsmaililik, Babailik, Bektaşilik, Bedreddinilik, Kızılbaşlık Alevi-liğin siyasal-toplumsal türevleridir. Aleviliğin özünde, İslam Peygamberi ailesinin, yani Eh-libeyt ve İmamların Tanrısal nuru taşıdıkları ve zamanın İmamı/Velisi olarak Tanrının bir mazharı olduğuna inanmak vardır. Tıpkı kan-dil, lamba, ampul, meşale gibi ışık veren bir aracın kendisi ışık olmadığı halde; ışıktan da ayrı olamayacağı ve ışığın da bu araçlar olma-yınca çevreyi aydınlatamayacağı optik gerçek-liğe benzetilmektedir Ali ve Ehlibeyt tanrısal-lığı. İnsan-ı kâmil mertebesine ulaşmış ve Enel Hak diyen büyük velilerin tanrılaşmasının da bu ışıksal bütünlüğe ermiş olduklarına inan-mak vardır Alevilik-Bektaşilikte.

“Bektaşilik, diğer tarikatlar gibi bir tari-kattır” diyen Diyanet’e karşı birkaç yıl önce yazmış olduğumuz yazıdan bir-iki paragrafı burada yinelemek yerinde olacaktır:

“Bektaşilik, Aleviliğin ilkelendirilmesi; ritüel kurumlaşma ve inançsal kuralların felsefi açınımıdır: Aleviliğin bizatihi ken-

disidir. Ne hikmetse, önce Alevilikten ayrı gördükleri Bektaşiliği, ayn-i Cem (Görgü Cemi) törenlerinden ötürü –Sünni tarikat-larındaki zikir ve raksla aynılaştırarak– bir Sünni tarikatı sayıyorlar; sonra bir bakı-yorsunuz, sosyolojik gerçeği anımsayarak ‘Aleviliğin Bektaşilikten bağımsız olarak ele alınması mümkün değildir’ diyorlar. İşlerine nasıl geliyorsa kavramlarla öyle oynuyorlar.”“Hayır, Alevilik-Bektaşilik bir tarikat de-ğildir. Ayn-i Cem (Görgü Cemi) de, ne ‘Mevlevi Sema Ayini’ ne de sesli ya da sessiz ‘Nakşi Zikir Ayini’dir. Cem, Alevi inancının toplu tapınmasıdır; kadın erkek birlikte ve cemal cemale (yüz yüze) Tan-rıya yapılan ibadettir... Alevilik-Bektaşilik bir yoldur; Tanrıya ulaştıran ve onunla Enel Hak mertebesinde birleştiren Hak-Muham-med-Ali yoludur. Bu tek yol, eğrisi kırığı olmayan ve dosdoğru yol diye tanımladık-ları tarik-î müstakîm ve onun kapsamında bin bir sürektir. Alevilik, ‘bir Sünni tarika-tı’ ya da ‘mezhep’ kavramlarıyla tanımla-namaz. Sünnilik ise, dört mezhebi kapsar ve İslam dininin baskın, egemen olan orto-doks bölümüdür.”2

Prof. Sönmez Kutlu’nun makalesini okuma-ya başladığımızda, Alevi-Bektaşiliğin sadece sözel inanç kültürü olmadığı ve görüşlerinin temellendirildiği –bizim de sürekli vurguladı-ğımız gibi– çok geniş yazılı kaynakları bulun-duğu yönünde doğru görüşler belirtmesinden umutlanmıştık. Ama gördük ki bu yazı, Ale-vi-Bektaşi kaynaklarını hiç de dostça olmayan bir psikolojik davranış içerisinde inceleme ve irdelemedir; bir bilim adamının değil bir Sünni militanın düşüncesinin ürünüdür. Baştaki giri-şin dışında yazının tamamı Savfatu’s Safâ’nın 15, 16. ve sonraki yüzyıllarda istinsah edilen nüshalarındaki bazı değişiklik ve ekleri, birta-kım yanlış örneklemelerle “Sünni metnin çar-pıtılarak Şiilik propagandası yapıldığı” iddia-sının sözde ispatına ayırmıştır.

Oysa incelemediğimiz 1359 tarihli metnin Sünni şeriatının değil, yarı örtülü (takiyeli) bâ-tıni bir metin olduğunu açıkça görüyor, göste-riyoruz. Şunu belirtelim ki, özellikle Şah İsma-il (1501–24) ve oğlu Şah Tahmasb (1524–1576) dönemlerinde yapılan değişiklik ve eklemeler, Kızılbaş Safevi siyaseti çerçevesinde Savfatu’s Safâ’dan takiyenin kaldırılıp, eserin açık bir batıni-Kızılbaş metnine çevrilmesini sağlamış, metni gerçek kimliğine kavuşturmuştur.

Notlar:1 Bkz: www.sonmezkutlu.com “Tarihsel Süreçte

Aleviliğin Yazılı Kaynaklarında Yapılan Metin Tahrifatı (Safvetu’s-Safâ’nın Türkçe Çevirileri Örneklemi Üzerinden)”

2 Geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, Alevilik Diyanet Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul, 2004, s. 3–21.

“Her kim içerisini (bâtınını) temizlemiş olsa

sufi ler katunda öyledür, namazı tahâretsiz eda eyler”

“Gönlinin guslini her kim kıldı yitmiş katla pak

Yohsa tâlibin nemazı hamu olur ayb-nak”

(Gönlünü yetmiş kez yuyarak arındırmayan tâlibin bütün namazları kusurlu olur)

İSMAİL KAYGUSUZ

Şarabi Öyküler 1970-80İstanbul, Mart 2008

ISBN 978-975-6709-63-413,5 cm x 19,5 cm boyutunda

160 sayfa, 10 YTLSu Yayınları 0212.512 16 68

Önsöz’denToplumsal gerçekçi öyküleri, üretildikleri dö-nemin tanıkları olarak görür ve bu bağlamda değerlendirmek gerektiğini düşünürüm hep. Yazıldığı zaman hemen pek farkında olunmasa bile, aradan 25–30 yıl geçtikten sonra okundu-ğunda o günleri yaşarsınız. Öykülerde işlenen sorunların neresinde bulunduğunuzu, deği-şimlerin ve farklılaşmaların nerelere ulaştığını sorgulamaya başlarsınız. ... Demem o ki, bu türden öyküler, hoşça vakit geçirmek ve edebi-yattan alınan içsel beğenilerinizi doyurmakla kalmaz, sizi düşünmeye, araştırıp soruşturma-ya ve hatta yazarını da yargılamaya yöneltir.

Çoğu farklı kırsal, kentsel tarihsel-kültürel bölgelerde yaşanmış, gözlenmiş ve imgelenmiş olaylardan kurgulanıp devinime sokulmuş; hangi çelişkiler içinde umutsuz ve öfkeli ya da uslu, boyun eğmeci duyguların tutsaklığında yazmışım, fazla anımsamıyorum ve doğrusu anımsamak da istemiyorum. Bazıları da 70’li yılların sonu ve 80’li yılların başlarında Üni-versitelerde yaşananlar ve kendi yaşadıklarım-dan kâğıtlara aktarmış olduklarımdır.

Öykülerde anlatılanlar büyük bedeller veri-lerek toplumsal, siyasal ve ekonomik ortamın değişimlerine uğramış bir daha tıpatıp benzeri görülemeyecek olaylardı ve değerliydi. Benim için acısı ve tatlısıyla sarhoş ediciydi ve oku-dukça buruk mu buruk bir tat hissettim her birinde; yıllanmış şarabın tadını çağrıştırıyor-du. Bu yüzden “Şarabi Öyküler” adı da yakıştı diye düşünüyorum.

Umarım okur ken bu tadı sizler de alacak; yaşanmış, göz lenmiş, kurgulanmış yer ve dö-neminin tanık lığını yapan öykülerdeki olaylar, sizleri düşündürecek ve keyifl endirerek ya da öfkelendirerek sorgulamaya yönlendirecektir.

Page 10: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

10 Sayı 41

SERÇEÞME

HER YIL Ağustos ortasında Hacıbektaş ilçe sinde yapılan şenlik, Anadolu tarihin

önemli şahsiyetlerinden biri olan Bektaş-ı Veli adına yapılıyor olması nedeniyle, Tarihçe’nin de ilgi alanına giriyor.

Böylesi tarihsel şahsiyetler söz konusu ol-duğunda karşımıza çıkan sorunlardan biri, efsane ile gerçeğin sıklıkla birbirine karışma-sıdır. İnanç önderleri söz konusu olduğunda bu durum daha da belirginleşiyor.

Öncelikle Hacı Bektaş örneğinde sıradışı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anım-samalıyız. “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen ayrıksı bir inanç önderi söz konusu olan.

“72 millete bir nazarla bakmayan Kırk yıl müderris olsa hakikatte asidir”

diyen, “eline beline diline hâkim olmayı” temel düstur edinen bir inanç biçiminin çok özel bir bilgesidir söz konusu olan. Ona atfe-dilen;

“Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildirHer ne ararsan kendinde araKudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir”

deyişi bile, günümüz ortalamasının ileri-sinde bir bilgelikle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

İ. Melikoff’un, Baba İlyas’ın soyundan ge-len Aşıkpaşazade ile Elvan Çelebi, keza Efl aki ve diğer kaynaklardan aktarmalarla gösterdiği gibi, Hacı Bektaş, kardeşi Menteş ile birlikte Babai ayaklanmasının öncüsü Baba Resul’ün yanıbaşında, dahası “Baba Resul’ün halife-i has”ı, gözde mürididir. Paralı Frenk askerle-rinin katliamıyla ezilecek olan ayaklanmada (1240) Baba İlyas ve Baba İshak yanı sıra Men-teş de öldürülenler arasındadır.

Hacı Bektaş, Babailerin Selçuklu egemen-liğince aranıp öldürüldüğü bu baskı sürecini Sulucakarahöyük’te Hıristiyanlar arasında sak lanarak atlatacaktır. Bunu yaparken aynı zamanda kendini eğitecek, düşünceleri doğ-rultusunda insanları örgütlemeye çalışacaktır. 1271’de öldüğü zaman, ardında zayıf bir çevre, ama güçlü bir fi kri yapı bırakacaktır.

Bu zayıf ilişki ağı, fi kri yapının gücü ve or tamın uygun olması nedeniyle, Osmanlının kuruluş sürecinde hızla büyüyecek ve farklıla-şacaktır. Ölümünden iki yüzyılı aşkın bir dö-nem sonra kaleme alınacak olan Vilayetname ise, Hacı Bektaş ve Bektaşliği, resmi Osmanlı tarih yazımının çarpıtmalarına kurban edecek-tir.

Bektaş-ı Veli’nin Resmi üretimiAbdülbaki Gölpınarlı’nın da işaret ettiği gibi Vilayetname, II. Beyazıt zamanında ve Balım Sultan’ın Bektaşi Postnişinliğine atanmadığı, yani 1501 öncesinde, İlyas Bin Hızır (Uzun Firdevsi) tarafından yazılacaktır (Vilayetna-me, s.XXVII)

Vilayetname, Bektaşiliğin henüz Ali eksenli bir tarikat/inanç haline gelmediği bir dönemin ürünüdür. Nitekim Vilayetname’de Kızılbaş/Safevi söyleminin hiçbir izi bulunmamakta-dır ki, bu etki Bektaşiliğe sonradan girecektir.

Vilayetname, II. Beyazıt’ın, Bektaşi türbesinin çatısını tunç levhalarla kaplattığını söylemek-tedir. Demek ki bundan sonra yazılmıştır. Di-ğer yandan Vilayetname, Balım Sultan’ın, Kı-zılbaşlığın halktaki yayılışını etkisizleştirmek üzere Bektaşiliğe getirilen yeniliklerden önce kaleme alınmış görünmektedir. (İ. Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, s. 99)

Bu dönem, Anadolu Alevîlerinin Osmanlı ve Yeniçerileri tarafından katliamdan katliama uğratıldığı dönemdir aynı zamanda. Kızılbaş düşmanı Osmanlı iktidarı ile entegre olmuş bir Bektaşî Babası tarafından yazılmış olan Vila-yetname, Bektaşi Dergahının Osmanlı otori-tesinin bir parçası olduğu dönemin ilişkileri çerçevesinde II. Beyazıt ve Osmanlı egemenli-ğinin istediği bir Hacı Bektaş portresi çizmek-tedir.

Bu Vilayetname’yi esas alacak olursak, Ba-bai katliamından sağ kurtulmuş Hace Bektaş, Babailerle asla ilişkilenmemiştir. Aksine genç-lik dönemini Anadolu’da değil Türkistan’da, Yesevi’nin yanında geçirmiştir. Doğumundan altı ay sonra parmak kaldırarak şahadet getir-miş, 12 İmam’dan yedincisi Musa Kâzım’ın so-yundan gelmiş, manen de olsa Hac’ca gitmiş, revize edilmiş olsa da namaz dâhil ibadetinde İslamcı özellikler gösteren ve tabii Osmanlıyı “kâfi rlere” karşı savaşa yönlendiren bir yeni-çeri ağasını andırmaktadır.

Esasen Vilayetname’den hareketle çizilecek bir Bektaş-ı Veli portresinin gerçeğinden ne kadar uzak olduğunu anlamak için birkaç bilgi aktarmakta yarar var: Söz konusu bu kaynağa göre Bektaş-ı Veli, hocası Lokman Perende’ye atfen, daha küçük bir çocukken Muhammed ve Ali’den Kuran okumayı öğrendiği, yine Lok-man Perende’nin Hac dönüşündeki anlatımı-na göre, “Kâbe’de namaz kılarken Bektaş’ın da sürekli kendisiyle birlikte namaz kıldığı”, yani cismen olmasa da Hac’ca gittiğini (ki Anadolu’ya göçerken cismen gittiği iddiaları da mevcut) öğreniyoruz. Vilayetname’de na-maz kılan, bir an bile ibadetten geri kalmayan, üstüne üstlük cihat yapan bir Bektaş portresiy-le karşı karşıyayız.

Tarih Dışı İddialarBu kaynağa göre Ahmet Yesevî ile aynı dö-nemde yaşamış, onun yaşlılığında gençliğini

yaşayan, ondan ders alan bir Bektaş söz ko-nusu. Daha garibi bu dönemde Horasan’da kâ-fi r-Hıristiyan bir egemenlik olduğu iddia edil-mekte ve Yesevî’nin, oğlu Kutbeddin Haydar’ı bu kâfi rlerin elinden kurtarmak üzere Bektaş’ı görevlendirdiği, Bektaş’ın da bunları ezdiğini ve Haydar’ı kurtarıp bu kâfi rleri Müslüman yaptığını öğreniyoruz. Bu tarih dışı iddiaların sonu yok; daha sonra Ahmet Yesevî’nin, secca-desini eline alıp huzuruna gelen Bektaş’a, “git seni Rum’a saldık” diyerek Anadolu’yu İslâm-laştırmaya gönderdiğini öğreniyoruz.

Tabii bunlar, resmi ihtiyaçlar doğrultusun-da üretilmiş iddialardır.

Her şeyden önce Ahmet Yesevî’nin yaşa-dığı zaman ile Hace Bektaş’ın yaşadığı zaman arasında tahminen yüz yıl var. Diğer yandan 12 İmam soyu Araptır, oysa Bektaş-ı Veli Arap kö kenli değil bir Türkmen velisidir. Bu anlam-da da Vilayetname’nin bilgileri doğru değil. Vilayetname ile tarihe inip onu aydınlatacakla-rını sananlar, tarihe değil efsaneler dünyasına inmiş olacaklardır. Kuşkusuz efsanelerden de tarihçilerin öğrenebileceği çok şey var; ancak bunlardan öğreneceğimiz tarihsel olgular de-ğil, dönemin ve yazanın siyasal, kültürel dün-yasıdır. Ancak onlardan bundan ötesini bekle-mek tarih yazıcısını ve ona inananları efsane kuyusunda boğar.

Yesevilik, özellikleri İslamlaşmanın henüz başarıya ulaşamadığı bir dönemin, İslam’la birlikte eski inançların da birarada yaşadığı bir geçiş dönemine denk düşüyor. Bizzat Yesevi, dönemin İslamcılarınca sapkın görülen, farzla-ra uymayan, haremlik selamlık ayrımına itibar etmeyen bir dönem bilgesi. Yesevi damar üze-rinden sonradan İslamcılaşanlar Nakşibendili-ği üretirken İslamcılaşmayıp kendi Alevi sen-tezini kuranlar ise Bâtıni tarikatlarla ilişkilene-ceklerdir. Bu anlamda Bektaş-ı Veli ile Yesevi arasında tarihsel-teolojik bir etkilenmeden söz edilse de organik bir bağdan kesinlikle söz edi-lemez. Aksine Bektaşilik açısından organik bir bağ, ancak Babailik ve Vefailik’le kurulabilir. Ki Bektaş-ı Veli’nin, Ede Bâli, Geyikli Baba, vb., dönemin tüm erenleri gibi kendini Vefai gördüğü ve yine bir Vefai olan Baba İlyas’ın halifesi olduğu biliniyor. Fuat Köprülü’nün de işaret ettiği gibi, “Tacü’l-Arif’in” lâkabıyla da tanınan Seyyid Ebu’l Vefa-yi Kürdî, Baba İlyas öncesi Batıni inanç ekolünün en büyük etkeni durumundadır.

Osman’a Elifi Taç Giydirmek!Vilayetname’de Hacı Bektaş’ın, 1160’ta ölen Yesevî’den, gerçek dışı, tarih dışı bir şekil-de ders aldırılması yetmezmiş gibi, bir de 1290’larda Osman Bey ile görüşen bir Bektaş ile karşı karşıyayız. Oysa ölümü 1271 olan Bek-taş-ı Veli’nin Yesevî’nin yaşlılığına yetişmesi mümkün olmadığı gibi Osman’ın ilk iktidar dönemine yetişmesi de mümkün değil. Buna rağmen Osman Bey’e Elifi Taç giydirip kılıç kuşatan bir Bektaş’la karşı karşıyayız. Dola-yısıyla bütün bu bilgilerden, Vilayetname’nin efsaneler dünyasına ilişkin bir anlatı olduğu sonucuna varıyoruz.

Vilayetname’ye göre Bektaş’ın Osmanlı ku-rucusu Osman Bey’le de aynı dönemde yaşadı-

HACI BEKTAŞ VELİ ANMA ETKİNLİKLERİ YAKLAŞIRKEN

Bölüm I: Efsaneyle Gerçekleri Birbirinden AyıklamakErdoğan Aydın

Bu yazı daha önce Cumhuriyet gazetesinin

18 Ağustos 2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Hacı Bektaş, kardeşi Menteş ile birlikte

Babai ayaklanmasının öncüsü Baba Resul’ün yanıbaşındadır,

dahası “Baba Resul’ün halife-i has”ı, gözde mürididir.

Paralı Frenk askerlerinin katliamıyla ezilecek olan

ayaklanmada (1240) Baba İlyas ve Baba İshak’ın

yanı sıra Menteş de öldürülenler arasındadır.

Page 11: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 11

SERÇEÞME

PİPPA BACCA sahne adıyla gösteriler düzenleyen İtalyan sanatçı Guiseppina

Pasqualino di Marineo, sanatçı arkadaşı Silvia Moro ile birlikte “Barış Gelini” adı altında, gelinlikle dünya barışı için çeşitli ülkeleri kapsayan bir yolculuğa çıkmıştı.

8 Mart 2008’de Milano’dan başlayan yolculukları Balkan ülkeleri üzerinde, Tür-kiye’ye varmıştı. Önlerinde Suriye, Lüb-nan, İsrail ve Filistin üzerinden Tel-Aviv yolu vardı. İstanbul’a vardıklarında bası-nın yakın ilgi gösterdiği iki sanatçı ayrı ayrı yola devam etmek ve Nisan ortaların-da Kudüs’e ulaşmak için yola çıktılar.

Pippa Bacca, Kocaeli, Gebze ilçesine bağlı Tavşanlı köyü yakınlarında tecavüze uğradı ve boğularak öldürüldü.

Barış Gelini olmak gibi ilginç bir gös-teri düşünen yaratıcılığa ve bunu uygula-ma cesaretine sahip sanatçı Pippa’nın aklı-na gelmeyen, yıllardır süren iç savaşın ve kadını meta gibi gören gericiliğin ülkemizi nasıl bir yangın yerine çevirdiğiydi.

ğını, onunla konuştuğunu, onu kutsadığını, “bi-zim yaptığımız gibi onu kâfi re göndersin” diye Sultan Alaattin Keyhüsrev’e emir verdiğini, bunun üzerine “Osmanoğulları askerinin hiç bozguna uğramadığını” öğreniyoruz. Özetle Vilayetnamede, Alevilikteki Kızılbaş özel-likleri de göremediğimiz gibi Hace Bektaş’a özgü pasifi st, barışçı, öteki inançları bir gören anlayışları da göremiyoruz. Ama buna rağmen Hacı Bektaş’a gerçek dışı bir şekilde yüklenen bu Yeniçeri kuruculuğu ve ajitatörlüğü damga-sını bir övünç vesilesi yapabilenler de olmak-tadır:

“1339 yılında Bursa Atıcılar Meydanı’nda mahşeri bir kalabalık toplanmıştı. Bütün gönüller büyük önder Orhan Bey ile evli-yalar bağr-ı başı, erenler başçeşmesi Hacı Bektâş-i Veli’nin muhabbetiyle dolanıyor-du. Bursa tarihi bir an yaşıyordu. Orhan Gazi yeni bir ordu kurmak üzere, Türklü-ğün ikinci Nuh’u Hacı Bektâş-ı Veli’yi da-vet etmişti. Büyük Türk evliyasının görklü bakışıyla bütün kalpler fetholmuş genç ihti-yar çoluk çocuk in cin dağ taş istiklâle çık-mıştı. Hacı Bektâş-ı Veli, güzeşteleriyle be-raber Bursa’yı şerefl endirmişti. Gülbanklar dalga dalga semalara yükseliyordu. Allah Allah şayialarıyla yer gök dolmuştu. Hacı Bektaş-ı Veli alana ulu bir ateş yaktırmış, üstüne bir kazan oturtmuş, aş pişiriyordu. Hacı Bektâş-ı Veli ağır ağır doğrulmuş, sağ elini Bati istikametine çevirmiş, ma-nen İstanbul’un, Kosova’nın, Belgrat’ın, Varna’nın, Budapeşte’nin fethini işaret ediyordu.” (Turgut Koca Baba’dan aktaran Şevki Koca, Cem Dergisi, sayı 96, s. 26.)

Bektaşiliğin İstismarıOrhan Bey ile o, doğmadan ölmüş olan Bektâş-ı Veli’yi aynı sahnede oynatmak gibi maddî ha-talar ve komik mizansenler bir yana, burada çi-zilen Bektâş-ı Veli portresinin, gerçeğinin tam karşıtı olmak üzere, İstanbul’dan, Belgrat’a, fetihten fetihe koşan (ve tabiî bunun kaçınıl-

maz sonucu, dönüp kendi halkına saldıran) bir Yeniçeri ağası portresi olduğu açıktır. Burada egemene, hele ki onun militarizmine yataklık yapan bir Bektaşîliğin, kaçınılmaz olarak ken-di zıddına dönüşünün sonuçları ile karşı kar-şıyayız.

Bu efsaneyi esas alan Bektaşiliğin Osman-lıcı kanadı Babaganlığın son dedebabası Bedri Noyan da Hacı Bektaş’ın ölüm tarihini 1337 (738.H)’ye, yani ölümünden 66 yıl sonrasına kadar götürecektir; böylece Yeniçeri’nin biz-zat onun tarafından kutsandığını ispatlamaya, Osmanlı iktidarının uzantısı bir Bektaşîlik an-layışını, bizzat Hacı Bektaş üzerinden meşru-laştırmaya çalışacaktır. Devşirme ve Yeniçeri zihniyetini Bektaşîlik görüntüsü altında gü-nümüze taşımaya çalışan bu anlayış, aynı za-manda geleneğin önemli postnişini Kalender Çelebi’den de; “vatan bütünlüğünü tehlikeye atan” bir “asi” diye söz ederek, Osmanlı’yı “vatan” düzlemine yükselten bir anakronizm sergileyecektir. (B. Noyan, Bektaşîlik ve Alevî-lik, s. 154, 115)

Benzer sorun alanları Makalat’ta da bulun-maktadır. Doğrudan Hacı Bektaş’a atfedilen Makalat’ın da gerçekte Hacı Bektaş’a ait ol-madığı bir yana, tarikat kurmamış olan Hacı Bektaş’a tarikattan sözettirilmekte,

“Her ne ararsan kendinde ara Mekke’de Kudüs’te Hac’da değildir”

diyen bu inanç önderine Hac’cın farz ol-duğu söyletilmektedir. (İ. Melikoff, Hacı Bek-taş Efsaneden Gerçeğe, s.107) Tıpkı Vila yet-name’nin Hacı Bektaş’a bir paye olarak “hacı” yapmakta, hacca gitmiş göstermesi gibi. Nak-şibendî Şeyhi Esat Coşan’ın, Makalat’tan ha-reketle Bektaş-ı Veli’nin ortodoks anlamda Müslümanlığını “ispatlaması” da, bu tip sorun alanlarının istismar örnekleri olarak karşımı-za çıkmaktadır. Ancak kabul edilmelidir ki bu tarihe yönelik istismar örnekleri, sadece Coşan’da gördüğümüz gibi “dışarıdan” yapıl-mamakta, Hacı Bektaş, “içeriden” ve çok daha etkili istismar örnekleriyle karşılaşmaktadır.

PIR SULTAN Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş, Avrupa

Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üye-si Olli Rehn ile 5 Mayıs 2008 Pazartesi günü akşam yemeğinde buluştu. Genel Başkanı-mız yarın (Salı günü) Ankara’da Bakanlar düzeyindeki Türkiye-AB Troyka toplantısı öncesi, Alevilerin Türkiye’de yaşadıkları so-runları Avrupa Komisyonu Üyesi Olli Rehn Başkanlığındaki heyete anlattı ve Trokya toplantısında ele alınması ve görüşülmesi ta-lebinde bulundu.

Buluşma AB Komisyonu Türkiye Tem-silcisi Marc Pierini’nin daveti ile gerçekleş-ti. Yaklaşık iki buçuk saat süren buluşmada heyet ile birlikte akşam yemeği yenilerek Türkiye’de Demokrasi ve Laiklik ekseninde Alevilerin sorunları görüşüldü.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş görüşmede AKP’nin özgürlükçü olmadığı, demokrasi ve laiklik konusunda ülkeyi geriye götürdüğünü, 12 Eylül Hukukunun arkasına saklanarak Ale-vi varlığını tanımadığını, laiklik konusunda milli görüş geleneğinden aldığı mirası sür-dürdüğünü, zorunlu din dersleri konusunda

AHİM ve Danıştay’ın verdiği kararları uy-gulamaktan kaçınarak göz boyama siyaseti güttüğünü ve hatta zorunlu din dersleri ile ilgili AHİM’in verdiği kararı Diyanet İşleri Başkanlığından görüş alınmalıydı şeklinde yorumlayarak adeta ulema görüşleri ile ül-keyi yönetmeye heveslendiğini, DİB’nın de-mokrasi ve laiklik açısından ülkemizde bir kambura dönüştüğünü ve AKP’nin bu gerçe-ği tartışmaktan kaçındığını, Alevilerin inanç merkezi olan Cemevlerinin yasallaşmasına ilişkin hiçbir çaba sergilemediğini ifade etti. Gümüş, ayrıca AKP hükümetinin 1 Mayıs ve Sakarya’daki linç girişimi örneğinde görül-düğü gibi ülkeyi Madımaklaştırmak istediği görüşlerini de ifade etti.

