T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ RADYO TELEVİZYON SİNEMA ANABİLİM DALI İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ RETORİĞİ:1980 SONRASI TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ TARTIŞMALARINDA İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ Yüksek Lisans Tezi İnan ÖZDEMİR Ankara-2005
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
RADYO TELEVİZYON SİNEMA ANABİLİM DALI
İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ RETORİĞİ:1980 SONRASI TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ TARTIŞMALARINDA
İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ
Yüksek Lisans Tezi
İnan ÖZDEMİR
Ankara-2005
2
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ RADYO TELEVİZYON SİNEMA ANABİLİM DALI
İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ RETORİĞİ:1980 SONRASI TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ TARTIŞMALARINDA
İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ
Yüksek Lisans Tezi
İnan ÖZDEMİR
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Eser KÖKER
Ankara-2005
3
İÇİNDEKİLER GİRİŞ………………………………………………………………………………...1
I. BASIN VE İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ KAVRAMLARI……………………..22
A. “Basın Özgürlüğü”nün Tarihsel Gelişimi ve Felsefi Temelleri……..22
B. “İletişim Özgürlüğü”nün Kuramsal Temelleri ve Modern
Kapitalist Demokrasilerde 1980 Sonrasında İletişim
Özgürlüğü Tartışmaları……………………………………………....35
C. 1980 Öncesinde TBMM’de Yayıncılık Alanına ve Basın
Özgürlüğüne İlişkin Tartışmalar.................................................................49
D. 1980 Sonrasında Türkiye’de Medyanın dönüşümü ve İletişim
Özgürlüğü Tartışmaları…………………………………………...…...69
a) 1980’lerde “İletişim Özgürlüğü” Kavramının Tartışmalarda
Kullanılma Biçimleri ve Temel Tartışma Konuları………………….69
b) 1990’larda “İletişim Özgürlüğü” Kavramının Tartışmalarda
Kullanılma Biçimleri ve Temel Tartışma Konuları…………………82
c) 2000’den Günümüze “İletişim Özgürlüğü” Kavramının
Tartışmalarda Kullanılma Biçimleri ve Temel
Tartışma Konuları…………………………………………………..95
II. TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDEKİ İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ
TARTIŞMALARININ ELEŞTİREL RETORİK ANALİZİ…………………108
A. Tezde İncelenen Yasa Tartışmaları ve Birleşimleri………………108
4
a) 2954 Sayılı Yasada Değişikler Talep Eden Yasa Tasarıları ile 3093
Sayılı TRT Gelir Kanununda Değişiklik Yapan Yasaların
Görüşüldüğü TBMM Birleşimleri…………………………………..110
b) 3517 sayılı Radyo ve Televizyon Verici İstasyonlarının Posta
Telgraf ve Telefon İşletmesi Genel Müdürlüğü Tarafından
Kurulması ve İşletilmesi Hakkında Kanunun Görüşüldüğü
TBMM Birleşimleri………………………………………………..112
c) 1982 Anayasasının 133. Maddesinin Değiştirilmesine
Dair 3913 Sayılı Kanun Tasarısının Görüşüldüğü
TBMM Birleşimleri ……………………………………………..113
d) 3984 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve
Yayınları Hakkında Kanunun Görüşüldüğü
TBMM Birleşimleri ……………………………………………..116
e) 3984 Sayılı Yasada Değişiklikler Öngören 4756 Sayılı
Yasanın Görüşüldüğü TBMM Birleşimleri………………………..117
f) 4709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı
Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun’a
İlişkin TBMM Birleşimleri………………………………………...119
g) 3984 Sayılı Yasada Değişiklik Öngören 5317 Sayılı
Kanununun Görüşüldüğü TBMM Birleşimleri…………………….120
B. İletişim Özgürlüğü Tartışmalarının Temel İzlekleri………………...122
a) Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’ye İlişkin Tartışmalarda
İletişim Özgürlüğünün İfade Edilme Biçimleri……………………122
b) Yayıncılık Alanının Kurallardan Arındırılması Tartışmalarında
İletişim Özgürlüğünün İfade Edilme Biçimleri……………………126
5
1. Devlet Tekelinin Kırılması ve Özel Yayıncılığın Başlamasına
İlişkin Tartışmalarda İletişim Özgürlüğü Retoriği…………….126
1.1. Yayıncılık Alanında Devlet Tekelinin Kırılmasının
Ekonomik ve Teknik Bir Zorunluluk Olduğuna İlişkin
Tartışmalarda İletişim Özgürlüğü Retoriği……………127
1.2. Yayıncılık Alanında Devlet Tekelinin Kırılması ile
Tarafsızlık ve Çoğulculuğun Sağlanabileceğine İlişkin
Tartışmalarda İletişim Özgürlüğü Retoriği……………136
2. Özel Radyo ve Televizyon Kuruluşlarının Mülkiyet Yapısının ve
Medya Patronlarının Ekonomik Eylemlerinin Düzenlenmesine
İlişkin Tartışmalarda İletişim Özgürlüğü Retoriği…………….135
3. Yayıncılık alanının Uluslararası Sermayeye Açılıp Açılmaması
Tartışmalarında İletişim Özgürlüğü Retoriği…………………..147
c) Yayınların Denetimine İlişkin Tartışmalarda İletişim Özgürlüğü
Retoriği.............................................................................................151
1. Milli Güvenliğin Korunmasına İlişkin Önlemlerde İletişim
Özgürlüğü Retoriği………………………………………….151
2. Milli Ahlakın Korunmasına İlişkin Önlemlerde İletişim
Özgürlüğü Retoriği……………………………………………170
d) Yurttaşların Kendilerini İfade Araçlarının Arttırılması Olarak
İletişim Özgürlüğü Tartışmaları……………………………………175
SONUÇ……………………………………………………………………………183 KAYNAKÇA……………………………………………………………………...190 ÖZET……………………………………………………………………………...205
6
GİRİŞ
Bu çalışma, Türkiye’de siyasal konuşmaların temel merkezlerinden biri olan
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki, 1980 sonrası yayıncılık alanına ilişkin yasa
tasarılarının tartışıldığı oturum tutanaklarında “iletişim özgürlüğünün” ifade edilme
biçimleri, kullanılan retorik motifler ve parlamenterlerin konuya ilişkin geliştirdikleri
argümanlar üzerine odaklanmıştır. Bu çabanın ardında yatan amaç; Türkiye Büyük
Millet Meclisi (TBMM) tartışmalarında hakim olan iletişim özgürlüğü anlayışının,
XIX. yüzyılda ortaya çıkan liberal basın özgürlüğü paradigması ile şekillendiğini ve
bu iletişim özgürlüğü anlayışının Türkiye’de 1980 sonrasında ağırlık kazanan yeni
muhafazakar yaklaşımların iletişim özgürlüğüne ilişkin kavrayışları ile desteklenerek
incelenen süre boyunca tekrarlandığını gösterebilmektir.
Tutanakların analizinde “iletişim özgürlüğü” kavramının seçilmesindeki
temel etkenlerden biri, XX. yüzyılda bir sosyal hak olarak ortaya çıkan ve temelini
iletişim ortamının kamu hizmeti anlayışıyla düzenlenmesi talebinin oluşturduğu
iletişim özgürlüğü anlayışının, 1970’lerin ortalarında ABD’de ve 1980’lerle birlikte
Avrupa’da egemen olan yeni-sağın liberal ekonomik ve kültürel politikaları
sonucunda köklü bir değişime uğramasıdır. Diğer etken ise iletişim özgürlüğü
tartışmalarının medyanın demokratik işlevleriyle ilgili tartışmaların odağında yer
almasıdır. “Medyanın demokratik rolüyle ilgili tartışma medyanın nasıl örgütlenmesi
gerektiği hakkındaki tartışmadan ayrı düşünülemeyeceği” (Curran, 1997:140) için,
iletişim özgürlüğü kavramı, tutanaklar analiz edilirken, parlamenterlerin nasıl bir
iletişim ortamı tahayyül ettikleri konusunda da aydınlatıcı olacaktır.
7
İletişim özgürlüğü kamu hizmeti yayıncılığı tartışmalarında sıklıkla
başvurulan kavramlardan biridir. Özellikle 1980’lerin başında kamu yayıncılığına
karşı çıkan ve yayıncılıkta kurallardan arındırma (deregülasyon) talep eden yeni
liberaller, bu taleplerini meşrulaştırırken eski basın özgürlüğü kavrayışını sıklıkla
dile getirmişlerdir. Deregülasyon, devletin iktisadi rolünü azaltacağı, rekabet
getireceği, iktisadi verimliliği arttıracağı, daha fazla yatırıma yol açacağı ve
tüketicilerin kazançlarının artacağı gerekçelerine dayandırılmış, 1980’lerde ABD’de
Ronald Reagan yönetiminde ve İngiltere’de Margaret Thatcher hükümetlerinde
görülen ve etkisi tüm dünyaya yayılan “yeni sağ”ın siyasal projesinin bir parçası
olmuştur. Bu proje, kitle iletişim alanının regülasyonunu bir kültür politikası konusu
olarak değil, ticari potansiyeli olan bir alan olarak görmüş ve 1980’ler Batı
Avrupa’da yayıncılıkta kamu tekellerinin kırıldığı ve özelleşme sürecinin başladığı
yıllar olmuştur. (Kejanlıoğlu, 2004:82).1
Bu süreçte iletişim özgürlüğü, yeni sağın ekonomik ve kültürel
programlarıyla uyumlu bir şekilde yayıncılık alanındaki “frekans sınırlılığı”nın
kırılması ile bilişim, telekomünikasyon ve kitle iletişim alt yapılarındaki birleşmeye
(convergence) vurgu yapılarak tanımlanmış; XIX. yüzyılda ortaya çıkan basın
özgürlüğü anlayışının John Milton, John Locke, Matthew Tindal, John Stuart Mill
gibi öncülerinin argümanları ödünç alınmıştır (Keane, 1999:67). Bu tanımlamada,
sansürün kaldırılmasına yönelik mücadele, yayıncılık alanındaki yasal
1 Batı Avrupa’da yayıncılık alanında 1980 sonrası düzenlemeler ve deregülasyon süreçleri için bakınız: Karen Siune and Wolfgang Truetzschler, Dynamics of Media Politics: Broadcast and Electronic Media in Western Europe, London: Sage Pub., 1994; Kenneth Dyson and Peter Humphreys, Broadcasting and New Media Policies in Western Europe, London: Roputledge, 1988; Peter J. Humphreys, Mass Media and media policy in Western Europe, Manchester: Manchester University Press, 1996; Vincent Porter and Suzanne Hasselbach, Pluralism, Politics and the Marketplace: The Regulation of German Broadcasting, London: Routledge, 1991.
8
düzenlemelerin kaldırılması için örnek olarak gösterilerek (Curran and Seaton,
1991:8); “basının temelde küçük tirajlı siyasal yayınlardan oluştuğu ve devletin
toprak sahibi küçük bir seçkin sınıfı tarafından denetlendiği” bir dönemde
biçimlenen basın özgürlüğü yorumları, değişen siyasi, toplumsal ve ekonomik
koşullara rağmen, hiç sorgulanmadan kabul edilmiştir (Curran, 2002:182).
Hem klasik basın özgürlüğü anlayışıyla gündeme gelen deregülasyon
çağrılarını hem de refah devletinin kamu hizmeti yayıncılığını eleştiren radikal
yaklaşımlar ise yeni bir iletişim düzeni tahayyülünde bulunmuştur. Dikey bir iletişim
sistemi yerine yatay, aynı düzeyde ve eşitlikçi bir iletişimi savunan, yeni toplumsal
hareketlerin taleplerinden beslenen demokratik katılımcı medya teorisi, serbest pazar
sistemindeki ticarileşmeyi ve tekelleşmeyi; kamu yayıncılığının ise merkeziliğini ve
bürokratikleşmesini eleştirmiş, demokratik katılımın sadece yerleşik partiler
aracılığıyla yapılmasına karşı çıkmış, politik bir toplumda alıcıların ihtiyaç, ilgi ve
amaçlarını ön plana çıkarmış; bilgi edinme hakkı, cevap hakkı, küçük toplulukların,
çıkar gruplarının ya da alt kültürlerin kendi aralarında etkiletişimi sağlamak için
iletişim araçlarını kullanma hakkı gibi yeni talepler ileri sürmüştür (Çebi, 1999:43;
Işık, 2002:32; McQuail, 1982:96,97). İletişim özgürlüğü ile istenen artık sadece
araçlara yönelik bir özgürlük değil, hayatın her alanını içine alan bir özgürlük
olmuştur. Bu kavramı kullananlar, “iletişimin ancak farklı düşüncelerin ve görüşlerin
birbiriyle kurumsallaşmış kitle iletişim araçlarıyla ve kurumsallaşmamış iletişim
ağlarıyla ilişkiye girmesi sayesinde gerçekleşeceğini” varsaymışlardır (Köker,
1998:145,146).
9
Yayıncılık alanındaki deregülasyon süreci Türkiye’de de, Türkiye’nin özgül
koşulları içerisinde gerçekleşmiştir. 1980’lerden 2000’li yıllara Türkiye’de iletişim
alanındaki dönüşüm yayıncılık alanında devlet tekelinin kırılarak bir yanda TRT’nin
kamu yayıncılığı, diğer yanda ise özel radyo ve televizyonların yer aldığı ikili bir
sistemin ortaya çıkması; iletişim ve enformasyon alt yapılarının yöndeşmesinin ivme
kazanması ve iletişim alanında var olan kuralların, büyük sermaye gruplarının
elindeki ulusal medya kuruluşlarının lehinde, güçlenerek devam etmesi ile
gerçekleşmiştir. 1980 sonrasında Batı Avrupa’da yayıncılık alanındaki gelişmelerle
paralellikler taşıyan bu dönüşümün başlangıcında, Amerika’da “Reaganizm”,
İngiltere’de “Thatcherizm”, Türkiye’de ise “Özalcılık” olarak tanımlanan neo-liberal
iktisat politikaların iletişim alanına uygulanması yer almaktadır (Kejanlıoğlu,
2004:193).
1980’ler bir yandan askeri darbenin baskıcı rejimi ile gelen yasal
düzenlemelerin ifade özgürlüğüne ciddi sınırlamalar getirmesine diğer yandan 24
Ocak ekonomik kararları ile ekonomide ithal ikameci birikim modelinin terk edilerek
“dışa açılma” modelinin kabul edilmesine tanıklık etmiş; hem IMF ve Dünya
Bankası aracılığıyla uluslararası sermayenin hem de yerel sermayenin talepleriyle
oluşturulan bu kararlar piyasalarda serbestliğe geçmeyi ve kamu harcamalarına ve
hizmetlerine kısıtlamalar getirmeyi hedeflemiştir (Boratav, 1998:122,126). 24 Ocak
kararlarıyla başlayan, Özal hükümetleri ile devam eden iktisadi politikalar (örneğin
24 Ocak kararları doğrultusunda devletin kağıda yaptığı sübvansiyonu kaldırması ve
kağıdın kilogramının 13.000 TL’den 41.000 TL’ye çıkarılması) ve basın
sanayisindeki pahalı teknolojik yenilikler, basında “aile-gazeteciliği” devrini
kapatmış, basın dışındaki sermayenin bu alana yönelmesine neden olmuştur
10
(Koloğlu, 2003:33; Özgen, 2000:62-66). Böylece kendi gazetesinin hem çalışanı hem
de ustası olan ve gazeteciliği bir meslek olarak yürüten patronların yerini, daha önce
gazetecilikle ilgisi olmayan, başka alanlarda sermaye birikimi elde etmiş, diğer
sektörlerin yanında pek de karlı olmayan basın sektörüne ise kişisel siyasi ve
ekonomik çıkarları için giren yeni medya sahipleri almaya başlamıştır (Tılıç,
1999:245).
Neo-liberal iktisat politikalarının yayıncılık alanındaki yansıması ise TRT
ekranlarının özel yapım şirketlerine açılmasıyla, daha önce reklam alımıyla başlayan
tecimselleşmenin pekiştirilmesi olmuştur. Bu yolla reklam, video ve sinema
sektörleri güçlendirilerek bir televizyon yapım endüstrisi oluşturulmaya çalışılmıştır.
1980’ler aynı zamanda uydu yayıncılığı ve 1988’de PTT tarafından yürütülen
kablolu yayıncılığın başlaması ile TRT’nin yayın tekelinin “delinmesine” tanıklık
etmiştir. İletişim teknolojilerinin gelişmesinin ve yöndeşmesinin getirdiği olanaklar
PTT bünyesinde toplanmaya ve yayıncılık alanında PTT’nin rolü arttırılmaya
çalışılmıştır. 1980’lerin ikinci yarısındaki bu gelişmeler, özel yayıncılığa doğru
dönüşümün göstergeleri olmuş (Kejanlıoğlu, 2004: 265-270, 294), 1980’lerin
sonlarında yayıncılık alanındaki tecimselleşmeyi 1990’ların ilk yarısında özel radyo-
televizyon yayınlarının fiili bir şekilde başlamasıyla birlikte özelleşme izlemiştir.
1990’da yasa dışı olarak başlayan özel yayıncılık, yaklaşık dört yıl boyunca
bir yasal düzenleme veya denetleme olmaksızın faaliyet göstermiş; özel radyo ve
televizyonlar bu süre içerisinde kurallarını kendilerinin belirlediği bir yayıncılık
ortamı oluşturmuşlardır. Nitekim, özel radyo ve televizyonlar yayına başladıktan dört
yıl sonra 1994 Nisanında çıkarılan ve Türkiye’nin tek anti-tekel hükmünü barındıran
11
3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, medya
sahipliği, frekans tahsisi gibi konularda uygulanamamış; yayıncılık alanında “yasasız
dönemin kendine özgü kuralları ... esaslı bir değişikliğe uğramaksızın yürürlüğünü
sürdürmüştür.” (Pekman, 2005:268).
Bu süreçte, 1980’lerin ikinci yarısında ortaya çıkmaya başlayan yeni medya
sahipliği, 1990’lar boyunca güçlenmeye devam etmiş; Türkiye’de medya, egemen
birkaç sermaye grubunun,2 ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumak için zaman
zaman yayın organlarını birbirleriyle mücadele etmek için kullandığı bir alan
olmuştur (Adaklı, 2001:161).3 Bir çok alanda uygulanmamasına rağmen, 1990’ların
2 1990’larda medya sektöründe etkili olan bu gruplar Doğan Grubu, Uzan Grubu, Medi Grup ve Doğuş Grubu’dur. Bu gruplar medya sektörü dışında bankacılık, finans ve enerji sektörlerinde de etkili gruplardır (Adaklı, 2001:163-167). Medya kuruluşları arasındaki mücadele, genellikle bu grupların diğer sektörlerdeki mücadeleleriyle paralel gitmiştir. Örneğin 1990’ların sonundaki enerji ihaleleri sırasında İş Bankası ve Doğan Holding ortak girişimine satılan Petrol Ofisi A.Ş’nin (POAŞ) ödemelerinin yapılması için Özelleştirme Yüksek Kurulu (ÖYK) tarafından belirlenen süre içerisinde diğer sermaye gruplarına bağlı medya kruruluşları, Doğan Grubuna saldırgan bir üslupla yaklaşmışlardır (Adaklı, 2001:192). Öte yandan Doğan Grubunun medya kuruluşları da POAŞ ihalesi sonucu işten çıkarılan işçilerin üretimin durdurulmasına neden olan grevlerine haberlerinde yer vermemiştir (Özsever, 2004:147-148). 3 Tekelleşen ve birbiriyle mücadele eden medya gruplarının varlığı ile gazeteci kimliği ve çalışma koşulları da değişmiş, gazetecilerin bu yeni düzendeki konumları “Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci” olarak tanımlanmıştır (Özsever, 2004). Tekelleşmenin medya çalışanları üzerindeki ilk olumsuz etkisi, istihdam olanaklarının zayıflaması ve iş bulma imkanlarının azalması olmuştur. Büyük medya tekelleri daha az çalışanla daha çok iş yapmaya, oluşturdukları “havuz sistemiyle” kendilerine bağlı bir kuruluşta çalışan bir gazetecinin ürününü diğer kuruluşlarında da ek ücret ödemeden kullanmaya başlamışlardır (Özsever, 2004:158). Uygulanan “yeni yönetim modeliyle” de gazete ve yayın kuruluşlarının yönetim kadrolarının meslek ilkelerine uymaktan çok, ticari çıkarlara hizmet edecek kişilerden seçildiği, “sendikasızlaştırma operasyonuyla” da alt kademelerin kontrol altında tutulduğu görülmektedir (Koloğlu, 1999:75). Medya kuruluşlarındaki ücret sistemi de değişmiş; üst düzey yöneticiler ve yazarlar ile diğer medya çalışanlarının ücretleri arasında büyük farklar ortaya çıkmıştır. Medyada tekelleşme ve basın dışı sektörlerden bu alana giren sermaye ile birlikte, medya çalışanları sırandan bir işçi statüsüne indirgenmiştir. Böylece gazetecilik yapanlar hukuken gazeteci sayılmamaya, Basın-İş yasası uygulanmamaya başlamış, gazetecilerin kendi iş kollarında örgütlenmelerinin önü kesilmiş, alandaki sendikalar hem bu nedenlerle hem de medya yönetimlerinin çalışanlar üzerinde kurduğu – örneğin “centilmenlik anlaşması” olarak tanımlanan ve bir medya tekeline bağlı kuruluştan çıkarılan gazetecinin diğer medya kuruluşları tarafından işe alınmaması gibi - çeşitli baskı
12
ikinci yarısından itibaren enerji özelleştirmelerinde etkin olmaya başlayan medya
holdinglerine bağlı kuruluşların aldıkları ihaleler Danıştay tarafından 3984 sayılı
yasaya atıf yapılarak iptal edilince, medya grupları tarafından yasanın
değiştirilmesine ilişkin talepler gelmeye başlamıştır. 2002 yılında 3984 sayılı yasada
değişiklikler öngören, medya patronlarına devlet ihalelerine katılabilme ile menkul
kıymetler borsasında işlem yapabilme olanağı sağlayan ve tekelleşmeyi önleyici
hükümleri gevşeten 4756 sayılı yasa kabul edilirken (Pekman, 2005:274-277); 2005
yılında da yabancı sermayenin bir ulusal radyo ve televizyon yayın kuruluşunun
tümüne sahip olabilmesine olanak sağlayan ve altı ulusal kanalı yabancı sermayeye
ayıran 5317 sayılı yasa TBMM’de kabul edilmiştir.
Türkiye’de yayıncılık alanındaki bu gelişmeler göz önüne alındığında, bu
çalışmanın 1980 sonrası TBMM’de yayıncılık alanına ilişkin yasa tartışmaları ile
sınırlandırılmasının temel nedeni de ortaya çıkacaktır. Zira 1980 sonrasında
Türkiye’de iletişim politikaları ve yayıncılık alanındaki değişimler serbest pazar
liberalizmini öngören bir anlayışa doğru gelişmiş ve bu değişim bu doğrultudaki
yasalar ile biçimlenmiştir.
Çalışmanın, TBMM tartışmaları ile sınırlı tutulmasındaki temel gerekçe ise
parlamentoların demokratik sistemlerde farklı düşüncelerin ifade edilmesine olanak
tanıyan bir politik konuşma alanı olmasıdır (Bayley, 2004:14; Norton, 1993: 6, 7;
203, 204; 1994: 15-17). Bu çalışmada TBMM tartışmalarının, Türkiye’de yasa
koyucuların ve politika geliştiren siyasal aktörlerin ve bu konudaki tarafların iletişim
mekanizmalarıyla zayıflatılmıştır (Özsever, 2004:158-165). Bütün bu koşulların gazetecilerin niteliği üzerindeki etkisi ise, “klasik gazetecilik pratiği yerine, ticarileşmiş ve toplumsal sorumluluktan uzak bir gazetecilik pratiği ve anlayışının” yaygınlaşması olmuştur (Özsever, 2004:191-194).
13
özgürlüğü konusundaki kavrayışlarının anlaşılmasına olanak sağladığı kabul
edilmektedir.
Robert Packenham siyasal sisteme yaptığı katkılardan hareket ederek,
parlamentoların on bir işlevini tespit etmiştir. Parlamentoların sadece “yasa yapımı”
ile sınırlı olmayan çok yönlü bir kurum olduğunu vurgulayan Philip Norton,
Packenham’ın saptadığı bu işlevleri “meşrulaştırma”, “sosyalizasyon ve eğitim” ve
“politik karar alma ya da karar almayı etkileme” olmak üzere üç ana başlık altında
toplamıştır. Buna göre parlamentolar görüşüp tartışarak ve onaylayarak yasalara;
belirli aralıklarla toplanarak, hükümete sorular yöneltip denetleyerek ve farklı
düşüncelerin ifade edilmesine olanak tanıyarak da hem hükümete hem de kendisine
meşruluk kazandırmaktadır. Parlamentolar ayrıca seçilmiş temsilcileri toplayarak bir
araya getirmekte ve parlamenter normlar ve beklentilerle onların siyasal
sosyalleşmelerine ve deneyim kazanmalarına yardımcı olmakta; yasa yaparak, farklı
çıkarların ve şikayetlerin dile getirilmesini sağlayarak, ve çatışmaları çözerek karar
verme ya da etkileme işlevlerini yerine getirmektedir. (Norton, 1993:6,7;203,204;
1994:1515-17).
Bu işlevlerin yerine getirilmesinde ise bir politik araç olarak konuşma
merkezi bir yer tutmaktadır. Komisyonlarda yasa tasarılarını tartışarak oluşturan,
genel kurullarda bu tasarıları savunan veya eleştiren, hükümete yaptığı işler
konusunda sorular yönelten, kendi bölgesinin sorunlarını ve şikayetlerini dile getiren
ve çatışma konularında uzlaşmaya varmak üzere müzakere eden parlamenterlerin
tüm bu aktiviteleri konuşma üzerine kurulmaktadır (Bayley, 2004:14).
“Parlamento”nun Latince “parlare” (konuşma) sözcüğünden türemesi ve “konuşulan
14
yer” anlamına gelmesi (Ilbert, 1953:1; Sezen,1994:52) de bu kurumlardaki konuşma
süreçlerinin politika yapımındaki önemine işaret etmektedir.4
Parlamento müzakerelerinin milletvekillerinin parti grup kararlarına
bağlılıklarını değiştirip değiştirememesi ya da alınan kararlarda bu müzakerelerin
etkisinin olup olmaması tartışılsa da,5 anlamlar üzerinden yürütülen bir mücadele
alanı olan parlamento konuşmaları önemli sosyal ve politik sorunların semantik ve
4 Türkiye’de kullanılan “meclis” sözcüğü ise Arapça “oturma, bir yere oturma, tahta oturma, yerleşme” anlamlarına gelen “cülus” sözcüğünden türemiştir ve “oturulan yer, durulan yer” anlamına gelmektedir. Anlam genişlemesiyle “toplantı, toplanılan yer” anlamını almıştır (Eyüboğlu, 1991:478; Nişanyan, 2003:71) 5 Kökenleri XIX. yüzyıla uzanan fakat XX. yüzyılda yoğun bir şekilde gündeme gelen ve parlamentoların yürütme erki karşısında “büyük ölçüde tabi duruma düşmelerinden kaynaklanan” (Yücekök, 1983:52), “parlamentoların düşüşü” iddiaları (Bryce, 1990:48-53; Hirst, 1990:1-6; Keane, 1994:202 vd.; Norton, 1993:1-2; 1994:15-17). parlamento-konuşma ilişkisindeki dönüşüme de değinmiş, parlamento müzakerelerinin etkinliğinin azaldığı ileri sürülmüştür. Örneğin, parlamentoları yürütme karşısındaki etkinliklerini esas alarak sınıflandıran M. Weinbaum, bu sınıflandırmayı yaparken, parlamenter konuşmaların niteliklerine de bakmış, yasama sırasında başvurulan müzakerenin etkinliğinin olduğu parlamentoları eşgüdümlü olarak tanımlarken, milletvekillerinin bireysel görüşlerini dile getirmesinin ve karşılıklı görüş alışverişinin önemini kaybettiği parlamentoları tabi parlamentolar olarak tanımlamıştır (Akt. Yücekök, 1983:52). John Keane ise parlamenter konuşmanın yürütme karşısında etkinliğinin azalmasına yönelik eleştirileri şöyle özetlemiştir: Tartışmaların kısa kesilmesi, oturumların sık sık kapatılması, yasama öncesi ve sonrası aşamalarına çok az zaman harcanması gibi etkenlerle parlamento üyelerinin konuşma hakları kısıtlanmakta; çeşitli kitle iletişim araçlarının kişiselleştirmeye ağırlık vererek liderleri ön plana çıkarması, onlara radyo ve televizyonda ayrıcalık tanınması, hükümet ya da muhalefetçe verilen basın toplantılarının ön plana çıkması, parti kongrelerinin medya tarafından yoğun bir şekilde aktarılması gibi etkenlerle de siyasal tartışmaların görsel odağı parlamento dışı dünyaya kaymaktadır. Bütün bunlar ise parlamentodaki güçlü ve önemli üyelerin parlamentoyu bir müzakere zemininden ziyade, bir onama mercii ve parlamento konuşmalarını da bir zaman israfı olarak görmelerine yol açmaktadır (1994:228-231). Parlamenter süreçlerde müzakerenin etkinliğinin azaldığını ileri süren eleştirilere rağmen Uhr, modern yasama meclislerinin politik müzakere merkezlerinden biri olduğunu kabul etmenin anlamlı olacağını söylemiştir. Parlamentolardaki müzakere idealden uzak olsa da, parlamenter kurumlar kaçınılmaz olarak müzakerenin ve demokratik karar almanın yasal olarak kurumsallaştırılmış prosedürleri için hayati önem taşımaktadır (1998: 8, 31). Özellikle çatışmaları çözme ve müzakere ortamı olma işlevleriyle parlamentolar kriz dönemlerinde demokratik birleşmeyi sağlama konusunda merkezi bir önem kazanmaktadır (Liebert, 1990:22). Yürütme karşısında karar alma ve yasa yapma etkinliği azalsa da, demokratik rejimler için çok önemli olan başka işlevlere de sahip parlamentolar “konuşmaya adanmış kurumlar” olma niteliğini kaybetmemiştir (Bayley, 2004:14,15).
15
sembolik olarak temsil edildiği ve dışlanan anlamların niteliklerini belirleyen sınırları
ortaya çıkaran bir zemin oluşturması nedeniyle de önemli bir çalışma alanı
olmaktadır (Bayley, 2004:18,19).
Türkiye’de ise TBMM tartışmalarına daha çok, var olan görüşlerin
güçlendirilmesi ya da desteklenmesi için atıf yapıldığı fakat; TBMM’nin farklı
anlamların dile getirildiği ve kurulduğu bir müzakere ortamı olarak ele alınıp
çözümlenmediği görülmektedir. Bu çalışmanın böyle bir eksikliğin giderilmesine de
katkıda bulunacağı düşünülmektedir. Çalışmada TBMM tartışmaları; eleştirel retorik
anlayışlarının perspektifiyle incelenmektedir. Retoriği6 “güzel söz söyleme sanatı” ya
da “verili bir durumda iknanın en uygun yollarını bulma” gibi klasik
tanımlamalarının dışında, “bilgi üretiminin merkezinde yer alan ve topluluğun
kolektif varlığının ve bilincinin inşasından bağımsız düşünülemeyen bir öğe” olarak
ele alan (Lucaites, J. L. and others, 1999) çağdaş eleştirel retorik analizleri7, retoriğin
6 Yunanca “rhétoriké” sözcüğünden gelen “retorik” ilk defa MÖ. beşinci yüzyılda Sokrates tarafından kullanılmış ve yazılı olarak ilk defa Platon’un Gorgias ile diyalogunda ortaya çıkmıştır (Kennedy, 1994:3). Homeros’un dönemine kadar izi sürülebilen “Rhéma” “söylemek ya da söylenen şey” anlamına gelmektedir. “Rhétér” sözcüğü ise İlyada’da “sözcükleri söyleyen ya da hikayeyi anlatan” anlamında kullanılmıştır (Enos, 1996:631). Bu iki sözcüğün birleşimi ile oluşan “Rhétoriké” sözcüğü ise Yunanistan’da, “sivillerin müzakereci toplantılardaki kamusal konuşma sanatı” olarak tanımlanmıştır (Kennedy, 1994:3). İngilizce’ye rhetoric, Fransızca’ya rhetoricque, Almanca’ya ise rhetorik olarak geçen sözcük için Türkçe’de çeşitli karşılıklar kullanılmıştır. Eski Yunanca rhetorike tekhne terimi ya da Latince oratio terimi Türkçe’de konuşma sanatı, söz sanatı, söz söyleme sanatı, ikna etme sanatı, etkili söz söyleme sanatı, söylevcinin sanatı gibi tanımlarla ya da belagat, söylev, hitabet, hatiplik, aytamlık, söz bilimi, uzanlatım gibi terimlerle karşılanmıştır. Rhetor ya da orator terimi ise söylevci, hatip, söz sanatı ustası, konuşmacı, söylevci, aytaç ya da kısaca rhetor, retorikçi olarak Türkçe’ye çevrilmiştir (Dürüşken, 2001:3). Terimlerin Türkçeleştirilmesi konusunda bir birlik bulunmadığından tezde “retorik” ve “retor” sözcüklerinin kullanılması yeğlenecektir. 7 Raymie E. McKerrow, “Retorik retorikçilerin yaptığı şeydir” düşüncesinden hareketle bu çalışmaları tanımlamak için “retoriksel eleştiri” terimi yerine vurguyu retorik uygulamaya yapan “eleştirel retorik” demeyi yeğlemiştir (1989). MvKerrow’u destekeleyn McGee’ye göre “retorik” bir sıfat olarak kullanılıp vurgu eleştiri eyleminin kendisine yapıldığında, retorik bir yandan felsefi bir uğraş olarak eleştirinin içerisinde diğer yandan da edebiyat içerisinde çözülmektedir. Retorik eleştirel eylemin bir aracı olmakta ve bir tür yorum haline
16
olayları ya da fenomenleri nasıl kurduğuna ya da yeniden kurduğuna bakmaktadır
(Gill and Whedbee 1997:160).8
gelmektedir. Bu aynı zamanda retoriğin bir performans olarak sanatsal niteliğini yadsıyarak, onu bir sanat eseri olarak ele almayı beraberinde getirecektir. Oysa vurgu retoriğe yapıldığında, dikkatin yazılı metinler yerine konuşmada, dolayısıyla “performans olarak söylemde” olduğu kabul edilmektedir (1999a:69). Buradan hareketle bu tezde de “retoriksel eleştiri” yerine “eleştirel retorik” ifadesi benimsenecektir. 8 Klasik retorik, XX. yüzyılın başlarında Amerika’da başlayan ve “iletişim çalışmaları” olarak tanımlanan disiplinler arası bir akademik alanda kendisine yeni bir yer edinmiştir. Kitle iletişim araçlarıyla yeniden biçimlenen liberal demokrasilerde, vatandaşın demokratik süreçlere etkili katılımının yollarının da araştırıldığı ve vatandaş eğitiminde kamusal konuşmaya özel önem verilen bu alanda retorik, ikna ve yönetime ilişkin teoriler üzerine odaklanmış ve yüzyılın ilk yarısında, retorik “stratejik bir sanat”; “retorik teorisi” ise iletişimin felsefi tarihi olarak kabul edilmiştir. Ünlü söylevlerin “ikna sanatı olarak retorik” açısından etkililiğinin incelenmesine ve retorik teorisinin entelektüel tarihinin araştırılmasına yönelen bu dönemdeki çalışmalara ilişkin hoşnutsuzluk ve artık dünyanın değişen koşullarını anlamaya yönelik yeni bir retorik anlayışının geliştirilmesine yönelik istekler 1960’ların ortalarından itibaren gittikçe artmıştır (Lucaites and Condit, 1999:7,8). Lucaites ve Condit bu taleplerin kaynağını iki fenomenden aldığını ileri sürerler. Bunlar, kamusal söylemin temel aracı olarak televizyonun hızla artan kullanımı ve insan hakları, savaş karşıtlığı, kadın hakları gibi klasik retoriğin etkisizliğini sorgulayan ve yeni tarz söylemler üreten toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasıdır (1999:8). Gert Ueding ise II. Dünya Savaşı sonrasında retorik incelemelerindeki “yeniden doğuşu” yüzyılın ilk yarısında Asya ve Avrupa’da yükselen totaliter devletler ve onların propaganda aracı olarak retoriğin tekniklerinden daha önce görülmemiş bir ölçüde faydalanmaları; radyo ve televizyon gibi yeni iletişim araçlarının dilsel ve görsel semboller için yarattığı yeni olanaklar ve yurttaş katılımının arttırılmasının gerekliliğine yapılan vurgunun etkisiyle açıklamaktadır (Akt. Köker, 2005:132,133). Retorik üzerine yeni düşünme biçimlerini “insan bilimlerinde retoriğe dönüş” olarak tanımlayan Dilip Parameshwar Goankar ise bu gelişmenin tarih boyunca retoriğin her canlanma döneminde olduğu gibi bir bunalım döneminde ortaya çıktığını söylemiştir: Goankar’a göre “söylem bunalımlarıyla kültürel bunalımların ... ortamı” olarak kabul ettiği retoriğin, pozitivizmin sorgulandığı, refah devletinin meşruiyet krizinin tartışıldığı ya da dil çalışmalarında “yapısökümden” bahsedildiği bir döneme denk gelmesi tesadüf değildir (2002:16,217). Lucaites, Condit, Ueding ve Goankar’ın belirttiği bu etkenlerin yanı sıra dil felsefesi, dilbilim, felsefe, psikoloji, politika ve iletişim çalışmaları gibi çeşitli alanlardaki ürünler de retoriğin bilimsel faaliyet alanındaki yeniden canlanışına katkıda bulunmuşlardır. Sofist geleneğin, sözün bağlam ile olan ilişkisini vurgulayan pratik eylem felsefesini takip eden ve anti-pozitivist hareket içerisinde kendisine yer bulan çağdaş retorik XX. yüzyılda “felsefenin kartezyen temelinin” sorgulandığı ve retoriğin temel malzemesi olan söz üzerine yeni bir akademik açılım sağlayan, beşeri ve sosyal bilimlerdeki dilsel dönüş ile birlikte gelen literatürden beslenmiştir. Bu dilsel dönüş beraberinde beşeri ve sosyal bilimlerdeki birçok akımın “söylemi ve dilsel temsili bilgi ve hakikat arayışında felsefenin ulaşabileceği en yüksek nokta” olarak görmesini getirmiştir (Cevizci, 2002, Akt. Köker, 2005:82). Böylece, retorik çalışmalarında yüzyılın başındaki odak 1960’larda değişmeye başlamış, 1960-1980 arasındaki dönemde retorik çalışmaları, “retoriğin entelektüel tarihi” ya da “klasik retorik eğitimi”nden; retorik, sosyal teori ve sosyal değişim arasındaki ilişkiye kaymıştır. Bu konuda 1960’larda öncülük yapan iki düşünür Franklin Haiman ve Robert L. Scott olmuş; Scott, On Viewing Rhetoric as Epistemic başlıklı makalesinde retoriğin sadece gerçeği etkili kılma
17
1975’te, retoriğin yeniden canlanışıyla ortaya çıkan bir grup yeni eleştirel
retorik çalışmasını, çağdaş eleştirel retorik analizlerinin temel özelliklerini saptamak,
eleştirel retorik için görece yeni bir teorik yapı oluşturmak ve bu yeni eleştirel
retoriğin Aristocu, modern ya da yeni-Aristocu retorik eleştirilerinden farklı
olduğunu göstermek amacıyla inceleyen James W. Chesebro ve Caroline D.
Hamsher, inceledikleri eserler arasında belirgin farklılıklar olmakla birlikte
araştırmacıların retorik olayın ne olduğu konusunda ortak bir bakışı paylaştıklarını;
belirli bir tip iletişimsel davranışı ele alıp incelediklerini; gerçekliğe ilişkin bütüncül
bir bakışa sahip olduklarını ve “yalnızca insan eyleminin retorik bakışı”na katkıda
bulunduklarını tespit emişlerdir (1975:315).9
Bir başka deyişle çağdaş eleştirel retorikçiler, iletişim sürecinin kaynak,
mesaj, kanal, kod, sosyo-kültürel bağlam ve alıcılar gibi tüm bileşenlerini ele
gücü değil aynı zamanda bilmenin, kesinliklerin az olduğu dünyada bilgi ve doğru üretmenin bir yolu olduğunu savunmuş; Haiman ise The Rhetoric of Streets’de gündelik konuşmalar ve “sokakların çağdaş retoriğinin” artık ciddi biçimde değerlendirilmesi çağrısında bulunmuştur. Bu çağrı retorik çalışmalarında yansımasını bulmuş, bu dönemde yeni toplumsal hareketlerin retoriğiyle ilgili çok sayıda makaleler yayınlanmıştır. 1970’lerin sonları ile 1980’lerde ise “retoriğin gerçeğin inşasındaki rolü” ve “kamusal ahlakın karakteri” üzerine çalışmalar yapılmıştır (Lucaites and Condit, 1999:9). Bu dönem aynı zamanda XX. yüzyılın ihtiyaç ve teorilerine uygun bir retorik teorisi üzerine tartışmaların da yapıldığı bir dönem olmuş, bu konuda Amerika’da Retorik Üzerine Ulusal Gelişim Projesi (National Development Project on Rhetoric) öncülüğünde konferanslar düzenlenmiş ve eleştirel retoriğin, XX. yüzyılda gelişen ve toplumların karşılaştığı sorunları da etkileyen yeni iletişim teknolojilerini araştıracak şekilde genişletilmesi; retoriğin teori ve pratik olarak algılanması ve retorik buluşların teori ve pratiğin merkezinde olacak şekilde yeniden inşa edilmesi gerektiği görüşleri kabul görmüştür (Lucaites and Condit, 1999: 10). Eleştirel retorik analizleri yukarıda özetlenmeye çalışılan XX. yüzyılın ikinci yarısında canlanan retorik çalışmalarının ürünleri olmuştur. 9 Chesebro ve Hamsher, inceledikleri çalışmalara örnek olarak, Edwin Black’in The Secon Persona isimli makalesini, Parke G. Burgess’in The Rhetoric of Black Power: A Moral Demand? isimli eserini, Kenneth Burke’nin Adolph Hitler üzerine yazdığı “The Rhetoric of Hitler’s Battle”, Karlyn Kohrs Campbell’in kadın hareketlerinin dili kullanım biçimlerini incelediği The Rhetoric of Women’s Liberation: An Oxymoron, yeni solun retoriğini inceleyen Leland M. Griffin’in The Rhetorical Structure the “New Left” Movement: Part I, Theodore Otto Windt Jr.’nin The Diatribe: Last Resort for Protest isimli eserini ... vermiştir (1975:312).
18
almakla birlikte mesaja retoriksel olayda daha merkezi bir önem atfederek “mesaj
merkezli bir perspektif”i kabul etmişlerdir. Böyle bir bakış söylemin kendisine
odaklanırken, iletişim sürecinin diğer öğelerini mesajın bakışıyla ele almaya olanak
vermektedir. “Retorik mesaj” ise söylemin altında yatan önermeler ile söylemin
sunuluş biçimi arasındaki etkileşim aracılığıyla belirlenmekte; konuşmacının
amaçları ve fikirleri yerine söylemin kendisine yönelen ve belirli kriterlerle “bir
konuşmacının ikna başarısını incelemek” yerine “söylemin kuruluşu” üzerine eğilen
eleştirmen daha inceleyeceği retorik durumu seçerken, pasif bir gözlemci olmaktan
çıkıp “katılımcı” haline gelmektedir (Chesebro and Hamsher 1975:313-318).
Eleştirel retorikçiler ayrıca tekil bir konuşmacının belli bir dinleyici önünde yaptığı
iletişimsel eylem anlayışı yerine “dinamik bir sosyo-kültürel perspektif”i paylaşarak,
ulusal kültürün bağlamı içerisindeki çoğul konuşmacıların diyaloguna önem
vermişlerdir. Örneğin bir katılımcının belirli bir dinleyici karşısında kadın hareketini
savunmasını incelemektense, hareketin toplum içerisindeki sosyo-kültürel anlamını
inceleyen Karlyn Kohrs Campbell bu hareketin evlilik kurumuna, aile değerlerine,
çocuk yetiştirmede kadına yüklenen görevlere vb. saldırma şekliyle sosyal yaşamı
dönüştürme potansiyelini incelemiştir (Chesebro and Hamsher 1975:318-321).
Chesebro and Hamsher’e göre eleştirel retorik çalışmaların bir diğer ortak noktası,
“bir gestalt perspektifiyle” hareket etmeleridir. Böylece eleştirel retorik çalışmaları
özel bir retorik durumda belirli bir öğenin nasıl işlediğini detaylandırmak yerine,
retorik durumda yer alan öğeleri kesen, aşan ve birleştiren evrensel biçimleri
vurgularlar. Retoriklerini inceledikleri grupları kendi içlerinde bir bütün, gestalt
olarak kabul ederken, içinde bulundukları sosyal sistemi de ayrı bir bütün olarak
kabul etmişler ve bu bütünler arasındaki etkileşime de değinmişlerdir (1975: 321-
19
323). Aynı örnekten hareket edersek, Campbell, Kadınların Özgürleşimi hareketinin
retoriğini bağlayan tek baskın ve ortak özelliğin “paradoks ve çelişki” olduğunu ve
bu özelliğin en çok, bu retoriğin geleneksel ikna yöntemleriyle karşılaştırıldığında
ortaya çıktığını söylemektedir (1999:405).
Chesebro ve Hamsher’in saptadıkları diğer nokta eleştirel retorikçilerin
paylaştıkları “retoriksel perspektif”tir. Burada insan eylemleri sembolik eylemler
olarak kabul edilir ve öncelikli olarak belirli ve seçici sembollerin diğerlerinin
sembollerini hangi yollarla kabul ettiği ya da değiştirmeye yöneldiği üzerinde
durulur. Burada retorik; konuşmacı, kullandığı sembolik stratejiler, dinleyici ve
içinde bulunulan durum arasındaki etkileşimden hareketle, içinde gerçekliğin
durumsal olarak belirlendiği bir ajan olarak kabul edilir (Lucaties, J. L. and others,
1999:323-328).
Chesebro ve Hamsher eleştirel retorik çalışmalarının ortak özelliklerini
saptamaya çalışırken, Raymie E. McKerrow eleştirel retorik için kuramsal bir
yaklaşım geliştirmeye çalışmıştır. McKerrow’a göre eleştirel retorik Horkheimer,
Adorno, Habermas ve Foucault ile aynı “eleştirel ruhu” paylaşmaktadır. McKerrow’a
ayrıca Mosco’nun “eleştirel araştırma toplumda birbirinden bağımsız olarak görülen
güçler arasındaki yoğun ağı açık hale getirmeye çalışır” düşüncesinden hareketle,
eleştirel retorik çalışmalarının, retoriğin bilim ve iktidar ilişkileri içerisinde
saklandığı ya da ortaya çıktığı sessiz ve genellikle tartışılmayan yolları açığa
çıkarması gerektiğini ileri sürmüştür. O’na göre eleştirel retorik, eleştirinin tarafsız
ve kişi dışı olduğu iddialarını reddeder ve eleştirinin sonuçları olması gerektiğini
kabul eder. Eleştiri, katılımcılar için uygun gelecek eylem olasılıkları sunabilmelidir.
20
Böyle bir eleştirel retorik ise teorik olarak egemenlik ve özgürlüğün boyutlarını
inceleyecek, pratikte ise iktidar söyleminin üstünü açmaya çalışacaktır. Therborn’a
atıf yapan McKerrow, burada “Söylem doğru mu yanlış mı?” sorusunun yerini
“Söylem hegemonik grupların kesitsel çıkarlarını meşrulaştırmak için nasıl mobilize
olmaktadır?” sorusunun aldığını belirtmektedir. (1989:91-94).
Eleştirel retoriğin kesin bir metodolojisinin olmadığını ve hatta buna karşı
olduğunu belirten McKerrow, yine de eleştirel retorik analizinin bazı özellikleri
olduğunu belirtmiştir. Eleştirel retorik analizi 1) Eleştiriyi bir metot olarak değil, bir
uygulama olarak görür, değerlendirmeyi “anlama”dan ayırmaz, yaratıcılığı önleyici
kısıtlı bağlarla bağlanmaz. Eleştirel retorikçi konusuna kendisini yönsüz
bırakmayacak fakat reçeteler de sunmayacak bir “perspektif” ile yaklaşır (1989:102).
2) İktidar söyleminin maddi olduğunu kabul eder, yani söylem sadece belirli
ideolojileri taşıyan bir kemer, aktarıcı değildir, kendi başına maddi bir varlığı vardır.
Söylemi ya da retoriği maddi olarak kabul etmek, onun belirli bir zamanda belirli bir
dinleyici ile karşılaştığı anda onlar üzerindeki etkisini fark etmektir (McGee, 1999b).
3) Epistemik olarak değil doxastik olarak kurulur, yani “doğruluk” ya da “yanlışlık”
üzerine değil, sembollerin nasıl iktidarla yüklendiklerine odaklanır. Böylece onların
“ne” olduklarını değil, “ne yaptıklarını” ele alır. 4) Adlandırma/tanımlamayı
analizinin merkezine alır ve belirli tarihsel bağlamlardan ayrı, önceden kabul edilmiş
anlamları reddeder (McKerrow, 1989:103-104). McGee bu konuda “ideograf”ları
(ideograph) önermiştir. İdeograf, belli bir konuda topluluğun ideolojik yaklaşımının
sınırlarını belirleyen, politik söylemde ortaya çıkan “özgürlük”, “kamu hizmeti”,
“mülkiyet” gibi bir anahtar sözcüktür; iktidarın kullanımını haklılaştırmak, aksi
taktirde “acayip, anormal” kabul edilebilecek davranış veya inancı mazur göstermek
21
ya da inanç ve davranışları toplulukça kabul edilebilir veya övgüye değer sayılan
yollara kanalize etmek için kullanılır (1999:435). Burada dikkat edilmesi gereken
nokta, ideografın evrensel ya da zamansız bir anlama sahip olmadığıdır. 5) Etki ile
nedenselliği birbirinden ayırır, katı nedensellik anlayışı yerine “etki(leri)” kabul eder.
6) Sembolik eylemi anlamaya ve değerlendirmeye çalışırken var olanlar kadar
olmayanları da önemli bulur. 7) Ele aldığı retoriğin tekil değil, çoklu anlamları
olabileceğini kabul eder. 8) Eleştiriyi bir uygulama olarak görür. Bu uygulamada
eleştirmen, sorun seçiminden itibaren aktif bir katılımcıdır (McKerrow, 1989:106-
108).
McKerrow’un eleştirel retorik analizinin metottan ziyade “yönelimler”i
olduğunu savunmasına karşılık, Ann M. Gill ve Karen Whedbee eleştirel retorik
analizi için kullanılabilecek bir izlek oluşturmuş ve incelenecek konuşma ya da
metne belirli sorular yöneltmişlerdir. Bu sorular, konuşmanın içinde geliştiği sosyal-
siyasal-kültürel bağlamın özelliklerini, konuşmacının diğer konuşmacı ve
dinleyicilerle etkileşimini ve konuşmanın kime hitap ettiğini cevaplamayı amaçlayan
“Konuşmanın bağlamsal özellikleri nelerdir?”; konuşmanın gerçekliği nasıl inşa
ettiği ve sunduğunu, konuşmacının konuşmada kendisini ve dinleyiciyi nasıl
konumlandırdığı, tanımladığı ya da yeniden kurduğunu ve hangi unsurları
vurgularken hangilerini görmezden geldiğini ortaya çıkarmaya çalışan “Konuşma
dinleyiciye ne sunmaktadır?” ve konuşmanın yapısının ve zaman akışının nasıl
kurulduğu (giriş-gelişme-sonuç bölümlerinin ve ele alınan konunun tarihsel
gelişiminin nasıl sunulduğu); hangi metaforların kullanıldığı; tanımlama ve
betimlemelerde öne çıkan özelliklerin neler olduğu: tekrarların, atasözleri ve
22
deyimlerin, şiirlerin, benzetmelerin, karşıtlıkların... nerelerde ve nasıl kullanıldığı
üzerinde duran “Konuşmanın belirgin özellikleri nelerdir?” sorularıdır.
Eleştirel retorik analizine ilişkin bu yaklaşımlardan hareket eden ve politika
yapma süreçleri ile kamu politikalarının biçimlendirilmesinde retoriğin özgül rolüne
ilişkin yapılan araştırmalar son yıllarda belirginleşmiş ve artmıştır (Gring-Pemble,
2001:342). Örneğin M. Linda Miller, Florida’da ebelik yasası konusundaki kamusal
tartışmalarla parlamento tartışmaları arasındaki etkileşimi incelemiştir. Önce ilgili
yasaların hukuki ve tarihsel gelişimini özetleyen Miller, ardından tartışmada temsil
edilen farklı toplulukların kullandıkları belirleyici ideografları, tekilleştirme, tek bir
ahlaki değer üzerine odaklanma, teknikleştirme ya da teknik söylem ve verileri
yüceltme gibi retorik stratejileri nasıl kullandıklarını incelemiştir (1999).
Gring-Pemble de, Amerika’daki yoksulluk yardımı konusundaki kongre
tartışmalarında betimleyici ve öyküleyici retoriği incelemiş, bunun için anekdotların,
metaforların, alegorilerin tarafların konuya ilişkin öykülerini kurmalarında nasıl
kullanıldıklarından hareket etmiştir. Önce konunun nasıl bir ortamda geliştiğini, yani
yasa tartışmalarının bağlamsal özelliklerini kısaca ele alan Gring-Pemble, daha sonra
parlamento tartışmalarında yoksulluk yardımı alanlar hakkında oluşturulan ve onları
“kadersiz”, “beceriksiz” ve “genç” olarak sunan üç farklı retorik betimlemeyi
incelemiştir (2001).
