Page 1
1
ŞEHRİN DÜŞÜNCESİ DÜŞÜNCENİN ŞEHRİ:
ŞEHRİ DÜŞÜNCEYE ÇAĞIRMANIN İMKÂNI ÜZERİNE
Mehmet ULUKÜTÜK
“Hüner bir şehri bünyâd etmektir
Reâyâ kalbin âbâd etmektir”
(Fatih Vakfiyesi)
“İnsan demek, şehir demektir.”
(William Shakespeare)
Giriş
Bugünün Türkiye’sinde hayata ve insana sözde farklı baktığını ifade eden
insanlar arasında bile şehri ve şehirciliği nesnellik ve teknik bilgiyle karakterize
olan pozitivist paradigmadan ayrı düşünme imkânından söz edilebilir mi? ‘İnşaat
Ya Resulullah’ söylemi ile ‘Cumhuriyet Apartmanları’ ütopyası arasında fark
(furkan) var mıdır? Şehre ve şehrin imarına insanı ve insanın varoluş mücadelesini
ve kaygısını katmayan bir ‘mimarlık’, ‘müteahhitlik’ ve ‘mühendislik’ insanın
‘yer’ ve ‘mekân’ derdine ne söyleyebilir? Özellikle mühendisliğin aydınlanmacı
mekanistik dünya görüşü uyarınca tarih, toplum, dil ve şehir gibi organizmalara da
uygulanan, âdete tanrısal bir sosyal kontrol özleminin ürünü mekanistik değişim
programını çağrıştırdığı yerde insanın yer meselesiyle ve kendine yer açma
sorunuyla yüzleşmesi ne kadar mümkündür? İnsanın ‘yer’ ve ‘mekân’ derdi
teknik ve metodolojik bir problem değil ontolojik ve metafizik bir meseledir. Zira
Mustafa Hocazâde (ö. 893/1488), Fetih’ten hemen sonra, Fatih Sultan Mehmed’in
(1451-1481) isteği üzerine, İstanbul’da kaleme aldığı Tehâfut el-felâsife adlı
eserinin dibâcesinde, Hz. Ali’ye nispetle, insanoğlunun en önemli kaygısının ‘yer’
sorunu olduğunu, bu nedenle de insanın yerini bilmek istediğini belirtir. T(h)eo-
logos, Kosmo(s)-logos ve Eschato(s)-logos anlayışlarını mecz eden bu bakış
Page 2
2
açısına göre, insan üç yer idrâkine sahiptir: Ne-re-den (min-eyne), ne-re-de (fi-
eyne) ve ne-re-ye (ilaeyne) biçiminde üç yer sorusuna yanıt olarak verilebilecek,
mebde(geliş), mead(dönüş) ve beyne-huma (ikisinin arası -duruş). Hem varolduğu
yer, Evren, itibariyle hem de bizâtihi kendisi iki yer, geliş ve dönüş arasında, ara-
da bir yer’de yer tutan, duran bir var-olan olarak insan, en temelde söz konusu üç
yerin bilgisinin peşinde koşar: Ne-reden’in bilgisi (ilm min eyne), ne-re-de’nin
bilgisi (ilm fi eyne) ve ne-re-ye’nin bilgisi (ilm ila eyne).1 (Fazlıoğlu, 2010: 128)
İnsanoğlunun bu ‘yer’ kaygısı Martin Heidegger’in ifadesiyle diğer
varlıkların mekânda sadece yer tutarken insanın kendisine açık bir mekân
oluşturmasındandır.2 Heidegger, “düşünme” ve “inşa etme”nin “oturmak”la olan
ontolojik biraradalığına dikkat çekerek, “düşünme”yi ve “inşa etme”yi
yerleşmenin temel öğesi, “oturmak”ı ise insanın var olmasının ontolojik bir kanıtı
olarak görmüştür. Bu bağlamda “varım”, “varsın” demek dünya üzerinde
yerleşime geçerek “var olmak” demektir. Heidegger bu düşüncesini “İnşa Etmek,
Oturmak, Düşünmek” adlı yazısında şöyle anlatır: “… “varım”, “varsın”
sözcükleri şu anlama gelir: oturuyorum, oturuyorsun. Senin ve benin var olma
biçimimiz, bizlerin dünya üzerinde ölümlü olarak var olmak, yani oturmak
demektir.”3 Heidegger’e göre ontik bir gerçeklik olan insan başka bir
yerde/dünyada değil yine insan gibi ontik bir gerçeklik olan bu dünyada bulunur.
Onu başka mekânlarda ya da evrimselleşmiş mekânlarda değil “şurada”
aramalıdır. “Böylece Dasein, dünya-içinde-varolma olarak şurada var
olmaktadır.”4 Heidegger’de dünya-içinde-varolma, bir bakıma “mekân-sunma”dır,
insanın mekânla yüzleşmesidir. Ancak mekân öznede olmadığı gibi dünya da
mekân içinde değildir. “Mekân daha ziyade dünya “içindedir”…”. İnsanın temel
doğası ve yapısı dünya-içinde-varolmak olduğundan onun özünde mekânsallık
vardır. “Bu nedenle de mekân dünyayı onunla birlikte tesis etmektedir.”5
Böylelikle ona göre insanın dünyada bulunuşu kendi şuradalığı olarak var olduğu
1 Fazlioğlu İhsan, “İstanbul'dan Varlık, Var-Olan Ve Yokluk'a Kadîm Bir Nazar”, Türkiye Günlüğü,
2010. s.28. 2 Heidegger, Martin, “Kentin Felsefesi / İnşa Etmek, Oturmak, Düşünmek”, Çev. Olcay Kunal, Cogito,
Sayı: 6, Yaz 1996, 1996, ss. 67–70. 3 Heidegger, “Kentin Felsefesi / İnşa Etmek, Oturmak, Düşünmek”, s. 68.
4 Heidegger, Varlık ve Zaman, Çev. K. Harun Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul 2008, s. 142.
5 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 117, 119.
Page 3
3
bir varoluşsal temel türüdür. Bundan dolayı tarihsel süreçte insanın varoluşsal-
ontolojik temelleri hiçbir zaman karanlıkta ya da belirsizlikte değildir.6
Kendine ‘yer’ açan insan içinde yaşadığı mekânı zamanla doğal mekân
olmaktan çıkartarak imara başlar. Grek şair Alcaeus’ın da dediği gibi, bir şehri
şehir yapan şey “çatıları güzelce kaplanmış evler veya taştan örülmüş duvarlar,
hatta kanallar ve limanlar değil, aksine imkânlarını kullanmaya/değerlendirmeye
muktedir insanlardır.”7 Bu da bir şehrin doğal değil sosyal bir entite olduğu
anlamına gelir. Amerikalı mimar Richard Neutra’nın şu iddiası bu bağlamda
çarpıcıdır: “Öyle bir ev planlarım ki mutlu bir karı-kocayı altı ay içinde
boşandırabilirim.”
Şehirlerin fiziksel karakterlerinin bile insanlar ona bir anlam verdiği için
anlamı vardır. Yaşadığımız dünyada kendimize yer açamıyorsak, ‘yer’imiz
hakkında metafiziksel bir iddiamız yoksa aslında biz de ‘yok(luk)’ hükmündeyiz
demektir. Bugün şehirlerde sadece yer kaplıyoruz, yer açamıyoruz. Ancak burada
şu temel hataya düşmemek gerekiyor; mesele ekonomik kaygılardan dolayı
zihniyetimizi dünyaya yansıtamama meselesi değildir. Zira mesele çokça dile
getirildiği üzere asla ekonomik bir mesele değildir. Çünkü zengin olanlara
baktığınızda onların mekânda yer açan değil, bilakis daha fazla yer kaplamak
isteyen kişiler haline geldiğini çok rahatlıkla görebilirsiniz. Büyük ve küçük evler,
lüks ve lüks olmayan evler varken bize dünyada yer açan, içinde kendimizi
bulduğumuz evler yok. Turgut Cansever mekânda yer açma ile yer kaplama
ilişkisini tevhid üzerinde anlatır. Tarihte ilk kez Müslümanlar tevhidi salt inanç
düzleminden çıkararak mimariye dolayısıyla şehre yansıtmışlardır. Tevhit salt
inanç düzleminde bırakılırsa köylü bir tevhit inancı olacaktır. Bu yüzden İstanbul
1453’ten ziyade esasen “mimari tevhidi”ni yakaladığında fethedilmiştir. Bu gün
6 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 147.