Avrupa Komisyonu’nun Genişleme-den Sorumlu Üyesi Olli Rehn ise Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş tarafından ifade edilen görüşleri not ederek önümüzdeki müzakere sürecinde ve AB İlerleme Raporlarında Alevilerin sorun-larının çözümü yönünde çaba sarf edeceğini ifade etti.

Buluşma yaklaşık 2,5 saat sürdü ve dostça bir ortamda gerçekleşti.

PİPPA BACCAGiuseppina Pasqualino di Marineo

9 Aralık 1974 - 31 Mart 2008

Genel Başkanımız Av. Fevzi Gümüş, Olli Rehn İle Buluştu

PSAKD Basın Bürosu, 5 Mayıs 2008 Altıncı Ölüm Yıldönümünde AŞIK MAHZUNİ ŞERİF

HER DAİM GÖNLÜMÜZDE

Page 12: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

OSMANLI’DA siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel nedenler açısından ilişkilerin sey-

ri, Kızılbaşlar ve Bektaşiler açısından farklı ol-muştur. Her ne kadar Kızılbaş-Bektaşi olarak bu iki zümreyi birbirinden ayırmıyor, kavram olarak birlikte kullanıyor olsak da Osmanlı’nın bu iki gruba bakışı ve onlarında Osmanlı’ya bakışı farklı olmuştur. Bunun için de, süreci Kızılbaşlar ve Bektaşiler olarak ele almak ge-rekmektedir.

KızılbaşlarOsmanlı Devleti büyüyüp geliştikçe merkez-kenar çatışması ortaya çıktı. Devlet olmanın gereği olarak ilk dönemlerdeki geniş hoşgörü ortamı kalktı, sistem donuklaştı. Bu durumdan Heterodoks kitle olumsuz anlamda etkilendi. Özellikle fetihlerde önemli rol oynayan Türk-men kabileleri Osmanlı Devletine yabancılaştı. Çünkü gittikçe merkezi bir yapıya bürünen Os-manlı Devleti, otoritesini ve düzenini tehlikeye sokan Türkmenlerin özgürlüklerini kısıtlayıp, ya şam tarzlarını değiştirmeye zorlayarak, on ları tamamen merkezi yönetimin kontrolü altı na almak istiyordu. Bunun için sosyo-eko-no mik ve hatta dini hayatlarını da bu yapıya uy durmak çabası içinde olmuştur.

16. Yüzyıl’da hızlı nüfus artışı nedeniyle ekilebilir alanlar, göçebelerin yaylaları aleyhi-ne hızla genişlemekteydi. Bu gelişmeler kenar ile merkezin ilişkilerinin oldukça gerilmesi-ne yol açmıştır. Osmanlı göçebelerin toprağa yerleşmesi için “ağır vergiler, köprü ve ma-denlerde zorunlu çalışma” (İnalcık 1993a:24), “yerleşik insanlara verdikleri zararları ödetme” (Linder 1983:54-55), ya da “göçebeleri sürgün ederek otoritesine karşı koyan toplulukları et-kisiz kılmak” (İnalcık 1994:32) gibi yaptırımlar getirmişti. Amaç Türkmenleri yıldırmak ve fa-kirleştirmek, böylelikle de yerleşik hayata geç-meye mecbur kılmaktı. Türkmenlerin önünde iki yol vardır; ya özgürlüklerini yitirecek ya da isyan edeceklerdir. Batı bölgelerinde bulunan aynı inanışa sahip Yörükler, bu alanların düz ve ekilebilir alanlar olması dolayısıyla uyum sağlarken, iç ve doğuda bulunan Türkmenler için aynı durum geçerli değildi. Bu duruma en büyük tepki Anadolu’nun doğusunda ortaya çıktı. Doğunun dağlık alanlardan oluşması ve batının aksine kalabalık Türkmen gruplarının bulunması, bu uygulamalara karşı gelmelerini de kolaylaştırmış, Safeviler’in ortaya çıkmasıy-la da, sorun daha ciddi bir hal almıştır.1

Merkezileşmeye karşı geliştirilen direniş, Selçuklularda olduğu gibi 16. Yüzyıl’da Safevi propagandası ile ortaya çıkan isyanlar içinde geçerlidir. Yüzyıllardır hemen hemen aynı ne-denden ortaya çıkan bu isyanlar, göçebe Türkler arasında bir “isyan geleneği” oluşturmuştur.

15. yüzyılda itibaren merkezileşen Osman-lı karşısında “heterodoks” kitle, Anadolu’nun Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesi sı-rasında sahip oldukları haklarını kaybetti. Os-manlı Sünni İslamın temsilcisi olarak, izlediği her politikayı bu çerçevede meşrulaştırdığı için, Osmanlı’ya muhalif olan heterodoks bir İslami anlayışı benimsemiş olan Türkmenler de kendi dini inançlarıyla Osmanlı’ya cevap verdiler. Linder’in deyimiyle “Sultanları tara-fından incitilen bu insanlar, kendi ‘Şahlarını’

yarattılar” (1983:38). Bu çelişki Türkmen he-terodoksisi içinden Aleviliğin doğmasına yol açmıştır. Ahmet Yaşar Ocak (1996a:209) bunu şöyle açıklamaktadır:

“Şah İsmail, Türkmenlerin inanç ve hayat tarzlarının yarattığı bu son derece uygun ortam içinde, bir yandan ‘zalim Osmanlı yezidinden intikam almaya’ mükemmel bir ideolojik araç halinde Kerbelâ matemi kül-tünü sokarken öte yandan, ilahlaştırılmış ve kendisiyle özdeşleştirilmiş bir Hz. Ali kültünü yerleştirmeyi başardı. İşte Türk-men heterodoksisi, Alevilik şekline böyle dönüştü.”

Aleviliğin oluşumunda her ne kadar Şah İs mail’in etkisi varsa da, Kerbelâ mateminin Anadolu kültürüne girişi daha önce olmuş-tur. Bu konuda Heinz Halm (1991) şunları söy le mektedir: Moğollardan önce ve sonra, mis tikler ve Ali sempatizanları (bunlar Şii ol-ma ya bilirler) arasında var olagelen bağ, aynı zamanda İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da genç erkekler birliği, Fütüvvet (Ahilik) arasında da bulunmaktaydı. Bu toplulukların askeri bir karakteri yoktu ve taraftarlarını genel olarak zanaatkâr kesiminden insanlardan sağlıyordu. Sloganları ‘yiğit delikanlılar’ idi. Bunlar lonca benzeri bir dayanışma kurmayı ve belediyesi olan bir topluluk olarak bir birlik oluşturmayı başardılar. Fütüvvet topluluğu için Ali hem bir model hem de koruyucudur; onların sloganla-rı (düstur) ‘lâ fatâ illâ Alî’ (Ali en mükemmel, mahir genç) dir. Bu Fütüvvet topluluklarını Şii yapmamaktadır; örneğin Abbasi Halifesi el-Nasır (1180-1225) kendisini bu topluluğun li-deri yapmanın yollarını aradı. Onlar, pek çok sufi tarikat gibi, daha çok şehirli halk arasında Ali sevgisini yaydılar. Bu doğal olarak Şii pro-pagandalarına uymaktaydı. Bu durum özellikle de 1300’lü yıllarda Moğol hâkimiyetinin son bulması ile Anadolu’da kurulan pek çok Türk-men beylikleri arasında geçerliydi. Örneğin, Kuzey Anadolu’da bulunan Kastamonu’da ku-rulan Candaroğulları sarayında, Kerbela olayı eski Türkçe olarak yeniden yazılmıştır, fakat aynı zamanda -muhtemelen aynı yazar tarafın-dan- Abbasiler için mücadele etmiş olan Ebu Müslüm hakkında bir roman yazılmıştır. Bu zamanlarda Anadolu’da ki Türkler arasında, İmami Şiiliği’ne inanan bulunmamaktaydı. Su-fi lik ve Fütüvve tarafından halk arasında Ali ve Hüseyin’e karşı sempati yayılmıştır. Bu durum Sünniliğin bir tür gizli Şii’leşmesidir ve Anado-lu Aleviliğinin yolunu açmıştır denebilir.

Göçebe Türkmen aşiretleri ve Osmanlı ta-rafından ortadan kaldırılan beyliklere mensup aşiretlerin “devlet içinde devlet” (İmperium in imperium) yapılarını ortadan kaldırmak Osmanlı’nın hedefi olmuştur. Uzun yıllar Anadolu’da egemenlik için Osmanlıya karşı savaş vermiş olan Karamanlılar, pek çok göçe-be isyanını desteklemişlerdir ve onların “Sel-çukluların meşru varisi olarak, yerleşik İran-lılaşmış (Alevi) yönetim ve medeniyeti uygun gördüğünü ve bu yönde söylemler kullandığını görmekteyiz” (Lindner 1983:107). Başka bir deyişle, “Anadolu Alevi Türkmen toplulukları bir siyasal egemenlik kavgasında kullanılıyor-du” (Özkırımlı 1993:173). Bunun kanıtı ola-rak Anadolu’da, Sünni ve Alevi halk arasında

inançtan dolayı bir çatışma yaşandığına dair okuduğumuz eserlerde hiçbir bilgiye rastlan-mamıştır. Türkmenlerin sorunu, inançtan çok güçlenen Osmanlı karşısında kaybettikleri haklarını geri alma çabası idi. Osmanlı merke-zi yönetimi ise, Ocak’ın belirttiği gibi:

“Bu geniş tabanlı halk hareketlerini ve kul-landığı dini söylemleri, belirgin bir toplum-sal değişimin ve bunun yarattığı bir takım rahatsızlıkların sonucu olarak değil, kendi otoritesine ve bu otoritesinin dayandığı inanç ve ideolojiye bir karşı çıkış olarak al-gılamıştır (1998:IX).”

Sonuçta isyanlar ard arda patlak vermiştir. Bu isyanların tamamında “Alevilik eksenli, ih-tilalci ve mesihçi bir ideoloji ile hareket edile-rek”, Osmanlı saltanatını devirme amaç edinil-miştir. Kendilerine sahib-i zaman ve mehdi-i devran olarak niteleyen isyan liderleri, amaçla-rının “Yezid’in mülkünü ele geçirmek olduğu-nu bizzat ifade etmişlerdir” (Ocak 1996b:157). Amaç var olan kötü koşulları düzeltmek ya da kendi lehlerine daha iyi şartlara kavuşturmak olmamış, devleti yıkmak amaçlı olan bu isyan-lar, süreklilik gösteren bir iç savaşa dönüşmüş-tür. Savaş hiçbir insafın kaldıramayacağı ölçü-de vahşilik sınırlarında dolaşmış ve Alevilerin ödediği bedeller çok ağır olmuştur. Buna karşın Osmanlı yönetimi ayaklanmaları tümüyle bas-tıramamıştır. II. Bayezid döneminden itibaren Alevi ayaklanmaları aralıksız devam etmiştir. Örneğin, 1510-1511 yılları arasında Şah Kulu ayaklanması, 1512 Nur Ali Halife Ayaklanma-sı, 1517-1518 Bozoklu Celal Ayaklanması (Ce-lali isyanlarına adını veren bu ayaklanmadır), 1519 Şah Veli Ayaklanması, 1525-1527 Süklün Koca- Baba Zünun Ayaklanması, hemen ar-dından Zünunoğlu Ayaklanması, 1526 Atmaca Ayaklanması, Yenice Bey Ayaklanması, Veli Halife Ayaklanması, 1526-1527 Kalender Çe-lebi Ayaklanması, 1529 Seydi Bey Ayaklanma-sı2, liste böylelikle uzayıp gitmektedir.

Bazı görüşler ayaklanmaların tümünün Sa-feviler ile alakalı olduğunu ileri sürmektedir.

Örneğin Ali Bulaç “tarihte her iki topluluğu karşı karşıya getiren temel faktör siyasal ikti-darlar arasındaki rekabet ve çatışma idi; yoksa İslam ve şeriat değildi” (1993: 25) demekte-dir. Oysa tarihe dönük olarak baktığımızda, 1512, Nur Ali Halife ayaklanması, “Safevi Devleti’yle yakın bağlantısı olan ve doğrudan Şah İsmail’ce yönlendirilen tek ayaklanmadır” (Bozkurt 1990:52). Bunun dışındaki ayaklan-maların Safeviler’le ilişkisi yoktur. Bu ayak-lanmadan sonra Osmanlı İran’a sefer düzenle-miş ve Çaldıran Savaşı (1514) ile yenilen Şah İsmail,3 Safevi Devleti içinde değişime gitmiş-tir. Safeviler tarafından merkezi devleti olma yönünde giderken engel olarak görünen bu Kızılbaş Türkmen kitle sürgünlere uğramış ya da zorla yerleşik hayata geçmeye zorlanmıştır. Yani Osmanlı Devletinde yaşadıkları ile aynı

12 Sayı 41

SERÇEÞME

Aleviler ve Devlet İlişkisi - Bölüm IIMetin Acar

Sosyolog/Siyaset ve Sosyal Bilimler Uzmanı

Aleviler kendi devlet perspektifl eri doğrultusunda, sivil bir hareket olarak

gelişmeyi tercih etmekle birlikte; gerektiğinde, zorlandıklarında

ve kendilerince uygun tarihsel fırsatlarda

silahlı ayaklanmaya kalkışmaktan geri durmamışlardır

Page 13: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

SERÇEÞME

13Mayıs 2008

akıbete uğramışlardır. Daha sonra Safevi Dev-leti, Şah Tahmasb’ın oğlu II. İsmail dönemin-de (1576-1578) On iki İmam Şiiliği görüşü ile Şia’lık eksenine geçmiş ve Anadolu Aleviliği ile ilişkiler kopmuş, her iki kesim de kendi yo-lunda ilerlemiştir.

1512 Nur Ali Halife Ayaklanmasından son ra Anadolu’da büyük bir Alevi kıyımı baş-la mıştır. Özellikle Yavuz Sultan Selim, bir yan dan Aleviler üzerine kanla giderken, öte yan dan ideolojik bir saldırıya da geçmiş ve ulemayı bununla görevlendirerek, Müftü Nu-reddin Hamza’dan “Kızılbaş taifenin kâfi r ve mülhid sayılıp öldürülmesinin vacip olduğunu bildiren, hatta öldürülen ricallerin mallarının, kadın ve çocuklarının öldürenlerin hakkı” ol-duğunu bildiren bir fetva alarak4, Anadolu’ya adamlar gönderip “Kızılbaşları önce kaydettir-miş ve sonra da bu liste esas alınarak, çeşitli bölgelerde yaşayan kimi kaynaklarda 40 000 kişiyi” (Uzunçarşılı 1975:257) katletmiştir5. Bu katliamlarda “Kızılbaş kafasından minareler yapılmıştır” (Kemali 1932: 122).

Sünni-Alevi ekseninde olayın din sorunu haline gelmesinde Yavuz Sultan Selim etkili ol-muştur denebilir. Şah İsmail kendisini Şiilerin lideri olarak ilan edince, bunun karşıtı olarak Yavuzda Mısır’ın fethi ile Halifelik makamını alarak Sünni kitlenin lideri olmuş ve Halifeli-ği amaçları doğrultusunda kullanmıştır. Yani Osmanlı verdiği mücadelesini meşrulaştırmak için, kendisini “sapkınlara” karşı doğru İslamı, adaleti koruduğu yolundaki karşı propaganda-sı, bu inançlarla verilen karşılıklı mücadeleler, zamanla toplumu Alevi-Sünni olarak ikiye bölmüştür. İdeolojik olarak devralınan bu mü-cadele, Osmanlı tarihi boyunca sürmüştür.

Kızılbaş topluluklar göçebelikten gelen, cemaatçi nitelikler taşıyan bütün özellikleri-ni ayaklanmalar içinde sergileyerek sıkı bir örgütlenme içinde ayaklanmışlardır. Örneğin Şah Kulu ve Nur Ali Halife Ayaklanmaların-da, cemaatin kadın ve çocuklarıyla birlikte topyekün katıldığı (ve topyekün katledildiği) ayaklanmalardır.

Osmanlı dönemi Alevi ayaklanmalarının değişik biçim ve amaçlarla olsa da bazı ortak sonuçları vardır. Öncelikle Aleviler Osman-lı Devleti ile uzlaşmayı seçmemiş aksine, Osmanlı’yla sürekli bir mücadele içinde ol-muştur. Hatta Aleviler kendilerini hiçbir za-man Osmanlı’dan saymamış gibi bir görünüm sunarlar. İkinci olarak Alevi topluluklarda bel-li bir devlet perspektifi vardır ve bu perspektif kendini Safevi Devletinde cisimleştirmiştir. Üçüncü olarak Aleviler kendi devlet perspek-tifl eri doğrultusunda, sivil bir hareket olarak gelişmeyi tercih etmekle birlikte; gerektiğinde, zorlandıklarında ve kendilerince uygun tarih-sel fırsatlarda silahlı ayaklanmaya kalkışmak-tan geri durmamışlardır. Ayrıca, Aleviler hiç-bir zaman politik olarak durgun bir kitle olma-yı seçmemiş, aksine sürekli hareket halinde ve eylem içinde olmayı seçmişlerdir. Şunu da be-lirtmek gerekir ki tüm bu sonuçlar Alevilerin içinde bulundukları tarihsel ve sosyal koşullar ele alınarak düşünülmelidir. Yoksa mutlak bir gerçeklik ve öğretiye aitmiş gibi sunulamaz ve anlamlandırılamaz.

BektaşilerKızılbaş topluluğu ile Osmanlı arasında çok şiddetli ve gerilimli bir ilişki varken, Alevilik içinde sayılan Bektaşiliğin durumu daha farklı olmuştur. 16. Yüzyıl’da Balım Sultan, Hayda-rilikten ayrılıp Osmanlı hükümet merkezinin

de desteğini alarak Bektaşilik tarikatını Hacı Bektaş Veli’nin adına, bugün bildiğimiz şek-liyle fi ilen kurmuştur ve 15.6.1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasına kadar zaman zaman Osmanlı yönetimi ile sorunlar yaşanmışsa da, toplu katliamlarla karşılaşmamış ve Ale-vi ayaklanmalarına mesafeli bir tutum takın-mışlardır. Suraiya Faraoqhi (1995 a:178), “II. Beyazid’dan itibaren ‘Kızılbaşlar’ arasında bü-yük nüfuza sahip olan Bektaşi tarikatının gö-çebeleri ‘Müslümanlaştırmak’ amacıyla kulla-nıldığını” belirtmektedir. Bektaşi tarikatının bu amaç için kullanılmasının nedeni ise, bu tarikatın önceleri aşırı öğretiler taşımaması idi. Oysa Kızılbaşlar Ali’yi tanrının yer yüzündeki yansıması olarak kabul etmekle birlikte, Şah’ın Tanrı ve Ali’nin bedenleşmiş hali olduğu “te-vella” ve “teberra”6 gibi inançlara da sahiptir-ler. Bektaşiler Sünni olmasa da, Osmanlı yöne-timi tarafından bu aşırı Şii öğretiler karşısında daha ılımlı bir tarikat olarak görülmekteydiler. Mélikoff (1972:30-31) Kızılbaş öğretiler etkisi olmadan önce Bektaşiler hakkında şunları söy-lemektedir:

“XVI. yüzyıldan önce bu tasavvuf tarika-tı (Bektaşilik) üstüne tüm bildiklerimiz, bu tarikatın halkça tutulması, törenlerin-de Türk dilini kullanmış olması ve şeria-ta uymamasıdır. Hacı Bektaş da Türkmen babalarındandı. Türkmen babaları da daha epeyce iptidai bir İslamlık örtüsü altında köylerdeki Türk halkının erişebileceği bir görüşü tavsiye ediyorlardı. Bu görüş bel-ki de, eski Türklerin dini tatbikatları, adı Hacı Bektaş’a bağlı an’anede beliren Orta Asya’nın büyük tasavvufu Ahmet Yesevi tarafından etkilenmiş bir tasavvuf siste-miyle birleştirilmiştir. Başka bir deyişle, bütün bunlarda Bektaşi-Alevi edebiyatının özellikleri olan aşırı unsurların hiç birini bulamıyoruz; tevella ve teberra görüşüy-le tamamlanan Ali’ye aşırı bağlılığın, Şah Hatayi çağından beri bu edebiyatta açıkça gözüken görüşlerin, tecelli ve tenasuh’un hiçbir izini bulamıyoruz. Şah Hatayi’den önceki Bektaşi denen şairlerin arasında Yu-nus Emre’yi, Said Emre’yi, Abdal Musa’yı, Kaygusuz Abdal’ı, Nesim’i, Temennayi’yi buluruz. Bu değişik şairlerin mısraları, özellikle Kaygusuz Abdal az çok hepsinin etkilendikleri Yunus Emre’nin ilhamından farklı bir ilham koymaz. Anılan şairlerin hiçbirinde aşırı yönelmeler bulunmaz.”

Sultanlar tarafından Kızılbaşları kontrol al-tına almak amacıyla görevlendirilen bu eğitici Bektaşi dervişler, “kendilerini, yabancı ülkeler yerine, atalarının inançlarını ve batıl inanışları korumakta olan kardeşleri arasında bulunca, bu uygun zeminde Kızılbaş öğretilerin etkisi altına kolayca girdiler” (Mélikoff 1994:224). Faraoqhi (1995b:178-180) ise Kızılbaşları Şii inançtan kurtarmak için görevlendirilen bu dervişlerin, insanlar üzerinde etkili olmak için bu göçebe kültürü benimsemek zorunda kaldıklarını, bunun sonucu olarak da Bektaşi Tarikatının, Kızılbaş öğretisinin etkisine girdi-ğini söylemektedir. Faraoqhi, Kehl-Bodorgi ve Hanna Sohrweid’e dayanarak “Safevi İran’ın da aradığını bulamayan Kızılbaşların, Bekta-şilere yakınlaşmaya başladığını ve bu yakın-laşmanın 16. yüzyıl ortalarından sonra daha da kuvvetlendiğini” (1995:174) söylemektedir. Karamustafa’da (1994:245-246) 16. Yüzyıl’da Osmanlı, Özbek ve Safevi gibi büyük yerel imparatorlukların kurulmasının heterodoks

(Devamı 14. Sayfada)

PROF. DR. HALİL ÇİVİ

1945 yılında Sivas iline bağlı Kervansaray Köyü’nde doğdu. Önce köy hocalarından eski yazı ve dini bilgiler öğrendi. Doğduğu köyde okul yoktu, Sivas, Merkez, İşhan köyünde ilkokulu bitirdi. İstanbul’a gitti. Emirgan Orta Okulu ve Haydarpaşa Lisesi’nde okudu. 1972 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl asistan olarak akademik yaşama başladı. Değişik üniversitelerde öğretim üyeliği, yöneticilik ve Üniversitelerarası Kurul Üyeliği yaptı. Mesleki alanda çok sayıda yayına imza attı.

Prof. Çivi, halk edebiyatı ve halk şiirine ilgisini hep canlı tuttu. Yazdığı şiirler nedeni ile onun şair kişiliği hakkında bilimsel tez çalışması yapıldı. Halktan ve halk için yazmaktan zevk almaya devam etti.

Prof. Çivi evli, üç kız çocuğu ve torun sahibidir. Günümüzde İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlık görevindedir.

Görmeli Gayri…İrtica dirilmiş, dört yanı sarmış;Bu tufana bir set vurmalı gayri,Yobazlık tırmanmış doruğa varmış;Bu kötü gidişat durmalı gayri.

Meydanlar mürteci-dinciye kalmış;Yasa dışı yurtlar, evler kök salmış;Laik eğitimin içi boşalmış;Bu işe bir çare bulmalı gayri.

Güzel dinim olmuş servet aracı;Falcıyla muskacı olmuş baş tacı;Üfürükçü yapar olmuş ilacı;Bu gidişe bir son vermeli gayri.

Çıkarcı siyaset ikbal getirmiş;Aslan yatağına tilki oturmuş;Şarlatanlar malı almış götürmüş;Bu paslı zinciri kırmalı gayri.

Yeni kuşak a-politik nesilmiş;Devleti-milleti gönlünden silmiş;Bilim insanları sus-pus kesilmiş;Bilmem kimden akıl sormalı gayri.

Dönek devrimciler medyaya dolmuş,Irkçı, bölücüler baş tacı olmuş;Atatürkçü nesil kararsız kalmış;Kesin bir karara varmalı gayri.

Akıl dağlarını duman bürümüş;Dinci tezgahtarlık almış yürümüş;Devrim sahipleri çok mu kör imiş;Dostlar bu yarayı sarmalı gayri.

Liboş aydınlara virüs bulaşmış;Devrim oklarının hedefi şaşmış;Yoksul halk ekmeğin derdine düşmüş;Kalkınma borusu çalmalı gayri.

Tu-kaka edilmiş bilim insanı;Menzile varmamış akıl kervanı;Dışlamışlar Atatürk’ü ananı;Devrimciler başa gelmeli gayri.

Halil Çivi söyler temiz yürekle;Laik Cumhuriyet yaşar emekle;Çözüm üretilmez hep beklemekle;Bu kötü gidişi görmeli gayri.

16 Ağustos 2007 Malatya

Page 14: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

14 Sayı 41

SERÇEÞME

derviş gruplarının daha sıkı organize olmala-rına sebep olduğunu ve bu ortamda Anadolu ve Balkanlar’da Bektaşiliğin, Kalenderilerin, Hay-darilerin ve Abdalların meşruiyetini sağlayan önemli yeni bir tarikat olarak ortaya çıktığını söylemektedir. De Jong “Bu bölgede (Balkan-larda) 16., 17. ve 18. Yüzyıllarda ‘Bektaşi lik’ empoze edilmeye çalışılmıştır” (1993:216) de-mektedir. Osmanlı sadece Balkanlar’da değil, Anadolu’daki diğer derviş grupları Abdallar, Tor lak lar ve Işıkları da Bektaşi tarikatı altında top lamıştır. Tüm bunlar Bektaşiliğin Osmanlı tarafından, Kızılbaşlığı etkisiz hale getirmek için kullanıldığını ve uzun süre bunun sürdü-ğünü göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu, her ne kadar Bektaşi tarikatı aracılığı ile Kı-zılbaş kesimi kontrol altında tutarak, hem aşırı Şii öğelerden uzaklaştırmayı, hem de kontrol altına alabilmeyi umut etmişse de, Kızılbaşlar bu tarikata bağlanmalarına rağmen yollarına devam etmişler, üstelik Bektaşi tarikatını de-rinden etkilemişlerdir.