Taran, Ukrayna parlamentosunda Aristocu mantık ile mitik düşünme
biçiminin nasıl kullanıldığını ve bunların politik dilde hangi metaforlarla örtüştüğünü
analiz etmiş (2000), Teun A. van Dijk, Almanya, Fransa, Danimarka, İngiltere ve
Amerika parlamentolarında 1980’lerin başı ile 1990’larda yapılan tartışmalarda ırkçı
23
söylemi incelemiş, bunun için temel olarak konuşmanın konusuna; önerme
yapılarına; tümce dizimine; aktör tanımı, otoritelere yapılan atıflar, kullanılan
geleneksel temalar, karşıgerçeklik kurma stratejileri, yadsıma ifadeleri, popülizm,
sözde empati, kurbanlaştırma, kural ifadesi, sözde bilgisizlik gibi retorik figürlerin
kullanımına; argümantasyon yapılarına; parlamento içindeki etkileşime ve
konuşmanın resmi yapılarına bakmıştır (1997, 2003).
Yukarıda açıklanan eleştirel retorik anlayışı ile, örneklenen çalışmaların
parlamento tartışmalarını incelerken kullandıkları tekniklerden faydalanan bu
çalışmanın temel varsayımları, 1980 sonrası TBMM’de yayıncılık alanına ilişkin
yasa tasarısı tartışmalarında “iletişim özgürlüğü”ne ilişkin hakim anlayışın XIX.
yüzyılda ortaya çıkan liberal basın özgürlüğü anlayışından farklılaşmadığı ve iletişim
özgürlüğü anlayışının Türkiye’de 1980 sonrasında ağırlık kazanan yeni-sağın liberal
muhafazakar anlayışı ile biçimlendiği iddialarıdır. Çalışmada, bu varsayımların
dışında, TBMM tartışmalarında tarafların iletişim özgürlüğüne ilişkin hangi
argümanları öne sürdüğü; hangi retorik stratejilerin öne çıktığı; incelenen 25 yıllık
dönemde iletişim özgürlüğüne ilişkin tartışmaların devamlılık ve kırılmalarının neler
olduğuna ilişkin sorular üzerinde de durulmaktadır.
Çalışmanın analiz bölümü TBMM’de 1980 sonrasında yayıncılık alanına
ilişkin temel yasa tasarısı görüşmelerinde iletişim özgürlüğünün tartışılma
biçimlerine odaklanmaktadır. Ancak hem çalışmada yeğlenen eleştirel retorik
yaklaşımı ve analizinin, incelenen metnin, konuşmanın vb. alandaki diğer aktörler
tarafından öne sürülen argümanlardan bağımsız olarak şekillenemeyeceğine yönelik
kavrayışı hem de demokratik sistemlerdeki en temel siyasal temsil ve politik
24
konuşma platformu olan parlamentolardaki tartışmaların, doğası gereği
kamuoyundaki farklı aktörlerin ve tarafların argümanları ile ilişki içerisinde olması,
çalışmada 1980 sonrası yayıncılık alanına ilişkin TBMM dışındaki temel tartışmalara
ve alandaki aktörlerin konuya ilişkin argümanlarına da yer vermeyi gerektirmektedir.
Bu nedenle çalışmanın birinci bölümünde 1980 sonrasında Türkiye’de iletişim
özgürlüğüne ilişkin tartışmalar tarafların ve alandaki aktörlerin konuya yaklaşımları
ve konuya ilişkin talepleri ön plana çıkarılarak özetlenmeye çalışılmaktadır.
Çalışmada ayrıca 1980 öncesi TBMM tartışmalarında basın özgürlüğü ve yayıncılık
alanına ilişkin tartışmalar genel hatları ile ve tarihsel bir gelişim takip edilerek
özetlenmeye çalışılmaktadır. Bu özetleme çabasının gerekçesi; çalışmanın temel
varsayımından kaynaklanmaktadır. Zira TBMM’de 1980 sonrası iletişim özgürlüğü
tartışmalarının bu dönemde Türkiye’de ağırlık kazanan neo-liberal anlayışların
iletişim özgürlüğüne yaklaşımları ile şekillendiğine ve liberal basın kuramının temel
savlarının ön plana çıktığına ilişkin bir varsayım; bu dönemde TBMM’deki iletişim
özgürlüğü kavrayışları ile önceki dönem TBMM tartışmalarında basın ve iletişim
özgürlüğüne ilişkin kavrayışlar arasındaki aykırılık ve koşutlukların da dile
getirilmesini gerektirmektedir. Bu nedenle çalışmanın birinci bölümünde 1980 öncesi
TBMM’de basın ve yayıncılık alanına ilişkin tartışmalarda basın ve iletişim
özgürlüğüne ilişkin temel tartışma konularının ve dile getirilen argümanların neler
olduğu da saptanmaya ve özetlenmeye çalışılmaktadır.
1980 sonrası TBMM’de iletişim özgürlüğü tartışmalarının retorik
çözümlemesi, çalışmanın son bölümde yapılmaktadır. Bu çözümleme, 1980 sonrası
TBMM’deki yayıncılık alanına ilişkin temel yasa tasarısı tartışmalarına
odaklanmakta; diğer yasalara ilişkin tartışmalar analizin dışında bırakılmaktadır.
25
Analizde TBMM’deki tartışmalarda iletişim özgürlüğünün hangi argümanlarla
tanımlandığı; iletişim özgürlüğünün temel bileşenleri olarak hangi öğelerin ön plana
çıkarıldığı; iletişim alanını düzenleyen yasalara taraf ve muhalif olanların temel
argümanlarının neler olduğu; konuşmaların ele alınan konuyu nasıl sunduğu ve bunu
hangi retorik stratejiler ve motiflerin yardımıyla yaptığı öncelikli olarak ele
alınmaktadır. Bu amaçla tartışmaların retorik çözümlemesi, iletişim özgürlüğünün
tanımlanmasında ve gerçekleştirilmesinde temel kabul edilen tartışma konularından
hareketle yapılmıştır. Bu konular şöyle sıralanabilir:
XX. yüzyılda bir pozitif hak olarak ortaya çıkan ve temel talepleri arasında
yayıncılık alanının kamu hizmeti anlayışı ile düzenlenmesi olan iletişim özgürlüğü
paradigması, TBMM’de yayıncılık alanına ilişkin tartışmalarda kamu hizmeti yayın
kuruluşlarına ilişkin temel tartışma konularına ve bu konularda öne çıkan
argümanlara bakmayı gerekli kılmaktadır. Bu nedenle analiz bölümünde TBMM
tartışmaları sırasında kamu yayıncılığının nasıl tanımlandığı ve bu konudaki temel
taleplerin neler olduğu çözümlenmektedir.
1980 sonrasında iletişim özgürlüğüne ilişkin tartışmaların merkezinde yer
alan yayıncılık alanının deregülasyonuna ilişkin TBMM’de dile getirilen argümanlar
da analiz bölümünde ele alınmaktadır. Bu bağlamda, TBMM’de medya sahipliğinin
yapısı ve düzenlenmesi, yayınların denetiminde yurttaşlara da yer verilmesi;
yayıncılık alanında çoğulculuğunun ve yayınlara demokratik katılımın sağlanmasına
yönelik önlemler ve yerel yayın kuruluşlarına ilişkin tartışmalar da iletişim
özgürlüğüne ilişkin tartışmalar olarak kabul edilmekte ve analize dahil edilmektedir.
26
Yurttaşların kendilerini ifade edebilmelerinin aracı olarak iletişim özgürlüğü
anlayışından hareketle anadilde yayın hakkı; dezavantajların yayınlara erişim hakkı
ve yayın içeriklerine ilişkin genel ilkelerin saptanması konusundaki tartışmalar da
analizin kapsamı içerisinde yer almaktadır.
Analizde, öncelikle tartışılan yasaların tümü veya maddeleri hakkındaki
iktidar, muhalefet, parti grubu veya milletvekillerinin şahısları adına yapılan
konuşmalarda yukarıda dile getirilen temel tartışma konularına ilişkin ana
eğilimlerin, uzlaşma, çatışma noktalarının neler olduğu ve bunların hangi argümanlar
ile dile getirildiği saptanmaktadır. Ardından bu argümanların hangi retorik
stratejilerle savunulduğu veya dile getirildiği analiz edilmeye çalışılmaktadır.
Analizde, tartışmalarda dile getirilen konu, sorun ve talepler kadar üstü örtülen, dile
getirilmeyen konular da ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır.
27
I. BASIN VE İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ KAVRAMLARI
A. “BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ”NÜN TARİHSEL GELİŞİMİ VE FELSEFİ
TEMELLERİ
Modern kitle iletişim araçları içerisinde en uzun geçmişe sahip basının
“özgürlüğü” için verilen mücadele, XX. yüzyılda ortaya çıkan kitle iletişim
araçlarına (özellikle radyo ve televizyona) ilişkin yasal-kurumsal düzenlemelerin
nasıl olması gerektiği ve bu araçların toplumsal-siyasal işlevlerinin ne olduğu
konusundaki tartışmaları da etkilemiştir. Basın tarihi, yayıncılık10 (broadcasting)
alanının kurallardan arındırılarak, serbest pazar anlayışı doğrultusunda
10 Türk Dil Kurumunun sözlüğünde yayın “Basılıp satışa çıkarılan kitap, gazete gibi okunan veya radyo ve televizyon aracılığıyla halka sunulan, duyurulan, iletilen şey, neşriyat”; yayıncı ise “yayın işiyle uğraşan kimse veya kuruluş” olarak tanımlanmakta, yayın hem gazete, dergi, kitap gibi basılı ürünler hem de radyo ve televizyondan aktarılan ürünler için kullanılmaktadır (1998:2416). Türk Dil Kurumunun sözlüğünde yayıncılık sözcüğü ise bulunmamaktadır, bunun yerine “1. Kitap, gazete gibi okunacak şeylerin basılıp dağıtılması. 2. Herhangi bir eserin radyo ve televizyon aracılığıyla dinleyiciye, seyirciye ulaştırılması, neşir.” anlamlarını taşıyan yayım sözcüğünden türeyen yayımcılık yer almaktadır. Fakat yayıncılık sözcüğü Türkçe’de hem akademik literatürde hem de gündelik kullanımda daha yaygın olarak kullanıldığı için bu tezde de yayımcılık sözcüğü yerine yayıncılık kullanılacaktır. Türk Dil Kurumunun sözlüğünde ayrıca “resim klişesi, dökme harf, taş kalıp kullanarak makine yardımı ile kağıda ve bez gibi şeylere yazı, resim çıkarmak” için kullanılan bası’dan türeyen basım (bası işi, tabı, tipografya), basımcı (basım evi işletme işi, kitap basma, matbaacılık) ve basımcılık (basım evi işletme işi, kitap basma işi, matbaacılık) sözcükleri de bulunmaktadır. Basın ise, “gazete, dergi gibi belirli zamanlarda çıkan yayınların bütünü, matbuat” anlamına gelmektedir (1998:223). Tezin bu bölümü basın özgürlüğü sorununa, özellikle henüz radyo, televizyon gibi yayın araçlarının bulunmadığı bir dönemdeki basına ilişkin tartışmalara odaklandığından aksi belirtilmedikçe bu bölümde yayın sözcüğü “basılı yayınlar” ve basın ile ilgili olarak kullanılacaktır. Sadece periyodiklere yönelik olup, kitap gibi süresiz yayınları kapsamayan basın ile bası, basım arasındaki farka da dikkat çekmek gerekmektedir. İngilizce-Türkçe Redhouse Sözlüğüne göre İngilizce’de genel olarak basım işi için printing kullanılırken, basın için press sözcüğü yer almaktadır (2000:762,766,777). Bu konuya ilişkin diğer bir sözcük olan publication ise yayımlama, ilan etme yayımlanmış eser, yayın anlamlarına gelmektedir (2000:780). Basın özgürlüğüne ilişkin mücadele ilk dönemlerinde kitap ve risale basımına yönelik baskılara duyulan tepkiyi de barındırdığından basın’ı da kapsayacak şekilde ilgili yerlerde basım sözcüğü de kullanılacaktır.
28
düzenlenmesine yönelik 1980’lerde güçlenen çağrılarda yeniden yorumlanmakta,
basın üzerindeki devlet sansürünün kaldırılması mücadelesi, yayıncılık üzerindeki
“sansürün” kaldırılması için bir tür örnek olarak gösterilmektedir (Curran and
Seaton, 1991:8). Bu nedenle J. Keane’nin de belirttiği gibi “basın özgürlüğü
hakkındaki eski söylemin güçlü ve zayıf yanlarının” tartışılması gerekmektedir
(1999:66,67). “Basın özgürlüğü çağrısının modern Avrupa ve Amerika
uygarlıklarının en belirgin ilkelerinden biri olduğu” ve “iletişim medyası aracılığıyla
görüşlerin kamusal düzeyde seslendirilmesinin teori ve pratiğinin başka hiçbir
uygarlığın kendi bünyesinden filiz vermediği” (Keane, 1999:30,31) göz önünde
bulundurularak, basın özgürlüğü kavramı ve felsefi temelleri bu coğrafyalarda
verilen basın özgürlüğü mücadelelerinin izinden gidilerek tartışılacaktır.
Avrupa’da basın özgürlüğü mücadelesi ilk ve en canlı şekilde İngiltere’de
XVII. yüzyılda başlamış, asıl gücünü XVIII. yüzyılda kazanmış, hızla Amerika’ya
yayılmış ve Kıta Avrupa’sını etkilemiştir (Keane, 1999:32; İnuğur, 1993:72). Bu
yüzyıllar aynı zamanda liberalizmin düşünsel temellerinin atıldığı ve hatta ilk
uygulama alanı bulduğu bir dönem olduğundan, basın özgürlüğü taleplerine ilişkin
ilk modern metinlerin liberal düşüncenin ana kaynaklarını oluşturacak düşünürlerce
yazılmış olması şaşırtıcı değildir. Modern demokratik toplumun doğuş evresine de
denk gelen bu dönemde basın özgürlüğü mücadelesi burjuva demokrasilerinin
kurulması mücadelesiyle iç içe ilerlemiştir. Basın özgürlüğü böylece devlete karşı
kazanılması gereken ve onu eleştirme hakkını getiren hukuk kurallarına dayalı
negatif bir özgürlük11 olarak konumlanmıştır. Modern basının oluşması sürecinde
11 Özgürlük (freedom) sözcüğünün tarihçiler tarafından tespit edilen iki yüze yakın tanımı olduğunu belirten I. Berlin, bu tanımların içerisinde iki merkezi yaklaşımın olduğunu
29
endüstriyel kapitalizmin gelişmesinin etkisini tartışan P. J. Humphreys, basının yasal
özgürleşiminin (legal emancipation) esas olarak geleneksel iktidar yapılarının
zayıflamasına bağlı olduğunu ileri sürmüştür.12 Humphreys’e göre basın
özgürlüğünün sağlanmasını, Batılı devletlerin burjuva liberal demokrasilerine
dönüşümünün bir sonucu olarak görmek mümkündür (1996:19,21). Bu dönüşüm
belirtmiş ve bunları negatif özgürlük ve pozitif özgürlük yaklaşımları olarak tanımlamıştır. Negatif özgürlük; “diğerlerinin baskı ya da müdahalesinden bağımsız olmak” anlamına gelmektedir. Müdahalenin olmadığı alan ne kadar genişse, özgürlük de o kadar geniştir. Hobbes, Bentham gibi İngiliz filozofları özgürlüğü bu anlamda kullanmaktadırlar. Bununla birlikte bu özgülüğün sınırsız olmaması gerektiğini kabul ederler; zira özgürlük sınırsız olduğunda tüm insanların diğerlerinin hayatına sınırsız bir şekilde müdahale edeceği “doğal” bir özgürlük halini alır ki, bu da insanların en basit ihtiyaçlarını bile karşılayamadıkları, ya da güçlü olanın zayıfın özgürlüğünü yok ettiği bir tür sosyal kaosa dönüşür. Bu nedenle bu düşünürler özgürlüğün sınırının yasalarla/hukukla sınırlanması gerektiğini savunurlar (Berlin, 1969:123,124). Berlin’e göre pozitif özgürlük anlayışı ise kişinin dışarından engellenmemesi ile değil, kendisinin efendisi olmasıyla ilgilidir. Bu da kişinin kararlarını -ne türden olursa olsun dış güçlerin değil- kendisinin, rasyonel bir şekilde vermesi, kararlarının sorumlusu olması ve düşünceleri ve amaçlarını başkalarına açıklayabilme yetisinin olması ile gerçekleşebilecektir (Berlin, 1969:131-137). H. J. Laski de benzer şekilde Reformasyon’dan bu yana özgürlük anlayışının iki büyük dönemden geçtiğini ileri sürmektedir. Bunlardan ilki, Fransız Devriminde klasik ifadesini bulan ve kişinin dini, politik ya da ekonomik dışsal baskılardan kurtuluşu ile ilgili “kişisel özgürleşim” (personel emancipation) dönemidir. Bu dönemde özgürlük, adalet ve eşitlikle “negatif” bir şekilde ilişkilidir. İkinci dönem ise, “modern proletarya sınıfı ile negatif özgürlüğün kitlelere özgürlük veremediği anlaşıldığında” gelişen “sosyal özgürleşim” (social emancipation) dönemidir. Bu dönemde devlet kişilerin ve grupların davranışlarını onların yaşam kalitesini arttırmak amacıyla düzenler (Laski, 1935:444,445). Bu gelişim liberal-sosyal devlet anlayışına da denk gelmektedir. Liberal devlet anlayışında birey yaşadığı toplumdan, çevresinden sıyrılarak yer ve zaman düşüncesinden arınmış soyut bir varlık olarak kabul edilir ve doğal, kutsal, zaman aşımı ile kaybedilmeyen, her yerde geçerli dokunulmaz hak ve özgürlüklerle donatılmıştır. Bireyler bu hak ve özgürlüklerini yasal çerçeveler içinde kullandıkları sürece devletin onlara herhangi bir müdahalede bulunmaması temel ilkedir. Hukuki eşitliğin kullanıldığı böyle bir düzende, birey mutluluğunu dilediği yoldan kullanabilecektir. Devlete düşen görev, bu hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesi için gereken güvenlik ve düzen ortamını sağlamaktır. XX. yüzyılda ortaya çıkan Sosyal devlet anlayışında ise özgür sayılmanın, mutlu olmak ve maddi manevi gelişmeyi gerçekleştirmek için yeterli olmadığı, devletin tüm kişilerin gelişmesini sağlamak üzere maddi koşulları hazırlaması ve bir takım olumlu faaliyetlerde bulunması gerektiği kabul edilmiştir; zira doğal, soyut haklardan ayrı olarak somut sosyal hak ve özgürlüklere sahip bireyin devletten bir takım olumlu davranışlarda bulunmasını isteme hakkı vardır (Göze, 1976:110-136). 12 Humphreys bu argümanını desteklemek için feodalitenin görece zayıf olduğu ve aristokrasinin karşısında güçlü bir köylü sınıfının yer aldığı İskandinavya ülkelerini örnek göstermiştir. Bu ülkelerde basın özgürlüğü bölge endüstrileşmeden çok önce kabul edilmiştir (1996:19).
30
düşünme ve inanç özgürlüğüne ilişkin taleplerle desteklenen ifade özgürlüğü ile
basın özgürlüğünün ilişkilendirilmesi sürecinin başlangıcına da tanıklık etmektedir
(Köker, 1998: 122). Sansür karşısında ifade özgürlüğü mücadelesi, özgür basın için
verilen mücadeleyi de betimler hale gelmiştir (Landis, 1931:455).
XVII. yüzyıl, Avrupa’da “düzenli, periyodik bir görünümü yansıtması
bakımından ilk gerçek gazete diyebileceğimiz” (İnuğur, 1993:57) yayınların
başladığı yüzyıl olmuştur (İnuğur, 1993:57; Ertuğ, 1970: 41).13 Bu yayınların sayısı
ve içeriği sıkı yasal denetimlere rağmen yüzyıl boyunca artış göstermiştir. Bu
yüzyılın Avrupa’sı bir yanda, enformasyon toplama ve yayma tekelini kiliseden
almış despotik mutlakıyetçi devletleri diğer yanda iktidardan pay alamayan ve devlet
despotizmine karşı çıkan burjuva sınıfına, kendisi için enformasyon üretmeye çalışan
ticaret şirketlerine, özel basımevlerine, uzmanlaşmaya başlayan gazetelere tanıklık
etmiştir. Yasaklı kitapların listelenerek ilan edilmesi, denetim altında tutmak
amacıyla basım sektörünün belirli merkezlerde toplanmaya çalışılması ve yayın
öncesi sansür uygulamaları bu yüzyılda basın özgürlüğüne getirilen sınırlamalar
arasında olmuştur (Burke, 2004: 157-169; Ertuğ, 1970:43; İnuğur, 1993:57-67 ).
John Milton’un basın özgürlüğü tarihi açısından bir klasik sayılan
Areopagitica: John Milton’dan İngiltere Parlamentosu’na Sansürsüz Basım
Hakkında Söylev başlıklı yazısı,14 1644’te sansür yasasının geçerli olduğu bir
13 “Bugünkü anlamda ilk gazete” (İnuğur, 1993:57) 1609’da Strasbourg’da haftalık olarak Almanca yayınlanan Avisa, Relation oder Zeitung’dur. 1619’da ilk Hollanda gazetesi Nieuwe Tijdinghe, 1622’de Londra’da ilk İngiliz gazetesi The Weekly News From Italy and Germany, 1631’de ilk Fransız gazetesi La Gazette, 1640’da ilk İtalyan gazetesi Gazetta Publica yayınlanmaya başlamıştır (İnuğur, 1993:57-58; Ertuğ, 1970: 41-42). 14 Areopagitica başlığı, bir Antik Yunan geleneğine atıf yapmaktadır: Atinalıların Areopagus adını verdikleri tepede Atina’nın en yüksek mahkemesi kuruluyordu. Mahkemede duruşma
31
dönemde, basım üzerindeki baskılara tepki olarak yazılmıştır (Vergobbi, 2003: 45).
Areopagitca, basın özgürlüğü mücadelesinde fikirlerin piyasası (marketplace of
ideas) (Smith, 1990), kendi kendini düzeltme prensibi (self- righting principle)
(Altschull, 1990) ya da teolojik yaklaşım (Keane, 1999) olarak tanımlanan
düşüncenin en çok tanınmışı ve atıf yapılanı olmuş, yazıldığı dönemde çok etkili
olmasa da, Milton’un burada savunduğu fikirler -özellikle düşüncelerin serbestçe
tartışılması gerektiğine ilişkin bırakınız yapsınlar çağrısı” (laissez-faire) (Smith,
1990:34)- sansüre karşı savaşımda İngiliz ve Amerikan liberallerince özgürlükçü
basın teorisinin güçlü bir silahı olarak kullanılmıştır (Schapiro, 1958:15,16; Smith,
1990:34).15
Basım üzerindeki devlet ve kilise baskısına getirilen eleştirilere rağmen bu
baskı devam etmiş, 1662’de Licesting Act (Özel İzin Yasası) çıkarılarak, basım
belirli denetçilerin sıkı takibine bırakılmıştır (Harris, 1978: 83). Basına yönelik bu tip
uygulamalara getirilen eleştirilerin en ünlülerinden bir diğeri de 1694’te, liberal
düşünür John Locke’den gelmiştir. Parlamentoda, basım üzerindeki devlet
sansürünün neden kaldırılması gerektiğini on sekiz madde ile açıklayan bir konuşma
yapan Locke, sansüre devam etmenin önemli ekonomik sonuçları olacağını, sansürün
İngiliz basımcılarının ticaretini zedelerken, onların diğer ülke basımcıları (printers)
öncesi verilen söyleve Areopagitic denmekteydi. Burada verilen en ünlü söylevlerden biri Isocrates tarafından “herkesin eşit politik güce sahip olduğu bir yönetim şekline yönelik isteğin” dile getirildiği söylevdir (Altschull, 1990:39). 15 Milton’a atıf yapanlar arasında sonraki yüzyılda Thomas Paine’yi mahkemede savunan Erksine ile Amerikan basın geleneğini derinden etkileyen, bir dönem ABD’de başkanlık da yapan Thomas Jefferson da vardır. “Gazetesiz hükümettense hükümetsiz gazeteyi yeğlerim” diyen Jeferson, farklı fikirler serbestçe tartışıldığında iyi olanın her zaman galip geleceği inancındaydı (Altschull, 1990:114; Smith, 1990:40). Buna ek olarak Jeferson, toplumda bireylerin eğitilmesi ve bilgilendirilmesi konusunda basının eğitici rolünü vurguluyor, basının bu işlevi yerine getirebilmek için ise devletten bağımsız olması gerektiğini savunuyordu (Siebert, 1963:46,47).
32
ile rekabetini zorlaştıracağını ileri sürmüştür. Locke, ayrıca Özel İzin Yasasının
hantal ve gereksiz olduğunu, genel yasaların ahlaksız kişilere karşı yeterli korumayı
zaten sağladığını savunmuştur (Altschull, 1990:58). Onun bireylerin hakları
konusundaki düşünceleri de basın özgürlüğü için önemli bir uyarıcı olmuştur. Zira
O’na göre devlet, temel amaçları mülkiyetlerini korumak olan insanların bir anlaşma
yaparak kendilerini hükümetin yönetimi altında toplamaları ile oluşmaktadır.
İnsanların rızası ile kurulan bu devlet, onların yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını
ihlal edemez, aksi durumda insanların isyan hakkı (right of rebellion) doğar (Locke,
1952:126-128). Keane, “basının davranışlarının bireylerin haklarına uygun olması”
(1999:36) gerektiği fikrinin Locke tarafından ortaya atıldığını belirtmiş ve O’nu
basın özgürlüğünü bireyin hakları ile savunan görüş içerisinde ele almıştır.
XVIII. yüzyıl ise basın tarihi açısından önemli yeniliklere tanıklık etmiştir.
Damga resminin uygulanmasının yanı sıra gündelik gazeteler bu yüzyılda
yayımlanmaya başlanmış; muhalif gazetecilik anlayışı ortaya çıkmış; gazetelerde
reklam ve ilanlar verilmeye başlanmış; Amerikan basını bu yüzyılda kurulmuştur
(İnuğur, 1993:72,73). Bu yüzyıl aynı zamanda, modern çağın başından beri süregelen
algılama ve temsil şemalarının sarsılışının sonuçlarına da tanık olmuştur.
Aydınlanma akımının da etkisiyle ile dini, politik, felsefi ve sanatsal alandaki
geleneksel dogmalar eleştirel bir şekilde yeniden değerlendirilmiş; insanın
özgürlüğü, toplum içerisindeki yeri, sosyal ve doğal olaylar arasındaki karşılıklı
ilişki, onların benzerlik ve farklılıkları düşünce çizgilerini belirlemeye başlamıştır
(Pappe, 1973:90). Basın tarihi açısından bakıldığında aydınlanma projesi bir yandan
ansiklopedi gibi yeni yayın türlerinin oluşumuna yol açarken diğer yandan basın
özgürlüğünün insanın doğal haklarıyla temellendirilmesinde önemli bir etken
33
olmuştur (Barbier and Lavenir, 2001:13,14). Yüzyılın başında Matthew Tindal
Reasons Against Restraining the Press adlı kitabıyla basın özgürlüğünü ilk defa açık
bir şekilde doğal haklar ilkesine dayandırırken; yüzyılın sonunda Thomas Paine,
Rights of Man (İnsan Hakları) kitabıyla aristokrasi ve monarşiye karşı çıkarak, insan
haklarına dayanan yönetim sistemlerini savunmuştur (Paine, 1985:89,93). İnsanların
bilme hakları olduğunu ileri süren Paine, basın özgürlüğünü bilgi eksikliğiyle
insanların cahil tutulmasına karşı çıktığı için savunmuştur (Altschull, 1990:130).
Paine’nin İnsan Hakları’nı yazdığı dönem aynı zamanda parti gazeteciliğinin
de ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Siyasi hayatta parlamentonun etkinliğinin
artması, siyasi başyazıların yanı sıra parti gazeteciliğini de tetiklemiştir.16 1712’de
çıkarılan ve risale ve gazetelerden sayfa ve yayınladıkları ilan başına belirli bir pul
vergisi alan Stamp Act’ın (damga resmi/pul vergisi yasası) hem farklı hem de aynı
yayın türleri arasındaki rekabet koşullarını daha da ağırlaştırmasıyla birlikte
propaganda amacıyla gazetelere yapılan yardımların önemi de artmıştır. Genel ticari
çıkar amacının dışında gazetelerle ilgilenmeye başlayan rakip politik gruplar sadece
yeni gazete kurmakla kalmamış, bunun yanında bazı gazete ve gazetecileri de
abonelik ya da oluşturulan fonlardan aktarılan paralarla desteklemeye başlamıştır
(Harris, 1978:86,96). Gazetelerin ekonomik olarak çeşitli politik gruplara olan bu
bağımlılığı, daha sonra basın özgürlüğünün tam olarak sağlanması için ekonomik
bağımsızlığın da sağlanması gerektiğini savunan ve kapitalist pazar sistemiyle
reklam gelirlerinin bu konudaki özgürleştirici etkisine vurgu yapan yaklaşımların
16 Örneğin, 1710’da kurulan Examiner ve 1726’da kurulan Craftsman gazeteleri dönemin muhafazakar Tory Partisi yanlısı iken, 1713’te kurulan Guardian liberal Whig’leri desteklemiştir. (İnuğur, 1993:73-75).
34
kendilerini haklılaştırma argümanları olarak kullandıkları temel dayanak
noktalarından biri olmuştur.17
1740’larda ilk kez kamuoyu (l’opinion publique) sözcüğünü kullanan Fransız
düşünür J. J. Rousseau18 (Noelle-Neumann, 1998:102), doğa halinden bir toplumsal
sözleşme ile kurtulan insanların kurdukları toplumun anayasasının vatandaşların
gönlünde yani “adetlerde, geleneklerde ve özellikle de halkoyunda” yerleşik
olduğunu savunarak, genel iradenin basın ile temsil edilmesi düşüncesini
eleştirmiştir. Rousseau kamu yararını kavrayabilmek için sadece sağduyuya ihtiyaç
olduğunu belirterek, politik partilerce yönlendirilen basın ve salon tartışmalarıyla
şekillenen kamusal tartışmaya, içinde barındırdığı siyasal kurnazlıklar ile saf ve
sıradan insanları yoldan çıkardığı ve tikel çıkarları teşvik ettiği için karşı çıkmıştır
(Habermas, 2003:193-196). Basının kamuoyunun temsilcisi olamayacağını ileri
sürüp süreli yayınlara karşı çıksa da Rousseau’nun “genel irade”, “kamu yararı” ve
“toplumda ortaklığı sağlayan” kamuoyu düşüncesi (Noelle-Neumann, 1998:104)
daha sonra kendisini kamu çıkarının korunması ve halk iradesinin ortaya çıkmasına
aracı olma ile meşrulaştıran gazeteciler tarafından kullanılmıştır. XVIII. yüzyılın
basın özgürlüğü mücadelesindeki önemli olaylarından biri olan 1771’de basına
17 Örneğin Roach “gerçek sansürün gazetenin finansal bağımsızlığını kazanmadığı ve hükümet ya da partilere bağımlı olduğu” gerçeğinden kaynaklandığını ileri sürerken, XIX. yüzyılın ilk dönemindeki gazeteler üzerinde bir inceleme yapan Asquith, nüsha satışlarının gazete üretiminden kaynaklanan giderleri karşılayamadığı bir dönemde, reklam gelirlerinin gazetelerin kölelikten bağımsızlığa yönelmelerini sağladığını, basının “Dördüncü Güç” olarak yer almasında abartısız en önemli tekil faktörün reklamcılık geliri olduğunu ileri sürmüştür (Akt. Curran and Seaton, 1991:7,8). 18 Bu sözcüğü daha önce 1588’de yayınlanan Denemeler’inde kullanan Montaigne ise onu opinions publiques olarak çoğul bir şekilde kullanmıştır (Noelle-Neumann, 1998:293).
35
parlamento görüşmelerini yayınlama hakkının verilmesine19 yönelik tartışmalarda
üretilen argümanlar bu doğrultuda olmuştur.
Hükümetin politikalarının resmen izin verilmemiş kişiler tarafından açıkça
tartışılmasını yasaklayan ve “tüm hükümetlerin haklı olarak anlaşılamaz ve
görünmez olması gerektiğine” ilişkin despotik devlet anlayışına karşı çıkan basın
özgürlüğü savunucuları, “gizliliği kötü hükümetin uşağı olarak” görmüşler ve
devletin “potansiyel olarak tehlikeli olan iktidarının” kamu yararı adına, denetim
altına alınması gerektiği yolundaki talepleri güçlendirmişlerdir (Keane, 1999:46).
Halkın hükümetler tarafından cahil bırakılmasına karşı çıkan öğrenim görmüş
topluluklar, bu duruma karşı başlattıkları kampanyalarda basından yararlanmış ve
despotizme halkın sezgisi’ni (sense of people) harekete geçirerek karşı çıkmışlardır.
Yüzyılın sonlarında basının, kamunun devletin gizli ve keyfi eylemlerine karşı
uyarılması ve hükümet icraatlarının kamu adına denetlenmesi işini üstlenmesine
ilişkin görüş yaygınlaşmaya ve basının kendini meşrulaştırma argümanı olarak güç
kazanmaya başlamıştır (Black, 1991:292).
F.S. Siebert, parlamento görüşmelerinin basında yer almasına izin verilmesini
yüzyılın basın alanına özgürlükçü ilkelerin getirilmesi hususundaki iki temel
mücadele alanından biri olarak görmüştür. Diğeri, zararlı yayınlarla ilgili
mücadeledir; zira XVIII. yüzyıl boyunca mahkemeler hükümet aleyhine yazılan
yazıların devleti çökertmek maksadını taşıdığı gerekçesiyle yasal olmadığı
düşüncesine bağlı kalmıştır (1963:48). 1791’de çıkarılan Libel Act ile yayın yoluyla
işlenen iftira ve hakaret suçları yeniden düzenlenmiş ve gazeteciler için daha
19 Gazetecilerin parlamento görüşmelerini izlemek üzere tribünlerde yer almalarına ise ancak 1803 yılında izin verilmiştir (İnuğur, 1993:77).
36
teminatlı olan jüri sistemi getirilmiştir. Böylece Siebert’e göre XVIII. yüzyıl basının
otoriter ilkelerden kurtulup liberal ilkelere kavuşmasının tamamlandığı bir yüzyıl
olmuştur. Bu dönüşüm kralın basını denetleme gücünün engellenmesi, kilisenin
düzenleyici bir kurum olarak sınırlanması, yayımcılıkta devlet tekellerinin
kaldırılması ve yüzyılın sonunda özgürlükçü ilkelerin, alanla ilgili temel hukuk
kurallarında saygın bir yer edinmesiyle sağlanmıştır (1963:44).
Toplumsal ve politik yaşamdaki temel sorunun toplumsal düzenin kurulması
olan XIX. yüzyıl ise liberal basın mücadelesinin dışında yeni bir basın özgürlüğü
mücadelesine tanık olmuştur. Yüzyılın özellikle ilk yarısı burjuvazinin politik
amaçlarıyla eklemlenen basın özgürlüğü mücadelesinin yanında, sosyalist, anarşist
ve feminist grupların politik mücadelelerinde basını güçlü bir şekilde kullandıkları
bir dönem olmuştur.20 1790’larda başlayan radikal gazetecilik bu dönemde güç
kazanmıştır. Vergi ödemeyen ve yasa dışı yayınlanan bu gazeteler küçük bütçelerle
kurulmuş, temel gelirlerini bağışlar ve nüsha satışları oluşturmuştur. Bu gazetelerde
(Poor Man’s Guardian, Northern Star vb.) çalışan gazeteciler kendilerini haber
iletmekten çok, toplumsal iktidarın dinamikleri ve eşitsiz dağılımını açıklamakla
görevli birer aktivist olarak görmüşlerdir (Curran and Seaton, 1991:18). Radikal ve
20 Radikal basın ile işçi sınıfı mücadelesi arasındaki ilişkiyi ele alan Curran, radikal basının sadece işçi sınıfı organizasyonlarının büyüklüğünü yansıtmadığını aynı zamanda radikal bilincin yayılmasına ve güçlenmesine de yardımcı olduğunu ileri sürer ve radikal basının işçi sınıfı mücadelesine yaptığı katkılarını şöyle sıralar: Radikal basın coğrafik açıdan ulusal bir dolaşıma erişerek işçi sınıfı mücadelesinin yayılmasına katkıda bulunmuş; sınıf bilincinin oluşmasına ve farklı işçi gruplarının birleşmesine katkı sağlamış; eylem ve organizasyonların örgütlenmesine yardım etmiş; okuma odalarında, evlerde, mitinglerde okunan bu gazeteler tartışan bir kamunun oluşumunu tetiklemiş; geçmişe yönelik mitler yaratarak ve gelecekte fakirliğin yok edilebileceği yeni bir toplum tahayyülünün zihinlerde canlanmasına yardım ederek yeni bir değerler sisteminin oluşmasına ve işçi sınıfının kendine olan güveninin arttırılmasına yardım etmiş; popüler gazetelerden farklı olarak politik analizlerini kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki mücadele alanı üzerinden yaparak var olan toplumsal düzene bir tür tehdit oluşturan radikal bir alt kültürü ayakta tutmuştur (1991:19-23).
37
yeni bir toplum analizi sunan bu gazeteler kapitalist sistemin meşruluğunu
sorgulamış, fakirliğin ekonomik süreçlerle, kapitalistlerin çıkarlarıyla ve bu çıkarları
koruyan devletle bağını tartışmışlardır. Bu gazeteler aynı zamanda burjuvazinin
kamuoyu anlayışını eleştirmiş ve politik sistemden dışlanan bir sınıfın çıkarlarına
ilişkin bir dizi fikri yaygınlaştırmışlardır (Curran, 1991:40,41).
Curran, 1830’larda başlayan ve 1855’te tamamlanan basın üzerindeki
vergilerin kaldırılması sürecinin modern özgürlükçü ifade çeşitliliğini ve basın
özgürlüğünü sağlamak için atılan bir adım olmaktan çok, vergi ödemediği için çok
ucuza satılan radikal basın karşısında, sosyal kontrolün önemli bir aracı olarak
görülen ticari amaçlı günlük gazeteleri güçlendirmek niyetini taşıdığını ileri sürer
(Curran and Seaton, 1991:26). Orta sınıfın hakim olduğu İngiliz Parlamentosu artık
serbest pazara ve normatif kontrollere güvenmenin, basını devlet müdahalesiyle
kontrol etmekten daha etkili ve etik olduğuna dair bir anlayışı benimsemeye
başlamıştır (Curran and Seaton, 1991:30).
Bu dönemde basın özgürlüğüne faydacılık kuramının argümanlarıyla
yaklaşan Bentham 1820 de yayınlanan On Liberty of the Press and Public
Discussion adlı yapıtında despotik yönetimden farklı olarak, en iyi yönetimin ve en
iyi yasaların en fazla insan için en fazla mutluluğu sağlayan olduğunu, despotik
olmayan hükümetleri sağlıklı bir şekilde seçmek için de basın özgürlüğünün önemli
bir faktör olduğunu savunmuştur (Keane, 1999:38,39). Basın özgürlüğünü baskıcı
hükümetlere karşı bir denge öğesi olarak değerlendiren faydacıların argümanları
daha sonra basının yasama, yürütme ve yargı güçlerinin yanında dördüncü güç
38
olduğuna yönelik yeni bir politik toplum tahayyülünde de kullanılmıştır (Boyce,
1978:20,22).
Böylece liberal basın özgürlüğünü savunanlar, yüzyıl boyunca, Keane’nin bu
özgürlük anlayışının felsefi temellerini oluşturduğunu söylediği ve Milton’un
düşünceleriyle örneklediği “teolojik yaklaşım”; Tindal’ın fikirleriyle açıkladığı
“basının bireyin haklarına uygun olması gerektiği fikri”; Bentham’dan hareketle ele
aldığı “faydacılık kuramı” ve J. S. Mill’in basın özgürlüğü savunusu ile açıkladığı
“hakikate yurttaşlar arasındaki kısıtlamasız tartışma yoluyla ulaşılacağı” anlayışından
beslenerek basın özgürlüğünü savunan ve basının demokratik rolüne ilişkin iddialar
barındıran çeşitli yaklaşımlar öne sürmüşlerdir (1993:34-42). Bu yaklaşımlarla
birlikte XIX. yüzyılın sonunda basının, devletin müdahalesinden arınmış bir negatif
özgürlük alanı ve kapitalist bir sistemde özel kişilerin mülkiyetinde olan bir
ekonomik teşebbüs alanı olması gerektiğine ilişkin liberal basın kuramı Anglo-
Amerikan gelenekte kabul görmüştür (McQuail, 1983:88; Keane, 1993; Curran and
Seaton, 1991).
Curran liberal basın kuramında basın özgürlüğünü savunan bu yaklaşımları
şöyle sıralamaktadır:
Bunlardan ilki, basının devlet otoritesinin kullanılmasındaki kötü
uygulamaları açığa çıkaran bir “kamu gözcüsü” olduğuna dair görüştür. Bu gözcü
rolünün, basının diğer işlevlerinden daha önemli olduğu vurgulanır ve hükümetten
tam bağımsızlığının yalnızca serbest pazar kuralları içerisinde sağlanabileceği kabul
edilir (Curran, 2002:186).
39
İkinci yaklaşım basın özgürlüğüne “tüketici temsili” ile yaklaşmaktadır. Bu
yaklaşım basının rolünü “dördüncü güç” olarak tanımlamaktadır. Buna göre basın
politikacılar için seyrek aralıklarla yapılan seçimlerden farklı olarak, her “satışa
çıktıklarında” seçimle eşdeğer bir değerlendirmeye tabi olmaktadır. Böylece pazar
temelli sistemde işlerini sürdürmek için halkın isteklerine uymak zorunda olan
gazeteler, onların görüş ve değerlerini yansıtmak ve halkın sözcüsü olmak zorundadır
(Curran, 2002:203).
Basını gözcü ve temsilci olarak ele alan yaklaşımlara ek olarak, basın
özgürlüğünü, basının “bilgilendirme rolünü” vurgulayarak savunan görüşe göre,
basın kamusal aklı ileriye götürmek ve toplumun kendi geleceğini ortaklaşa
belirlemeye olanak tanımak için gereken bilgilendirme ve halkı aydınlatma göreviyle
yükümlüdür. Basın bu işlevlerini ise yalnızca serbest pazar süreçlerinde yeterince
yerine getirebilecektir. Böylece sınırlanmamış bir şekilde tüm bakış açılarının
yayınlanmasıyla özgür bir tartışma ortamı doğacak, farklı ve karşıt kaynaklardan elde
edilecek bilgiyle doğru yargılarda bulunulması ve hükümetin akılcı hareket etmesi
sağlanacaktır (Curran, 2002:217,218).
40
B. “İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ”NÜN KURAMSAL TEMELLERİ VE
MODERN KAPİTALİST DEMOKRASİLERDE 1980 SONRASI
İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ TARTIŞMALARI
XIX. yüzyıldan ödünç alınan basın özgürlüğü anlayışı XX. yüzyılda çeşitli
eleştirilerle karşılaşmış; öyle ki yüzyılın son çeyreğinde basın özgürlüğü yerine
iletişim özgürlüğü kullanılmaya başlanmıştır. Bu yeni kavram yeni iletişim
araçlarının regülasyonuna yönelik taleplerden ve basın özgürlüğü paradigmasına
getirilen eleştirilerden beslenmektedir.
T. Peterson basına getirilen ilk kapsamlı eleştiri kitabının daha 1859’da
yayımlanmasına rağmen, bu eleştirilerin yoğunluğunun ve şiddetinin XX. yüzyılda
arttığını belirtmiştir. Peterson bu eleştirileri yedi maddede özetlemiştir, bunlar: 1)
Basının iktidarını kendi amaçları için kullandığı, medya patronlarının özellikle
politik ve ekonomik konularda kendi görüşlerini yaydıkları; 2) Basının büyük
şirketlerin hizmetinde olduğu ve reklam sektörünün editöryel bağımsızlığa yer
vermeyecek şekilde denetimi elinde tuttuğu; 3) Basının sosyal değişime direndiği; 4)
Sansasyonel haberlerin ve eğlencenin yayın içeriklerinde daha çok yer edindiği; 5)
Basının kamu ahlakını tehlikeye attığı; 6) İnsanların özel hayatlarına saldırdığı ve 7)
Belirli bir sosyo-ekonomik sınıfın kontrolünde olduğu, yönündeki eleştirilerdir
(1963:78). F.S. Siebert basına ilişkin anlayışların değişiminin altında Aydınlanma
Çağının rasyonalizm, akıl, doğru gibi kavramlarının evrenselliğinin ve
sarsılmazlığının sorgulanmaya başlanması, doğal haklar anlayışının politik ve sosyal
temellerden yoksun bir tür slogan olarak görülmeye başlanması, negatif özgürlük
anlayışının yerini özgürlüğü sosyal düzenin karmaşık düzeni ile olan bağlarıyla ele
41
alan anlayışın gelişmesi, özel girişimin bir ekonomik felsefe olarak sorgulanması ve
bireysel hakların çoğunluğun refahını tehlikeye atamayacağına ilişkin bir yaklaşımın
güçlenmesinin olduğunu ileri sürmektedir (1963:70). Basın özgürlüğüne ilişkin
bakışın yön değiştirmesi, basın tarihine yaklaşımı da etkilemiştir. Kapitalist pazarın
evrimi ve devletin basın üzerindeki kontrollerinin kalkması ile basın özgürlüğü
arasında kurulan ilişki sorgulanmış, XIX. yüzyılın ikinci yarısında devletin basın
üzerindeki sınırlamalarının yerini alan ve “daha önce hiçbir yasal sansürün
başaramadığı ölçüde etkili olan yeni bir sansür sisteminin”, “pazar güçlerinin basın
üzerindeki denetiminin” kurulması eleştirilmiştir (Curran and Seaton, 1991:8).
E. Köker, XX. yüzyılda basın özgürlüğüne ilişkin tartışmaların iki nedenle
yön değiştirdiğini ileri sürmektedir. Bunlar ticari bir alan olarak basına yöneltilen
eleştirilerin gazetecilerin mesleki pratikleri üzerinde yoğunlaşması ve iletişim alanını
düzenleyen yasal anlayışların değişmesidir (Köker, 1998:140).
Editöyal bağımsızlık ve profesyonelliğin basın tarafsızlığının temel
şartlarından biri olduğu, basının kendini “dördüncü güç” olarak tanımladığı önceki
yüzyılın ortalarında kabul edildiği halde (Boyce, 1978:24), XX. yüzyılın ilk on
yıllarında basın patronlarının yayınları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme
girişimleri, Peterson’un da saptadığı gibi, güçlü bir eleştiriyle karşılaşmıştır. Bu
eleştiriler I. Dünya Savaşı sonrasında birçok modern devlette savaş nedeniyle basına
getirilen sansürün kaldırılmasının ardından, öğretmen dernekleri, kilise kuruluşları,
iyi ahlak anlayışının yerleştirilmesini amaçlayan dernekler tarafından da dile
getirilmiş, çoğulcu toplum anlayışını zedelemeyecek şekilde devletin basını kanun
dahilinde sınırlaması talep edilmiştir (Köker, 1998:141). Bu talepler karşılığını
42
bulmuş; basının devlet müdahalesine karşı ilk defa yasayla korunduğu Amerikan
Anayasasının “kongre basın ve konuşma özgürlüğünü sınırlayıcı yasa yapamaz”
ilkesini getiren 1791 tarihli ilk değişiklik maddesine rağmen; 1918’de
muzır/kışkırtıcı yayınlarla ilgili bir yasa Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD)
onaylanmış (Sussman, 2003: 90,91); özellikle II. Dünya Savaşından sonra batılı
demokratik ülkelerin çoğunda basının kişilerin temel haklarına saldıracak şekilde
kötüye kullanımını önlemeye ve basın sektöründeki tekelleşmeyi düzenlemeye
yönelik yasal düzenlemeler yapılmıştır (Boyce, 1978:39,40; Curran and Seaton,
1991:70-83).21
Liberal basın kuramına liberal gelenek içerisinden yöneltilen ilk eleştiri
ABD’de gelişmiştir. 1947 yılında bir grup gazetecinin yayınladığı Hutchins Raporu
basın alanına yönelik “Sosyal Sorumluluk Kuramı”nın temellerini atmıştır. Rapor
serbest piyasanın basın özgürlüğü için gerekli ortamı yaratamadığını, topluma
beklenen faydaları sağlayamadığını, ayrıca gittikçe güçlenen radyo, sinema gibi yeni
iletişim araçlarının bazı kamusal denetlemelere ihtiyacı olduğunu saptamış, medya
sahipliğini ve kontrolünü bir imtiyaz olarak değil, kamusal görevler yükleyen bir iş
olarak görmüş, basın organlarının kendi özgürlükleriyle toplumsal görevlerini
bağdaştırmasını talep etmiştir (McQuail, 1982:90). Buna göre basının altı temel
görevi saptanmıştır: 1) Basın kamusal konularda bilgi ve tartışma üreterek politik
sisteme hizmet edecek; 2) Kamuyu en doğru seçimi yapabilmesi için aydınlatacak; 3)
21 Örneğin Fransa’da 1881 Basın Yasasında 1952’de yapılan bir değişiklikle basın suçlarında sorumluluk sistemi getirilmiş, 1955’te yapılan bir değişiklikle de basının idari mercilerce kontrolü olanaklı kılınmıştır. (Dönmezer, 1976:47,104). İngiltere’de 1952’de Defamation Act ile basın özgürlüğü hakaret, hakime ve mahkemeye saygısızlık ve itaatsizlik, çocuk mahkemelerine ait haberleri yayınlamak, suça tahrik etmek gibi çeşitli fiillerin yapılmaması ile sınırlanması yeniden düzenlenmiştir. 1963’te çıkarılan Tekeller ve Ticari Kurumların Bileşmesi Hakkında Kanun ile de gazete sahiplerinin sermaye miktarlarına bazı sınırlar getirilmiştir (58).
43
Hükümeti denetleyerek bireylerin haklarını koruyacak; 4) Ekonomik sisteme
reklamlar aracılığıyla tüketici ile satıcılar arasında bağ kurarak hizmet edecek; 5)
Eğlence üretecek ve 6) Finansal ihtiyaçlarını bazı özel çıkarlardan bağımsız olarak
sağlayacaktır (Peterson, 1963:74). Basının sosyal sorumluluğu olduğuna ilişkin bu
anlayış, Avrupa’daki yansımasını İngiltere’de 1947-1949 yıllarına ait Kraliyet Basın
Komisyonu raporu ile bulmuştur. Rapor, “Gazete sayısının ve çeşitliliğinin farklı
zevk, politik görüş ve toplumun temel gruplarının eğitimi göz önünde tutularak tüm
kesimlerin görüşlerinin etkili bir şekilde temsil edecek” düzeyde olması gerektiğini
ileri sürmüş, buna ek olarak basının bilgilendirme rolünü de yerine getirmesini talep
etmiştir (Boyce, 1978:40).
Amerika ve İngiltere’de yayınlanan bu raporları, profesyonel sorumluluk
anlayışına verilen kamusal destek izlemiş, “profesyonellik kültü, pazarın kusurları ve
medyanın demokratik rolüyle ilgili geleneksel kavramlaştırma arasında bir uzlaşma
sağlama biçimi haline” gelmiştir (Curran, 2002:222). Böylece gazetecilerin,
tarafsızlık, bağlantısızlık, doğruya bağlılık gibi ilkelere uyması, elde edilen bilgilerin
doğrulanmasında farklı kaynaklara yer verilmesi ve muhalif yorumların aktarılması
talep edilmiştir. Curran bunu “Bir zamanlar serbest pazarda karşıtların çatışması
yoluyla güvenceye alınan düşünce ve bilgide çoğulculu(ğun), tekelci medyadaki
‘içsel çoğulculuk’ aracılığıyla” yeniden yaratılmaya çalışılması olarak tanımlamıştır
(Curran, 2002:222).
Basının yasalarla sınırlanması gerektiğine ilişkin Kraliyet Raporları’nın II.
Dünya Savaşı’ndan sonra gelmesine rağmen, yayıncılık İngiltere’de daha en
başından bir kamu hizmeti göz önünde bulundurularak yapılmıştır. 1923 yılında
44
toplanan ilk yayıncılık komitesi “radyo dalgalarını bir tür kamu malı” olarak görmüş,
kamuoyunu ve ulusun yaşayışını etkileyebilecek böyle bir ulusal hizmetin
sınırlandırılmamış bir ticari tekele bırakılamayacağını savunmuştur (Scannell, 1990:
12,13). Böylece simgesel düzeyde ulusal birliği teşvik ettiği kabul edilen yayın
teknolojileri, ulusallık fikriyle sıkı sıkıya bağlı olan kamu hizmeti anlayışıyla
düzenlenmiş, ülkeye özgü kültürel özelliklerin tüm vatandaşlarca paylaşılır hale
gelmesi, bir “biz”lik halinin yaratılması, eğitim, bilgi ve kültür vererek ülke halkının
bilinçli bir vatandaş haline getirilmesi görevi devletin diğer ideolojik aygıtları
yanında radyo ve televizyon yayıncılığına da verilmiştir (Scannell, 1991: 6-9; Mutlu,
2001:26,27; Wagner, 1996:196).