7 Pahl, R.E., “A Perspective on Urban Sociology,” Readings in Urban Sociology, Ed. R.E. Pahl,
Pergamon Press, London 1969, s. 3-4. Reader, John, Şehirler, Çev. Fatine Bahar Karlıdağ, Yapı Kredi
Yay. İstanbul 2007; Sennett, Richard, Ten ve Taş –Batı Uygarlığında Beden ve Şehir– Çev. Tuncay
Birkan, Metis Yay. İstanbul 2002; Laborit, Henri, İnsan ve Kent, Çev. Bertan Onaran, Payel Yay. İstanbul
1990; Lynch, Kevin, Kent İmgesi, Çev. İrem Başaran, Türkiye İş Bankası Kültür Yay. İstanbul 2011;
Kayıkçı, Murat, “Düşünce-Mekân İlişkisi Bağlamında Eski Yunan’da Kent”, Ed. Mengi, Ayşegül, Kent
ve Politika –Antik Kentten Dünya Kentine– İçinde, İmge Kitabevi Yay. Ankara 2007, ss. 147–158.
Page 4
4
de başta İstanbul ve Müslümanların yaşadığı bütün şehirler “mimari tevhid”
sağlanarak fethedilmeyi beklemektedir.
Turgut Cansever’in Osmanlı şehrini anlatırken, “şehrin yekpare bir yapı
olması yerine mescid, cami, mektep, tekke, kütüphane ve hamam etrafında
odaklaşmış, kendi kendini yöneten idari birimler, mahalleler olarak teşkilatlanmış
bulunması da insan ölçeğinde, insanın çevresinin bilincine ulaşabileceği ve bu
çevrenin her türlü sorumluluğuna katılabileceği uygun ölçünün teşhis edilmesi ve
korunması Osmanlı şehrinin değişmez bir kuralıdır”8 ifadeleri bugünün Osmanlı
şehri bakiyesi mekanlar için dile getirilmesi mümkün müdür? Zira şehrin
insanları, tüm farklılıklara rağmen yaşanılacak ev denildiğinde aralarındaki ortak
benzerlik, belli alış-veriş merkezlerine ve eğlence mekânlarına yakın olma istediği
ve evin uzun vadede ekonomik bir kâra dönüşmesi isteğidir. Deleuzu’un dediği
gibi artık insanlar arasındaki fark yok, aynı arzu nesnelerine karşı aynılaşarak
herkesleşmiş, arzu makinası insanlar var.
Şehirlerimiz, şehrimiz tevhidi anlamda fethedilmemiş sadece fiziksel yer
kapladığımız dahası artık hapishane haline gelmiştir. Mimarisini bizden olup,
bize/zihniyetimize yabancı olanların yaptığı, bizlerin içinde yer kapladığımız
şehirlerde yaşıyoruz. İnancın mimari fethini gerçekleştirmek mimarinin de
tevhidi fethini gerçekleştirmekle tamamlanacaktır. Şehri düşüncenin konusu
haline getirirsek, külli bir tarzda hikmete uygun yorumlayabiliriz. Ayrı uzmanlık
dallarına bırakmadan şehri, şehirde yaşayan insanların düşünce konusu haline
getirmeliyiz.
Bu anlamda şehrin siyasasıyla, metin (yönetim biçimi) – yazar (Yönetici) –
okuyucu (halk) denklemindeki siyasal hermeneutiğiyle, modernitenin
monotonluğuna karşı sembolik gücü yüksek mimari ikonografyasıyla birlikte
düşünmek, şehrin dili ve ruhunu kendimize özel tarzda yeniden keşfetmemiz
gerekmektedir.9 Böylece söylem ile eylem, gerçekle hayal arasında o
kapatılamayan gediği aşabilir ve zihniyetimizi yansıtan bir şehir hikmete uygun
bir şekilde inşa/imar edebiliriz.
8 Cansever, Turgut, İslam’da Şehir ve Mimari, Timaş Yay. İstanbul 1997, s. 26. 9 Tatar, Burhanettin, “Bir Şehir Hermenötiğine Doğru”, Çağdaş Sorunlar- Spekülatif Düşünceler, Etüt
Yay. Samsun 2008, ss.121-149; Tatar, Burhanettin, “Siyasi Hermenötik Bağlamında Diyalojik Bilinç
Sorunu”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 2, 2001, s. 43-54.
Page 5
5
Şehrin Semantiği
Şehir anlamında kullandığımız kelime Kur’anda belde, karye, medine, gibi
kelimelerle karşılanmaktadır. Belde terimi, (b-l-d) kökünden gelir ve kafa
karışıklığı demektir. Bu durumda belde, kafa karışıklığının en fazla yaşandığı,
kimliklerin bulanıklaştığı, insanların melez kimliklerle hayatlarını devam
ettirdikleri yeri temsil etmektedir. Kırsaldan kopup gelen insanların nereye ait
olduklarını tam olarak kestiremedikleri, geride bıraktıkları ile şehirde onları
karşılayan arasında bir gerilimin ortasında kaldıkları yerdir belde. Bütün bu
gerilimlerin azaltıldığı ve aidiyetlerin netleştirildiği yer ise Medine’dir. Bu
durumda beldeyi bir üst seviyeye çıkarıp Medine’leştirmek, onu kendi haline
bırakmamak insanların temel sorumlulukları olarak belirlenmiş olmaktadır.10
Belde terimine ek olarak, Kur'an-ı Kerim’de şehir anlamında kullanılan
“Karye” kelimesi var. Karye, köy diye tercüme ediliyor ama karye sadece köyü
ifade etmez. Karye, göçebeliğin ve göçmenliğin değil de yerleşik yaşamın olduğu
yerdir. Eğer bir yerde konaklama varsa, orada bir davranış hiyerarşisinden yani
yasalardan ve normlardan söz edilmeye başlanmaktadır. Böyle bir yerde insan tek
başına yalıtılmış olarak değil, ilişkiler ağının içerisinde bir varlık olarak
tanımlanmaktadır: Hem insanlarla, hem çevresiyle ilişkili bir varlık. Dolayısıyla
karye, yazılı ya da sözlü yasaların kendi sistematiği içinde işlediği bir yerdir.
Beldetün Tayyibetün, insanın özgür iradesine bırakıldığında yaşamayı tercih
edeceği kadar insani olan, hakkın ve hukukun üstün tutulduğu, işlerin adalet
çerçevesinde yürütüldüğü, kimsenin haksızlığa uğrayacağına dair endişe
taşımadığı şehri temsil etmektedir. İnsanları serbest bıraktığınız zaman nerede
yaşamak istiyorlarsa, hürriyetlerini sonuna kadar nerede kullanacaklarına
inanıyorlarsa, nerede güvenli olacaklarına inanıyorlarsa, Kur'an-ı Kerim’e göre
Beldetün tayyibetün orasıdır. Bir şehrin bu niteliğe kavuşabilmesi için oraya
ilkelerin ve değerlerin hakim olması gerekir. Kur’an’ın ifadesiyle “Ve men sekulet
10
Düzgün, Şaban Ali, “Dinlerin Şehirleşme Kabiliyetleri”, Kelam Araştırmaları 7: 2 2009, s. 4.
Page 6
6
mevâzînuhû fehüve fi ‘îşetin râdiye” (Kimin değerleri ağır basarsa onlar insani bir
yaşam sürerler) (Kâri’a 101: 6-7).11
Şehir sözcüğünün taşımış olduğu bazı ortak anlamlar şu şekilde sıralanabilir.