Bektaşiler, geniş heterodoks kitleyi çatısı altında topladığı ve Yeniçeri Ocağı bu tari-kata bağlı olduğu için, hem Osmanlı hem de Bektaşi tarikatı birbirleri ile olabildiğince iyi geçinmeye çalışmışlardır. Yeniçeriler Osmanlı için sorun yaratmaya başlayınca kanlı bir şe-kilde ortadan kaldırılmıştır. Yeniçeri Ocağıyla bağlarından dolayı, Bektaşi Tarikatı da yapılan katliam ve yıkımdan payını almış ve tarikat ka-patılıp kovuşturmaya uğramıştır. Bundan son-ra tarikat gizlilik içerisine girmiş ve bu durumu tüm tarikatların yasaklandığı 1925 yılına kadar de vam etmiştir. Bektaşiler kentlerde yaşayan, aydın zümre olarak Alevilerden ayrılmaktadır. Mélikoff’a göre “Bektaşiler, her zaman serbest görüşlü ve kural dışı insanlar olarak tanınmış-lardır” (1999:302). Ancak bu kapatılma onla-rın ibadet ve tekke yapılarıyla gizlenmelerini getirmişse de, Osmanlı’nın siyasi hayatını etkilemesini engellememiş, belki de bu duru-mu kolaylaştırmıştır. Bektaşiler, kendileri ile aynı ideali (Hürriyetçi, gelenek dışı, dini oto-riteye karşı olma) paylaştıkları Far-masonların yanında bir destek bulmuşlardır.7 Tanzimat Fermanı ile hangi din ve ırktan olursa olsun, İmparatorluğun bütün unsurlarının eşitliğini savunan bildirge okunmuş, Batıda var olan eşitlik, özgürlük, milliyetçilik söylemleri Os-manlıya girmiş, bu süreçte ortaya çıkan siyasi hareketliliklerde Bektaşiler ve Far masonlar yan yana yürümüşler ve hatta ünlü bazı Bekta-şilerin, Farmason olarak siyasi arenada olduğu gözlenmiştir. Mélikoff’un, Ramasaur’dan ak-tardığına göre “hür ve aydın seçkin bir kesim-den gelen Bektaşiler, XIX. Yüzyıl’da Osman-lı İmparatorluğu içinde, Franc-mason’luğun Avrupa inkılâp hareketi içinde oynadıkları role benzer bir rol oynamışlardır” (1994:233). Hasta Osmanlıyı kurtarmak için hareket eden gruplar 1850’den sonra etkin olmuş ve bunlar içerisinde Bektaşiler, hem liderlik hem de des-tek anlamında önemli rol oynamıştır. 1865’de kurulan, Bâbıâli Tercüme Odası, Yeni Osman-lılar Cemiyetini oluşturmuşlardır ki aralarında Bektaşi olan, şair Namık Kemal’de bulunmak-tadır. Daha sonra Jön Türkler Hareketi oluş-muş ve bu hareketin önderleri Anadolu’ya sür-gün edilince, başta Bektaşiler (Mevleviler ve

Melamilerde) olmak üzere tarikatlardan destek bulmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruldu-ğunda öncelikle Far-masonlarla ortak bağları bulunan Bektaşilerden yararlanmıştır. Şair Abdülhak Hamid de Bektaşi olarak, Namık Kemal gibi öncü Jön Türk kadrosu içerisinde bulunmuştur. Yine Bektaşi Baba Rıza Tevfi k, İttihat Terakki Komitesi üyesi Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Talat Paşa önemli Bek-taşilerden bazılarıdır. Birge (1991), Bektaşilik ile ilgili olarak 1867’den başlayarak dikkate değer ölçüde kitapların yayınlanmaya başla-dığını söylemektedir. Bunun, yönetimin izni olmadan yapılmayacağı açıktır. Bunu Sultan Abdülaziz’in Bektaşi olan annesi tarafından mümkün kılındığı yine Birge (1991:94) tarafın-dan aktarılmaktadır. Yine Mélikoff 1826’dan sonra Bektaşiliğin etkinliğinin sürdürülmesini üst düzeyde desteğe bağlayarak “Sultanların yakın çevrelerinden birçok prenses -valide ve hemşire sultan- Bektaşi idiler” (1994:234) de-mektedir. 1876’dan itibaren Bektaşilerin, Fran-sız Devrimi’yle ortaya çıkan paradigmayla yoğun bir ilişki içerisine olduğu bizzat kendi yayınlarından anlaşılmaktadır. Aydınlanmacı kavramlar Bektaşilerce tartışılmıştır. İttihat ve Terakki Partisi içerisinde bu kavramlar doğ-rultusunda bir mücadele vermişlerdir. Enver Paşa’nın Hacı Bektaş’ı ziyareti anılarda canlı tutulmaktadır ve Çelebi Cemalettin, I. Dünya Savaşı’nda Mücahidin Alayı adıyla bir alay oluşturmuş ve bizzat savaşa katılmıştır.

Sonuç olarak Bektaşilik Osmanlı ile ilişki-leri dolayısıyla Yeniçeri Ocağı’nın kapatılışına kadar sistem içerisinde kalarak kendisine yer edinmiştir. 1820’den sonra ise Osmanlı siste-mi içerisinde Far-Mason’lukla ilişkiye geçerek kendisini devam ettirmiştir. Ancak aldığı büyük darbelerle tekkelerinin Sünni tarikatlara devri ile de tüm çabalarına rağmen geçmişin etkili ve büyük gücünü yeniden kazanamamıştır.

NOTLAR1 Bkz.: Oktay Efendiyev, “Safavi Devleti’nin

Kuruluşunda Türk Aşiretlerinin Rolü” 1997:29-42.

2 Bu ayaklanmalar hakkında Bkz. Baki Öz, Osmanlıda Alevi Ayaklanmaları, 2. Baskı, İstanbul, Ant Yayınları, 1992.

3 Şah İsmail ve Alevilik ilişkisi için Bkz. “Şahların Şahı İsmail”, Pir Sultan Abdal Kültür ve Sanat Dergisi, No: 46, 2001:38-62.

4 Fetvanın Osmanlıca metni Şahabettin Tekindağ, “Yavuz Sultan Selim’in İran seferi”, İÜ. EF. Tarih Dergisi, C 17, No 22, 1968; Türkçe metni, Rıza Zelyut, Aleviler Ne Yapmalı, İstanbul, Yön Yayınları, 1993.

5 İ. Hakkı Uzunçarşılı bu rakamı verirken, Solakzade Tarihinde şunlar söylenmektedir. “Padişah Hazretleri (…) Kızılbaşları teftiş için vilayet valilerine Şerifl er göndermiş ve yedi yaşından yukarı olanlardan, ne kadar kerih guruh’a mensup var ise, bütün eşkiyanın isimlerini defter ettirmiş idi. Toplamı kırk bin miktarı olan bu sapıkların kimi maktül ve kimi mahpus olmuş idi” (1989:s.16), bu sözlerden bazılarının “maktül” yani öldürülmüş, bazılarının ise “mahpus” edilmiş yani hapsedildikleri anlaşılmaktadır. Sonuçta bu olaydan 40 bin kişinin direkt olarak etkilendiği üzerinde anlaşma sağlanmıştır.

6 Tevella: Ehl-i Beyt’i yürekten sevmektir. Teberra: Ehl-i Beyt’e düşman olanlara, Kerbela’da İmam Hüseyin’i şehit edenlere lanet etmektir (Yaman 1994:38).

7 Masonluk için Bkz.: “Masonluk”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 5 , İletişim Yayınları, 1983:1347-1362.

(Baştarafı 13. Sayfada)

Aleviler ve Devlet İlişkisiPROF. DR. HALİL ÇİVİ

Yaşam Döngüsü

Annen, baban sevgi mektubu yazar;Canlanıp bir insan olasın gelir.Dokuz aylık yoldan bir ışık sızar;Dünya denen yere gelesin gelir.

Tezce unutulur doğum feryadı;Nüfusa işlenir doğanın adı,Tüm ailen senden alır muradı,Sevgi denizine dalasın gelir.

Büyüdükçe etrafını süzersin;Bir yaşında ayaklanır gezersin,İkisinde dilbağını çözersin,Gördüğün her şeyi sorasın gelir.

Oyun çağın gelir, derslerin başlar.Kıskançlığın gide gide yavaşlar,Gelecek üstüne görülür düşler,Hayal dünyasında kalasın gelir.

Bir gün gelir ergen gibi yürürsün,Bir bakışa binbir anlam verirsin,Karşı cinsi hayal eder durursun,Herkesin gönlünü çalasın gelir.

Delikanlıyım der evde durmazsın,Zamanında meskenine varmazsın,Annene, babana hatır sormazsın,Ellerin uğruna ölesin gelir.

Gençken gezmek ister insanın canı, Sevda derdi gelir, tutar yakanı,Geçim derdi bozar bu fi yakanı,Çarnaçar bir meslek bulasın gelir.

Ya bir meslek öğren, seni kurtarsın,Ya da okur, masa başı tutarsın,Sonra döner para ile satarsın,Evlenip bir yuva kurasın gelir.

En sonunda deli gönlün durulur,İki can bir olur, yuva kurulur,Çocukların doğar, yaşam dirilir.Her yana şan, şöhret salasın gelir.

Mal, mülk derdi seni çokça oyalar,Geçim endişesi derin kök salar,Gençlik uçup gider, ten rengin solarBu acı yazgıyı silesin gelir.

Torunların dizlerine sarılır,Yaşam çarkı yeni baştan kurulur,Solan tenin sanki tekrar dirilir,Ömrünü onlara veresin gelir

Bu yalancı bahar çabucak biter,Öbür dünya derdi giderek artar,Mirasçılar seni malınla tartar,Saçını başını yolasın gelir

Bedenin tükenir, bezer gidersin,Ölüm kaçınılmaz, sezer gidersin,Bir ibret destanı yazar gidersin,Dönüp hallerine gülesin gelir.

Halil Çivi haber var mı ötedenToprağa karışır, toz olur beden,Kimseler bilemez geri dönmeden,Bu sırrı arayıp bulasın gelir.

Page 15: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mart 2008 15

SERÇEÞME

Yazı dizimizin son bölümünde Antalya, Finike, Gökbük köyünde ve Serik’de yapılan cemleri ve Pınar köyünden izlenimlerimizi anlataca-ğız. Ayrıca planladığımız halde gidemediğimiz köyler üzerine izlenimlerimizi aktaracağız.

Yaptığımız alan çalışmasının giderlerinin karşılamak için Ocak ayından başlayarak ayda bir konser düzenledik. Mart ayında yapılan “Tebriz’den, Şah Hatayi Diyarından Bir Ses: Cavit Murtezaoğlu” konserinden bahsetmiştik. Cavit can hiçbir ücret talep etmemiş, çalışma-larımıza her zaman destek olacağını söylemiş-ti. Böylesi candan bir insanla dostluk kurmuş olmanın hazzıyla, Cavit’i canlarımızla içice etme çabasına girdik. 8 Mart, Cuma akşamı Antalya Abdal Musa Kültür Derneğinde yapı-lacak birlik cemine davet ettik.

Ne var ki cemde doğan bir durum canımızı sıktı, ancak tüm katılanların o cemi unutmaya-cağını da biliyoruz.

Cavit Murtezaoğlu ve Cemde Tartışma

Cemde hizmetlere geçmeden önce Dernek Başkanı Gülçin Akça kısa bir konuşma yaptı:

“Bugün Tebriz’den, İran Azer bay canından dostlarımız bizimle birlikte. Dün katılanlar bilirler, muhteşem bir gece yaşadık. Sevgili Cavit Murtezaoğlu ve canlarımız muhte-şemdiler. İki gündür onlarlayım, inanın yü-rekten söylüyorum bunu; ben dünden beri bulutların üstündeyim. Onlarla birlikte ol-mak, onları derneğimizde ağırlamak bizim için bir onur. Kendilerine çok teşekkür edi-yor, hoş geldiniz diyorum. Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Bir kadın yönetici olarak bütün anaların, bütün bacıların, ya-naklarından ellerinden öpüyorum.”

Posta oturan Feyzullah Kılıç Dedenin ver-diği gülbank ile hizmetlere geçildi. Zakirler Süleyman Demir ve Mehmet Ali Çağlak de-yişler söyleyerek muhabbeti açtılar. Canlar-

dan rızalık alındıktan sonra Esat Korkmaz, Alevi-Bektaşilikte kadının yerine değinen bir konuşma yaptı. Ahmet Koçak, cem erenlerine mihmanımız Cavit Murtezaoğlu’nu tanıtarak ondan, İran’daki Ehli Hak inancına mensup canlar hakkında bilgi vermesini istedi. Cavit Murtezaoğlu’nun cemde yaptığı konuşmanın tamamını dergimizde okuyacaksınız.

Cavit konuşmasından sonra, İran Ehli Hak cemlerindeki uygulamalardan örnek vermek için ışıkların karartılmasını, alkışla ritim tu-tulmasını istedi. Bunun üzerine ceme katılan canlardan birisi buna itiraz etti. Gerekçe olarak da yüzyıllardır Alevi toplumuna atılan “mum söndü” iftirasını örnek verdi. Böyle bir uygula-ma yapılırsa, dedikodu olacağını söyledi. Cem erenlerinin bir kısmı da buna destek verdi.

Canların çoğunluğu ise dedikoduların, ki-min ne diyeceğinin önemli olmadığını, İran’da uygulanan bir ritüelin burada görülmesinin bir sakıncası olmadığını söyledi. Bunun üzerine kısa süreli bir tartışma yaşandı. Postta oturan Feyzullah Dede itiraz eden canların sözlerini gerekçe göstererek bu gösteriye izin veremeye-ceğini söyledi.

Cavit Murtezağolu, tartışmaya son veril-mesini isteyerek şunları söyledi:

“Amacım sizin adetlerinizi bozmak değil-di. Ben, İran’da cem nasıl yapılır, onu gös-termek isterdim. Ben bir şeye şaşırıyorum: Biz İran’da beş yüz sene baskının altında bu işi yapabiliyoruz. Siz böyle demokratik bir atmosferde yapabiliyor musunuz?”

Tartışmalar sırasında bir süre sesiz kalan Esat Korkmaz, Cavit’in seslendirdiği eserden sonra söz aldı:

“Işıkların azaltılması, ten gözünü sönüm-lendirme, can gözü ile daha iyi görmek için yapılan bir eylemdir. Kimi bölgelerde bu tür uygulamalar vardır. Canlarımız, İran Ehli Hakları’nda ki ibadet uygulamasında bir örnek vermek istediler. Bu örnekle bizi bilgilendirmek, bizi bilgi ile yıkamak iste-

diler. Bu bir fırsattı, bir olanaktı. Bu neden-le ben bu iç sıkıntım nedeni ile canlarımız-dan özür dilerim.”

Esat Korkmazın açıklamasına itirazlar tek-rar yükseldi. Cavit Murtezaoğlu, “biz buraya sizin yüreğinizi öpmek için geldik. Siz çok se-viyoruz. Biz seneler boyu bu buluşmanın has-retinde olduk. Bu tartışmaya neden olduğumuz için sizden tekrar özür dilerim” diyerek bir anı-sını anlattı:

“Bir gün oturmuş karıncaları seyrediyor-dum. Gördüm nasıl çalışıyorlar. O, ona sen buyur diyor; o diyor sen buyur. Böyle bir âlem yaşıyorlar. İçimde dedim bakayım ben bunların düzenini nasıl bozarım. Parma-ğımla toprağa kalın bir çizgi çizdim, hem de derin. Sonrada beş parmağımla çizdim. Şimdi karıncalar ikiye bölündüler. Yemek getirmeye giden askerlerde yuvayı kaybet-tiler. Çok dikkatle bakıyorum, geziniyor-lar, ama birbirlerini bulamıyorlar. Sonra çok cesaretli bir karınca dere tepe geçer gibi karşıya geçti. Baktı ki arkadaşları bu tarafta, arkadaşlarına bağırdı gelin bu tara-fa, diğer taraftan da cesaretli biri bu tarafa geçti o da arkadaşlarına seslendi buradalar diye. Ve yine buluştular. İşte bizi tarihte böyle ayırdılar. Ama içime öyle geliyor ki, sizin içinizde de bizim içimizde de böyle karıncalar olacak ve belki bedenlerimizle köprüler kuracağız. Bir olacağız.”

Cavit Murtezaoğlu’na İran Ehli Hak inan-cının bir ritüelini bu birlik ceminde uygulama-sı için biz rica etmiştik. Cavit’te bu isteğimi-zi söylediğimizde cem erenlerinden böyle bir tepkinin geleceğini tahmin etmemiştik. Hele cemi yürüten Feyzullah Dededen olumsuz bir tepkinin geleceğini hiç beklemiyorduk. Gerçi Feyzullah Dede daha önceki bir cemde “siyasi konular” konuştuğumuz içinde bizi eleştirmiş, olumsuz tepki göstermişti. Ne var ki böyle bir gösterime karşı çıkmasını hiç beklemiyorduk.

Cemdeki bazı canların ve dedenin göster-diği bu tepkiye Cavit ve Esat canların verdiği yanıt çok yerinde oldu.

Günümüzde bile böyle konularda gösteri-len bu tepkinin hangi korkunun sonucu doğru-su anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu toplumun ataları değil mi inancı için asılan, kesilen, idam edilen, katledilen? Onlar bunca baskı karşısın-da bile inancından, doğru bildiğinden ödün vermemiş. İnancına, kültürüne, tarihine sahip çıkmak böyle mi olur? Bu konuyu Hz. Ali’nin bir sözüyle bağlamak istiyoruz: “Haksızlığın önünde eğilmeyin, hakkınızla birlikte şerefi nizi de kaybedersiniz”.

Akçaeniş Kurbanı İptalŞubat ayı köyleri gezerken, bir sonraki ziya-retleri 21–23 Mart tarihinde yapmayı planla-mıştık. Bu programa göre önce Finike Gökbük köyünde cem, bir sonraki gün Elmalı, Akça-eniş köyünde birlik kurbanı yapılacaktı. Ha-zırlığımızı buna göre yapmıştık. Ankara’dan Cafer Dede ile İstanbul’dan Esat Korkmaz ve

ANTALYA ABDAL MUSA KÜLTÜR DERNEĞİ İLE SERÇEŞME DERGİSİNİN BİRLİKTE YÜRÜTTÜĞÜ ÇALIŞMALAR

Antalya’nın Bektaşi ve Tahtacı Köylerinden İzlenimler – Bölüm IIIGülçin Akça – Ahmet Koçak

(Devamı 16. Sayfada)Anta

lya’

da y

apıla

n bi

rlik

cem

inde

Cav

it M

ürte

zaoğ

lu v

e ar

kadaşla

Page 16: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

16 Sayı 41

SERÇEÞME

Ahmet Koçak bir gün öncesinden Antalya’ya gelmişlerdi.

Akçaeniş köyündeki çalışmaları Sayın Serdar Tanal’ın tamamladığı inancıyla gönül rahatlığı ile Gökbük köyüne yola çıkış hazırlı-ğına başladık. Serdar Bey’i arayıp son durumu sorduğumuzda, bize hiç bir hazırlık yapmadı-ğını; kendisinin bir sürü işi olduğunu, “daha armutları bile budamadığını” söyledi. Misafi r-lerimizin bu program çerçevesinde geldiklerini hatırlatmamız ve ısrar etmemiz üzerine, “Ben birkaç kişiyle konuşayım, size dönerim” dedi. Fakat bizi arayıp davet eden olmadı.

Elmalı, Akçaeniş köyü aslında bizim alan çalışma programımızda yoktu. Bir önceki ya-zımızda belirttiğimiz gibi Sayın Serdar Tanal, Gökbük köyüne bizimle birlikte gitmiş, orada-ki ortamı gördükten sonra, yoğun bir ısrar ile ekibimizi Akçaeniş köyüne de gitmeye ikna et-mişti. Akçaeniş köyüne gittikten sonra oradaki canlarla sohbet edip, 22 Mart gününde birlik cemi organize etmeyi kararlaştırmıştık. O gün sohbet ettiğimiz canların bizleri mihman edişi bizi sevindirmişti. Programımıza bu köyü de katmadığımız için yanlış yapmışız diye hayıf-lanmıştık.

Buna karşın, Akçaeniş köyüne gidişimiz daha önce bir haber bile verilmeden, son anda ve anlaşılmaz gerekçelerle iptal oldu. Neden böyle iptal oldu hala anlayabilmiş değiliz. Ser-dar Bey’in duyarsızlığı mı yoksa başka bir şey mi, bunu bilemiyoruz. Bu tatsız durumun kötü sonucu, aramıza bir “güvensizlik” ortamının girmesi oldu. Umarız benzer olayları bir kez daha yaşamayız.

Gökbük Köyü’nde Cem21 Mart Cuma günü akşamüzeri kalabalık bir grupla Gökbük köyüne gittik. Muhtar Elles Al-kaç, Mehmet Pınar, Ali Okur ve Ahmet Pınar amcalar ile diğer Gökbüklü canlar köyün mey-danında bizi bekliyorlardı. Hazırlanan lokma-lar yenildikten sonra cemin yapılacağı mekâna gittik. Cemin yapılacağı mekân hazırlamış, yaşlı-genç-çocuk, kadın-erkek canlar yerlerini almış oturuyorlardı.

Cemi yürütmek için Ankara’dan gelen Ca-fer Ocak Dede posta oturdu. Cafer Ocak, Sul-tan Samut Ocağından ve Hacı Bektaş Veli Der-

gâhından icazetli dedelerimizden. Cafer Dede, cem erkânını Dergâhın süreğine göre yürüttü.

Bu uygulamanın Gökbüklü canlarımıza farklı geldiğini biliyoruz, çünkü Gökbüklü canlarımız geçmişte Aleviliğin Tahtacı er-kânını uyguluyorlardı. Bu durumu orta yaşın üzerindeki canlar dile getirdi. Gençlerin çoğu ceme ilk kez girdiklerinden erkânlar arasında-ki farkı anlayamamışlardı.

Gökbük köyündeki uygulanan birlik cemi her yönüyle başarılı geçti. Esat Korkmaz, Ale-vi felsefesi üzerine; ceme katılan yazar Ali Ak-süt, Tahtacıların tarihi ve gelenekleri üzerine; Ahmet Koçak Hacı Bektaş Dergâhının Alevi yaşamındaki yeri üzerine sohbet açtılar. Can-lardan gelen sorularla eğitici ve öğretici bir muhabbet oldu.

Cem birlendikten sonra gece mihman ola-cağımız evlere üçer-beşer dağıldık. Bizleri kö-yün hemen girişindeki otelinde mihman eden Şükriye Brunauer ablaya ve diğer canlara gös-terdikleri yakın ilgiden dolayı teşekkür ediyo-ruz.

Çatallar Köyünü Ziyaret ve Sonrası

Gökbük köyünde yapılan ceme Finike’de otu-ran canlarda katılmıştı. Çatallar Köyünden Şahin Çelik canda Finike’de ceme katılanlar-dandı. Cem bittikten sonra Şahin can, eşi ve kızı bizimle sohbet ettiler. Ayrılırken bize te-lefon numaralarını vererek, bu etkinliğin kendi

köylerinde de gerçekleşmesini arzu ettiklerini, bu konuda yardımcı olmamızı istediler. Biz de kendilerini arayacağımızı söyleyerek göster-dikleri ilgiye teşekkür ettik.

Ertesi gün, 22 Mart günü Mehmet Pınar ca-nın kılavuzluğunda tüm ekip Çatallar köyüne gittik. Şahin canın babası, Ali Çelik’in evine konuk olduk, tanıştık. Köyün Babalık hizme-tini yürüten Ali Çelik bize çok sıcak davrandı. Bu çalışmaların yapılmasında geç bile kalındı-ğını söyledi.

Ali Baba ile yaptığımız sohbette Çatallar köyünde Tahtacı erkânının hâlâ canlı olduğunu duyduğumuzda heyecanlanmış, sevinmiştik. Bunu Ali Baba’ya da ifade ettik. “Biz sizlerden bir şeyler öğrenmek isteriz. Erkânınızı görüp, bilgilenmek isteriz.” dedik. Ali Baba ile 5 Ni-san tarihinde sözleşip köyden ayrıldık.

Bir kaç gün sonra Ali Baba bizi arayıp, “Köyde ikilik çıktı, benden çağrı almadan köye gelmeyin.” dedi. Ertesi gün oğlu Şahin Çelik’i aradık. “Böyle bir şey yok; mutlaka köyde bu çalışmanın olması gerekiyor; siz babamı tek-rar arayın” dedi. Ali Baba’yı evinden ve cep telefonundan birkaç kez aramamıza rağmen telefonlarımızı açmadı. Köyde gerçekten bir ikilik ve muhalefet var mıydı yoksa onlar da mı ağaç budama işinde geri kalmışlardı, bile-miyoruz!

Bu duruma şaşırmadık dersek yalan olur. Böylece birkaç aydır yürüttüğümüz çalışmala-rın bekli de en önemli fırsatını kaçırmış olduk. Hızla yitirilmekte olan Tahtacı erkânını yerin-de inceleme ve öğrenme olanağı kaçtı. Söyle-yecek pek fazlada sözümüz yok, canların, canı sağ olsun demekten başka.

22 Mart’ta Gökbük’e ve Çatallar’a uğradık-tan sonra sonra Elmalı’nın Tekke Köyüne git-tik. Pir Abdal Musa Sultan’ın türbesine niyaz ettik. Tekke köyünde ikamet eden Ali Koca Baba ile Nisan ayı içerisinde Serik’te yapıla-cak olan cemin ayrıntılarını görüştükten sonra Antalya’ya döndük.

Serik’te Birlik CemiSerik, Tahtacıların yoğun yaşadığı yerleşim bölgelerinden biri. Hacıemirli ocağına bağlı olduklarından dedeleri, daha önceleri Aydın Kızılcapınar’dan İbrahim Sani evlatlarından gelirmiş. Ayrıca Yanyatır ocağından dedeler de gelir cem yaparlarmış. Her iki ocaktan dedeler uzun süredir gelmemişler. Dedelerin gelmeyişi nedeniyle cemler de yapılmaz olmuş.

Musahiplik, aşina, peşine olma deyimlerini bile unutmaya yüz tutmuşlar. Yaşlı birkaç can dışında, o güzelim Tahtacı Semahı da unutul-maya yüz tutmuş değerler arasında.

Serik’te maktaya (izinli orman kesimine) giden kalmamış. Kolastarlar, Bulgar düzeni sazlar, bıçkılar ya evlerin duvarlarında pasla-nıyor ya da yok olup gitmişler.

İnanç boşluklarını Antalya’da ki Alevi Der-neklerine giderek karşılıyorlar. Her yıl Abdal Musa Anma etkinliklerine katılarak inançları-nı diri tutmaya çalışıyorlar.

“Serik Türkmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği” adı altında bir dernek kurmuşlar. İnanç ve kültür değerlerini bu dernek ile ye-niden canlandırmak istiyorlar. Dernek Başka-nı Yaşar Koç ve diğer yöneticilerin, halkın ve dernek üyelerinin kültürel değerlerine sahip çıkmak ve erimeye, aşınmaya karşı durmak is-temine sahip çıktığını gördük.

Yaşar can, Serik’te de bir etkinlik ve birlik cemi yapılmasını istemişti. Bu istek doğrultu-sunda Serik’e gittik.

(Baştarafı 15. Sayfada)

Antalya Bektaşi ve Tahtacı Köylerinden

Gök

bük

köyü

nden

Ali

Oku

r can

Gök

bük

köyü

ndek

i cem

Page 17: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mart 2008 17

SERÇEÞME

Bu çalışmaya Ankara’dan katılan yazar İl-han Cem Erseven, Ali Aksüt, Esat Korkmaz ve Antalya Abdal Musa Kültür Derneği yönetici-leri ile 4 Nisan günü akşamı Serik’e vardır.