II. Dünya Savaşı sonunda tüm Avrupa’da yayıncılık alanındaki temel sistem
olan (Çaplı, 2001:32-34) kamu hizmeti yayıncılığı, refah devletinin krize girdiği
1970’lerde ciddi bir şekilde eleştirilmeye başlanmıştır.22 Kamu hizmeti yayıncılığı bu
22 Siyasal birimin sınırlarının ulusun sınırlarıyla çakıştığı, siyasal temsilin rekabetçi partiler yoluyla uygulanması ve siyasal kararların üst düzeyde yapılacak pazarlıklar sonucu alınması gerektiği ve devletin meşru faaliyetlerinin yasa ve düzenin korunmasının ötesine geçerek siyasal birimin her üyesinin yaşam standardını belirli bir seviyede tutacak faaliyetlere uzanması gerektiğine ilişkin genel bir kabule dayanan refah devleti anlayışı, batılı ülkelerin çoğunda görülen 1974-1975 iktisadi kriziyle sona erdi. Bu krizi siyasa yapımının, siyasetin ve siyasal birimin sınırlarının değişimini izleyerek ele alan P. Wagner, ilk olarak devletin toplum hakkında gerekli tüm bilgiyi edinebileceği ve topluma düzenleyici ve uyumlaştırıcı bir tarzda müdahale etme yeteneğinde olduğuna yönelik düşüncenin sarsıldığını ileri sürer. Bu düşünce bir yandan “karlılığın geçer akçe olduğu bir iktisadi alanın, kamusal iyinin savunulabileceği ve herkesin refahının hedeflenebileceği bir siyasal alanın karşısına konulmasına” dayanan kurallardan arındırma (deregülasyon) çağrısı, diğer yandan da refah devletinin bürokratik krizi olarak adlandırılabilecek planlama yönelimli müdahaleci devlet anlayışının işleyemez olması ile de aşınıyordu. Örgütlü demokrasinin sınırlarının sorgulanması ise iki biçimde sürdü: uzlaşımsal olmayan siyasal eylem olarak tanımlanan kurum dışı protestolara başvurulması ve siyasal seçim kurumlarının aşınması. 1960’larda siyasal katılımın düzenli biçimleri hakkında olduğu varsayılan ve katılımı yerleşik parti örgütlenmeleri içerisinde değerlendiren konsensüs yıkılmaya başlamıştı. 1968 öğrenci hareketleriyle güçlü bir şekilde gündeme gelen, kadınların, azınlıkların, dezavantajlıların uzlaşımsal olmayan siyasal eylemlerinin sürekliliğe sahip ve daha sınırlı, sıklıkla da yerel amaçlarla sınırlı çok çeşitli çekişmeler ve yurttaş müdahaleleri biçimine dönüştüğü görüldü. Uzlaşımsal olmayan eylem türlerinin giderek daha çok destek bulması siyasal sisteme
45
dönemde bir yandan iletişim alanının kurallardan arındırılması (deregülasyon)
talepleriyle, diğer yandan da yeni sol ve radikal toplumsal hareketlerce eleştirilmiştir.
R. W. McChesney, yayıncılık alanının “kamu çıkarına karşılık tamamen özel
çıkarlara hizmet etmesi yönünde” bir yasal düzenlemeyi hedeflediklerini ileri
sürdüğü deregülasyon yanlılarının, yayıncılık alanının özel sektörün yönetimine
bırakılmasına ilişkin taleplerini üç ana savla savunduklarını ileri sürer. Bunlar: Ne
kadar tekelleşmiş olursa olsun, politika yapımındaki ahlaksızlık ve bozulmaya karşı
en iyi işleyecek aracın serbest pazar tarafından düzenlenen medya olduğu; XX.
yüzyılda uygulanan diğer yayıncılık alanı düzenlemelerinin başarısızlıkla
sonuçlanmasından sonra, serbest pazardan başka alternatifin kalmadığı ve özellikle
yeni teknolojilerin yasa yapımındaki geleneksel frekans sınırlılığı meşrulaştırmasını
artık demode kıldığı savlarıdır (2003:126. 129.130).
Yayıncılık alanında baskın çıkan bu savlar ve neo-liberal yayıncılık
politikaları sonucu 1980’lerde tekellerin kırılmasının önü yayıncılık alanındaki yasal
düzenlemelerin özel sektörün yayıncılık alanının her aşamasında faaliyet
gösterebileceği şekilde yumuşatılması (deregülasyon) ile açılmıştır. N. Garnham,
yerleşik partilere verilen desteğin ve seçimlere katılımın azalması ile yansıdı. Refah devletinin karşılaştığı bir diğer sorun da siyasal birimin sınırlarının da genişlemesi oldu. Toplumsal pratikler hızla daha fazla uluslararasılaşma eğilimine girerken, Avrupa’daki birçok ulus-devlet egemenlik haklarını içeride bölgesel siyasal birimlere ya da uluslararası rejimlere devretti (Wagner, 1996:190-196). 1970’lerdeki ekonomik kriz altın rezervlerinin tükenmesi ile ABD’yi ekonomide yeni politikalara zorlarken, Batı Avrupa ülkeleri de bir yandan enflasyon ve artan işsizlik oranlarıyla diğer yandan hızla sanayileşen doğulu ülkelerin rekabetiyle karşı karşıya kaldılar (Wallerstein, 2003:23,24). Refah döneminin ekonomi politikaları ciddi biçimde sorgulandı ve savaş sonrası uygulanan Keynes’ci iktisat politikaları yerini Friedman’ın serbest piyasa ekonomisinin etkinliğine ve kusursuzluğuna inanan ve devlet müdahalesini en aza indirmeyi amaçlayan monetarist iktisat politikasına bıraktı. Bu yaklaşıma göre devlete düşen görev milli savunma, güvenlik ve adalet kurumlarını işletmek ve piyasa rekabetinin kusursuz işlemesini sağlayacak bir “oyun alanı” oluşturmaktı. Devletin ekonomik alandan çekilmesi için önerilen yöntem ise deregülasyon (kuralların kaldırılması) ve özelleştirme oldu (Pekman, 1997:22-23).
46
yayıncılık alanındaki bu değişimi “sembolik formları yapılandırdığımız, dolaşımını
sağladığımız ve tükettiğimiz kurumlar olarak var olagelen kamusal iletişim
yapılarımızdaki derin dönüşüm” olarak tanımlamaktadır. Bu dönüşümün temel
özelliklerinin ise pazarın artan baskısı; kültürel kaynakların dağıtımının bir yolu
olarak kamu hizmeti yayıncılığının sürekli bir yapı bozumu; televizyona kişisel ve
eve ait tüketimin mahalli olarak yapılan vurgu ve bilgi açısından zengin, yüksek
maliyetli ve uzmanlaşmış enformasyon ve kültür hizmetleriyle, bilgi açısından zayıf,
geniş bir yelpazede gittikçe homojenize edilen eğlence servisleri arasında bölünmüş,
bilgi ve kültür alanlarında ulusaldan uluslararası boyuta kayan bir enformasyon ve
kültür piyasası olduğunu söylemiştir (1991).
Yeni sağın ekonomik ve kültürel programlarıyla uyumlu ve “iletişim
özgürlüğü” kavramını yayıncılık alanındaki “frekans sınırlılığı”nın kırılması ile
bilişim, telekomünikasyon ve kitle iletişim alt yapılarındaki birleşmeye
(convergence) vurgu yaparak kullanan deregülasyon yanlılarını Keane, “pazar
liberalleri” olarak tanımlamış ve kamu hizmeti yayıncılığına yönelttikleri eleştirileri,
XIX. yüzyılda ortaya çıkan basın özgürlüğü anlayışı ve bu anlayışın “devlet sansürü,
tüketici seçimi, yasal düzenlemelerin kaldırılması” gibi modası geçmiş terimleriyle
savunduklarını ileri sürmüştür. Buradan hareketle Keane, pazar liberallerinin
yayıncılık alanına ilişkin eleştirilerini “devlet denetimi altındaki medya kavramına
karşı açtığı şiddetli savaş(ın), eski ‘basın özgürlüğü’ dilinin olağanüstü bir biçimde
yeniden canlanışını” temsil ettiğini ileri sürdüğü R. Murdoch’un eleştirilerinden
hareketle dört maddede özetlemiştir. Buna göre pazar liberalleri ilk olarak pazar
rekabetinin basın ve yayın özgürlüğünün kilit koşulu olduğunda ısrar ediyor, bu
özgürlüğü de devlet müdahalesinden bağımsızlık ve bireylerin düşüncelerini
47
kısıtlanmaksızın iletebilme hakları olarak kabul ediyorlardı. İkinci olarak kamu
hizmetinin tüm ulusa erişimi ve tüm beğenilere hitap eden programlar yapılmasını
öngören evrensellik ilkesinin medyada rekabet ve seçenek koşullarını ortadan
kaldırdığını savunuyorlardı. Pazar liberalleri devletçe korunan medya kuruluşlarını
reklam endüstrisinin çıkarlarını görmezden gelmekle suçluyor, medyanın izleyici
kadar reklamcılara da hizmet etmesi gerektiğini dile getiriyor; son olarak da kamu
hizmetinin seçkinci bir tavırla izleyici taleplerini göz ardı ettiğini ileri sürüyorlardı
(Keane, 1999:67-70).
Serbest pazarı savunanların klasik basın özgürlüğü anlayışına dönüşleri,
ilgisini pazardaki mübadele alanından mülkiyetin ve üretimin örgütlenmesine
kaydıran, dağıtım ve tüketimin, toplumsal ilişkilerdeki yapılanmış eşitsizlikler
tarafından şekillendirilme tarzları üzerinde duran (Kejanlıoğlu, 2004:85) eleştirel sol
yaklaşımlarca sorgulanmış ve klasik basın özgürlüğü anlayışının kendini
meşrulaştıran savları, bu yaklaşımlarca yüzyılın başında olduğundan daha ciddi bir
şekilde eleştirilmeye başlanmıştır.
Keane, klasik basın özgürlüğü kuramlarını, siyasal iktidara ek olarak basının
kendi kendini sansür edebileceği olasılığını hesaba katmadıkları; iletişim medyasını
“içlerinden dünya hakkındaki bilgilerin geçtiği edilgen ve tarafsız iletkenler olarak”
kabul ederek, iletişim medyasının mekan ve zaman içinde yer alan bireylerin kanı ve
düşünceleri alımlayışını önceden nasıl yapılaştırdıklarını ya da çarpıtarak
nesnellikten uzaklaştırdıklarını ele almadıkları; ‘bireylerin her şeyi bilen özneler
değil, “konumlandırılmış yorumcular” olduklarını” anlamayarak, iletişimin kendileri
de iletişim medyası tarafından oluşturulmuş bağlamlarda çalışan bireylerce
48
üretildiğini göremedikleri ve toplumu bütüncül olarak ele almakla, rasyonel ve
barışçı bir konsensüs sağlamakla yükümlü gördükleri özgür basını kabul etmenin
aslında “bölünmelerin, hizipleşmelerin, tutkuların ve çatışmaların toplum önünde
dile getirilmesi olduğunu fark edemedikleri için eleştirmiş ve tüm bu nedenlerle
“basit basın özgürlüğü kavramlarının terk edilip onların yerine daha karmaşık ve
farklılaşmış bir kavram olarak iletişim özgürlüğünün” konulması gerekebileceğini
ileri sürmüştür (Keane, 1997:54-58).
Curran da benzer biçimde klasik basın özgürlüğü yaklaşımını eleştirmiştir.
Curran’a göre basın özgürlüğüne geleneksel bakış, modern liberal demokrasinin inşa
ettiği siyasal partiler, baskı grupları ya da dernekler gibi blokları görmezden gelerek
medyanın bunlarla nasıl ilişkilendirileceği ve performansını nasıl geliştirebileceği
konusunda yapıcı hiçbir şey ileri sürememektedir. Bu yaklaşımların ikinci eksiği
medyanın bilgilendirme rolünü başarılı biçimde yerine getirmesinin ölçütü olarak
“söylemin zenginliği”ni ya da “medya sayısı”nı kabul etmesidir. Oysa medyanın
bilgilendirme rolü saf anlamıyla bilgisel değildir, aynı zamanda rakip çıkar
gruplarının retoriksel iddiaları arasında bir karar verme anlamına gelmektedir ki bu
da farklı toplumsal gruplar arasında kaynakların ve fırsatların dağılımının nasıl
olacağı konusunda dolaylı bir etki yapmaktadır (2002:26-28). Dolayısıyla Curran’a
göre,
“Medyadaki çeşitliliğin sadece alternatiflerden haberdar olmaya dayalı akılcı
bir tartışmayı geliştirdiği düşünülemez. Medyadaki çeşitlilik aynı zamanda, içinde
farklı toplumsal grupların kendi terimleriyle kendi çıkarlarını tanımlama ve bunları
kamusal alanda gerçekleştirme fırsatına sahip oldukları toplumsal eşitliği sağlamanın
yoludur. Medyanın oydaşma oluşturma rolü bu bağlamda anlaşılmalıdır.” (2002:28)
49
Curran’a göre klasik liberal basın özgürlüğü kuramının bir diğer sınırlılığı ise
“kamusal söylemin akılcı” olduğu yönündeki vurgusudur. Oysa kamuoyunun
oluşumu, enformasyon dağıtımındaki bozulmalar, “hiç bir bireyin eritmesinin
mümkün olmadığı” ölçüde artan enformasyon, karar vermedeki öznellik, insanların
medya iletilerini seçmeci bir biçimde alımlamaları gibi nedenlerle gerçekte klasik
liberal söylemin akılcı politikalarını izlememektedir (2002:229). Curran’ın klasik
basın özgürlüğü anlayışına yönelttiği son eleştiri ise bu yaklaşımın yasal yayın
yapma hakkı ile bu hakkın kullanılmasını sınırlayan ekonomik gerçeklik arasında bir
ayrım yapmamasıdır. Oysa pazara girişteki zorluklar bireylerin ve grupların ifade
özgürlüğünü sınırlamakta; toplumdaki grupların kendi çıkarlarını, fikirlerini, öncelik
verdikleri konulardaki görüşlerini etkin biçimde dile getirebilmeleri ve diğer
grupların farklı durum tanımlamalarına yanıt vermeleri ve hatta bu tanımlardan
haberdar olabilmeleri engellenmektedir (2002:230.231).
Pazar liberallerinden farklı bir şekilde refah devleti uygulaması olarak kamu
hizmeti yayıncılığını eleştiren yeni sol yaklaşım ile radikal toplumsal gruplar bu
yayıncılık anlayışını, yurttaşlar arasındaki eşitliği sağlayacak politikaları
oluşturmadığı, siyasal birim olarak kabul edilen ulusa katılımı sınırlı tuttuğu ya da bu
katılımda dezavantajlı durumda olanların pozitif ayrımcılık taleplerini görmezden
geldiği iddiasıyla eleştirmiş ve “iletişim alanında yasal olarak tanımlanmayan; ancak
politik yaşam içinde beliren devlet müdahalelerinin yol açtığı” görünmez sansür
biçimlerine dikkat çekmişlerdir (Köker, 1998:152). Keane batılı demokrasilerde bu
sansür biçimlerini ulusal güvenlik gerekçesinin ön plana çıktığı olağanüstü hal
erkleri yoluyla basının sindirilmesi; gizlilik perdesinin ardında kalan polise ve askere
dayanan baskıcı devlet kurumlarının gittikçe güçlenmesi; siyasal alanda özellikle
50
halkla ilişkiler aracılığıyla yalan söylenmesi; devlet reklamcılığı gibi faaliyetlerle
basının hükümete ekonomik olarak bağımlı kılınması ve son olarak da çeşitli sivil
toplum örgütleri ile devlet görevlileri arasında gizli ve kamusal sorumluluktan uzak
pazarlıklar yapılması eğilimleri olarak açıklamakta ve bu eğilimleri ne yurttaşlara ne
kitle iletişim araçlarına karşı sorumlu ne de hukuk devletine tabi siyasal erkin
çoğalmasının göstergesi olarak görmektedir (1999:100-110). Benzer şekilde İngiltere
ve Amerika’da hükümet ile basın arasındaki ilişkileri ele alan D. Holmes, çoğu
zaman gazetecilerin hükümet memurlarının tavsiyelerine uyarak kendilerini
sınırladıklarını, bunun ardında yatan nedenlerin ise devletin çoğu zaman gazeteler
üzerinde büyük bir iktidara sahip olması, suçlanmak korkusuyla gazetecilerin
hükümetlerin hoşlanmadıkları konulara değinmek istememesi ve gazetecilerin
edindikleri gizli bilgileri yayınlamaktansa, bu bilgilere sahip elit kesim içerisinde
kalmaya gönüllü olması olarak açıklamaktadır. Buna rağmen Holmes, gazetecilerin
oto sansürünün devlet bürokrasisiyle kıyaslanamayacak kadar cılız kaldığını, bir çok
belgenin gizlendiğini ileri sürmektedir (1986:5-10).
Hem klasik basın özgürlüğü anlayışıyla gündeme gelen deregülasyon
çağrılarını hem de refah devletinin kamu hizmeti yayıncılığını eleştiren radikal
yaklaşımlar farklı bir iletişim düzeni talep etmişlerdir. Farklı toplumsal kesimlerin
kendilerini ifade edebilecekleri ve diğer toplumsal kesimlerle etkileşime
girebilecekleri araçların sağlanmasını talep eden radikal gruplar, kamu hizmeti
yayıncılığının temel ilkelerinden olan “erişim”in iki yönlülüğüne vurgu yapmıştır.
Yayınların sadece fiziksel olarak toplumun büyük çoğunluğuna ulaşması anlamına
gelen tek yönlü erişim anlayışı yerine, toplumun çeşitli kesimlerinin seslerini
duyurabildikleri, kendilerini ifade edebildikleri, yayıncılığa katılabildikleri bir erişim
51
talep edilmiş ve 1970’li yıllar Avrupa’da bazı kamu yayın kurumlarının yeni radyo,
televizyon istasyonları açtıkları, çeşitli toplumsal grupların farklı beklentilerine
yönelik yayın yapmaya çabaladıkları, buna ek olarak “alternatif radyo”, “özgür
radyo” kimilerince de “korsan radyo” olarak tanımlanan ve bazı Avrupa ülkelerinde
yerleşik iletişim düzenini tehdit edecek yoğunlukta, devletten bağımsız yerel radyo
girişimlerinin hızla arttığı yıllar olmuştur (Pekman, 1997:27,33,34).
1970’li yıllar artık terk edilen basın özgürlüğü kavramı yerine iletişim
özgürlüğünün kullanılmaya başlamasına tanıklık etmiştir. Bunun ardında yatan neden
sadece “basın özgürlüğü” kavramının yeni iletişim araçlarını (televizyon, radyo,
fax...) kapsamaması değil bunun ötesinde “iletişim özgürlüğü” projesinin aslında bu
özgürlük alanının yeniden tasarlanmasını işaret etmesidir (Köker, 1998:145,146).
İletişim özgürlüğü ile istenen artık sadece yayın araçlarının kullanılmasına
ilişkin bir özgürlük değil, hayatın her alanını içine alan bir özgürlüktür. Hoffman-
Reim iletişim özgürlüğünde, basın özgürlüğünün aksine, vurgunun sadece konuşma
özgürlüğünde değil, yaşamın tüm alanlarında yurttaşların görüş ve kanaatlerini
iletebilmelerine ve iletişim süreçlerini düzenleyebilme yeteneklerinin geliştirilmesine
yapıldığını belirtmiştir. Hoffman-Reim basın özgürlüğü tartışmalarının merkezinde
“konuşma özgürlüğünün” bulunduğunu, bu özgürlüğün arka planını ise “gerçeği
ortaya çıkarma” amacının oluşturduğunu belirtmiş, böyle bir yaklaşımın ise, basın
özgürlüğünü gerçeği ortaya çıkarma yeteneğine sahip bireyler ve araçlarla
sınırladığını söylemiştir (Köker, 1998:145,146).
K. H. Youm da ifade özgürlüğü ile basın özgürlüğünün her ne kadar ilişkili
gibi gösterilse de aslında birbiriyle çelişkili yanlar taşıdıklarını ileri sürmüştür. Zira
52
bireyler kendi fikirlerini özgürce iletmek için basını kullanma hakkını talep edemez,
bu konuda son sözü söyleme hakkı gazete sahibinin ya da yayıncının tekelindedir.
Amerika’da İletişim Yasası’nın seçim dönemlerinde politikacılara basını kullanma
hakkı tanırken, aynı hakkı bireylere tanımaması bu anlayışın ürünüdür. Buna ek
olarak ifade özgürlüğü basın özgürlüğünden çok daha geniş bir özgürlük alanını talep
etmekte, her türlü iletişim şeklini kapsayan daha geniş bir kavram olan iletişim
özgürlüğüne gönderme yapmaktadır (2003:70,71)
İletişim özgürlüğünün en üst düzeye çıkması için seçeneklerin artması
gerekmektedir, bu da hem farklı yurttaş gruplarının istedikleri zaman iletişim için
kullanabilecekleri iletişim araçlarının çoğalmasını hem de bazı yurttaşların ifade
özgürlüklerinin bazı durumlarda başka yurttaşların ifade özgürlüğü ile çeliştiğinin
dolayısıyla bir tür antagonizmanın kabulünü zorunlu kılmaktadır (Keane, 1999:59).
Uluslararası arenada bu görüşlerin dile getirilmesi 1970’lerin sonunda
UNESCO aracılığıyla olmuştur. 1979’da tamamlanan UNESCO’nun McBride
Raporunda “iletişim hakkı” ele alınmış ve bu hakkın artık haberleşme hakkının
ötesinde ileti alma ve bilgilendirme hakkını da içerdiği ve iletişimin, tarafların
bireysel ve kolektif olarak içinde demokratik ve dengeli bir diyalog sürdürdükleri çift
yönlü bir süreç olduğu kabul edilmiştir. Raporda henüz olgunlaşmamış ama
gelişmekte olan bir hak olarak tanımlanan iletişim hakkının içeriği, kesin olarak
bunlarla sınırlanmamakla birlikte şöyle doldurulmuştur: a) Toplanma hakkı, tartışma
hakkı, katılma hakkı ve diğer ortaklık hakları, b) soruşturma hakkı, bilgilendirme,
bilgilendirilme hakkı ve diğer enformasyon hakları, c) kültür edinme hakkı, seçme
hakkı, özel yaşamın korunması hakkı ve insan gelişmesiyle ilgili diğer haklar... Bu
53
genel çerçeveden hareketle McBride Raporunda ayrıca iletişimin
demokratikleşmesinin niteliksel, niceliksel ya da teknik gelişmenin ötesinde, var olan
iletişim araçlarına halkın genel olarak geniş biçimde girmesi ve diğer yandan uluslar,
siyasal güçler, kültürel topluluklar, ekonomik varlıklar ve sosyal gruplar için daha
eşit, güçsüzler üzerinde bir üstünlük sağlanmaksızın enformasyon olanaklarının
gelişmesi demek olduğu belirtilmiştir (1993:190-192).
İletişim özgürlüğü mücadelesi, kolektif bir aradalığın eşit görüş alışverişine
olanak tanıyan yeni anayasa projeleri ve iletişim alanındaki kartellerin, yatay ve
dikey tekelleşmelerin önlenmesini sağlayacak yasal düzenlemeleri önermekte,
farklılıkları kabul eden bir kamusal tartışma ve uzlaşma hedeflemektedir. Bu da onu,
Keane’nin deyimiyle “son çözümü olmayan, hep süre giden bir proje” yapmaktadır
(1999:176).
54
C. 1980 ÖNCESİNDE TBMM’DE YAYINCILIK ALANINA VE
“BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ”NE İLİŞKİN TARTIŞMALAR
Türkiye’de 1980 sonrasında yayıncılık alanını düzenleyen temel yasaların
yapımı sırasında TBMM’de “iletişim özgürlüğü”nün nasıl tartışıldığının ve kavramın
içinin nasıl doldurulduğunun anlaşılabilmesi için, 1980 öncesinde yayıncılık alanına
ilişkin tartışmalar kadar, basın özgürlüğü kavramının da parlamentoda nasıl
tartışıldığına bakılması gerekmektedir; zira 1980 sonrası Türkiye’de iletişim
özgürlüğü tartışmaları, basın özgürlüğü tartışmaları ile iç içe ilerlemekte, tarihsel,
hukuksal ve siyasal açıdan farklı bir tahayyülün ürünü olan “iletişim özgürlüğü”nün
tanımlanmasında “basın özgürlüğü” anlayışı hala önemli bir etken olmaktadır.
“Basın özgürlüğü” mücadelesinin Türkiye’deki kökleri, Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki tartışmalara dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki basın
özgürlüğü tartışmaları, bu dönem gazete ve gazetecilerinden bazılarının Cumhuriyet
döneminde de yayıncılığa devam etmeleri, mütareke ve Kurtuluş Savaşı sürecinde
İstanbul’daki gazeteler ile yeni kurulan TBMM hükümeti arasındaki ilişkilerin
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki basın özgürlüğü tartışmalarında etkili olması (Gevgilili,
1985; Topuz, 2003; Tunçay, 1983a) ve basın alanına yönelik İmparatorluk dönemi
yasalarından bazılarının Cumhuriyet döneminde de bir süre devam etmesi,23 bu
yasalara ilişkin Osmanlı Mebusan Meclisi tartışmalarının kısaca özetlenmesini
gerekli kılmaktadır.
23 Örn, 1909’da II. Mebusan Meclisin tarafından çıkarılan Matbuat Nizamnamesi çeşitli değişikliklerle birlikte 1931’e kadar yürürlükte kalmıştır (Topuz 2003).
55
Osmanlı İmparatorluğunda basın yasalarının çok etkili olmadığı, alanın daha
çok hükümet ve padişahlar tarafından çıkarılan tüzük ve kararnamelerle düzenlendiği
ve yöneticilerin kişisel müdahalelerine açık olduğu görülmektedir.24 Bu tüzük ve
nizamnamelere bakıldığında25 basın özgürlüğünün sınırlarının ülkenin “iç ve dış
güvenliği” ile “muhtaç olduğu düzenin sağlanması; “genel çıkarı”nın ve “genel
ahlakın” korunması gerekçeleriyle çizildiği görülmektedir. Buradan hareketle
hükümdar ve hükümdar ailesini, bakanları, devlet memurlarını, meclisleri,
mahkemeleri, devletçe kurulacak kurulları, saltanatı, saltanata bağlı ulusları, halkı ve
yabancı ülke temsilcilerini kötüleyici ve halkı kışkırtıcı yayınlar ile müstehcen
yayınlar yasaklanmış; aykırı yayınlara ise çeşitli miktarlarda para, kapatma ve hapis
cezaları öngörülmüş (İnuğur, 1993; İskit, 1943; Topuz, 2003);26 bu genel
sınırlamalara ek olarak çeşitli kararname ve yönergelerle yayın öncesi sansür
uygulanmıştır.27
24 I. Meşrutiyet döneminde Mebusan Meclisi’nde kabul edilen 1876 Matbuat Kanunu tasarısı II. Abdülhamit tarafından onaylanmamış; II. Meşrutiyet döneminde çıkarılan 1909 Matbuat Kanunu’nun uygulanması ise 1912, 1913, 1919 ve 1920’de çıkarılan çeşitli kararnameler ve sıkıyönetim tüzükleriyle sürekli kesintiye uğramıştır (Topuz, 2003). 25 Bakınız, 1858’de ceza yasasına eklenen bazı maddeler (Topuz, 2003:44); 1860’da gazete çıkarmak isteyenlerden alınmaya başlanan taahhütname (Koloğlu, 1983:79); 1864 Matbuat Nizamnamesi (Dönmezer, 1976:158-159; İnuğur, 1993:196,197; İskit, 1943:15-20; Topuz, 2003:44,45); II. Abdülhamit Tarafından yayınlanan 1878 Sıkı Yönetim Nizamnamesi, 1909 Matbuat Kanununda yapılan değişiklikler ... (Topuz, 2003: 54,55;84-87). 26 Örneğin 1867’de yayınlanan Ali Kararname’nin ilk uygulamaları olarak Muhbir ve Vatan kapatılmış (1867), memur gazeteciler uyarılmış ya da yeni görevlere atanarak İstanbul’dan uzaklaştırılmış, Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkar’ın yayınlarına son verilmiş, gazeteci-memur Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Bey yeni görevlerine gitmemek için yurt dışına kaçmışlardır. Yine bu kararnameye dayanılarak mizah dergisi Diyojen 1871’de 15 defa; aynı yıl İbret gazetesi bir ay, 1872’de dört ay; 1873’te Hadika gazetesi iki ay ve İbret ve Basiret gazeteleri süresiz olarak kapatılmıştır. 1874’te ise Hülasat ül Efkar, Şark ve Hayak gazeteleri kapatılmıştır (Topuz, 2003:46). 27 Örneğin II. Abdülhamit’in istibdat döneminde hükümetin çıkacak gazeteleri önceden denetleyeceği bildirilmiş (Topuz, 2003:47); hazırlanan çeşitli listeler ile “grev, suikast, kargaşalık, hürriyet, vatan, Bosna, Hersek, Makedonya, Kanun-i Esasi” gibi kelimelerin kullanılması yasaklanmış (İskit, 1943:98); II. Meşrutiyet döneminde 31 Mart 1909 askeri
56
I. ve II. Mebusan Meclislerinde tartışılarak kabul edilen Matbuat Kanunları
ise yukarıda belirtilen uygulamalara nazaran daha özgürlükçü bir nitelik
taşımışlardır. İmparatorluk dönemi Meclis tartışmalarına bakıldığında, bu
görüşmelerde ön plana çıkan konuların milli güvenlik, ahlakın korunması, gazete
çıkarmak isteyenlerden depozito istenmesi ve mizah gazetelerinin yasaklanıp
yasaklanmaması konuları olduğu görülmektedir. Tartışmalar sırasında mebuslar,
hükümet üyeleri ve padişahlara nazaran, basın özgürlüğü konusunda daha ılımlı
olmuş, hükümet ve padişahın, milli güvenliğin tehlikeye atılmasının ve ahlakın
bozulmasının önlenmesi konusunda çekinceler bildirerek önerdiği sınırlamalara
karşılık, vekiller basın özgürlüğü konusunda Batılı ülkelerde ortaya atılan liberal
basın kuramının basının halkı eğitme, hükümetle halk arasında bağ kurma ve
hükümeti denetleme rollerine atıf yapan basın özgürlüğü anlayışının savlarını
kullanmışlardır.28
hareketinin ardından askeri sansür getirilmiş, bunu 1913 Babıali Baskını ile gelen sansür, I. Dünya Savaşı nedeniyle çıkarılan sıkıyönetimin askeri sansürü ve 1919’dan sonra da işgal kuvvetleri tarafından uygulanan sansür izlemiştir (Ertuğ, 1970: 205; İskit, 1943:194; Kabacalı, 1983:963). 28 Örneğin I. Mebusan Meclisinde, Matbuat Kanunu tasarısı görüşmeleri sırasında hükümet adına konuşan ve mizah gazetelerinin yasaklanmasını talep eden Macit Bey, “Malum olduğu veçhile gazetelerin vazifesi iki türlü olacak. Birincisi muhafaza-i hukuk ve ikincisi mürebbilik vazifesidir.” diyerek, mizah gazetelerinin bu iki görevi de yerine getirmeyip “adeta soytarılık” yaptıklarını dile getirmiştir (Akt. İskit, 1943:73,74). Hükümetin bu konudaki diğer argümanı da bu gazetelerin genel ahlakı bozucu niteliği üzerinedir. Bu konuda Macit Bey mizah gazetelerinin resimli olmasını işaret ederek “Resmin insana olan tesirlerine bakmalı... Açık saçık resimler insanı isyan ettirirler. Aklın cisim üzerindeki hükmü gider. Gençlerin, yaşlıların iradesi elden gider...” demiştir (Akt. Topuz, 2003:53). Vekiller ise basın özgürlüğü konusunda ısrarlı olmuşlardır. Örneğin Hüdaverdi Efendi “Londra’da, Paris’te, Berlin’de, hasılı her yerde mizah gazeteleri vardır. Bunlar nükteli şeyler yazarak halkı terbiye ederler” (Akt. Topuz, 2003:52) diyerek mizah gazetelerini halkı eğittiği için savunmuş, Hasan Fehmi Efendi, “Pek çok zevat vardır ki ciddi gazete okumaz da mizah gazetesi okur... Mizah gazetelerinden hiç olmazsa elifba öğrenilir ki bu faydalıdır” (Akt. Topuz, 2003:52) diyerek ona destek vermiştir. Yine II. Mebusan Meclisinde 1909 Matbuat Kanunu’na ilişkin tartışmalar sırasında, Ebüzziya Bey, basın özgürlüğünü “Efkarının ve mütalaatının müdavelesi insanın en muazzez hukukundandır. Hürriyetle
57
İstanbul’un işgali ile Mebusan Meclisi’nin kapatılmasının ardından,
Türkiye’de parlamentodaki basın özgürlüğü tartışmaları Büyük Millet Meclisinde
devam etmiştir. 1 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin (BMM) üçüncü toplanma
yılının açılışında konuşan Meclis Başkanı Mustafa Kemal, BMM Hükümetinin
basına bakışını açıklamış, hem milletlerin kendi kamuoylarını dünyaya tanıtmasında
hem de dünyadaki kamuoyunun öğrenilmesinde “birinci ve en önemli araç” olan
basının “milletin genel sesi” olduğunu, “bir milleti aydınlatmakta ve ona yol
göstermekte, bir millete gereksindiği düşünsel besini vermekte, özetle bir milletin
mutluluk hedefi olan ortak doğrultuda yürümesini sağlamakta, basın(ın) başlı başına
bir güç, bir okul, bir rehber” olduğunu ve Meclis’in basından bu doğrultuda
çalışmasını beklediğini belirtmiştir (Akt. Parla, 1997:161). 29
Savaş döneminde BMM’de yapılan tartışmalara bakıldığında, basın
özgürlüğünün sınırının “kanunların üstünlüğü”, “millet egemenliği” ve “fikir
hürriyeti” ile çizildiği görülmektedir. Basına yönelik “keyfi uygulamaları” bulunan
idari ve askeri görevlilerle gazete yazıları hakkında gensoru veren, soruşturma
açılmasını talep eden mebuslara karşı “kanun üstünlüğü”nün sağlanması; hem Hilafet
ve Sultanı savunanlara hem de Meclisteki muhalefetin bertaraf edilmesini talep eden
yazılara karşı “millet egemenliği”nin korunması; karşıt fikirlere saldırı ve tehdit
unsuru barındıran yazılara karşı ise “fikir hürriyeti”nin korunması talep edilmiş, bu
talepler BMM’de yer alan her iki grup tarafından da dile getirilmiştir.30
efkarını tahrir edebilir, hürriyetle efkarını tabı ve neşreyleyebilir. İşte hürriyeti matbuatın mebnaaleyhi budur.” diyerek açıklamıştır (Akt. İskit, 1943:156). 29 Kurtuluş Savaşı Döneminde basını ve bu konudaki uygulamalar için bakınız: Gevgilili, 1983; Yust, 1995; İskit, 1943; Tunçay, 1983. 30 Bu dönemde BMM’de basın özgürlüğü tartışmaları için bakınız: Demirel 1995: 396-377, 463-468, 492-505, 527-531.
58
Cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından, CHP’in tek parti döneminde
TBMM’deki basın özgürlüğü ve yayıncılık alanına ilişkin tartışmalara bakıldığında
ise, basından “ulusal çıkarlar” hedef gösterilerek bu çıkarlara hizmet etmesinin
beklendiği görülmektedir. Bu dönemde basınla iktidar arasındaki çatışmaların tümü
ulusal çıkarlar konusundaki farklı yaklaşımlardan kaynaklanmış, basın siyasal iktidar
tarafından bir engel olarak görüldüğünde susturulmaya çalışılmıştır. Hem Atatürk
hem İnönü dönemlerinde siyasal liderler işbirliği talep ettikleri basının özgür
olduğunu belirtmişler; ancak basının hak ve özgürlüklerinden çok ödevlerine
değinerek, bunun dışına çıkıldığı durumlarda basının kanunlarla denetlenmesi
gerektiğini savunmuşlardır (Gürkan, 1998:73-77).31
Bu dönem meclis tartışmalarına bakıldığında ulusal çıkarların
tanımlanmasında temel unsurların hilafet karşıtlığı, cumhuriyet rejiminin devamının
ve ülke bütünlüğünün sağlanması ile tanımlandığı görülmektedir. Örneğin
Cumhuriyet rejiminin olgunlaşmaya başladığı 1930’lu yılların başında Serbest
Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) faaliyette bulunduğu dönemde CHP’ye karşı yayın
31 Dönemin Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü İç Yayın Dairesi Müdürü Server İskit, 1943’te yayınlanan kitabında, Tek Parti dönemi basınının karakterini açıklarken, önce liberal ve liberal olmayan basın düzeni ayrımını yapmış ve liberal basın düzeninin “opinyonun serbestçe teşekkülü demek olmadığı(nı) ve ancak bir ticaret maddesi telakki olunan haber ve opinyonun serbest ticaretine dayanan bir sistem” olduğunu ileri sürmüştür. “Haber ve opinyonun kısa bir inkişaf devresinden sonra, büyük sermaye gruplarının ve siyasal menfaatlerin eline ve idaresine düşen ticaret emteasından başka bir şey” olmadığı bu sistemde, nasıl mutlaka fikir hürriyeti olduğu ileri sürülemezse, liberalizmden ayrılmış bir basının da mutlaka sansür ve istibdat demek olmadığını ileri süren İskit, örnek olarak da İtalya, Sovyet Rusya ve Almanya’da oluşan parti basınıyla karşılaştırdığı Cumhuriyet basınını vermiş, bu basını “Yukarıda sayılan ... rejimlerden daha toleran Kemalizm’in telkin ve propaganda organı” olarak tanımlamıştır. İskit’e göre “Kemalizm’in her sahasında olduğu gibi, matbuatta da en büyük prensip devletle millet arasında işbirliğini kabul etmektir.” (1943:362).
59
yapan muhalif basın32 milletvekillerini rahatsız etmiş, bu konuda Elazığ Milletvekili
Fazıl Ahmet, Aksaray Milletvekili Ahmet Süreyya ve Ordu Milletvekili İhsan Bey
TBMM’ye “basının, özgürlüğünü kötüye kullanması karşısında şimdiye kadar alınan
önlemlerin yetmediği”ni belirten ve bu tür yayınlara karşı ne yapılabileceğini soran
bir önerge vermişlerdir (Topuz, 2003:156). Önerge üzerine yirmiye yakın
milletvekili kürsüye çıkıp “zararlı basını” eleştiren konuşmalar yapmıştır. Bu basını
“milleti fesatlamaya”, “bütün memleketin huzur ve güvenliğini sarsmaya” (Ahmet
Süreyya), “ellerinde baltalar, kazmalar, kargılar durmadan milli vicdanı, gençliğin
ruhunu ... kışkırt”maya (Mazhar Müfit) ve “rejimi, cumhuriyeti yıkmaya” çalışmak
(Ali Saib) ile suçlayan milletvekilleri, bu tehditler karşısında sert önlemlerin
alınmasını istemişler, “kutsallık” atfettikleri ve “çok muhterem, yüksek bir hak”
olarak tanımladıkları “basın özgürlüğünün” kötüye kullanılmasının engellenmesi
gerektiğini savunmuşlardır (Topuz, 2003:156,157). Bu konuda son konuşmayı yapan
Başbakan İsmet İnönü ise basın özgürlüğünün çağın en yeni, en etkili araçlarından
biri olduğunu ve basın olmaksızın bir ülkede halk yönetiminin varlığının söz
edilmeyeceğini belirttikten sonra, “Basın özgürlüğü iyi kullanılmayan yerde ülkeyi
mutluluğa götürmez; ülkenin batırılmasını hızlandırır. Basın özgürlüğü devam etmeli
ama zarar vermemelidir” (Akt. Topuz, 2003:156-158) demiştir. 33
32 Muhalif gazeteler arasında İstanbul’da Arif Oruç tarafından kurulan Yarın; Zekeriye Sertel, Selim Ragıp Emeç, Ekrem Uşaklıgil ve Halil Lütfi tarafından çıkarılan Son Posta; İzmir’de yayınlanan ve Serbest Fırkayı destekleyen Hizmet, Halkın Sesi ve Yeni Asır gazeteleri sayılabilir (Topuz, 2003:155,156). 33 Tartışmaların ardından yeni bir matbuat kanunu tasarısı gündeme gelmiş, 25 Temmuz 1931’de Mecliste kabul edilen yasa ile gazete çıkarmak için beyanname usulü kabul edilmiş, gazete çıkarabilecek kişiler için belirli kriterler getirilmiş ve suç niteliği taşıyan yayınların nitelikleri belirlenmiştir. Yasayla vatana ve milli mücadeleye, cumhuriyet ve devrim ilkelerine karşı geldiği için mahkemece suçlu bulunanlarla, milli mücadele döneminde “düşman” çıkarlarına yönelik yayın yapanların gazete çıkarmaları yasaklanmıştır. Yasa ayrıca “padişahlık ve hilafetçiliği, komünistlik ve anarşistliği kışkırtıcı yayınlar”ı yasaklamış; suç işlemeye kışkırtıcı, ahlaka aykırı, şantajı ve yalan yayınları önleyecek
60
CHP’nin tek parti döneminde 1923/1925 İstiklal Mahkemeleri, 1931 Basın
Kanunu ve II. Dünya Savaşı döneminde çeşitli yayın yasakları (Topuz, 2003:167-
169) ile sıkı bir şekilde denetlenmekle birlikte, basın alanı özel girişimcilere
bırakılmıştır. Radyo yayıncılığı ise 1927-1936 arasındaki on yıllık dönemde Telsiz
Telefon Türk Anonim Şirketi’ne (TTTAŞ) tarafından yürütülmüş, 1936 yılından
itibaren ise devlet tekeline alınmıştır (Kocabaşoğlu, 1985: 2732-2733).34
Bu dönemde TBMM’de radyo yayınlarına ilişkin tartışmalar çok partili
siyasal yaşama geçilmesinin ardından yoğunlaşmış, radyo yayınları CHP ile
Demokrat Parti (DP) arasındaki önemli tartışma konularından biri olmuştur.
Özellikle radyo müdürlüklerine bazı yetkiler tanınmasını; yayın esasları ve
programları hakkında görüşü alınmak üzere, Üniversite Öğretim Üyeleri ve Basın
Derneği gibi çeşitli kuruluşların temsilcilerinin katılımıyla oluşturulacak bir Radyo
Yayınları Danışma Kurulu’nun kurulmasını ve tüm radyo yayınlarını Basın-Yayın ve
Turizm Genel Müdürlüğü’ne bağlanmasını öngören, ve seçim dönemlerinde maddeler konmuştur. Bunlara ek olarak “ülkenin genel politikasına dokunacak yayınlardan” dolayı hükümete bakanlar kurulu kararı ile gazete ve dergileri geçici olarak kapatma yetkisi verilmiştir (İçel, 1998: 37,38; Topuz, 2003:158,159). Matbuat kanununa ek olarak 1936’da ceza kanuna eklenen bazı maddeler ile de “devletin siyasi ve hukuki nizamlarını devirmek”, “milli duyguları yok etmek veya azaltmak”, “barış zamanında kamunun telaş ve heyecanına sebep olacak şekilde asılsız, abartılmış veya özel maksatlı”, “laikliğe aykırı” yayın veya propaganda yapmak çeşitli sürelerde hapis cezasıyla cezalandırılmıştır (Topuz, 2003: 160,161). TBMM’de hiç tartışılmadan olduğu gibi kabul edilen 1938 değişikliği ile de yeniden ruhsat ve depozito sistemine dönülmüş, okul ve üniversite olaylarıyla ilgili haberlerin izinsiz yayınlanması yasaklanmış, gazetecilerin nitelikleri arasına “kötü üne sahip olmamak” şartı eklenmiştir (Topuz, 2003:166,167) 34 U. Kocabaşoğlu radyonun devlet tekeline alınmasında TTTAŞ dönemindeki yayınların yetersizliği ve kalitesizliği, çeşitli Avrupa ülkelerinde hükümetlerin radyo işine doğrudan el atmaları, II. Dünya Savaşı öncesi gerginleşen siyasal ortamda radyonun siyasal iktidarlar tarafından etkin kullanımı ve CHP’nin ekonomik ve sosyal hayata daha fazla müdahale etme eğiliminin etkili olduğunu belirtir (1985:2733). Zira devlet tekeline alınmadan önce de radyo bir eğlence ve “terbiye” aracı olarak görülmüş ve yayınları denetlenmiştir. Örneğin 1934 yılında Türk müziğinin radyolarda çalınmasının yasaklandığı görülmektedir. 1940’lı yıllarda ise radyo üzerindeki denetim artmış, radyo bir kitle haberleşme aracı olmaktan çok, genel iradenin ve bürokratik mekanizmanın bir parçası olarak değerlendirilmiş, “Hükümetin ağzı, milletin kulağı” olarak nitelendirilmiştir (Kocabaşoğlu, 1985: 2733, 2734).
61
radyonun partiler tarafından kullanılmasını düzenleyen 5392 sayılı “Basın-Yayın ve
Turizm Genel Müdürlüğü Kanunu” ile, seçim dönemlerinde siyasi partilerin
radyodan yararlanmalarına ilişkin maddeler içeren 5545 sayılı “Milletvekilleri
Seçimi Kanunu” tasarılarının görüşülmesi sırasında TBMM’de yoğun tartışmalar
yaşanmıştır.35 Tartışmalar, radyo yayınlarının taraflılığı ve hükümetin radyo
yayınlarını kullanma biçimi üzerinde yoğunlaşmış; bu tartışmalar sırasında radyo
yayınlarına yönelik temel eleştiri DP milletvekillerinden gelmiş; radyonun tarafsız
yayın yapmadığı, artık çok partili hayata geçilen Türkiye’de, radyo yayınlarında hala
CHP’ye ağırlık verildiğini ileri sürülmüştür. CHP’nin bu eleştirilere verdiği yanıt ise
radyonun devlete ait olduğu, dolayısıyla hükümet tarafından kullanılmasında bir
sakınca bulunmadığı olmuştur. Bu dönemde yayıncılık alanındaki özgürlüğün
tarafsızlık ile tanımlandığı, yayın tarafsızlığının ise farklı toplumsal kesimlere
yönelik bir tarafsızlıktan ziyade; CHP ve DP arasında gözetilecek bir denge ile
tanımlandığı görülmektedir.36
Radyo yayınlarına ilişkin TBMM’de CHP ve DP arasında geçen bu
tartışmalar, DP iktidarı döneminde de devam etmiştir. Radyo DP iktidarı döneminde
tamamen bir parti propaganda aracı olarak kullanmış, 1954 seçimlerinden önce
muhalefet partilerinin seçimler için bile olsa radyoyu kullanması yasaklanmış,
radyonun “devletin radyosu olmaktan çıkıp iktidarın radyosu” durumuna geldiği bu
35 5392 sayılı kanuna ilişkin TBMM tutanakları için bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt: 14, Birleşim: 18, 13.12.1948; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt: 14, Birleşim 24, 27.12.1948 ve TBMM Tutanak Dergisi, VIII. Dönem, Cilt: 19, Birleşim 90, 23.05 1949. 5545 sayılı yasa için ise bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt: 24, Birleşim 42. 36 Bakınız: TBMM Tut. Der. VIII. Dönem, Cilt: 19, Birleşim 90, s.612 vd.
62
yıllar (Gülizar, 1985:2743), “Partizan radyo” dönemi olarak anılmıştır (Kocabaşoğlu,
1985:2735).
Bu dönemde basına ilişkin yasal düzenlemeler, DP iktidara geldikten kısa bir
süre sonra 14 Temmuz 1950’de Mecliste kabul edilen, hükümet ile basın
mensuplarının işbirliği ile oluşturulan ve liberal basın özgürlüğü anlayışının genel
ilkelerine yer veren yeni bir basın yasası ile başlamış,37 bu olumlu gelişme 1952’de
basın çalışanlarının çalışma güvenceleri ile sendikal haklarını tanıyan yasa ile devam
etmiştir. Basın-DP ilişkilerinin iyi gitmemesi ve yaklaşan 1954 seçimleri öncesi
muhalif gazetelerin yayınları, iktidarı tedirgin etmiş ve 1954 Martında “Neşir
Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun” tasarısı kabul
edilmiştir.38 1956’da bu yasaya “kötü niyetle veya özel maksada dayanan”, “devletin
veya hükümetin dışarıdaki itibarını veya nüfuzunu bozacak asılsız, mübalağalı”
yayında bulunmayı önleyici yeni maddeler eklenmiştir (Gevgilili, 1983:221;
Şahhüseyinoğlu, 2005:90; Topuz, 2003: 202,203). DP’nin bu konudaki son yasal
girişimi, 27 Nisan 1960’da meclis tahkikat komisyonlarının görev ve yetkilerine
ilişkin yasa tasarı ile olmuştur.
37 Bu yasa dönemsel yayınlarda izin sistemini kaldırarak yeniden beyanname sistemini getirmiş; 1931 yasasının en çok tartışılan özelliklerinden biri olan ceza yasasında belirtilen suçlara ek olarak basınla işlenecek suçların belirlenmesi bu yasada kaldırılmış, basın kanununa aykırı davranışlar nedeniyle önceki yasanın öngördüğü hapis cezaları yerine zorunlu haller dışında para cezalarını öngörmüş ve basın suçlarının yargılanması özel mahkemelere verilmiştir. Yasa ayrıca cevap hakkını gazeteler lehine yeniden düzenlemiş, gazete sahipleri ceza sorumluluğundan kurtarılmış ve yayın yasakları sadece intihar haberleri, kanunen evlenmeleri yasak kimseler arasındaki cinsel ilişkileri ele alan haberler ile adliyeye ilişkin haberler konusunda getirilmiştir (Dönmezer, 1976:164-176; İçel, 1998:41, Topuz, 2003:193). 38 Yasayla basın veya radyo yayınları ile “kişilerin namus, şeref veya haysiyetlerine tecavüz edilmesi, hakarette bulunulması, itibar kıracak, şöhret veya servete zarar verebilecek yayın yapılması” durumunda altı aydan üç yıla kadar hapis ve 1000 liradan 10.000 liraya kadar para cezası öngörülmüş, bu konuda gazetecilere ispat hakkı da tanınmamıştır (Topuz, 2003:196).
63
Bu süreç, TBMM tartışmalarına da yansımış, DP’li milletvekillerinin ilk
yıllardaki basına ilişkin olumlu konuşmaları yerini basın özgürlüğünün kısıtlanması
gerektiğini ileri süren eleştirilere bırakmıştır. 1950’de kabul edilen özgürlükçü basın
kanununun TBMM’de görüşüldüğü tutanaklara bakıldığında, konuşan tüm
milletvekillerinin, önceki basın kanununu basın özgürlüğünü kısıtlayıcı bulduğu
görülmektedir. Özellikle DP milletvekilleri, önceki CHP hükümetlerini yasa
nedeniyle eleştirmiş, gazetecilik yapmış milletvekilleri yaşadıkları deneyimleri
aktararak eski yasaya tepkilerini ifade etmiş,39 ve yeni basın yasası DP’nin yapacağı
özgürlükçü yasaların ilki olarak kabul edilmiştir.
Tartışmalarda basın özgürlüğünü tanımlama ya da basının işlevleri konusuna
değinilmediği, yasanın tümü üzerinde yapılan konuşmalar kısa tutulduktan sonra
maddelerin görüşülmesine geçildiği ve yasanın hızla kabul edildiği görülmektedir.
Tartışmalar sırasında, basın özgürlüğü konusunda devletin pozitif müdahalesinden
bahsedilmemekle birlikte, ilk defa gazetecilerin devlet baskısından olduğu kadar
basın patronları karşısında da korunması gerektiğini belirten milletvekilleri olmuştur.
Özellikle yazı işleri müdürlerinin patronların zorlamasıyla yayımladıkları yazılardan
sorumlu tutulmamaları gerektiği dile getirilmiş, “fikir işçileri” olarak tanımlanan
basın çalışanlarının ekonomik ve sosyal haklarına yönelik bir yasa çıkarılması
gerektiği ileri sürülmüştür.40 Basın yasası görüşülürken ortaya atılan bu gereklilik
sonucu, iki yıl sonra basın çalışanları ile çalıştıranlar arasındaki ilişkileri düzenleyen
5953 sayılı kanun çıkarılmıştır. Bu kanun ile Türkiye’de ilk defa basın çalışanlarına
39 Bakınız: Cezmi Türk, Cihad Baban ve Selim Ragıp Emeç’in konuşmaları, TBMM Tut. Der. Dönem: IX, Cilt: 1, Birleşim:23 40 Örneğin bakınız: Erzurum Milletvekili Bahadır Dülger’in konuşması, s. 742.
64
sendika kurma, sigortadan faydalanma, kıdem tazminatı gibi sosyal haklar
tanınmıştır (Gevgilili, 1983:221; Topuz, 2003:194).
Basına ilişkin bu olumlu yasaların ardından 1954 yılında çıkarılan ve 1956’da
yeni maddeler eklenen “Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler
Hakkında Kanun” ile 1960’ta Meclis Tahkikat Komisyonlarına çeşitli yetkilerle
birlikte, her türlü yayını yasaklayabilme, bu yasağa uyulmadığı taktirde yayınların
toplatılmasına, durdurulmasına ya da matbaaların kapatılmasına karar verebilme
yetkisi de tanıyan, komisyonların kararlarına her ne suretle olursa olsun muhalefet
edenlere hapis cezaları öngören yasaların mecliste görüşülmesi ise basın özgürlüğü
konusunda oldukça tartışmalı geçmiştir. Yasa görüşmelerinde tartışmalara neden
olan temel konular, ele alınan tasarıların basına ve radyo yayınlarına ilişkin
düzenlemelerinin temel hak ve özgürlüklere, demokratik rejime ve Anayasaya aykırı
olup olmadığı olmuştur.
Tartışmalarda söz alan tüm milletvekilleri basın özgürlüğünü savunduğunu
ifade etmiştir. Konuşmalarda, basın özgürlüğüne ilişkin argümanlar genel olarak
demokratik rejimlerde basının rolü üzerinde yoğunlaşmış; bu konuda vatandaşların
düşünce özgürlüğünü, eleştirme hakkını ve siyasi haklarını ancak özgür basın
vasıtasıyla kullanabileceği; basın vasıtasıyla sıkıntıları dile getirilen halkın bu sayede
rahatladığı; basının, verdiği “istihbarat”lar ile parlamentoya hükümeti denetlemede
yardımcı olduğu; basının dördüncü kuvvet olduğu; söz ve beyan hürriyetinin “en ulvi
hürriyetler” olduğu gibi liberal görüşler dile getirilmiştir.41 Bununla birlikte, yasa
41 Bakınız: “Neşir Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun” tasarısına ilişkin 1954 yılı, TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: IX, Cilt: 29, İnikat 60 içerisinde yer alan Adliye Vekili Osman Şevki Çiçek, CHP Meclis Grubu adına Faik Ahmet Barutçu,
65
tartışmalarında, iktidardaki DP milletvekilleri basın sorumluluğu ve basın
özgürlüğünün suiistimali üzerinde dururken; muhalefet milletvekillerinin insan
hakları, Anayasanın ihlali ve demokratik rejimlerin özgürlükçü nitelikleri gibi
konuları ön plana çıkararak, hükümeti baskıcı ve “sansürcü” olmakla eleştirdiği
görülmektedir.