Birçok dildeki şehir, medine (Ar.), civitas (Lt.), city (İng.), cité (Fr.), citta (İt.),
ciudad (İsp.) gibi sözcükler ya doğrudan ya da dolaylı olarak “abat”, “bol”,
“bayındır”, “hemşerilik”, “yurttaşlık”, “uygar”, hatta “devlet” anlamına bile
gelmektedir.12
Örneğin Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla (Erdemli Şehir) adlı yapıtında
“medine” sözcüğünü “devlet” anlamında kullanmıştır. Çünkü ona göre medine
(şehir), aynı zamanda yerleşke olan bir durumu dile getirip kamusal olanı
vurgulamasından dolayı “devlet” demektir. 13
Fârâbî’den önce Antik Çağ’da da
Latince civitas sözcüğünün anlamsal kökenini oluşturan polis sözcüğü de medine
ile benzer anlamda kullanılmıştır. Grekçe kökenli olan polis, “kalabalık, bir araya
gelmiş topluluk”, “… pur-“kale, müstahkem mevki” gibi anlamlara gelmekte
olup, daha çok “şehir”, “şehir-devleti” anlamında kullanılmıştır.14
Antik Yunan’da
“polis” denilen “şehir-devleti” belli hakları olan yurttaşlar topluluğunun yaşamış
olduğu mekândır. Bu yönüyle polis’de medine gibi kamusal yurttaşlığı
vurgulamasından dolayı “devlet” anlamında da kullanılmıştır. Politeia (politika),
politikos (siyaset adamı) ve polites (yurttaş) sözcükleri de polis’ten türemiştir.15
Hz. Peygamber’in Şehri: Medine
Bilindiği gibi, Hz. Muhammed (sav)’e ilk vahiy 610 yılında indirildi.
Bundan sonra anavatanı Mekke, peygamberlik görevinin ilk merkezi oldu.
Yaklaşık on üç yıl devam eden tebliği sürecinde Mekkeliler, Hz. Peygamber’in
çağrısına karşı genel olarak olumsuz tavır takındılar. Tâif tecrübesi de sonuçsuz
kalınca, âdetâ tek alternatif kalmıştı; Yesrib. Hz. Peygamber’in Akabe
görüşmeleri olumlu sonuç verince 622’de Mekke’den Yesrib’egöçetti. Hicretle
11
Düzgün, a.g.m. s. 4; Canatan, Kadir, “Bir Tanımlama Çerçevesi: İslam Kültüründe Şehir Kavramı”,
Hece Dergisi, Sayı: 150-151-152, 2009, ss. 65-72. 12
Holton, R. J. Kentler, Kapitalizm ve Uygarlık, Çev. Ruşen Keleş, İmge Kitabevi. Ankara 1999, s. 13. 13
Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla Çev. Ahmet Arslan, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 1990 14
Raynaud, Philippe – Rials, Stéphane, Siyaset Felsefesi Sözlüğü, Çev. İ. Yergun-M. Kâmi- Emel Ergun-
H. Dilli, İletişim Yay. İstanbul 2003 s. 758. 15
Güçlü, A. Baki – Uzun, Erkan – Uzun, Serkan – Yolsal, Ü. Hüsrev, Sarp Erk Ulaş Felsefe Sözlüğü,
Bilim ve Sanat Yay. Ankara 2002, s. 364, 1148;
Page 7
7
birlikte Yesrib’de genç İslam toplumunun temelleri atıldı. Medine şehir devletinin
yaklaşık on yıl süren oluşum süreci, genel planlama ve kentleşme açısından
önemli olaylara da sahne oldu. Hicretten önce Medine’nin adı Yesrib idi. O
dönemde Yesrib, birbiriyle bağlantılı fakat seyrek dokuz-on kadar yerleşim
bölgesinden oluşuyordu. Genel olarak nüfus yoğunluğu Evs ve Hazrec’e mensup
Arap kabileleri ile Kaynuka, Kureyza ve Nadir başta olmak üzere diğer küçük
Yahudi boylarından müteşekkildi. Hz. Muhammed ve muhacirlerin bölgeye
gelmesinden sonra Medine hızla İslamlaştı. Hicretle birlikte, demografik
yapısında sürekli olarak artış meydana geldi. Rasûlullah, Yesrib16
ismini
beğenmemiş olacak ki şehrin adını bu süreçte değiştirme yoluna gitti. Hz.
Peygamber’in tercih ettiği isim, “şehir” anlamına gelen “Medine” idi.17
Bilindiği
gibi, Medine kelimesi, Arapça’daki m-d-n fiilinden türetildi zaman,
medenîleştirmeyi ve şehirleştirmeyi çağrıştırmaktadır. Bu anlamda şehrin yeni
adı, sadece yeni bir dünya görüşünün müjdecisi değil, kapsamlı bir “şehir”
fikrinin, kentsel yerleşimin ve değişimin, habercisi gibiydi. Bu anlamda şehir,
yaşamak, çalışmak, öğrenmek, ibadet etmek, gelişmek ve kurumsallaşmak için bir
faaliyet zemini oldu. Medine tabirinin köklerinden biri de, itaat etmek, boyun
eğmek, sadakat borcu anlamındaArapça dâne fiilidir. Bu fiil aynı zamanda din ve
iman etme anlamına da gelir. Dolaysıyla, Medine-i Münevvere bütün mü’minler
için adetâ bir ibadet merkezi gibidir. Zira bu şehirde Yüce Allah tek ve mutlak
otorite, onun Kelâm’ı hayatın kaynağıdır. Hz. Muhammed ise, son peygamber
olarak, toplum tarafından hürmet gösterilmeyi ve itaat edilmeyi çoktan hak etmiş
bir mürşittir. Toplumu oluşturan bireyler de tam olarak bunun bilincindedir. Ve
genel refahın ona bağlılık yoluyla temin edilebileceğinin farkındadırlar. Yani,
Kur’ân’ın ifadesi ile “O’na itaat Allah’a itaat, O’na itaatsizlik Allah’a itaatsizlik”
demektir.18
Dolayısıyla şehrin adı bu gerçeğe işaret etmek üzere verilmiş olabilir.
Nakib el-Attas’a göre, Dâne fiilinin diğer bir anlamı da ‘borçlu olmaktır. Ona
16
Merhum Hamidullah, Yesrib kelimesinin, “o haksızlık yapıyor/yapar” anlamına geldiğini söyler.
Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 378.Kur’ân’da bu kelime, AhzâbSûresi, (33), 13. âyette zikredilir: “ واذ
O vakit içlerinden bir grup da, ‘Ey Yesribliler! Tutunacak bir yeriniz = … قالت طائفة منھم یا أھل یثرب ال مقام لكم
kalmadı, geri dönün’ demişti…” 17
Medîne’nin diğer isimlerinden Tâbe, Taybe, ed-Dâr, el-Îmân, Münîra vd. için bkz.: Yâkût, Mu‘cem, V,
82; 18
Kur’ân, Ali İmran:132; Maide:13.59.80.