Cemi yürütecek olan Ali Koca Baba, daha erken saatlerde giderek hazırlıklarını tamam-lamıştı. Ali Baba, Serik’in ileri gelenlerinden Selim Arı canla konuşmuş ve onu, mürebbi hizmetini üstlenmeye ikna etmişti. Yani biz Serik’e ulaştığımızda her şey bir tamam ol-muştu.

Cem akşam saat sekiz kırk beş de başladı. Ceme yaklaşık iki yüz civarında katılım oldu. Çoğunluk kadınlardan oluşuyordu. Tahtacı Türkmenlerin bir kısmı üçeteğe “entere” di-yorlar. Dört Serikli bacı “entere”leri ile ceme katıldılar.

Cemde hemen yanımızda oturan yetmiş yaşında ki Bahar Özkan nine ilk kez ceme gir-diğini söyledi. Bu bir cümlelik ifade bile du-rumumuzu, ne hallere geldiğimizi yeterince anlatıyor sanırım. Bu ceme katılan sekiz on yaşındaki çocuklar yetmiş yaşındaki nineleri-ne göre daha şanslı değiller mi?

Mürebbi adayı Selim Arı, canlardan sorul-du. Canların razılığı sonucu kemerbest bağla-narak mürebbi duasını aldı. Ali Baba canlara mürebbinin görevlerini anlattı. Bundan sonra kurban kesimlerinde mürebbiden dua alınma-sını telkin eyledi. Ve erkân açıldı. Hizmetler görüldü. Hizmetler yeri geldikçe ceme katılan aydınlarımız tarafından açıklandı. Lokmalar yenildi, cem birlendi.

Yapılan bu hizmetle Serik’te yaşayan can-larımıza kültür ve inançlarını hatırlatma yö-nünde bir kıvılcım atılmış oldu. Bundan sonra-sı Serikli canlara düşüyor.

Pınar Köyünü Ziyaret5 Nisan günü mihman olacağımız Çatallar köyünde Tahtacı cemi iptal edildiği için boşa çıkan günü değerlendirmek istedik. Daha önce ilişki kurduğumuz Pınar köyüne davet edildik. O akşam Pınar köyünden giderek Ali ve Mü-nevver Ercan canların evlerine mihman olduk. Küçücük bir odada yaklaşık yirmi beş kişi has-bıhal eyledik.

Zakirimiz Süleyman Demir deyişler söyle-di. Esat Korkmaz, Alevi-Bektaşi inanç ve fel-sefesi üzerine, Ali Aksüt mihman olduğumuz canların soyağacı üzerine konuştu. Ahmet Ko-çak, Alevi-Bektaşi süreğinde geleneksel ve de-mokratik örgütlenmeler üzerine konuştu. İlhan Cem Erseven semahların tarihçesini anlattı.

Pınar köyündeki canlar, Adana’nın Tufan-beyli ilçesine bağlı Evci köyünden yirmi yıl önce göç etmişler. Yaklaşık yirmi beş hane bu köye yerleşmiş, ama Adana’daki akrabalarıyla ilişkilerini kesmemişler. Buraya göçün nedeni amaç ekonomik sıkıntı; işsizlik ve yoksulluk.

Pınar köyünde yaşayan bu canlarımız, kendilerini Türkmen Alevileri olarak tanım-lıyorlar. Yazar Ali Aksüt’ün söylediğine göre Evciler, “Tahtacılar-Yanyatır ocağından” ve dedeleri İzmir Narlıdere’den geliyormuş.

Her Cuma (Alevi geleneğinde Perşembe akşamına Cuma akşamı denir) akşamları top-lanıyorlar, lokmalar getirip, muhabbet ediyor-lar. Ayda bir de genel toplantı yaparak küskün, dargın ve dayanışma konularını konuşuyorlar.

Yaptığımız muhabbette anladık ki Pınar kö-yünde ki canlarımız süreklerini kaybetmemek için direniyorlar. Bir şeyler yapmak istiyorlar.

Aşk olsun yolundan dönmeyenlere.

Pına

r köy

ünde

sahb

ete

kata

lan

gen

ç ca

nlar

Seri

k bi

rlik

cem

ine

“ent

ere”

leri

(üç

etek

leri)

ile

gele

n ba

cıla

r ŞAH HATAYI

Yol İsterlerSerseri girme meydanaÂşık senden yol isterlerKalleş ile oturmadınİman ehli kul isterler

Bu yola giren oturmazHak söze hile katılmazBunda hiç hile satılmazCevherinden pul isterler

Bir kılı bin pare ederBu yolu ihtiyar ederŞah’ım bir yol kurmuş giderYol içinde yol isterler

Şah Hatayi der neylersinHer müşkülü hal eylersinAnsın çiçek derersinYarın senden gül isterler

Yalan SöylerŞu dünyanın ötesineVardım diyen yalan söylerBaştanbaşa sefasınıSürdüm diyen yalan söyler

Ark kazarlar argın argınFelek çevirmekte çarkınBu dünyada mal ve mülkümVardır diyen yalan söyler

Kuru ağaçta olur gazelKendi okur kendi yazarAhdi bütün hüsnü güzelVardır diyen yalan söyler

Şah Hatayi’m der varılmazVarılırsa da gelinmezRehbersiz hiç yol bulunmazBuldum diyen yalan söyler

Nurdan SayılırHü diyelim gerçeklerin demineGerçeklerin demi nurdan sayılırOn iki imam katarına uyanlarMuhammed Ali’ye yardan sayılır

Üç gün imiş şu dünyanın sefasıSefasından artık olur cefasıGerçek erenlerin nutku nefesiBiri kırktır kırkı birden sayılır

İhlâs ile gelen bu yoldan dönmezDost olan dostuna ikilik sanmazEri hak görmeyen Hakk’ı göremezGözü bakar amma körden sayılır

Gerçek âşık menzilinde durursaÇerağ gibi yanıp yağı erirseEksikliği kend’özünde bulunursaO da erdir yine erden sayılır

Şah Hatayi’m eydür Bağdat’tır vatanİkilikten geçip birliğe yetenErenler yanında kıyl-ü kal tutanYolu dikenlidir hardan sayılır

Page 18: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

18 Sayı 41

SERÇEÞME

BIZDE eskiden şöyle derlerdi: “Yarenler Cemi’nde dil olunca, kulak ol!” Ne mut-lu o insanlara ki cemevinde baştan aya-

ğa kulak olmuşlar, dinliyorlar. Benim gibi suç-lu insanlar ise hep konuşuyor. Hayatın en güzel anısı öğrenmektir. Bu da dinlemekle oluyor.

“İran Aleviliği” ya da İran’da “Ehli Hak”lar dediğimiz zaman, o kadar geniş bir mevzu ki hakikatini isterseniz ben de bilmiyorum nere-den başlayayım. Bunun tarih yönleri vardır, felsefi yönleri vardır. Ama bir yerden başla-mam lazım.

Biz burada “İran Alevi’siyiz” dediğimiz za-man çok ilginç sorularla karşılaşırız. “Şii’siniz, değil mi?” diye soranlara anlatmaya çalışırız ki, “Biz Şii değiliz. Biz de İran’da sizin gibi ce-mevlerine gidiyoruz. Orada yaklaşık on-on iki milyon Alevi var.” Maalesef, en büyük problem birbirimizden haberimizin olmamasıdır. Aynı problemi biz de İran’da yaşıyoruz.

İran’da, “Türkiye’de cemevlerine gidiyo-rum” dediğim zaman, “Gittiğin yer bir tarikat mı?” diye soruyorlar bana. “Yok, bizim gibi Cem kurarlar, musahiplik, dedelik vardır… Yani aynı bizim gibi…” diyorum. Onlar da şa-şırıyorlar.

Bu durumun tarihi nedenleri var. Zama-nında bu topluluk bir ayrılığa duçar olmuş Şah Hatayi’den sonra. Artık birbirimizi unutmu-şuz.

Türkiye’ye geldiğimden beri, her konserde anlatmaya çalıştım: İran’da da bir Alevilik var. Biraz şekil farklılıkları olabilir, ama aynı şey-ler orada da yaşanılır.

İran’da Alevilik ve Ehli Hak dediğimiz Sultan Sahak ile başlamış. Sultan Sahak, Hacı Bektaş’tan sonra zuhur etmiştir. İran’da Allah’ın insan içinde tecelli eden canına “Sul-tan” denilir. Padişah, Şah, Sultan, bunların hep-si bu kâmil insana verilen isimlerdir. (…) Sul-tan Sahak zuhur ettikten ve cem kurulduktan sonra on iki kişiyi dünyanın her tarafına gön-derdi. Sultan Sahak buyruğunda, “Hacı Bektaş benim, ben de Hacı Bektaş’ım.” der. (…)

Bu on iki Pirler Hindistan’a, İran’ın her bir köşesine, Anadolu’ya gittiler ve soylarını de-vam ettirdiler. Yedi ulu soy oradan kaldı. Son-ra zaman itibariyle dört soy da onlara eklendi. Şimdi İran’da Alevi olarak tanımlayabileceği-miz on bir Hanedan vardır. Onlar arasından Yediler, Ateşbeyliler, Zunnuriler, Aligelender-ler gibi isimleri sayabiliriz.

Bizde on iki hizmet yoktur. Mutfak kural-ları biraz farklıdır. Kapıdan girdiğimizde biz de yeri öpüp niyaz ederiz. Birinci Seyyid de-demiz birinci yerde, yani kapıdan girdiğimiz-de ilk postta oturur. Yeri öpüp, dede’nin elini öpüp, sonra herkesin elini öperek gelip, en son yine yeri öpüp uygun bir yerde oturur.

Ayakta, hizmetçiler Ceme başlamak için Elsuyunu getiriler ve dede orada duasını verir. Elsuyu duası Şah’ın ismi ve meleklerin ismiyle başlar. (…) Yedi melek, İran Ehli Hak’larında çok önemli yer tutar. Her zaman bizim duala-rımızda bu yedi melek vardır. Cemde dedemiz onlara dua verdikten sonra lokma dağılır. Lok-madan sonra herkes gözlerini kapatır, zakirler başlarlar kelâm söylemeye.

Bizde kutsal deyişlere Kelâm denir. Kelâm-larımız iki türlüdür. Bir anda hızlı ve yüksek

başlamaz. Işıklar ufacık mum gibi sönükken, zikir başlar, yavaş tempoda ve pes seste. Can-ları uçmaya bu yavaş zikir hazırlar:

“Kim penah getirir doğru yarına Hakk’ın onunla olur keremiGedr eyle yarın külli varına Rahmetdir geldikçe yarı gedem”

Yumuşak kelam canları, geçmişe, cennet dediğimiz ütopyalara ve gelecekte ümit ettik-leri güzel yaşama götürür. (…) İnsanları vecde getirmek, ruhu bedenden göç ettirmek, burada yaşayıp nefes aldığımız halde ruhumuzun öbür diyarı ziyaret etmesi fırsatın yaratır kelamlar.

Yavaş kelâmlar söylendikten sonra ritmik bölümleri geliyor. Bizde takıye yüzünden se-mahlar kalkmıştır. Zikirlerimiz –zikir, Hakk’ı hatırlamaktır–tempoyu hızlandırır ve ses tiz-leştirir. Öyle bir an gelir ki herkes kendinden geçer. Orada yine ışıkları söndürürler.

Bize atılan iftiraların nedeni budur, derler ya “mum söndürdüler” diye. Bunun nedeni uçuş anında her insan başka davranış göstere-bilir, ağlayabilir, başını duvara vurabilir. Ki-min ne yapacağı bilinemez. (…) Tabii cemevi-ne giden her insanın hem cemevinde hem de dışa rıdaki hareketleri her zaman ve mekânda ahlak kurallarının dışında değildir.

En sonda çok hızlı bir tempoya ulaşılır. Vecd halinde müzik bitince, dede mana dünya-sındakileri elinden tutup, yavaş kutsal kelâm-lardan söyleyerek yere indirir. Çünkü hayat, gerçek ve maddi hayat devam etmelidir…

Lokmalar dağıldıktan sonra, dede lokmala-ra dua verir ve herkes yalnız bir tadımlık lok-ma alır. Sonra herkes evine gider.

Bizde gençler bazen kalırlar, gece on ikiden birden sonraya sabaha kadar yine zikir yapar-lar, mest olurlar, sarhoş olurlar. Bu aşk sarhoş-luğudur ve o sarhoşluk dünyasında çok acayip şeyler görülebilir. Eskiden bize, Ehli Haklara ve Alevilere, bu nedenle “Gören” derlerdi.

“Dünya nazar dünyasıdırErenleri bin yaşasınHer bir kesi öz donundaGörenleri bin yaşasın.”

Biz bakıyoruz, insan görüyoruz, ama bu bakmaktır, görmek değil. Alevi felsefesinde biz ölmeye inanmıyoruz. O büyük canlar, Pir Sultan Abdallar işlerini gördüler, gittiler mi acaba? Hayır, içimizdedirler. “Bir açık göz ge-rek olsun göre dildâr hanı”…

Aşkımızı bu gözle görmeliyiz. Görmek için önce can gözümüzü temizlememiz lazım-dır. Alevilikte en önemli şeylerden biri perhiz etmektir, imtina etmektir. Halkın namusun-dan, parasından, yani her kötü şeyden imtina ettikten sonra, onlara “Hayır!” dedikten sonra içindeki göz açılır, içindeki can kulakları açı-lır. Biz bu aşamalarda kendimizi temizleme-den önce göremeyiz. Hz. Ali buyurdu ki, “Kim tanrısını tanımak isterse önce nefsini tanıması lazımdır.”

Bizim Şeytan dediğimiz veya o negatif enerji dediğimiz aslında kendi içimizdedir, görüşümüzdedir. Onları temizledikten sonra vecd olma, Hakk’ı tamamıyla hissetme şansı-mız olabilir.

Cemde herkes birbirinin enerjisinden ya-rarlanır, ama cemden çıktıktan sonra yine içi-mizden “Yarın paramı nasıl kazanacağım?” gibi şeyleri düşünebiliriz. Ne mutlu o insana ki her saniye Hakk’ın huzurunda olsun. Alevi de-diğimiz insan her saniye Ali ile yaşayan insan-dır. Camide olduğu gibi değil; camide namaz kılıp çıkıp dışarıda alışveriş yapmak ve tanrıyı kendinden uzakta görmek gibi değil. Alevilik odur ki her saniye Ali’nin huzurunda olursun. Ali’nin huzuru yalnız cemevi değil. Pirlerimizi görünce “Hû!” yapalım, peki, ya başka yerde? Onun huzurunda olmayı hayatımıza katabil-meliyiz.

“Bir ben var bende benden içeri” deyişi var ya onunla bunu birleştirelim. Bir Cavit var si-zinle görüşüyor, bir tane de Cavit var içimde, ama biz onla tanış değiliz ki… Çok insanlar var ki kendisiyle küstür. Ben kendisiyle küs olanlardan istiyorum ki o benle barış ilan etsin. Dünyaya barış arzu ediyoruz, dünyaya demok-rasi arzu ediyoruz, hâlbuki kendi içimizdeki barıştan haber yok. Kendimizle savaşmadık ki barışalım.

Hz. Muhammed Mekke’ye girdikten sonra dediler, “Ya Muhammed; savaş bitti” O dedi ki “Bu küçük cihattır, en büyük cihat, cihad-ı ek-ber daha yeni başlıyor.” O “Cihad-ı Ekber”in maalesef İslam dünyasında müfredatı yok, ama Alevilikte var… Biz ne diyoruz:

“Kırklar Meydanı’na vardım Gel beri ey can dedilerİzzet ile selam verdimGir işte meydan dediler”

Bu Kırklar Meydanı acaba neresidir? Kırk-lar Meydanı bizim göğsümüzde, akılla gönlün arasında olan bir meydandır. Her âşığın, her Ali’yi sevenin, her gerçek Alevinin, Kırkları kendi içinde bulması lazım. Böyle temizlendik-ten sonra Hakk’ın huzurunda olmayı ve yirmi dört saat o huzurda kalmayı başarır. Umarım ki hepimiz bunu başarma şansını yakalarız.

8 MART’TA ANTALYA ABDAL MUSA KÜLTÜR DERNEĞİNDE DÜZENLENEN BİRLİK CEMİNDE YAPTIĞI KONUŞMADAN

Yarenler Cemi’nde Dil Olunca, Kulak Ol!Cavit Murtezaoğlu

B Burada “İran Alevi’siyiz” dediğimizde ilginç sorularla karşılaşırız.

“Şii’siniz, değil mi?” diye soranlara anlatmaya çalışırız ki, “Biz Şii değiliz. Biz de İran’da sizin gibi cemevlerine gidiyoruz. Orada yaklaşık on-on iki

milyon Alevi var.”

Page 19: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 19

SERÇEÞME

(Devamı 20. Sayfada)

Derneğinizi kurmuşsunuz. Hayırlı olsun! Derneğin kuruluşundan bahseder misiniz? Ne zaman kuruldu?

İlk önce 26 Ekim 2007 tarihinde Narlıdere’de on ilden gelen 63 kişinin katıldığı bir toplan-tı yaptık. Derneğimizin adını, içeriğini, genel merkezinin nerede olacağını konuştuk. Ve genel merkezin Narlıdere’de olması kararını aldık. Onaylandı. Derneğin, “Tahtacı” ismiyle başlamasını belirledik.

Narlıdere Belediye Başkanı Sayın Abdül Batur, bir restorasyon çalışması sonucu Nar-lı dere’de yapılı olan, ancak harabeye dönen “Yanyatır Tahtacı Dergâhı” Cemevini onara-rak, “Kültür Evi” adıyla hizmete sundu. Ken-disine teşekkür ediyoruz. Bizlere de, bu tarihi cemevinin bir odasını tahsis ederek, derneği-mizin yönetimini burada oluşturmuş olduk.

Bu cemevi binası geçmişte Yanyatır Dergâhı olarak hizmet görmüş, değil mi?

Tabii. Tahtacılarda iki ocak var. Biri Yanyatır Ocağı, diğeri Hacıemirli Ocağı, Aydın’da. Ama Tahtacıların yüzde sekseni Yanyatır Ocağı’na, yüzde yirmisi de Hacıemirli Ocağı’na bağlı.

Böyle bir dernek kurma düşüncesi nerden, hangi gereksinimlerden doğdu? Nasıl başladınız?

Özellikle Sivas Katliamı sonrasında, Türki-ye’de Alevi çatı örgütlenmesi oluştu. Hacı Bek-taş Veli ve Pir Sultan Abdal Kültür Dernek leri gibi… Gözlemlerimize göre, baktık ki Tahtacı-lar bu iki örgütün içine geniş katılımla girme-diler. Hep geri durdular. Burada bir sorun vardı ya da bir farklılık vardı. Demek ki kendileri-ni kültürel olarak farklı görüyorlardı. Bunları herkes (Tahtacılar-İY) yavaş yavaş dillendir-meye başladı. Tahtacılarda da kopukluk vardı; genç kuşaklarla yaşlı kuşaklar arasında. Bunu toparlayalım dedik. Toparladığımızda zaten dağılmış, ortada örgütlü bir şekilde olmayan bir toplumu bir araya getirmek için yapacağı-mız iş olumludur dedik.

Bu örgütlenme çabalarımızda, örgütün içi-ne sadece Tahtacı Alevileri alacağız ve kültü-rel örgütlenme olacak bu. Alevi toplumunun diğer kesimlerine olumsuz bakmıyoruz, bir farklılık gütmek değil amacımız. Buna bir bö-lünme olarak bakmıyoruz. Kendi içimizde bir homojenlik olsun istiyoruz. Bu bir bilim dalı-dır, dünyada bilim olarak kabul edilmektedir. Burada halka ait kültürel özellik olarak ne var-sa bunları toplarsınız. Buna halk bilimi denir, folklor demektir bu. Bu alanlarda araştırmala-rımızı sürdüreceğiz.

Bu amaçla derneğimizi oluşturmuş olduk. Resmi olarak 29 Kasım 2007’de Dernekler Ma-sası’na yaptığımız başvuru sonucu, derneğimiz oluştu. 2008’in Şubat ayında resmi kuruluşu gerçekleşti, 56 gün içerisinde 277 üye kaydet-tik ve hemen genel kurulumuzu yaptık. Genel Kurulumuzu 30 Mart’ta Narlıdere’de yaptık. Ve aynı yönetim kurulumuz, yani geçici yöne-tim kurulumuz, kalıcı yönetim kurulu olarak görevde kaldı.

Tabi İzmir - Narlıdere’de belli bir Tahtacı Alevi potansiyeli var. Bu arada diğer yörelerde de bu potansiyel var. Şimdi,

şubeleşme çalışmalarınızda bu süreci nasıl değerlendirmek istiyorsunuz?

Zaten işimiz kolay. Neden? Kuruluş aşa-masındaki toplantılarımızda her ilden birer arkadaşımız vardı yönetim kurulunda. Örne-ğin, ben genel başkan olarak İzmir Bademler Köyü’ndenim. Başkan yardımcımız Merih Hanım Narlıdereli, aynı zamanda Müzemizin müdürü. Bir başkan yardımcımız Denizli’den. Diğer yönetim kurulu üyemiz Edremit’ten, diğeri Mersin-Silifke’den, bir ötekisi Madran-Alamut’tan. Kemalpaşa’dan var. Bu, şubeleş-me çalışmalarında bizim işimizi kolaylaştırır. Çünkü herbiri güzel işler yapabilen, mantıklı düşünebilen, yöreleriyle ilişkileri sürüp-etki eden arkadaşlarımızdır. Bu yüzden bu gün iti-bariyle (yani 25 Nisan) ilk şubemiz Denizli’de onaylandı. Bir ay içinde on şubemizin kurulu-şunu gerçekleştireceğimize inanıyorum.

Bu şubeler nerelerde açılacak?

Antalya, Mersin, Denizli, Uzundere, Bayın-dır-Yakapınar Köyü, Alamut, Isparta, Soma, Çanakkale… Artık prosedür olarak elimizde yetkimiz olduğundan, tecrübelerimizi de bira-raya getirerek şube sayımızı arttırıp, daha da güçleneceğiz.

Tahtacı-Alevi toplumunda, derneğinizin kuruluşu nasıl yankı buldu? Toplumun çoğunluğuna ulaşabildiniz mi, ulaşabilecek misiniz?

Şu ana kadar işi baştan sağlam yaptığımızı düşünüyoruz. Dedelerimiz, yaşları itibariyle tecrübeliler, arayıp tespit edeceğiz. Bilim-araştırmaya çok önem verdik. Ankara’daki Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli kürsüsü başkanı hocalarımızla da irtibat-larımızı sağladık. Bilim-araştırma kurulu, kim olursa olsun bunların hepsini biraraya getiriyo-ruz, hep birlikte çalışıyoruz.

Bu süreç başladı mı yani?

Tabiì. Bilim adamlarımızı onursal üye ola-rak alıyoruz. En çok önemsediğimiz olay bu. Ve bizim resmi yayınlarımız olacak. “Tahta-cı…” diye başlayan adlarla.

Tahtacı Alevi-Bektaşileri örgütleyecek bir dernek kurdunuz. Öte yanda, Alevi-Bektaşi alanında bu gün faaliyet gösteren dernek, vakıf, federasyon ve dergâhlar

var. Toplumun birliği doğrultusunda bu kurum ve kuruluşlara bakışınız nasıldır?

Alevilik olarak baktığınızda, Alevilik bir tanedir zaten. Hz. Ali ve On İki İmamlar’dan Hacı Bektaş Veli sürecine geldiğimizde, Hacı Bektaş Veli toplumu derleyip toplamış, ortaya koyduğu doğrularla toplumda saygınlık kaza-narak kendine bağlamıştır. İşin özünü de orta-ya koymuştur. Bu noktada sorun yoktur. Bizim de bu anlamda, Aleviliğe bakışta ve toplumun örgütlenmesinde bir farklılığımız yoktur.

Bugün Alevilerin belli sorunları vardır. So-runları çözersiniz. Din dersi adı altında nele-rin olduğunu, Diyanetin durumu, 1980 sonrası Alevi köylerine yapılan camiler (bu camilerin minarelerinin yıktırılarak köye verilmesi gere-kir)… Şimdi diğer kurum ve kuruluşların neler yaptığını, bu kurumların yöneticileriyle görü-şeceğiz.

Şu an Cemevi içindeki düzenlemeyle uğra-şıyoruz. Kendi örgütlülüğümüze yoğunlaşmış durumdayız, ama yaza kadar bu telaş bitecek-tir. Türkiye’de Alevilikle ilgili sorunların çö-zümünde birlikte hareket edilecektir. Ama Ale vi liğin siyasete alet edilmesinden rahatsı-zız. Bugün Alevilik adına bir yol alınmadığını söyleyebiliriz.

Sayın başkan, hak arama süreci olarak nasıl bir yol izlemeyi düşünüyorsunuz?

Hak aramaktan önce, kendi içimizdeki doğ-ruları ve yanlışları bulmamız lazım. Pirimiz “Her ne ararsan kendinde ara” diyor. Alevi-lerin bugün hangi hakları arayacakları önem-lidir. Hak arayacak kişiler önemli. Bu hakları görmeden, hadi yola çıkıyoruz dediğinizde, bu olmaz.

Hangi konularda hak arayacağımızı taba-na da anlatmamız lazım. Belki onlar da bizim yanlışlarımızı düzeltirler. Ondan sonra yola çıkmalıyız. Yol güzergâhı belli olmadan, eli-mizde bir harita olmadan bir yere gitmek sizi başarısızlığa uğratır.

Derneğiniz, bugün pratik ve fi kri hangi önceliklerden hareket edecek?

Şimdi Alevilik konusunda yedi tane aktif Tahtacı Dede’miz var. Bunlarda ne kadar bilgi varsa, bunları almak durumundayız.

Nerelerde bunlar? Bunların biri Çanakkale’de, iki tanesi

İzmir’de, biri Akhisar’da, bir tanesi yine İzmir-Kemalpaşa’da, biri Mersin’de Mut’ta. Onlar kendi köylerinde hizmet veriyorlar. Dışarı pek gitmiyorlar, ama belgeli şecereleri çıkarmak, Tahtacı erkânını yazmak, vb. Bu Alevi Tahtacı ritüellerinde, törenlerdeki hareketler, fi gürler neyi anlatıyor? Yani çok iyi semah dönebilirsi-niz, çok iyi saz çalıp türkü, deyiş, nefes söyle-yebilirsiniz, ancak anlamını bilmezsiniz.

Onun ötesinde de Tahtacılığın başlangıç sürecini İslamiyet’in içiyle sınırlı görürsek çok cılız kalır. Ayakları yere basmaz. Bizim, yurtdışından Orta Asya’dan Şamanizmle, Brahmanizmle, vb., ilgili araştırma yapmamız lazım. Bugün var-yarın yok, bizim tecrübe ve bilgi yüklü Dedelerimizden de bu konularda yararlanmamız lazım. Bu aşamada da üniver-

TAHTACI KÜLTÜR EĞİTİM KALKINDIRMA VE YARDIMLAŞMA DERNEĞİ BAŞKANI YOLCU BİLGİNÇ İLE SÖYLEŞTİK

Farklılık Gütmek Değil Amacımızİsmail Yıldırım

Türki ye’de Alevi çatı örgütlenmesi oluştu. Baktık ki Tahtacılar

bu örgütler içine geniş katılımla girmediler. Hep geri durdular.