DP’nin belirtilen yasaların tartışılması sırasında tasarıları savunurken temel
savı “yaşanan realitede”, “bir kısım basının” hürriyeti “suiistimal” ettiği ve basın
hürriyetinin kötüye kullanıldığı olmuştur.42 Hürriyetlerin kötüye kullanılmasının
önlenmesi konusunda DP’nin önerisi ise basının yasal yollarla denetlenmesi
olmuştur. 1954 yılındaki tartışmalarda DP Meclis Grubu adına konuşan Bursa
Milletvekili Hulusi Köymen, “Matbuat hürriyeti yine matbuat hürriyeti ile tahdit
olunur.” fikrinin yaygın olmakla birlikte, bunun bir “faraziye” olduğunu,
uygulamada en demokratik ülkelerde bile “haysiyet ve şeref üzerine dil uzatanlara ve
bunları neşredenlere karşı hükümler koymak mecburiyeti” hissedildiğini belirtmiştir
Mardin Milletvekili Mehmet Kamil Boran, İzmir Milletvekili Pertev Arat, Türkiye Köylü Partisi Grubu adına Cezmi Türk, Çankırı Milletvekili Kazım Arar, DP Grubu adına Hulusi Köymen ve Başvekil Adnan Menderes’in, 1956 yılı, TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: X, Cilt: 11, İnikat 70 içerisinde yer alan İstanbul Milletvekili Nadir Nadi, Adliye Vekili Hüseyin Avni Göktürk, CHP Meclis Grubu adına İsmet İnönü, Hürriyet Partisi Meclis Grubu adına Turan Güneş, Cumhuriyetçi Millet Partisi Meclis Grubu adına Osman Bölükbaşı ve Kastamonu Milletvekili Hilmi Dura’nın ve 1960 yılı tahkikat komisyonlarına ilişkin yasa tasarısı tartışmalarının yer aldığı TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: XI, Cilt: 13, İnikat 61 içerisinde Malatya Milletvekili Nüvit Yetkin, Sivas Milletvekili Turhan Feyzioğlu, yasa teklifini verenler arasında yer alan Çorum Milletvekili Hüseyin Ortakçıoğlu ve CHP Meclis Grubu adına söz alan İsmet İnönü’nün konuşmaları. 42 Örneğin, bu konuda 1954 yılında konuşan Adliye Vekili Osman Şevki Çiçekdağ, hürriyetin “kötüye kullanılmasının fert ve cemiyetin aleyhine büyük zararlar ve tehlikeli neticeler” yarattığını söyleyerek, bu kötüye kullanmanın iki şekilde yapıldığını belirtmiştir: “Bu yollardan birisi, neşir ve matbuat hürriyetinin suiistimaliyle vatandaşların şeref ve haysiyetlerine tecavüz edilmesi”, diğeri de “yalan haber ve havadis neşri suretiyle cemiyetin huzur ve sükununun, Devletin yüksek menfaatlerinin ihlal olunması”dır (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: IX, Cilt: 29, İnikat 60, s. 386).
66
(TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: IX, Cilt: 29, İnikat 60, s. 407). Konuşmalarında
“devletin ali menfaatlerinin”, “emniyet ve bekasının”, “milli itibarın”, “yüksek milli
ahlakın” “Genç demokrasinin” “milletin selametinin”, “namus ve haysiyetin”, “Türk
milletinin varlığı ve hakları”nın korunması gerekliliğini konuşmalarında sıkça dile
getiren DP’li milletvekilleri, basın özgürlüğünün en büyük düşmanının getirilen
yasalar değil, bu özgürlüğün “ifa ettiği fonksiyon bakımından amme hizmeti ve
vazifesinden farklı olmayan faaliyetin ifasında, matbuatımızın vatanperver, dürüst ve
şerefli varlığına .. asla yakışmayan” bir şekilde suiistimali olduğunu ileri
sürmüşlerdir (Adliye Vekili Hüseyin Avni Göktürk, 96. TBMM Zabıt Ceridesi,
Devre: X, Cilt: 11, İnikat 70, s. 96).43
Görüşülen yasalara karşı çıkan muhalefet partilerinin temel savı ise, DP’nin
yolsuzluklarını gizlemek ve seçimler öncesi muhalefeti sindirmek için bu yasaları
gündeme getirdiği olmuştur. Basının sorumluluğunu, haysiyet ve şerefin korunması
gerektiğini kabul eden muhalefet, görüşülen yasaların ise bu amacı aştığını,
demokratik rejimle ve Anayasa ile uyuşmayan bu yasalarla iktidara karşı siyasi
mücadele hakkının ihlal edildiğini, basına sansür getirildiğini ve halkın düşüncelerini
ifade ettiği için cezalandırılacağını ileri sürmüştür. Muhalefetin karşı çıktığı bir diğer
husus da yasa ile “devletin yüksek itibar ve şerefinin”, “menfaatlerinin” korunacağı
savı olmuştur. Basın özgürlüğünün demokratik sistemlerde ve ülkelerdeki “üstün
mertebesine” atıf yapan muhalefet görüşülen yasa tasarılarının “diktatörlük
43 Örneğin DP Başkanı ve Başvekil Adnan Menderes, görüşülen yasanın “hiçbir surette matbuat hürriyetini kayıtlamak maksadı(nı)” taşımadığını ileri sürmüş ve “burada şerefler, haysiyetler ve namuslar bahis mevzuudur” diyerek, görüşülen yasanın “bir taraftan matbuat hürriyetini, matbuatın tenkit vazifesinin serbest olmasını, matbuatın murakabe vazifesinin tamamiyle yerinde işlemesini temin ederken, diğer taraftan da bütün vatandaşlarımızın namus, şeref ve haysiyetlerinden de emin olarak korkusuz yaşama hakkına sahip olmalarını temin” ettiğini savunmuştur (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: IX, Cilt: 29, İnikat 60, s. 410).
67
zihniyeti” ile hazırlandığını, Türkiye’yi “totaliter” rejimlerle aynı yere koyacağını ve
“medeni alemden tecrit” edeceğini ileri sürmüştür.
Tartışmalar sırasında sadece basına yönelik yasal sınırlamalar değil, DP’nin
ilan dağıtımı yoluyla basına uyguladığı ekonomik baskı da eleştirilmiş, 1954
yılındaki birleşimde, Türkiye Köylü Partisi Meclis Grubu adına yaptığı
konuşmasında geniş yer ayıran Cezmi Türk, “devlet neşriyatının” yaygınlaştığını,
himaye gören çeşitli kişilerin DP yanlısı yayınlar yapmakla görevlendirildiğini buna
rağmen DP’yi kendisini eleştiren gazetelere tahammül edemediği için eleştirmiştir
(TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: IX, Cilt: 29, İnikat 60)
DP iktidarı döneminde radyo yayınlarına ilişkin tartışmalar da yasa
görüşmelerinde önemli bir yer kaplamıştır. Bu tartışmalarda dile getirilen temel
sorun, radyonun DP lehine taraflı yayın yapması ve muhalefet partilerine söz hakkı
tanınmaması olmuştur. Tasarıların öngördüğü radyo yayınlarına yönelik
düzenlemeler de eleştirilmiş, radyoda “bir idari sansür sistemi” getirilmeye çalışıldığı
iddia edilmiştir.
Özetle DP iktidarı döneminde basın özgürlüğüne ilişkin tartışmalarda basının
dördüncü kuvvet olduğu, yasalarla denetlenmesi gerektiği gibi liberal basın kuramına
ait savlar hem CHP hem de DP milletvekilleri tarafından dile getirilmekle birlikte,
CHP’nin tek parti döneminde de var olan, iktidar ile basın arasında gerginlikler
yaşandığı sürece basına yönelik ağır yasaların çıkarılması girişimleri devam etmiştir.
Önceki dönemden farklı olarak DP iktidarı döneminde basın özgürlüğünün
sınırlanmasının temel gerekçesi rejimin devamının sağlanması değil; kişilerin ve
devletin haysiyet ve şerefinin korunması olmuştur. Radyo yayınlarına ilişkin
68
tartışmalar ise, yayıncılık alanına yönelik bir özgürlük tartışması olarak değil, iktidar
partisinin tek taraflı yayın yapması ve radyoyu kullanma pratiklerine yönelik bir
tartışma olarak kalmaya devam etmiştir.
1960 Askeri darbesinin ardından kabul edilen 1961 Anayasası dönemi ise
TBMM’de basın özgürlüğü ve yayıncılık konusundaki tartışmalara yeni unsurlar
eklemiştir. Basın özgürlüğünü sosyal bir hak olarak gören Anayasa doğrultusunda
yasalar çıkarılırken; yayıncılık alanında da kamu hizmeti yayın kuruluşu TRT’ye
ilişkin tartışmalar yapılmıştır.
1961 Anayasası’nda basın özgürlüğü, 1876 ve 1924 Anayasalarından farklı
olarak, sosyal yaşamın vazgeçilmez bir koşulu olan haberleşme ve haberleşme
araçları ile düşünce ve düşünceyi açıklama konuları ile birlikte ele alınmış ve basın
özgürlüğü sosyal bir hak olarak görülmüştür. Anayasanın 22. maddesinin 2. fıkrası
“Devlet basın ve haber alma hürriyetini sağlayacak önlemleri alır” diyerek devleti
basın özgürlüğü konusunda sorumlu tutmuş; bu hakkın korunması için de çeşitli
güvenceler getirmiştir. Buna göre “milli güvenliği ve genel ahlakı korumak, kişilerin
haysiyet, şeref ve haklarına tecavüzü, suç işleyeme kışkırtmayı önlemek veya yargı
görevinin amacına uygun olarak yerine getirilmesini sağlamak” gerekliliği dışında
basın ve haber alma hürriyetinin kanunla dahi sınırlanamayacağı ve yayın
yasaklarının getirilemeyeceği; gazete ve dergilerin prensip olarak toplatılamayacağı,
basımevi ve basım araçlarının suç vasıtası olduğu gerekçesiyle dahi, zabıt ve
müsadere edilemeyeceği, gazete ve dergi çıkarmanın izne tabi olmadığı ve teminat
yatırmak gibi herhangi bir şarta bağlanamayacağı belirtilmiş, cevap ve düzeltme
hakkı yeniden düzenlenmiştir. Bunlara ek olarak gazete ve dergilerin devletin ve
69
diğer kamu tüzel kişilerinin araç ve imkanlarından eşitlik esasına göre faydalanmaları
konusunda da devleti görevli kılmıştır (İçel, 1998:43-45).44
Yayıncılık alanı ise Anayasanın 26 ve 121. maddeleri ile düzenlenmiş,
kişilere, siyasi partilere ve kamu tüzel kişilerine ellerindeki basın dışı haberleşme ve
yayın araçlarından faydalanma hakkı verilmiş, radyo ve televizyon istasyonlarının
yönetiminin ise özerk bir kamu kişiliği halinde yasayla düzenlenmesi öngörülmüş,
(Dönmezer, 1976:190; İçel, 1998:46), 1963’te 359 sayılı Türkiye Radyo ve
Televizyon Kurumu Kanunu (TRT Kanunu) 24 Aralık 1964’te Millet Meclisi’nde
kabul edilmiştir. Bu kanun Türkiye’de radyo ve televizyon istasyonlarını kurma ve
işletme hakkını “özerk bir kamu iktisadi teşebbüsü” ve kamu hizmeti yayın kuruluşu
olarak kurulan TRT’ye vermiş, bununla birlikte TRT’den bağımsız radyolar varlığını
sürdürmeye devam etmiş ve 1971 yılı başında TRT dışında yayın yapan okul, polis
ve meteoroloji radyolarının sayısı 70’i geçmiştir (Kocabaşoğu, 1985:2736).
TRT yasasının meclis tartışmalarına bakıldığında, temel konunun haberleşme
ya da yayın özgürlüğünden çok, bir kurum olarak TRT’nin tarafsızlığı ve bu
tarafsızlığın sağlanmasının koşulları olduğu görülmektedir. Kurumun radyo
televizyon yayınları konusundaki “tekel” konumu da üzerinde en çok durulan
44 1960’larda çıkarılan basına ilişkin yasaların, anayasanın basın özgürlüğünü bir pozitif hak olarak gören anlayışına uyduğu görülmektedir. 1960’ta çıkarılan 212 sayılı “Fikir İşçileri Kanunu” ile gazetecilere kıdem hakkı, ölüm tazminatı, ikramiye, haftalık izin gibi konularda çeşitli haklar tanınmış; bu kanunu protesto eden gazete sahipleri ise 11-13 Ocak 1961 tarihleri arasında gazete çıkarmamışlardır. Yasanın çıkarıldığı 10 Ocak gününü “Çalışan Gazeteciler Bayramı” olarak kabul eden gazeteciler ise bu süre boyunca kendi imkanlarıyla “Basın Gazetesi”ni yayınlamışlardır. Gazetenin ilk sayısında, basın özgürlüğünün en çok kısıtlandığı dönemde bile gazetelerini kapatmayı düşünmedikleri halde, çalışanlarına sosyal haklarını veren bir yasa nedeniyle gazete çıkarmayarak yasayı protesto eden basın patronlarının yayıncılık anlayışı eleştirilmiş ve “Gazete çıkarmak çorap fabrikası işletmeye benzemez. Basın işi kamu hizmetidir.” (Topuz, 2003:231,232) açıklamasıyla basının kamusal sorumluluğu vurgulanmıştır.
70
konular arasında yer almış ve TRT tekeli genel bir kabul görmüştür.45 TRT’nin tekeli
konusundaki tek muhalefet, Adalet Partisi’nden (AP) gelmiştir. Bu konuda AP
Grubu adına konuşan Nihat Kürşat, tekele karşı olmalarını
Tekelin her sahada olduğu gibi radyo ve televizyon alanında da, özel
sektörün yaratıcı teşebbüs kabiliyetlerinin nimetlerinden memleketimizi mahrum
edeceğine inanmaktayız. Bu kanunla memleketimizde bu sahada yatırım yapacak
özel kurumların faaliyete geçmesine engel olunmamalı ve yabacı sermayenin bu
mevzudaki geniş imkanlarından istifade yollarını açık tutmalıyız . (Millet Meclisi
Tutanak Dergisi, Dönem 1, Cilt 1, Birleşim 141, s. 484).
diyerek açıklamış, özel yayın kuruluşlarının “memleket menfaatlerine uygun tarzda
yapılmasını sağlamak için” de bu kurumların “milli karakter taşıyan organlara”
verilmesini ve “kanunla tespit edilen bir takım esaslara” bağlanmasını önermiştir
(Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 1, Cilt 1, Birleşim 141, s. 491).
Bu görüşlere cevap veren komisyon sözcüsü Coşkun Kırca ise, İngiltere,
Almanya, Fransa gibi Avrupa ülkelerini örnek göstererek, demokratik ülkelerde
yayıncılığın kamu tekeli ile yürütüldüğünü ileri sürmüştür. Kırca’nın yayın tekelini
savunmasının temel gerekçesini ise “memlekette kamu düzeni” ve “milli güvenliğin”
sağlanması gerekliliği ve bu niteliklerde olmayan özel yayınların önlenmesi amacı
olarak açıklamıştır. Kırca’nın dile getirdiği diğer husus ise radyo frekanslarının
sınırlılığı olmuştur (Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 1, Cilt 1, Birleşim 141, s.
492).
45 Bakınız: Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 1, Cilt 1, Birleşim 141, 24.09.1963
71
Yasa görüşmelerinde TRT tekeli konusunda tartışma çıksa da, milletvekilleri
yayınların tarafsız ve özerk olması gerektiği konusunda uzlaşmışlardır. Yasa
hakkında bilgi veren komisyon sözcüsü Coşkun Kırca, “yapısı itibarıyla” taraflı olan
basına karşıt olarak radyo-televizyon yayınlarının tarafsız olması gerektiğini
belirtmiş ve tarafsızlığı, daha önceki dönemlerde daha çok siyasi partiler arasındaki
bir sorun olarak gören anlayıştan farklı olarak, diğer konuşmacıların da sıklıkla dile
getirdiği bir biçimde, “farklı siyasi düşünce, parti, sosyal sınıf veya din ve mezhepler
arasında ayrım yapmamak” olarak tanımlamıştır (Millet Meclisi Tutanak Dergisi,
Dönem 1, Cilt 1, Birleşim 141, s. 491). Tarafsızlığın sağlanması için getirilen
teminatlar ise, kurumun özerkliği, siyasi partilere tanınan cevap hakkı ve TRT
yönetim kurulunun TRT genel müdürünün atanmasının kurulun onayına bağlanması
ve genel kurulun TRT yönetiminde söz sahibi olması olarak sıralanmıştır.
Tarafsızlık ve özerkliğin gerekliliği konusunda uzlaşan milletvekillerinin bu
konudaki temel eleştirileri, yasanın başbakana veya görevlendirdiği bir bakana “milli
güvenliğin tehlikeye düştüğü durumlarda” yayın durdurma yetkisi vermesi üzerinde
yoğunlaşmış, milli güvenlik gerekçe gösterilerek yayınlara sıkça müdahale
edilebileceği endişesi dile getirilmiştir.46 Bu konuda CMKP Grubu adına konuşan
Seyfi Öztürk arzu ettikleri düzeni “Ne devlet radyosu orta malı olacaktır, ne devlet
radyosu iktidarın hususi propaganda vasıtası olacaktır.” diyerek açıklamıştır (Millet
Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 1, Cilt 1, Birleşim 141, s. 491).
46 Bakınız: AP Grubu Adına İzmir Milletvekili Nihat Kürşat; şahısları adına Antalya Milletvekili İhsan Ataöv ve İzmir Milletvekili Şükrü Akkan’ın konuşmaları.
72
1960’ların ilk yarısında TRT’nin özerkliği konusundaki bu görüşler on yılın
ikinci yarısında değişmeye başlamış, Askeri muhtıra ve sıkıyönetim ile başlayan
1971 yılındaki Anayasa değişiklikleri arasında radyo-televizyon istasyonlarının
“özerk kamu tüzel kişiliği” halinde düzenlenmesini öngören 121. madde de yer
almıştır. Anayasanın 121. maddesi bu istasyonlar “ancak devlet eliyle kurulur ve
idaresi tarafsız bir kamu tüzel kişiliği halinde düzenlenir” olarak değiştirilmiştir (İçel,
1998:297,298). “Radyosu ve televizyonuyla ülkede yaşanan ‘kargaşa’ ortamını
yaratmakla suçlanan” TRT’nin yasası da değiştirilerek (Gülizar, 1985: 2746)
yönetim kurulunun yetkileri kısılmış, güçlendirilen Genel Müdürlük makamına
atanacak kişinin seçimi de bakanlar kuruluna bırakılmıştır (Öngören, 1985:2745-
2747). Mali açıdan da hükümetlere bağımlı hale gelen TRT, bu dönemden sonra
hükümet değişiklikleriyle birlikte yönetim kadrosu değişen, kadrolarıyla oynana ve
sürekli olarak muhalefet partilerine yeterince yer vermemekle suçlanan bir kurum
olmuştur (Kejanlıoğlu, 2004:176).
TRT’nin özerkliğini kaldıran 1971 Anayasa değişikliği görüşmelerinde47
1964’te TRT’nin özerk olması gerektiği konusunda partiler arasındaki uzlaşmanın,
yerini özerkliğin kaldırılması gerektiği görüşüne bıraktığı görülmektedir. Parti
grupları adına konuşan tüm konuşmacılar özerkliğin kaldırılması gerektiği yönünde
konuşmalar yapmış,48 “devletin niteliklerinin ve Anayasa ile kurulan düzenin
korunması”, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün korunması”,
“bölücü ve ayırıcı davranışlara karşı iç güvenliğin sağlanması” gibi gerekçeler
47 Bakınız: Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem:3 Cilt:17 Birleşim:156, 27.08.1971. 48 Bakınız: CHP Grubu adına Malatya Milletvekili İsmet İnönü, Adalet Partisi (AP) Grubu adına Isparta Milletvekili Süleyman Demirel, DP Grubu adına Erzurum Milletvekili Cevat Önder ve Milli Güven Partisi (MGP) Grubu adına Ankara Milletvekili Emin Paksüt’ün konuşmaları., Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem:3 Cilt:17 Birleşim:156, ss.:251-288.
73
yeniden gündeme gelmiştir. 1964’te tarafsızlık için özerkliğin gerekliliği kabul
edilirken, bu düşünce de değişmiş, TRT’nin “devlet kontrolü” altında da
“tarafsız”lığına devam edebileceği dile getirilmiştir.
Yayıncılık alanına bakıştaki bu değişiklikler, basın özgürlüğü konusunda da
olmuş ve 1971 Anayasa değişiklikleri “Basın hürriyeti” başlığını taşıyan 22. maddeyi
de etkilemiştir. Yapılan değişiklikle basın ve haber alma özgürlüğünü sınırlayan
durumlara “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, kamu düzenini, milli
güvenliği ve milli güvenliğin gerektirdiği gizliliği korumak” amaçları da eklenmiştir.
Madde üzerine yapılan konuşmalarda49 sadece İstanbul Milletvekili Mehmet Ali
Aybar getirilen bu sınırlamalara karşı çıkmış, bu konudaki önergesi ise kendisinin
verdiği bir oya karşılık diğer tüm oylarla reddedilmiştir (Millet Meclisi Tutanak
Dergisi, Dönem: 3, Cilt: 17, Birleşim: 157, s.330).
Anayasa değişikliğine ilişkin konuşmalardaki genel eğilim basının
sorumluluklarını ön plana çıkarmak olmuş, “demokratik düzenin tekamülü” için
zamanla basına “ufak-tefek tahdidat” getirmek zorunluluğu doğduğu, Anayasa’da
yapılan değişikliklerin “basın hürriyetini zedeleyen bir husus değil”, “hürriyetlerin
geniş şekilde kullanılması işinde sorumluluk sınırlarını tayin eden bir husus” olduğu
ve “toplumun beliren ihtiyaçları” ile “10 yıllık tatbikatın ve tecrübelerin ışığı altında”
hazırlandığı ileri sürülmüştür (Seyfi Öztürk, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem:
3, Cilt: 17, Birleşim: 157, s.327).
49 Bakınız madde hakkında Eskişehir Milletvekili Şemsettin Sönmez, İstanbul Milletvekili Mehmet Ali Aybar, Eskişehir Milletvekili Seyfi Öztürk, DP Grubu adına Erzurum Milletvekili Cevat Önder ve Anayasa Komisyonu Başkanı Adana Milletvekili Cevdet Akçalı’nın konuşmaları. (Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem: 3, Cilt: 17, Birleşim: 157, s.323-330).
74
D. 1980 SONRASINDA TÜRKİYE’DE İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ
TARTIŞMALARI
Bu bölümde 1980 sonrasında Türkiye’de yayıncılık alanına ilişkin
tartışmalarda “iletişim özgürlüğü” kavramının nasıl tanımlandığı ve hangi taleplerle
dillendirildiği 1980’ler 1990’lar ve 2000’lerdeki tartışmalar olarak üç başlık altında
ele alınacaktır. İletişim özgürlüğünün 1980’den günümüze tartışmalarda içinin nasıl
doldurulduğu, iletişim özgürlüğüne ilişkin temel tartışma konularının neler olduğu,
basın özgürlüğü ile iletişim özgürlüğü arasındaki ayrımın nasıl yapıldığı ve tarafların
alana ilişkin yasa tasarılarının TBMM’de kanunlaşması sürecinde dile getirdikleri
temel eleştiri ve taleplerinin neler olduğu gazete haberleri, köşe yazıları, basın
duyuruları, çeşitli konferans ve seminer tutanaklarından hareketle özetlenmeye
çalışılacaktır.
1. 1980’lerde “İletişim Özgürlüğü” Kavramının Tartışmalarda
Kullanılma Biçimleri ve Temel Tartışma Konuları
Türkiye’de 1980 sonrası yayıncılık alanına ilişkin tartışmalarda “iletişim
özgürlüğü” kavramı 1980’lerin sonlarında kullanılmaya başlanmış; fakat yaygın
olarak kullanılması 1990’ların ikinci yarısında olmuştur. 1980’lerin ilk yarısından
itibaren, özellikle akademisyenler tarafından, dünyada basın özgürlüğü kavramının
terk edilmeye başlandığı, bunun yerine “enformasyona ulaşma hakkı”, “halkın bilgi
edinme, gerçekleri öğrenme hakkı” ya da “iletişim hakkı” gibi kavramların
75
kullanıldığının belirtilmesine rağmen,50 1990’ların ikinci yarısına kadar “basın
özgürlüğü”, “söz ve ifade özgürlüğü”, “haberleşme özgürlüğü”, “kitle iletişim
özgürlüğü” gibi kavramların daha yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir.
Bu kavramlar içerisinde “haberleşme özgürlüğü” 1980’lerin ilk yarısında
daha çok radyo ve televizyon yayınlarını ele alan tartışmalarda bu yayınları da
kapsayan bir özgürlük olarak kullanılmıştır. Bununla birlikte radyo ve televizyon
yayınları için de “basın özgürlüğü” ya da “görsel ve işitsel basının özgürlüğü”
kavramlarının kullanıldığı görülmektedir.51 On yılın sonlarında ise “haberleşme
özgürlüğü”ne yönelik tanım değişmeye başlamış, “haberleşme özgürlüğü” ile “basın
özgürlüğü” arasındaki farkın, kitle iletişim araçlarına yönelik bir ayrımdan
kaynaklanmadığı, bu iki özgürlüğün kaynağında farklı “hakların” yer aldığı ileri
sürülmüştür. 1989’da Basın Konseyi tarafından yayınlanan “Türk Basınının Beş
Sorunu” başlıklı derlemedeki makalesinde Prof. Dr. Çetin Özek, basın özgürlüğünün
“düşünceyi açıklama özgürlüğü kapsamında” düşünülmesi gerekirken, daha kapsamlı
bir özgürlük olan “haberleşme özgürlüğü”nün, “bilgi edinme” hakkından
kaynaklandığını belirtmiştir (1989:11-13).
Aynı yıl Hıfzı Topuz’un koordinatörlüğünde Türkiye Sosyal, Ekonomik
Siyasal Araştırmalar Derneği (TÜSES) ve İletişim Araştırmaları Derneği (İLAD)
50 Bakınız: Parlamento Muhabirleri Derneği’nin 1984’te düzenlediği “Demokrasi ve Basın Sempozyumu” içerisinde yer alan “Türkiye’de İletişim Hakkının Kullanımı ve Basın Özgürlüğü” başlığını taşıyan oturum tutanakları; Basın Konseyi Yayınları 2: Türk Basınının Beş Sorunu, 1989 51 Bakınız: “Demokrasi ve Basın Sempozyumu” içerisinde yer alan “Türkiye’de İletişim Hakkının Kullanımı ve Basın Özgürlüğü” başlığını taşıyan oturum tutanakları; 17-19 Şubat 1983’te Hürriyet Vakfı tarafından düzenlenen “Basın ve Basının Karşılaştığı Hukuki Sorunlar Semineri”nde yer alan “Basın Yoluyla Düşünce Açıklama Haklarının Sorunları” paneli ve 12-13 Mayıs 1983’te Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen “İletişim Olayları ve Türk Basınının Sorunları” isimli sempozyum tutanakları.
76
tarafından yayınlanan “Basında Tekelleşmeler” başlıklı araştırmada ise “iletişim hak
ve özgürlüğü” kavramı kullanılmış, ve “çoğulcu ve özgürlükçü bir toplumda” olması
gereken “temel hak ve özgürlüklerin hepsinin kullanım koşullarını içeren ve
belirleyen yeni bir hak ve özgürlük” olarak tanımlanmıştır. Araştırmada, “iletişim
hak ve özgürlüğünün” tarihsel olarak karşımıza çıkan ilk biçiminin “bilinen ilk
modern kitle iletişim aracı olan basın dolayısıyla, ... basın özgürlüğü” olduğu
belirtilmiş, basın özgürlüğü kavramının “teknolojik gelişmenin armağan ettiği diğer
kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla daha geniş bir bağlamı kapsayacak
biçimde” gelişerek “iletişim hak ve özgürlüğü” olarak adlandırıldığı (1989:4) kabul
edilmiştir. Dolayısıyla “iletişim özgürlüğü” kavramının ardında yatan ve basın
özgürlüğünden farklılaşan düşüncelere yer verilmemiştir. Bu nedenle aşağıda
1980’lerde basın özgürlüğüne ilişkin tartışmalara ve tanımlamalara da değinilecektir.
1980’lerde “basın özgürlüğü”ne yönelik tartışmalara bakıldığında on yılın ilk
yarısında “basın özgürlüğü” tartışmalarının askeri yönetimin “antidemokratik” yasa
ve uygulamaları üzerinde yoğunlaştığı,52 1983 genel seçimlerinden sonra bir
demokrasiye “geçiş” sürecinden bahsedildiği bu dönemde (Kabacalı, 1994:339;
Yazıcı, 1986:100) “basın özgürlüğü” tartışmalarının demokratik düzenin yeniden
52 Türk basınında demokrasi tartışmaları üzerine yazdığı kitabında Alpay Kabacalı Askeri yönetimin basına ilişkin düzenleme ve uygulamalarını şöyle özetlemiştir: Sıkıyönetim yetkililerinin çeşitli bildiriler yayımlayarak ya da gazetecilerle doğrudan görüşerek bazı konuların yazılmasını önlemeleri; Milli Güvenlik Konseyi’nin koyduğu yayın yasakları; sıkıyönetim komutanlıklarının koyduğu yasakların ve aldığı kararların tartışılmasının yasaklanması, haklarında soruşturma açılan siyasi parti, meslek kuruluşları, dernek ya da siyasi kişiler ile ilgili yorumların yasaklanması; açılan kamu davaları süresince ilgili kişilerle ilgili olumlu ya da olumsuz yayınların yasaklanması; bazı gazeteler tamamen kapatılırken (Aydınlık, Demokrat, Hergün...) 1980-1984 yılları arasında birçok gazetenin yayınlarının çeşitli sürelerle durdurulması (Cumhuriyet 41 gün, Güneş 10 gün, Milliyet 10 gün...), gazete ve gazeteciler hakkında soruşturmalar açılması (1994:334,335). Bu konuda ayrıca bakınız, “Basın 80-84” 1984, İst.: Çağdaş Gazeteciler Derneği Yay. (1994:334,335).
77
kurulmasına yönelik tartışmalarla birlikte ilerlediği görülmektedir.53 Demokratik
rejimin tam olarak kurulamaması dışında 1982 Anayasası’nın düşünce özgürlüğü ile
ilgili 25 ve 26. maddeleri ile “Basın ve yayımla ilgili hükümler” başlığı altında yer
alan 27-32. maddeleri; Askeri yönetim tarafından değiştirilen basın yasasının yeni
hükümleri, “24 Ocak Ekonomik Kararları” doğrultusunda basına yapılan ekonomik
yardımların kesilmesi, gazetelerin “holdingleşmesi” ve basın çalışanlarının ekonomik
ve sosyal güvenliklerinin azalması “basın özgürlüğünü önleyici” unsurlar olarak en
çok değinilen konular olmuştur (Yazıcı, 1986: 98-107). Bu konulara 1980’lerin
ikinci yarısında, sivil hükümetler tarafından çıkarılan ya da değişiklik yapılan
yasaların (örneğin Türk Ceza Kanunu, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma
Kanunu, Medeni Kanun) getirdiği düzenlemeler, Basın-Anavatan Partisi (ANAP)
Hükümetleri arasındaki gerginlik ile basın sektöründeki “tekelleşme” olgusu
eklenmiştir.54
1980’lerde basın özgürlüğüne ilişkin tanımlamalarda basın özgürlüğünün
genellikle düşünce ve ifade özgürlüğü, haber alma hakkı, halkın gerçekleri öğrenme
hakkı ve iletişim hakkına ve/veya basının demokratik rejimlerde “dördüncü kuvvet”
53 Örneğin 21-22 Aralık 1984’te Parlamento Muhabirleri Derneği (PMD) tarafından düzenlenen “Demokrasi ve Basın Sempozyumu”nda katılımcıların hemen hepsi bir “demokrasiye geçiş” süreci yaşandığını bildirmiş, sempozyumda demokratik rejimlerde basının işlevleri ve Türkiye’de basın özgürlüğünün durumu tartışılmıştır (Demokrasi ve Basın Sempozyumu, 1984, Ank.:PMD Yay.). Yine 17-19 Şubat 1983’te Hürriyet Vakfı tarafından düzenlenen “Basın ve Basının Karşılaştığı Hukuki Sorunlar Semineri”nde yer alan “Basın Yoluyla Düşünce Açıklama Haklarının Sorunları” panelinde de konuşmacılar Türkiye’nin “olağanüstü bir dönem”, “geçiş dönemi” ya da “demokratik düzenin tam işlemediği” bir süreç yaşadığını kabul etmiş ve böyle bir ortamda basın özgürlüğünün durumu tartışılmıştır (Bknz. Basın ve Basının Karşılaştığı Hukuki Sorunlar Semineri, 1983, İst.: Hürriyet Vakfı Yay., ss. 90-108) 54 Bakınız: Türk Basınının Beş Sorunu, Basın Konseyi Yay., İstabul:1989; Hıfzı Topuz vd., Basında Tekelleşmeler, İst.: İLAD Yay; Basın Konseyi 1988-1989 Faaliyet Raporu; Ahmet Oktay, Toplumsal Değişme ve Basın, 1987:B/F/S Yay.; 29-30 Eylül 1988 de gerçekleştirilen “Türkiye Bir Demokratik Hukuk Devleti: IV. Türk-Alman Gazeteciler Semineri tutanakları, İst.: Konrad-Adenauer Vakfı
78
olma, halkı eğitme ve bilgilendirme, “kamu sözcüsü” olma gibi işlevlerine atıf
yapılarak savunulduğu görülmektedir.
Basın özgürlüğü ile düşünceyi açıklama özgürlüğü arasındaki ilişki genellikle
basın özgürlüğünün, “düşünce açıklama özgürlüğünün kitle haberleşme araçları
yoluyla kullanılması” ile ilgili olduğu vurgulanarak kurulmuştur. Basın özgürlüğünü
savunurken, düşünceyi açıklama özgürlüğüne atıf yapanların Anayasanın düşünceyi
açıklamaya ilişkin 26. ve 27. maddelerini, basınla ilgili çeşitli seminer ve
toplantılarda yoğun olarak tartıştığı görülmektedir. Tartışmalar düşünce açıklama
özgürlüğüne sınır konulup konulamayacağı üzerinde yoğunlaşmıştır (Yazıcı,
1986:81).55
Basın özgürlüğünü demokratik bir kurum olarak “basının işlevlerine” dikkat
çekerek savunanlar, “basının kamusal bir faaliyet” olduğunu vurgulamış ve basının
“dördüncü kuvvet” ve “kamu sözcüsü” olarak üstlendiği görevlerini özgürce ve
kısıtlanmadan yapabilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Basının kamusal görevleri
haber verme, denetim ve eleştiri, kamuoyu oluşturma, halkla hükümet arasında köprü
olma, okuyucularını eğitme ve bilgilendirme olarak sıralanmıştır (Demokrasi ve
55 Örneğin, 1983 yılında Hürriyet Vakfı tarafından gerçekleştirilen “Basın ve Basının Karşılaştığı Hukuki Sorunlar” seminerinde Prof. Dr. Çetin Özek basın özgürlüğünü “demokratik bir düzenin temel öğesi olan düşünce açıklama özgürlüğünün bir açıklanış biçimi” olarak tanımlamış ve basın özgürlüğüne getirilecek sınırlamaların da aslında düşünce açıklama özgürlüğüne getirilen sınırlamalar çerçevesinde saptanması gerektiğini ileri sürmüştür. Düşünce özgürlüğü ile düşünceyi açıklama özgürlüğünün birbirinden ayrılamayacağını savunan Özek, “olması gereken hukuk açısından, yahut teorik hukuk açısından” düşünce açıklanmasında sınır olamayacağını, sınır getirmenin belirli düşüncelere ayrıcalık tanımak anlamına geleceğini belirtmiştir. Özek, ayrıca 1982 Anayasasını düşünce özgürlüğü konusunda sınırlayıcı, ve yer alan kısıtlama kriterlerini de yoruma açık olduğu için eleştirmiştir (Özek, 1983: 28, 31). Aynı seminerde söz alan Doç. Dr. Süleyman Arslan ise, düşünce hürriyeti ile düşünceyi açıklama hürriyetinin farklı olduğunu, düşünce hürriyeti sınırlanamazken, açıklama hürriyetinin sınırlanması gerektiğini ileri sürmüştür (1983:48).
79
Basın Semp., 1984; Dönmezer, 1983:3; Erinç, 1983:22,23; İçel, 1983:50-53; Oktay,
1987:35)
Tartışmalarda basın özgürlüğüne ilişkin tanımlamalar liberal gelenek
içerisinde yer almıştır. Fakat genel eğilim olarak, klasik basın özgürlüğü
paradigmasının olduğu gibi kabul edilmesi yerine bu paradigmaya XX. yüzyılda yine
liberal basın kuramı içerisinde eklenen “toplumsal sorumluluk” yaklaşımı ile devletin
basına belli kolaylıklar sağlaması gerektiği anlayışının göz önünde bulundurulduğu
ve iktidardaki ANAP dışındaki siyasi partiler, gazeteciler, aydınlar ve
akademisyenlerin genel olarak devletin basın konusunda hem müdahaleden
sakınması, hem de “karşıt görüşlerin serbestçe açıklanmasına olanak sağlayacak araç
ve şartları adil bir şekilde düzenlemesi” gerektiğini, basına ilişkin çeşitli tartışma ve
toplantılarda dile getirdikleri ve basın özgürlüğünü sosyal bir hak olarak kabul
ettikleri görülmektedir.56 Bu konu en çok basına yapılan yardımlar ile
sübvansiyonların kesilmesi sonucu artan kağıt fiyatlarının yarattığı ekonomik
sorunlar ele alınırken dile getirilmiştir. Gazete patronları da bu durumdan şikayet
etmekle birlikte “basın özgürlüğü”nü sosyal bir hak olarak gördüklerini
belirtmemişlerdir.
56 Bakınız, 12-14 Mayıs 1983, “İletişim Olayları ve Türk Basınının Sorunları Semineri”nin basın işletmeciliği, basında finans ve pazarlama konularını ele alan ikinci gün oturumları (Ank.:Gazeteciler Cemiyeti Yay., ss. 99-191); 17-19 Şubat 1983 “Basın ve Basının Karşılaştığı Hukuki Sorunlar Semineri” tutanakları (İst.: Hürriyet Vakfı Yay.); 21-22 Aralık 1984 “Demokrasi ve Basın Sempozyumu”nda “Türkiye’de İletişim Hakkının Kullanımı ve Basın Özgürlüğü” başlıklı ikinci oturum ve “Türkiye’de Basının Bugünkü Durumu” başlıklı panel tutanakları (Ank.:PMD Yay. ss. 26-115). İletişim Araştırmaları Derneği (İLAD) ile Türkiye Sosyal, Ekonomik, Siyasal Araştırmalar Vakfı tarafından yaptırılan, Hıfzı Topuz’un koordinatörlüğünü üstlendiği “Basında Tekelleşmeler” araştırması (1989).
80
1980’lerde yayıncılık alanına ilişkin tartışmalarda ise “haberleşme
özgürlüğü”, “görüntülü ve sözlü basın özgürlüğü” ya da “kitle iletişim özgürlüğü”
kavramları yoğun bir şekilde kullanılmıştır.57 Yayıncılık alanı ile ilgili tartışmalarda
ele alınan temel konular, TRT yayınlarının “taraflılığı” ve yayıncılıkta “devlet
tekelinin kaldırılması” talepleri olmuştur. Bu nedenle Anayasanın radyo ve
televizyon yayınlarında devlet tekelini öngören ve TRT’yi “özerk” olarak değil,
“tarafsız” olarak tanımlayan 133. maddesi ile 2954 sayılı yasanın “Hükümet
uygulamalarının tanıtılması” başlığını taşıyan 19. maddesi ve mecliste grubu
bulunmayan siyasi partilerin açıklama ve etkinliklerinin yayınlanmasını önleyen 20.
maddeleri en çok eleştirilen yasa maddeleri olmuştur. Özellikle 19. madde
doğrultusunda hazırlanan “İcraatın İçinden” programları, yasada belirtilen “cevap
hakkı doğuracak nitelikte olmamak ve siyasal çıkar amacı taşımamak” gibi
hususların dikkate alınmaması ve programların “hükümet propagandası” haline
getirilmesi gerekçesiyle çok tartışılmış, başta SHP olmak üzere DYP ve diğer partiler
bu konuda TRT aleyhine davalar açmışlardır (Topuz vd., 1990:118,119). Bu
dönemde muhalefet partileri TRT’yi “iktidarın tekelinde”, “Anayasa ile
yükümlendiği görevi yerine getirmekten uzak”, “hükümetin sözcüsü” bir kurum
olarak tanımlarken, gazeteciler de “devletin organı”, “TRT videosu” olarak
tanımlamış ve “demokrasinin çok sesli yayın organı olmaktan” çıkmakla
eleştirmişlerdir (Basın ve Demokrasi Semp., 1984).
57 Bakınız, 1984 yılında Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen “İletişim Olayları ve Türk Basınının Sorunları” ve aynı yıl PMD tarafından düzenlenen Demokrasi ve Basın Sempozyumu tutanakları, 1988 yılında Hürriyet Vakfının düzenlediği Çağdaş Gelişmeler Işığında Devlet Media İlişkileri başlıklı seminer tutanakları, İletişim Araştırmaları Derneği’nin (İLAD) hazırladığı Yarının Radyo ve Televizyon Düzeni araştırması.
81
Bu dönemde radyo ve televizyon yayıncılığına ilişkin ortak görüş bu
yayınların “kaliteli”, “demokratik”, “çok sesli”, “çoğulcu” ve “tarafsız” olması
gerektiği olmuştur. Bu kriterler aynı zamanda “kitle iletişim özgürlüğü” ya da “radyo
televizyon yayınlarında özgürlük” için gerekli koşullar olarak da kabul edilmiştir.
Yayıncılıkta özgürlüğün sağlanması için ise TRT’nin “özerkliğine kavuşturulması”
ve “devlet tekelinin” kaldırılarak özel yayıncılığa izin verilmesi önerilmiştir (Çağdaş
Gelişmeler Işığında Devlet Medya İlişkileri Semineri, 1988).
Bu dönemde devlet tekelinin kaldırılması tartışmalarının, “reklam geliri ile
çalışması sağlanacak özel radyo ve TV kuruluşlarının kurulmasının” sağlanması
üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Özel yayıncılık yerine, devlet tekelinin eğitim
kurumları, yerel yönetimler ya da sendikalar gibi meslek örgütlerine yayın hakkı
verilerek kaldırılması yeterince ele alınmamıştır (Topuz vd, 1990:133). Özel
yayıncılığın serbest bırakılmasını talep edenler arasında Türkiye, Sabah, Hürriyet
gibi radyo-televizyon yayını için çeşitli başvurular yapan büyük basın kuruluşları ile
Ulusal Video gibi yayıncılık alanındaki şirketler, reklam şirketleri, reklam verenler,
gazeteciler58 ve siyasal partiler içerisinde Demokratik Sol Parti (DSP) yer almaktadır
(Kejanlıoğlu, 2004:325-332; Topuz vd., 1990:135,136).
1980’lerin ikinci yarısında, özgür bir yayıncılık için yayıncılıkta devlet
tekelinin kaldırılması gerektiğini savunanlar çeşitli gerekçeler öne sürmüşlerdir. H.
Topuz ve diğerlerinin saptadığı şekliyle bunlardan ilki, devlet tekelinin artık
dünyanın diğer ülkelerinde de “anti-demokratik” olarak kabul edildiği, sadece
58 Bakınız: 9-11 Nisan 1988’de gerçekleştirilen “Çağdaş Gelişmelerin Işığında Devlet Medya İlişkileri Seminerinde” söz alan Hürriyet Vakfı Genel Müdür Orhan Birgit, Hürriyet Gazetesi Ankara Büro Temsilcisi Ertuğrul Özkök, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nezih Demirkent’in konuşmaları.
82
hükümetlerin görüşlerini dile getirip savunan TRT yayınlarının tekeli kalkarsa “tek
sesliliğin” yerini “çok sesliliğe” bırakacağı düşüncesidir. Bir başka gerekçe devlet
tekelinin kalkmasının sivil topluma geçiş için yararlı olduğudur, zira devlet örgütü
dışındaki kurum ve toplulukların kendi yayınlarını yapabilmeleri gerekmektedir.
Devlet tekelinin kalkması ayrıca, TRT yayınları üzerindeki sıkı denetim ve baskıyı
azaltıcı bir etki yapacağı ve böylece demokratikleşme sürecini de hızlandıracağı ileri
sürülerek talep edilmiştir. Bir diğer gerekçe de TRT’nin kamu hizmeti anlayışına
uygun olarak iyi haber, nitelikli ve doyurucu programlar yapamadığı, “personel
kıyımları ve parasal yetersizlikler sonucu” kaliteli TRT personelinin kurum dışına
çıkıp, özel sektörde çalışmaya başlaması sonucu özel sektörde de yayıncılık için
gereken insan gücü ve birikiminin yer aldığı olmuştur. Bu gerekçelere ek olarak
liberal ekonomiye sahip Türkiye’de bu ekonominin gereği olarak devlet tekelinin
kaldırılması ve özel radyo ve televizyonların kurulmasının önünün açılması
gerektiğini ve teknolojik sınırlılıkların kalkması sonucu kablo TV ve uydu
yayıncılığının zaten TRT yayınları dışındaki yabancı yayınları ülkeye sokacağını,
dolayısıyla bu yayınlar karşısında TRT yayınlarının yanı sıra çok sayıdaki kaynaktan
yayın yapan kuruluşlara ihtiyaç duyulacağı da devlet tekelinin kaldırılması
yönündeki gerekçeler arasında yer almıştır (Topuz vd., 1990:128-130).
Bu dönemde devlet tekelinin kaldırılmamasının nedenleri de tartışılmış,
örneğin 9-11 Nisan 1988’de gerçekleştirilen Çağdaş Gelişmelerin Işığında Devlet
Medya İlişkileri Seminerinin “Radyo ve Televizyonda Devlet Tekeli” başlıklı ikinci
oturumunda konuşan M. T. Öngören, Türkiye’de radyo televizyon yayıncılığında
devlet tekelinin kaldırılmamasındaki en önemli nedenin askeri ve sivil hükümetlerin
“siyasal açıdan devlet tekelinin kaldırılmasından sonra oluşacağını sandıkları
83
durumla ilgili korkuları” olduğunu belirtmiş, “görüşlerin tek yanlı yansıtılması için
kullanılan” tekelin kalkması ile “asker ve sivil yönetimlerin istemedikleri ve uygun
görmedikleri görüşlerin de radyo ve TV yoluyla yayılması”nın uygun görülmediğini
söylemiştir (1988:39).
Dönemin siyasal partilerinin yayıncılıkta devlet tekelinin kaldırılması
konusundaki görüşleri birbirinden farklı olmuştur. İktidardaki ANAP, 2954 sayılı
Radyo Televizyon Yayıncılığı Yasasına ve Anayasaya getirilen eleştiriler karşısında
“sadece yasaları uyguladığını” ve yasaları kendisinin çıkarmadığını ileri sürmüş;
fakat var olan bu yasal düzeni değiştirme girişiminde bulunmadığı için eleştirilmiştir.
Hükümet-TRT ilişkilerinin olumlu gitmesi nedeniyle ANAP, yayıncılık konusundaki
düzenin devam etmesinden yana olmuştur. İzlediği liberal ekonomik politikaların
aksine ANAP bu dönemde TRT tekelinin delinmesine ve özel yayıncılığa Türkiye’de
henüz reklam pastasının küçük olduğu ve özel yayıncılık için gereken pazar
koşullarının oluşmadığı gerekçeleriyle karşı çıkmıştır (Kejanlıoğlu, 2004:264; Topuz
vd., 1990:145; Öktem, 1988:13).
SODEP ve 1983 seçimlerinden sonra bu parti ile Halkçı Parti’nin (HP)
birleşmesiyle kurulan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) TRT yayınlarının
tarafsızlığını sağlamanın en iyi yolunun kuruma yeniden özerklik verilmesi olduğunu
savunmuştur. SHP’nin Üçüncü Olağanüstü Kurultayı’nda kabul edilen “Uygulama
Politikaları”nda TRT’nin özekliği “bütçesini kendi kaynakları ve devlet ödeneklerine
göre belirleyip yürütürken, özyönetim ve özdenetim mekanizması ile yetki ve
sorumlulukları belirlenecektir. ... Özerklik, radyo televizyon yayınlarının içeriğinin
her türlü müdahaleden uzak olarak –çağdaş ilkelere göre belirlenmesi ve çağdaş
84
yöntemlerle işlemesi demektir” şeklinde tanımlanmıştır (Akt. Topuz vd., 1990: 142,
143). SHP, TRT’nin özerkliğinin sağlanmasının yanı sıra, yerel yönetimlere
hizmetlerini halka daha iyi götürmesi amacıyla radyo yayınları yapma izninin
verilmesini de savunmuş, bu uygulamayı TRT tekelinin kırılması olarak görmemiştir
(Öktem, 1988:13). SHP bu dönemde özel radyo televizyon yayıncılığına “sermaye
egemenliği”ne neden olacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Bu konuda SHP
Milletvekili İsmail Cem şu açıklamayı yapmıştır:
Devlet yayın yaptığı vakit TV muhalefet partilerine söz hakkı tanımaz, buna
karşılık özel sektör yayıncılığa başlarsa bu hak tanınır, çoğulculuk sağlanır gibi çok
peşin bir hükümle yola çıkmak yanlıştır.
Devlet tekelini kaldırıyoruz diye ölçüsüz bir sermaye egemenliği getirmek
tehlikeli girişimlere yol açabilir. Çoğulcu toplumun değişik kurumları tarafından
yönetilen TV ve Radyo örnekleri vardır. Bunlar hem meseleyi Devlet tekeli dışına
çıkarmaktadır, hem de bu çok güçlü yayın aracını tek bir toplumsal gücün
egemenliğine bırakmamaktadır. Toplumun tümünü, tüm sosyal ve kültürel
katmanları temsil eden bir yapılanma içinde çoğulculuğu aramak gerekir (Türkiye’de
Radyo ve TV’deki Devlet Tekelinin Kaldırılmasındaki Eğilimler Paneli, 1988:122).
Dönemin diğer sol partisi Demokratik Sol Parti (DSP) de TRT’nin
özerkleşmesi gerektiğini savunmuştur. Fakat SHP’den farklı olarak DSP, TRT
tekelinin kaldırılarak hem çoğulcu demokrasinin gerekli kurumları olarak gördüğü
siyasi parti, belediye, sendika ve derneklere “anlatım ve siyasal katılım özgürlükleri
önündeki engellerin” kaldırılarak yayın yapma hakkı verilmesini, hem de yayıncılık
alanının özel kesime açılmasını savunmuştur (Öktem, 1988:13).
85
DYP ise özel radyo ve televizyon yayıncılığı için erken olduğunu savunmuş,
TRT konusunda ise özerkliğin kabul edilmesi yerine “tarafsızlığın” sağlanmasını
talep etmiştir. Dönemin diğer siyasal partisi Milliyetçi Çalışma Partisi’nin (MÇP)
özel yayıncılık ve TRT tekeli konusunda bir görüşü bulunmamaktadır (Öktem,
1988:14).
Gazetecilerin bu dönemde genel bir eğilim olarak, TRT yayınlarının
tarafsızlığının nasıl sağlanacağı ile ilgilenmediği, vurguyu yayın tekeli üzerine
yaparak, çoğulcu sistemin gerektirdiği haber alma özgürlüğünün tekel ile
sınırlandırılmış olduğunu ve izleyiciye seçim hakkı verilmediğini savunmuşlardır.
Örneğin, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nezih Demirkent Devlet Medya İlişkileri
seminerinde yaptığı konuşmada, özel televizyon sistemine geçmekte zaten geç
kalındığını, özel yayıncılığın “toplumsal baskı ve ihtiyaçlar sonucu en yakın
zamanda” zorunlu olarak başlayacağını dolayısıyla TRT tekelinin bir an önce
kaldırılarak özel yayıncılığa olanak sağlanması gerektiğini savunmuş, buradaki temel
amacın “haberin birden fazla kaynaktan yayılmasını sağlamak” olduğunu ileri
sürmüştür (1988:125-127, 135,136).
1980’lerin sonunda belediyeler de radyo yayıncılığı konusunda etkili
aktörlerden biri olmuşlardır. Ankara Anakent Belediyesi, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi ve Bakırköy Belediyesi 1989’da radyo ve televizyon yayını yapmak üzere
hazırlıklar yapmışlardır (Kejanlıoğlu, 2004:307). “İletişim özgürlüğü” açısından
belediyelerin yayıncılıkta devlet tekelinin kırılmasına ilişkin görüşleri önemlidir; zira
gazeteci ve siyasal partileri aksine belediyelerin radyo-televizyon yayını projeleri,
yayıncılıkta “katılım hakkı”na değinmiş, bu hakkın “iletişim hakkı”nın temeli
86
olduğunu savunmuştur. “Katılma hakkı” ise genelde anlaşıldığı şekliyle “izleyici
şikayetlerini / geribildirimi / rating ölçümlerini dikkate alarak, izleyiciye
beğenebileceği farklı seçenekler sunmak” olarak değil, yayın kuruluşunun
yönetimine ve program hazırlanmasına “aktif katılma hakkı” olarak kabul edilmiştir.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin radyo ve televizyon yayınları konusunda
oluşturduğu danışma komitesi raporunda “kamusal, katılımcı ve demokratik belediye
radyoları” olarak tanımlanan radyoların temel özellikleri açıklanmıştır:
Belediye radyolarının her şeyden önce özerk olması gerekir. Yani, yönetim
kurulu kamusal örgütlerin, kültür, sanat, işçi, gazeteci, yazar dernek ve sendikalarıın
üniversite ve baro temsilcilerinin ve ilçe belediyelerinin seçecekleri kişilerden
oluşturulmaktadır.