Page 8
8
göre, Hz Muhammed Yesrib’in adını Medine olarak değiştirmekle, sadece
Müslümanlar için değil, bütün insanlık için bir bilinç oluşturmuştur. Çünkü insan
varlık dünyasına çıkışını Yaratıcısına borçludur. Bu bilince varan insan Rabbi’ne
yönelir, dinine sarılır, ibadet vecdi ile çalışır, çırpınır, neticede medeniyetin
bileşenlerini üretir.19
Açık Mekân ve İslam Şehri
İslam’ın tarihsel gelişimine eşlik eden özgün medeniyeti, öncelikle onun bir
şehir dini olarak ortaya çıkışıyla ilişkilidir. Gerçekten de İslam yapısal olarak
ticari hayatın görece egemen olduğu bir şehirde tezahür etmiş ve oradan çevresine
münhasır bir medeniyet olarak yayılmıştır. Bu sürecin teolojik zemini ise şehirsel
hayatın dinamiklerine uyumlu bir şekilde gelişiyordu. Ancak elbette burada söz
konusu olan şehir olgusu, ait olduğu zamansal ve mekânsal bağlamda tasavvur
edilmelidir. Bu tasavvurla belki de, önce oryantalistlerin sonra da tarihçi ve diğer
sosyal bilimcilerin düştüğü indirgeme hatasından uzak durabiliriz. İslam Şehri bu
eğilimlerin bir örneği olarak adeta Batı şehrinin tarihsel, kurumsal, özerk ve
bürokratik düzenli işleyişine vurgu yapmak için bir ‚öteki‛ olarak kurgulanmıştır.
İslam Şehri her şeyden önce başka şehir tipolojilerine göre eksikliklerle açıklama
konusu olarak ele alınırsa elbette anlaşılamaz. Zaten böyle bir yaklaşım tarihsel ve
toplumsal gerçekliği çarpıtma girişiminden öte de bir anlam taşımaz.20
İslam
Şehri‛yle ilgili yapılan ilk kavramsallaştırma girişimleri, ilerleme mitosu eşliğinde
Batı şehrinin sosyal bilimsel önceliğini ve öncülüğünü perçinlemek için
kullanılmıştır. İslam Şehri, hatta bu bakımdan seküler Batı şehrinin dini
dönüşümünü de açıklamada bir işlev taşıyor gibidir. Modern Batı’da şehir,
19
Koçyiğit, Tahsin, “-Medine’deki Uygulamalarından Hareketle- Hz. Peygamber’in Şehir Tasavvuru
Hakkında Bazı Değerlendirmeler”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl:
2013/2, Sayı: 31, s. 74-75. Medîne isminin kökeni hakkında geniş bilgi için bkz. Küçükaşcı, Mustafa
Sabri, Câhiliyye’den Emevîler’in Sonuna Kadar Harameyn, İslâm Tarih, Sanat ve Kültürünü Araştırma
Vakfı, İstanbul 2003; “Medîne”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), Ankara 2003, XXVIII,
305-318. “Medîne”, DİA, XVIII, 306. 20
Çelik, Celaleddin, “İslam Şehri’nden Şehir İslamı’na: Tarihsel Tecrübeden Sosyolojik Pratiğe Şehrin
Medeniyet Kodları”, Milel ve Nihal İnanç, Kültür ve Mitoloji Araştırmaları Dergisi cilt 9 sayı 3 Eylül –
Aralık 2012, s. 138.
Page 9
9
Sekülerliğin mekânıdır. Kapitalizm şehrin bağrında gelişirken, bir bakıma her
kesimin düşünce kalıplarını da sekülerleştiriyordu.21
Turgut Cansever'in gündeme getirdiği “açık mekân” kavramı, bu noktada
ufuk açıcıdır.22
Cansever'e göre, Hristiyanlıktan kaynaklanan mimari, ferdi
etkileme ve yönlendirmeyi esas almışken, İslam mimarisi, ferdi yönlendirmekten
bilinçli olarak kaçınır, onu, tercihini hür olarak yapabileceği bir durumda bırakır.
Bir hiyerarşiden söz edilemez camide. Eşitlik, ibadette esastır. Üç nefli bir
katedralde olduğu gibi, kapıdan giren kişinin cebrî olarak orta neften mihraba
doğru yürümek zorunda bırakılması söz konusu değildir İslam mimarisinde;
özellikle bu mimarinin en yetkin formunu oluşturmuş bulunan Osmanlı
mimarisinde.
İslam sanatları, Hristiyan Bati sanatından net ve keskin hatlarla
ayrılmaktadır: “Mutluluk, ümitvar ve neşeli olma gibi tavır ve duyguların renkli
ve aydınlık dünyası, bütün İslam sanatlarının ortak özelliklerini oluşturur. Bu
İslami "biçim ifadeleri"ni İslam minyatürlerinde, çini satıhlarda, elbiselerde ve
kilimlerde, hasıl İslam sanatının bütün alanlarında gözlemlemek mümkündür.
İslam dışı kültürlerin ve özellikle Hristiyan Batı kültürünün insani ümitsizliğe
sevkeden, karanlık, kasvetli, dramatík boşluğunun aksine, bu örneklerin yansıması
biçim berraklığında ve kullanılan renklerde ortaya çıkar.23
İslamiyet’in fertleri önemli ölçüde yönlendirilecek bir sürü olarak değil,
akıllarını kullanan ve kendi kararlarını kendileri veren bir bilinçli topluluk olarak
değerlendirmesi, İslam’ın gelişmeye “açık” bir medeniyet ve toplum, dolayısıyla
sanat, şehir ve mimariyi öngördüğünü söylememizi kolaylaştırmaktadır. Bu
noktada, belki de fazlasıyla gevsek bir toplumsal ve dinî örgütlenmeyle karşı
karşıyayızdır. İslam gerek Arabistan yarımadasında, gerekse diğer coğrafyalara
yayılışında, mevcut gelenekleri yok etmeye uğraşmamış, aksine onlara
eklemlenme ve dönüştürme yönünde ilginç bir tavır almıştır. Hodgson da bu
noktaya değiniyor: İslam, gittiği her yerde, yerel etnik gruplar tarafından
21
Mumford, Lewis, Tarih Boyunca Kent, Kökenleri, Geçirdiği Dönüşümler ve Geleceği, Çev. Güral
Koca-Tamer Tosun, Ayrıntı Yay, İstanbul 2007, s. 450. 22
Cansever, Turgut, İslam’da Şehir ve Mimari, Timaş Yay. İstanbul 1997, s. 49 vd. Karatepe, Şükrü,
Kendini Kuran Şehir, İz Yay. İstanbul 2003. 23
Cansever, age, s. 36.
Page 10
10
sürdürülen yerel kültürel terkiplerin içine nüfuz etmiş, bunu bir yerel kültürü
oluşturan birbirine bağımlı gelenekler terkibi içindeki bir gelenek olarak
yapmıştır.24
İslam’ın evrensel ile yerel olanı, aşkın ile tarihî olanı, tasarım ile
topografyayi “denge” (mizan) içerisinde bütünleştirmesi sayesinde hem yerel
geleneklerin çözümlerinin bu Büyük Gelenek bünyesinde kaybolmadan asırlar
boyunca yaşamasına imkân vermiş, hem de İslam medeniyeti diye diğerlerinden
ayırt edebileceğimiz bir “birlik” kimliği kazanmıştır.
Bu rahatlık ise Cansever'e göre, Ananda K. Coomaraswamy'nin de dediği
gibi İslam sanatlarının, seyretmeye ayarlı Hristiyan sanatları gibi “yönlendirici ve
telkin edici” değil, “yaşayan ve yaşanan” sanatlar olması gibi farklı bir sonuç
ortaya koymuş bulunmaktadır. Dolayısıyla İslam, topografyaya, mahallî ve tarihî
olana saygın ama ona bir şemsiye görevi görecek bir üst kimlik olarak var olmuş
ve içinde barındırdığı kültürlerin özerkliklerini ve kendi kimliklerini korumalarını
sağlarken, öte yandan da ortak bir İslam medeniyeti üst kimliğini
şekillendirmiştir.25
Avrupa şehir ve kasabaları çok erken bir dönemde otoriter yönetimler
tarafından belirlenmiş, Hindistan şehirleri kale içinde bir dizi halinde planlanmış,
Çin şehirleri bizzat devlet tarafından özenle çizilerek kurulmuş iken klasik İslam
şehirleri baştan iyi planlanmış olsa bile diğer bahsi geçen medeniyetlerin
şehirleriyle kıyaslandığında çok daha düzensiz ve karmaşık yapıdadırlar. Bunun
birinci sebebi otoriter bir şehir yönetimi olmaması ve şehirlerin vergi toplama ve
güvenlik dışında kendi haline bırakılmasıdır. İslam şehirlerin her ne kadar ilk
merkezi yerleri Hellenistik şehirlere dayansa da daha sonra içinde kolayca
kaybolunacak, dar, labirent gibi sokakları olan kentlere dönüşmüştür. Bu bir
noktada sivil hayatın özgürlüğünü iyi kullanamaması olarak yorumlanabilir.26
Bir Metafor Olarak Şehir
24
M. G. S. Hodgson, ïslàm'in Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih- 1, İslâm'tn Klasik
Çağı, Çev. Komisyon, İstanbul 1993, İz Yay. s. 27. 25
Armağan, Mustafa, “Batı’da ve İslam Medeniyetinde Şehirlerin Ontolojik Kökenleri ve Ayırt Edici
Özellikleri”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl: 6 - Sayı: 23, Ocak-Şubat-Mart 2010, s. 127. 26
Önal, Mehmet, “Erdemli Şehir Ve Hikmetli Bilgi İlişkisi”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Yıl: 2013/2, Sayı: 31, s. 44.