Burada bir sorun vardı. Demek ki kendilerini

kültürel olarak farklı görüyorlardı. Tahtacılar bunu yavaş yavaş

dillendirmeye başladı. Bunu toparlayalım dedik.

Page 20: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

20 Sayı 41

sitedeki öğretim görevlisi arkadaşlarla birlikte çalışıyoruz.

Tahtacılar süreğinden, tarihsel süreklerinden bahseder misiniz biraz?

Bu konuda çok yetkin değilim, zaten bu bir uzmanlık alanı. Bu konuda araştırmaları sürdürecek bilim adamlarımız var. Örgütün başındaki adam, her şeyi bilmeyi değil, her şeyi bilenleri görevin başına getirmeyi bilme-li, onları görevlendirmeli. Genel olarak sadece şunu söyleyebilirim: Oniki İmamlar konusun-da farklı bir yanaşım yok. Horasan’a kadar bir ayrım yok. Horasan’dan Erdebil Dergâh’ına gidenler var, bir de Erdebil Dergâh’ı öncesin-den Anadolu’ya giriş yapanlar var. Hacı Bek-taş Veli çıkmış, Anadolu’ya gelmiş. Herkese kendini kabul ettirmiş. Ama biz Hacı Bektaş Veli’den önce Anadolu’ya giriş yapıp, Adana-Ceyhan’da Durhasan Köyü’ne yerleşip, yolu-süreği oradan başlatmışız. Ve daha sonra deniz kenarını takip ederek Çanakkale’ye, Edirne’ye kadar gitmişiz.

Dedelerimiz de aynen şunu söylüyor: Bizim Hacı Bektaş Veli ile bir ilişkimiz yok. Bizim dedemiz Hacı Bektaş Veli’nin geldiği yerden gelmiştir. Ama sonraki süreçte Hacı Bektaş Veli, daha derin bilgiye sahip olduğu için ka-bul görmüş.

Yani Dergâha bağlı bir süreç işlemiş, Tahtacılar açısından da.

Tabii, bu bağlılık var. Ama kendi zenginlik-lerini, gelenek göreneklerini de yitirmemişler. Arap kültürüne de teslim olmamışlar.

Bir de “Tahtacılık” adının nasıl ortaya çıktığını bir de sizden dinleyelim.

“Tahtacılık”, ağaç işçiliğinden, ağaç işlen-mesi olgusundan geliyor ki, bizim derneğimi-zin ambleminde de “kazayağı” fi gürünü işle-dik. Bir ağacı işlemek için, üç ağaç parçasını birbirine çattığınızda, üzerine işlenecek ağacı koyduğunuz bu alete, tezgâha, “kazayağı” di-yoruz. Bu kazayağının üçayağı da “Allah-Mu-hammed-Ali” üçlemesine referans edilerek kar-şılık bulur. Kazayağı Şamanlarda da kutsaldır. İnsan ruhunu tanrıya götürüp getiren bir vasıta olduğu için kutsaldır.

Bir genelleme yaptığımızda, Tahtacıların Anadolu’da coğrafi dağılımı nasıldır?

Adana’dan başlıyor, Mersin, Antalya, Muğ-la, Isparta, Aydın, İzmir, Manisa, Balıkesir, Çanakkale ve az bir oranda da olsa Edirne’ye kadar gidiyor. Fakat kulağa bir söylenti halin-de gelen şeyler de var. Nedir bu? Kayseri ve Sivas’ta da Tahtacılar olduğu söyleniyor. Ay-rıca Bursa’ya bağlı dört Tahtacı köyü olduğu ortaya çıktı. Genel dağılım bu. Narlıdere’de, turlara gidip gelen Mustafa isminde bir otobüs şoförü arkadaşımız var. Şam’a gitmiş. Ona de-mişler ki, şu tarihi köyün arkasında bir Tahtacı Köyü var. Edip Akbayram’la bir Kıbrıs konse-rine gittiğimizde, orada da Tahtacılar olduğunu söylemişlerdi. Hatta yine, Musa Eroğlu’yla bir sohbetimizde: “Tahtacılarla ilgili bir araştır-ma yapılacaksa, buna Kıbrıs’tan başlanmalı” demişti.

Tahtacılar hangi boydan ve hepsi bir boydan mı?

Kayı Boyu’ndan diyen var, Bozoklardan diyen var. Kendi içinde de on iki oymak var. Bunu, araştırmacılara, tarihçilere bırakıyoruz. Bu, onların işi.

Sevgili Yolcu dost, sizin bir de sanatçı-ozan yanınız var. Biraz da türkü, deyiş ve sanatı yönünüzü konuşalım.

İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı’ndan mezunum. Arif Sağ’ın hocası Nida Tüfekçi’den (ki o da, Mu-zaffer Sarısözen’in öğrencisidir) ders aldım. Doğru yerde, doğru kişilerden ders aldım yani. Halk müziği ve bağlama eğitimi üzerinden folklor mastırımı yapıp tekrar İzmir’e yerleş-tim.

Ahmet Kaya ve Suavi’yle çalıştım. Yine uzun yıllardan beri Edip Akbayram’la çalışı-yorum. Bu özgün müzik yapan ve batı sazları kullanan sanatçılara, tek Türk enstrümanı olan bağlamayı kullanarak icrada bulunmak, beni de belli yönlerde geliştirdi. Bunun yanısıra da, ben öğrencilerime asıl olarak ozanlarımızın, âşıklarımızın ürünlerini, kültürlerini öğrettim. Kültürde işin kökeni halk müziğidir çünkü.

Öte yandan, İzmir-Konak’ta bir dershane açtım. Halk müziği ve bağlama branşlarında öğrenci yetiştiriyorum. Bunun yanısıra İzmir Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki halk mü-ziği korosunda şefl ik yapıyorum. Her ay kon-serlerimiz oluyor. Bestelerim var. Tahtacı de-delerinden ve yörelerinden nefesler ve semah-lar derliyorum. Bir albüm çalışmam da kapıda. Bildiğiniz gibi İzmir Bademler Köyü’ndenim.

Size teşekkür ediyor ve çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

SERÇEÞME

(Baştarafı 19. Sayfada)

Yolcu Bilginç ile Söyleştik

TAHTACI KÜLTÜR EĞİTİM DAYANIŞMA VE YARDIMLAŞMA DERNEĞİ

4 Mayıs, Pazar günü İzmir Narlıdere’de Birinci Tahtacı Şenliğini düzenledi. Her yıl tekrarlan-ması düşünülen şenlik önemli bir katılımla ger-çekleşti ve oldukça coşkulu geçti. Antalya’dan Edremit’e kadar her ilden ve yöreden katılım oldu. Çeşitli yörelerden Tahtacılar geleneksel-otantik giysileriyle şölene katılarak renkli bir görüntü sergiledi.

Page 21: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 21

SERÇEÞME

Yener Baba, öncelikle hayat hikâyeni anlat bize. 1928 yılında Maraş - Afşin’de doğduğunu biliyoruz. Bundan sonrasını sizden dinleyelim.

Evvela size hoş geldin diyorum. Bu güzel çalışmalarınızdan dolayı size başarılar diliyo-rum. Güzel bir çalışma. Aydınlık, ışık tutmak, topluma bilgi vermek güzel bir olaydır. Yazar-lık, araştırmacılık, eleştirmenlik, dergi yayın-lamak, bunlar güzel olaydır.

1928 yılının güz günü, ay neydi bilemiyo-rum, Kahramanmaraş’ın Afşin kazasının Tanır kasabasında dünyaya gelmişim. Çocukluğum köyümde geçti. İlkokulu köyümde okudum. Ondan sonra köy enstitüsüne kaydoldum.

Üç yıl da öğretmenlik dalında Adana Ha-runiye Düziçi Köy Enstitüsü’nde okudum. Harp yıllarıydı, 40’lı yıllar da; bir de köy ens-titülerinin sağlık dalları açılmıştı, sağlık me-muru yetiştiren. Benim, okulun hastanesinde çalışmışlığım vardı, pratik olarak. Müdürüm, “sen artık sağlıkçı oldun, sağlık dalına gönde-receğim, sağlık memuru ol” dedi. Ankara Ha-sanoğlan Köy Enstitüsü’ne gönderildim. Üç yıl orada okudum, sağlık memuru olarak mezun oldum.

Ve otuz yıl sağlık memuru olarak yurdun muhtelif yerlerinde Maraş, Kayseri, İzmir, Te-kirdağ gibi yerlerde sağlık memurluğu yaptım ve emekli oldum. Üç erkek iki kız, beş çocu-ğum var.

Şiir yazmaya nasıl başladınız? Nelerden, kimlerden etkilendiniz?

On yaşımda yazmaya başladım. Ozan Derdi-çok’un üzerimde etkisi vardır. Onun yayın-lanmış kitapları da var. Karacaoğlan’ın kitabı elimden hiç düşmezdi.

Soydan, dokuz nesil yukardan, dedem de bir halk şairidir, mahalli bir halk ozanı, Yazı-cıoğlu Osman Ağa. Hatta onun meşhur türküsü var;

Bir haber geldi de telli Senem’denDeli gönlüm şad olmaya başladıGözlerimden damla bile çıkmazkenCoşup coşup çağlamaya başladı

diye başlayan ve buna benzeyen türküleri vardı. Köy Enstitüleri ilham kaynağım oldu. Köy enstitüleri, aydın düşünce, çağdaşlık, uy-garlık öğretirdi. Medeni insanlık çığırını açar-dı, öğretirdi. Ondan sonra İstanbul’a geldik.

İstanbul daha çok ilham kaynağım oldu. Gurbet oldu, garip kaldım, yalnız kaldım, bu beni çok etkiledi. İstanbul’un kozmopolit ya-şantısının sarsıntıları, adaletsizlik, çoğu bana ilham verdi. Benim yanımda seksen bine kö-pek sattılar.

Onunla ilgili bir şiiriniz var değil mi?

Evet. İsmail İpek, Mahsuni, okudular. Mah-zuni Şerif benim talebemdir. Güzelleme çok yazdım, Karacaoğlan’ın etkisinde kalarak. Beş bin şiire imza attım. Üç yüz ellisi beste yapıldı. Bin beş yüz kadarı kitap olarak yayınlandı.

YAŞAYAN ÇINARIMIZ ÂŞIK YENER İLE SÖYLEŞTİK

Halk Şiiri Halktan Aldığını Halka VermektirAhmet Koçak

SERÇEŞME Dergisini çıkarmaya başladığı-mız günden bugüne kadar elimizden gel-

diği kadar halk ozanlarımıza hizmet etmeye, onların seslerini duyurmaya çalışıyoruz. Hem Hakk’a yürümüş ozanlarımız, hem de yaşayan ozanlarımız biliyoruz ki insanlık âleminin bi-rer değerleridirler.

Hakk’a yürümüş ozanlarımızı ancak bize bıraktıkları eserlerden tanıyor, anlamaya ça-lışıyoruz. Ve yaşadıkları dönem için ne kadar önemli görevler üstlendiklerini kavrıyoruz. Halkının sesi, gözü, kulağı olmuş; onlar adı-na onların sorunlarını, dertlerini, sevinçlerini, aşklarını haykırmışlar. Tabii ki bunun karşı-lığını da almışlar. Sevenleri gönüllerine taç edip, eserlerini kulaktan kulağa yaşatagelmiş-ler. Sevmeyenleri ise her türlü cefayı uygula-mışlar.

Günümüzde yaşayan ozanlarımız da aynı görevi devam ettirmektedirler. Karşılığı açlık, sefalet, kovuşturma, yasaklama olsa bile. Sev-meyenleri, yani düzenin bekçileri üzerlerine düşen görevi dün olduğu gibi bugün de yerine getiriyorlar. Ya biz dünkü görevimizi bugün yerine getiriyor muyuz? Bu soruya evet yanıtı-nı vermeyi gerçekten canı gönülden isterdim.

Peki, ne istiyor günümüzde yaşayan ozan-larımız? Ekmek mi? Para-pul mu? Hayır. Dost-larından küçük de olsa bir merhaba istiyorlar. Aranıp hal hatır sorulmasını istiyorlar. Kısaca-sı kadirşinaslık istiyorlar.

Onun içindir ki bizler elimizden geldiği kadar hizmet etmeye çalışıyoruz. Biliyoruz ki onlar bizim yaşayan değerlerimizdir.

Âşık Yener, Yener Baba da bu ozanlarımız-dan birisidir. Âşık Yener yazdığı şiirlerden do-layı kovuşturmalara, soruşturmalara uğramış, çeşitli dönemlerde hapis yatmış bu ülkenin devrimci halk ozanlarından birsidir.

Yener Baba ile söyleşi yapmak için Avcı-lardaki büyük oğlunun evine gittim. Seksen yaşına ulaşmış Yener Baba hasta yatıyor. Dört yıl önce geçirdiği bir hastalık sonucu ayağı kesilmiş. Dünyası bir göz oda olmuş. Tanışıp kucaklaştıktan sonra hemen ilk söylediği şey “ne ikram edelim” oldu. Söyleşiyi biran önce yapmak ve zahmet vermek istemediğimi söy-leyerek, teşekkür ettim.

Çay ve bisküvi çoktan hazırlanmıştı bile. Yener Baba ile karşılıklı çayımızı yudumla-yarak söyleşiye başladık. Söyleşimiz yaklaşık bir saat sürdü. Söyleşi biter bitmez Yener Baba bu kez “Ahmet’im bir şeyler söyleyelim de yiye-lim” diye söyledi. “Sağ ol, çok teşekkür ederim. Yemiş kadar oldum” diyerek kalkmak için izin istedim. Kalmak üzereyken Yener Baba, “dilim açılmıyor bazen hiç konuşamıyorum, bitkin düşüyorum… artık siz onu kaleminizle değer-lendirirsiniz” dediğinde sevinmeli miydim? Yoksa üzülmeli miydim? O an ne diyeceğimi bilemedim.

Yener Baba’nın yanında ayrılırken sanki kırk yıllık dostumun, can yoldaşımın yanın-dan ayrılır gibiydim. Sarılıp yanaklarından ve ellerinden öptükten sonra şifalar dileyerek vedalaştım.

Severek, mutluluk içinde yaptığımız bu söyleşiyi umarım beğenirsiniz.

Halkın Derdini

Dile Getirdiğimiz İçin

Hep Baskı Altında Olduk

(Devamı 22. Sayfada)

Page 22: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

22 Sayı 41

SERÇEÞME

Beş bin civarında şiiriniz var. Âşık Yener şiirlerinde neyi, hangi konuları işledi dediğimizde en çok güzellemeler mi söylenecek?

Yok, sosyal içerikliler denilecek. Ağır taşla-ma larım da vardır.

Şimdi benim diğer ozanlardan ayrıcalığım; Yunus felsefesini, tasavvufunu ara bende bulur-sun. Âşık Veysel’in felsefesini, Karacaoğlan’ın güzellemesini, Kör oğlu’nun, Dadaloğlu’nun, Pir Sultan’ın koçaklamasını, yiğitlemesini ben-de bulursun. Yani her dalda yazabildim. Ben hep edebiyat okudum. O bakımdan kültürüm genişledi.

Divan edebiyatıyla da ilginiz vardı, biliyordunuz.

Tabii ki biliyordum, okuyordum. Şiir tarzım, halk şiiri. Böyle devam etti gitti

Gelelim halk şiirine. Halk şiiri nedir ve neden halk şiiri denilmiş?

Halk şairi, halkın diliyle, halkın dertlerini, yaşantılarını, yaşam biçimlerini yakından bi-len, onların derdine ortak olan, dertlerini se-zen, halkın içinde yaşayan, halkın içerisinden çıkan bir kimse olarak, bir ozan olarak halkın yanında olmuştur, haksızlığa isyan etmiştir. Ta imparatorluk döneminden beri, hatta daha öte-lere gider.

Divan şairliği padişaha, baştakilere hizmet etmiş, dalkavukluk yapmışlardır. Oysa halk ozanı, halkın kulağı, dili, sesidir. Halktan al-dığını, halktan gördüğünü şiirle, düzenli bir üslupla yeniden halka sunar. Halk şiiri budur yani. Halktan aldığını halka vermektir. Kendi diliyle halkın dertlerine ortak olmaktır, halkı uyandırmaktır.

Halk şiiri sıradandır, basittir, sanat yoktur denerek yıllardır küçümsendi. Gerçekten de halk şiirinde sanat, estetik, anlatım gücü yok mu?

Halk şiiri en güçlü şiir dalıdır. Şöyle ki bir dörtlüğünde, bir beytinde, bir mısrasında her şeyi ifade edebilirsin yani. Sonra halk şiiri bü-yük ustaların kaleminden çıkmıştır.

Halk şairi dalkavukluk yapmadığı için küçümseniyor olmasın. Öyle midir acaba? Yani halk şairleri küçümsenmiş midir?

Dışlanmıştır, küçümsenmiştir, horlanmıştır. Dalkavukluk yapmadığı, kafa tuttuğu, isyan ettiği içindir ki halk şiirini sevmemeye başla-mışlardır, sevdirmemişlerdir, karşı gelmişler-dir, suçlamışlardır. Halk şiiri yazanı, halkın derdini dile getirenleri idam etmişlerdir.

Peki, halk ozanı kimdir? Bugün birçok kişi ben halk ozanıyım diyerek ortada dolaşıyor. Kime halk ozanı denir?

Halk ozanı kültürü maalesef zayıfl adı Ah-met’im. Eline sazı alan, iki tıngırtı yapan, iki uyduruk bir şeyler söyleyen “ben halk ozanı-yım” diyor. O, halk ozanı değildir.

Üsluplu lisanla, edebi ağırlıklı sözlerle, içe-rikli sözlerle, elinde sazıyla, sesiyle, nefesiyle halka bir şeyler sunan; halkın dertlerini dile getirerek geri halka anlatan; sevinçlerini, ağıt-larını, türkülerini, deyişlerini geri halka sunan insandır. Ve de toplumu aydınlatmak için, iğ-neleyici, taşlayıcı, hicvedici şiirlerde yazar halk ozanı. Toplum uyansın, toplum anlasın diye…

Şiirlerinizde Alevi-Bektaşi kültürünü, inancını işlerken, o inancın temsilcilerini, dedeleri eleştirdiğiniz de oldu.

-Dedesini de, hocasını da, papazını da, kili se-sini de, hepsini de taşlamışımdır. Methiye yapı-lacak yeri yapmışımdır. Ben kökende bir Alevi çocuğu değilim. Annem babam Sünni’dir. Ben Köy Enstitüsünde öğrendim.

Yalnız şu kanaatteyim ki yaptığım araş-tırmalarda, okuduğum felsefelerde Alevilik felsefesi dünyanın en güzel felsefesi, gerçek yolu takip edersen, ama onun da üçkâğıtçılığı-

nı yapanlar var. Dedeyim diyor, Şeyh’im diyor, hocayım diyor kendi çıkarını sağlıyor.

Ama Hacı Bektaş-ı Veli felsefesi, Hasan, Hüseyin’imizin, Hz. Ali’mizin yolu yani Ale-vilik yolu, çağdaşlık yoludur, uygarlık yoludur, insanlık yoludur, en güzel yoldur yani. Ben o yolu seçtim.

Söz dondü bu konuya geldi. Sizce Alevilik-Bektaşilik nedir?

İnsanlık, uygarlık, çağdaşlık, dostluk, kar-deş lik yolu, ıslahatı olarak yorumluyorum. Onun için de benimsedim. O yoldayız yani. Güzel bir yol. O yoldan gidenler iyi bilmeli ki güzel bir yolda. Seçilen bu yolu, yürünen bu yolu bozmaya, dejenere etmeye, menfaat için kullanmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu saygı-sızlıktır.

Yolun temsilcileri dahi olsa, dedeler dahi olsa, değil mi?

Dedeler de dâhil. Çıkar gözeten, kim olursa olsun, çıkar sağlamak için yapıyorsa o zaten insan sayılmaz. Bu yolu seçen insan olacak. Bencil olmayacak, egoist olmayacak, hümanist olacak. Zaten hümanist olmazsa Alevi olmaz.

Alevi halk ozanları geçmişten günümüze, neyin mücadelesini vermişlerdir sizce?

Her Şah’ın iktidarı Alevi felsefesindeki in-sanları ezmeye, onları susturmaya, halkı ez-meye devam etmek için, onların dilini kesme-ye yönelmiştir.

Buna halk ozanları isyan etmiştir. Halkın yanında olmuştur, halkın dertleriyle içi içe ol-muştur, onları şiirle, sazla, sözle, deyişle dile getirmiştir. Halkın dertlerine ortak olmuştur. Kafa tutmuştur, bu yolda can vermiştir, derisi-ni yüzdürmüştür ama mücadelesinden de geri kalmamıştır, haksızlığa isyandan geri kalma-mıştır. Halkın dili olmuştur halk ozanları.

Günümüzde de Âşık Yener gibi ozanlar bunları yapıyor.

Bunları yapmaya çalışıyorum, yapıyorum da isyan da ediyorum. Haksızlığa kafa tutmuşum hapis yatmışımdır ama sıkıyönetim öncesinde bile:

(Baştarafı 21. Sayfada)

Âşık Yener ile Söyleştik

ÂŞIK YENER

Soran OlursaEy sevgili beni bir zaman sonraGöçüp gitti dersin soran olursaNice yıllar geçti geri dönmediÇoktan yitti dersin soran olursa

Unutulup gitti geçen her gündeHatırlanmaz oldu bayram düğündeAşkımdan köz düşen garip gönlündeDuman tüttü dersin soran olursa

Sellere karışan toprak kil gibiRüzgâra kapılan bir mendil gibiEriyip tükenen bir kandil gibiYanıp bitti dersin soran olursa

Söyle Âşık Yener talihe küstüSevgiden sevdadan umudun kestiMezar taşlarında bir akşamüstüBaykuş öttü dersin soran olursa

Page 23: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 23

SERÇEÞME

Korkmam ulan korkmam faşist dölleriBin türlü sualle yorsanız beniSıkıyönetimin emir kullarıAcı sözler ile kırsanız beni

Zincirlerle bağlansam da kolumdanDipçiğiniz kalkmasa da dalımdanHalk’ın ozanıyım dönmem yolumdanÇekip mavzer ile vursanız beni

Bu devam eder, uzundur. Kitabıma da koy-dum çekinmeden.

Zalim Yusuf Paşa, dalkavuk valiSizlerin boynunda halkın vebaliŞahınızdan korkmam İsa misaliTutup ta çarmıha gerseniz beni…

dedim, bunu kitabıma koydum. Yani gizli saklı bir köşede bırakmadım. Yazdım, kitaba koydum, yayınlandı. Esas söyleneceklerimi söyledim ,̀ ama çok ağır sözler var, kitaba gir-meyecek.

Peki, onları ne yapacağız, kitaba girmeyen şiirleri ne yapacağız?

Onları da yazdık, duruyor bakalım. Nasıl, ne zaman, hangi fırsatta girecek bakalım.

Sizi en çok etkileyen halk ozanları kimdi?

Eskilerden başlarsak, Yunus’u çok sevdim, Pir Sultan’ın mücadelesini çok sevdim. Âşık Veysel hocamla bir sene birlikte kaldık, ondan çok ilham aldım. Gerçekten değerli, büyük bir insandı, olgun bir insandı, kâmil bir in-sandı. Rahmetli Âşık Daimi ile de dostluğum uzun sürdü. Ondan sonra Karacaoğlan’dan, Köroğlu’ndan, Dertli’den, yani aklına gelen önder kişilerin hepsinden ilham aldım.

İddialıyım elimden geldiğince iyice yaz-maya gayret ettim, şiir sanatını kullandım. Kafi ye, vezin dediğimiz, uyak ölçüleri, bunları yerli yerinde kullanmaya dikkat ettim.

Sizin bölge ozanlar bölgesi, ozanlar yatağı. Oradan, Osman Dağlı, Kul Hasan, Mahrumi, Mahzuni gibi ozanlar yetişti. Bazıları ile dönemdaşsınız, bir kısmı öğrenciniz. O ozanlarla olan anılarınızı, muhabbetlerinizi anlatır mısınız?

Mahzuni benim evladım gibi, küçük karde-şim gibiydi. Mahzuni’yi ben çok himaye ettim. Çok gariban yetişti Mahzuni. Jandarmanın dipçiğiyle eriyecekti, ben Nahiye Müdürüy-düm kız kaçırdığında. Onu elden aldım yani. Yoksa Mahzuni’yi ezerlerdi. Mahzuni gibi bir ozanın yetişmesine, Türkiye’mize kazandırıl-masından dolayı katkım olmaktan gurur duyu-yorum.

Osman arkadaşımdı. Osman Dağlı çok güç-lü bir şairdir, kalemi güçlü, demokrat. O da benim gibi Aleviliği sonradan kabul etti, ama özüne inmişti, özünü biliyordu Aleviliğin. Os-man da yakın zamanda ölmüş.

Mahrumi ile birbirimizi çok severdik, Al-lah rahmet eylesin. Mütevazı, efendi, tatlı bir insandı. Onun da Mahzuni’ye katkısı var. Bi-zim çok katkımız var Mahzuni’ye, ilham ol-muşuzdur.

O büyük depremde (1999 Gölcük Depre-mi-AK) Ankara’ya gitmiştim. Âşık Hüdai’nin evinde iki ay misafi r kaldım. Bırakmadı Hü-dai. Osman Dağlı da geldi, onu da bırakmadık bolca sohbet ettik.

Dertli Divani’yi severim. Aklı başında, otur muş, bilinçli bir ozandır. Bizim oranın, Nur hak’ın da dedesi.

Kul Hasan, iyi bir insandır, mütevazı in-sandır, hanedandır. Onun da evinde Nesimi ile beraber bir ay kadar kaldık.

Altmışlı yıllar sol hareketin, Türkiye İşçi Partisi’nin aktif olduğu dönem. Nesimi Baba, Kul Hasan İşçi Partisi’nin, diğer sol siyasetlerin etkinliklerine, gecelerine katılıyordu. O yılları, biraz anlatır mısın?

Ben hep hayat mücadelesi vermek mecburi-yetinde kaldım. Gariban olarak İstanbul’da tek kalmıştım. Yaşam kavgası, ekmek kavgası ve-riyordum. Tabii devrimci kesimlerin yanında oluyordum, ama günübirlik katılamıyordum. Öyle bir çaresizlik içine düşmüştüm.

O zaman devlet memuruydunuz, değil mi?

Evet. Devlet memuruydum. O halimle bile çalışıyordum, ama kısıtlı olarak. Bir yere kadar zorluyorsun yani.

Geleneği yaşatmak zor. Halk’ın sorunlarını, dertlerini dile getirmek bir bedel istiyor. Izanlarımız geleneği yaşatmada ne gibi sorunlarla karşılaşmıştırlar?

Halkın derdini dile getirdiğimiz için hep baskı altında olduk. Her iktidar döneminde ol-muştur böyle…

Zaten dürüst, sosyal demokrat, gerçek halkçı bir kesimin iktidarı olmamıştır iktidar-lar. Hep patronların, vurguncuların partisi ikti-dar olmuştur. Basmaya, ezmeye çalışmışlardır, susturmaya çalışmışlardır, ezmişlerdir yani.

Ozan Yener’in uzun yıllar bazı şiirleri dilden dile dolaştı. “Kız Sen İstanbul’un Neresindensin” şarkı olarak da okundu.