Dünyanın her yerinde kamusal radyolarda dinleyiciye katılım hakkı sağlanır.
Katılım hakkı, iletişim hakkının temel direğidir. İletişimde demokrasi katılım
hakkına dayanır. Bu hak iki yolla gerçekleşir: Dinleyiciler, kamusal dernek ve
örgütlerin temsilcileri olarak yönetime katılırlar. Bunun yanı sıra da dinleyicilere
bazı programların yapımına katılma olanağı tanınır. Belediye, dinleyicilere teknik
olanaklar ve anlatım özgürlüğü sağlar, her çevreden insanı mikrofona çağırır.
Kamusal radyolar böylece seçenek (alternatif) bir iletişim şebekesi oluştururlar.
Basına, devlet radyo ve televizyonuna yansımayan olaylar ve konular bu araçlar
kitlelere duyurulur (Akt. Topuz, vd. 1990:156).
Yayıncılıkta devlet tekelinin kaldırılmasına ilişkin tartışmalar ve girişimler
1980’lerin sonlarında yoğunlaşsa da bu konudaki görüşler ve girişimler “ciddi ve
geçerli bir platformda” ele alınmamış, yayıncılık alanının yeniden düzenlenmesine
yönelik bir proje oluşturulamamış (Topuz vd., 1990:123), devlet tekeli 1 Mart
87
1990’da Liechtenstein’da kurulan Magic Box şirketinin Almanya’dan Türkiye’ye
yayın yapan Star 1 kanalıyla fiilen kırılmıştır.
b) 1990’larda “İletişim Özgürlüğü” Kavramının Tartışmalarda
Kullanılma Biçimleri ve Temel Tartışma Konuları
Yayıncılıkta devlet tekelinin fiili bir şekilde kırılmasıyla, 1980’lerin sonunda
yoğunlaşan “tekelin kaldırılıp kaldırılmaması” tartışmaları yerini, birbiri ardına
yayına başlayan yerel ve ulusal düzeydeki ticari radyo ve televizyonlarla belediye
radyo-televizyonlarının yasallığı tartışmalarına bırakmıştır. 1990’ların ilk yarısında
yayıncılık alanındaki en önemli gelişmeler özel radyo ve televizyon istasyonlarının
peş peşe açılması,59 radyo yayınlarının çeşitli kararnamelerle belirli bir süre
durdurulması ve yayıncılıkta devlet tekelini kaldıran yasal düzenlemelerin yapılması
olmuştur (Kejanlıoğlu, 2004:349).
Bu dönemde, yayıncılıkta devlet tekelinin kırılması ile peş peşe açılan ticari
radyo ve televizyon kanalları TRT’nin hükümetlere olan bağımlılığıyla kıyaslanarak
çok sesliliğin ve “demokratikleşme”nin göstergesi sayılmıştır. Star 1’in yayın
hayatına başlamasından bir ay sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, yaptığı
açıklamalarda, TRT tekelinin kırılmasıyla ekonomide olduğu gibi “yayıncılıkta da
liberal düzene geçildiği”ni (Cumhuriyet, 19 Mayıs 1990, s. 1), böylece serbest
piyasa ekonomisiyle birlikte “ekonominin birinci, basın ve radyo-televizyonun
59 Star11’in ardından 1992’de Teleon ve Kanal 6, Show TV, Flash TV, HBB ve Kanal E; 1993’te TGRT, Kanal D, ATV ve STV televizyon kanalları ulusal yayına başlamışlardır. 1993 Martında yayın yapan radyo istasyonlarının sayısın ise 400 ila 700 arasındadır (Kejanlıoğlu, 2001:98).
88
ikinci, daha önce de birinci güç konumundaki ordunun ise üçüncü güç haline
geldiğini” belirtmesi (Cumhuriyet, 12 Mayıs 1990 s.1) ve yine dönemin Başbakanı
Süleyman Demirel’in çok sesliliği ve demokrasiyi, “Görüyorsunuz bunları değil mi?
Elimde beş tane mikrofon var, demek ki beş tane televizyon var, eskiden bir taneydi
şimdi beş tane... İşte demokrasi, işte çokseslilik budur!” (Akt. Kejanlıoğlu, 1998: 42)
diyerek tanımlaması bu anlayışı yansıtmaktadır.
“Çok sesli” ve “demokratik” olarak tanımlanan bu yeni yayıncılık dönemine
ilişkin yasal düzenlemeler, radyo ve televizyon kanallarındaki artışa rağmen oldukça
geç bir tarihte yapılmış; böylece özel radyo ve televizyonculuk yaklaşık üç yıl
“korsan” bir şekilde belirli bir düzenleme olmaksızın devam etmiştir. Bu süreçte
1993 yılı Mart ayı sonunda İçişleri Bakanlığının genelgesi üzerine bütün özel
radyolar ve 100’den fazla yerel televizyon kanalının yayınları yasalara aykırı
oldukları gerekçesiyle durdurulmuş, sadece Türkiye’ye yurtdışından uydu yoluyla
yayın yapan ulusal kanallar yayınlarına devam edebilmişlerdir (Çaplı, 2001:50).
Durdurma kararı başta dinleyici/vatandaş ve Radyo-TV Sahipleri ve
Yayıncıları Derneği olmak üzere gazetecilerin ve muhalefet partilerinin büyük
tepkisini çekmiş, uygulama “Abdülhamit sansürü”ne ya da “sus borusu”na
benzetilerek “çok sesliliğe ve demokratikleşmeye karşı olduğu” için eleştirilmiştir
(Milliyet, 1 Nisan 1993 s. 1; Y. Doğan, Miliyet 1 Nisan 1993, s. 9). “Konuşan
Türkiye’nin susturulması” olarak tanımladıkları uygulamaya karşı yayıncılar,
dinleyicilerinden arabalarına siyah kurdele, evlerine de siyah bayrak asmalarını
isteyerek bir protesto kampanyası düzenlemişler (Milliyet, 1 Nisan 1993),
dinleyiciden büyük destek gören kampanya hükümet nezdinde olumlu bir sonuç
89
getirmeyince, yer altından, “Konuşan Türkiye Radyosu” yayınına başlamışlardır
(Kejanlıoğlu, 2004:389). Kapatma kararının nedenlerinin de tartışıldığı bu dönemde ,
kapatmanın asıl nedeninin, genelgelerde ifade edilen verici standartları ve izni,
frekans tahsisinin yapılmasının gerekliliği ve çok sayıdaki radyo yayınının frekans
kirliliği yaratarak haberleşme sistemlerine zarar vermesi değil, “dini yayınların
engellenmesi amacı” olduğu iddia edilmiştir (Kejanlıoğlu, 2004:390,391). “Radyolar
bizim yüzümüzden kapandı” açıklamasını yapan “dini yayıncılar” (Milliyet, 1 Nisan
1993, s. 11) bu durum karşısında tepkilerini değişik şekillerde dile getirmişler,
örneğin dinleyicilerini “namazlı protestoya” davet etmişlerdir (Milliyet, 2 Nisan
1993, s. 18).60
Yurt içinden yayın yapan radyo ve televizyonlara ilişkin yasaklı dönem iki
buçuk ay sürmüş, anayasanın yayın tekelini öngören 133. maddesinin 8 Temmuz’da
değiştirilmesi ile radyolar “özgürlüklerine” kavuşmuşlardır (Milliyet, 9 Temmuz
1993). Değişen haliyle 133. madde TRT’ye özerklik getirirken, radyo ve televizyon
yayıncılığını da kanunla düzenlenecek şartlar çerçevesinde serbest bırakmıştır.
Yayıncılığın çerçevesini çizecek yasa ise, çalışmalarına 1992’de başlanmasına
rağmen hükümet ve iktidar partileri arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle ancak 13
Nisan 1994’te kabul edilen “3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve
Yayınları Hakkında Kanun” olmuştur. (Erman ve Özek, 2000:1037).
3984 sayılı yasa genel olarak radyo ve televizyon kuruluşlarının yapıları,
yayın ilkeleri ve yayıncılığın denetimine ilişkin konularda düzenlemeler getirmiştir. 60 Bu konuda ayrıca bakınız. Ekonomi Politika dergisi Şubat 1993, 11. sayısının kapak konusu “MGK rahatsız, hükümet şaşkın. Açar mısın, kapar mısın? İslamcı Radyolar”; Gazeteci M. A. Birand’ın 4.4.1993 tarihli Sabah gazetesindeki “Neden kapatıldılar” başlıklı köşe yazısı. Birand kapatmanın nedeni olarak dini yayın yapan radyolar ile Kürt kökenli radyoları göstermiştir (Akt. Kejanlıoğlu, 2004:391).
90
Yasanın çıkış sürecinde en çok tartışılan konular yasanın yayın kuruluşlarının
niteliklerini ve tekelleşmeyi önleyici maddeleri ile yayın ilkeleri ve yayıncılık
alanının denetlenmesi ile frekans ve kanal tahsislerini yapmakla görevlendirilen
Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) ekonomik ve idari yapısı ile ilgili
bölümleri olmuştur.
Yasadaki tekelleşmeyi önleyici maddeler ile RTÜK’ün kendi bütçesi için
radyo-televizyon kuruluşlarının reklam gelirlerinden pay almasını öngören
maddelere getirilen temel eleştiriler radyo televizyon sahipleri, DYP ve ANAP’tan
gelmiştir. Özel TV sahipleri ile üst düzey yöneticileri yasanın çıkış sürecinde
özellikle DYP ve ANAP’a yönelik güçlü bir kulis faaliyeti düzenlemişler, yasanın
öngördüğü, radyo-televizyonlarda kişilerin %20’den fazla pay sahibi olmasını
engelleyen maddenin değiştirilmesini talep etmişlerdir (Milliyet, 17 Kasım 1993).
Buna karşılık gazeteciler, akademisyenler ve SHP çoğulculuğun sağlanması ve
sürdürülmesi için tekelleşmeye karşı olduklarını belirtmişler ve bu konuda önlemler
alınmasını talep etmişlerdir (Basın Kurultayı 92:210; Sarmaşık, 1994:104-110).
Yasanın öngördüğü RTÜK ise, radyo televizyon sahipleri ve yayın
kanallarının üst düzey yöneticileri, gazeteciler ve “halk”61 tarafından “hükümet
ağırlıklı bir üst kurul” olmakla eleştirilmiş ve “basın özgürlüğü” ve “demokrasi
anlayışı”na aykırı bulunmuştur (Milliyet, 17 Kasım 1993, s. 10). Bu dönemde
gazetecilerin de yayıncılık alanına ilişkin bir düzenleyici kurul önerdiği
görülmektedir. Fakat gazeteciler “Özerk Ulusal İletişim Kurumu” olarak 61 SONAR 1993’te yasaya ilişkin bir kamuoyu araştırması yapmıştır. Araştırmaya göre halkın %70,3’ünün RTÜK’e karşı olduğu, %8,5’inin ise yasayı onayladığı belirtilmiştir. Araştırmaya göre ayrıca, araştırmaya katılanların %6,1’inin yasayı “basın özgürlüğüne aykırı”, % 9,1’inin de “demokratik anlayışa aykırı” olarak tanımlamıştır (Akt., Milliyet 17 Kasım 1993).
91
tanımladıkları bu kurumun, RTÜK gibi partilerin önerdiği kişiler arasıdan TBMM
tarafından değil, anayasal ve sivil toplum örgütleri tarafından oluşturulacak bir kurul
tarafından seçilmesini talep etmişlerdir (Basın Kurultayı 92: 215). Radyo televizyon
sahipleri ve üst düzey yöneticileri ise sadece RTÜK’ün kuruluş biçimine değil,
kendisine de “Özel TV’yi denetleyecek kanunlar vardır. Bunun için kurul
oluşturmaya gerek yoktur.” diyerek karşı çıkmışlardır (S. Koloğlu, Milliyet, 19
Kasım 1992, s.21). Radyo televizyon sahipleri ayrıca, yasa çıkarılmadan önce
cumhurbaşkanıyla görüşerek “kurul üyelerinin çoğunluğunun, iktidar partileri
tarafından atanmasına” karşı olduklarını, “kurulun bu yapısıyla iktidarın bir organı”
olacağını belirtmişlerdir (Akın, 2002:71).
Yasaya yönelik bir diğer eleştiri de yayıncılık alanının demokratik kitle
örgütleri, yerel yönetimler, eğitim kurumları, yurttaş inisiyatifleri, vakıflar,
sendikalar ve benzeri kurum ve kuruluşlara kapatılarak, TRT dışında sadece anonim
şirket olarak düzenlenmiş ticari yayın kuruluşlarına izin verilmesi olmuştur.
Marmara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Türkiye Odalar
Birliği ve İletişim Araştırmaları Derneği gibi kurum ve kuruluşlar yayıncılık alanına
ilişkin hazırladıkları yasa taslağı ve raporlarda bu konuyu da dile getirmişler ve özerk
ve çoğulcu bir kamu yayıncılığı talep etmişlerdir (Sarmaşık, 1994:104-113).
Bu eleştirileri ve talepler görmezden gelinerek çıkarılan 3984 sayılı yasa, fiili
olarak başlayan özel yayıncılık alanına ilişkin bir yasal boşluğu doldurmakla birlikte,
kendisinden beklenen tüm sorunları çözememiş, çıkarılmasından sadece bir hafta
sonra basın meslek örgütleri tarafından değiştirilmesi talebiyle karşılaşmıştır.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin çağrısıyla 20 Nisan 1994’te yeni yasayı tartışmak
92
üzere toplanan basın meslek örgütleri temsilcileri, toplantı sonrasında yaptıkları ortak
açıklamada, yasada yer alan hükümlerin yanlış yorumlanmaması için özellikle
RTÜK üyelerinin seçiminin çok önemli olduğunu ve üyelerin “basın yayın dünyasını
iyi bilen kişiler arasından seçilmesi” gerektiğini ifade etmişler ve yasanın
değiştirilmesi yönünde çalışmalar yapılmasına ilişkin üzere beş kişilik bir komisyon
oluşturduklarını da açıklamışlardır (Basın 94-95:26). Bu tür yasal düzenlemeler
dışında 1990’ların ilk yarısında gazetecilerin en çok tartıştıkları ve “basın ve iletişim
özgürlüğünü” engelleyici gelişmeler olarak eleştirdikleri konular ise, iletişim
alanındaki tekelleşme ve yeni sahiplik yapısıyla gelen “sendikasızlaştırma hareketi”,
gazetecilerin iş güvencelerinin azalması, editöryal bağımsızlıklarını yitirmeleri ve
gazetecilere yönelik faili meçhul cinayetleri de kapsayan şiddet eylemleri olmuştur.62
3984 sayılı yasa ile, yayıncılık alanında ticari televizyonların ortaya çıkışı çok
seslilik ve demokrasi olarak kabul edilirken, artık hem basın hem de yayıncılıkta
çapraz olarak tekelleşen kuruluşlarda çalışan gazetecilerin gittikçe zorlaşan çalışma
koşulları görmezden gelinmiş, özel radyo ve televizyonların kurulmasına olanak
tanınırken, burada çalışacak gazetecilerin çalışma koşulları üzerine yasal bir
düzenlemeye gidilmemiştir.
62 Bakınız: Basın Kurultayı 92’nin oy birliğiyle kabul edilen sonuç bildirgesi “Güneydoğu Anadolu’da hukuk devletini işlemez hale getiren, gazetecilik yapmayı imkansızlaştıran, olağanüstü hal uygulaması ile sansür-sürgün uygulaması derhal yürürlükten kaldırılmalıdır.” maddesi yer almış; Özgür Gündem gazetesi bu kararnameleri “SS Kararnameleri” olarak tanımlamış (22 Haziran 1992); 1994 yılını basın özgürlüğü açısından değerlendiren TGC Başkanı Nail Güreli, Terörle Mücadele Yasasının 1994’te “basınla mücadele yasası” olarak işlediğini belirtmiş (Basın 94-95:85); Basın Konseyi 1992 yılında Güneydoğu’da Basının Durumu başlıklı bir rapor hazırlamış, raporda Olağanüstü Hal Bölgelerinde gazetecilerin yaşadıkları sorunların giderilmesi istenmiştir (1992 Faaliyet Raporu:25-33) Ayrıca bakınız: Ümit Otan, Babıtelli, 1995, İzmir: İzmir Kitaplığı; Yılmaz Odabaşı, (1994), Güneydoğu’da Gazeteci Olmak, İst.:Kaynak Yay; Nezih Demirkent, Medya Medya, 2000, İst.:Dünya Yay…
93
Özetle 1990’ların ilk yarısında şekillenen yeni yayıncılık düzeniyle,
Türkiye’de radyo televizyon yayıncılığı sadece siyasi partiler, yerel yönetimler,
dernek, sendika, meslek kuruluşu, kooperatif, vakıf gibi kurum ve kuruluşlara değil;
mezhep gruplarıyla, “marjinal”, etnik ve dini gruplara da kapatılmaya çalışılmış
(Kejanlıoğlu, 2004:418), çok seslilik ve çoğulculuk, güçlü sermaye gruplarının
sahipliğindeki ulusal radyo ve televizyonlar ile, sıkı bir denetim altındaki yerel
yayınların ve kanal sayısının çokluğu ile tanımlanmıştır.63
Yayıncılık alanında 1990’ların ilk yarısındaki bu gelişmeler “basın
özgürlüğü” kavramı yanında çok yaygın olmamakla birlikte “iletişim özgürlüğü”
kavramının da kullanılmasını beraberinde getirmiştir. Bununla birlikte bu dönemde
de “iletişim özgürlüğü”nün “basın özgürlüğü”nden farklı bir proje olarak
anlaşılmadığı; yayıncılık alanındaki teknolojik gelişmelere ve radyo televizyon
tekelinin kalkmasıyla kurulan çok sayıda özel radyo ve televizyon kanalının yayına
başlamasına atıf yapılarak, “yayın özgürlüğü” ya da “hem basını hem de diğer kitle
iletişim araçlarını kapsayan bir özgürlük” olarak kabul edildiği görülmektedir.
Örneğin Basın Konseyi, 1992 yılında “Basın özgürlüğü” ve “Bilgi Edinme
Özgürlüğü” yasalarının yanı sıra bir de “İletişim Özgürlüğü” yasasının çıkarılmasını
önermiştir. Öneriye göre,
63 Yasa çalışmaları sürerken İçişleri bakanlığı tarafından yapılan bir araştırmada, Türkiye’de faaliyette bulunan toplam 525 radyo ve televizyondan 126’sının “aşırı sol, İslamcı ve ülkücü ideolojiye” hizmet ettiği iddia edilmiş, “ideolojik yayın yapan” 96 radyonun 31’inin “aşırı sol”, 14’ünün “Kürtçü”, 45’inin “İslamcı” ve 6’sının “Ülkücü” görüşe sahip olduğu saptanmıştır. Raporda ayrıca bu radyoların hangi illerde yayın yaptığı da tespit edilmiştir (Basın 94-95: 24). Milliyet gazetesi, bu rapora dayanarak 21 Nisan 1994 “26 TV-radyo gözaltında” başlıklı haberinde “İçişleri Bakanlığının belirlediği aşırı solcu, şeriatçı, bölücü ve ülkücü özel yayın kuruluşları”ın hedefte olduğunu belirtmiştir.
94
Yürürlükteki yasalarda bulunan ve özgürlükçü demokratik hukuk devleti
ilkelerine aykırı oldukları bilinen hükümlerin görüntülü basın, sinema, video gibi
görsel ve kitlesel iletişim kurum ve araçlarının tamamını ilgilendiren (bunlarla ilgili
tüm hükümleri bünyesinde toplayan) “iletişim özgürlüğü” yasası hazırlanıp
yürürlüğe konulmalıdır (Faaliyet Raporu, 1992:52).
Aynı yıl düzenlenen Basın Kurultayı’nın “Ekonomi Komisyonu Raporu”nda
da “iletişim özgürlüğü” kavramı çeşitli kitle iletişim araçlarından oluşan “iletişim
alanına” yönelik bir özgürlük olarak kabul edilmiş, bu alanda “çapraz tekelleşme”
boyutlarına ulaşan tekelleşmenin “iletişim özgürlüğünü” tehlikeye atmasına izin
verilmemesi gerektiği savunulmuştur (Basın Kurultayı 92, 1993:198).
Artan tekelleşme 1990’ların ikinci yarısında da “iletişim özgürlüğü”
konusundaki tartışmaların üzerinde yoğunlaştığı en temel sorunlardan biri olmuştur.
Tekelleşmenin daha çok gazeteciler ve yerel yayıncılar tarafından eleştirildiği
görülmektedir. Gazeteci ve yerel yayıncıların bu konudaki temel talepleri anti-tekel
ve anti-tröst yasalarının çıkarılması ve yerel basın yayın kuruluşlarına yapılan
yardımların arttırılması olmuştur. Gazeteciler bu dönemde tekellere karşı olduklarını
sık sık çeşitli toplantılarda dile getirmişlerdir. Örneğin, I. Anadolu Basın
Kurultayında konuşan Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin, basını ancak
iktidar ve paradan bağımsız olduğu zaman özgür olabileceğini, “toplumun bakış
açısını değerlendirme özgürlüğünü” kısıtlayan, “demokrasiye ve hür düşünceye set”
çeken tekelleşmeyi “sansürün ikiz kardeşi” olarak tanımlamıştır (1997:30). Aynı
kurultayda sorunlarını dile getiren yerel yayıncılar da “maddi sıkıntılar içerisinde
olan yerel yayıncıların”, reklam, promosyon ve teknik donanım eksiklikleri
95
nedeniyle tekelleşen ulusal sermayeyle rekabet edemedikleri ve “korunmaya ve
geliştirilmeye muhtaç” oldukları halde, Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü, Türk
Telekom, RTÜK Anadolu Ajansı, Meclis TV gibi kurumlardan edindikleri hizmetleri
ulusal yayın yapan kuruluşlarla hemen hemen aynı koşullarda elde ettiklerini
belirterek, bu konuda yeterli indirimlerin sağlanmasını talep etmişlerdir (1997:185).
Yerel yayıncılar siyasal iktidarın baskısı yanında, son yıllarda ortaya çıkan
tekelleşme ve sermaye çevrelerinin baskısıyla ortaya çıkan “üç başlı bir canavar” ile
mücadele etmek zorunda kaldıklarını, “ekonomik güçlerini giderek büyüten, küçük
yayın organlarına hayat hakkı tanımayan bu zihniyet(in), ... Anadolu Basını’na
yaşama hakkı verme”diğini” dile getirmiş ve “Asıl fikir özgürlüğüne aykırı olan
tekelleşmenin ta kendisidir” demişlerdir (E. Kahya, I. Basın Kurultayı, 1997:210).
1990’ların ikinci yarısında tekelleşme dışında “iletişim özgürlüğü” konusunda
çok eleştirilen diğer konular da 3984 sayılı yasanın kendisi ve uygulanışı üzerinde
olmuştur. Frekans tahsislerinin yapılmaması, yayın ilkelerinin soyut ve yoruma açık
oluşu, RTÜK’ün oluşumu ve işleyişinin siyasi ve taraflı olması, verdiği ekran
karartma ve yayın durdurma gibi çeşitli cezalar eleştirilmiştir (Çankaya, 2001:32-34;
Donay, 2000:131-136).
Bu dönemde RTÜK’ün “yayınları denetleme” ve “gerekli müeyyideleri
uygulama” görevlerini yerine getirirken verdiği uyarı, yayın durdurma gibi
yaptırımları “RTÜK ceza yağdırdı”; “RTÜK’ten ceza yağmuru”, “RTÜK rekora
gidiyor”, “Ekranda terör” gibi ifadelerle tanımlanmış (RTÜK İletişim, 1998:5) ve
iletişim özgürlüğüne aykırı olduğu ileri sürülmüştür. 3984 sayılı yasanın öngördüğü
yayın ilkeleri de “yasakçı” ve “muğlak” olmakla eleştirilmiş, bu eleştiriler karşısında
96
RTÜK 1998 yılında izleyici şikayetleri için “ALO RTÜK Şikayet Hattı” açmış, ve
tüm coğrafi bölgelerden 22 ilde 6.614 kişiyle “Türkiye Televizyon Kanalları
Kamuoyu Araştırması” yapmış, izleyicilerin programlara yönelik şikayetleri ile
RTÜK uygulamalarına ilişkin görüşleri, kimi zaman “cezaların tepkilerle
uyumluluğunu” göstermek için kullanılmıştır (RTÜK İletişim, 1999, Sayı 11, s. 22-
33 ve Sayı 12, s.16-23).
RTÜK’e yöneltilen bir diğer eleştiri de I. Anadolu Basın-Yayın
Kurultayı’nda, yerel yayıncılardan gelmiştir. RTÜK’ün yayınları izleme ve
denetleme konusunda bölgeler ve iller bazında örgütlenmesini tamamlayamadığı
için, yayıncıların il emniyet müdürlükleri ve valiliklerle çeşitli sorunlar yaşadıkları,
hukuk dışı uygulamalara maruz kaldıkları dile getirilmiş, örgütlenmesi tamamlanana
kadar, RTÜK’ün gelişmelere kayıtsız kalmamasını, bir genelgeyle valilikleri
uyarmasını talep edilmiştir (1996:144). Yayıncıların RTÜK ile ilgili diğer eleştirileri
de, yayın kalitesinin arttırılması için konan teknik standardın sağlanmasının “büyük
masraflar gerektirdiği” ve yerel yayıncıların bu miktarı karşılayamayacağı olmuştur.
Bu konuda yayıncılar kendilerine uygun kredi imkanları sağlanmasını talep
etmişlerdir.
Sorunlarına çözüm bulamayan yerel yayıncılar Mayıs 1997’de bir Ulusal
Konferans düzenlemiş ve “bireysel gazeteciler, kamu yararına meslek kuruluşları ve
iletişim alanındaki alternatif projelere ilgi duyan vakıfların” da desteğiyle, “üretim
temelinde bir dayanışma ve haberleşme ağı” olan Bağımsız İletişim Ağını (BİA)
kurmuşlardır (Mater ve Kürkçü, 1997:5,7). Bilgi ve haber tekelinin olmadığı, farklı
siyasi grupların ve sivil toplum örgütlerinin toplumsal sorunlar ve gündeme ilişkin
97
görüşlerini kamuoyuna iletmesinin engellenmediği, katılımcı ve çoğulcu bir medya
ortamı amaçlayan BİA, kendi ayakları üzerinde duracak bir yerel medya için
program üretim merkezi, hukuksal destek birimi, haber havuzu gibi birimlerin yanı
sıra “iletişim özgürlüğü ihlallerinin izlenmesi, sergilenmesi, Türkiye’de iletişim
özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması için gerekli etkinliklerin düzenlenmesi”
ve iletişim özgürlüğünün vazgeçilmez bir hak olarak kavranmasına katkıda
bulunulması ile görevli bir İletişim Özgürlüğü Komitesi de kurmuştur.
Türkiye’deki medya dünyasını, “basın özgürlüğünü sınırlayan yasalar, genel
ve içselleştirilmiş sansürle habercilere yönelik ihlallerin yanı sıra, artan egemenliği
ve tekelleşme sonucunda görünüşteki ‘çok renklilik’e karşın, İslamcı, sol ve
‘marjinal’ yayınlar dışında hemen hemen bütünüyle İstanbul’da odaklaşan iki büyük
medya grubunun ve onların ortaklaşa kontrol ettikleri bir dağıtım şirketinin ve
devletin politikalarıyla” belirlenen, “güç ve çıkarla iç içe geçmiş, ... iktidarla
aralarındaki mesafe aşınmış ve tekelleşmiş” bir yapı olarak betimleyen BİA, “siyasal
merkez Ankara ile ekonomik ve kültürel merkez İstanbul’un kontrol ettiği” bu medya
dünyasında, “toplumsal olanın Türkiye’nin batısına” ve dünyanın da “Kuzey yarım
kürenin refah ve mutluluk tablolarına” indirgenmesini eleştirmiş; gerçek insanların
sadece felaket haberleriyle yer aldığı bu medya dünyasına karşı “bir demokrasi
dinamiği” olarak yerel medyayı önermiştir (Mater ve Kürkçü, 1997:8,9).
Bu tartışmalara tanıklık eden 1990’ların ikinci yarısı “iletişim özgürlüğü”
kavramının daha yaygın olarak kullanıldığı64, hatta “basın özgürlüğü”nün yerini
64 Bakınız, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi’nin Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi İnsan Hakları Toplantısında yaptıkları konuşmalar (1999); Yeni Türkiye Medya Özel Sayısı’da Uğur Demiray’ın“İletişim
98
“iletişim özgürlüğü”ne bırakması gerektiğine ilişkin görüşlerin dile getirildiği yıllar
olmuştur. Bu konudaki görüşlerin daha çok basın meslek örgütleri tarafından dile
getirildiği görülmektedir. Örneğin Basın Konseyi’nin 1996 yılında
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’na “Demokratikleşmeye engel
oluşturan” yasalar konusunda sunduğu raporda “Basın özgürlüğü”, “özgürlük”
kavramına aykırı bir terim olarak kabul edilmiş ve “hiçbir yasada veya hiçbir yerde”
kullanılmaması talep edilmiştir, rapora göre,
(B)u terim, ... düpedüz “basın mensupları için bir imtiyaz” talebinin adıdır.
... “Özgürlük” geneldir. Bir başka deyişle, “herkese” değil de “toplumun bir
kesimine” verilen özgürlük, aslında “özgürlük” değil, “imtiyaz”dır. ... Çağımızda,
özellikle bilgisayar teknolojisi ve on-line sistemler sayesinde artık evindeki
bilgisayarla Internet ağına giren bir kişi, kendisindeki bilgiyi yüz milyonu aşkın
Internet abonesine ulaştırma olanağına sahiptir. O nedenler bilgileri çoğaltıp
başkalarına iletme artık ... “basın”a özgü bir ayrıcalık değildir. ... O nedenle “Basın
özgürlüğü” yerine “İletişim özgürlüğü” terimi kullanılmalıdır (1996 Faaliyet Raporu,
1997:82,83).
İletişim özgürlüğüne ilişkin özellikle basın meslek örgütleri ve yerel
yayıncılar tarafından ifade edilen bu talep ve tartışmalara rağmen 1990’lı yıllar
Türkiye’deki medya alanının yayıncılıkta bir deregülasyon sürecinin başladığı, devlet
tekelinin kırıldığı, fakat radyo televizyon yayıncılığının TRT dışında sadece ticari Özgürlüğü ve Medya Etiği”, Oktay Ekşi’nin “Basın Özgürlüğü Diye Bir Kavram Yoktur” başlıklı yazıları (1996); ayrıca akademik metinler içerisinde Vahdettin Aydın’ın “Türk Anayasalarında İletişim Özgürlüğü ve Özel Radyo Televizyon Düzenlemesi” (1995); Gül Karagöz’ün “Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye'de İletişim Özgürlüğü Türk Yazılı Basını Üzerine Bir İnceleme” (1999) isimli yüksek lisans tezleri ve Neşe Erkelli Kızıl’ın “İletişim Özgürlüğünün Sağlanması Sürecinde Oto Kontrolün Yeri ve Önemi” ve Sultan Uzeltürk Tahmazoğlu’nun (1998) “İletişim Özgürlüğü ve Medya’da Otokontrol” isimli doktora tezleri.
99
yayıncılığa bırakılarak, kamunun yayıncılıktan dışlandığı, yayıncılığın 1980’lerde
tekelleşen basın sektöründeki büyük sermaye gruplarının hakimiyetinde olduğu, bu
sermaye gruplarının telekomünikasyon alanına da yayılmaya başladığı, internet
yayıncılığının yaygınlaştığı ve iletişim alt yapısı yöndeşmesinin hızlandığı bir dönem
olmuş, bu süreçte küçük yayın kuruluşları göz ardı edilmiş, yerel yayıncıların
sorunları yeterli ölçüde dikkate alınmamış, konuya ilişkin sempozyum ve
toplantılarda verilen sözler tutulmamış, yerel yayın kuruluşlarının tekelleşmiş ulusal
yayıncılık karşısında varlığını sürdürebilmesini sağlayacak önlemler devlet
tarafından alınmamıştır.
Sonuç olarak on yılın başında özel radyo televizyon kanallarının, çok
sesliliğin bir göstergesi sayıldığı; fakat bu iyimserliğin kısa sürede ticari kâr anlayışı
ile yapılan yayınların giderek birbirine benzemesine, medyadaki tekelleşmenin
gazetecilik pratiklerini değiştirmesi, sendikasız, sosyal güvenlikten yoksun,
bağımsızlığını yitirmiş bir gazeteci tipinin oluşmasına ve alandaki sermaye
gruplarının karşılıklı atışmalarına getirilen eleştirilere dönüştüğü 1990’ların ikinci
yarısı, “iletişim özgürlüğü” kavramının da yaygın bir şekilde kullanılmasına tanık
olmuştur. Yine bu dönemde “basın özgürlüğü” kavramının terk edilmesi gerektiği
konusunda görüşler oluşmaya başlamış; “basın kuruluşları ve çalışanlarına” yönelik
bir özgürlük olduğu ileri sürülen “basın özgürlüğü” yerine çok daha geniş bir
özgürlük alanını kapsayan ve merkezinde “halkın gerçekleri öğrenme hakkı”nın
olduğu var sayılan “iletişim özgürlüğü”nün kullanılması önerilmiştir.65 Bununla
65 Bakınız, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi’nin Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi İnsan Hakları Toplantısında yaptıkları konuşmalar; Yeni Türkiye Medya Özel Sayısı’nda Uğur Demiray’ın“İletişim Özgürlüğü ve Medya Etiği”, Oktay Ekşi’nin “Basın Özgürlüğü Diye Bir Kavram Yoktur” başlıklı yazıları (1996); ayrıca akademik metinler içerisinde Vahdettin Aydın’ın “Türk Anayasalarında
100
birlikte iletişim özgürlüğünün çok yönlülüğü, kitle iletişim araçlarına erişim ve
katılıma yönelik içeriği ve yaşamın her alanında vatandaşların kendilerini ifade
edebilecekleri, toplumun ortak iyisine ilişkin her konuda tartışabilecekleri
olanakların yaratılmasına ilişkin bir özgürlük olduğu göz ardı edilmiştir.
c) 2000’den Günümüze “İletişim Özgürlüğü” Kavramının Tartışmalarda
Kullanılma Biçimleri ve Temel Tartışma Konuları
İletişim özgürlüğü açısından 2000’li yıllar, TBMM gündemine getirilen ve
Anayasanın 37 maddesinde AB uyum protokolü çerçevesinde değişiklikler
yapılmasını öngören “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin
Değiştirilmesi Hakkında Kanun” ile "Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları
Hakkında Kanun, Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi
Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun" tasarısına ilişkin tartışmalar ile
başlamıştır. Ayrıca 2005 yılında çıkarılan ve yabancı sermayenin bir radyo veya
televizyon kuruluşunun tamamına sahip olabilmesine olanak sağlayan yasa ile Türk
Ceza Kanununda yapılan değişiklikler de iletişim özgürlüğü açısından tartışılmıştır.
Yasal düzenlemelerin dışında, 2001 krizinde çok sayıda gazetecinin işten çıkarılması
ve medya sektöründeki çapraz tekelleşme 2000’lerin ilk yarısında iletişim özgürlüğü
konusunda çok tartışılan konular olmuştur.
İletişim Özgürlüğü ve Özel Radyo Televizyon Düzenlemesi” (1995); Gül Karagöz’ün “Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye'de İletişim Özgürlüğü Türk Yazılı Basını Üzerine Bir İnceleme” (1999) isimli yüksek lisans tezleri ve Neşe Erkelli Kızıl’ın “İletişim Özgürlüğünün Sağlanması Sürecinde Oto Kontrolün Yeri ve Önemi” ve Sultan Uzeltürk Tahmazoğlu’nun (1998) “İletişim Özgürlüğü ve Medya’da Otokontrol” isimli doktora tezleri.
101
2000 yılında meclis gündemine gelen "Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve
Yayınları Hakkında Kanun, Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar
Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun" tasarısı basın, radyo,
televizyon ve internet yayıncılığı alanına ilişkin dört temel düzenlemeyi içermiştir.
Bu düzenlemeler genel olarak, 3984 Sayılı yasa ile kurulmuş olan RTÜK’ün yapısı,
kuruluşu ve işleyişine ilişkin değişiklikler getiren düzenlemeler; uyarı ve para
cezalarında yapılan değişiklikler; medya sahipliği ve bu alandaki tekelleri önlemeye
yönelik maddelerde yapılan değişiklikler ve internet yayıncılığına ilişkin
düzenlemelerdir.
Yasa, RTÜK üye seçiminde 5 üyenin parti gruplarının önerdiği adaylar
arasından TBMM genel kurulu, 4 üyenin ise YÖK, MGK, Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti ve Basın Konseyinin göstereceği adaylar arasından Bakanlar Kurulunca
seçilmesini; radyo ve televizyonlara frekans verme işinin bu yasayla kurulan
Telekomünikasyon Kurumuna devredilmesini ve bu konuda çalışmalar yapmakla
görevli bir Haberleşme Yüksek Kurulu kurulmasını öngörmüştür. Yasa ayrıca
RTÜK’ün gelirleri arasına radyo ve televizyonlara yasanın 33. maddesi uyarınca
verilecek para cezalarını da eklemiştir. Yasanın RTÜK’ün verdiği uyarı ve para
cezalarına ilişkin değişiklikleri ise para cezalarının arttırılması, yayın ihlalleri
karşısında “ekran karartma” yerine cezaya konu olan programın yayınının 1 ila 12
defa durdurulması, ihlalin devamı halinde çeşitli oranlarda para cezası verilmesi
olmuştur. Tasarının öngördüğü ve en çok tartışılan değişikliklerden biri de radyo ve
televizyon yayın kuruluşlarının kuruluş ve hisse oranlarında değişiklik öngören
maddeleri olmuştur. Yasayla özel radyo ve yayın kuruluşlarının hisse oranlarının
nama yazılı olma zorunluluğu getirilmiş, bu şirketlerde herhangi bir kişi lehine intifa
102
senedi ihdas edilmesi yasaklanmıştır. Yasa ayrıca radyo ve televizyon sahiplerine,
Menkul Kıymetler Borsasında işlem yapma hakkı tanımış ve radyo televizyon
yayıncılığı yapan şirketlerde bir kişinin sermayenin en fazla %20’sine sahip olma
sınırlılığını kaldırarak, bunun yerine bu madde “her yıl yapılacak ölçümlere göre
yıllık ortalama izlenme veya dinlenme oranı % 20’yi geçen bir radyo veya televizyon
kuruluşunda bir gerçek veya tüzel kişinin veya bir sermaye grubunun sermaye payı
% 50’yi geçemez” şeklinde değiştirilmiştir. Yasanın 5680 sayılı Basın Kanununda
yaptığı değişiklikler ise, özetle, para cezalarını arttırmak ve internet yayınlarını da bu
yasanın kapsamına almak olmuştur.66
Tasarı getirdiği bu düzenlemeler ve değişiklikler nedeniyle TBMM içinde
olduğu kadar, TBMM dışında da tartışılmış ve eleştirilmiştir. Bu konudaki
tartışmalara bakıldığı zaman, tasarının Hükümet, MGK, büyük yayın kuruluşları
sahipleri, Televizyon Yayıncıları Derneği tarafından desteklenirken, muhalefet
partileri, RTÜK Başkanı Nuri Kayış, yerel ve bölgesel yayıncılar, medya
çalışanlarının bir bölümü, enformasyon sektöründeki yatırımcılar; çeşitli sivil toplum
örgütleri ve akademisyenler tarafından eleştirildiği görülmektedir.
Bu dönemde tasarıya getirilen temel eleştirilerden biri, yayın kuruluşlarında
gerçek ve tüzel kişilerin hisse oranlarını sınırlayan hükümleri gevşeten, medya
sahiplerinin devlet ihalelerine girebilmesine olanak sağlayan ve yayın ihlallerine
yerel yayın kuruluşlarının ödeyemeyecekleri yüksek para cezaları getiren
maddelerinin, yayıncılık alanındaki tekelleri güçlendireceği ve yerel yayıncılığı
zayıflatacağı, çoğulcu ve demokratik bir medyanın gelişiminin önünü tıkayacağı
66 Kanunun tam metni için bakınız: http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/K4756.html
103
yönündedir. Yasanın bu konulara ilişkin maddeleri özellikle yerel ve bölgesel
yayıncılar, medya çalışanları ve sivil toplum örgütleri tarafından eleştirilmiş, yasanın
çıkarılmamasına ilişkin deklarasyonlar yayımlanmış, protestolar düzenlenmiştir. Bu
girişimlerden biri “Yerel Medya halkın sesidir” deklarasyonu olmuştur.67
Deklarasyona göre, “iletişim ve haberleşme özgürlüğünü, gücün ve paranın
egemenliğine kayıtsız şartsız teslim etme girişimi” olarak nitelenen yasa ile,
... büyük sermaye sahiplerinin yerel medyayı ele geçirmesinin zemini
hazırlanmakta, internet yayıncılığına yasaklar getirilmektedir. Medya sahiplerinin
devlet ihalelerini alabilmesine olanak tanınması ise, siyasette ve ekonomi
yönetiminde büyük bir tehdit ve çarpıklık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla da
yetinilmemekte, ağırlaştırılan para, kapatma ve hapis cezalarıyla, haberleşme iletişim
özgürlüğü cendere altına alınmak istenmektedir (www.tuketiciler.org).
Yasa ile ulusal yayınların yarısı kadar olsa bile, yayın ihlalleri konusunda
yayın yaptıkları nüfusa göre 25 lira ile 125 milyar lira arasında bir ceza ödemek
zorunda kalacak olan yerel medya kuruluşlarının, bir süre sonra kapanmak zorunda
kalacağı bildirilmiş, bu durum “Ekran karartma yerine ocak söndürme cezası” olarak
tanımlamıştır (Ekşi, <http://haber.superonline.com>, 25.04.2002).
67 Deklarasyon Yerel Televizyonlar Birliği, Müstakil Tüketiciler Birliği, Barolar Birliği, HAK-İŞ, Çağdaş Gazeteciler Derneği, BASK, Emek Platformu Bileşenleri, Radyo-TV Çalışanları Birliği Öncü Girişimi, Anadolu Yayıncılar Birliği, KAMU-SEN ve Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından imzalamıştır (www.tuketiciler.org, 26.04.2002). Bu dönemde eleştirilerini ve seslerini duyurmak isteyen yerel yayıncılar deklarasyon dışında da çeşitli kampanyalar düzenlemişlerdir. Örneğin yasayı, “Hür basın ilkelerine ters, Türkiye’nin çağdaşlık yolunda engel ve halkın sesini kısmaya yönelik” bir girişim olarak değerlendiren, İzmir’de yayın yapan Ege TV, Yeni TV, SKY TV, İzmir TV ve Kordon TV çalışanları ve yöneticileri, yasanın çıkarılmasını önlemek için beş dakika ekran karartma eylemi yapmışlardır (www.ntvmsnbc.com/news/149423.asp#BODY).
104
Yerel yayıncıların yanı sıra Türkiye Gazeteciler Sendikası, Radyo Televizyon
Yayıncıları Meslek Birliği, Bilişim Muhabirleri Derneği, Basın Konseyi gibi
yayıncılık alanında faaliyet gösteren meslek birlikleri de yasaya neredeyse tümüyle
karşı çıkmakla birlikte tekelleşme konusunda özellikle durmuşlardır.68 Bu eleştiriler
2001’in Mayıs ayında düzenlenen İletişim Fakülteleri II. Ulusal İletişim Kongresinde
de dile getirilmiş, yasa tasarısının Mecliste kabul edilmesi durumunda
Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesi istenmiş, Kongrede söz alan Galatasaray
Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Özden Çankaya, siyasal iktidarın
tasarıyla “medya sahiplerine ödün vererek, yandaş kazanma yoluna” gittiğini, fakat
“toplumun haberleşme özgürlüğü açısından engeller” getirdiğini ileri sürmüştür
(2001:28-37). 69
Yasanın çok eleştirilen diğer düzenlemesi ise, internet yayıncılığını basın
kanunu içerisinde ele alan madde olmuştur. Başta bilişim sektöründeki yatırımcılar
olmak üzere, yasayı eleştiren tüm kesimler bu düzenlemeye de karşı çıkmışlardır.
“İnterneti yalnızca matbaa, radyo, televizyon çizgisinde en son medya icadı olarak
görmek, bu teknolojinin doğası hakkında önemli bir yanılgıya işaret etmektedir.”
diyen sivil toplum örgütleri ve internet yayıncılığı ile ilgili çeşitli meslek kuruluşları
“Bilişim Sivil Toplum Örgütleri Ortak Platformu”70 olarak RTÜK yasasına karşı bir
68 Bakınız: http://www.ratem.org/duyurular_cekince.htm adresinde “TBMM’de kabul edilerek Cumhurbaşkanı'nın onayına sunulan yasa değişikliği ile ilgili RATEM'in çekinceleri” duyurusu; htpp://www.tgs.org.tr/documents/bulten/bul2001_12html adresinde “RTÜK Yasa Tasarısı'na TGS'den Tepki” duyurusu 69 Ayrıca bakınız: İletişim Fakültelerinin Düzenlediği II. İletişim Kongresi Bildiri Kitapçığı’nda “İletişimde Hukuksal Sorunlar” başlıklı oturum bildirileri (Yayına Hazırlayan: Seher Er). 70 Platformda, ARI - Ari Girişimi, BMD - Bilişim Muhabirleri Derneği, INETD - İnternet Teknolojileri Derneği, DOSIAD - Doğu Anadolu Sanayici ve İşadamları Derneği, LKD - Linux Kullanıcıları Derneği, MTB - Müstakil Tüketiciler Birliği, ODTUMD - ODTÜ
105
deklarasyon yayımlamış ve internetin “çoğul, demokratik ve katılımcı” özelliğine atıf
yaparak, bu yayıncılığın basın yasası kapsamında düşünülmesinin teknik, hukuki ve
demokratik bir hata olacağını savunmuşlardır (htpp://www.bianet.org/2002/04/27/
haber9523.html).
Yasanın RTÜK’ün üye seçimi ile görevlerinde değişiklikler yapan maddeleri
de, üyelerinin yeni seçim şeklinin ve kurulun Başbakanlığa bağlı Yüksek Denetleme
Kurulunca denetlenmesinin öngörülmesi, RTÜK’ü iktidara bağımlı kılacağı için
eleştirilmiştir. Bu konudaki baş aktörlerden biri dönemin RTÜK Başkanı Nuri Kayış,
olmuştur. (www.ntvmsnbc.com <http://www.ntvmsnbc.com>, 28.04.2002).
Yasaya karşı çıkan ve önemli eleştirilerde bulunan bir diğer aktör de
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer olmuştur. Cumhurbaşkanı, “yasakların açık ve
kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde tanımlanması” gerektiği ilkesinden hareketle,
yasanın yayın ilkeleri konusunda önerdiği değişiklikleri, örneğin ikinci maddenin (k)
bendinde yer alan “korku salacak yayın yapılmaması” ifadesini, nesnel bir içerik
taşımadığı için eleştirmiş ve değiştirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Cumhurbaşkanı
ayrıca, RTÜK’e ilişkin değişiklikleri “RTÜK’e siyasi kimlikli kişilerin seçimine
olanak” sağlayacağı için eleştirmiş; üst kurulun kendi verdiği cezalardan para
almasının sakıncalı olduğunu da eklemiştir. Yasada öngörülen para cezalarının
tutarının ise, özellikle bölgesel ve yerel yayın yapan kuruluşlar yönünden son derece
Mezunları Derneği, TBD - Türkiye Bilişim Derneği, TBV - Türkiye Bilişim Vakfı, TESID - Türkiye Elektronik Sanayiciler Derneği, TISSAD - Internet Servis Sağlayıcılar Derneği, TKD - Türk Kütüphaneciler Derneği, TUBIDER - Bilişim Sektörü Derneği, TUBISAD - Türkiye Bilişim Hizmetleri Derneği, TURKMIA - Tıp Bilişim Derneği, TUTED - Tüm Telekomünikasyon İşadamları Derneği, UNAK - Üniversite ve Araştırma Kütüphanecileri Derneği ve YASAD - Yazılım Sanayicileri Derneği yer almıştır. İnternet yayıncılığına ilişkin düzenlemeye getirilen diğer eleştiriler için bakınız: BİA Hukuk Danışmanı Fikret İlkiz’in konuya ilişkin incelemesi, htpp://www.bianet.org/200204/15/haber9266html
106
yüksek olduğunu belirten Cumhurbaşkanı bu durumda, pek çok yayın kuruluşunun
“altından kalkılamaz parasal sorunlar nedeniyle yayınına son vermek zorunda”
kalacağını ifade etmiştir. Yasanın öngördüğü değişikliklerle, “sahip oldukları
televizyon kanalları ya da radyoların yıllık ortalama izlenme ve dinlenme oranı
%20’yi geçmemek koşuluyla bir gerçek ya da tüzel kişi ya da sermaye grubuna, bir
ya da birden fazla televizyon ya da radyo kuruluşunun tümüne ya da bir kısmına
sahip olabilme; televizyon ya da radyo kuruluşu sahiplerine kamu ihalelerine
girebilme ve menkul kıymetler borsalarında işlem yapabilme olanağı sağlandığını”
ileri süren Cumhurbaşkanı, Türkiye’de sadece bir yayın kuruluşunun izlenme
oranının %14-16 oranına ulaşabildiğini hatırlatarak, %20’lik izlenme oranının
kuramsal olarak olanaklı olsa bile, uygulamada ulaşılması güç bir oran olduğunu,
yapılan düzenlemelerin, özellikle büyük sermaye gruplarının televizyon ve
radyoculuk alanında tekelleşmelerine olanak yaratacak içerikte olduğunu, bu
düzenlemelerle “görsel ve işitsel medya alanında tekelleşme ve kartelleşmenin
önlenmesi”nin olanaksız olduğunu dile getirmiştir. Haber alma ve verme hakkının,
haberlere ulaşma özgürlüğünün, izleyici ya da dinleyicinin bireysel hakkı olarak ele
alınıp düzenlenemeyeceğini, bunların izleyici ve dinleyicilerin kolektif hakları
olduğunu ifade eden Cumhurbaşkanı, yasa ile bu konuda alınması gereken
önlemlerin alınamayacağını belirtmiştir. “Düşünceyi açıklama ve yayma
özgürlüğünün, özgün kanaat oluşumunun günümüzdeki en etkin kullanım alanı”
olarak kabul ettiği internet yayıncılığına ilişkin düzenlemeleri de eleştiren
Cumhurbaşkanı, internetin basın yasasına eklenecek bir ek maddeyle
107
düzenlenemeyeceğini, bu konuda yeni bir yasa yapılması gerektiğini ileri
sürmüştür.71
Bu eleştiriler karşısında yasayı savunanların öne çıkardıkları temel argüman
ise yasanın hisselerin nama yazılması zorunluluğunu getirerek, “medya sahipliğini
şeffaflaştırması” olmuştur. Tasarıyı savunanlar 1994’te çıkarılan ve medya
sahipliğini, %20’lik hisse oranıyla sınırlayan yasa karşısında, medya sahiplerinin
başkasının adına hisse alarak kendi hisselerini gizlemelerine ve “sermaye yapısı
hakkında resmi makamların bilgisi olmadan her türlü bozucu, yıkıcı, bölücü”
özellikle “dinci” yayınların yapılabildiğine atıf yaparak, bu yasa ile “maskelerin
düşeceği”ni belirtmişlerdir.72 Bu dönemde, büyük yayın kuruluşları sahipleri ve
yöneticilerinin, konuşma ve açıklamalarında “iletişim özgürlüğü”, “iletişim hakkı”,
“ifade özgürlüğü” gibi kavramlara değinmek yerine “girişim özgürlüğünü” ön plana
çıkardıkları ve yasayı savunma nedenlerinden biri olarak da “girişim özgürlüğüne
getirilen sınırlamaların” kaldırılması gerekliliği olduğunu belirtmişlerdir. Örneğin
CNN Türk Genel Müdürü Taha Akyol, 3984 sayılı RTÜK yasasının, televizyon
sektörüne yatırım yapılması, teknoloji yenilenmesi ve yabancı sermayeyle ortaklık
kurulmasını kısıtladığını ileri sürmüş, tekelleşmeye karşı tedbirlerin yatırımları ve
“girişim özgürlüğünü kısarak değil, pazarı denetleyerek” alınması gerektiğini
savunmuştur. John Keane’nin İngiltere’de, R. Murdoch’un argümanlarıyla 71 Cumhurbaşkanının yasaya getirdiği eleştiriler, değişiklik önerileri ve gerekçeleri için bakınız: htpp://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem21/yil01ss850m.htm internet adresinden “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair 7.6.2001 Tarihli ve 4676 Sayılı Kanun ve Anayasanın 89’uncu Maddesi Gereğince Cumhurbaşkanınca Bir Daha Görüşülmek Üzere Geri Gönderme Tezkeresi ve Anayasa Komisyonu Raporu (1/848)” 72 Bu konuda bakınız, 9 Haziran 2001 tarihli Hürriyet gazetesinde Emin Çölaşan ve Oktay Ekşi’nin yazıları; 10 ve 11 Haziran 2001 tarihli Milliyet gazetelerinde Ertuğrul Özkök’ün yazıları.