Page 11
11
Kültürel yaşamın şekillendiği mekân olarak şehir, başından beri filozofların
düşünceyi örgütlerken başvurdukları bir analoji, bir metafor olarak da çıkar
karşımıza. Böylece filozofun bazen felsefesinin nâzım planıyla bir “şehir
planlamacısı” gibi ayrıntılı bir haritalandırma uğrağı olarak, bazen bir “gezi
rehberi” gibi ana caddelerinde ya da ara sokaklarında deneyimlenen yolculukların
alanı olarak sürekli şehre uğradığı olur. Yorumcularının da vurguladığı üzere,
Ludwig Wittgenstein’ın eserlerinde –özellikle geç dönem metinlerinde– bir “dil
metaforu” ya da bir “sözel tartışma metaforu” olarak şehre başvurulduğunu, bazen
kısa bir bakış atmak, bazen de ayrıntılı incelemeler ve haritalanlandırmalar
yapmak için şehrin bütün unsurlarına değinildiğini görürüz. Nitekim
Philosophical Investigations’ın (Felsefi İncelemeler, PI) şekillendiği Cambridge
derslerini verdiği günlerde Wittgenstein, defterine şu notu düşer: “Büyük
olasılıkla yollarını bulamayacakları, uçsuz bucaksız bir peyzajın ayrıntılarını
gösteriyorum öğrencilerime”27
Öğrencilerinden ikisinin, D. A. T. Gasking ve A.
C. Jackson’ın tanıklığıyla, Wittgenstein’ın Cambridge derslerinde izlediği “sözel
tartışma metodu”nu betimlerken kullandığı şu ifadeler de şehir metaforuna
başvurusunun dikkat çekici örneklerinden biridir: Size felsefe öğretirken,
Londra’da yolunuzu nasıl bulacağınızı gösteren bir rehber gibiyim. Sizi şehrin
kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına, Euston’dan setlere ve Piccadilly’den
Marble Arch’a götürmem gerekiyor. Şehrin içinde her yöne pek çok yolculuk
yaptıktan sonra, her caddeden pek çok kez geçmiş olacağız –her seferinde caddeyi
farklı bir yolculuğun parçası olarak geçeceğiz. Bunun sonunda Londra’yı
tanıyacaksınız; doğuştan bir Londralı gibi yolunuzu bulabileceksiniz. Elbette iyi bir
rehber sizi ara sokaklardansa daha önemli caddelere götürecek; kötü bir rehber bunun
tersini yapacaktır. İşte felsefede ben daha çok kötü bir rehberim.28
Şehrin Şairleri: Divan Şairleri
Divan şiirinin bir medeniyet şiiri olduğu göz önüne alındığında şehrin türlü
özellikleriyle bu şiirde yer alması da kaçınılmazdır. Divan şairi şehrin şairidir ve
şehir medeniyetin sembolü olarak olumlu özellikleriyle anılır. Zaten modernizmin
ortaya çıkardığı şehirden kaçış arzusunun ya da şehri kutsayışın divan şiirinde
27
Monk, Ray, Wittgenstein: Dâhinin Görevi. Çev. B. Kılınçer-T. Er. Kabalcı Yay. İstanbul 2003, s.708. 28
Monk, Ray, Wittgenstein: s.708.
Page 12
12
izlek olarak bulunması da beklenemez. Fakat Tanzimat sonrası gelişen
edebiyatımızda özellikle Abdülhak Hâmid’in “Sahra”sıyla medeniyetin temsil
ettiği şehirden kaçış temi romantiklerin tesiri altında görülmeye başlanmış ve
Servet-i Fünun’dan Cumhuriyete uzanan bir süreçte Modernleşme hareketlerinin
etkisiyle şehir bir problem olarak şiirlerde yer almıştır. Burada hemen akla Tevfik
Fikret’in İstanbul’u lanetlediği “Sis” şiiri gelebilir. Her ne kadar siyasi-psikolojik
temelli bir şiir olsa da edebiyatımızda bir dönüm noktası oluşturması bakımından
önemli olan bu şiir, Divan şiirinin kutsadığı bir şehri lanetlemesiyle farklı
açılardan yorumlanma imkânına sahiptir. Gerek Milli edebiyat ve gerekse
Cumhuriyet döneminde İkinci Yeni kuşağına kadar ideolojik bir bakış açısıyla
şehir ve karşıtı olan kır imgesi birbiriyle çatışmaksızın şiirlerde yer almıştır.
Yalnız Burada Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi medeniyet algılarını
şehir bağlamında estetik bir zevkle işleyen şairleri, Necip Fazıl Kısakürek gibi
Baudlaire’in Paris sıkıntısına benzer bir biçimde şehre yaklaşımlarını hatırlamak
gerekir. 1950 sonrası şiirinde yani İkinci Yeni’den itibarense sanayileşmenin ve
şehirleşmenin getirdiği problemler şiirlerde işlenmeye başlanmış ve şehir algısı
yepyeni imgelere açılmıştır. Yalnız daha öncesinde Attila İlhan’ın modern şehrin
kapitalist doğasını öne çıkaran romantik-sosyal gerçekçi şiirlerinin etkisini de
unutmamak gerekir.29
Şehir: Din Dilinin Yeni Biçimleri
Felsefe ile din dili arasındaki ayrışma şehirlerin ancak tarihsel olarak
birbirinden ayrışmasını beraberinde getirmektedir. Felsefi dil, bu ayrışmanın
gerisindeki birliği ya da ortaklığı açığa çıkarır: Bu şeylerin (varlık ve varlıkların
ilkeleri) anlam ve özleri bir olup değişmez. Onların taklitleri ise, o şeylere
benzemede yakın ve uzak olmak üzere sayıca çok ve değişiktir… Bu nedenle
hepsi aynı türden mutluluğu amaç edindiği halde, dinleri farklı olan birçok
erdemli ulus ve şehir bulunabilir. Çünkü din, söz konusu şeylerin ya da onların
hayallerinin nefslerdeki görüntüleridir… Böylece bu şeyler, her topluluk ve ulus
için onların en iyi bildikleri şeyler aracılığı ile taklit edilirler… Mutluluğu
tasavvur edilmiş şekliyle amaç edinen ve ilkeleri tasavvur edilmiş şekliyle kabul
29
Tural, Secaattin, “İsmet Özel Şiirinde Şehir Algısı”, Turkish Studies, Sayı: 5/1 Kış 2010, s. 1348-1349.