O şiir altmış yedi kıtadır. Okunan ise altı kıta. Binboğa’dan Marmara’ya adlı kitap-ta tamamını görürsünüz. Ambar’dan başlar Beykoz’dan çıkarız. “Başı duman pare pare, yol ver dağlar yol ver bana” şiirimi güdük yap-tılar. Ozana saygısızlık yapıyorlar.

Yar bir rakip bulur sonraGidip elin olur sonraÂşık Yener ölür sonraYol ver dağlar, yol ver bana

bunu kesiyorlar. Okuyanlar Arif Sağ’ın tür-küsü diyor. Arif Sağ şair değil, ozan değil, bir halk sanatçısı. Çok güçlü bir sanatçı ama şair değil. Ozanlık başka, saz çalmak, türkü söyle-mek başka.

Peki, aradaki fark ne? Halk sanatçısı olmakla halk şairi olmak arasındaki fark ne? Çok karıştırılıyor birbirine de…

Şimdi, gerçek bir halk sanatçısıysa onun da ozan kadar halka hizmeti vardır. Usta eserleri-ni yaymak… bizden çıkar sanatçılar da bunu yayarlar.

Arap Ali böyle yapıyor. Benden çok eseri beste yaptı. Onun için seviyorum Arap Ali’yi. Sanatçılar halk ozanlarının halka sunduğunu, söylemek istediklerini sazlarıyla, sesleriyle, yorumlarıyla yaygınlaştırmak mecburiyetin-deler yani. Eğer gerçek sanatçıysa…

Herkesin diline dolanmış “Kız Sen İstanbul’un Neresindensin” gibi başka okunmuş eserleriniz var mı?

Üç yüz elliden fazla eserim okundu, ama rasgelen okuduğu için karmakarışık oldu. Me-Eşsela Cezaevi şiirim vardı onu da yine Mah-zuni okudu.

Bitmez çile, tükenmeyen sefaletYıllar yılı başımızda taş bizimVicdansızlar kanun çiğner, maharetGerçekleri söylememiz suç bizim

devam eder gider. “Korkmam ulan kork-mam faşist dölleri” gibi buna benzer şiirlerim okunuyordu.

Yazdığınız şiirlerden dolayı da eleştiriler, övgüler, yergiler oldu tabii ki. Sizi en çok eleştirenler kimlerdi? Size övgüleri sunan kimler oldu?

Bilhassa yobazlar var ya… Ben ateistim, o bakımdan yobazlar tam karşımda oldular be-nim. Hep benimle uğraştılar. Ben de onlara şi-irle yüklenirdim:

Bize cahil diyen molla efendi Ellerde okunan kitabımız var Senin gibi üç beş softaya değil Bütün insanlığa hitabımız var

diye başladım. Bana, altmış yaşındaki ada-ma, yirmi beş yaşındaki adam cahil demiş ve ona cevap vermiştim.

Kusura bakma, ben hastaneye yattıktan sonra iki-üç kere ameliyat geçirdim. Ve dört yıldan beri yatakta oluşumdan dolayı birçok kanallar tıkalı. Mesela şiir yazamaz hale gel-dim.

Düşünce olarak şuurumu tamamen kaybet-medim, ama natıka noksanlığı oldu. Sana düz-gün cevap veremedim, kusura bakma yani…

Estağfurullah, hiç önemli değil. Söylediğiniz şeyler bizim için çok değerli.

Yoksa dilim açılınca konuşurdum. Konuş-mayı biliriz… “Beliyi söz bilmeziz, ama biraz irfanımız vardır” der şair. Biz okumuş olduğu-muz için dilimiz dönerdi, ama bu yatak engel-liyor.

Baba çok sağ olasın, seni yorduk, ağzına sağlık.

ÂŞIK YENER

Doktor Bey

Çok derdim var teker teker söyleyimŞöyle biraz gelir misin doktor beyLokman sensin ben gayriyi neyleyimDerde derman bulur musun doktor bey

Gör halimi hele gel de şöyleceGünüm zindan bir yıl bana her heceOturmazsan ayaküstü böyleceBeş dakika kalır mısın doktor bey

Kör cahil mi, yutmuş mudur ilimi?Mecnun mudur, sevdalı mı, deli mi?Âlim midir, evliya mı, veli mi?Kimde ne var bilir misin doktor bey

Savaşım var bu hayatla başa başYalnız kuşa gelen geçen vurur taşDesem sana derdime ol arkadaşKabul edip olur musun doktor bey

Âşık Yener yakışır mı sarayaKader bizi sürükledi burayaİlaç neyler yürekteki yarayaNeşter vurup alır mısın doktor bey

Page 24: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

24 Sayı 41

SERÇEÞME

POST, Farsça bir sözcük olup (tüylü hayvan derisi) daha çok mecazi anlamda kullanılır.

Bir makamı bildirir. “Postnişin” ise posta otu-ran, posta geçen, anlamındadır.

Postnişin, Alevi-Bektaşilerde Hacı Bektaş Veli’nin soyundan gelip, Yol’un önderi olan, başka bir anlatımla Tarikat’ın başında bulu-nan kişidir. Halk arasında kendisinden daha çok “Mürşid” diye söz edilir. Ancak mürşid, cemaatle ilişkisi olan, cemlere katılan diğer Çelebiler için de kullanıldığından “Postnişin” kelimesini kullanmak daha doğru olur.

Eskiden postnişinler şeyhlik (meşihat) ve vakıf yöneticiliği (tevliyet) görevlerini uhdele-rinde bulundurmuşlardır. Tekkenin yönetimi, dervişlerin yönetimi sorumlulukları arasıday-dı. (16. yüzyılda Dedebabalığın ortaya çıkıp, Bektaşilikte yeni bir süreğin başlamasına ka-dar.)

Elimizde bulunan kayıtlara göre ilk postni-şin Seyit Ali Sultandır (1310–1402) (Timurtaş). Son postnişin işe Veliyettin Hürrem Çelebi’dir. (1867–1940). (Kendisinden son postnişin diye söz etmemiz, hukuksal sorunlardan dolayıdır. Zira 30 Teşrinisani 1341 ve 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle, Türbelerin Şeddine ve Türbedar-lıklar ve Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”un yürürlüğe girişine kadar görev yapmıştır).

Cumhuriyet’in devrim yasaları hukuksal olarak tarikat çalışmalarını yasaklamış, un-vanlar ortadan kaldırılmıştır. Kısacası Batınî, Hüseynî, Tasavvufî tarikatlar, rakipleri şeri-atçı tarikatlar gibi yasaklanmış, devlet dinsel inançlara müdahil olmuştur.

Hâlbuki Cumhuriyet’in temel ilkelerinden birisi de “laiklik”tir. Evrensel normlara göre laiklik din ve vicdan özgürlüğünü, eşitliği, in-san haklarını içerir. Devletin dine hükmetme-si, aynı şekilde dinin devlet işlerine karışması kabul edilemez. Çağdaş laik ülkelerde devlet sadece hakem görevi üstlenir ve bütün dinsel inançlara eşit mesafede durur. Ülkemizde bu ne yazık ki böyle olmamıştır. Peki, neler ol-muştur?

Yaşamaya devam eden ve edecek alan bir inancın önderlik kurumu yok sayılmış, bu su-retle bu cemaatin de görmezlikten gelindiği, belki de devlet içinde yer alan bazı unsurların asimile heveslerini kamçılayan, gayr-ı adil bir dönem başlatılmıştır.

Tek parti döneminde Dergâh’a gidiş gelişler yasaklanmış, Hacıbektaş kasabasında yakala-nan dedelere türlü cezalar verilmiştir. (Tutuk-lamaktan, sakal ve bıyıkların kesilmesine ka-dar değişen cezalar).

Yasaklamalar geldikten sonra Dergâh’ın (Tekke’nin) mallarına el konulmuştur. Örne-ğin, Dedebağı, Hanbağı gibi mevkiler ve bir-çok taşınmaz (tarla, arsa, vb.) kamulaştırıl-mıştır. Tekke’deki eşyalar Ankara’daki Etnog-rafya Müzesi’ne nakledilmiştir. Bunlar ancak 1963’te, Tekke’nin müze olarak açılışında geri dönmüş, bir kısmı da kaybolmuştur. (Örneğin, bazı kıymetli halıların geri dönmedikleri söy-lenmektedir).

Bütün bunlar şüphesiz Mustafa Kemal’in bilgisi dışında olmuş, mahallinde yönetici olan

memurların işgüzarlığı sonucu gerçekleşmiş-tir. Ancak olup bitenlere Hacıbektaş halkı ya-kından şahit olmuştur. II. Dünya Savaşı sonla-rında dünyada gelişen liberalizm akımıyla ve Batı’nın etkisiyle 1950’li yıllarda çok partili rejime geçilmiş, gelen nispi serbestlik ortamı içinde 1915–1945 yıllarını, karneli dönemleri yaşayanlar “Menderesçi” olmuşlardır. Bugün Hacıbektaş halkından o dönemden kalanlar halen Menderes’in DP’sinin ardılı olan partile-ri desteklemektedir.

Mustafa Kemal, çok kısa bir ömür sürdü-ğü için, kafasında, nasıl bir din örgütlenmesi düşünüyordu bunu bilemiyoruz. Ancak laikliği onun gününde ve günümüzde yanlış anlaşılıp uygulandığını düşünenler arasındayız Mustafa Kemal belki de her türlü mezhep ve tarikatın üzerinde Türkiye’ye özgü bir din anlayışı ku-rup geliştirmek istiyordu. Ezanın Türkçe okun-ması bunun bir işareti sayılabilir. Diyanet’in te-meli onun zamanında atılmıştır. Ancak çağdaş, pozitif düşünen din adamlarının hangi kadro-lar tarafından yetiştirileceği düşünülmemiştir. 1950’den sonra, özellikle Menderes dönemin-den başlayarak, uygulamaya konulan popülist politikalar devlet eliyle şeriatçı kadrolar yetiş-tirilmesi sonucunu doğurmuştur.

Halbuki yüzyıllar önce Hacı Bektaş Veli tarafından dinde büyük bir reform gerçekleş-tirilmişti. Devrimci Cumhuriyet kadroları bu temele dayansalardı belki de istenen sonuca daha çabuk ulaşılabilirdi.

Mustafa Kemal yaşasaydı, alınan sonuç-lardan memnun kalmayacak, belki de tavrını değiştirecekti. Yine de postnişinler soyundan gelen Ulusoy ailesi (Çelebiler) uğradıkları hu-kukî mağduriyete rağmen devlete gücenme-mişler, tam tersine Mustafa Kemal’in partisi-ni desteklemişlerdir. Aileden pek çok kişi Ali Rıza Ulusoy’dan başlamak üzere, Haydar Ulu-soy, Kazım Ulusoy, Şahin Ulusoy, CHP’den milletvekili olmuşlardır.

Postnişinlik sorununa bağlı olarak Alevi-Bektaşiliğin mağduriyetlerini anlamak için ta-rihe bakmamız gerekiyor. Osmanlı döneminde nasıldı, önce buna bir bakalım.

Osmanlı devleti bir imparatorluk olduğu için, hem yönetim açısından, hem de inanç açısından bünyesindeki farklı unsurlara özerk-lik vermesi gerekiyordu. Tarihi incelediğimiz zaman bazı açılardan Osmanlı’nın Cumhuri-yet yönetiminden daha laik olduğunu hayretle görüyoruz. Bu demek değildir ki Osmanlı her zaman adil olmuştur. Kalender Çelebi’yi idam ettiren, Hamdullah Çelebi’yi Amasya’ya sür-gün eden Osmanlı’dır. Ancak konumuz post-nişinlik olduğu için çok önemli olan ve her biri ayrı bir yazının konusu olabilecek idam ve sür-gün olaylarına değinemeyeceğiz.

Osmanlı döneminde postnişinliğin hukukî bir statüsü vardı. Her postnişin değişiminde ya da postnişinlikle ilgili önemli olaylar sonuç-landığında (mahkeme, vb.) devlet tarafından bir ferman yayınlanırdı. Osmanlılar, tartışmalı durumlarda hakemlik görevi üstlenmek üzere başkentten bir kazasker görevlendiriyorlardı.

Postnişinlik Sorunu

Hüseyin Hürrem Ulusoy

Devletin dine hükmetmesi, dinin devlet işlerine karışması

kabul edilemez. Laik ülkelerde devlet,

dinsel inançlara eşit mesafede durur. Ülkemizde bu böyle olmamıştır.

ALİ KAYKI (BUDAK ALİ)

Aşk, insanı Mecnun eder çöle verir,pervane eder ateşe. Akıllı uslu giden yolcuda, akıl da bırakmaz us da. Lime lime doğratıp başın verdirir dârda. Derisini de yüzdürür, diri diri de gömdürür. Hepsinden önce de ölmeden öldürür.

AşkAkıl almaz şu halındanÖzbenimden aşan mısın?Lâmekânın mekânındanCoşup coşup taşan mısın?

Yüceliğin makamısınGüzelliğin hayranısınHakikate bir aynasınSen Hakk mısın Hakk’tan mısın?

Tarif etsem bir cismin yokVarlığın varlıktan da çokSinemi delip geçen okCan evimden vuran mısın?

Yâr olmazsa halin niceDert çekeriz ince inceGüzele meyil verinceYürekleri yakan mısın?

Gözüm yaşı sebil olduDolu taştı boşlar dolduZerre sende hayat bulduÇağıl çağıl akan mısın?

Budak Ali’m meşk halindeÇok çekti senin elindeFeryat fi gan var dilindeDallarında açan mısın?

29 Ocak 2008

Şah EyvallahCoşar gönlüm dalga dalgaŞah eyvallah Pir EyvallahBu ne gündür ışık başkaŞah eyvallah Pir eyvallah

Akar sevdam çağıl çağılNe divanem ne de akılGüneş Ayda aşkla balkırŞah eyvallah Pir eyvallah

Yürüdüm yolum doğrucaCan Canana hal oluncaBir cevherde ışk buluncaŞah eyvallah Pir eyvallah

Kıldan ince köprülerdenHem elendim eleklerdenHakk uğrunda dileklerdenŞah eyvallah Pir eyvallah

Budak Ali’m yanar özümAr gönülden bakar gözümCan olana budur sözümŞah eyvallah Pir eyvallah

15 Şubat 2008

Page 25: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 25

SERÇEÞME

Örneğin; bir ara Hüdâdat soyundan Hüse-yin namındaki bir kişi, şeyh atama kurallarına aykırı olarak postnişinliği üzerine almış, iti-raz üzerine de Padişah III. Mustafa tarafından 2 `Şaban 1177 tarihli, fermanda durum düzel-tilmiş, Mürsel soyundan Abdüllatif Çelebi pos-ta oturmuş, kırk sene bu görevi sürdürmüştür.

Osmanlı hükümdarı II. Mahmut’a ait 1240 (1824–25) tarihli fermanda,

“Hazine-i Âmire’de kayıtlı olduğu üzere Osmanlı ülkesinde bulunan Nazargâh, Tek-ke, Hangâh ve Zaviyelerdeki Baba, Derviş, Abdal, Sultan namındaki kişilerin ölümleri halinde veya değiştirilmeleri gerektiğin-de Hacı Bektaş Veli torunlarından olmak üzere kendi âsitanesinde seccadenişin olan kişinin icazet vermesi ve bildirmesi ile atama yapılabileceği; kadıların veya mü-tevellilerin dilekçeleriyle böyle atamaların yapılamayacağı; Hacı Bektaş Veli Haz-retlerinin âsitanesi uzak mesafededir diye gidilmemesi yüzünden tekkeler ehliyetsiz kişiler elinde kalmış ve vakıf gelirleri ken-di işlerine sarfedilmekte olduğundan, bun-dan böyle Hacı Bektaş Veli Âsitanesi uzak mesafededir biçiminde beceriksizlik gös-termeye ve bahane ileri sürmeye müsaade edilemeyeceği”

emredilmektedir.Osmanlılar, Hacıbektaş postnişinlerine dev-

let hazinesinden on beşe bölünen hisse ayır-mışlardı. Bu on beşin dört sehmi doğrudan postnişine tevliyet ve meşihat ücreti olarak ve-riliyordu. Dört sehmi türbenin onarımına, dört sehmi dervişlerin maişetine, üç sehmi de diğer Çelebi ailelerinin ihtiyaçlarına ayrılmıştı. Ay-rıca Çelebiler bazı vergilerde ve askerlikten muaftı.

Bazı kimseler Alevi-Bektaşilerin bugünkü nispi rahatlıklarını (kendilerini ifade etme, der-nekleşme, ibadet etme) Cumhuriyet rejimine bağlarlar. Bunda büyük ölçüde doğruluk payı varsa da, bu daha çok dünyadaki liberalizm akımının, demokratikleşmenin, doğal evrimin bir sonucudur. Cumhuriyet sayesinde Alevile-rin soluk aldığı doğrudur. Ancak lidersiz bıra-kıldıkları, tarihten gelen çok parçalı yapının, yeni dernekler ve vakıfl ar yoluyla, daha küçük parçalara bölünmeyi getirdiği de doğrudur.

Yeryüzünde var olan tüm inanç gruplarının bir önderi vardır. Örneğin, Türkiye Cumhuri-yeti vatandaşı olan Ortodoksların Patriği, Er-menilerin Metropoliti, Musevilerin Hahamba-şı, Sünnilerin Müftüsü (ya da Diyanet İşlerin Başkanı) devlet tarafından tanınmakta, liderle-rin de hukuki statüsü verilmelidir.

Niçin Türk-Türkmen (Oğuz) kültüründen gelen, Anadolu kültürüyle yoğrulan, Peygam-ber neslini, Ali neslini, Hacı Bektaş Veli nesli-ni takip ve temsil eden postnişin hükümsüz kı-lınmak istenmiştir? Bunda acaba başsız kalan bir toplumun daha kolay asimile edilebileceği düşüncesi rol oynamış mıdır?

Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında yaşayan iki postnişin Ahmet Cemâlettin Çelebi ve Veli-yettin Hürrem Çelebi, Mustafa Kemal’e destek olmuşlardır. 23 Aralık 1919’da Hacıbektaş’a gelen Mustafa Kemal, Çelebi’nin maddi ve ma-nevi desteğini almıştır. Yine Veliyettin Hürrem Çelebi 25 Nisan 1339 tarihli beyannamesiyle Alevi-Bektaşi cemaatinden Mustafa Kemal’in adaylarına oy vermelerini istemiştir. Buna ce-vaben Mustafa Kemal de 6 Mayıs 1339 tarih ve Ankara mahreçli 2214 sayılı bir telgrafıyla Çelebi’ye teşekkürlerimi bildirmiştir.

Rize Milletvekili ve Türkiye Tayyare Ce-miyeti Reisi Ahmet Kutsi’nin gönderdiği bir berattan, yine aynı cemiyetin Kırşehir şubesi başkanı Veli Hazım Bey’in göndermiş olduğu mektuptan Veliyettin Hürrem Çelebi’nin cemi-yete on bin lira bağışladığını öğreniyoruz.

Postnişin nasıl seçilirdi? Bunda kural eslah ve erşed olması gereğiydi. Bu iki sözcük Os-manlı fermanlarında da geçmektedir. Eslah, salih olan (uygun olan), eşred ise reşit (olgun olan) anlamındadır. Salih, yani uygun olan bir önceki postnişine en yakın olan kişidir, büyük ihtimalle önce kardeş, daha sonra kardeş ço-cuklarından en büyüğü. Eşred ise olgun kişidir ki üç özellik aranır: Fizik, ahlâk ve bilgi. Fizik, yüz güzelliğinden çok aşırı yaşlanma (buna-ma), akıl hastalığı gibi kusurları bulunmaması anlamındadır. Ahlâk yönünden hiçbir kusuru bulunmaması gerekir. Bilgi yönünden emsalle-rinden üstün olmalıdır.

Bugün Hacı Bektaş Dergâhı diye insanlar Türbe’yi ziyaret etmektedirler. Hatta bazı tele-vizyon kanalları Muharrem ayında Dergâh’tan yayın yapıyoruz diyerek Türbe’den yayın yap-tılar. Türbe bir kabristandır. Dergâh ise canlı-ların yaşadığı, soluk alınıp verilen bir yerdir. Başında da yaşayan bir kişi vardır. Ölüler ica-zet veremez, gelip gideni denetleyemez.

Hacı Bektaş Türbesi’nde (müze) bir cami vardır. Bu camide ibadet yapılmaktadır. Karşı-sında bir meydan evi vardır. Cemevi de diyebi-leceğimiz bu yer ibadete kapalıdır.

Bugüne kadar pek çok kez ifade edilmiştir. Bir daha tekrarlamak gerekirse Diyanet İşleri Başkanlığı hiçbir şekilde Aleviliği temsil et-mediği gibi, Alevilik Diyanet’in içinde buluna-maz ya da emrine giremez. Camiler Aleviliğin ibadet yeri olamaz. Bunun aksini iddia etmek, insan haklarına, eşitliğe, laikliğe, demokrasi-ye, özellikle de Alevi-Bektaşi toplumuna say-gısızlıktır.

Alevilerin birlikteliği için, bütün ocaklara, derneklere vakıfl ara, yayın kuruluşlarına, Ale-vilerle ilgili bütün oluşumlara (işbirlikçiler ha-riç) eşit mesafede duran, hiçbir zaman siyasete karışmamış olan Hacı Bektaş Dergâh’ı serçeş-medir. Devletin ve milletin bu gerçeği görüp buna göre davranması, ülkemizin bütünlüğü ve cemaatlerin kardeşliği açısından elzemdir.

Sonuç olarak, Hacı Bektaş Postnişini’nin hukuki statüsü tanınmalı, kendisinden alınmış olan haklar iade edilmeli; laikliğin, insan hak-larının eşitliği tam olarak yürümesi sağlanma-lıdır.

Bir daha tekrarlamak gerekirse Diyanet İşleri Başkanlığı hiçbir şekilde Aleviliği temsil etmediği gibi, Alevilik Diyanet’in içinde bulunamaz ya da emrine giremez. Camiler Aleviliğin ibadet yeri olamaz.

ALİ KAYKI (BUDAK ALİ)

Boşver Gönül İkrarsızaEdep erkân yol bilmezeBoşver gönül yoldaş olmaEr içinden er seçmezeBoşver gönül sırdaş olma

Anlamazlar niyetiniHakk’ın varlık cihetiniAsıl olan güzelliğiGörmezlerle gözdeş olma

Dilin vardır konuşursunBülbül gibi ötüşürsünNa-ehil anlar mı dersinKargalarla sözdeş olma

Işık saçmaktır amacınTuğba olmuştur ağacınHakk Cemalidir miracınKara güne güneş olma

Hakk’tan gelen sözü demeNadanlara sırrın vermeŞaşı göze sürme çekmeHal bilmeze haldaş olma

İçi fi tne dolu onlarSinsi sinsi yaklaşırlarİlk fırsatta sataşırlarDüşman ile candaş olma

Budak Ali’m Hakk bilirsenHakk’ı batıldan seçersenHakikat yolumdur dersenİkrarsıza kardaş olma

16.02.2008

GiderimKalıba koyup da daraltma beniEvrene sığamam coşar giderimGereksiz nedenle taşlama beniDayanmaz bu sabrım taşar giderim

Ummana dalmışım cevher bulmayaNefessiz bırakma sızlar yüreğimFırsatım kollarlar hesap sormayaAteşle ciğerim dağlar giderim

Derdime dert katıp kabartma yeterÇok çile çekmişim beterden beterFeleğin çarkında edildim hederGüzellik uğruna koşar giderim

Budak Ali’m yine ferman yazsalarBu kaçıncı ferman yırtar giderimİkrarım vermişim dönmem kovsalarHakikat yolumdur tozar giderim

Ozan yanan sigaraya benzer. Ateşi de aşkıdır. Yârin çektiği her nefeste küle çevrilir. Külü yere düşer turab olur; “kün” emriyle kül gülümser “gül”e dönüşür. Dumanı yele gider bulut olur, hasretinden ağlar ve damla damla güle düşer. Ateşi karanlığa ışık olur. Söze düşer türkü olur, saza düşer ezgi olur, ney’den çıkar feryat olur. Söz, ezgi ve feryat can bulur bülbül olur. Ve havalanır uçar uçar uçar gülün dalına konar.

Canlara Aşk ile...

ÖzürSayın Hüseyin Hürrem Ulusoy’un 40. sayı-mızın 30. sayfasında yayınlanan “Güzide Ana” başlıklı yazısında bir dizgi yanlışlığı nedeniyle adı tam olarak yazılmamış. Ayrı-ca yazıdaki son nefesin “Biz hakikat kenzinin bevvabının derbanıyız” mısrasında kenz: ha-zine sözcüğü yanlışlıkla keriz olarak yazıl-mış. Düzeltir, özür dileriz.

Page 26: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

26 Sayı 41

SERÇEÞME

BU YAŞADIĞIMIZ topraklara yayılan kao-sa çözümü yurttaşlık felsefesinin ‘politik’

erdemlilikle çözülebileceğini görmek gerek. Etnik, dini farklılıklar ile kültürel unsurları or-tak özgürlük ve onu sürdürebilen kurumlar ve gelecek tasarımları güçlendirme yoluna yönel-meliyiz. Kurtuluş Savaşı nasıl ki bir yurtsever-lik -milliyetçi değil yurtseverlik- savunması ile gerçekleştirilebildi.

Özgürlükleri nefes alınamayacak kadar da-raltmak, kasvetli, militarist, baskıcı koşulları yasalaştırmak ortak geleceğimiz için kaygılan-mayı arttırmaktadır. Ülke yaşayanını dar kafa-lılığa, bağnazlığa, hoşgörüsüzlüğe iten, insani ve evrensel değerleri kirletir duruma sokmak iyi bir şey olsaydı, Hitleri ve Mussolini gibile-rini alkışlıyor olanlar artardı.

Yakın tarihin sıklıkla bize örnekler sundu-ğu gibi; bir halk etnik, dinsel, politik ve eko-nomik krizle yüz yüze geldiğinde ya yurtse-verlik ya da milliyetçilik dili, kurguları hâkim olmaya başlar. Bununla birlikte içerden kendi özgürlüklerini ve vicdanını yemeye, kirletme-ye veya çürütmeye başlar. Bunu entelektüel alanda da yapmaya başladığında toplum artık sağduyusunu yitirmeye başlar. Dini ve etnik ayrımcılık hoşgörüsüzlük de bu entelektüel bi-rikimin tekabül ettiği ekonomik ve bağlı kaldı-ğı siyasal çeşmeden beslenir.

Ortadoğu başta olmak üzere, Mezopotam-ya, Anadolu, Kafkasya ve Balkanlar hoşgörü sınırını yıkmıştır. Bu coğrafyalar milliyetçi ve dinci partilerin örgütlenme batağına dönüş-müştür. Bu bölgelerde milliyetçili ve dini et-nik yapıların özgürleştirilmesi sağlanamadan barışın kaosun yerine geçmesi pek mümkün görünmüyor.

Milliyetçiliği ve bu yeni dinsel gelişimi ön-celikle ‘sol’ duruş göğüsleyebilir. Laiklik de genel özgürlüklerde ancak buradan doğabilir. Yoksulluk, işsizlik artarken orta sınıfl ar çöker-ken aşağılanan, hor görülen umutsuz insanlar kendilerini onurlu sayacağı veya onurunu ko-ruyacağı, övüneceği bir şey olarak milliyetçili-ğe, dinselliğe sarılıyorlar.