108
örneklediği “pazar liberallerinin” savlarını Türkiye’de dile getiren Doğan Medya
Grubunun patronu Aydın Doğan da yasayı desteklemiştir. Zaman Gazetesi yazarı
Nuriye Akman ile bir söyleşi yapan Doğan, medya patronlarının ve yayın
kuruluşlarının borsada işlem yapmasını ve kamu ihalelerine girmesini engelleyen
yasaları artık dünyada geçerliliği olmayan “deli saçması” yasaklar olarak tanımlamış;
4756 sayılı yasaya karşı çıkanları ise “Kürtçe yayınların yayınlanması önlendiği için”
yasaya muhalif olmakla suçlamıştır ( http://www.zaman.com.tr /2002/09/09 /roportaj
/default.htm).
Hükümet dışında, başta büyük yayın kuruluşlarının sahipleri olmak üzere, bu
yayın kuruluşlarının gazeteleri ve bu gazetelerde çalışan bazı köşe yazarları, yasanın
“radyo televizyon sahipliğini saydamlaştıran” bir yasa olduğunu vurgulamış, yasanın
öngördüğü diğer değişiklikleri ise ya göz ardı etmiş, ya da olumlu yönlerine
değinmişlerdir. Örneğin, Milliyet gazetesi 7 Haziran 2001’de, yasaya ilişkin
haberinde, yasanın yerel basına getirilen ve 100 milyarı bulan cezalarını “ulusal
basına verilen cezadan daha düşük tutularak adalet gözetildi” diyerek yorumlamış,
yerel yayıncılığın yüksek para cezaları karşısında yaşayacağı problemlere
değinilmemiştir.
Yasanın çıkış sürecinde, özellikle sivil toplum kuruluşları ve bilişim
sektöründeki yatırımcılar yasa yapımı sürecinden dışlandıklarını ileri sürmüş ve geçiş
kapsamlı bir katılımla yasanın yeniden ele alınması gerektiğini talep etmişlerdir. Bu
dönemde medya patronlarının ve büyük yayın kuruluşlarının yöneticilerinin, yasanın
çıkarılması konusundaki girişimleri, örneğin 2000 yılında, girdikleri enerji ihaleleri
İçtihadı Birleştirme Kurulu tarafından bozulan medya patronlarının, mecliste
109
reddedilen ve kendilerine devlet ihalelerine girebilme olanağı sağlayan tasarının
yeniden gündeme getirilmesi için dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e bir mektup
yazmaları; medya patronu Aydın Doğan’ın ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ile
gizli bir görüşme yaptığına ilişkin iddialar, Cumhurbaşkanı tarafından bazı
maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesine gönderilen yasa konusunda,
mahkemenin patronların görüşme talebini kabul etmesi gibi girişimler eleştirilmiş,
yasanın medya patronlarının isteği doğrultusunda çıkarıldığı iddia edilmiştir.73
Kamuoyunda büyük tartışmalara neden olan tasarı, 2000 yılında meclis
gündemine gelmiş; fakat reddedilmiştir. Bir yıl sonra yeniden meclise gelen yasa
4676 sayılı yasa olarak kabul edilmiş; fakat yasayı onaylamayan Cumhurbaşkanı
tarafından yeniden görüşülmek üzere meclise iade edilmiştir. Mecliste aynen kabul
edilen yasa, 4756 sayılı yasa olarak Cumhurbaşkanlığına sunulmuştur. Yasa 21
Mayıs 2002’de Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmış ve bazı maddelerinin
yürürlüğünün durdurulması için Anayasa Mahkemesine götürülmüştür. Mahkeme 12
Haziran 2002’de yasanın RTÜK’ün üye seçimine, yayın ihlalleri konusunda
öngördüğü asgari cezalara, radyo televizyon kuruluşlarının hisse oranlarına yönelik
maddelerinin yürürlüğünün durdurulmasına karar vermiştir.74
73 Bu konuda bakınız: http://arsiv.hurriyetim.com.tr/hur/turk/01/02/06/turkiye/80tur.htm adresinde “TV yayıncılarından Ecevit'e mektup” başlıklı haber; Ali Karahasanoğlu’nun 8.6.2002 tarihli Vakit Gazetesi’ndeki “Anayasa Mahkemesi medya patronlarını niçin dinledi?” Başlıklı yazısı; htpp://www.aydinlik.com.tr/arsiv/2001/06/03/html#tepe adresinde yer alan “RTÜK yasası için Yılmaz ile Doğan 19 Mayıs’ta İstanbul’da buluştu” başlıklı haber; htpp://www.ntvmsnbc.com adresinde 5 mayıs 2001 tarihli “Erdoğan: peşkeşe taraftar olmayız” başlıklı haber. 74 Anayasa Mahkemesinin konuya ilişkin raporu için bakınız: Resmi Gazete Tarih / Sayı: 14. 06.2002 / 24785 ya da http://www.anayasa.gov.tr/KARARLAR/IPTALITIRAZ/YD/YDK0209.htm
110
4756 sayılı yasanın hisse oranlarıyla ilgili maddelerinin Anayasa Mahkemesi
tarafından yürürlüğünün durdurulmasına rağmen, 2005 yılı mart ayında, bu sefer
yabancı sermayenin bir radyo ve televizyon kuruluşunun tamamına sahip
olabilmesinin önünü açan, 5317 sayılı “Bankalar Kanunu ile Radyo ve
Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun” TBMM’de kabul edilmiştir. İletişim özgürlüğüne getireceği engeller
konusunda tartışılan yasa, Cumhurbaşkanı tarafından “ulusal çıkarlar, Anayasal
kurallar ve kamu yararı ile bağdaşmadığı” gerekçesiyle onaylanmayarak geri
göndermiştir.75
Bu tartışmaların geçtiği 2000’li yılların ilk yarısında “iletişim özgürlüğü”
kavramının yaygın bir şekilde benimsendiği, daha önceki dönemlerde bu görüşü dile
getiren çeşitli meslek örgütleri ve akademisyenlerin yanı sıra bu dönemde
siyasetçilerin de basın özgürlüğü yerine iletişim özgürlüğünü kullanmaya
başladıkları görülmektedir. Örneğin 20-21 Şubat 2003’te düzenlenen İletişim
Şurası’nda konuşan Devlet Bakanı Beşir Atalay, teknolojik gelişmelerin artık “klasik
basın özgürlüğü, basın hukuku kavramları yerine ‘iletişim özgürlüğü’ ve ‘iletişim
hukuku’ gibi yeni kavramları”nı; “günümüzdeki evrensel demokrasi anlayışı”nın ise
“gerçeği öğrenme hakkı” gibi yeni, doğal ve toplumsal hakları ürettiğini; bu hakların
bireysel olduğu kadar kolektif nitelik de taşıdığını; dolayısıyla hem “kamu güçlerinin
otoritesine” hem de “özel güç merkezlerine” karşı korunması gerektiğini belirtmiştir.
Bakan, bu özgürlüğün sağlanması için yapılması gerekenleri ise “iletişim alanında
özgürlüğün ve çoğulculuğun korunması, çeşitliliğin ve seçme imkanlarının
75 Cumhurbaşkanı’nın veto gerekçesinin tamamı için bakınız: www.pmd.org.tr/index.php?option=content&task=view&id=371
111
sağlanması ve özendirilmesi, tekelleşmenin önlenmesi, çalışanların iş güvencelerinin
ve editöryal bağımsızlıklarının sağlanması” olarak sıralamıştır (İletişim Şurası
2003:16-19).
“Basın özgürlüğü” yerine “iletişim özgürlüğü” kavramının kullanılması
gerektiğine ilişkin görüşler de önceki dönemlere göre artmıştır. Daha önceki yıllarda
sadece basına yönelik kongre, kurultay ya da paneller düzenlenirken, 2000 ve 2001
yıllarında iletişim fakültelerinin ortak çalışmalarıyla “I. ve II. İletişim Kongresi”
düzenlenmiş, 2003 yılında RTÜK’ün organizasyonu ve Basın-Yayın ve
Enformasyon Genel Müdürlüğü ile TRT’nin katkılarıyla “İletişim Şurası”
gerçekleştirilmiş ve buradaki tartışmalarda basın, radyo-televizyon-internet
yayıncılığı, sinema, halkla ilişkiler ve reklamcılık sektörlerinde yaşanan sorunlar ve
çeşitli konular ele alınmıştır. Bu tartışmalarda iletişim özgürlüğü kavramı yaygın
olarak kullanılmış ve özellikle konunun hukuksal boyutu ele alınırken “İletişim
Özgürlüğü Yasası”, “İletişim Yasası” veya bu alana ilişkin bir “Çerçeve Yasa” talebi
dile getirilmiş, bu yasanın iletişim alanının tümüne yönelik genel ilkeleri
barındırması talep edilmiştir.
Bu durum “iletişim”in tanımlanmasını da etkilemiş, örneğin, İletişim Şurası
Basın Komisyonu Raporunda “bugünün dünyasında iletişimin, yalnızca bir haber ve
mesaj değişimini değil, aynı zamanda bireysel ve toplu olarak düşünce, olgu, veri
iletim ve değişim eylemlerinin tümünü içine alan bir etkinlik” olduğu kabul edilmiş,
“iletişim özgürlüğü”nün “kamu güçlerinin otoritesine karşı korunduğu gibi, özel güç
merkezlerine karşı da aynı duyarlılıkla korunması”, iletişim alanında çoğulculuğun
korunarak çeşitliliğin ve seçme olanaklarının sağlanması ve özendirilmesi,
112
“tekelleşmenin önlenmesi, çalışanların sadece kamuya karşı değil, iletişim
araçlarının sahiplerine karşı da korunması, iş güvencelerinin ve bağımsızlıklarının da
sağlanması” gerektiği ileri sürülmüştür (2003:644-645).76
Bu dönemde iletişim özgürlüğü konusunda dile getirilen bir diğer talep de
“iletişimin demokratikleşmesi” olmuştur. İletişimde demokratikleşmenin “bireyin,
iletişimin salt bir nesnesi değil, aktif bir ortağı olduğu; ileti çeşitliliğinin arttığı;
iletişimde toplumsal temsil ile katılımın hem nitelik hem de kapsam olarak geliştiği
bir süreç” ile sağlanabileceğini ifade eden Prof. Dr. Özden Cankaya, “iletişim
özgürlüğü” ile toplumdaki tüm bireylere, düşüncelerini açıklayabilmeleri için “eşit
olanaklar içerisinde eşit fırsat” tanınacağını belirtmiştir (2000:139-143).
76 Benzer görüşler için bakınız: İletişim Şurası Radyo Televizyon Yayıncılığı Komisyon Raporu (2001:609-616) ve İletişim Şurası Kamu Yayıncılığı ve TRT Komisyonu Raporu (2003:630-634)
113
II. TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDEKİ İLETİŞİM
ÖZGÜRLÜĞÜ TARTIŞMALARININ ELEŞTİREL RETORİK
ANALİZİ
Bu bölümde TBMM’de 1980 sonrası yayıncılık alanına ilişkin tartışmalarda
iletişim özgürlüğü retoriğinin nasıl kurulduğu incelenecektir. Bunun için öncelikle
analizde hangi yasa tartışmalarına ilişkin hangi meclis genel kurul tutanaklarının
incelendiği kısaca belirtilecek; ardından TBMM’de şekillenen iletişim özgürlüğü
retoriği, tartışmalarda ön plana çıkan konular temel izlek kabul edilerek analiz
edilmeye çalışılacaktır.
A. TEZDE İNCELENEN YASA TARTIŞMALARI
Tezde 1980 sonrası TBMM’de yayıncılık alanına ilişkin yasa tartışmalarının
genel kurul tutanakları incelenecektir. 1980’den günümüze yayıncılık alanına ilişkin
yasalara bakıldığında, Askeri yönetimin ardından 1983 genel seçimleri ile yeniden
açılan TBMM’de 1980’ler boyunca, 1982 Anayasasında bu konuda bir değişikliğin
yapılmadığı, yayıncılık alanına ilişkin düzenlemelerin ise Askeri Yönetim tarafından
çıkarılan 2954 sayılı “Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu”nun TRT gelirleri ile
ilgili maddelerini değiştiren 3093 sayılı yasa ve 1989’da kabul edilen, radyo ve
televizyon verici istasyonlarının TRT denetiminden çıkarılarak, PTT tarafından
kurulup işletilmesini öngören 3517 sayılı yasa ile sınırlı olduğu görülmektedir.
114
Bunun dışında 1980’ler boyunca yayıncılık konusunda meclis tartışmalarında dile
getirilen temel konu TRT yayınlarının taraflılığı ve “ANAP’ın TRT’yi partizan
kullanımı”na ilişkin muhalefet eleştirileri olmuş; bu durumun giderilmesi amacıyla
muhalefet partileri 2954 sayılı yasada değişiklikler öngören çeşitli yasa tasarıları
önermişlerdir. Tezde 1980’lerdeki meclis tartışmalarına örnek olarak TRT’nin
tarafsızlığını sağlamaya ilişkin yasa önerilerinin görüşüldüğü bu tutanaklar ile
1989’da kabul edilen 3517 sayılı yasaya ilişkin tartışma tutanakları analiz edilecektir.
1990’lar ise özel radyo-televizyon yayıncılığının başlamasıyla birlikte,
1980’lerden farklı olarak, yayıncılık alanına ilişkin anayasa maddelerinin
değiştirilmesine ve yeni bir radyo-televizyon yasasının çıkarılmasına tanıklık
etmiştir. Özellikle 1990’ların ilk yarısında çıkarılan, Anayasanın yayıncılıkta devlet
tekelini öngören 133. maddesini değiştiren 8 Temmuz 1993 tarihli 3913 sayılı yasa
ve 13 Nisan 1994’te kabul edilen 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve
Yayınları Hakkında Kanun (İçel, 1998:344-347) ile yeni yayıncılık düzeninin yasal
sınırları çizilmiş, yasa tasarılarını tartışan 19. Dönem milletvekilleri bugün de büyük
oranda geçerli olan yayıncılık düzeninin ana ilkelerini tespit etmişlerdir. Genel
nitelikleriyle yeni yayıncılık düzeninin yasal aktörlerini, yayın kuruluşlarının yapısını
ve yayın ilkelerini düzenleyen bu yasaların parlamentoda tartışıldığı birleşim
tutanakları, milletvekillerinin iletişim özgürlüğü konusuna yaklaşımları konusunda
önemli veriler sağlamaktadır.
2000’li yıllarda yayıncılık alanına ilişkin temel yasalar ise: 3 Ekim 2001
tarihinde kabul edilen ve içlerinde Anayasanın, “Düşünceyi Açıklama ve Yayma
Hürriyeti” ve “Kamu Tüzelkişilerinin Elindeki Basın Dışı Kitle Haberleşme
115
Araçlarından Yararlanma Hakkı” başlıklarını taşıyan 26 ve 31. maddeleri de yer alan
37 maddesinin değiştirilmesini öngören 4709 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun”; 14 Mayıs
2002’de kabul edilen ve 3984 sayılı yasada değişiklikler öngören 4756 sayılı yasa;
15 Mart 2005’te kabul edilen ve 3984 sayılı yasada değişiklik yaparak, yabancı
sermayenin Türkiye’de bir radyo veya televizyon kuruluşunun tamamına sahip
olmasının yolunu açan 5317 sayılı yasa olmuştur. Bu yasalara ilişkin tartışma
tutanakları da tezde incelenen tutanaklar arasında yer alacaktır.
Aşağıda, 1980’den günümüze yayıncılık alanına ilişkin sıralanan bu temel
yasaların temel özellikleri, TBMM’de hangi tarih ve birleşimlerde görüşüldüğü,
TBMM’de yasalara ilişkin tarafların kimlerden oluştuğu ve yasaların oylama
sonuçları özetlenmeye çalışılacaktır. Sonraki bölümde de, bu birleşimlerdeki
tartışmalarda öne çıkan izleklerden hareketle TBMM’de “iletişim özgürlüğünün”
ifade edilme biçimleri, hangi retorik motiflerin kullanıldığı, tarafların konuya ilişkin
hangi argümanları geliştirdikleri incelenecektir.
a. 2954 Sayılı Yasada Değişikler Talep Eden Yasa Tasarıları ile 3093
Sayılı TRT Gelir Kanununda Değişiklik Yapan Yasaların Görüşüldüğü
TBMM Birleşimleri
4 Aralık 1984’te kabul edilen 3093 sayılı yasa ile TRT gelirleri arasında yer
alan ruhsat ücretleri kaldırılmış, bunun yerine radyo, televizyon, video ve birleşik
cihazlar için bir defa ödenmek üzere bandrol ücreti getirilmiş, ayrıca elektrik enerjisi
116
tahsilatından TRT’ye pay ayrılmıştır. 1986’da yasanın bandrol başvuruları için
öngördüğü süre iki yıl daha uzatılmış, 1987 değişikliği ile de TRT’nin gelir
kaynakları arasına film, bant, plak, nota, dergi, kitap ve benzerlerinin yayın ve
satışından, radyo ve televizyonla ilgili her türlü ticari ortaklıklardan ve düzenlenecek
konser, temsil gibi programlara giriş ücreti ve buralarda yayınlanacak reklamlardan
elde edilecek gelirler eklenmiştir (Kejanlıoğlu, 2004:255-258). Yasaya ilişkin
tartışmaların parlamenterlerin TRT dönemindeki iletişim özgürlüğü anlayışına ilişkin
görüşlerini yansıtabileceği düşünülmektedir.
Yasanın görüşüldüğü 17. Dönem, 1987 yılı 116. birleşimdeki tartışmalara
bakıldığında, tasarı üzerinde sadece muhalefetteki DYP ve DSP parti grupları adına
konuşmalar yapıldığı görülmektedir. “3093 Sayılı TRT Gelirleri Kanununun Bazı
Hükümlerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” başlığını taşıyan tasarı TBMM
genel kurulunda kullanılan 239 oy içerisinde 179 kabul, 59 ret ve 1 geçersiz oyla
kabul edilmiştir.77
TRT’nin gelirleriyle ilgili 2954 sayılı yasada yapılan bu değişiklik dışında,
muhalefet partili milletvekillerinin, yasanın TRT’nin ayda 30 dakikayı geçmemek
kaydıyla hükümet icraatlarının halka iletmesini öngören 19. maddesi; TBMM’de
grubu bulunmayan siyasi partilerin haber değeri bulunan açıklama ve faaliyetlerinin
yayınlanmasını engelleyen 20. maddesi ve TBMM genel kurul çalışmalarına yönelik
radyo ve televizyon yayınlarını düzenleyen 21. maddesinin değiştirilmesini talep
eden yasa teklifleri de meclis genel kurulunda görüşülmüş; fakat reddedilmiştir
(Kejanlıoğlu, 2004:250-253). Bu tekliflere ilişkin meclis genel kurul görüşmeleri
77 Bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 17, Cilt: 42, Birleşim: 116, 15.06.1987
117
parlamentoda, yayın içerikleri, TRT’nin tarafsızlığı, bağımsızlığı ve yayıncılık
alanındaki çoğulculuk konusundaki görüşlerin dile getirilmesine olanak
sağlayabileceği için tezde incelenen oturumlar arasında yer alacaktır. 1984, 1985 ve
1987’de meclis gündemine gelen bu değişiklik önerileri içerisinde, 1985 ve 1987’de
meclis genel kurulunda tartışılanlar incelenecektir. 26 Şubat 1985’te meclis genel
kurulunda görüşülen değişiklik önerisi muhalefet partisi İstanbul Milletvekilleri Reşit
Ülker ile Doğan Kasaroğlu ve iki arkadaşı tarafından; 1987’de aynı değişiklik
taleplerini yineleyen yasa önerisi ise yine İstanbul Milletvekili Doğan Kasaroğlu ve
on üç arkadaşı tarafından hazırlanmış, tasarıların görüşülmesi sırasında sadece
muhalefet parti grupları adına konuşmalar yapılmış, tasarıların aleyhinde
konuşulmamıştır. Muhalefet sözcülerinin TRT’nin “tarafgir ve kalitesiz” yayınlarına
getirdikleri eleştirilerin ardından oylanan tasarılar kabul edilmemiştir.78
b. 3517 sayılı Radyo ve Televizyon Verici İstasyonlarının Posta Telgraf
ve Telefon İşletmesi Genel Müdürlüğü Tarafından Kurulması ve
İşletilmesi Hakkında Kanunun Görüşüldüğü TBMM Birleşimleri
1980’lerde yayıncılık alanına ilişkin bir diğer önemli yasa da “radyo ve
televizyon verici istasyonlarının ve program linklerinin kurulması ve işletilmesi”
görev ve yetkilerini TRT’den alarak PTT’ye devreden, böylece TRT’nin yayıncılık
alanındaki tekelini daraltan 3517 sayılı “Radyo ve Televizyon Verici İstasyonlarının
78 Bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 17, Cilt: 13, Birleşim: 65, 26.02.1985 ve TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 17, Cilt: 42, Birleşim: 116, 15.06.1987
118
Posta Telgraf ve Telefon İşletmesi Genel Müdürlüğü Tarafından Kurulması ve
İşletilmesi Hakkında Kanun” olmuştur (İçel, 1998:299).
Bu kanuna ilişkin tartışmalar özellikle “TRT tekelinin daraltılması” ve
“yayıncılığın özelleştirilmesi tehlikesi”ne ilişkin eleştiriler içermesi açısından tez için
önemlidir. Kanun tasarısı 11 ve 12 Ocak 1989’da TBMM genel kurulunda
görüşülmüş, muhalefetteki SHP ve DYP’nin karşı çıktığı tasarı 229 üyenin katıldığı
oylama sonucunda 196 kabul, 33 ret oyu ile kabul edilmiştir.79 Bununla birlikte,
kanunun Anayasanın 133. maddesine aykırı olduğunu ileri süren SHP TBMM Grubu
adına Hikmet Çetin, kanunun 1., 2., 6., 7., ve geçici 1. ve 2. maddelerinin iptali
istemiyle Anayasa mahkemesine başvurmuş, mahkeme 18 Mayıs 1990’da yasanın
hükümlerini iptal etmiştir (İçel, 1998:300).
c. 1982 Anayasasının 133. Maddesinin Değiştirilmesine Dair 3913 Sayılı
Kanun Tasarısının Görüşüldüğü TBMM Birleşimleri
Anayasanın 133. maddesinin değiştirilmesine yönelik ilk yasa teklifi
çalışmaları 1992 yılında başlamış, fakat anayasa değişikliği için gereken oy oranının
sağlanamaması nedeniyle tasarı bir yıl sonra meclis gündemine alınabilmiştir. Tezde
Anayasanın 133. maddesinin değiştirilmesine ilişkin yasa tasarısının ele alındığı,
79 Yasanın TBMM Genel Kurulu’nda görüşüldüğü birleşim tutanakları için bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 18, Cilt: 22, Birleşim: 53, 11.01.1989 ve TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 18, Cilt: 22, Birleşim: 54, 12.01.1989
119
TBMM’nin 1993 yılı, 115, 122 ve 125. birleşim tutanakları incelenecektir.80 Bu
dönemde TBMM’de Süleyman Demirel ve Erdal İnönü başkanlığındaki DYP-SHP
Koalisyonu iktidardadır. Mecliste yer alan diğer partiler ise DYP, ANAP, SHP, CHP,
DSP, RP, MHP ve BBP’dir.81
Tartışmalar sırasında tüm partilerin Anayasanın 133. maddesinin
değiştirilmesi gerektiğini kabul ettikleri görülmektedir. Yasaya ilişkin tartışmalar
daha çok yapılan değişikliğin niteliğini belirleyen birinci madde üzerinde
yoğunlaşmıştır. Tasarının bu maddesi ilk önerildiği şekliyle dört fıkradan oluşmuştur.
İlk fıkra ile özel radyo-televizyon yayınlarına izin verilmiş, ikincisinde bu yayınların
genel özellikleri saptanmış, üçüncü fıkrayla yayınlar konusunda en yüksek kuruluş
olarak tanımlanan Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK’ün) genel yapısı
tanımlanmış ve son fıkrayla da TRT ile kamu tüzel kişilerinden yardım gören haber
ajanslarının özerklik ve tarafsızlığı öngörülmüştür. Maddeye ilişkin, milli güvenlik
ve ahlakın korunması, TRT’nin ve AA’nın özerkliğinin sağlanması, siyasi partilere
yönelik yayınların tarafsızlığının sağlanması, temel insan hak ve özgürlüklerinin
korunması, yayın dili konusunda sınırlamaların getirilmemesi gibi yasaya ilişkin en
çok tartışılan konulara değinen 19 değişiklik önergesi verilmiş, bu önergeler
içerisinde sadece birinci maddenin her fıkrasının ayrı ayrı oya sunulmasını talep eden
önerge kabul edilmiş, diğer önergeler reddedilmiştir. Önergeler üzerinde sadece bir
80 Bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:37 Birleşim:115, 22.6.1993; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:38 Birleşim:122, 5.7.1993; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:38 Birleşim:125, 8.7.1993 81 20 Ekim 1991 seçimlerine RP ile ittifak içerisinde giren MÇP 19 milletvekili çıkarmıştır. Bu milletvekilleri 27 Aralık 1991’de RP’den ayrılmışlar; 29 Aralık 1991’de ise MÇP’ye geçmişlerdir. 12 Aralık 1992’de Muhsin Yazıcıoğlu önderliğinde altı milletvekili MÇP’den ayrılarak BBP’yi kurmuş (www.bbp.org.tr); MÇP ise 24 Ocak 1993 olağanüstü kongresinde MHP adını almıştır (www.mhp.org.tr).
120
konuşma yapılabilmiş, ilk konuşmanın ardından Meclis İçtüzüğü gereği, komisyon
tüm önergelere “katıldığını” bildirdiği için önerge sahiplerine konuşma hakkı
verilmemiştir. Bu durumu “Hükümet ve Komisyonun danışıklı tutumu” olarak
tanımlayan ve konuşmalarının kasıtlı olarak engellendiğini ileri süren DSP, RP ve
CHP milletvekilleri oturumu terk etmiş, önergelerin sonunda maddenin oylanması
sırasında karar yeter sayısı bulunmadığı için, oturum kapatılmıştır (TBMM Tutanak
Dergisi, D. 19, C.37 B.115, s. 197).
Sonraki birleşimlerde tasarının tartışmalı ilk maddesi Meclis Grup
Başkanvekillerinin ortak önergesiyle değiştirilerek kısaltılmış, yayın ilkeleri ve
RTÜK’ün yapısıyla ilgili maddelerin düzenlenmesi, aynı dönemde çalışmaları devam
eden radyo-televizyon yasasına bırakılmıştır. Tasarının, Anayasaya geçici bir 17.
madde getiren ve “Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun ilk iki ve dört yıl sonunda
değişecek olan üyeleri ad çekmeyle belirlenir” diyen ikinci maddesi de yine Meclis
Grup Başkanvekillerinin ortak önergesiyle yasa tasarısından çıkarılmış (TBMM
Tutanak Dergisi, D. 19, C.38 B.122, s. 14-17), böylece Anayasanın 133. maddesi, 8
Temmuz 1993’teki 125. birleşimde meclis parti gruplarının ortak önergesiyle
değiştirilerek gizli oya sunulmuş ve 3913 sayılı yasa değişikliği 310 kabul, 55 ret ve
17 çekimser oyla kabul edilmiştir. (TBMM Tutanak Dergisi, D. 19, C.38 B.122, s.
197, 207).
121
d. 3984 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında
Kanunun Görüşüldüğü TBMM Birleşimleri
Anayasada yapılan değişiklikle özel radyo televizyon istasyonlarının yasal
zeminin sağlanmasının ardından, 1993 yılında radyo-televizyon yayınlarını
düzenleyecek yeni yasa tasarısı görüşmelerine de başlanmıştır. 4 Kasım 1993’te
mecliste görüşülmeye başlanan tasarı, 13 Nisan 1994 tarihli oturumda görüşmeleri
tamamlanarak kabul edilmiştir. Tezde bu tasarının TBMM’de görüşüldüğü 4 Kasım
1993 tarihli 24., 10 Kasım 1993 tarihli 26., 11 Kasım 1993 tarihli 27. ve kabul
edildiği 13 Nisan 1994 tarihli 89. Bileşimlerinin tutanakları incelenecektir. Bu
dönemde de DYP-SHP koalisyonu iktidarda iken CHP, ANAP, DSP, RP, MHP ve
BBP muhalefette yer almıştır.
Tasarı genel olarak özel radyo-televizyon yayın ilkelerini belirlemiş, bu
yayınların denetlenmesi ile kanal frekans tahsisinin yapılmasıyla görevli bir üst kurul
oluşturulmasını önermiş, radyo-televizyon yayıncılığı yapabilecek kuruluşların genel
özelliklerini saptamış ve bu yayınlar aracılığıyla işlenecek suçlara ilişkin cezaları
öngörmüştür.
Tutanaklar incelendiğinde tasarının en çok tartışılan bölümlerinin yayın
ilkelerini düzenleyen 4. madde, RTÜK’ün seçimi ile görev süresini belirleyen 6.
madde, “milli güvenliğin açıkça gerekli kıldığı hallerde yahut kamu düzeninin ciddi
şekilde bozulması kuvvetle ihtimal dahilinde ise başbakan veya görevlendireceği
bakan(a)” yayını durdurabilme yetkisi veren 25. madde ve özel radyo-televizyonların
122
kuruluş, hisse oranları ve mülkiyet yapılarını düzenleyen 29. madde olduğu
görülmektedir.82
e. 3984 Sayılı Yasada Değişiklikler Öngören 4756 Sayılı Yasanın
Görüşüldüğü TBMM Birleşimleri
2000 yılında “3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları
Hakkında Kanun”da bazı değişiklikler yapılmasını öngören yasa tasarısı Meclis
gündemine gelmiş fakat reddedilmiştir. Bir yıl sonra yeniden meclis gündemine
gelen tasarı 6 Haziran 2001’de 4676 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve
Yayınları Hakkında Kanun, Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar
Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun" olarak yasalaşmış; bu sefer
de yasayı onaylamayan Cumhurbaşkanı tarafından yeniden görüşülmek üzere
meclise iade edilmiştir. Mecliste tekrar görüşülen yasa 4756 sayılı yasa olarak aynen
kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanı 21 Mayıs 2002’de onaylamış ve bazı maddelerinin
yürürlüğünün durdurulması için Anayasa Mahkemesine göndermiş, mahkeme bazı
maddelerinin yürürlüğünü durdurmuştur.83 Tezde yasa tasarısının Meclis genel
kurulunda görüşüldüğü 21. Dönem, 3. yasama yılı, 107, 108, 110, 111 ve kabul
edildiği 6 Haziran 2001 tarihli 113. birleşimler ile Cumhurbaşkanının iade etmesi
82 Yasa tartışmalarında en çok önerge verilen maddeler de bunlar olmuş, yayın ilkeleri konusunda 9 (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem.19, Cilt.42, Birleşim. 24, s. 574-588); RTÜK’ün yapısı ve üye seçimine ilişkin madde hakkında 11 (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem.19, Cilt.42, Birleşim. 26, s. 163-185); 25. madde hakkında 5 (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem.19, Cilt.57, Birleşim. 89, s. 470-473) ve radyo televizyonların kuruluş ve yapılarına ilişkin 29. maddeye yönelik 14 değişiklik önergesi verilmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem.19, Cilt.57, Birleşim. 89, s. 493-499). 83 Yasa ile ilgili daha geniş bilgi için bakınız bu çalışmanın 133-135. sayfaları.
123
sonucu yeniden görüşülerek aynen kabul edildiği 4. yasama yılı 95 ve 99.
birleşimleri incelenecektir.84
Bu birleşimlere bakıldığında, hükümetteki DSP-MHP-ANAP koalisyonu
tasarıyı desteklerken, 2001 yılı tartışmalarında meclisteki muhalefet partileri DYP ve
FP; 2002 tartışmalarında ise kapatılan FP’nin ardından açılan SP ile AKP’nin
tasarıya karşı çıktığı görülmektedir.
Hem 2001 hem de 2002 yılındaki tartışmalarda yasanın en çok eleştirilen ve
değişiklik önergesi verilen maddeleri özel radyo-televizyon istasyonlarının kuruluş
ve hisse oranlarını düzenleyen yayın ilkelerini düzenleyen 2., RTÜK’ün seçimi ve
görev süresini düzenleyen 3., yayın cezalarının miktarını değiştiren 12. ve radyo
televizyonların kuruluş ve hisse oranlarında değişiklikler öngören 13. maddeleri
olmuştur. Tasarı 2001 yılında yapılan açık oylamada 203 kabul oyuna karşılık 55 ret
ve 1 çekimser oyla kabul edilirken, 2002’de yapılan açık oylamada 201 kabul oyuna
karşılık oylamada 87 ret, 3 çekimser ve 1 mükerrer oyla kabul edilmiştir.
84 Bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:64, Birleşim:107, 23.05.2001; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:64, Birleşim:108, 24.05.2001; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:64, Birleşim:109, 29.05.2001; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:110, 30.05.2001; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:111, 31.05.2001; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:113, 06.06.2001; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:107, 23.05.2001; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:94, Birleşim:95; 02.05.2002; TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt: 94, Birleşim:99; 14.05.2002.
124
f. 4709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinin
Değiştirilmesi Hakkında Kanun’a İlişkin TBMM Birleşimleri
TBMM'de grubu bulunan siyasi partilerden ikişer temsilcinin görev aldığı
Partilerarası Uzlaşma Komisyonunca hazırlanan ve düşünce özgürlüğünden, ölüm
cezasına, parti kapatmalardan, Meclis'in af çıkarma yetkisine kadar bir çok konuda
önemli değişiklikler içeren 37 maddelik Anayasa değişikliği paketi, 14 Haziran
2001'de kamuoyuna açıklanmış, 6 Eylül 2001'de ise TBMM Başkanlığı'na
sunulmuştur. TBMM Başkanı Ömer İzgi 7 Eylül'de, Anayasanın Bazı Maddelerinin
Değiştirilmesi Hakkında Kanun Teklifini görüşmek üzere TBMM’yi 17 Eylül 2001
Pazartesi günü olağanüstü toplantıya çağırmış; yasa teklifinin genel kurul
görüşmeleri, 24 Eylül - 3 Ekim 2001 tarihleri arasında yapılmış, tasarıda öngörülen
üç madde reddedilerek, 34 tanesi kabul edilmiştir. Böylece Anayasanın 34
maddesinde yapılan değişiklikler, Anayasa değişikliğine ilişkin 4709 sayılı yasa
olarak 17 Ekim 2001'de Resmi Gazetenin mükerrer sayısında yayımlanarak
yürürlüğe girmiştir.85
Tezde tasarının, iletişim özgürlüğü ve yayıncılık alanı açısından önemli
maddeleri arasında yer alan Anayasanın “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”
başlığını taşıyan 26. maddesi ile “Kamu tüzelkişilerinin elindeki basın dışı kitle
haberleşme araçlarından yararlanma hakkı” başlığını taşıyan 31. maddesinde
değişiklik yapan 9 ve 11. maddelerine ilişkin TBMM Genel Kurul görüşmeleri
incelenmiştir. İlgili maddeler TBMM’nin 25 Eylül 2001 ve 26 Eylül 2001 tarihli 132
85 Bakınız: Resmi Gazete: 17.10.2001 - 24556 Mükerrer
125
ve 133. birleşimlerinde ele alınmış; yapılan gizli oylamada 9. madde kullanılan 429
oy içerisinde, 397 kabul, 28 ret, 1 çekimser, 1 boş, 2 geçersiz oy ile; 11. madde ise
kullanılan 461 oy içerisinde 442 kabul, 14 ret, 2 çekimser, 3 boş oy ile Anayasanın
öngördüğü beşte üç çoğunluk sağlanarak kabul edilmiştir.86
g. 3984 Sayılı Yasada Değişiklik Öngören 5317 Sayılı Kanununun
Görüşüldüğü TBMM Birleşimleri
5317 sayılı kanunun tasarısı 15 Mart 2005’te TBMM Genel Kurulunda
görüşülmüş ve kabul edilmiştir. Kanun iki temel konu üzerinde, Tasarruf Mevduatı
Sigorta Fonunun (TMSF) yönetim ve denetiminde olan şirketlerin, varlıkların ve
diğer aktif değerlerin satışına ilişkin düzenlemeler getirmiş, bu çerçevede, birinci
maddesi ile 4389 sayılı “Bankalar Yasası”nın 15. maddesinde; ikinci maddesi ile de
3984 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun”un 29
uncu maddesinde değişiklik öngörmüştür.
Yasa tasarısına ilişkin Genel Kurul konuşmalarına bakıldığında iktidardaki
AKP ve hükümet adına söz alan konuşmacıların tasarıyı desteklerken, muhalefet
partisi CHP adına söz alan konuşmacıların tasarıya karşı çıktıkları görülmektedir.
Şahısları adına söz alan konuşmacılar içerisinde de CHP’li milletvekilleri ile AKP
İstanbul Milletvekili Nevzat Yalçıntaş tasarıya karşı çıkmış; diğer milletvekilleri
tasarıyı desteklemiştir.
86 Bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:70, Birleşim:132, 25.09.2001 ve TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:133, 26.09.2001. Tasarının yasalaşma süreci hakkında daha ayrıntılı bilgi için ayrıca bakınız: http://www.belgenet.com/2001/anayasa37_03.html
126
Tasarının 3984 sayılı yasada değişiklikler öngören çerçeve ikinci maddesi
hakkında üç değişiklik önergesi verilmiş; bu önergelerden maddenin anayasaya
aykırı olduğu için tasarıdan çıkarılmasını öngören İzmir Milletvekili Kemal Anadol
ve arkadaşlarının önergesi ile yabancı sermayenin bir radyo ve televizyon
kuruluşundaki hisse payını %49 ile sınırlayan İstanbul Milletvekili Nevzat Yalçıntaş
ve arkadaşlarının önergesi reddedilirken; maddede kelime hatasını düzelten İrfan
Gündüz ve arkadaşlarının önergesi kabul edilmiştir.
127
B. İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ TARTIŞMALARININ TEMEL
İZLEKLERİ
1980’den günümüze TBMM’deki yayıncılık alanına yönelik temel yasaların
tartışıldığı birleşim tutanaklarına bakıldığında, iletişim özgürlüğü tartışmalarının
genel olarak, TRT’nin görevleri; TRT yayınlarının taraflılık, özerkliği; yayıncılık
alanının kurallardan arındırılması (yayıncılıkta devlet tekelinin kaldırılması, özel
yayın kuruluşlarının mülkiyet yapılarının düzenlenmesi, medya patronlarının siyasi
ve ekonomik eylemlerinin sınırlarının çizilmesi, yerel yayıncılığın durumu…),
yayınların denetimi (milli güvenliğin ve milli ahlakın korunması, RTÜK’un yapısı ve
görevleri …) ve yurttaşların kendilerini ifade edebilmelerine olanak tanınması
(anadilde yayın hakkı, dezavantajlıların yayınlara erişimi…) gibi konular üzerinde
odaklandığı görülmektedir. Bu tartışmaların incelenmesi, ilgili politika konularının
ön plana çıktığı ya da tartışıldığı yasa tasarısı tartışmalarının tarihsel sırası takip
edilerek yapılacaktır.
a. Kamu Hizmeti Yayıncılığı ve TRT’ye İlişkin Tartışmalarda İletişim
Özgürlüğünün İfade Edilme Biçimleri
1980 sonrası TBMM’de yayıncılık alanına ilişkin yasa tartışmalarında kamu
hizmeti yayıncılığının ayrı bir konu olarak ele alınmadığı, kamu hizmeti
yayıncılığına ilişkin bir tanımlama ya da politika geliştirme çabasının olmadığı
görülmektedir. Bununla birlikte bir kamu hizmeti yayın kuruluşu olarak TRT
özellikle 1980’lerdeki tartışmaların merkezinde yer almış, kamu yayıncılığından
128
ziyade TRT yayınları tartışılmıştır. Bu tartışmalarda “iletişim özgürlüğü” kavramı
kullanılmamakla birlikte “yayınların tarafsızlığı”, “TRT’nin özerkliği” ve
“yayınlarda çoğulculuk” milletvekillerince sıklıkla atıf yapılan ve ulaşılması gereken
hedefler olarak dile getirilmiştir.
1987 yılında 116. TBMM birleşiminde görüşülen ve 2954 sayılı TRT Kanunu
ile TRT’nin gelirlerinde değişiklik yapılmasına ilişkin tartışmalara bakıldığında, dile
getirilen ilk konunun TRT yayınlarının taraflılığı olduğu görülmektedir. 1940’larda
radyo yayınları konusunda DP ile CHP arasında geçen tartışmalara benzer şekilde,
iktidar ve muhalefet partilerine TRT ekranlarında verilen sürelerin karşılaştırıldığı,
bu konuda iktidar ve muhalefet arasında atışmaların yaşandığı tartışmalarda;
muhalefetin dile getirdiği temel konu; TRT yayınlarının “milletin çoğunluğuna” veya
“çeşitli kesimlere” kapalı tutulurken; hükümet ve “Özal ailesi”ne yayınlarda çok
fazla ve tarafgir bir şekilde yer verilmesi olmuştur. Bu dönemde TRT’den beklenen
görevi “vatandaşlarımızı aydınlatmak, biçimlendirmek, yönlendirmek” olarak
özetleyen Ağrı Milletvekili Paşa Sağıroğlu, TRT yayınlarını “ekran milletin büyük
çoğunluğuna kapalı; imtiyazlı bazı derneklere, bazı kişilere, bazı kuruluşlara ve
(hükümete) açık” diyerek eleştirmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 17, Cilt:
42, Birleşim: 116, s.192). Aynı birleşimde DYP Grubu adına konuşan Edirne
Milletvekili Türkan Turgut Arıkan da TRT’yi “nüfusun yüzde 40’ı kırsal kesimde”
yaşadığı halde, yayınları kırsal kesime ve çiftçilere hitap etmediği; çocuk programları
ise “yabancı kültürü aşıladığı” için eleştirmiştir. Milletvekili “çeşitli kesimlere”
yönelik yayın yapması gerekirken hükümet yanlısı yayın yapan TRT’yi “TRT için
varsa yoksa Özallar ve Anavatan Partisi” diyerek eleştirmiştir (TBMM Tutanak
Dergisi, Dönem: 17, Cilt: 42, Birleşim: 116, s.209). Aynı oturumda DSP Grubu
129
adına söz alan Kars Milletvekili Ömer Kuşhan ise “öztürkçe” kelimelerin
yasaklandığı; Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalınmadığını belirttiği TRT
yayınlarının “bir an önce olması gereken milli doğrultuya” çekilmesi gerektiğini dile
getirmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 17, Cilt: 42, Birleşim: 116, s.211,212)
Bu dönem tartışmalarında TRT’nin toplumun farklı kesimlerine yönelik
yayınlarında tarafsız olması gerektiği dile getirilmekle birlikte, bu talebin toplumda
var olan kültürel çeşitlilikten çok; farklı siyasi partilere TRT ekranlarında yer
verilmesine yöneldiği görülmektedir. Tartışmalarda çok sınırlı da olsa dile getirilen
çeşitli kesimlere yönelik programların yetersizliği sorunu ise; toplumsal çeşitliliğin
kendini ifade aracı olarak TRT’den faydalanabilmesinin imkanları olarak değil; tek
yönlü bir ilişki içerisinde TRT’de bu kesimlere yönelik “aydınlatıcı ve yönlendirici”
yayınların yapılması olarak anlaşılmıştır.
Bu durum tartışmalarda TRT’nin bir kamu hizmeti yayıncısı olarak değil de
“devlet televizyonu” olarak tanımlanmasında da kendisini göstermektedir. “Kamu
hizmeti yayıncılığı” tanımlaması yerine tartışmalarda, yayıncılık hizmetinin
nitelikleri yerine “yayın tekeline” atıf yapılarak “yayıncılıkta devlet tekeli”
tanımlaması kullanılmıştır. TRT’ye ilişkin “devlet televizyonu” tanımlaması ancak
1990’ların ilk yarısında TRT’nin özerkliğinin kabul edilmesinin ardından değişmeye
ve TRT “kamu yayıncısı” olarak tanımlanmaya başlanmıştır.
TBMM tartışmalarında, kamu hizmeti yayıncılığı 1980’lerde “aydınlatıcı,
yönlendirici yayınların” yapılması talebi, TRT yayınlarının taraflılığı ve çeşitliliğe
kapalılığına ilişkin eleştiriler üzerinde odaklanılarak ele alınırken; özel radyo-
televizyon yayıncılığının yasal zeminin kurulduğu ve alanın temel ilkelerinin
130
belirlendiği 1990’ların ilk yarısındaki yasa tartışmalarında, TRT dışında da kamu
hizmeti yapan kurumlara örneğin belediye ve farklı kamu kuruluşları radyolarına yer
verilmesi talebi dile getirilmiş; TRT yayınları yayıncılık alanına ilişkin tartışmaların
merkezinden uzaklaşmaya başlamıştır. Yine bu dönemde milletvekilleri özel yayın
kuruluşlarının da “kamu hizmeti” anlayışı çerçevesinde yayın yapması gerektiğini
kabul etmiş; örneğin 1993 yılında Anayasanın 133. maddesinin değiştirilmesine
ilişkin yasanın birinci maddesine verilen değişiklik önergelerinin çoğunluğu,
yayınların çoğulcu ve özgür olmasının yanı sıra, kamu hizmeti anlayışı çerçevesinde
yapılması gerektiğini de dile getirmiş fakat “kamu hizmeti”nden ne kastedildiği
açıklanmamış ve tartışılmamıştır. Aynı durum devletçe kamu tüzelkişiliği olarak
kurulan radyo ve televizyon kurumu ile kamu tüzelkişilerinden yardım gören haber
ajanslarına ilişkin talepler için de geçerli olmuş, bu kuruluşların özerk ve tarafsız
olması gerektiği kabul edilmiş fakat yeni yayıncılık düzeninde bu kuruluşlara düşen
görevlere ilişkin bir tartışma yapılmamıştır.
1990’ların ikinci yarısı ile 2000’li yıllarda meclis gündemine gelen yayıncılık
alanına ilişkin tartışmalarda ise kamu hizmeti yayıncılığının veya TRT’nin ayrı bir
konu olarak ele alınmadığı, tartışmaların özel yayın kuruluşları ve bu kuruluşlarının
mülkiyet yapıları ve genel olarak yayın ilkeleri çerçevesinde şekillendiği
görülmektedir.
131
b) Yayıncılık Alanının Kurallardan Arındırılması Tartışmalarında
İletişim Özgürlüğünün İfade Edilme Biçimleri
Yayıncılık alanının kurallardan arındırılması tartışmaları, 1980 sonrası
TBMM’de yayıncılık alanına ilişkin tartışmalar içerisinde en temel konulardan biri
olmuştur. Bu tartışmalara bakıldığında; devlet tekelinin kırılması/özel yayıncılığa
geçilmesi; yeni yayıncılık döneminde radyo-televizyon yayını yapacak aktörlerin
belirlenmesi; özel yayıncılık kuruluşlarının mülkiyet yapılarının belirlenmesi, medya
patronlarının ekonomik eylemlerinin düzenlenmesi ve yayıncılığın uluslararası
sermayeye açılması konularının ön plana çıktığı görülmektedir. Bu nedenle
yayıncılık alanının kurallardan arındırılmasına (deregülasyonuna) ilişkin TBMM
tartışmalarında iletişim özgürlüğünün tanımlanma ve ifade edilme biçimleri bu
konular üzerinde odaklanılarak saptanmaya çalışılacaktır.
1. Devlet Tekelinin Kırılması ve Özel Yayıncılığın Başlamasına İlişkin
Tartışmalarda İletişim Özgürlüğü Retoriği
Türkiye’de özel yayıncılığa geçiş belli bir program çerçevesinde yasal
düzenlemeler yapılarak değil; fiili bir şekilde başladığından, TBMM’de yayıncılık
alanına ilişkin yasa tartışmaları sırasında, yayıncılıkta devlet tekelinin kaldırılması
gerekip gerekmediğine ilişkin bir ön tartışma yapılmamıştır. Ancak özel yayıncılığın
başlamasından önce, 1989 yılı başında dönemin iktidar partisi ANAP tarafından
önerilen ve “radyo ve televizyon verici istasyonlarının ve program linklerinin
kurulması ve işletilmesi” görev ve yetkilerinin TRT’den alınarak PTT’ye
132
devredilmesini öngören 3517 sayılı yasaya ilişkin tartışmalar ile yayıncılık tekelinin
fiili bir şekilde kalkmasından yaklaşık üç yıl sonra 8 Temmuz 1993’te Anayasanın
133. maddesinde özel yayıncılığa olanak sağlayacak değişiklikleri öngören yasa ve
13 Nisan 1994’te yayıncılık alanını düzenleyen 3984 sayılı yasa tartışmaları,
milletvekillerinin yayıncılıkta devlet tekelinin kaldırılması ve özel yayıncılığın
başlaması konusundaki görüşlerine dair ipuçları vermektedir. Bu yasalara ilişkin
birleşim tutanaklarına bakıldığında, yayıncılık alanında devlet tekelinin
kaldırılmasına ilişkin gerekçelerin veya çekincelerin, yayıncılık alanındaki ekonomik
ve teknolojik zorlamalar ile iletişimde tarafsızlığın ve çoğulculuğun sağlanması
konuları ile çerçevelendiği görülmektedir.
1.1. Yayıncılık Alanında Devlet Tekelinin Kırılmasının Ekonomik ve
Teknik Bir Zorunluluk Olduğuna İlişkin Tartışmalarda İletişim
Özgürlüğü Retoriği
Yayıncılıkta devlet tekelinin kaldırılmasının ekonomik ve teknolojik
zorunluluklarla gerekçelendirilmesi incelenen süre içerisindeki TBMM
tartışmalarında devlet tekelinin kaldırılmasını açıkça öngörmemekle birlikte; “radyo
ve televizyon verici istasyonları ile program linklerinin kurulması ve işletilmesi”,
“görev ve yetkilerinin TRT’den alınarak PTT’ye devredilmesi”ni öngörerek
yayıncılıkta TRT tekelini daraltan ve muhalefet partileri tarafından TRT’nin
özelleştirilmesine olanak sağladığı ileri sürülen 3517 sayılı “Radyo ve Televizyon
Verici İstasyonlarının Posta Telgraf ve Telefon İşletmesi Genel Müdürlüğü
Tarafından Kurulması ve İşletilmesi Hakkında Kanun”a ilişkin 18. Dönem
133
Parlamento tartışmalarında karşımıza çıkmaktadır. Kanun tasarısı dönemin iktidar
partisi ANAP tarafından savunulmuş; muhalefette yer alan DYP ve SHP ise, özel
yayıncılığa karşı olan tutumları87 ile uyuşur şekilde, yasa tasarısını özel yayıncılığa
olanak sağlayacağı gerekçesiyle eleştirmişlerdir.
Tasarıyı öneren ANAP Hükümetinin temel gerekçe olarak, radyo-televizyon
verici istasyonlarının kurulması ve işletilmesi ile görevli TRT ve haberleşme
sistemlerinin kurulup işletilmesi ile görevli PTT’nin bu işleri yerine getirirken aynı
ya da benzer görevler için ayrı ayrı harcamalarda bulunarak “transmisyon
sistemlerinde dublikasyona, dolayısıyla da kıt ülke kaynaklarının gereksiz bir
biçimde israfına” yol açtıklarını ileri sürdüğü görülmektedir. Bu gerekçeyle
yayıncılık alanındaki tüm altyapı hizmetlerinin PTT tarafından yapılması, dolayısıyla
radyo-televizyon verici istasyonlarının da PTT denetimine aktarılması
öngörülmüştür.88 Tasarıya ilişkin ANAP’ın öne sürdüğü bir diğer gerekçe de
yayıncılık alanındaki teknolojik yeniliklerin zorlaması olmuştur.
Ulaştırma Bakanı Ekrem Pakdemirli ve ANAP Meclis Grubu adına konuşan
Tokat Milletvekili Zeki Uzun’un, ANAP’ın başkanı ve dönemin Başbakanı Turgut
Özal’ın “iş bitiricilik”, “yüceltilmiş teknoloji”, “iktisadi kalkınma” öğeleriyle örülü
retoriği ile örtüşür şekilde, kanunun Anayasaya uygunluğu; yayıncılıktaki devlet
tekeline zarar verip vermeyeceği konusu, ya da yayıncılık alanının kültürel işlevleri
yerine, konuşmalarında “milli menfaatleri”, “teknolojik gelişmeleri”, “kalkınmayı”,
“modernize olmayı”, “çağ atlamayı”, “dinamikliği” vurguladıkları; konuyu “iletişim
87 Bakınız, bu tezin 78-80. sayfaları. 88 Yasaya ilişkin Anayasa ve Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonları tarafından hazırlanan gerekçenin tamamı için bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 18, Cilt: 22, Birleşim: 53, 11.01.1989 tutanağına ekli 145 Sıra Sayılı Basma Yazı.
134
özgürlüğü” ile ilgili bir sorun olarak değil; genel ekonomik yarar ve kalkınmanın
gereklerinin yerine getirilmesine ilişkin bir sorun olarak kabul ettikleri
görülmektedir. Örneğin ANAP Meclis Grubu adına söz alan konuşmacı, konunun
“diğer boyutları” yerine “teknik yönünün” tartışılması gerektiğini “Elektromanyetik
dalgalar aracılığı ile atmosferde hiçbir engel tanımadan serbestçe yayınlanabilen
radyo ve televizyon programlarının, ülkemizde her alanda görülen hızlı kalkınmaya
paralel olarak genişletilmesi, çoğaltılması ve yaygınlaştırılması, konunun teknik
yönünün ele alınmasıyla olur.” diyerek açıklamıştır (TBMM Tutanak Dergisi, D.18,
C.22, B. 53, s. 131). Ulaştırma Bakanı Ekrem Pakdemirli ise yayıncılık alanındaki
altyapı hizmetlerinin, “fiziki yatırım miktarı”, “yıllık cirosu”, “çalıştırdığı işçi
sayısı”, “proje üretimi, projenin uygulanması bakımından ve yayınların ülkenin her
bölgesine daha sağlıklı iletilmesi açısından” TRT’den daha “dinamik, büyük ve
güçlü” bir yapıya sahip olduğunu ileri sürdüğü PTT’ye bırakılması gerektiğini
savunmuştur. Böylece bir yandan yayıncılık alanında gerekli atılım
gerçekleştirilebilirken bir yandan da “kıt ülke kaynakları” iki ayrı kurum tarafından
boşa harcanmayacaktır. Konuşmasında ekonomik zorunlulukları vurgulayan
Ulaştırma Bakanının, argümanlarını savunurken kullandığı en önemli retorik
araçlardan biri rakamsal verilere başvurmak olmuştur. Yayıncılık alanında verilen
hizmetin, çalışanların veya kurumların yapısal niteliğini göz önünde
bulundurmaksızın; rakamsal karşılaştırmalar yapan Ulaştırma Bakanı’na göre:
TRT’de 7 bin kişi kadar çalışan var. PTT’de çalışanların sayısı ise 100 bine
yakın. PTT’nin bu yılki fiziki yatırımları aşağı yukarı 800 milyar; halbuki TRT’ni
yapacağı yatırım, yanılmıyorsam, elide kalsaydı 70 milyar civarında olacaktı. Ayrıca
PTT’ni cirosu, 2,5 trilyon, TRT’nin cirosu ortadadır. (TBMM Tutanak Dergisi, D.18,
C.22, B. 53, s. 134).