Page 13
13
edenler bilge kişilerdir. Bu şeyleri nefislerinde hayal edilmiş şekilleriyle kabul
eden ve amaç edinenler ise inanan kişilerdir.30
Din dili, sembolik karakteriyle, felsefenin kuramsal dilinden
ayrışmaktadır. Zira din dili retorik ve sembolik olduğu için, onların literal
anlamıyla tatbikatı rasyonel sonuçlar doğurmamaktadır. Dini sembollerin rasyonel
yorumlanmaya muhtaç olması bu sembollerin belli amaçlar için bir araçtan ibaret
olmasındandır. Kısacası literal yorumlamanın ve literal anlamın tatbik edilmesinin
sıkıntısı, aracın kendisini bir amaç gibi kabul etmesindendir. Dolayısıyla dini
naslar ya da semboller rasyonel yorumlanmazsa, tatbikatları irrasyonel sonuçlar
doğuracaktır. Bu yüzden siyaset felsefesi İbn Sina için öncelikli olarak dini
nasların felsefi yorumlanması anlamına gelmektedir. Bu iki farklı dilin hakikati
anlatma biçimleri, insanların farklı kapasitede olmalarının bir sonucu olarak ideal
şehrin unsurlarıdır. Fârâbî, ideal şehrin kısımlarını bu farklılık temelinde
açıklamıştır. Şehrin kurucu (üst) dili olarak konumlanan felsefe, şehirdeki
insanların kapasitelerini dikkate alarak, hakikati çok çeşitli olarak
anlatabilmelidir.31
Bu anlatım temelini şehrin pratiğinden alır.32
Fakihler ve
müfessirlerin dini naslara dair yorumları büyük oranda dinin sembolik dili içinde
kalmaktadır. Felsefi yorumlar ise dini nasların anlamını rasyonel olarak
belirlemeyi amaçlamaktadır. Bu durumda sembolik dil, şehirde rasyonel bilinci
geliştirmek için yeterli değildir; felsefe şehrin ‘üst dili’ olarak en geniş anlam
alanına erişir. Retorik ise daima içinde bulunulan şartlara bağlı –bağlamsal olduğu
için sınırlı bir anlam alanına ve perspektife sahiptir. Şehirde rasyonel bilinci
geliştirmek için İbn Sina nasları felsefi yorumlamaya çalışmış görünmektedir.
Dolayısıyla İbn Sina’da Kur’an yorumu şehrin rasyonelleştirilmesi için bir siyasi
araca dönüşmüş olmaktadır. İbn Sina’nın dini nasları yorumlayarak33
gerçekleştirdiği şehir/siyaset felsefesi, dini nasların ifadesi ile onların tatbikatı
30
Fârâbî, es-Siyaset’ul-Medeniyye, s. 55-56; es-Siyaset ul-Medeniyye, s. 50-51; Haklı, Şaban, “Farabi’de
Din-Felsefe İlişkisi Bağlamında Din Dilinin Yapısı”, Uluslararası Farabi Sempozyumu Bildirileri, Elis
Yay. Ankara 2005, ss.303-314. 31
Kurtoğlu, İslam Düşüncesinin Siyasal Ufku, s. 137. 32
Sayın, Fatma, Klasik İslam Filozoflarında Şehir-Felsefe İlişkisi Sorunu, Ondokuz Mayıs Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Samsun 2010, s. 59. 33
Hanoğlu, İsmail, “İbn Sînâ Düşüncesinde İrfânî Kişilik Tasavvuru: Sabit Tabiatın Sabitlenemez Özü ve
Yorumun Asliyeti”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VIII, 4, 2008, ss. 168-170.
Page 14
14
arasında rasyonel bir düzey olarak rol üstlenir. Dini nasların rasyonel olarak
yorumlanması, onların tatbikatının rasyonel düzeyde gerçekleşmesi demektir.
Felsefe, şehrin mutluluğunu sağlamak için şehrin pratiklerinin tatbikatın rasyonel
olmasını ve doğru sonuçlara yol açmasını amaçlar. Böylece İbn Sina’nın dini
nasları yorumlaması, nasların zahiri/dilbilimsel anlamının belirlenmesini değil,
onların tatbikatının rasyonel anlamını açığa çıkarmayı amaçlar.34
İbn Sina bir
taraftan felsefî dilin doğuşunun ve anlaşılmasının imkânı olarak şehri görürken
diğer taraftan ise şehrin siyasi gerçekliğine en uygun olan din dilinin yanında
felsefî dile de şehirde açıkça barınma imkânı verilemeyeceğini de fark etmektedir.
Bu durum yalnızca şehrin imkânları içinde var olabilen felsefenin değil aynı
zamanda felsefe sayesinde hakikati salt entelektüel düzeyde bilinebilecek din
dilinin kaderi oldukça belirsizleşmektedir. Kısaca, şehrin siyasi gerçekliğine en
uygun karakterdeki din dili, kendi entelektüel gerçekliğine en uygun karakterdeki
felsefe olmaksızın yalnızca bir ortak kanaati temsil edebilecektir.35
İslam Düşüncesinde Şehrin Felsefesi, Felsefenin Şehri
İslam felsefesinde şehir kavramı ilk kez Fârâbî’yle birlikte insanın
yetkinleşmesi nosyonuna bağlı olarak pratik felsefe kapsamında müstakil bir
sorun olarak incelenmiştir.36
Felsefe, şehir için ideal olanı keşfetme faaliyetidir.
Bir başka deyişle felsefe şehrin ideal doğrultusunda kendini gerçekleştirme
tarzıdır. Böylece felsefenin şehirdeki varlığı ve konumu aynı zamanda şehrin
kendini gerçekleştirmesinin yani olması gereken duruma ne kadar erişebildiğinin
bir göstergesidir.37
Fârâbî bilhassa el-Fusûlü’l-Medenî, es-Siyâsetü’l-Medeniyye
ve el-Medenitü’l-Fâdıla adlı eserlerinde ve Kitâbu’l-Hurûf’un ikinci kısmında
toplumun kuruluşunu, yapısını, yönetimini ve çeşitli yönetim biçimlerini ayrıntılı
olarak incelemiştir. Fârâbî’yi siyaset teorisinde seçkin kılan şey, normatif bir
yöntem kullanarak şehir hayatını insanın var oluş gayesi doğrultusunda açıklamak
suretiyle hakikat bilgisine ulaşmayı mümkün kılan bir vasat olarak tasarlamasıdır.
34
Sayın, Klasik İslam Filozoflarında Şehir-Felsefe İlişkisi Sorunu, s. 70. 35
Tatar, Burhanettin, İslam Düşüncesine Giriş, Dem Yay. İstanbul 2009, s. 86. 36
Türker, Ömer, “İslam Felsefesinde Şehir Kavramı: Hakikat Bilgisinin Somutlaşması”, Süleyman
Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 31, Sayı: 31 2013/2, s. 50. 37
Sayın, Klasik İslam Filozoflarında Şehir-Felsefe İlişkisi Sorunu, s. 46.
Page 15
15
Bu bağlamda onun felsefesinde şehir kavramı iki açıdan ele alınır. Birincisi şehrin
kuruluşu, ikincisi yönetimidir. Her ikisi de bir yandan tasvirî diğer yandan
normatif bir yöntemle açıklanır. Zira Fârâbî’ye göre toplumun kuruluşunun temel
saiki bireyin ihtiyaçlarını tek başına karşılayamamasıdır. İhtiyaç kavramı ilk
aşamada beslenme ve barınmayla açıklandığından tasvîrî bir nitelik arz eden
inceleme, insan varlığının bütün unsurları dikkate alındığında insanın kuvve
halinde bulunan yetkinliklerinin bilfiil olacağı toplumsal koşulların nasıl olması
gerektiğine dair normatif bir araştırmaya dönüşür.38
Normatif inceleme, onun
metafizik düşüncesinin toplumsal ve siyasi seviyedeki zorunlu sonuçlarını bütün
açıklığıyla ortaya koyar. Diğer deyişle Fârâbî mevcutların temel kısımları, tertibi
ve ilişkilerine ilişkin görüşleri doğrultusunda ahlak ve siyaseti inşa etmiştir. Bu
inşa varlığın bütününe ilişkin tümel veya bütüncül bilginin ve buna uygun
davranışın hangi şartlarda mümkün olacağı sorusunun cevabıdır.39
Fârâbî’nin şehrinde, felsefe, varlıkların bütün yönlerini düşünce ve
dolayısıyla dilde açığa çıkarma faaliyeti olarak merkezi bir değer kazanmaktadır.