Entelektüellerde bu noktada şaşkın hatta yüzsüz ve kirlidir. Entelektüelin muhafazakâr şoven döngülerde yaşam alanı bulmaya çalış-ması toplumsallık açısından bir sorumluluğu olmadığını göstermektedir. Toplumun katman-laşması, toplumsallığın özgürlükler temelinde değil; fakir ama hiç değilse Türküm, Kürdüm Aleviyim veya Müslüman’ım vs. olarak yüzey-leşiyor. Toplumsal değişim yaratacak güçler bu haliyle sağa, muhafazakârlığa biraz daha geç-miş geçirilmiş oluyor.

Piyasaya sürülen milliyetçilik tarihi bir avuntudur. Piyasaya sürülen cennet vaatli din-cileşme çevresinde bulunan kendinden farklı olan herkesi yutmaya veya yok etmeye hazır hale gelmiştir. Bu sınır bu dönemde fazlasıyla zorlanmaktadır. Alevilerin bu oyunun bir par-çası olması da tarihte olduğu gibi onları gelip bulmak üzeredir.

Genel politikaların belirlediği şeyler, eğer demokratik bir toplumsal düşün, üretim, tüke-tim ve yaşam üzerine kurulmazsa neler olabilir. Bir köy toplumsal örnekleme açısından elbette açık ve kesin bir örnek olarak öne çıkarılamaz. Ancak bazı örnekler önümüze çıkan sorunun yapılanmasında keskin bir derecelendirme su-nar bize.

Aleviliğin kurumsal sorunları yaşam ala-nında gittikçe büyümekle birlikte çatışma ve çelişkilerini de arttırmaktadır. Konya-Beyşe-hir-Şamlar köyünde günlük hayatın bir parçası gibi sürer koşullanmalar. Yaşam çoktan köye bağlı olmaktan çıkmış durumda. Yaşayanlar köylerini terk ederek ya Beyşehir- Seydişehir’e ya da gözü daha kara olanlar Avrupa’ya, özel-liklede Norveç’e yerleşmişler. Neredeyse tüm Alevi yerleşimlerinde olduğu gibi doğanın ni-metlerinin en verimli olduğu bir yer Şamlar’ın kurulduğu yer. Köyün kuruluş tarihi bilinmi-yor. Tüm Tahtacılara atfedilen göç ve yerleşme hikâyesi onların arasında da geçerli.

Şamlar Köyünde CemDertli Divani’nin talipleri olan Şamlarlılar, Beyşehir’de Niyazi Baba’nın evinde görgüye girmek, bir yılın özeleştirisini vermek için, günlerdir planladıkları günün bir gün önce-sinde kendi aralarında bizimde katıldığımız sohbetteyiz. Dertli Divani’nin talipleri ile ger-çekleştirdiği ceme Ankara’dan zakirler Ferhat Karaca ve Can Kalaycıoğlu ile Adıyaman’dan Ozan Garip Kamil birlikte katılıyoruz.

Selamlaşmalarla nefeslerle başladı akşamın kızıllığı. Nice ulu ozandan nefesler dile geldik-ten sonra gece hasbıhale döndü. Canlardan biri nefes söyleyenlere “nur olasınız erenler” diye-rek gecenin değişen anlamı içerisinde konuş-maya çevirdi sözlerini. Günlük konuşmalardan sonra söz Aleviliğin ve kendilerinin yaşadığı sorunlara geldi.

“Zaman gazetesi bizden daha iyi Alevicilik yapıyor” diyor bir can, sözü günlerdir boğazı-na düğümlenmiş olduğunu belli ederek. Arada bir bu gazeteyi eline aldığında bunu kendisinin de fark ettiğini söylüyor başka bir can.

Bir başkası: “Karacaahmet’in yıkılmasını bilen Alevi unutur mu Tayyibi.”

Bir başkası devam ediyor; “Yüreği sıkışma-dan bazı Aleviler camiye gidebiliyor” diyor. Bir başkası:

“Taziyeye gelen eline alıyor Kuran’ı Arap-ça okuyor. Bizim yolumuz farklı ve bizim taziyemizi, yasımızı nasıl yerine getire-

ceğini bilen insanlarımız var. Ama böyle Arapça okuyanlara tepki göstermiyoruz ne yazı ki.”

Bir başkası; “Kuran Kursları hayatımıza girdi. Orada bir Kızılbaşı Müslüman ediyoruz diyorlar.”

Başka bir can; “İki toplumunda çürük mey-veleri var ancak kendimizde eksiklik. Bence önce kendimizi yargılamalıyız.” diyor.

Konunun nasıl başladığını anlamakta geci-kiyoruz. Ancak anlaşılıyor ki aralarında yaşa-dıkları sorunların bir öncesi var.

Gençler devreye giriyor. Onlarında sorun-ları ve soruları birikmiş. Gecenin koyuluğuna daha fazla katılan oldukça sorularda, tartışan-larda çoğalıyor. Gençlerden biri izin alarak gi-riyor söze:

“Gençler olarak Kuran’a yakın olacak mı-yız? Onu öğrenecek miyiz? Hem camiye hem cemevine gidebilir miyiz? Boşlukta bir köprüdeyiz. Bir o taraf, bir bu taraf var. Nereye geçeceğiz. Cuma günü ekmek da-vasına camiye gidiyoruz. Yanımdaki beş kişi gidiyor, bende gidiyorum.”

Büyüklerden biri söze giriyor; “İkrar ver-men gerek artık.” diyor. Konuşan genç yanıt-lıyor; “İkrar veremem kendime güvenemiyo-rum.”

O ana kadar sessizliğini koruyan Dertli Di-vani Dede müdahale ediyor:

“Herkes özgürdür. Hazır değilse olmaz. İkrar vermek için yolu anlamak, yola inan-mak gerek.”

Gençlerin babalarından biri giriyor söze, susunca Dede; “Oğlum pınara yakın olmaz-sanız yıkanamazsınız” diyor. Başka bir baba; “Oğlum sizi biz doğurduk. Niye peşimizden gelmiyorsunuz.”

Gençler suskun… Devam ediyor konuşan can; “Gençlerimizde yönelme yok.” Genç de-vam ediyor; “Büyüklerimiz kendilerini yetiştir-seler, bilgi sahibi olsalar bizi de eğitirler.”

Başka bir genç giriyor araya:“Patron sıkıştırıyor bazen Aleviliğimiz üzerine. Ben de sen nasıl Fetullah’ın, Sa-idi Nursi’nin peşine düşüyor, onlara saygı duyuyorsan, önlerinde eğiliyorsan, ben de Hacı Bektaşi Veli’ye öyle bağlıyım. Bana saygı duymalısın diyorum.”

Başından geçen bir olayı anlatıyor arkada-şına dönerek:

“Bir gün bana Alevilik nedir diye sordu. Ona biraz açıkladım. O da bir de interne-te bakalım dedi. Açtı. Önceden ayarlamış ama bunu… Okuyunca, ha siz İslam’ın özüymüşsünüz. Dört kapı kırk makamınız da otuz iki farzın yorumuymuş dedi. Daha fazla tartışmaya girmedim amacı belliydi.”

Herkes gençleri dinliyor. Bu olayda olduğu gibi Alevi gençlere nasıl kanca atıldığı tartışı-lıyor. Yaşlı canlardan biri konuşuyor:

“DENİZİN YANINDA KUYU KAZILMAZ”

Boşlukta Köprü: Nereye GideceğizHasan Harmancı

Bizim kendimizi gizlememiz riyakârlıktır,

feza çağında yaşıyoruz artık kendimizi,

gönüllerimizi birliyeyim yola gidelim

Page 27: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 27

SERÇEÞME

“Müftü İmam Hatip Müdürü, Yüksek Okul Müdürü gibi on kadar kişi toplanıyor. Bun-lardan biri de Şamlarlı. Konuşma sırasında Müftüye Yüksek Okul Müdürü soruyor; Camisi var mı bu köyün? Müftü; ‘Onların (Şamlar) cemevleri de çok şükür ki camileri de var’.”

Gençlerden biri değiştiriyor sözü:“Bence yol sırlanmalı, anlatılmamalı. Bize daha yakın zamana kadar, gizlilikle, mum ışığı altında anlatılıyordu. Gizliydi bu, her Perşembe köye gittiğimi (cem tutmaya) kimse bilmemeli. Şimdi Sünni olarak bili-nen çevremizdeki bazı köyler eskiden cem tutarlarmış, hala da devam ediyormuş. Biz niye duyuruyoruz ki. Bizim yaşlılarımız da hala delil getiriyorlar. Çevremizdeki Sünni baskı fazla, köylülerimizin çoğu esnaf ve ortam belli.”

Dertli Divani Dede yeterli buluyor (Bu ara ara not aldığımız tüm konuşmaları, saatlerce süren karşılıklı konuşmaları, dilekleri, tartış-maları dile getirmek mümkün değil. Birçok konuşma da o meclisin özeli tabii ki) ve geceyi mühürlemek için sözü alıyor:

“Sizin başınızda mum da yansa arkanızı dön düğünüzde bunlar Kızılbaş, Müslüman-lığı ne olacak derler. Siz esnafl ıktan üç kuruş fazla kazanmak için bunu yapmama-lısınız. Güven verip, sağlam olun. Hatta kendi kendinize bile yetersiniz. Mal, mülk, kefi llik, doğruluk konusunda onlar birbirle-rine inanmazlar ancak size kefi l olurlar. Biz yaratılanı yaratandan dolayı hoş görürüz. Tevrat’a da İncil’e de Zebur’a da Kuran’a da hatta 104 kitabın 104’üne de, kitapsıza da, inanmayana da, inanana da aynı oranda saygılıyız. Bize kimse kendi inancını da-yatmadığı sürece saygıda kusur etmeyen bir tabiatımız var. Kendisinden olmayana saygı duymayı ve onu olduğu gibi kabul etmeyi artık insanlar özellikle de yobazlar öğrenmeli. Dik duruşumuzla kendimize özgüvenimizin olmasıyla inancımızı iyi bi-lip ve doğru ifade edişimizle ancak bizlere sonunda insanca bakacak ve saygı göster-mesini öğrenecekler. Siz kendinizi sakla-mamalısınız. Siyaset icabı yapmaya çalış-tıklarınızın yani Camiye gidip, Ramazan orucu tutmanızın yolumuzda, inancımızda yeri yoktur.Öte yandan yola ikrar verdikten sonra orası burası diye bir şey olamaz. İkrar verenin bu

yolun dışına çıkma özgürlüğü yoktur. Biz inancımızı doğru yapalım, göreceksiniz başka şeye ihtiyaç duymayacağız. Siz beş vakit Kâbe’de de eğilip doğrulsanız onların gözünde değişmezsiniz. Siz Aleviliğinizi, ceminizi haykırmalısınız. Cemlerimizde saklayabileceğiniz bir şey yok. Eskiden atalarımızın kimliğimi açığa çıktığında maldan, candan oluyordu. Buna rağmen takiyye yapmamış ödün vermemişler. Şim-di ise diyebiliyoruz. Bizim cemimize doğ-rular girer. Herkes rızalık alır birbirinden. Camide öyle mi. Hırlı hırsız herkes orada. Bilen, bilmeyen imamın peşinde.Ben senin İbadetine dil uzatıyor muyum? Hayır… O zaman sende benim inancıma ibadetime karışmayacaksın. Kişiliğimden davranış ve ahlakımdan bir şikâyetin var-sa söyle yoksa başka yönüm seni ilgilen-dirmez diye tepkinizi gösterin. Hayatını-zı Beyşehir’den öteye götürmüyorsunuz. Medyada sonuna kadar tartışılıyor. Artık yırtın, bu korku örtüsünü, kırın kabuğunu-zu…”

Dertli Divani Dede susuyor… Başka bir can devam ediyor:

“Cemde kadın erkek niye bir arada, kadın erkek neden birlikte semah dönüyorlar diye soruyorlar. Semah olayını anlamıyorlar-mış.”

Dede kısaca yanıtlıyor: “Bizim için kadın ve erkek ceme girince birdir. Cemevinden içeri girince karı-koca bile cinsiyetini unutur. Herkes bir can olur. Özünü Hak-Muhammet-Ali yoluna teslim eder.”

Başka bir canın sözü ile gece mühürlenme-ye doğru gidiyor:

“Bize çok temiz insanlarsınız. Bunu nasıl başarıyorsunuz diyorlar. Ancak bazıları yüzümüze gülüp ardımızdan konuşuyor. Çoğu zamanda bilgisizliğimizden dolayı böyle üstümüze geliyorlar.”

Son söz ile gece mühürleniyor: “Bizim kendimizi gizlememiz riyakârlık-tır, feza çağında yaşıyoruz artık kendimize, gönüllerimizi birliyeyim yola gidelim.”

Gece bu tartışmalar ve konuşmalarla son-lanırken yarın akşamki görgü için özler yarı yarıya dara sürüldü bile. Yarın ola hayrola.

Yiğit Muhtaç OlmuşMustafa Özcivan

ANKARA’nın Dikmen semtinde evim var, yıl içerisinde ara, ara orada kalırım ve Dik-

men semtindeki çok sayıdaki hemşerilerimle sürekli buluştukları kahvehane de buluşur, sohbet ederiz. Kahvehanede hemşerilerimle sohbet ettiğimiz bir gün, hareketlerinden psi-kolojik rahatsızlığı olduğu belli olan genç bir insan gülümseyerek yan masada oturanlardan el kol işaretleriyle çay ve sigara istedi.

Masadaki arkadaşlara, “Kim bu?” dedim. “Mahzuni Şerif’in oğlu” dediler. Daha önce duymuştum, fakat ilk defa karşılaştım. Sonra araştırdım ve üzüle rek öğrendim ki doğru. Adı Ferhat! Mahzu ni Şerif’in üçüncü hanımından ve Emrah Mahzu ni’nin öz kardeşi. Mahzuni Şerif’in sekiz çocuğundan biri.

Dikmen’e çıkarken yokuşta sol tarafta bu-lunan Uğur Petrol’ün (Kayseri’nin Karaözü beldesinden) vermiş olduğu bir odada ara sıra kalan sahipsiz, kimsesiz, garip bir Mahzuni ço cuğu. Ozanın altıncı ölüm yıldönümünde böyle özel konuları yazmak istemezdim, ama Mahzuni’nin o ünlü dörtlüğü aklıma geldi:

Yiğit muhtaç olmuş kuru soğanaBilmem söylesem mi söylemesem mi?

Ve bu haftanın da özürlüler haftası olma-sı nedeniyle, söyleme gereği duydum. Kardeşi Emrah’ın söyledikleri beni daha da üzdü:

“Kardeşim sağır ve dilsiz. Maalesef zama-nında sağır ve dilsizler okuluna gönderil-medi. Şimdi de kız kardeşim Şirin bakma-ya çalışıyor, fakat bazen gücü yetemiyor, üzücü durumlar oluyor. Ve en önemlisi kar-deşimin velayetini onunla ilgilenen kız kar-deşim Şirin değil, Fatma’dan olan kardeşim Ali almış; o da ilgilenmiyor.”

Özürlü bir çocuğu olan anne, baba, kardeş-ler ya da abiler ne yapar, ne eder mutlaka tedavi yollarını arar. Görmüyorsa, körler okuluna; sa-ğır ve dilsizse, sağır ve dilsizler okuluna gön-derir ve o çocuğu bir biçimde eğitmeye, tedavi etmeye, eğitim ve öğretimini göstermeye, yani topluma kazandırmaya çalışır. Çok özürlü in-sanlar biliyorum ve görüyorum ki görmeyen, konuşamayan, gören ve konuşanlardan daha iyi görüyorlar, konuşuyorlar ve de düşünüyor-lar. Bu konuyu Hasan Harmancı ile konuşur-ken bir anısını anlattı:

“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Baş-kanı Şanal Saruhan’ın da özürlü bir çocuğu var. Söyleşi yapmak için randevu istedim. Bana, ‘Bugünü çocuğumla geçireceğim ka tı lamayacağım dedi’ ve haftanın belirli gün lerini çocuğuna ayırdığını söyledi.”

Çağdaş insanın, ailenin yapması gereken bu. Bizim felsefemiz, insani değerlerimiz özür-lü insanımıza, çocuğumuza sahip çıkmamızı gerektirmez mi? Mahzuni Şerif sıradan bir va-tandaş değil. Belki bazıları o ailenin özel soru-nu diyebilir, fakat topluma mal olmuş, topluma yön veren kişilerin çocukları da o şahsın yaşam felsefesine uygun hareket etmeliler diye düşü-nüyorum. Özürlü olmak suç değil, ama tedavi yönünde uğraş vermemek, onu sahiplenmemek toplum vicdanını rahatsız etmektedir.

Büyük ozanın, altıncı ölüm yıldönümünde bir kez daha rahmetle anarken, yiğitlerin muh-taç olmadığı gelecek yıllara…

Hacıbektaş, 15 Mayıs 2008

Şam

lar C

emev

inde

Hüs

eyin

Kut

lu c

an

İbri

ktar

hiz

met

ini y

apar

ken.

Fotoğr

af: K

enan

Tez

erdi

Page 28: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

28 Sayı 41

SERÇEÞME

PİR SULTAN ABDAL Kültür Derneğinin internet sitesinde günler önceden başlayan

hareketlilik, 10. Olağan Kongrenin nasıl geçe-ceği hakkında önemli bazı ipuçları veriyordu.

Genel yönetim kurulu üyeleri, denetimleri altındaki internet sitesinden, görev dağılımı yapmışçasına, kendilerini eleştirenlere ateş püskürüyorlardı.

Eşit koşullarda olmayan muhalifl erini kes-kin bir üslupla hırpalarken, onlara cevap hakkı tanımamak en yalın bir anlatımla adaletsizlikti.

Dışa yansıyan bu ürkütücü manzaradan sonra, düşünmeden edemedim:

İnternet ortamında gördüklerim ya Anka-ra’daki kongre salonunda da tekrarlanırsa, Ge-nel kurul üyelerini bilgilendirirken ve eleştiri hakkımı kullanırken bana da sataşmalar olursa ya da kürsüde konuşurken sözlerim kesilirse ne yapardım?

Kongreye katılırsam, bu olasılıklara ha-zırlıklı olmam ve sonuçlarına katlanabilmeyi göze almam gerekiyordu.

Katılmadığım takdirde ise, şöyle bir suçla-maya muhatap olma ihtimali her zaman vardı ve beni asıl kaygılandıran da buydu:

“Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin Genel Kuruluna gelip, düşüncelerini söylemek ve eleştiri hakkını kullanmak istedin de, bu de-mokratik platformda sana engel mi olundu?”

Karar vermem hiç kolay olmadı. Gidiş-ge-lişleri de sayarsak dört gün işimden ayrı kala-cak, bin iki yüz kilometre yol kat edecektim.

Sezgilerime güveniyor, geleceği görebili-yordum, ama demokrasiye, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne tutkulu yorgun kalbime, gel de söz dinlet!

12 Nisan 2008 de Ankara’da idim.Kongre salonunda, en yüksek karar organı

olan genel kurul üyelerine, gizlenen bazı ger-çekleri olduğu gibi anlatacak, onların huzu-runda, genel yönetim kurulu üyeleriyle tek tek yüzleşecek ve soracaktım...

Her şey içimizde çözümlenecek ve olay ka-panmış olacaktı.

Ama olmadı.Buna fırsat tanımadılar!Konuklar listesinde benim de adım okundu.Milletvekillerinden sendika temsilcilerine,

vakıfl ardan derneklere kadar, salonda bulunan yirmiye yakın konuğun tümüne -ben hariç- dört saat boyunca söz hakkı tanındı.

Bilirsiniz, divan heyetinin bu tür toplan-tılarda önemli bir rolü, ciddi bir sorumluluğu vardır. Oturumu yönetirken hiç kimseden ica-zet almaz, kimseye biat etmezler. Tarafsız ve bağımsız davranmak zorundadırlar. Bu hem yasal hakları, hem de görevleridir.

Durum böyle iken, divan başkanına elden sunduğum söz hakkı talep eden dilekçemin, teamüllere ve yasalara aykırı olarak, aleyhle-rinde konuşacağım kişilere havale edilmesi ve kulisler yapılması çok şaşırtıcı ve anlaşılmaz bir olaydı.

Bunu, yapılan istişarelerin ardından söz hakkı verilmemesi izledi.

Konuya kısmen vakıf olanlar bile durumu ibret verici buldular, ama Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin çatısı altında ben bunlara ilk kez tanık olmuyordum ki…

Daha da beterlerini yaşayarak görmüştüm.Divan Başkanının, kongre sonunda Disip-

lin Kurulu üyeliğine ve şimdi de muhtemelen Disiplin Kurulu Başkanlığa seçilmiş olması, aslında her şeyi anlatmaya yetiyor, fazla söze gerek bırakmıyordu.

Söz hakkının verilmeyeceğini öğrenip, kong re salonundan ayrıldığımda, saatler 17:20’yi gös teriyordu.

Sıfır noktasına geri dönülmüştü.Genel merkez yöneticileri her zaman ol-

duğu gibi haksızlıklarını asla önemsemiyor, eleştiri duymaya tahammül edemiyor ve genel kurul üyelerinin gerçekleri öğrenme hakkına saygılı davranmıyorlardı.

Dillerinden düşürmedikleri barış, sevgi, hoşgörü, hukuk, demokrasi ve insan hakları-na saygıyı hep başkalarından istiyor, bunları kendilerinden bekleyenlere aynı anlayışı ve içtenliği gösteremiyor, kendileri gibi düşün-meyenlere hukuka uyarlı olmayan tavırlar ser-giliyorlardı.

Kürsülerden Aleviler adına konuşmayı ken-di lerine hak sayıyorlardı, ama aynı kürsüden, yanlışlarının dile getirilmesi ihtimaline bile katlanamıyor, başka bir alevinin, kendilerine aykırı gelen fi kir ve düşüncelerini özgürce ifa-de etmesine, divan heyetini de arkalarına ala-rak izin vermiyorlardı.

Karşıt görüşlere de saygılı, demokratik bir olgunluktan söz etme olanağı maalesef yoktu.

Peki, iç sorunların içeride tartışılarak çö-zümlenmesi yerine, konunun dışarıya taşması-nı ısrarla arzulayan bu meydan okuyucu tavır-larının altında yatan amaç ne olabilirdi?

Bunu hep birlikte göreceğiz. Alevilerin ortak taleplerini hayata geçirme

yolunda, inançlı, kararlı, diri ve örgütlü bir mü-cadeleye, sevgi ve hoşgörüye dayalı birleştirici ve bütünleştirici bir anlayışa şiddetle ihtiyaç varken, bölücü ve ayrıştırıcı bir söyleme ne-den arka çıktıklarını işte bu tavırları nedeniyle kendilerine soramadık ve bu söylemin aleviler adına tehlikesine ne yazık ki işaret edemedik!

Türk Bayrağının Alevileri temsil etmedi-ği savını dillendiren bir genel yönetim kurulu üyesinin baş tacı edilmesine, titizlikle korunup kollanmasına, bu görüşe karşı çıkan bir şube başkanının ise derhal görevden alınmasına, en çok genel kurul üyelerinin ne diyeceğini merak ediyorduk, öğrenemedik!

“Bayrağa sahip çıkanlar ve çıkmayanlar” şeklinde Alevileri kendi aralarında kamplara bölme tehlikesini de bünyesinde barındıran sakat bir fi kre, gene fi kir düzeyinde karşı koy-mamızın; hangi anlayışla ve hangi mantıkla görevden alınmayı gerektiren bir suç olarak değerlendirildiğini ve bu karşı duruşumuzun, “Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin hangi

örgütsel çalışma tarzına ve ilkesine” aykırı olduğunu, bütün içtenliğimizle soracaktık, so-ramadık!

Düşünceye, sadece düşüncesiyle karşı çı-kan bir şube başkanını saf dışı bırakmak ve görevden almak uğruna, kılıfl ar aramanın, ifti-ra etmenin, gerçeği yansıtmayan hayali suçla-malarla onu karalamaya yeltenmenin, Alevilik anlayışında yerinin olup olmadığını ve bu tu-tum ve davranışlarının düşkünlük nedeni sa-yılıp sayılmayacağını, genel kurul üyelerinin vicdanlarında oylayacaktık, oylayamadık!

Görevden alma kararının; kasıtlı, usulsüz ve hukuka aykırı bir şekilde, hiç ilgisi olmayan başka bir şubeye neden gönderildiğini, dernek mührü elinde bulunan ve sorumluluğu henüz devam eden bir şube başkanının şubesine ait kapı kilitlerinin yetkisiz bir şekilde, ansızın ve gizlice niçin değiştirildiğini ve tüm bunların altında yatan kötü niyetin, gizli amacın, kor-kunun ve endişenin ne olduğunu soracaktık, soramadık!

Pir Sultan Abdal’ın yaşamında ve felsefe-sinde harama, iftiraya ve karalamaya yer ol-madığını, oysa Alevilik tarihine miras kalacak olan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Karar Defterindeki 843 No’lu kararın tam bir karala-madan ibaret olduğunu ve derhal düzeltilmesi gerektiğini hatırlatacaktık, hatırlatamadık!

Alevilerin büyük çoğunluğunun asla benim-semeyeceği prematüre bir görüşü ortak talep-ler arasına ustaca sıkıştırmaya çalışmanın ve bayrağa takılı kalmanın, niyetlerini gizlemek gereğini hissettiklerinde ise “Bayrakla bizim hiçbir sorunumuz yok” açıklamasına sığınma-larının aslında ne anlama geldiğini ve Aleviler için bunun ne büyük bir tehlike olduğunu an-latmaya çalışacaktık, anlatamadık!

Gerçekleri bilmek genel kurul üyelerinin de hakkıydı, buna saygı duymadılar.

Hukuk ve demokrasi anlayışları kürsüye çık mamıza izin vermedi.

Konukluğumuzu bildik, salondan ayrıldık.Kongre sonuçlarından şimdi anlıyoruz ki,

bazıları sütre gerisine çekilmiş durumdalar, ba zıları da, yeni yönetimde yeni görevler ala-caklar.

İnsan hakları, barış, emek, sevgi, hoşgörü, hukuk ve demokrasi sözcükleri gene dillerin-den düşmeyecek!..

Gene bu sözcüklerle dolu bildirgeler yayın-layacaklar.

Kendilerini kutluyor ve başarılar diliyo-ruz!...

Bildiklerini yeniden hatırlatmak görevi gene bize düşüyor:

Alevilik, takiyye anlayışını kabul etmez!... Çuvaldızla, iğneyi birlikte taşımak gerekir.Çifte standart anlayış, inandırıcılığın ve dü-

rüs tlüğün hiçbir zaman dostu olmamıştır.Bu yola baş koyanlar için; öz de, söz de bir

olmak durumundadır.Yeni başkana gerçekten çok iş düşüyor !..Her şeyi yeniden gözden geçirmesi gereki-

yor.İncinsek de, kırılsak da, yüreğimizde kin

ve nefrete yer yok.Uzanan elleri geri çevirmeyiz!Sevgi, hoşgörü, barış ve kardeşlik maya-

mızda var,Direncimiz haksızlıklara, yanlışlıklara, ada-

let sizliklere ve Hızır Paşalara!..Sevgi ve saygılarımla,

NOT: Divan başkanlığına sunulan dilekçem me-

rak edenlere ayrıca gönderilecektir.