135
Böylece “gereken atılımı yapacak gücü olmayan TRT’ye düşen görev
yayınların içeriğini istediği şekilde düzenlemek ve gereken alt yapı hizmetlerini
PTT’den talep etmek olacaktır (TBMM Tutanak Dergisi, D.18, C.22, B. 53, s. 129-
136). Bu görüşleri Ulaştırma Bakanı şöyle özetlemiştir:
Özetle bizim anlatmak istediğimiz; TRT ve PTT’de bir düblikasyon
olduğudur ve şu anda büyük bir hamle içinde olan ülke yayıncılığında, PTT teknik
yönden, iletkenlik yönünden, iletişim yönünden öndedir ve TRT’den çok daha ucuza
ve basite sistemleri yapabilecektir. Böylelikle, TRT’nin sırtından aldığımız bu
yatırım yüküyle, TRT’miz çok daha kaliteli programlar yapma; vatandaşlarımızın
beğenisini kazanma ve ona ulaşmada daha etkin bir hale sokulacaktır (TBMM
Tutanak Dergisi, D.18, C.22, B. 53, s. 136).
TBMM’de 11 ve 12 Ocak 1989’da yapılan bu tartışmalara bakıldığında,
konunun ele alınışında yayıncılık alanında yer alan çeşitli aktörlerin katıldığı ve 9-
11 Nisan 1988’de gerçekleştirilen “Çağdaş Gelişmelerin Işığında Devlet Medya
İlişkileri Semineri”nde özel yayıncılığa geçilmesini savunan argümanların89 yer
almadığı görülmektedir. Bu seminerde yayıncılık alanında devlet tekelinin kırılması
gerektiğini liberal ekonominin bir gerekçesi ve TRT yayınları dışında yer alan
yabancı uydu ve kablolu TV yayınlarının çokluğu ile açıklayan argümanlar
karşısında; TBMM’de ANAP tarafından öne sürülen ekonomik argüman “kıt ülke
kaynaklarının israfının önlenmesi”, teknik zorluklar ise yeni teknolojilerin ülke
çapına yayılması gerektiği olmuş, bu zorunluluk karşısında ise gerekli işlemleri yine
bir kamu kuruluşu olan PTT’nin yapması gerektiği savunulmuştur.
89 Bakınız bu tezin 77 ve 78. sayfaları
136
1.2. Yayıncılık Alanında Devlet Tekelinin Kırılması ile Tarafsızlık ve
Çoğulculuğun Sağlanabileceğine İlişkin Tartışmalarda İletişim
Özgürlüğü Retoriği
1980 sonrası yayıncılık alanına ilişkin yasa tasarılarının TBMM
tartışmalarına bakıldığında; yayıncılıkta devlet tekelinin kırılması ile çoğulculuk
arasında kurulan ilişkinin 1980 ve 1990’larda farklılaştığı görülmektedir. 1980’lerde
yapılan tartışmalarda yayıncılıkta devlet tekelinin çoğulculuğu önlediğine ilişkin bir
tartışmadan ziyade; TRT yayınlarının taraflılığı ve farklı siyasi partilere kapalılığının
çoğulculuğu önlediğine ilişkin bir tartışma yapıldığı görülmektedir. Hatta 1989’da
ANAP hükümeti tarafından önerilen ve TRT’nin yayıncılık alanındaki yetkilerini
daraltan 3517 sayılı “Radyo ve Televizyon Verici İstasyonlarının Posta Telgraf ve
Telefon İşletmesi Genel Müdürlüğü Tarafından Kurulması ve İşletilmesi Hakkında
Kanun”a ilişkin meclis tartışmalarında, muhalefette yer alan DYP ve SHP yasanın
özel yayıncılığa yol açabileceğini belirtmiş ve bunun da yayınların tarafsızlık ve
çoğulculuğuna gölge düşüreceği ileri sürülmüştür. Muhalefet sözcülerinin özel
yayıncılığı “sermaye şirketlerinin elindeki” bir yayıncılık olarak tanımladığı ve bu
tür bir yayıncılık ile kamu yayıncılığı arasında karşıtlık kurduğu görülmektedir. SHP
ve DYP sözcülerinin ekonomik ve teknolojik terimleri kullanan ANAP sözcülerinden
farklı olarak, hukuki bir dil kullanmaya çalıştıkları ve yayıncılık alanına ilişkin
yasalara atıflar yaptıkları görülmektedir. Muhalefet sözcüleri özellikle Anayasanın
133. maddesine atıf yapmıştır. Yasaya göre radyo-televizyon yayınlarının “devlet
tekelinde” ve “tarafsız bir kamu tüzelkişisinin iradesinde” olması gerektiğini
vurgulayan muhalefet, verici istasyonlarının devredildiği Ulaştırma Bakanlığına
bağlı PTT’nin ise, hem “tarafsız bir devlet kuruluşu” olmadığını, hem de iktidarın
137
“özelleştirme planları” yaptığı bir kurum olarak her an satılabileceği, dolayısıyla
TRT’den devraldığı verici istasyonlarının “tamamen sermaye şirketlerine
bırakılması” tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını ileri sürmüştür (TBMM Tutanak
Dergisi, D.18, C.22, B. 53, s. 123-129; TBMM Tutanak Dergisi, D.18, C.22, B. 54, s.
185-187). Bu konuya değinen SHP Grubu sözcüsü Ankara Milletvekili Eşref Erdem,
tasarıyı “PTT’yi ve dolayısıyla TRT’yi özelleştirmeye çalışmanın bir parçası” olarak
tanımlamış (TBMM Tutanak Dergisi, D.18, C.22, B.53, s.126); DYP Grubu adına
konuşan Kahramanmaraş Milletvekili Ahmet Uncu ise “PTT gibi özelleştirilmeye
açık hale getirilmiş olan bir müesseseye, özel kanunlarla yönetilmesi gereken
televizyon hadisesini götürmenin; yarın doğuracağı vebal ve sıkıntıyı bugünden
hepimizin düşünmesinin gereğine inanıyoruz.” demiştir (TBMM Tutanak Dergisi,
D.18, C.22, B.53, s.129).
Bu tartışmalara bakıldığında 18. parlamento döneminde, muhalefette yer alan
DYP ve SHP’de yayıncılık alanının “özelleştirilmesine” karşı bir irade geliştiği
görülmektedir. Bununla birlikte tartışmalarda özelleştirmeye karşı olmanın
gerekçelerine değinilmemiş, bu durumun “iletişim özgürlüğü”ne getireceği
sınırlamalardan bahsedilmemiş, yayıncılıkta devlet tekelinin gerekliliği verili olarak
kabul edilmiştir. “İletişim özgürlüğü” kavramı kullanılmamakla birlikte, bir ideograf
olarak yayın alanındaki “özgürlüğün”, “tarafsızlık” ilkesi ile ilişkilendirildiği
görülmektedir. Bu durumda özelleştirmeye karşı duruşun temel gerekçesi de
özelleştirme ile tarafsızlığın ortadan kalkacağı olmuştur. Tarafsızlığın kaybolmasının
getireceği sorunlar ise hiç tartışılmamış, “vebal ve sıkıntı” doğuracağı, “televizyonu
kötümserliğe götüreceği” gibi muğlak ifadelerle ve Anayasanın 133. maddesine atıf
yapılarak betimlenmiştir.
138
1989’daki 3517 sayılı yasa tartışmalarında yayıncılık alanının özelleştirilmesi
ihtimaline karşı muhalefet partileri tarafından verilen bu tepki, 1990’ların ilk
yarısında çıkarılan yasaların mecliste tartışılma sürecinde, yerini, 1990’da fiili bir
şekilde ve yasa dışı olarak başlayan özel radyo ve televizyon yayınlarına ilişkin
düzenlemelerin nasıl yapılması gerektiği tartışmalarına bırakmıştır. 1993 yılında
Anayasanın 133. maddesini değiştirerek yayıncılık alanında devlet tekelini yasal
olarak kaldıran 3913 sayılı yasa ile 1994 yılında kabul edilen ve artık hem kamu
hizmeti hem de özel yayıncılığı barındıran yeni yayıncılık düzeninin genel kurallarını
saptayan 3984 sayılı yasanın TBMM tartışmalarına bakıldığında, yayıncılık alanında
devlet tekelinin artık yayın özgürlüğü için bir gereklilik olarak değil, çoğulculuğu ve
demokrasiyi zedeleyici bir etken olarak kabul edildiği görülmektedir. Bu dönemde
tartışılan konu artık devlet tekelinin kaldırılıp kaldırılmayacağı ya da yayıncılık
alanının özelleştirilip özelleştirilmeyeceği sorunu değil; bu alanın nasıl denetleneceği
ve hangi ilkelerle düzenleneceği sorunu olmuştur.
1993’te Anayasanın 133. maddesini değiştirerek yayıncılıkta devlet tekelini
kaldıran yasa tasarısının mecliste tartışılma sürecine bakıldığında, parlamenterlerin
“iletişim özgürlüğü” kavramını bu dönemde de kullanmadıkları, gerek konuşmalarda
gerekse verilen değişiklik önergelerinde “iletişim ve yayında çoğulculuk”,
“yayınların tarafsızlığı”, “ifade özgürlüğü” kavramlarına yer verdikleri
görülmektedir. Bu konudaki temel talepler ise, devlet tekeli döneminde TRT
yayınlarına ilişkin tartışmalarda olduğu gibi “siyasi partiler ya da farklı siyasi
görüşler arasında tarafsızlık ve eşitlik sağlanması” gibi, liberal savlarla uyumluluk
sağlayan talepler olmuştur. Bu durum tasarının birinci maddesine getirilen değişiklik
önergelerinde de görülmüş, maddeye farklı konularda getirilen 19 değişiklik
139
önergesinin dört tanesi, yayınlarda çoğulculuk ve özgürlük ilkelerinin sağlanması
için, maddeye “siyasi parti yayınlarında çoğulculuk”, “siyasi yayınların tarafsızlığı
esastır”, “siyasal içerikli yayınlarda ve haber yayınlarında hiçbir siyasal partiye
ayrıcalık tanınmaz” ve “yayınların seçimlere katılmaya hak kazanmış ve
parlamentoda temsil edilen siyasi partilerin haber, bildiri ve propagandalarında
eşitlik ve adalete saygı gösterilerek yapılması” ifadelerinin eklenmesini önermiş;90
çoğulculuk talep eden önergeler içerisinde sadece Ankara Milletvekili Uluç Gürkan
ve arkadaşlarının önergesi siyasi partiler arasında olduğu gibi “tüm demokratik
kuruluşlar” arasında da çoğulculuğu talep etmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, D.19, C.
37, B. 115, s. 42).
Sonuç olarak Anayasanın radyo-televizyon yayınlarında devlet tekelini
öngören 133. maddesi “Radyo televizyon istasyonları kurmak ve işletmek, kanunla
düzenlenecek şartlar çerçevesinde serbesttir. Devletçe kamu tüzelkişiliği olarak
kurulan tek radyo ve televizyon kurumu ile kamu tüzelkişilerinden yardım gören
haber ajanslarının özerkliği ve yayınlarının tarafsızlığı esastır.” şeklinde
değiştirilerek kabul edilmiş (TBMM Tutanak Dergisi, D.19, C.37, B.125, s.
201,203); fakat yayıncılık alanında temel kriterleri belirlemesi beklenen bir anayasa
maddesi olarak, içinde ne “iletişim özgürlüğünün” sağlanmasına ne de bu konuda
gerekli “önlemlerin alınmasına” ilişkin bir ifade yer almamış, yayıncılık alanında
devlet tekelinin kaldırılması, CHP tarafından verilen bir değişiklik önergesi dışında,
sadece özel yayıncılığın serbest bırakılması ve “kamu hizmeti yayın kuruluşlarının”
hükümetlerin denetiminden kurtularak bağımsızlıklarını ve özerkliklerini 90 Bakınız: Sırasıyla Kayseri Milletvekili Abdullah Gül ve arkadaşlarının, Konya Milletvekili Ahmet Remzi Hatip ve arkadaşlarının, Zonguldak Milletvekili Bülent Ecevit ve arkadaşlarının ve Çorum Milletvekili Muharrem Şemsek ve arkadaşlarının değişiklik önergeleri (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 19, Cilt 37, Birleşim 115, s. 37, 39-41)
140
kazanmaları çerçevesinde tartışılmıştır. Bu da tartışmalarda çok sık atıf yapılan
“iletişimde çoğulculuk” ilkesinin, parlamenterlerin zihinlerinde özel yayıncılık ve
özerk kamu yayıncılığı ile sınırlı olduğunu göstermektedir. 133. madde ile getirilen
değişiklikler, TBMM’de, İstanbul Milletvekili Tunca Toskay’ın sözlerinde de
ifadesini bulduğu şekliyle “kamu tekeli kaldırılarak onun yerine, çoğulcu
demokrasinin gereklerine uygun şekilde özel sektörün de faaliyet gösterebileceği
yeni bir elektronik medya” dönemine girilmesi olarak anlaşılmıştır (TBMM Tutanak
Dergisi, D.19, C. 37, B. 122, s.17).
Bu anlayış, görüşmeleri 13 Nisan 1994’te tamamlanarak kabul edilen “3984
Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun”a ilişkin
yasa tasarısının meclis tartışmalarında da devam etmiş; devlet tekelinin kırılması ve
özel yayın kuruluşlarının yayına başlamasıyla çok sesli ve özgür bir yayıncılık
döneminin başladığı yönündeki, pazar liberallerinin yayıncılık alanında tüketici
tercihi ve serbest rekabet ile oluşacak çok seslilik anlayışıyla örtüşen görüş
TBMM’de genel bir kabul görmüştür. Tasarının tümünün kabulü sonrasında tasarı
lehinde söz alan ANAP’lı İstanbul Milletvekili Halil Orhan Ergüder’in “büyük bir
özveriyle ve inanarak, Anayasanın 133 üncü maddesini değiştirdik ve Yüce Meclis,
tek ses, tek kanala son verdi. ... Şimdi, hamdolsun, bu kanun teklifiyle, özgür bir
radyo ve televizyon dünyasına giriyoruz” sözlerinin de yer aldığı konuşması mecliste
uzun süre alkışlanmıştır (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:57, Birleşim:89,
s.549).
141
2. Özel Radyo ve Televizyon Kuruluşlarının Mülkiyet Yapısının ve
Medya Patronlarının Ekonomik Eylemlerinin Düzenlenmesine İlişkin
Tartışmalarda İletişim Özgürlüğü Retoriği
Yayıncılıkta devlet tekelinin yasal olarak kaldırılmasının ardından, 1993
yılının Kasım ayında yayıncılık alanına ilişkin temel düzenlemeleri getiren ve DYP,
SHP ve ANAP Grup Başkanvekilleri tarafından teklif edilen “Radyo ve
Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun Tasarısı” görüşülmeye
başlanmıştır. Yasaya ilişkin tartışmalarda radyo-televizyon yayını yapabilecek
aktörlerin tespiti ile özel radyo ve televizyonların sahiplik yapıları ve hisse oranlarına
ilişkin düzenlemeler, üzerinde en çok durulan konular olmuştur.
Tasarının en çok tartışılan maddesi de bu konuyla ilgili “Özel Radyo ve
Televizyon Kuruluşları” başlığını taşıyan beşinci bölümünün “Kuruluş ve Hisse
Oranları” başlıklı 29. maddesi olmuştur. Madde ilk fıkrasıyla siyasi partiler,
dernekler, sendikalar, meslek kuruluşları, kooperatifler, vakıflar ve mahalli idarelerin
radyo-televizyon yayını yapmalarını yasaklarken ikinci fıkrasıyla özel yayın
kuruluşlarının anonim şirket olarak kurulmasını öngörmüştür. Tasarıya göre aynı
şirket ancak bir radyo ve bir televizyon işletmesi kurabilecek, bir hissedarın hisse
miktarı kuruluştaki ödenmiş sermayenin %20’sini geçemeyecektir. Aynı hissedarın
birden fazla kuruluşta hissesi varsa bu hisselerin toplamı da tüm hisselerin %20’sini
geçemeyecektir. Tasarı ayrıca belirli bir radyo veya televizyon kuruluşunda %10 dan
fazla hissesi olanların, devlet ihalelerine giremeyeceğini belirtmiş, Türkiye’de gazete
çıkaran gerçek ve tüzelkişiler ile basınla ilgili mevzuata göre gazete sahibi olanların
bir arada belirli bir yayın kuruluşundaki hisselerini %20 ile sınırlamıştır. Tasarı
142
ayrıca radyo televizyon kuruşlarında yabancı sermayenin payını %10 ile sınırlamıştır
(TBMM Tutanak Dergisi, D.19, Cilt. 57, Birleşim. 89, s. 486).
Maddeye ilişkin tartışmalarda yayın kuruluşlarının hisse oranları ve medya
patronlarının ekonomik faaliyetleri önemli bir yer kaplamış; maddeye getirilen
ondört değişiklik önergesinden altısı bu konulara ilişkin önerilerde bulunmuştur. Bu
önergelerdeki genel eğilim ise tekelleşmenin önlenmesi gerektiği olmuştur. Verilen
önergeler içerisinde, sadece radyo televizyon kuruluşlarındaki yerli ve yabancı
hissedarların imtiyazlı hisse senedine sahip olmalarını önleyen değişiklik önergesi ile
yabancı sermayenin bir radyo veya televizyon kuruluşundaki hisse payının %10’dan
%20’ye çıkarılmasını öngören önerge kabul edilmiştir.91
“Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun
Tasarısı”na ilişkin tartışmalara bakıldığında, “iletişim özgürlüğü” yerine “yayın
özgürlüğü”, “anlatım özgürlüğü”, “ifade özgürlüğü”, “yayınların çoğulculuğu” gibi
kavramların kullanıldığı ve yayıncılık alanının deregülasyonu sürecinde ortaya
çıkabilecek “tekelleşme”nin özgür bir yayıncılık alanının oluşmasını engelleyeceğine
ilişkin düşüncenin genel olarak kabul edildiği görülmektedir.
1990’ların ilk yarısında önce Anayasanın 133. maddesinin değiştirilmesi
ardından da 3984 sayılı yasanın çıkarılmasıyla şekillenen yayıncılık alanına ilişkin
yasal düzenlemeler, 2001 yılında TBMM’de görüşülmeye başlanan ve 2002’de 4756
sayılı yasa olarak kabul edilen “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları
Hakkında Kanun, Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi
91 Maddeye ilişkin değişiklik önergeleri ve önergelere ilişkin oylamalar için bakınız: (TBMM Tutanak Dergisi, D.19, Cilt. 57, Birleşim. 89, s. 486-510).
143
Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile önemli değişikliklere
tabi tutulmuştur. Bu tasarının getirdiği düzenlemeler içerisinde en çok tartışılanı,
radyo ve televizyon sahipliği konusunda sınırlamalar getiren ve tekelleşmeyi önleyici
yasal kuralları gevşeten 13. maddesi olmuştur. Ayrıca yerel yayın kuruluşlarının
ödeyemeyecekleri miktarlarda para cezası öngören 16. maddesi de yasanın en çok
eleştirilen maddeleri arasında yer almıştır. Bu düzenlemeler doğrultusunda “3984
sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun”un özel
radyo ve televizyonların kuruluş ve hisse oranlarını düzenleyen 29. maddesi ile
“Uyarı, Durdurma, İptal” başlığını taşıyan 33. maddesi değiştirilmiştir. 29. maddede
yapılan değişikliklerle özel radyo ve yayın kuruluşlarının hisse oranlarının nama
yazılı olma zorunluluğu getirilmiş, bu şirketlerde herhangi bir kişi lehine intifa
senedi ihdas edilmesi yasaklanmıştır. Yasa ayrıca radyo ve televizyon sahiplerine,
Menkul Kıymetler Borsasında işlem yapma hakkı tanımış ve radyo televizyon
yayıncılığı yapan şirketlerde bir kişinin sermayenin en fazla %20’sine sahip olma
sınırlılığını kaldırarak, bunun yerine bu madde “her yıl yapılacak ölçümlere göre
yıllık ortalama izlenme veya dinlenme oranı % 20’yi geçen bir radyo veya televizyon
kuruluşunda bir gerçek veya tüzel kişinin veya bir sermaye grubunun sermaye payı
% 50’yi geçemez” şeklinde değiştirilmiştir.92
TBMM genel kurul tartışmalarında iktidarda yer alan DSP-MHP-ANAP
koalisyonu ve bu partiler adına konuşma yapan milletvekilleri yasayı desteklerken,
2001 yılı görüşmelerinde muhalefette yer alan DYP ve FP’nin, 2002 yılı
görüşmelerinde ise DYP ile FP’nin kapatılması sonucu kurulan SP ve AKP’nin
92 Yasanın tümü için bakınız: http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/kanunlar _sd. durumu? kanun_no=4756
144
yasaya karşı çıktığı görülmektedir. Tarafların tasarıya ilişkin konuşmalarına
bakıldığında iletişim özgürlüğüne ilişkin iki farklı tanımlama ve yasaya ilişkin iki
farklı retorik sunum yapıldığı görülmektedir.
Yasa tasarısını savunanların geliştirdiği sunumda, Türkiye’deki yayıncılık
alanını, RTÜK yasası gibi “ölü doğmuş” bir yasa nedeniyle yasaların
uygulanamadığı; medya patronlarının yasalardaki açıklardan faydalanarak devlet
ihalelerine girdiği; televizyon kanallarının “paravan şirket ve kişiler arkasına
saklanarak”, “hülle yoluyla” ele geçirildiği, bu nedenle var olan yayın kanallarının
gerçek sahiplerinin bilinmediği ve “kamuoyunun yüzde 85'i(nin), radyo ve
televizyon yayınlarından şikâyetçi” olduğu bir alan olarak tanımlanmış; bu alanın
düzenlenmesi için “uygar dünyadaki uygulamalar” ile Türkiye’nin “gerçekleri” göz
önünde bulundurularak hazırlanan bir yasa tasarısının kabul edilmesi önerilmiştir.93
“Türkiye’nin gerçekleri”, var olan yasadaki sınırlayıcı hükümlerin uygulanabilmesi
için gereken şartları yerine getirmenin yollarını bulmak amacıyla göz önünde
bulundurulması gereken koşullar olarak değil; medya alanında görülen gizli
tekelleşme, borsada işlem yapma gibi uygulamaların önlenemeyeceğinin kabul
edilmesinin zorunluluğunu göstermek ve yasada bu konuya ilişkin düzeltmeleri
meşrulaştırmak amacıyla kullanılmış; “uygar dünyadaki uygulamalar” ise yayıncılık
alanında tekelleşmeyi önleyici ve medya sahipliğini kısıtlayıcı yasaların kaldırılması
olarak tanımlanmıştır. Örneğin hükümetin büyük ortağı DSP adına konuşan İstanbul
Milletvekili Erol Al, yayıncılık alanındaki “çağdaş uygulamaları”
93 Bakınız: TBMM 2001 yılı 107. birleşiminde DSP Grubu Adına İstanbul Milletvekili Erol Al, ANAP Grubu Adına İstanbul Milletvekili Işın Çelebi; MHP Grubu Adına Ankara Milletvekili Şevket Bülent Yahnici, Devlet Bakanı Rüştü Kâzım Yücelen, ve 2002 yılı 95. birleşimde Devlet Bakanı Yılmaz Karakoyunlu’nun konuşmaları.
145
Radyo televizyonların kuruluş ve yayınlarını düzenleyen tüm gelişmiş
ülkelerin bir bölümünde, hisse sahipliği konusunda hiçbir sınırlama yoktur. Almanya
ve İngiltere gibi bazı ülkeler ise, izlenme oranı sınırlamasını kabul etmiştir. Devletle
ihale ilişkisine girilmesi yönünde bir yasaklama ise, dünyanın hiçbir demokratik
ülkesinde yoktur. (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:107, s.25).
diyerek açıklamıştır. ANAP Grubu adına söz alan İzmir Milletvekili Işın Çelebi ise,
yayıncılık alanındaki mevcut durumun, yolsuzluklar ile yeterince savaşılmaması
veya konuya ilişkin hukuk sisteminin işletilmemesi nedeniyle değil; 3984 sayılı
yasanın “kalitesizliği” ile açıklamıştır. Milletvekiline göre, “Sözü edilen bütün yanlış
işler bu yasanın çatısı altında ... olmuş. O zaman bu yasanın kalitesi bozuk demektir.
Bütün o sözü edilen hortumlamalar, yanlışlıklar yine bu yasanın çatısı ve himayesi
altında olmuş. O zaman, bu yasanın uygulaması da yanlış demektir” (TBMM
Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt: 65, Birleşim 110, s.78). Bu savları destekler
şekilde koalisyon ortaklarından MHP adına konuşan Ankara Milletvekili Şevket
Bülent Yahnici de görüşülen yasa tasarısının olumsuz gelişmelere yol açacağı
iddialarına bu olumsuzlukların “mevcut durumda” zaten var olduğunu belirterek
karşı çıkmış, bu durumu
Bu (4756 sayılı) kanun gündeme geldiğinden bu tarafa "efendim, Türkiye'de,
İtalya'daki Berlusconi tipi adamlar yaratılmak isteniyor..." Arkadaşlar, şimdi bir
soru: Türkiye'de o adamlar zaten yok mu; bu kanun çıktı diye mi olacak?!. ... "Enerji
ihalelerine girmelerinin önü açılıyor..." O adamlar enerji ihalelerine girmiyor mu
arkadaşlar?! "Tekel ve kartellerin önü açılıyor..." Türkiye'de, tekel ve karteller bu
kanundan evvel yok mu arkadaşlar?! Bazı şeyleri konuşurken, söylerken, lütfen, iyi
düşünelim. Şimdi, patronların konumunu illegaliteden legaliteye geçiriyormuşuz;
illegalitede mi kalsalardı? (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65,
Birleşim:107, s.28)
146
diyerek açıklamıştır.
Görüşülen “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun,
Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanununda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nın Türkiye’nin yayıncılıkta çağdaş bir düzene
kavuşacağı ileri sürülen sunumda, yasa lehine konuşanlar, iletişim özgürlüğünü
“yayıncılık alanında saydamlık” ile tanımlamış, aynı dönemde özellikle Doğan
Grubuna bağlı büyük medya kuruluşlarında yer alan yasaya ilişkin yorumlarla
örtüşür şekilde, yayıncılık alanına hakim olan “gizliliğin” iletişim özgürlüğünü
sınırlayan temel faktör olduğunu ileri sürmüşlerdir.94 Bu görüşe göre, tekelleşmenin
ardında yatan temel neden “gizlilik” yoluyla oluşturulan medya sahipliğidir. Yasayla
getirilen öneri ise, zaten tekelleşmekte olan yayıncılık alanındaki sınırlayıcı yasaları
gevşeterek, medya sahiplerinin gizli tekelleşmesinin önlenmesi olmuştur. ANAP
Grubu Adına konuşan İstanbul Milletvekili Işın Çelebi, bu konuyu,
Haber alma özgürlüğünü kısıtlayan ve tekelleşmeyi denetleyen tek bir
önemli faktör vardır; o da açıklık ve şeffaflıktır. Bu yasada, paravan şirket ve kişiler
arkasına saklanarak yayın kuruluşlarının yönetimi mekanizması son bulmaktadır.
Burada, yayın dünyasının şeffaflaşması, çok önemli bir kapı, devrim niteliğinde
önemli bir dönemi başlatacaktır. Şeffaflık, tekelleşmeyi önleyecektir. (TBMM
Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:107, s.23).
94 Bu konuda yapılan tartışmalar ve gazete haberleri için bakınız bu çalışmanın 139-142. sayfaları
147
diyerek açıklamıştır. Tasarıyı savunanların şeffaflığın sağlanması ve tekelleşmenin
önlenmesi için önerdikleri yöntem ise, yasa tasarısının öngördüğü “hisselerin nama
yazılı olması” zorunluluğu ile “izlenme payı” sisteminin uygulanması olmuştur.
Yasa tasarısının görüşüldüğü birleşim tutanakları incelendiğinde, yasayı
savunan konuşmalarda, yayıncılık alanının temelde ekonomik bir sektör olarak kabul
edildiği, “girişim özgürlüğü”, “rekabet”, “özelleştirme”, “ihale” gibi iktisadi
terimlerin yasayı savunurken sıklıkla kullanılan sözcükler olduğu görülmektedir. Bu
doğrultuda yasa tasarısını savunanlar yayıncılık alanında tekelleşmenin önlenmesi
kadar, “rekabet gücünün arttırılması” gerektiği gibi serbest pazar anlayışının temel
savlarından birini de kullanmışlar; “halkın haber alma özgürlüğünün” ancak rekabet
halindeki bir medya dünyasında gelişebileceğini belirtmişlerdir. Örneğin ANAP
Grubu adına söz alan Işın Çelebi bu durumu “Rekabet ortamının güçlenmesi lazım
artık Türkiye'de. Artık, Türkiye'de, her şey devlet eliyle yürütülmemeli. Rekabet
ortamı güçlenerek halkın haber alma özgürlüğü sağlanır; öyle, yasalarla, emirlerle,
talimatlarla sağlanamaz.” diyerek açıklamıştır.
Medya patronlarının devlet ihalelerine girebilmeleri ile Menkul Kıymetler
Borsası’nda işlem yapabilmelerinin önünü açan yasa maddeleri de tasarıyı
savunanların değindiği konular arasında yer almıştır. Gerek hükümet ve iktidardaki
parti grupları adına gerekse yasa lehinde milletvekillerinin şahısları adına yapılan
konuşmalarda bu konuda öne sürülen temel gerekçeler, medya sahipliği konusundaki
bu sınırlamaların “günümüz dünyasında” artık geçerliliğinin kalmadığı, “gelişmiş ve
demokratik” ülkelerde konuya ilişkin sınırlamaların kaldırıldığı ya da gevşetildiği
olmuş, “bu gelişmeler ışığında” Türkiye’de de 3984 sayılı yasanın ilgili maddelerinin
148
geçen yedi yıl süresince zaten uygulanamadığı belirtilmiştir. Örneğin DSP Grubu
adına konuşan İstanbul Milletvekili Erol Al’a göre, ihaleye girme yasağı “girişim
özgürlüğünü açıkça sınırlamaktadır.” Medya sektörüne yatırım yapan dürüst
yatırımcılar ile “bedavacılar” arasında bir karşıtlık kuran Erol Al, ihale yasağına
Bugün, Türkiye'de, benim bildiğim kadarıyla, Koç Grubu, Sabancı Grubu ve
Anadolu Grubu dışında, tüm sermaye gruplarının radyo ve televizyonları vardır. Hal
böyleyken, sermaye birikimi olan her gruba kamu ihalelerine girme yasağı
koyarsanız, özelleştirmeyi kimlerle yapacaksınız? ... Bu grupları ihale dışı bırakarak,
devlet kurumlarını, üç beş kuruşa, bedavacılara ya da yukarıda saydığım üç gruba mı
hediye edeceğiz?
diyerek karşı çıkmıştır.
Yasa tasarısını eleştiren, muhalefet partileri ve milletvekillerinin şahısları
adına yapılan konuşmalarda ise iletişim özgürlüğü ve yasaya ilişkin farklı bir sunum
yapılmıştır. Bu konuşmalarda da Türkiye’deki yayıncılık alanı eleştirilmiş; var olan
medya “çalışanın hakkının korunmadığı”, “halkın gazetelere inanmadığı”,
“gazetelerin milletin işini takip etmediği”, “medya gücünü elinde bulunduranlar(ın),
herkese hâkim olmaya çalış(tığı)”, “medyanın gücünden ziyade, güçlerin
medyasından” söz edildiği bir ortam olarak tanımlanmış; fakat bu durumun
sorumlusu olarak, iktidarın “Türkiye’nin gerçekleri” olarak ileri sürdüğü gerekçeler
ile medya sahiplerini gizli tekelleşmeye iten 3984 sayılı yasa değil; medya patronları
ve bu yasayı uygulamayan iktidarlar gösterilmiştir.95
95 Bakınız:Yasanın görüşülmeye başlandığı 23 Mayıs 2001 tarihli 107. birleşimde, yasanın geneli hakkında FP Grubu Adına İstanbul Milletvekili Ayşe Nazlı Ilıcak, DYP Grubu adına Amasya Milletvekili Ahmet İyimaya, şahısları adına Kahramanmaraş Milletvekili Mustafa Kamalak ve Bursa Milletvekili Ertuğrul Yalçınbayır’ın konuşmaları. Ayrıca Cumhurbaşkanı
149
Muhalefet partileri ve yasaya karşı olan milletvekillerinin kurdukları retorik
sunumda yasa tasarısının asıl nedeninin, hükümet ve iktidar partisi adına yapılan
konuşmalarda belirtildiği gibi, medyada şeffaflık sağlamak değil, hükümetin medya
patronlarıyla girdikleri çıkar ilişkisi olduğu ileri sürülmüştür. 2002 yılı 95.
birleşiminde SP adına söz alan Rize Milletvekili Mehmet Bekaroğlu yasayı
medyadan aldığı destek karşılığında “hükümetin ödediği diyet” olarak tanımlarken,
DYP Grubu adına söz alan Trabzon Milletvekili Ali Naci Tuncer yasanın çıkarılma
nedeninin hükümetin daha önce yaptığı enerji ihalelerinin karşılaştığı hukuk engelini
ortadan kaldırmak olduğunu belirtmiş ve bu durumu
(B)u kanunun çıkmasının tek sebebi ve zarureti bu (29.) maddededir. Neden
bunda zaruret görülüyor; zamanında, bu hükümet veya bundan önceki hükümet
enerji ihaleleri yaptı, o enerji ihalelerine -bu kanun yürürlükte olduğu müddetçe-
girmemesi gereken kuruluşlara her nasılsa yeterlilik belgesi verildi, ihalelere girdiler
ve birçok yerin elektrik dağıtım ihalelerini kazandılar; anlaşmalar yapıldı, anlaşmalar
Sayıştay vizelerinden geçti ve kazanan firmalar için bir hak doğdu; arkasından,
bunların bir kısmı yargı denetimine takıldı. (TBMM Tut. Der., D. 21, C.94, B.95,
s. 43)
diyerek açıklamıştır.
Yasa tartışmalarına bakıldığında, tasarıyı savunanların iletişim özgürlüğünü
“saydamlık” ve “şeffaflık” ilkelerini ön plana çıkararak ele almasına karşın; tasarı
tarafından iade edilen yasanın meclis genel kurulunda tekrar görüşüldüğü 2 Mayıs 2002 tarihli 94. Birleşimde yasanın geneli üzerine AK Parti Grubu adına Kayseri Milletvekili Abdullah Gül, SP Grubu adına Rize Milletvekili Mehmet Bekaroğlu, DYP Grubu adına Trabzon Milletvekili Ali Naci Tuncer ve şahısları adına Ankara Milletvekili H. Uluç Gürkan ve Erzurum Milletvekili Aslan Polat’ın konuşmaları.
150
aleyhindeki konuşmaların, medyadaki tekelleşmeyi ve medya “patronlarının” yasa
dışı uygulamalarını ön plana çıkardıkları, bu gelişmeleri iletişim özgürlüğü önündeki
temel engel olarak sundukları ve bu konuda uyarılarda bulundukları görülmektedir.
Medyadaki tekelleşmenin yanı sıra yasa aleyhinde konuşan tüm konuşmacılar,
medya patronlarının devlet ihalelerine katılmalarını ve borsada işlem yapabilmelerini
sağlayacak maddeleri eleştirmişlerdir. Örneğin, 2001 yılı 107. birleşiminde FP adına
konuşan İstanbul Milletvekili Nazlı Ilıcak, “Tekelleşmeyi önleyemezsek, medya
imparatorları, yakında, ülkenin kaderi üzerinde, bugünkünden daha etkin hale
gelecekler, tümüyle kontrolden çıkacaklar. Bazı medya kuruluşları, bugün, zaten,
kendilerini, yasamanın da yürütmenin de yargının da üzerinde görüyorlar. Onlara,
yeni güçler verilmemelidir.” (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:21, Cilt: 64,
Birleşim:107, s. 19) derken, 2002 yılında SP Grubu adına konuşan Rize Milletvekili
Mehmet Bekaroğlu’na göre, tasarı yasalaştığında, “medya patronları, tekel güçlerini
kullanarak, devlet ihalelerinde, iktidar, bürokrasi ve rakip firmalar nezdinde baskı
oluşturacak, haksız rekabet yoluyla haksız kazançlar elde edecekler”dir (TBMM
Tutanak Dergisi, Dönem:21, Cilt: 64, Birleşim:107, s. 40). İktidar partisi milletvekili
olduğu halde yasaya karşı çıkan Ankara Milletvekili Uluç Gürkan da bu konuya
değinmiş “bir kamu hizmeti” olan medyanın bankacılık yaparak, kamu ihalelerine
girerek ve borsada oynayarak “bireysel çıkarların odağında ticarileşmesi”nin ve
medya sahipliğinin de “imtiyazlı müteahhitlik karnesine” dönüştürülmesinin
önlenmesi gerektiğini savunmuştur (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt: 65,
Birleşim 110, s.82).
Tekelleşme konusunda en çok eleştirilen düzenleme medya sahipliğini
izlenme payı ile sınırlamayı öngören düzenleme olmuş; %25’lik izlenme payının çok
151
yüksek olduğu ve tekelleşmeye yol açacağı ileri sürülmüştür. Bu konuda RTÜK
Başkanı Nuri Kayış’ın yaptığı hesaplamaya da atıf yapan, milletvekilleri,96 bu
uygulamayla bir kuruluşun 244 yerel ve 30 ulusal kanala sahip olabileceğini
belirterek bu duruma karşı çıkmışlardır.
Tasarının bu düzenlemelere ilişkin 13. maddesi en çok tartışılan maddelerden
biri olmuş, tasarının ilk görüşmelerinde maddeye ilişkin dokuz, cumhurbaşkanının
vetosu üzerine yapılan görüşmelerde ise iki değişiklik önergesi verilmiştir. Bu
önergeler izlenme payının düşürülmesini, hisselerin nama yazılı olması
zorunluluğunu getiren maddenin eski haline getirilmesini ve medya patronlarının
kamu ihalelerine girmesinin önlenmesini talep etmiş, önergeler içerisinde sadece
hükümet adına verilen önerge kabul edilerek, izlenme payı oranı %25’ten %20’ye
düşürülmüştür.97
Yasa aleyhindeki konuşmalar incelendiğinde, hem 2001 hem de 2002
yılındaki tartışmalarda, RP ve bu partinin kapatılmasıyla kurulan AKP ve SP adına
söz alan konuşmacıların, yasanın getirdiği “hisselerin nama yazılı” olması
zorunluluğunu olumlu bulmadıkları, yeni düzenleme yerine 3984 sayılı yasada zaten
var olan düzenlemenin uygulamaya geçilmesini talep ettikleri görülmektedir. Bu
dönemdeki diğer muhalefet partisi DYP adına yapılan konuşmalarda ise bu
uygulama olumlu karşılanmıştır.
96 Bakınız: 2002 yılı 95. birleşimde DYP Grubu adına Trabzon Milletvekili Ali Naci Tuncer, AKP Grubu adına Abdullah Gül, şahsı adına Erzurum Milletvekili Aslan Polat’ın; 99. birleşimde DYP Grubu adına söz alan Denizli Milletvekili Mehmet Gözlükaya’nın konuşmaları. 97 Bu konudaki önergeler ve oylamaları için bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 21, Cilt 65, Birleşim 110, s. 80-89 ve 2002 yılı 95. birleşimde 105-108.
152
Özetle 4756 sayılı yasanın TBMM tartışmalarına bakıldığında, ilk defa bu
dönemde yayıncılık alanının ticari bir sektör olduğu ve bu konudaki kısıtlamaların
artık kaldırılması gerektiğine ilişkin, Türkiye’de özellikle Aydın Doğan’ın yasa
hakkındaki açıklamalarında örneklerini verdiği liberal pazar anlayışı ile uyuşan
görüşlerin TBMM’de bu denli güçlü bir şekilde dile getirildiği görülmektedir.
3. Yayıncılık alanının Uluslararası Sermayeye Açılıp Açılmaması
Tartışmalarında İletişim Özgürlüğü Retoriği
Yayıncılık alanında kuralların kaldırılması yönündeki eğilimin 22.
parlamento döneminde de devam ettiği görülmektedir. Bu dönemde çıkarılan ve
radyo-televizyon kuruluşlarında yabancı sermayenin oranını %25 ile sınırlayan yasa
maddesini değiştirerek, yabancı sermayeye Türkiye’deki bir ulusal yayın
kuruluşunun tamamına sahip olabilme imkanı getiren ve altı ulusal frekansı yabancı
sermayeye açan 5317 sayılı kanunun TBMM birleşimleri, yayıncılık alanının
kurallarda arındırılması sürecinde iletişim özgürlüğünün tartışıldığı bir diğer yasa
tartışması olmuştur.
21. dönemde RTÜK yasasını tekelleşmeye yol açacağı gerekçesiyle eleştiren
ve yayıncılığın bir kamu hizmeti olduğunu ileri süren AKP, bu dönemde tıpkı önceki
hükümet gibi yayıncılık alanını ticari bir sektör olarak kabul etmiş, 21. parlamento
döneminde hükümet tarafından ileri sürülen serbest pazar yaklaşımını, pazarların ve
sermayenin küreselleşmesine ilişkin savlarla desteklemiştir.
153
Yasa lehine yapılan konuşmalara bakıldığında “bilgi ve iletişim çağı”,
“teknolojik gelişmeler”, “kalite”, “standardizasyon”, “rekabet” gibi kavramlarla
küreselleşmenin yüceltildiği ve yasaya ilişkin argümanların meşrulaştırılmasında en
çok atıf yapılan kavram olduğu görülmektedir. Örneğin yasa lehinde konuşan Devlet
Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, yabancı sermayeden
korkulmaması gerektiğini “Hepimiz şunu biliyoruz ki, dünya bundan yirmi yıl
önceki, elli yıl önceki dünya değildir. Bugün, dünyanın içinde bulunduğu durumda,
artık, her şeyin yerküre üzerinde çok hızlı dolaştığını görüyoruz. İnsanlar, mallar,
sermaye yerinde durmuyor ve yerküre üzerinde sınır tanımaksızın hareket ediyor.”
diyerek açıklarken; AKP Grubu adına söz alan Afyon Milletvekili Halil Aydoğan da
“Bir defa, bilgi ve iletişim çağının dünyayı köy kadar küçülttüğü bir dönemde
yaşıyoruz. Bugün, hemen hemen, mezralarda da, köylerde de, hatta Ankara'nın
göbeğinde de, uydu yayınlarıyla, 2000'den fazla televizyon yayını evlerimize
girmektedir.” diyerek yayıncılık alanındaki teknolojik gelişmeleri kabullenmek
gerektiğini dile getirmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:22, Cilt: 77, Birleşim:
70, s. 78, 87).
Yasa tasarısını kabul edenlerin öne sürdükleri temel gerekçe, Türkiye’de
medya alanında rekabetin olmadığı, belirli sermaye gruplarının tekelindeki yayıncılık
alanında rekabetin ancak uluslararası sermaye ile sağlanabileceği olmuştur. Bu
düşünceye göre, uluslararası sermaye Türkiye’deki yayıncılık alanına rekabet ile
birlikte kalite ve küresel bir standart getirecek, bu standart medya sektöründeki
çalışanların iş koşullarını da düzeltecektir. Devlet Bakanı, hükümetin konuya
yaklaşımını,
154
Rekabet ortamı geldiği zaman, bir uluslararası yayın kuruluşu geldiği zaman,
uluslararası standartları taşıdığı zaman, radyo ve televizyon yayınlarındaki standart
artacaktır, çalışma düzeniyle ilgili yeni birtakım düzen ve anlayış meydana
gelecektir ve her şeyden önce de basın çalışanları açısından dahi -her boyut itibariyle
ele alın- bu rekabet ortamı ve gelecek uluslararası standartlar Türkiye'de işleri
düzene sokacaktır. (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:22, Cilt: 77, Birleşim: 70, s.
80).
diyerek özetlemiştir.
Buradan hareketle konuşmalarda dikkati çeken bir diğer nokta da, yasa
lehindeki konuşmaların, yayıncılık alanını serbest rekabet kurallarına bırakılması
gerektiği konusundaki bir görüşü yansıtmasıdır. Bu durum, hem yabancı sermayenin
tüketici tercihi doğrultusunda Türkiye şartlarına uygun yayın yapmazsa “piyasadan
tasfiye” olacağı yönündeki açıklamalarda hem de yayıncılık alanındaki çalışanların iş
koşullarının düzeltilmesi konusunda yeni bir düzenleyici yasa hazırlamak yerine,
sorunun yabancı sermaye ile gelecek pazar rekabetine bırakıldığında çözüleceğine
ilişkin savlarda kendisini göstermektedir.
Yasaya karşı çıkan CHP ve milletvekillerinin şahısları adına yapılan
konuşmalarda ise, iktidar partisinin küreselleşmeyi yücelten söylemi eleştirilmiş;
yabancı sermayenin yayıncılık alanına rekabet getirerek kaliteyi arttıracağı iddiaları
ise reddedilmiştir. Örneğin, CHP Grubu adına konuşan İstanbul Milletvekili Birgen
Keleş yabancı sermayeye,
155
Rekabet artırmaktan ne kastedildiğini de anlayamadım değerli arkadaşlarım.
Teknoloji mi getirecek; hayır. Üretimi mi artıracak; hayır. İstihdamı mı artıracak;
hayır. İhracatı mı artıracak bu değişiklik; hayır. Eğlence programı, haber ve
bilgilendirme programı yapılacak yabancılar tarafından, böylece yabancı ürünlerin iç
pazarı ele geçirmesi de tabiî kolaylaştırılacak ve kârlarını dışarıya transfer ettiği için
de Türkiye'nin yurtdışına döviz çıkışı artacak. (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:22,
Cilt: 77, Birleşim: 70, s. 76).
diyerek karşı çıkmıştır.
Yasayı eleştirenlerin dile getirdiği bir diğer konu da, yayıncılık alanının
kamuoyunu, düşünce ve basın özgürlüğünü etkileyecek bir alan olması nedeniyle
yabancı sermayeye açılan diğer ekonomik alanlardan farklı olarak, belirli
sınırlamalara tabi tutulması gerektiği olmuştur. Örneğin CHP adına konuşan Birgen
Keleş, yayıncılık alanının yabancı sermayeye geniş bir biçimde açılmasını “dünyada
esen küreselleşme rüzgârlarına” kapılarak “her alanda serbestleşmeyi kontrolsüzlüğe
varan bir ölçüde yerine getiren” uygulamalardan biri olarak tanımlamıştır (TBMM
Tutanak Dergisi, Dönem:22, Cilt: 77, Birleşim: 70, s. 76). Şahsı adına söz alan Bursa
Milletvekili Ertuğrul Yalçınbayır’a göre ise yasa tasarısı ile
Türkiye genelinde yayın yapan 24 televizyonun 6'sı tümüyle yabancı
sermayenin eline geçebilecektir. Türkiye'ye daha çok yabancı sermaye girmesini
istiyoruz, bunları özendiriyoruz. Doğrudan yabancı sermayenin girmesinde büyük
yarar var; ancak, bu satış, herhangi bir firmanın satışı değil, bir gazoz firmasının
satışı değil. Bu satış, kamuoyunu oluşturan düşünce özgürlüğüyle, basın
özgürlüğüyle yakından ilgili olan bir tekliftir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:22,
Cilt: 77, Birleşim: 70, s. 66).
156
Yasaya getirilen eleştirilerden biri de tekelleşmeye yol açacağı olmuştur. Bu
konuda şahsı adına yaptığı konuşmada, 2002 yılındaki meclis tartışmalarını hatırlatan
Bursa Milletvekili Ertuğrul Yalçınbayır, 4756 sayılı yasa tartışmalarında yayıncılık
alanının tekelleşmesine karşı çıkan AKP’li milletvekillerine seslenerek, aynı
mücadeleyi bu yasa karşısında da vermelerini istemiştir. Yalçınbayır “en çok reyting
yapan 6 televizyon kanalı”nın yabancı sermayeye satılabilmesinin önünü açan yasaya
“Bu düzenleme, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünü sınırlandıracaktır. Bu
düzenleme, basın özgürlüğünü de sınırlandıracaktır.” diyerek karşı çıkmıştır.
c) Yayınların Denetimine İlişkin Tartışmalarda İletişim Özgürlüğü
Retoriği
TBMM’de 1980 sorası yayıncılık alanına ilişkin tartışmalara bakıldığında,
yayınların denetlenmesi konusunda ön plana çıkan konuların milli güvenliğin ve
milli ahlakın korunmasına ilişkin önlemler olduğu görülmektedir. Bu konular
özellikle yayın ilkeleri ve 2001 ve 2002 yıllarında Anayasa’da değişiklikler öngören
kanun tartışmalarında yoğunlukla ele alınmıştır.
1. Milli Güvenliğin Korunmasına İlişkin Önlemlerde İletişim Özgürlüğü
Retoriği
Tezde incelenen oturumlar içerisinde iletişim özgürlüğüne ilişkin
tartışmalarda milli güvenliğin korunması kaygıları ve bu nedenle yayıncılık alanında
yapılması gerekenler, özellikle özel radyo-televizyon kuruluşlarının yasal zemininin
kurulduğu 1990’ların ilk yarısındaki yasa tartışmaları ile 2001 ve 2002’deki Anayasa
157
değişikliği ve 3984 sayılı yasada değişiklik öngören 4756 sayılı yasanın tartışmaları
olmuştur.
Anayasanın yayıncılıkta devlet tekelini öngören 133. maddesini değiştiren 8
Temmuz 1993 tarihli ve 3913 sayılı yasaya ilişkin tartışmalarda, yasa çıkarılmadan
önce özel radyoların kapatılmasının nedenlerine ilişkin yorumlarda dile getirilen
radyoların “dini yayın yapan radyolar ile Kürt kökenli ‘bölücü’ radyolar” nedeniyle
kapatıldığı iddiaları98 ile uyuşur şekilde, yayınların “ülkenin ve milletin bölünmez
bütünlüğünü”ne ve Anayasanın ikinci maddesinde yer alan Atatürk milliyetçiliği,
ilke ve inkılapları ile laikliğin de yer aldığı genel ilkelere uygunluğu talep edilmiştir.
Tasarının milli güvenlik açısından en çok tartışılan bölümü birinci
maddesinin ikinci fıkrası olmuştur. “Kanun radyo ve televizyon yayınlarının kamu
hizmeti anlayışına, anlatım özgürlüğüne, iletişimde ve yayında çoğulculuk esasına ve
devletin Anayasada belirtilen temel ilke ve niteliklerine, genel ahlaka ve manevi
değerlere saygı gösterilerek yapılmasını düzenler” diyen ikinci fıkra hakkında, milli
güvenliğin sağlanmasını talep eden yedi değişiklik önergesi verilmiştir. Bu değişiklik
önergelerinin ortak noktası, milli güvenliğin sağlanması konusunda yetersiz olduğu
belirtilen fıkraya “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü” koruyacak önlemlerin
alınmasına ilişkin ifadelerin eklenmesini talep etmeleri olmuştur. Bu ortak nokta
dışında ANAP, DYP ve SHP’nin ülke bütünlüğü kadar yayınların Anayasanın ikinci
maddesinde belirtilen temel ilkelere de uygun olması gerektiğini savunduğu ve bu
konuda ortak bir önerge verdiği görülmektedir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19,
Cilt: 37, Birleşim: 115, s. 39). RP’li Kayseri Milletvekili Abdullah Gül ve arkadaşları
98 Bu konudaki iddialar için bakınız bu çalışmanın 116 ve 117. sayfaları.
158
ise verdikleri önergede, fıkrada yer alan ve yayınların “devletin Anayasada belirtilen
temel ilke ve niteliklerine” uygunluğunu öngören bölümünün, Anayasanın genel
ilkeleri tartışmalı olduğu ve “her türlü fikrin ve düşüncenin ifade edilebilmesine
müsait” olmadığı için, çıkarılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Önerge hakkında
konuşan Abdullah Gül, Anayasanın genel ilkeleri ve öncelik verilmesi gereken milli
güvenlik konuları hakkındaki görüşünü şöyle açıklamıştır:
Türkiye’de belli bir çizgi vardır, bu çizginin etrafında ufak sapmalara ancak
müsaade edilmektedir; fakat mevcut Anayasada gerçekten çoğulcu diyebileceğimiz
yeni ifadelere, çoğulcu diyebileceğimiz yeni renklere müsaade edilmemektedir. ...
Türkiye için önemli olan, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliğidir. Bunun dışındaki
her türlü fikir akımının, her türlü düşüncenin, her türlü kanaatlerin serbestçe ifade
edilebilmesi, serbestçe tartışılabilmesi gerekir. (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:
19, Cilt: 37, Birleşim 115, s. 45,46)
Meclisteki MHP’li Tokat Milletvekili İbrahim Kumaş ve arkadaşları, yine
MHP’li Kayseri Milletvekili Osman Develioğlu ve arkadaşları tarafından verilen
önergeler ile ANAP Ankara Milletvekili Vehbi Dinçerler’in verdiği önergelerde ise
fıkrada yer alan ve yayınların “anlatım özgürlüğüne, iletişimde ve yayında
çoğulculuk esasına” uygun olmasını öngören ifadelerin çıkarılması istenmiştir.