Bütüncül bir düşünme faaliyeti beraberinde kendisinden taşan, diğer varlıklara
yansıyan ve böylece kendini gerçekleştiren bir şehri zihnimize sunmaktadır. Şayet
felsefe varlıkların hakikatini ortaya çıkarma çabası ise şehrin hakikati sorusu
felsefenin alanına girmektedir. Bu bağlamda felsefenin, hem kurucu/normatif hem
de spekülatif işlevi ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısıyla, Farabi, ideal şehir
kurgusunda felsefeyi en yetkin konuma yerleştirmektedir. Zira o, varlığın sebebi
olan düşünme eyleminin bir ifadesidir.40
Fârâbî’ye göre şehrin bilmesi, üzerinde uzlaşması gereken öncelikli husus
felsefi konulardır. Felsefe, şehrin anlam alanını/ufkunu pratik/gündelik olandan
farklı bir alana taşırmaktadır. Felsefenin şehre kazandırdığı bu ‘anlam fazlalığı’,
aslında Fârâbî’de şehrin anlamının/hakikatinin ifadesidir. Bu, Fârâbî’nin, şehri
38
Toplumun ortaya çıkışının kısa bir tasviri için bkz. Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, çev. Nafiz Danışman
Maarif Basımevi İstanbul 1956, s. 64-72; İdeal Devlet el-Medînetü’l-Fâzıla, Çev. Ahmet Arslan Vadi
Yay. Ankara 1997, s. 99-102; es-Siyâsetü’l-Medeniyye veya Mebâdiü’l-Mevcûdât, Çev. Mehmet Aydın,
Kültür Bakanlığı Yay. İstanbul 1980, s. 36-37; Mutluluk Yoluna Yöneltme, Çev. Hanifi Özcan, İzmir
1993, s. 160-63. 39
Türker, “İslam Felsefesinde Şehir Kavramı: Hakikat Bilgisinin Somutlaşması”, s. 50; Toktaş, Fatih,
Farabi’de Ahlak ve Siyaset, Etüt Yay. Samsun 2009. 40
Sayın, Klasik İslam Filozoflarında Şehir-Felsefe İlişkisi Sorunu, s. 48.
Page 16
16
pratik alana sıkıştırılamayacak kadar önemli/aşkın bir anlama konusu olarak
algıladığını göstermektedir. Şehrin bu ‘anlam fazlalığını’ fark eden, yine felsefe
olmaktadır. Felsefe, şehre, pratik gündelik dili aşan bir üst dil kazandırmaktadır.
Bu üst dil, Fârâbî’de “Bir” yani Tanrı kavramı ekseninde anlamlandırılan
kozmoloji ve metafizik olarak kurgulanmaktadır. Bu üst dil sayesinde şehrin
‘anlam fazlalığı’ ortaya çıkabilmektedir.41
Böylelikle Fârâbî’nin şehri, kozmoloji ve metafizik içinde anlam kazanan
bir mekân olarak tasarlamaktadır. Bu düzeyde felsefe, şehre kendi kuramsal yani
ideal gerçekliğini hatırlatır ve ona yön gösterir.42
Diğer yandan “Peygamberliğin ispatı”43
yazısında İbn Sinâ, şehri, insanın
pratik ihtiyaçlarının karşılandığı bir mekân olarak ortaya koyar. O, şehri
metafiziksel kavramlarla açıklayan Farabi’yle aynı görüşü paylaşmaz. İbn Sinâ
şehirdeki teori-pratik ilişkisini, teorinin pratiğe dayalı olduğu argümanından
hareketle kurmaktadır. Şehir açıklamasında İbn Sinâ pratikten teoriye, Farabi ise
teoriden pratiğe doğru bir yol izler. İbn Sinâ şehri, pratik ihtiyaçların karşılandığı
bir ilişkiler alanı olarak şöyle açıklar: “Bilindiği gibi insan, zorunlu ihtiyaçlarında
kendisine yardım edecek bir ortak olmadan işini yürütmeyi üstlenen yalnız bir
bireyken geçimini iyi yapamamakla diğer canlılardan ayrılır. O, başka bir
hemcinsiyle yeterli hale gelmesi gerektiği gibi, hemcinsinin de onunla ve
benzerleriyle yeterli hale gelmesi gerekir. Böylece birisi diğeri için buğday üretir,
öteki beriki için ekmek yapar, birisi diğeri için diker, öteki beriki için iğne üretir.
41
Sayın, a.g.e. s. 50. 42
Sayın, a.g.e. s. 50; Kutluer, İlhan, “Farabi’den Taşköprîzade’ye: Uygarlık, Din ve Bilim”, Akademik
Araştırmalar Dergisi, 4, 2000, s.13-30; Galston, Miriam, “Farabi’nin Önerisi Varoluşun Siyaseti: Gaye
ve İnsan”, İslam Felsefesinde Siyasi Düşüncenin Gelişimi, Ed. Charles Butterworth, Çev. Selahattin
Ayaz, Pınar Yay. İstanbul 1999, ss. 83-131; Mücahid, Huriye Tevfik, Farabi’den Abduh’a Siyasi
Düşünce, Çev. Vecdi Akyüz, İz Yay. İstanbul 2005; Bircan, Hasan Hüseyin, “Farabi’nin İlimler Tasnifi
Bağlamında Siyaset ve Ahlakın Neliği”, İslamiyat Dergisi, 4, 2003, ss. 139-150; Kuyurtar, Mehmet,
“Farabi’nin Çok Boyutlu Mutluluk Kuramının Felsefe-Din İlişkileri Bakımından Önemi”, Uluslarası
Farabi Sempozyumu Bildirileri, Elis Yay. Ankara 2005, ss.315-325; 43
Bkz. İb n Sina, “Nübüvvet’in İspatı ve (Nebilerin) Sembol ve Benzetmelerinin Te’vili Üzerine”,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Hüseyin Aydın, Enver Uysal, Hidayet Peker (çev.), 7/7,
1988. Ayrıca bkz. İbn Sina, “Peygamberliğin Kanıtı”, Çev. Burhanettin Tatar, İslam Geleneğinde Metin-
Yorum İlişkisi, Etüt Yay. Samsun, 2001, s. 197-200.
Page 17
17
Böylece bir araya geldiklerinde işleri yeterli hale gelir. İnsanların şehir ve
toplumlar oluşturmalarının nedeni budur. 44
Bu paragrafta, İbn Sinâ, şehri, insanın pratik, doğal bir yaşama alanı olarak
tanımlamaktadır. Şehir; insanın yeme, içme, barınma, hayatını devam ettirme vs.