Kongre İzlenimleriBektaş Tufan GüneşPSAKD Karşıyaka-İzmir Şb. Eski Başkanı - Mali Müşavir - Müs. Top. Kd. Yzb - Kıbrıs Gazisi

Çifte standart anlayış, inandırıcılığın ve dü rüs tlüğün

hiçbir zaman dostu olmamıştır.

Page 29: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 29

SERÇEÞME

SERÇEŞMEOKUYUCULARININ KATKISIYLA

ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR

Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır.

Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır.

Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır.

Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor.

Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLARYURTDIŞI

Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman ..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49 221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49 179.207 20 65 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİAdıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.. .....0532.740 42 50

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

AFYONKARAHİSAR’IN Sandıklı İlçesi-ne bağlı Selçik Köyü’nde 22 Mart 2008

Cumartesi günü, ikincisi düzenlenen Nevruz etkinliği çok coşkulu geçti. Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği tarafın-dan gerçekleştirilen etkinlikte açış konuşması-nı Genel Sekreter Yusuf Coşkun yaptı:

“Köyümüzde dayanışma içinde olduğumuz sürece çok şeyler başarırız. Önümüzdeki yıllarda gençlerimizin yönetime girerek bunları devam ettirmelerini istiyoruz. Bun-dan böyle sorumluluk alacak olan gençler-dir.”

Ardından Dernek Başkanı Yusuf Yıldırım söz aldı:

“Bu derneği kurarken sevgi ve saygıyı paylaşmayı hedefl edik. Bir elin nesi var, iki elin sesi var dedik daima. Geçen yıl bu etkinliğe katılım şimdikinin yarısı kadardı. Bugün gelen canların, yurt içi ve yurt dı-şındaki kalpleri bizimle olan herkesin Nev-ruz Bayramı’nı kutluyorum.”

Etkinlik Ozan Yıldırım ve Gülbahar Top’un söylediği türkülerle devam etti. Selçik Köyü Semah Ekibi’nin döndüğü semahların ardın-dan, Afyon Kocatepe Üniversitesi öğrencile-rinden Nazım Coşkun ve Tolga Baydan dinleti sundu. Tuncay Sağlık ve ekibinin türküleri beğeni topladı. Canlar coşkuya halaylarla, se-mahlarla katıldı. Nevruza katılan canlara lok-

ma sunuldu. Farklı yörelerden de katılanların olduğu etkinlikte, canlar Nevruz’u coşku içe-risinde kutladılar.

Tüm canlar Derneğin düzenlediği Hacı Bek-taş Veli Dergâhı ziyaretine ve 26 Temmuz’da gerçekleştirilecek Sarı Selçuk Dede Anma Et-kinliğine katılmaya davet edildi. Nevruz ateşi-nin türküler eşliğinde yakılmasının ardından, etkinlik saat yedi sona erdi.

Bir Kitap da Sizden Olsun“Karanlığa bir ışık da sen yak… Selçik Köyü Okuma Odası İçin Kitap Yardımlarınızı Bekli-yoruz…” diyerek başladığımız kitap kampan-yasında, sizlerin de kitap desteklerini bekliyo-ruz.

1993 yılında başlatılan bu yolculukta köy odası, kısıtlı miktarda kitaplarla küçük bir okuma odasına dönüştürüldü. Okuma odası-nın daha işlevsel bir kütüphaneye dönüştürmek için çalışmalara başladı.

Kitabın yediğimiz ekmek, içtiğimiz su ka-dar ihtiyaç olduğunu düşünerek yürüttüğümüz kitap kampanyasında şimdiye kadar üç bin adet yayın topladık.

Kampanyamıza destek veren, kitap ba-ğışında bulunan herkese teşekkür ediyoruz. Okumaya ve okutmaya duyarlı aydınlık yürek-li canların desteklerini bekliyoruz. Gönderece-ğiniz bir kitap bile, kütüphanemize kazandırı-lacak bir hazine olacaktır.

Selçik Köyünde Nevruz BayramıMetin Özdemir

Page 30: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

30 Sayı 41

SERÇEÞME

SERÇEŞME dergisini, yayın hayatına baş-ladığı günden bu tarafa düzenli bir şekil-

de takip eden birisiyim. Derginizin bilimsel makaleler ile Alevi-Bektaşilerin hak arama mücadelesine dönük yayımlara ve çalışmala-ra yer vermesini takdirle karşılıyorum.

1992 yılından bu tarafa (19 yaşımdan iti-baren) Demokratik Alevi Hareketinin için-deyim. Hareket içerisinde çeşitli görevleri üstlenme onuruna sahip oldum. Hareketimiz içinde yapılan demokratik seçimlerin tümün-de tavrımı açıkça ortaya koydum. Seçimler-de taraf olurken karşı taraftaki arkadaşlarıma hasmane yaklaşımım sözkonusu olmadı. Her seçimden sonra sandıktan çıkan sonuca bü-yük bir saygı duyarak, arkadaşlarımızla olan örgütsel ilişkilerimi ve dostuluklarımı karar-lılıkla sürdürdüm.

Demokratik Alevi Hareketi içerisinde dönem dönem çeşitli polemiklerin yaşan-dığı bir gerçektir. Hatta bu polemiklerin bir kısmı derginizin sayfalarına da taşınmıştır. Polemik konularına ilişkin kendimce fi kir-lerim olmasına rağmen hiçbirine girmedim. Derginizin 40. sayısındaki Esen Uslu imzalı yazıdaki açık yanlışlar karşısında işbu tekzip yazısını yazma zorunluluğum doğmuştur.

Derginizde yayımlanan makalelerdeki görüşlerin derginin değil, ilgili yazarın görü-şü olduğunun bilincindeyim. (Tıpkı derginin 38. sayısının 20.,21. sayfalarındaki düşünce-lerin bana ait olması gibi) Bununla birlikte derginin belirli sayfalarında düzenli olarak yazı yazan bazı yazarların beyanları her ne kadar kendi düşünceleri olsa da derginin ge-nel çizgisini de yansıtmaya dönük bir izlenim doğurur.

Şahsen tanımadığım yazarınız Sn. Esen Uslu’nun derginizin 40. sayısındaki yazısın-daki Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Kuruluna ilişkin tesbitleri bilimsel gerçekler-le bağdaşmamaktadır. Yazar, ismimi verme-den hakkımda subjektif, önyargılı ve gerçek dışı beyanda bulunmuştur. Yazar; “Geçen yıl genel seçimlerde (22 Temmuz 2008 Genel seçimlerinden bahsediyor) kapı kapı dolaşıp kendine bir yer bulamamış, hatta bağımsız aday bile olmuş nice etkili ve tanınmış can bu adayı desteklemek için çalışmış!...” şeklin-de beyanda bulunmakla açıkca beni de tarif etmektedir. Çünkü anılan seçimlerde benim dışımda birkaç değerli can daha bağımsız aday olmuştu. Onların yerine bir açıklama yapmam hem gereksiz hem de onlara haka-ret olur. Bu sebeple kendi konumuma ilişkin

olarak aşağıdaki hususları sizinle paylaşmak istiyorum.

Yazarın yukarıda değindiğim 25 kelime-lik cümlesi; edebi ve imla yanlışlarının ya-nında içerik olarak da gerçekdışıdır. Şeyle ki;

-1-a) Ben hiçbir siyasi partinin üyesi olma-

dığım gibi milletvekili olmak için hiçbir si-yasi partinin kapısına gitmedim. Gitmem de. Tam tersine gerek seçimlerden önce gerekse seçimlerden sonra benim kapıma gelen siyasi partiler olmuştur.

b) Yazarın “…hatta bağımsız aday bile olmuş…”cümlesinde; bağımsız adaylık kötü, olumsuz, utanılacak bir şeymiş gibi sunul-maktadır. Halbuki bağımsız aday olabilmek başlıbaşına bir cesaret örneğidir. Bağımsız adaylık sürecim herkesin gözü önünde ve belirli yüksek ideallerimiz doğrultusunda ce-reyan etmiştir. Bu konuda ayrıntıya girerek değerli vaktinizi almak istemiyorum.

c) Demokratik bir dernek seçiminde bir adayı desteklemek her üyenin ve delegenin doğal hakkıdır. Bunu bir suçmuş gibi göster-mek iyi niyetle bağdaşmaz. Yazar Sn. Esen Uslu’yu tanımadığım için derneğimizin Ge-nel Başkan adaylarıyla ilgili olarak yaptığı tesbitlerin hangi bilgi kaynağına dayandığını da bilemeyeceğim.

d) Bir Alevi-Bektaşi kurumuyla, onun üyeleriyle veya herhangi biriyle ilgili değer-lendirme yaparken batıni yaklaşımı elden bırakmamak ve hakaret etmemek gerektiği-ni düşünüyorum. Kuşkusuz, herkes karanlık gecede demirin üstündeki karınca izini gör-meyebilir. Ama bu yönde çaba sarfetmek de erdemliliktir.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin (PSAKD) 2008 Olağan Genel Kuruluna gidi-len sürecin tartışılmasının yeri ve zamanı de-ğildir. Genel kurula giderken desteklediğim listenin başarılı olmasını istemekle beraber benim açımdan tartışmalar genel kurul salo-nunda kalmıştır. Genel kurulumuz yapılmış ve meşru bir yönetim işbaşına gelmiştir. Se-çilen yönetim hepimizin yönetimidir. Alevi-Bektaşi zeminde, değerlerimizi zedeleyecek ve insanlarımızı birbirine düşürecek gerek-siz polemiklerden kaçınma konusunda azami çaba içerisinde olmak hepimizin öncelikli yaklaşımı olmalıdır. Çünkü bu süreçte toplu-mumuzun kendini aklayanlara değil, özünü yoklayanlara ihtiyacı vardır.

Yukarıdaki beyanlarımın ne derginize ne de şahsen tanımadığım bir kişi olan yazarınız Sn. Esen Uslu’ya yönelik bir hakaret olarak anlaşılmamasını diler, işbu tekzipi bilgileri-nize saygıyla sunarım.

Av. Muhterem Aktaş -2-

Tekzip YazısıAv. Muhterem Aktaşİstanbul; 06.05.2008

Serçeşme Dergisi Sayın YönetimineKonu: Derginizin 40. Sayısının Arka Kapak Yazısı

(Esen Uslu imzalı) Hakkında

MUHTEREM AKTAŞ CANIN YAZISINI AYNEN YOLLADIĞI GİBİ

YAYINLIYORUZ

ELİNE, BELİNE, DİLİNE SAHİP OL!

El İnsaf!Esen Uslu

SERÇEŞME, Alevi-Bektaşilerin de mokratik hak ve özgürlüklerinin savunulması için de-

mokratik bir platformdur. Derginin genel çer-çevesini Alevi-Bektaşilerin demokratik hak ve öz gürlük istemleri belirler. Bu istemler, Tür-kiye’de kapsamlı bir demokrasi isteminin içi-ne oturur. Derginin, bu genel çerçeve dışında “kendi görüşleri” yoktur.

Serçeşme, her yazarın bu genel çerçevenin dışına taşmayan farklı görüşlerine sayfaların-da yan yana yer verir. Farklı görüşlerin dergide yoldaşça tartışılmasından, yoldaşça eleştiril-mesinden yanadır. Serçeşme açıklığın, farklı-lıklarımızı koruyarak, aynı yolda birlikte yü-rümemizi sağlayacak temel olduğuna inanır.

Bu nedenle Muhterem canın yandaki yazı-sının başındaki “Tekzip” (Hukuk Arapçasından Türkçeye çevirirsek: Yalanlama) sözcüğünün aramızdaki yoldaşça tartışmalarda yeri yoktur. Tanış olmamız da gerekli değildir, çünkü konu kişiliği ile ilgili değildir. Görüşlerim yazılıdır. Muhterem can, görüşlerime eleştirisini istediği zaman Serçeşme’de dile getirebilir.

Ancak Muhterem can tartışma-eleştiri de-ğil, yalanlama yapmayı tercih edince farklı bir durum doğar.

Benim yazımda kimsenin adı geçmiyor. Dahası çoğul konuşuluyor, yani sözlerim bir-den fazla cana yönelik. Muhterem can bunun farkında, ama “beni de tarif etmektedir” diyor.

Muhterem can benim tümcemin kendisini tarif ettiğine neden inanıyor? Nasıl oluyor da “Yazar, ismimi vermeden hakkımda ... gerçek dışı beyanda bulunmuştur” diyor?

Bu öyle bir sorudur ki, Muhterem can nasıl yanıtlanırsa yanıtlansın, eleştirdiğim noktala-rın kendi yaşamında yer almış olduğu gerçeği-ni yansıtır. Yani, yarası olan gocunmuştur.

Muhterem can sandığı gibi Alevi-Bektaşi örgütleri yöneticileri içinde eleştirdiğim dav-ranışları gösteren tek örnek değildir. Bir başka can daha yazıdaki eleştirinin kendine yöneldi-ğini belirterek telefonla itirazını dile getirmiş-ti. O cana da eleştirilerini Serçeşme’ye yazma hakkı olduğu söylenmiştir.

Yazımdaki 25 sözcüklük bir tümceye Muh-terem can 588 sözcüklük bir yalanlama yol-lamış. Amacını biraz (!) aşmış. Esas derdini saklamak için ilgili-ilgisiz noktalara değinmiş. Muhterem can aslında neyi yalanlıyor? Sözle-rimde kendisine hakaret gibi gelen “kapı kapı dolaşıp kendine bir yer bulamamış” ifadesini!

O yazının ana konusu bu değildi. Verdiğim örnek, PSAKD içinde sorunlar olduğunu ve Genel Kurulda bunların konuşulmadığını gös-termek için ilk akla gelen konulardan biriydi.

Seçimlerde dernek yöneticilerimizin, ver-dikleri sözlere karşın, kendilerini istemeyen siyasi partilerin kapısını bile yokladığı bilini-yor. Ben de o zaman bu davranışı yazılı eleştir-miştim. Derneklerin, üstüne bineni milletve-killiğine götüren tahtırevan gibi görülmesine karşıyım. Dahası öyle partilerden ya da “ba-ğımsız” milletvekilliğinin Alevi-Bektaşilerin demokratik istemlerine bir yarar geleceğine inanmam. Bunun örnekleri sürüyle vardır.

Muhterem canın bildiğini, tüm canlara bir daha duyurayım: O tümcede kanıtlayamayaca-ğım ve yalanlanabilecek tek bir nokta bile yok-tur. Dertli Divani’den bir beyitle bitireyim:

Cahiller kendini aklarKâmiller özünü yoklar

Page 31: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Mayıs 2008 31

SERÇEÞME

SERÇEŞMEAçıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır

Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fi kirlere açıktır.

Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır.

Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır.

Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez.

Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fi kirler yalnız yazarlarını bağlar.

Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fi kirler nedeniyle sansür etmez.

Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.

Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz.

Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır.

Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar.

Ancak fi kirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir.

Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI

Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40

Türkiye’den abone olmak isteyen canlarlütfen abone bedelini bir postaneden

Genel Ajans Basım DağıtımOrganizasyon Ltd Şti

Posta Çeki Hesabına (No 1629127)yollayın.

Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,

varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no,

daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın

ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın:

+90.(0)212.519 56 35

Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki

adrese yollayabilir:Avrupa Baş Temsilciliği

Hüseyin AkınTel: +49.177.871 58 44

E-posta: [email protected]

Kontonummer: 826 857 303Bankleitzahl: 25 01 00 30

BIC: PBNKDEFFIBAN: DE48250100300826857303

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

MİKAİL ASLAN

ZernkutKalan Müzik, Tel:

Almanya’da yaşayan Dersimli genç müzisyen Mikail Aslan’ın dördüncü albümü “Zernkut” Kalan Müzik tarafından yayınlandı.

“Bir simyacının esrarı ve ısrarı gerektir al-tın safl ığına ulaşmaya. Zernkut inceliği ve hüneri taşımak, ehil bir sarraf olmak gerek-tir, paha biçilmeze o ışıltılı biçimini verme-ye... İşte böylesine bir özenle ‘Agêrayîs’den ‘Kîlitê Kou’ya, ‘Mîraz’dan ‘Zernkut’a... O meçhul izleri takip ederek yol alageldim. Yön aldığım kayıp işaretleri, kimileyin uçurum boşluklarına çağırsa da, o ezgin klamların, şarelerin tonlarına en hakikatli karşılığın uçurumlardan yankı bularak dö-neceğini bilenlerdenim...”

diyen Mikail Aslan, daha önceki çalışma-larında olduğu gibi bu albümde de tarih ve ta-

savvufl a yoğrulmuş, bir kısmını kendi yazdı-ğı, diğer kısmı geleneksel Dersim, Koçgiri ve Erivan yörelerinden derlenen halk şarkılarını seslendiriyor.

Albümde, ek kayıt olarak yer alan, söz ve müziği Mikail Aslan tarafından yazılmış ve İlda Simonian tarafından seslendirilmiş Ak Li-baslı Güvercin adlı yapıt 19 Ocak 2007’de öl-dürülen Hrant Dink anısına yazılmış bir ağıt...

ÎqrardarNo senê zemano têlmasoMisayib îqrar misayibî nêdanoBowa heqî bo tenê roştî biasoDermanê derdu kes nêvanoVîcdanê heqiyê ker û lalo

Vacê derdê ma eskera boXizir carê ma de deresoDermanê ma kî va eskera boNeçar û bindestanê dîna rê dêyax boŞayê îqrardaran biqêdiyo

Qesê û muzîk: Mikaîl Aslan

İkrar VerenYol öyle garip bir zamana vardıMusahip musahibe vermez oldu ikrarıArtık duymayıp lal olunca hakikatın vicdanıHak aşkına bir nebze ışık gören,Derdin dermanını söyleyen kalmadı

Susma, söyle ki derdimiz aşikâr olsunVarsın Hızır dar’ımızda nazır olsunYoksulun, yoksunun, naçarın dermanınaArtık bir nebze umut payidar olsunİkrar verenlerin yası son bulsun

Çeviri: Mikail Aslan

1 MAYIS 2008’İ UNUTMA-BU DEVLET KİMİN DEVLETİ HATIRLA-1 MAYIS 2008’İ UNUTMA

Page 32: Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

DEMOKRASİ İŞÇİLERİN, EMEKÇİLERİN, HAKKINI ARAYANIN DEVLET TERÖRÜNDEN KORUNMASI DEMEKTİR

Bir Mayıs 2008: Terör Bahane - Devletin Örgütlü Şiddeti SahnedeEsen Uslu

İŞÇİLER, EMEKÇİLER 2008 Bir Mayıs’ına yaklaşırken yaşanan gelişmeleri endişe ile izliyorlardı. Halkımıza, “emperyalizmin da-yatması IMF programı” diye yutturulan Türkiye’nin yerli-milli mali

sermayedarlarının programını başarıyla uygulayan AKP hükümeti, işçilerin hak ve özgürlüklerini daraltmakta, yaşam standardını düşür-mekteydi. Bu ekonomik saldırının sonuçları işyerlerinin kapanması ve işten çıkartmalar sonucu yükselen işsizlik; işçileri taşerona devrederek sendikasızlaştırma; asgari ücret ve çalışma saatleri gibi emeği koruyan yasal sınırları yok sayma; “lüzumsuz harcama” görülen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmaması demekti. Büyüyen gemi yapımcılığı sektörünün Tuzla tersanelerinde yaşanan iş kazaları ve işçi ölümleri bu sonuçları çarpıcı biçimde sergiliyor.

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Tasarısı bu ortamda gün-deme gelmişti. Meclis içinde ve dışında güçlü bir muhalefet yürütüleme-di ve tasarı hükümetin istediği biçimde yasalaşacak gibi görünüyordu. Kazanılmış hakları yok eden bu yasanın ardından, kıdem tazminatını ortadan kaldıracak, sendikal hak ve özgürlükleri daha da budayacak yeni bir paketin Meclis’e sunulması bekleniyordu. Tüm bunlar işçi ve emekçilerde giderek yükselen bir tepki birikmesine neden oluyordu.

Kamu işyerlerinde sendikalara yapılan siyasi baskılar artmıştı. Hak-İş’in islamcı sendikaları büyüyor ve devletin sadık sendikaları rolünü, yani eskiden Türk-İş’in oynadığı rolü üstleniyordu. Üye sayısında azal-mayı durduramayan Türk-İş sendikalarından bazıları bu gidişi önleme telaşıyla Bir Mayıs öncesinde yapmacık bir militanlık sergilemeye başla-mıştı. DİSK ve KESK ile birlikte Bir Mayıs için ortak çağrı çıkarttılar.

Sendikacıların bir bölümü, 2007 Bir Mayıs’ında Taksim’in bir kıyı-cığına çıkılmasına izin verilmesini “cuntanın koyduğu yasağı kırdık” diye yorumluyorlardı. Bu yıl “kazanılmış başarıyı genişletme” olanağı bulduklarına emindiler. Bunun yolu, demokrasi mücadelesinde atıla-cak temel adımlar gibi nankör ve uzun soluklu işlerle uğraşmak değil-di. Patronlar düzeninde yaşayıp, sınıf gerçeğini görmezden gelen nice işçi-emekçi gibi kendini aldatmak olanaklıydı. Kendini ve işçileri alda-tan sendikacılara göre başarının çabuk bir yolu vardı: Demokratik ya da liberal olduğuna inandıkları, AKP hükümetiyle pazarlık yapmak.

Aynı tutumu başka türlü sunanlar da vardı: AKP hükümeti cuntacı-larla kapışırken tek destek gördüğü güç Avrupa Birliği’dir. Biz Taksim istemimizde sıkı durursak, Hükümet AB’den gelen uyarılara uyacak ve kerhen de olsa taviz verecektir.

Tükürükle Yapışan Üfürükle Dağılır

Bu temelsiz hesaplara güvenen sendikacılar, büyük çaplı bir işçi eyleminin başarısı için gereken hazırlıkları yapmadı, planları, he-defl eri belirsiz bıraktı. Hiçbir somut hazırlık yürütmeyen DİSK,

KESK ve Türk-İş yöneticileri ortak bir açıklama yaparak Bir Mayıs’ı Taksim’de kutlayacaklarını duyurdular ve tüm ilerici kamuoyunu eyle-me davet ettiler. Valiliğin izin verilmeyeceği açıklamasına karşın, karar-lı olduklarını belirtip, “hükümetle pazarlık” yoluna koyuldular.

Hükümet ise sendikacıları oyaladı. Bayramlık yüzüyle sendikacılar-la görüşmeler yaptı. Sendikacıların artık isteseler de somut adım ata-mayacağı anın geldiğini hissettiği zaman Hükümet tutumunu açıkladı. Taksim meydanına çıkma konusunda geri adım atmayacağını belirtti.

Sendikacılar hêlâ görüşmelerden medet umdular. Ne var ki Türk-İş “militanlığı” çoktan geri devşirmeye başlamıştı. Sendikacılar, yürüyüş için toplama yeri bile gösteremez durumdayken, işçileri Taksim’e çağır-

maya devam ettiler. Dostunu-düşmanını, gücünü-gücünün sınırını bil-meyen sendikacılar, birkaç hafta önce İstanbul’da valiliğin izin verdiği alanda, son yılların en büyük Nevruz etkinliğini gerçekleştirenlerle güç, eylem ve iş birliği yapmayı akıllarına bile getirmedi. Eyleme çağırdıkları işçileri bir açmazın içine soktuklarını düşünmeden boş demokrasi sözle-ri söylemeye, demokratik haklardan dem vurmaya devam ettiler.

Eylem saati geldiğinde bile sendikacılar hâlâ ne yapacaklarını belir-lemek için toplantı yapar haldeydiler. Karşılaştıkları çıplak güç karşısın-da öyle şaşkın ve çaresiz kaldılar ki, eylemi iptal ettiklerini duyururken, olanları protesto etmek için hafta sonu yasal bir eylem çağrısında bile bulunamadılar. O günden bu yana milletvekilleri ile görüşmek, basın açıklaması yapmak, AB temsilcileri ile görüşmekle uğraşırken, bir pro-testo yürüyüşü gibi yığın eylemi gündemlerine bile girmiyor.

Çivi Çiviyle Sökülür

HÜKÜMET tutumun belli ettikten sonra seferberliğe girişti, ül-kenin dört bir yanından polis güçlerini ve gerekli “araç-gereci” İstanbul’a yığdı. “Yasak” dediği bölgeyi, gelenlerin ilk karşılana-

cağı yerlere polisi yığarak çembere aldı. Hasbelkader işçiler bu noktaları geçerse diye yedek güç olarak Taksim’e askeri birlikleri yığdı. Tüm ba-sın-yayın organlarını kendi mesajını yaymak için kullandı. Terör-pro-vakosyon gerekçesini bahane etti. İşçilerin etnik temelde bölünmüşlük-lerini aşmalarını engellemeye çalıştı. “Biz Devlet’e zeval verdirmeyiz” diyerek muhalif cuntacıları bile yedeğine aldı. Böylece işçi sınıfında biriken öfke ortamında toplumsal bir eylemden duyduğu korkuyu gös-terdi, ama böyle bir çatışmaya hazırlıksız girilemeyeceğini, işlerin şan-sa bırakılamayacağını da gösterdi. Sözünü dinlemeyen işçi sınıfının en kararlı, dirençli, gözünü budaktan sakınmaz evlatlarının üzerine maaşlı ayaktakımını cop, biber gazı ve tazyikli su ile sürmekten çekinmedi.

“Geçen yüzyılda” Bir Mayıs’a konan yasak, sendikalı işçiler ve dev-rimciler devletin karşılarına yığabildiği güçle başa çıkacak hazırlığa ulaşmadan kırılamamıştı. Bugün de Taksim’de Bir Mayıs’a konmuş ya-sak böyle bir hazırlık olmadan kırılamaz.

İbret Al Gönül İbret Al

ALEVİ-BEKTAŞİLERİN demokratik hak ve özgürlük istemlerine sözcü ve öncü olmak isteyen demokratik Alevi örgütleri bu Bir Mayıs’tan ibret almalıdır. İç işleyişi güçlü, tabanın gerçekten söz

ve karar sahibi olduğu demokratik örgütler olmadan emekçiler seferber edilemez. Emekçiler boş sözler ve belirsiz hedefl er için seferber olmaz. Onların önüne, işlenerek pekiştirilmiş kapsamlı programlar ve bununla tutarlı hedefl er koymadan emekçiler sokağa çıkmaz.

Emekçilerin karnı boş lafa toktur, kolay kolay külyutmaz. Onlara, onların çıkarlarını temsil ettiğini kanıtlamış, özü-sözü bir, fedakâr ve cefakâr bir mücadeleyle güvenini kazanmış örgütler öncülük edebilir.

Alevi-Bektaşiler gibi hiçbir toplumsal kesim tek başına mücadele ederek, yalnız kendi haklarını kazanamaz. Kapsamlı bir demokrasi için, tüm ezilen kesimlerin hep birlikte mücadele etmesi gerekir. Bunun yolu, “elmanın sapı var, armudun çöpü var” ayrımı yapmadan, Türkiye’de de-mokrasiden yana tüm güçlerle birlikte ortak bir program etrafında mü-cadele etmekten geçer.

En başta da bu toplumda hiçbir hakkın gereken mücadele verilmeden kazanılamayacağı gerçeğini bilincimize kazımaktan geçer.