gibi sağlanmadığı takdirde, varlığının ortadan kalkacağı pratik, zorunlu ihtiyaçlar
karşısında kurulan bir ilişkiler ağını göstermektedir. Bu ilişkiler ağı, insanın
zorunlu ihtiyaçlarının giderilmesi için oluşturulan iş bölümünü, birbirine
bağımlılığı ve devamlılığı ifade eder. Ancak İbn Sina, şehri sadece pratik
ihtiyaçların organizasyonu olarak görmez. O bir üst aşamaya, şehri diğer
topluluklarla-kırsalla karşılaştırarak geçiş yapar. Bu mukayeseyle, İbn Sinâ şehrin
karakteristiğini-kendine özgü ayırt edici yanını açığa çıkarır: “Şehir şartlarına
göre, şehri kurmada dirayetli davranmayıp hemcinsleriyle birlikte sadece
“topluluk” oluşturmayla sınırlı kalan kimseler, insanlara uzak benzer izlenimi
verirler ve insanların yetkinliklerinden yoksundurlar. Bununla beraber,
böylelerinin bir topluluğa ve şehirlilere benzemeye muhtaç olmaları gerekir.”45
Bu noktada İbn Sinâ, şehri, insanı yetkinleştiren bir alan olarak
nitelemektedir. İnsan, pratik ihtiyaçlarının giderilmesiyle birlikte kendini
geçekleştirme/yetkinleştirme gibi bir amaca sahiptir. İbn Sinâ, insanın bu
gelişimini takdir edemeyen toplulukların şehir olamayacağını söylemektedir. O
halde, şehrin pratik zorunluluktan kaynaklanan gerçekliği, insanın kendini
gerçekleştirme/yetkinleştirme çabası-sanatıyla kemale ermektedir; böylelikle
şehrin diğer varlıkların oluşturduğu topluluklardan ayırt edici yönü açığa
çıkmaktadır. İşte bu nedenle insan gerçek varlığının tekâmül etmesi, doğasının
ortaya çıkabilmesi için şehre ihtiyaç duymaktadır. İbn Sinâ, insan doğasının
bizatihi/kendiliğinden ortaya çıkamayacağını; ancak insanın doğasının yine kendi
“dirayet”iyle –çabasıyla- gerçekleşebileceğini işaret etmektedir. Bu anlamda İbn
Sinâ insan doğası derken onun, hem zorunlu ihtiyaçları dolayısıyla pratik yönünü
hem de kendini gerçekleştirme -yetkinliğe ulaşma- amacı dolayısıyla manevi
yönünü anlatmaktadır. İbn Sinâ, işte kendini gerçekleştirme çabası içinde
44
İbn Sina, Metafizik II, Çev. Ekrem Demirli, Ömer Türker, Litera Yay. İstanbul 2005, s. 187/907. 45
İbn Sina, Metafizik II, s. 187/907.
Page 18
18
olmayan, sadece insanın diğer varlıklarla ortak yönlerini dikkate alan insanlara,
“insana uzak benzer” gibi bir nitelik atfetmektedir.46
İbn Bacce, şehir felsefesini mikro düzeyde –birey planında- ortaya
koymaktadır. O, Tedbirü’l-Mütevahhid’de filozofu, mütevahhid –tek kişi- olarak
adlandırarak, filozofun durumunu, yalnızlık olarak değil, çoğunluğun/başkalarının
anlayış düzeyine indirgenemezlik bağlamında söz konusu etmektedir. Şehir
felsefesinde, filozofu hakikatin biricik -mikro- göstergesi olarak sunmakla
birlikte, onun başkalarıyla birlikte yaşadığı sürece ne yapması gerektiğini ‘tedbir’
kavramı ekseninde bir köklü soruna dönüştürmektedir.47
Sonuç
Şehir ile felsefeyi hangi açıdan ele alırsak alalım onları birbirinden ayrı ve
bağımsız düşünemeyiz. Çünkü her ikisi de bir insan ürünüdür, insan doğasının
ayrılmaz bir öğesidir. Ne birbirlerinden bağımsız olarak varlığa gelirler, ne
birbirlerini öncelerler, ne de birbirlerinden ayrı bir anlam ve değer taşırlar.
İnsanlık ve yaşam adına durmaksızın birbirlerini üretip zenginleştirirler. İnsanın
birçok yapıp etmesi gibi felsefe de şehirde doğar, şehirde büyür, şehirde gelişir,
şehirde dile gelir, şehirde söze dökülür. Her şeyiyle şehirde inşa ve imar edilir.
Şehrin en renkli ve en temel eylemlerinden biri olarak kendini açınlar. Zaten ilk
günden beri felsefe hep şehirde yapıla gelmiştir. Ya şehrin asi sokaklarının
isyankâr bir genci ya da Sokratesçi bir benzetmeyle kırlarda değil şehirlerde
yaşayan bir at sineği olarak zihinleri uyandırmış, zihnin rasyonel sorgular
yapmasını sağlayarak geleneği altüst etmiştir. Şehir ile felsefe arasındaki bu güçlü
bağdan dolayı şehir olmadan felsefe ortaya çıkamaz. Çünkü şehir düşüncenin
mekânıdır. İnsanın mekânla olan bağlarının kurulup onunla kucaklaştığı yerdir.
Logosun, ruhun yayıldığı zemindir. Varlığın, var olanın özüne dönüş
46
Sayın, a.g.e. s. 64-66. 47
Sayın, a.g.e. s. 90. Yaşar Aydınlı, İbn Bacce’nin İnsan Görüşü, Marmara Ü. İlahiyat F. Yay. İstanbul
1997; Harvey, Steven, “İbn Bacce: Bireyin Kendi Kaderini Tayin Hakkı”, İslam Felsefesinde Siyasi
Düşüncenin Gelişimi, Ed. Charles Butterworth, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay. İstanbul 1999, s. 171-
200.
Page 19
19
yolculuğunun yaşandığı alandır. “Bir-yerde-bulunuş”luğun varoluşsal-ontolojik
önceliği ve koşuludur. Şehir ile insan, yani şehir ile düşünce arasındaki bu ontik-
epistemik ilişki şehir ile uygarlık arasında da vardır. Bundan dolayı düşünce, insan
demek; insan, şehir demek; şehir ise mecazi anlamıyla “felsefe” geniş anlamıyla
“uygarlık” demektir.48
Modern şehir nesnellik adına hep ölçülebilen şehirdir. Her şey ölçüme
dökülür, sayılarla ifade edilir. Oysa her şey sayılarla ölçülemez, ölçülse bile her
zaman insana aynı standartta bilgi veremez. Tümel, evrensel, genel geçer
doğruları veremez. İnsana nesnellik adına yanlış ve hatalı seçimler de yaptırabilir.
Birçok konuda ve alanda “… “evet-hayır-belki-bilmiyorum-tamam-bekle-henüz-
değil-olabilir” kabilinden “saçmalamalarımız” 49
ve usandıran kararsızlıklarımız
bundan dolayı yaşanmaktadır. Kierkegaard’ın da dediği gibi hemen hemen her
konuda yalnızca nesnel ve rasyonel davranarak seçim yapamayız. Çünkü
“yaşamak basit, açık, net bir “seçme” oyunu değildir.”50
Aslında insanın usandıran
kararsızlıkları yaşamasının nedeni onun kendisine ve doğaya karşı duymuş olduğu
umutsuzluktur. Bu durumun ortaya çıkmasını da modern şehir tetiklemiştir. Bu
açıdan modern şehir aynı zamanda umutsuzluk şehridir. Umutsuzluk şehirleşme
süreciyle birlikte, daha doğrusu insanın doğasında ruhunu kemirici bir güç olarak
hep var olsa da moderniteyle birlikte doruk noktasına ulaşmıştır. Her insan doğası
gereği bir umutsuzluk içindedir.51
Tanpınar’ın dediği gibi şehirleri inşa edip
yapılandırırken benlik buhranını yenebilecek ve de insanı kendisi ve doğayla
barıştırabilecek varoluşsal-ontolojik bağ, başka bir deyişle “mazi ile nerede ve
nasıl bağlanacağız”52
sorusuna cevap vermek durumundayız.
48
Aydoğdu, Hüseyin, “Modern Şehrin Nesnelliğine ve Yanılsamalarına İrrasyonel Bir Eleştiri:
Varoluşçuluk”, Maltepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Sayı: 1-2, s. 97. 49
Soccio, Douglas J. Felsefeye Giriş –Hikmetin Yapıtaşları– Çev. Kevser Kıvanç Karataş, Kaknüs Yay.
İstanbul 2010, s. 679. 50
Soccio, Douglas J. Felsefeye Giriş –Hikmetin Yapıtaşları– s. 679. 51
Aydoğdu, Hüseyin, “Modern Şehrin Nesnelliğine ve Yanılsamalarına İrrasyonel Bir Eleştiri:
Varoluşçuluk”, s. 124-125. 52
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergâh Yay. İstanbul 2011, s. 214.