Kayseri Milletvekili Osman Develioğlu ve arkadaşları verdikleri önergenin
gerekçesini “Teklif edilen metindeki ‘anlatım özgürlüğü, iletişimde çoğulculuk,
yayında çoğulculuk’ gibi, istenilen yönde yoruma açık kelimelerin artniyet
taşıyabilecek kişilerce istenildiği şekilde kullanılabileceği veya yorumlanabileceği
159
endişesini taşıyoruz. Yanlış yorumlamanın; insanımızın vazgeçilmez milli ve manevi
değerleriyle çelişmesi veya zarar vermesi hepimizi üzer.” diyerek açıklamışlardır
(TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt: 37, Birleşim: 115, s. 43,44).
Bu konuda iki önerge veren Ankara Milletvekili Vehbi Dinçerler ise ilgili
komisyon tarafından önerilen ikinci fıkrada, Anayasanın muhtelif bölümlerinde yer
alan ve “Türk devletinin varlığını ve bağımsızlığını, ülkenin ve milletin bölünmez
bütünlüğünü” korumaya yönelik “yüksek değerler” olarak tanımladığı ifadelerin yer
almamasını eleştirmiş; fıkraya yayınların “Türk Devletinin varlık ve bağımsızlığını,
ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü, toplumun huzurunu, genel ahlakı ve
Anayasanın ikinci maddesinde belirtilen ilkeleri” koruyucu bir şekilde yapılmasını
öngören yeni bir cümle eklenmesini talep etmiştir. Dinçerlere göre, yasa
komisyondan geldiği şekliyle, “iletişimde ve yayıncılıkta çoğulculuk” ilkesi kabul
edilerek yasalaşırsa, özellikle “korsan TV ve radyo yayınlarında yaşanmakta olan
karmaşa, başıbozukluk ve sınır tanımazlık başka alanlara da kayacak ve yayılacaktır.
Ayrıca, devleti, milleti ve ülkeyi parçalamak, bağımsızlığını kısmen veya tamamen
ortadan kaldırmak, toplumun huzurunu bozmak isteyen herkese açık ve seçik fırsat
hazırlanmış” olacaktır (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt: 37, Birleşim: 115,
s. 36,37).
Yasa tasarısına ilişkin bu tartışmalara bakıldığında, parlamenterlerin iletişim
özgürlüğünün sınırlandırılmasında milli güvenliğin sağlanmasını önemli bir faktör
olarak kabul ettikleri görülmektedir. Milli güvenliğin sağlanmasına ilişkin girişimler
ise milli birlik ve toprak bütünlüğünün korunması ile Anayasada yer alan temel
ilkelere uyulması üzerinde yoğunlaşmıştır. Parlamenterlerin bu konudaki
160
tartışmalarına bakıldığında, konuşmaların ve önergelerde fıkraya eklenmesi önerilen
cümlelerin, 12 Eylül Askeri rejiminin milli güvenlik konusundaki dili ve zihniyetiyle
örtüştüğü görülmektedir. Bu konudaki tek eleştiri RP’li milletvekillerinden gelmiş,
milli güvenliğin sağlanması, Anayasada yer alan ve aralarında “laiklik”in de yer
aldığı Cumhuriyetin değiştirilmesi önlenemez niteliklerinin korunması sorunu olarak
değil, “ülke bütünlüğünün ve bölünmezliğinin” korunması olarak kabul edilmiş,
böylece “dini” yayınların milli güvenliği tehdit edici bir unsur olarak görülmelerinin
önüne geçilmek istenmiştir.
Parlamenterlerin yayınların milli güvenliğe uygun yapılmasına ilişkin
konuşmalarına bakıldığında, kullanılan temel retorik stratejinin adsızlaştırma olduğu
görülmektedir. Milli güvenliğe ilişkin endişeler muğlak ifadelerle dile getirilmiş,
örneğin PKK’dan bahsedilmezken; “Türk devletinin varlık ve bağımsızlığının,
ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünün” korunması gerektiği dile getirilmiştir.
“Dini” yayınların önlenilmesine ilişkin girişimlerde de “yayınların laiklik ilkesine
uygunluğu”ndan söz edilmemiş, bunun yerine Anayasanın ikinci maddesindeki
ilkelere atıf yapılmıştır. Bu durum, iletişim özgürlüğünün kötüye kullanılabileceğine
ilişkin uyarılarda da görülmektedir. Örneğin “ifade özgürlüğü” ve “yayınlarda
çoğulculuk” ilkelerinin “art niyet taşıyabilecek kişilerce istenildiği şekilde
yorumlayabileceği” dile getirilmiş, fakat “bu kişilere ilişkin” bir tanımlama
yapılmamıştır. Benzer şekilde yayıncılık alanında var olan durum “karmaşa,
başıbozukluk ve sınır tanımazlık” olarak betimlenirken, bu olumsuzlukların “başka
alanlara da kayabileceği” uyarısında bulunulmuş, bu alanların neler olduğu
belirtilmemiştir.
161
Tasarı görüşmeleri sırasında, sadece DEP’li milletvekilleri Selim Sadak ve
arkadaşları, verdikleri önerge ile “yayın dili konusunda sınırlama getirilemez”
ilkesinin anayasa maddesine eklenmesini talep etmiş ve “Kürtçe yayınların”
yapılabilmesinin “Türkiye’deki sosyolojik realiteye uygun” olacağını dile getirmiştir.
Önerge üzerinde konuşulmadan reddedilmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19,
Cilt: 37, Birleşim: 115, s. 44).
Yasaya ve önergelere ilişkin bu tartışmaların ardından önergeler oylanmış, ve
sadece ANAP, DYP ve SHP Grup Başkanvekillerinin verdiği önerge kabul
edilmiştir. Böylece 22 Haziran 1993’teki 115. birleşimde oylandığı şekliyle fıkranın
yeni hali şöyle olmuştur:
Kanun, radyo ve televizyon yayınlarının Türk devletinin varlık ve
bağımsızlığını, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü, toplumun huzurunu,
genel ahlakı, anlatım özgürlüğünü, iletişim ve yayında çoğulculuğu, adaleti ve
tarafsızlığı, kamu hizmeti anlayışını, milli ve manevi değerleri, Anayasanın 2 inci
maddesinde belirtilen Cumhuriyetin temel nitelik ve ilkelerini koruyacak tarzda
yapılmasını düzenler; gerekli eşgüdüm ve gözetim kurumlarını kurar. (TBMM
Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt: 37, Birleşim: 115, s. 47)
Bununla birlikte fıkranın son hali bu şekilde bırakılmamış; 8 Temmuz
1993’teki 125. birleşimde, DYP, ANAP, SHP ve CHP Grup Başkanvekillerinin ortak
önergesiyle değiştirilen 133. madde, bir Anayasa maddesi olduğu ve genel kurallar
içermesi gerektiği görüşünden hareketle kısaltılmış ve hem milli güvenliğe hem de
yayın ilkelerine ilişkin ifadeler, daha sonra ilgili kanunda ele alınmak üzere metinden
162
çıkarılmıştır. Böylece, Türkiye’de devlet tekelindeki kamu hizmeti yayıncılığından
özel yayıncılığın da yer aldığı ikili yayıncılık düzenine geçişte iletişim özgürlüğünün
milli güvenliğin sağlanması amacıyla nasıl sınırlandırılacağına ilişkin tartışmalar,
daha kapsamlı bir şekilde yapılmak üzere, 3984 sayılı “Radyo ve Televizyonların
Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun” tasarısının görüşülmesi sürecine
ertelenmiştir.
3984 sayılı yasanın iletişim özgürlüğünün tanımlanması ve sınırlandırılması
konusunda yayın ilkelerini düzenleyen dördüncü maddesinin milli güvenlik
politikalarının ön plana çıktığı ve bu konuda tartışmalar yapılan maddeleri arasında
yer aldığı görülmektedir.
Yasa tasarısının yayın ilkelerini düzenleyen dördüncü maddesine
bakıldığında, Anayasanın 133. maddesini değiştiren yasanın ilk halinden çıkarılan
ifadelerin bu maddede yeniden yer aldığı görülmektedir. Dördüncü maddenin,
yayınların “Türkiye Cumhuriyetinin varlık ve bağımsızlığına, Devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne” uygun yapılmasını öngören “a”, “Anayasanın
Genel Esaslar kısmında yer alan ilkelere, demokratik kurallara ve kişi haklarına”
saygılı olmasını öngören “c”; genel ahlak ve Türk aile yapısı yanında toplum huzuru
da dikkate alınarak yapılması gerektiğini belirten “d”; “Toplumu şiddet, terör ve
etnik ayrımcılığa sevk eden ve toplumda nefret duyguları oluşturacak yayınlar
yapılmasını yasaklayan “g” ve yayınların Türkçe yapılmasını öngören “t” bentlerinde
yer alan yayın ilkelerinin milli güvenlik politikaları doğrultusunda belirlendiği
görülmektedir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt: 42, Birleşim: 24, s.
574,575).
163
DYP-SHP-ANAP Başkanvekillerinin imzası ile meclis gündemine gelen yasa
tasarısının yayın ilkeleri ile ilgili dördüncü maddesine getirilen eleştiriler ağırlıklı
olarak CHP’li milletvekillerinden gelmiştir. Hem yasanın geneli hakkında CHP
Grubu adına konuşan Ankara Milletvekili H. Uluç Gürkan hem de dördüncü madde
hakkındaki tek konuşmayı şahsı adına yapan CHP Ankara Milletvekili Ali Dinçer
yayın ilkelerini “özgür, çağdaş ve demokrat” bir yayıncılık alanını engelleyici
bulmuş; bu ilkelerle “Türkiye’nin çoğulcu, çok renkli mozaik yapısına sahip olan
toplumsal kültürel birikimini” yansıtmanın mümkün olmadığını belirtmişlerdir.
CHP’li milletvekillerinin konuşmalarında, 12 Eylül Askeri Rejiminden bahsetmeden
fakat yayın ilkeleri ile getirilen yayıncılık düzeni ile askeri rejimlerin yönetim
anlayışı arasında bağ kurarak, TBMM’de devam eden 12 Eylül zihniyetini eleştirdiği
görülmektedir. Uluç Gürkan yayın ilkelerini “askeri emirlere” benzetirken; Ali
Dinçer de dördüncü maddenin “kışla anlayışıyla, kışla disipliniyle” ve “medyada,
radyo ve televizyon kurumlarında çalışacak olan insanların 24 saatini disiplin altına
alma anlayışıyla” hazırlandığını ileri sürmüş, bu anlayışı “çağdışı” ve “Napolyon’un
polis nazırının anlayışı” olarak nitelendirmiştir. Bu ilkelerin “yurttaşlardan kuşku
duyan” bir zihniyetle hazırlandığını belirten milletvekili “askeri birlik” ile “sivil
toplum” ayrımı yaparak, “sivil bir toplumda, insanlardan, yurttaşlardan kuşku
duymak, istisna olmak durumundadır” demiştir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:
19, Cilt: 42, Birleşim: 24, s. 555, 575,576).
Bu eleştirilerden hareketle CHP Ankara Milletvekili Uluç Gürkan ve
arkadaşları yukarıda belirtilen ve dördüncü maddede yer alan “a”, “d”, “g” ve “t”
bentlerinin yer almadığı daha kısa ve farklı bir “dördüncü madde” önermişlerdir. Bu
öneride milli güvenlikle ilgili olabilecek tek bölüm “Radyo ve televizyon
164
yayınlarının Anayasanın genel esaslar kısmında yer alan ilkelere uygun olarak”
yapılmasını öngören ilk fıkra olmuş, önerge Ali Dinçer’in deyişiyle “basın-ahlak
ilkeleri ile ilgili temel konuları” içermiştir. Bu önerge tartışılmadan reddedilmiştir.
CHP’nin dile getirdiği diğer konu, “laiklik” ilkesinin yayın ilkeleri arasında açıkça
dile getirilmeyişi olmuş, bu konuda maddeye ilişkin iki ayrı değişiklik önergesi veren
CHP’nin bu önergeleri de reddedilmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:
42, Birleşim: 24, s. 576, 577).
Yayın ilkeleriyle ilgili bu tartışmalara bakıldığında ve on dokuz bentlik yayın
ilkelerinin beş tanesinin milli güvenliğin sağlanmasına ilişkin ilkeler olduğu göz
önünde bulundurulduğunda, 19. Dönem milletvekillerinin iletişim özgürlüğüne
yaklaşımlarında milli güvenlik politikalarının başat kriterlerden biri olduğu
görülmektedir. Milli güvenliğin korunmasına yönelik önlemler “devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü”nün sağlanması; “toplumu şiddet, terör ve etnik
ayrımcılığa” sevk edecek ve “toplumda nefret duyguları oluşturacak” yayınlardan
sakınılması gibi askeri rejim döneminde de kullanılan ifadelerle dile getirilmiş; yine
bu dönemin yayın anlayışına uygun bir şekilde, Anayasanın “düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyeti”ni düzenleyen 26. maddesi ve “basın hürriyeti”ni düzenleyen 28.
maddesinde yer alan ve “kanunen yasaklanmış herhangi bir dil”in kullanımını
yasaklayan düzenleme, yayın dilinin Türkçe ile sınırlanması yoluyla yayın ilkeleri
arasına katılmıştır. Konuya ilişkin tartışmalar ise “tabu” olma niteliğin korumuş,
milli güvenliğin korunmasına ilişkin bu ilkelere getirilen eleştiriler üstü örtük bir
şekilde ve “adsızlaştırma” stratejisiyle dile getirilmiştir.
165
İletişim özgürlüğünün milli güvenliğin sağlanması amacıyla
sınırlandırılmasına ilişkin tartışmalarda, 1990’ların ilk yarısında görülen bu
“adsızlaştırma ve tabulaştırma” halinin 2000’li yıllarda 21. ve 22. Parlamento
Döneminde yapılan tartışmalarında kırılmaya başlandığı görülmektedir. Özellikle 21.
dönemde çıkarılan ve Anayasanın 34 maddesinde değişiklikler yapan 4709 sayılı
yasaya ilişkin tartışmalar ile 4756 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve
Yayınları Hakkında Kanun, Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar
Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"a ilişkin tartışmalar iletişim
özgürlüğü ve milli güvenlik ilişkisinin sorgulandığı yasa tartışmaları olmuştur
21. parlamento döneminde 24 Eylül-3 Ekim 2001 tarihleri arasında görüşülen
ve TBMM’de grubu bulunan siyasî partilerin temsil edildiği Uzlaşma Komisyonunca
hazırlanan 37 maddelik anayasa değişikliği paketinde, Anayasanın düşünceyi
açıklama ve yayma özgürlüğünü ele alan 26. maddesi ile kamu tüzelkişilerinin
elindeki basın dışı kitle haberleşme araçlarından yararlanma hakkını düzenleyen 31.
maddesi yayıncılık alanı ve iletişim özgürlüğü açısından öne çıkan maddeler arasında
yer almıştır.
Yasa ile Anayasanın 26. maddesinde yer alan ve düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyetinin kullanılmasını “suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması,
Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret
veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının
korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi
amaçlarıyla” sınırlayan hükümlerine (Kili ve Gözübüyük, 2000:270), “millî
güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin
166
ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması” ibareleri eklenmiş,
maddenin “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan
herhangi bir dil kullanılamaz” ile başlayan fıkra ise metinden çıkarılmış ve
“düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart
ve usuller”in kanunla düzenleneceğini öngören yeni bir fıkra eklenmiştir. Böylece
maddede yapılan değişikliklerle bir yandan “Kürtçe yayın yasağı” olarak kabul
edilen “kanunla yasaklanmış olan bir dilde yayın yapma” yasağı kaldırılırken, diğer
yandan düşüncelerin ifade edilmesine yeni sınırlamalar getirilmiştir.
Anayasanın 31. maddesi ise, kanunların radyo-televizyon yayınlarını
“devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin,
Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının,
genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile” ve “Anayasanın ilgili
maddelerinde öngörülen özel sebeplerle” sınırlayabileceğini öngören 13’üncü (Kili
ve Gözübüyük, 2000:266) maddeye atıf yapan ikinci fıkrası çıkarılıp, yerine “Kanun,
millî güvenlik, kamu düzeni, genel ahlâk ve sağlığın korunması sebepleri dışında,
halkın bu araçlarla haber almasını, düşünce ve kanaatlere ulaşmasını ve kamuoyunun
serbestçe oluşmasını engelleyici kayıtlar koyamaz.” diyen yeni bir fıkra eklenerek
değiştirilmiştir.
Anayasa değişikliği paketinin, Anayasanın 26. ve 31. maddelerini değiştiren 9
ve 11. maddelerine ilişkin TBMM görüşmelerine bakıldığında; DSP ve MHP Grubu
adına konuşmalar yapılmadığı görülmektedir. Maddeler üzerinde AKP, ANAP, DYP
ve SP Grupları adına konuşmalar yapılmıştır. Bu konuşmalarda parlamenterlerin
Anayasanın, AB’ye uyum protokolü çerçevesinde zorunlu olarak yapıldığı bu
167
nedenle de eksiklikler taşıdığı ve daha kapsamlı bir anayasa reformu yapılması
gerektiği konusunda uzlaştıkları görülmektedir. Bu konu özellikle AKP, SP ve DYP
Grubu adına yapılan konuşmalarda geniş bir yer kaplamıştır. Konuşmacılar, 1982
anayasasının milli güvenlik önlemlerini ve temel hak ve hürriyetlere getirdiği
kısıtlamaları baskıcı bulduklarını belirtmişlerdir. Örneğin AKP Grubu adına
Anayasanın 31. maddesi hakkında konuşan Yozgat Milletvekili Mehmet Çiçek, 1982
Anayasasının “olağanüstü bir dönemde” hazırlandığını, dolayısıyla aldığı önlemlerin
de “olağanüstü” olduğunu ileri sürmüş ve artık “olağan bir döneme” uygun “sivil”
bir anayasa yapılmasını önermiştir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt: 70,
Birleşim: 133, s.6). DYP Grubu adına konuşan Antalya Milletvekili Salih Çelen ise,
birey-devlet ilişkisine değinerek “Devleti kutsayan anlayış ne kadar yanlışsa, toplum
zararına faaliyetlere karşı aciz duruma düşürülmüş devlet mantığı da en az o kadar
yanlıştır. O bakımdan, hürriyetlerin serbestiyesi ya da kısıtlanması konularında
kullanılacak tek ölçüt hukuk devleti ölçütü olmalıdır.” demiş, anayasa reformunu bu
konuda atılan önemli bir adım olarak nitelemiştir. Yine DYP Grubu adına söz alan
Kayseri Milletvekili Sevgi Esen, “sivil ve milletiyle bütünleşen anayasa ve
yaşanabilir demokrasi”nin, Doğru Yol Partisi’nin hedeflerinden biri olduğunu
belirtmiştir.
Anayasa maddelerine eklenen yeni sınırlamalar ise özellikle AKP, SP ve
ANAP Grubu adına yapılan konuşmalarda eleştirilmiştir. ANAP Grubu adına
konuşan Diyarbakır Milletvekili Abdülbaki Erdoğmuş, Anayasanın temel hak ve
özgürlüklerin sınırlanmasının koşullarını belirleyen 13. maddesinin kapsamının
daraltıldığını; fakat bu maddeden çıkarılan sınırlamaların teker teker tüm maddelere
eklendiğini belirtmiş; düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetine “millî güvenlik,
168
kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve
milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması” amacıyla getirilen yeni sınırlamaların
da bu doğrultuda olduğunu ileri sürmüş ve bu durumu eleştirmiştir. SP Grubu adına
söz alan Trabzon Milletvekili Şeref Malkoç ise getirilen bu sınırlamaların nasıl
tanımlanacağının ve içinin nasıl doldurulacağının çok önemli olduğunu belirterek:
Eğer bu kavramlar, Türkiye'nin son dört yılda yaşadığı sıkıntılı süreçte
yorumlandığı gibi yorumlanırsa, içleri bu şekilde doldurulursa, açık ve net olarak
söylüyorum, mevcut olan bu 26 ncı maddeyi, yani, askerî yönetimin getirdiği bu 26
ncı maddeyi mumla arar hale gelebiliriz. (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:
70, Birleşim: 132, s.46).
uyarısında bulunmuştur. AKP Grubu adına konuşan Tokat Milletvekili M. Ergün
Dağcıoğlu ise 26. maddenin sonuna eklenen “düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir”
cümlesine dikkat çekerek, bu madde ile yapılacak düzenlemenin “toplumda bireyi
esas alan, daha özgürlükçü, demokratik bir hukuk devleti” anlayışıyla yapılmasını
talep etmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt: 70, Birleşim: 132, s.46).
Özetle, Anayasanın 26. ve 31. maddesinde yapılan değişikliklere ilişkin
TBMM tartışmalarına bakıldığında, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti ile kamu
tüzelkişilerinin elindeki basın dışı kitle haberleşme araçlarından yararlanma hakkına
Askeri rejim döneminde getirilen sınırlamaların gevşetilmesi gerektiğine ilişkin bir
169
anlayışın oluştuğu; 1990’ların ilk yarısında sıklıkla kullanılan “devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü”nün sağlanması, “toplumu şiddet, terör ve etnik
ayrımcılığa” sevk edecek yayınların yapılmaması ilkeleri yerine “toplumsal barış”,
“sivil anayasa” gibi kavramların dile getirilmeye başlandığı görülmektedir. Yine
1990’ların ilk yarısında “tabu” olan “Kürtçe yayın” ya da “ana dilinde düşüncelerini
ifade etme hakkı” gibi haklar da açıkça dile getirilmeye başlanmıştır ki, var olan
kültürel ve etnik çeşitliliği yadsımak yerine bu çeşitliliğin varlığını kabul etme
anlamına gelen bu gelişme, iletişim özgürlüğünün temel gereklerinden biri olan
vatandaşların kendilerini etnik veya kültürel kimlikleri ile ifade edebilme
olanaklarının geliştirilmesi konusunda önemli bir ilk adım olarak kabul edilebilir. Bu
olumlu gelişmelerle birlikte, değişiklik paketinin AB uyum protokolü çerçevesinde
hazırlanacak raporun veriliş tarihine yetiştirilmek üzere TBMM’nin olağanüstü
toplanmasıyla bir hafta gibi kısa bir sürede yasalaştırılması; bir yandan düşünceyi
açıklama ve yayma özgürlüğünün kullanılmasında yasaklanmış dil sınırlaması
kaldırılırken, diğer yandan bu özgürlüğün kullanılması konusundaki sınırlamalara
“mili güvenliğin sağlanması” gibi yeni sınırlamaların eklenmesi ve maddeye daha
sonra yapılacak kanunlarda dil sınırlamasının getirilemeyeceği garantisi yerine;
“Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart
ve usuller”in daha sonra bir kanunla düzenleneceği kaydının düşülmesi, TBMM’nin
iletişim özgürlüğünün milli güvenlik gerekçeleriyle sınırlandırılabilmesi konusunda
tedbiri bırakmadığını göstermiştir. Nitekim genel kurul görüşmeleri anayasa
değişikliği paketinin kamuoyuna duyurulduğu 14 Haziran 2001’tarihinden bir hafta
önce 6 Haziran 2001’de tamamlanan; ancak Cumhurbaşkanı tarafından iade edilince
değişiklik paketinin kabulünden yaklaşık altı ay sonra yeniden görüşülen 4756 sayılı
170
“Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Basın Kanunu,
Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun”a ilişkin tartışmalar bu görüşü doğrular niteliktedir.
4756 sayılı yasaya ilişkin tasarının milli güvenlik konusunda en çok tartışılan
bölümü 3984 sayılı yasanın yayın ilkeleri bölümünde değişiklikler yapan yayın
ilkelerine ilişkin ikinci maddesi olmuştur. Anayasa değişikliğinden sonraki
görüşmelerde de değiştirilmeden aynen kabul edilen yayın ilkeleri
Radyo, televizyon ve veri yayınları, hukukun üstünlüğüne, Anayasanın genel
ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere, millî güvenliğe ve genel ahlâka uygun olarak
kamu hizmeti anlayışı çerçevesinde yapılır. Yayınların Türkçe yapılması esastır.
Ancak, evrensel kültür ve bilim eserlerinin oluşmasına katkısı olan yabancı dillerin
öğretilmesi veya bu dillerde müzik veya haber iletilmesi amacıyla da yayın
yapılabilir. (TBMM Tutanak Dergisi, , Dönem: 21, Cilt: 64, Birleşim: 107, s.46).
diyen bir giriş fıkrası ile başlamış; daha önce yayın ilkeleri bölümünde yer alan
“Türkçe’nin özellikleri ve kuralları bozulmadan konuşma dili olarak kullanılması;
millî birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak çağdaş kültür, eğitim ve
bilim dili halinde gelişmesinin sağlanması” ilkesini olduğu gibi korurken; “Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin varlık ve bağımsızlığına, Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne aykırı yayın yapılmaması” ilkesine, “Atatürk ilke ve
inkılâplarına” ibaresini eklemiş; “Toplumu şiddete, teröre, etnik ayrımcılığa sevk
eden veya halkı sınıf, ırk, dil ve din farkı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik eden
veya toplumda nefret duyguları oluşturan yayınlara imkân verilmemesi” ilkesi ise
171
“bölge ve mezhep ayrımcılığını” önleyecek şekilde genişletilmiş; ayrıca maddeye
“Suç örgütlerinin korkutucu ve yıldırıcı özelliklerinin yansıtılmaması”nı öngören
yeni bir madde eklenmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, , Dönem: 21, Cilt: 64,
Birleşim: 107, s.46,47).
Tasarının TBMM’de görüşüldüğü birleşimlerde yayın ilkelerini düzenleyen
ikinci maddeye yönelik tartışmalara bakıldığında, madde üzerinde 2001 yılındaki
görüşmelerde FP ve DYP; Cumhurbaşkanı tarafından yeniden görüşülmek üzere
meclise gönderildikten sonra yapılan görüşmelerde de AKP, DYP ve SP olmak üzere
sadece muhalefet partileri adına konuşmalar yapıldığı görülmektedir. Bu
konuşmalarda yayınlara getirilen sınırlamalar eleştirilmiş, eleştiriler milli güvenlik
gerekçesiyle getirilen sınırlamaların “muğlak, belirsiz her yöne çekilebilir” oluşu
üzerinde odaklanmıştır. 2002 yılı görüşmelerinde ayrıca Anayasa değişikliğine atıflar
yapılarak, bu olumlu değişikliklerin yayın ilkeleri ile ilgili maddeye geçmediği gibi,
maddeye yeni sınırlamalar getirilmesi eleştirilmiştir.
Madde üzerinde FP Grubu adına söz alan Rize Milletvekili Mehmet
Bekâroğlu, yayın ilkeleri ile 1982 Anayasasını karşılaştırarak, maddeyi
(A)ynen, Anayasada olduğu gibi, hak ve özgürlükler sayıldıktan sonra,
aşağıda, amalar ve ancaklarla hak ve özgürlüklerin sınırlandığı bir madde oluyor.
Burada her şey sayılmış. Bu radyo-televizyon yayıncılığıyla birçok şey korunacak;
ama, bir tek şey unutulmuş; demokratik toplum. Her şeyi koruyorsunuz; ama,
demokratik toplumu korumak için hiçbir şey söylemiyorsunuz. ... Tümüyle, bu
yasaklamalar, ilkeler, tamamen soyut, içerik ve anlamı belli olmayan ifadelerle dolu.
(TBMM Tutanak Dergisi, , Dönem: 21, Cilt: 64, Birleşim: 107, s. 47)
172
diyerek eleştirmiştir. Grup sözcüsünün eleştirdiği diğer nokta da yasanın “militarist
eğilim”lerle hazırlanması olmuştur. AB’ye Katılım Ortaklığı Belgesine atıf yapan
milletvekili; belgede “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Millî Güvenlik Kurulu
aracılığıyla militarist bir vesayet altında olduğu” ve "bu ortadan kaldırılmadan
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Avrupa Birliğine üye olmasının mümkün
olmadığı”nın belirtildiğini ekleyerek, hükümeti “bu konu üzerinde çalışma” yapmak
yerine yayın ilkeleri ile ilgili maddeye de “aynı eğilimi, aynı anlayışı monte” etmekle
suçlamıştır (TBMM Tutanak Dergisi, , Dönem: 21, Cilt: 64, Birleşim: 107, s. 47).
İkinci madde ile düzenlenen yayın ilkelerini eleştiren diğer muhalefet partisi
DYP Grubu adına konuşan Hatay Milletvekili Mehmet Dönen ise, ilgili maddenin
“hak ve özgürlükleri çok ciddî anlamda kısıtladığını, çok muğlak tanımların
buralarda yer aldığını” belirtmiş, “sivil toplum örgütlerinin özellikle etkin olduğu ve
özgürlükçü bir toplumun temellerini atacak bir radyo televizyon yasası veya bir
iletişim yasası” çıkarılacaksa bu yasaların “demokrasi açısından ve özgürlükler
açısından çok ciddî yeni kavramlarla donatılması” gerektiğini ifade etmiştir (TBMM
Tutanak Dergisi, , Dönem: 21, Cilt: 64, Birleşim: 107, s. 49).
Yayın ilkeleri konusundaki önergeler de muhalefet milletvekillerinden
gelmiştir. 2001 yılı görüşmelerinde DYP Amasya Milletvekili Ahmet İyimaya, yayın
ilkelerinin iletişim özgürlüğünü ortadan kaldıracak kadar sınırladığını belirterek
verdiği önergede “Bu kanunun hiçbir hükmü, iletişim özgürlüğüne, Anayasaya ve
katıldığımız sözleşmelere aykırı olarak yorumlanamaz ve uygulanamaz” diyen bir
fıkranın maddeye eklenmesin talep etmiş; önerge reddedilmiştir. 2002 yılında da Van
Milletvekili Fethullah Erbaş ve arkadaşlarının verdiği ve maddenin “b” bendinin
173
çıkarılmasını öngören önerge ile Bolu Milletvekili İsmail Alptekin ve arkadaşlarının
ikinci maddenin “k” bendinde yer alan “...korku salacak yayın yapılmaması” bölümü
ile “v” bendinde yer alan “...yayınların karamsarlık, mutsuzluk... eğilimlerini
körükleyici ...nitelikte olmaması...” bölümlerinin madde metninden çıkarılmasını
teklif eden önergeleri reddedilmiştir.
Önergelere ilişkin asıl tartışma ise FP İstanbul Milletvekili Nazlı Ilıcak ve
arkadaşları tarafından verilen ve yayınların Türkçe yapılmasını öngören cümlelerin
çıkarılmasını talep eden önergeye ilişkin konuşmalar sırasında yapılmıştır. Önerge
hakkındaki konuşmasında “Böyle bir ibarenin, Kürtçe yayın yasağının sürdürülmesi
için konulduğunu” ileri süren Nazlı Ilıcak, “Kürt asıllı vatandaşlarımız, hepsi
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır; artık, bir istismar konusu yapılmasınlar ...
Dillerini madem konuşabiliyorlar, öyleyse neden kendi dillerinden yayın yapılması
yasak kapsamına alınıyor?” diyerek yayın dili konusundaki uygulamayı eleştirmiştir.
Bu konuda Avrupa Birliği kurallarına da atıf yapan konuşmacının; “bu kurallar,
bizim özel şartlarımıza, özel korkularımıza, paranoyamıza uydurulamaz. Ya bu
deveyi güdersiniz ya bu diyardan gidersiniz!” sözleri “MHP sıralarında gürültülere
ve tepkilere” yol açmıştır. Ilıcak’ın yayın dili konusunda ileri sürdüğü bir diğer sav
da, yasaklı dil uygulamasının milli birlik ve beraberliği tehlikeye attığı ve
“Güneydoğunun büyük bir bölümü”nün bu nedenle HADEP'e oy verdiği olmuştur
(TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt: 64, Birleşim: 107, s.52,53).
Ilıcak’ın konuşması sonucu çıkan tartışma sonrası “sataşmalara cevap vermek
üzere” söz alan MHP Grup Başkanvekili İsmail Köse ise, dördüncü maddeye
getirilen eleştirileri ve Kürtçe yayın konusundaki görüşleri “Güneydoğu Anadolu'da,
174
Doğu Anadolu'da, Türkiye’mizin hiçbir yerinde, sözcünün söylediği hiçbir insanımız
yoktur, böyle bir talep de yoktur. ... Bunlar bölücü laflarıdır, bunlar bölücülüktür. ...
Üniter devlet, bölünmez millet ve Türkçe dil... Hiçbir kuvvet bunları aşamayacaktır.”
diyerek eleştirmiş; eleştirisi “MHP, DSP ve ANAP sıralarından alkışlar” ile
desteklenmiştir (TBMM Tutanak Dergisi, , Dönem: 21, Cilt: 64, Birleşim: 107, s.
56).
Özetle 21. dönem TBMM’de 2001 Eylülünde görüşülen ve TBMM’de grubu
bulunan partilerin oluşturduğu Uzlaşma Komisyonu tarafından hazırlanan 37
maddelik anayasa değişikliği paketi ile anayasada iletişim özgürlüğü konusunda
olumlu adımlar atıldığı; 12 Eylül rejiminin anayasada var olan ve başta temel hak ve
özgürlüklere yönelen sınırlamalarını yumuşatan bu değişikliklerin, TBMM’de
yapılan konuşmalarda genel bir kabul gördüğü görülmektedir. Bununla birlikte daha
sonra çıkarılan yasalar ve TBMM’deki konuya ilişkin tartışmalar; bu anayasa
değişikliklerinin yeni kanunlara uygulanmasında temkinli davranıldığını
göstermektedir. Anayasa değişikliğinden sonra yeniden görüşülen 4756 sayılı
yasanın yayın dili sınırlamasını ve “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğü” ile başlayan sınırlamaları barındırmaya devam etmesi muhalefet
tarafından eleştirilmiştir.
Konuya ilişkin tartışmalarda özellikle muhalefet partileri sözcülerinin
1990’ların ilk yarısında tabu sayılan “Kürtçe yayın”, “kültürel kimlikleri ifade hakkı”
gibi konuları ve “sivil anayasa” taleplerini dile getirdiği; iletişim özgürlüğüne 1982
Anayasası doğrultusunda sınırlamalar getirmenin eleştiri konusu olabilmeye
başladığı; bununla birlikte “irticai” ya da “dini” nitelikli yayınlara ilişkin konuşmalar
175
ve getirilen sınırlamaların “Atatürk ilke ve inkılaplarına”, “laiklik” ilkesine atıf
yapılarak dolaylı bir şekilde dile getirilmeye devam ettiği görülmektedir. Konuya
ilişkin tartışmalarda, iktidar partileri adına konuşmalar yapılmaması da dikkati çeken
bir özellik olmuştur. İktidar milletvekillerinin bu durumda kürsüdeki konuşmacıyla
etkileşim içerisinde oldukları ve konuşmalara müdahale ettikleri görülmektedir. Bu
tür müdahaleler ile karşılıklı atışmalarda DSP milletvekillerinin iletişim özgürlüğüne
milli güvenlik gerekçeleriyle getirilen ve “irticai” yayınların önlenmesini amaçlayan
yasa maddeleri karşısındaki tutumu “Atatürkçü olup olmamak” ikilemi içerisinde
sunarken; MHP’li milletvekillerinin “Kürtçe yayın” konusunu “bölücü olmak veya
olmamak” ikilemi ile dile getirdiği görülmektedir (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:
21, Cilt: 64, Birleşim: 107). Meclis çoğunluğunu oluşturan iktidar milletvekillerince
alkışlanarak desteklenen bu ikilemlere ve iletişim özgürlüğüne getirilen sınırlamalara
ilişkin tartışmalara bakıldığında 1990’ların ilk yarısında 19. dönem parlamentosuna
hakim olan ve 12 Eylül Askeri rejiminin diliyle örtüşen milli güvenlik anlayışının
kırılmaya başlamasıyla geçerliliğini koruduğu görülmektedir.
2. Milli Ahlakın Korunmasına İlişkin Önlemlerde İletişim Özgürlüğü
Retoriği
İncelenen dönemde yayıncılık alanına ilişkin tartışmalarda milli ahlakın
korunması konusunun 1990’ların ilk yıllarında Anayasanın 133. maddesinin
değiştirilmesine ilişkin yasa tartışmaları ve 3984 sayılı yasaya ilişkin tartışmalar
sırasında yoğun bir şekilde ele alındığı görülmektedir. Sonraki yasa görüşmelerinde
bu konuya ayrıca değinilmemiştir. 1980’lerdeki TBMM tartışmalarında, yayıncılık
176
alanına ilişkin tartışmalarda dile getirilen “aydınlatıcı, yönlendirici yayınların”
yapılması talebi TRT yayınlarının taraflılığı ve çeşitliliğe kapalılığına ilişkin
eleştiriler; özel radyo-televizyon yayıncılığının yasal zeminin kurulduğu ve alanın
temel ilkelerinin belirlendiği 1990’ların ilk yarısındaki yasa tartışmalarında yerini
“genel ahlak” ilkelerine ve “Türk aile yapısına” uygun yayınların yapılması talebine
bırakmıştır.
Anayasanın yayıncılıkta devlet tekelini öngören 133. maddesinde değişiklik
yapan yasa tasarısı görüşmelerinde, milletvekillerinin ve tüm partilerin üzerinde
uzlaştıkları konulardan biri yayınların genel ahlak ilkelerine uygun olması gerektiği
olmuştur. Bu durum anayasa maddesine ilişkin konuşmalarda ve tasarı hakkında
verilen değişiklik önergelerinde görülmektedir. Farklı konularda verilen 19 değişiklik
önergesinin sekizinde, diğer talepler yanında, yayınların genel ahlaka uygun olması
gerektiği de dile getirilmiş; milliyetçi ve muhafazakar milletvekillerinin verdikleri
önergelerde “genel ahlaka” ek olarak “manevi değerlere” de saygı gösterilmesi talep
edilmiştir.99
Konuşmalarda ortaya çıkan bir diğer özellik de ahlak ve kültürün “milli”
niteliğinin korunmasına ilişkin talepler olmuştur. Örneğin Anayasa değişikliği
yapılırken TBMM’ye iki konuda görev düştüğünü belirten İstanbul Milletvekili
Tunca Toskay, bu görevleri “partilerin kendi çıkarları dışında, ülke menfaatlerini
düşünerek meseleye yaklaşmaları” ve “Türk toplumunun kişiliğini koruması, önemli
değerlerini koruması ve onurlu bir millet olarak milletler camiasında yer almasını”
99 Bakınız: RP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül ve arkadaşlarının önergesi ile MHP Çorum Milletvekili Muharrem Şemsek ve arkadaşlarının önergesi (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:37, Birleşim: 115, s. 37, 41)
177
sağlayacak bir düzenlemeni yapılması olarak sıralamıştır (TBMM Tutanak Dergisi,
Dönem:19, Cilt: 38, Birleşim: 122, s. 15). Tokat Milletvekili İbrahim Kumaş da
benzer görüşleri dile getirdikten sonra, “Anayasa maddesi ve çıkarılacak kanunlarla,
Türk aile yapısının, gençliğimizin, çocuklarımızın, kadınımızın iffet ve onurunun
korunmasını, Türk Milletinin aldatılmamasını” talep etmiştir (TBMM Tutanak
Dergisi, Dönem:19, Cilt: 38, Birleşim: 122, s. 18,19).
Bu yöndeki görüşler 3984 sayılı yasaya ilişkin tartışmalarda da dile
getirilmiştir. Yasa görüşmelerinde tasarının geneli hakkındaki konuşmalar ile yayın
ilkelerinin düzenlendiği dördüncü madde, genel ahlakın korunması taleplerinin en
yoğun dile getirildiği tartışma alanları olmuştur. Yayın ilkelerinin konuyla ilgili
maddeleri, yayınların “genel ahlak, toplum huzuru ve Türk aile yapısına; “Türk millî
eğitiminin genel amaçlarının, temel ilkelerinin ve millî kültürün geliştirilmesi” ve
“çocukların ve gençlerin fiziksel, zihinsel, ruhsal ve ahlakî gelişimini olumsuz yönde
etkileyebilecek yayın yapılmaması” esaslarına uygun olmasını; “kişi veya kuruluşları
eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü, aşağılayıcı veya iftira niteliğinde”
yayınların yapılmamasını öngörmüştür (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:19, Cilt:
42, Birleşim: 24, s. 574,575). Bu ilkeler içerisinde konuşmalarda en çok dile getirilen
konu, Türk aile yapısının, çocuk ve gençlerin, milli ve manevi değerlerin korunması
ile biçimlenen yayınların genel ahlaka uygun olması talepleri olmuştur.
Özellikle milliyetçi, muhafazakar ve merkez sağ eğilimli milletvekillerinin
konuşmalarında dile getirilen genel ahlakın, milli ve manevi değerlerin, Türk aile
yapısının, çocukların ve gençlerin korunmasına ilişkin taleplerde, genel ahlaka
aykırılığın, yayınların pornografik niteliği ile ölçüldüğü görülmektedir. Örneğin,
178
tasarının tümü üzerinde RP Grubu adına konuşan İstanbul Milletvekili Ali Oğuz;
yayıncılık alanına ilişkin yasanın yapması gereken en önemli şeyi “genel ahlakın ve
manevi değerlerin tahrip edilmemesini sağlamak” olarak tanımlamış ve yasal bir
zemini olmayan özel yayıncılık pratiklerine karşı tepkisini ve bu konudaki “inançlı
insanların” taleplerini
… hepiniz de evinizde çoluk çocuğunuzla, torununuzla, gelinlerinizle bu neşriyatları
seyrediyorsunuz: bazen öyle oluyor ki, düğmeye bastığınıza, televizyonu açtığınıza
pişman edecek bir manzara karşınızda beliriyor. En azından torunlarınızdan,
çocuklarınızdan utanıyorsunuz, hanımınızdan hicap duyuyorsunuz, “aman kapatın”
diyorsunuz ve kapattırıyorsunuz. ... Zaman zaman yakamıza yapışan inançlı insanlar,
“Allah rızası için bir çare bulun, bu porno filmler, seks fimleri, bu yatak sahneleri
yavrularımızı perişan ediyor. Siz, görevlisiniz, mesul insanlarsınız, gelin buna bir
çare bulun” diye müracaat ediyorlar... (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:19, Cilt: 42,
Birleşim: 24, s. 553).
diyerek belirtmiştir. Yasanın kabul edilmesinin ardından lehte bir konuşma yapan
ANAP İstanbul Milletvekili Halil Orhan Ergüder de benzer şekilde, çıkarılan yasa ile
kişilerin haysiyet ve şereflerinin “artık güvende” olduğunu belirtmiş, yasa ile “artık,
evimize mukaddes fikirler”in gireceğini; “kırmızı noktalı pornolara merak”
kalmayacağını, “Türk gencinin ve Türk kızının ahlakı”nın bozulmayacağını, “masum
Anadolu’nun temiz Hacer’inin, Zeynep’inin, ... seyredeceği yere, ... o münasebetsiz
pornografik filmlerin” konamayacağını dile getirmiştir (TBMM Tutanak Dergisi,
Dönem:19, Cilt: 57, Birleşim: 89, s. 550).
179
Tartışmalarda diğer partilerden farklı olarak CHP’nin “milli ahlak” yerine
“genel ahlak”ın korunmasını talep ettiği görülmektedir. Bu yaklaşım CHP Ankara
Milletvekili Uluç Gürkan ve arkadaşlarının verdiği değişiklik önergesinde de
görülmektedir.100 Bu önergede basın meslek ilkelerinden hareketle hazırlanmış yeni
yayın ilkeleri önerilmiş ve konuya ilişkin evrensel kriterlerin benimsenmesi talep
edilmiştir. “Milli ahlakın korunması” yerine “insan onuru ve eşitliği”nin esas
alınması gerektiği belirtilen önerge TBMM genel kurulunda reddedilmiştir.
Sonuç olarak Anayasanın 133. maddesinin değiştirilmesine ilişkin 3913 sayılı
yasa ile 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında
Kanuna ilişkin TBMM tartışmalarına bakıldığında, “milli ahlakın korunması”
ilkesinin ön planda olduğu; genel ahlakın ise pornografik yayınlar ile kurulan
karşıtlık çerçevesinde tanımlandığı görülmektedir. Böylece aile yapısının korunması,
gençlerin ve çocukların eğitilmesi sorunu, pornografik yayınların yasaklanması ile
çözülebilecek bir konu olarak sunulmuş; yayınların denetimine ya da içeriklerinin
belirlenmesine ilişkin diğer konular veya iletişim özgürlüğü açısından önemli bir
açılım sağlayacak, farklı demokratik grup, kuruluş ve kültürel kimliklerin çoğul bir
biçimde ve fırsat eşitliği sağlanarak yayıncılık alanına katılabilmelerinin ve
kendilerini ifade edebilmelerinin yollarının sağlanması üzerinde konuşulmadığı gibi,
bu konu bir milli güvenlik sorunu olarak kabul edilmiştir.
100 Önerge için bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:42, Birleşim: 24, s. 576,577
180
d) Yurttaşların Kendilerini İfade Araçlarının Arttırılması Olarak
İletişim Özgürlüğü Tartışmaları
1980 sonrası yayıncılık alanına ilişkin TBMM tartışmalarına bakıldığında;
yurttaşların kendilerini ifade edebilecekleri araçlara erişebilme hakları olarak iletişim
özgürlüğünün yeterince tartışılmadığı ve bu konuda bir irade bulunmadığı
görülmektedir. Bu konudaki önemli haklardan biri olan anadilde yayın hakkı bir milli
güvenlik sorunu olarak ele alınmış; toplumun dezavantajlı kesimlerinin (kadınların,
çocukların, engellilerin…), alt kültürlerin ve azınlıkların yayınlara ulaşabilmelerine
veya yurttaşların politika geliştirebilmelerine olanak sağlayacak bir araç olarak
radyo-televizyon-internet yayınlarından faydalanabilmelerine olanak ağlayacak
politikaların geliştirilmesine ilişkin bir irade oluşmamıştır.
İncelenen dönemde yayın araçlarının yurttaşların ve farklı toplumsal
kesimlerin kendilerini ifade aracı olarak kullanılabileceğine ilişkin argümanların
görünür olduğu tartışmalar ise 3984 sayılı yasa görüşmelerinde yayın tekelinin
kırılması ile hangi aktörlerin radyo-televizyon yayını yapabileceğinin saptanmasına
ilişkin tartışmalar ile 2001 yılındaki 4756 sayılı yasaya ilişkin tartışmalarda ele
alınan yerel yayıncılığın sorunlarına ilişkin tartışmalar olmuştur.
3984 sayılı yasa görüşmeleri sırasında konu, yayın tekelinin özel yayın
kuruluşları ve bir kamu hizmeti yayıncısı olarak TRT (ile Polis ve Meteoroloji
radyoları) dışında farklı kamu hizmeti yayıncılık kuruluşlarına da açılması
gerektiğine ilişkin görüşler çerçevesinde dile getirilmiştir. Buradan hareketle yasanın
en çok tartışılan maddesi özel radyo ve televizyon kuruluşlarının “kuruluş ve hisse
oranları”nı düzenleyen 29. maddesi olmuştur; zira madde ilk fıkrasıyla siyasi partiler,
181
dernekler, sendikalar, meslek kuruluşları, kooperatifler, vakıflar ve mahalli idarelerin
radyo-televizyon yayını yapmalarını yasaklamıştır. TBMM Genel Kurul Birleşimleri
incelendiğinde CHP, RP ve SHP’nin maddenin değiştirilmesi konusunda farklı
öneriler getirdiği görülmektedir.
Bu konuda SHP Grubu adına konuşan Ercan Karakaş tüm demokratik
kuruluşlara yayıncılık alanının açılmasına karşı çıkmakla birlikte, belediyelere yayın
hakkı verilmesi gerektiğini savunmuş, gerekçe olarak da “yönetimde saydamlık”
ilkesini ve mahalli idarelerin 1580 sayılı yasa ile sahip oldukları faaliyetlerini ilan
etme görevlerini öne sürmüştür (TBMM Tutanak Dergisi, D.19, Cilt. 57, Birleşim.
89, s. 487,489).
Düzenlemeye karşı çıkan RP adına konuşan Tokat Milletvekili Hüsamettin
Korkutata da benzer şekilde, siyasal partilerin radyo televizyon yayını yapmamasının
“doğal” olduğunu ancak mahalli idarelere bu hakkın verilmesi gerektiğini belirtmiş,
(TBMM Tutanak Dergisi, D.19, Cilt. 57, Birleşim. 89, s. 487) bu konuya değinen bir
başka RP’li milletvekili Cevat Ayhan ise konuya “rekabet” ve “kalite” kavramlarını
ön plana çıkararak yaklaşmış; yayıncılıkta kaliteyi arttıracak rekabet ortamının
sağlanmasını talep etmiştir. Milletvekili üniversiteler ile belediyeleri kastederek “Biz
niye bunlara yasak getiriyoruz? Bırakınız bunlar kendi faaliyetlerini, kendi hizmet
verdikleri çevresindeki insanlara duyursunlar. .. Bırakınız yasakları kaldıralım,
insanları hizmet yarışına sokalım...” önerisini getirmiştir (TBMM Tutanak Dergisi,
D.19, Cilt. 57, Birleşim. 89, s. 490).
ANAP’ın konuya yaklaşımını ise parti grubu adına yaptığı konuşmada
Gümüşhane Milletvekili Mahmut Oltan Sungurlu açıklamış, “yalnız belediyelere
182
değil, devlete ait birçok müesseseler, üniversiteler, genel müdürlükler, bakanlıklar”a
da radyo-televizyon yayını yasağı getirilmesinin “ülke kaynaklarının israf
edilmesini” önlemek amacıyla hükümetin tasarruf tedbirleri doğrultusunda alınan bir
karar olduğunu belirtmiştir. Böylece yayıncılık alanındaki çoğulculuk taleplerini
sadece devlete bağlı kurumların yayın yapabilmesi talebi olarak gören Sungurlu,
çeşitli sivil toplum örgütlerinin de kendilerini ifade edebilecekleri yayınları
yapabilme olanağını daha baştan yok saymıştır. ANAP’ın görüşlerini açıklayan
konuşmacı ayrıca, “çoğulculuk gereği kendilerini ifade etmek isteyen küçük
birimlerin”, yasada öngörüldüğü şekliyle özel yayıncılık yapan yerel radyo-
televizyonlardan faydalanabileceklerini ve bu yayın kuruluşlarının “halkın kendi
sesini iletmesi imkanını” sağlayacağını “temenni” ettiklerini belirtmiş (TBMM
Tutanak Dergisi, D.19, Cilt. 57, Birleşim. 89, s. 489), böylece iletişim alanının
çoğulculuğunu özel yayıncılık kuruluşlarına bırakılmasını savunmuştur.
Bu konuda bir fikir beyan etmeyen DYP’nin genel olarak ANAP’ı
desteklediği görülmektedir. Bununla birlikte DYP Samsun Milletvekili İhsan
Saraçlar ve arkadaşları verdikleri değişiklik önergesinde diğer kamu kuruluşları
veya sivil toplum örgütlerine yayın hakkı verilmesinden bahsetmeksizin sadece Türk
Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğüne yayın hakkı tanınmasının talep etmişlerdir. Bu
önerge de tartışılmadan reddedilmiştir.
Diğer partilerden farklı olarak, konuya “demokrat, özgür, çoğulcu bir
iletişim” alanının kurulması açısından yaklaşan CHP, kamu kuruluşlarının yayıncılık
alanının dışında bırakılmasını böyle bir iletişim alanı tahayyülüne aykırı olduğu için
eleştirmiş, CHP grubu adına tasarının geneli üzerine konuşan Ankara Milletvekili
183
Uluç Gürkan, yasanın “basit bir mülkiyet sorunu”nu çözmek veya yayıncılık
alanında fiili bir şekilde var olan özel radyo-televizyonları yasallaştırmak amacıyla
yapılmasını eleştirmiş; CHP’nin konuya yaklaşımını:
Bu, basit bir mülkiyet sorunu değildir; olmamalıdır. Bu mevcut gayri yasal
durumu, yasal bir kılıfa uydurmaktan ibaret bir düzenleme de olmamalıdır. ...
Cumhuriyet Halk Partisi olarak ... yapmak istediğimiz, özgür, çağdaş ve demokrat
toplum olabilmenin gereğini yerine getirmektir. ... (D)emokrat, özgür, çoğulcu bir
yapıyı, düşünce ve anlatım özgürlüğünü, yalnızca siyasi partilere değil, tüm
demokratik gruplara fırsat eşitliğini tanımanın gereğini bu yasa teklifine
işleyebilmemiz, gereklerini yerine getirmemiz gerekiyor (TBMM Tutanak Dergisi,
Dönem 19, Cilt 42, B. 24, s.554).
diyerek açıklamış, yayıncılıkta çoğulculuğun sağlanabilmesi için radyo-
televizyon yayınlarının yerelleşmesini ve tekelleşmenin önlenmesini önermiştir.
CHP’nin bu konudaki bir diğer önerisi ise Ankara Milletvekili Uluç Gürkan ve
arkadaşları tarafından verilen değişiklik önergesiyle olmuş, bu önergede TRT’den
mahalli ölçekte, çeşitli sivil toplum örgütlerine “Avrupa Özgür Radyolar
Federasyonunun İkinci Kongresinde kabul edilen ön ilkeyi benimsemeleri” koşuluyla
ve “halkla iletişim kurup halkın yayıncılığa katılmasını sağlamaları” amacıyla yayın
saati olanağı sağlanması önerilmiştir. Önerge tartışılmadan reddedilmiştir.
Sonuç olarak 3984 sayılı yasa ile sadece özel yayıncılığın alana girmesine
olanak sağlanmış, kamu kuruluşları, yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri, yurttaş
inisiyatifleri gibi geniş bir kamu kesimi yayıncılık alanından dışlanmıştır. Bu konuya
ilişkin çeşitli eleştiri ve öneriler ileri sürülse de, bunlar yerel yönetimlere yayıncılık
184
izni verilmesi üzerinde yoğunlaşmış, hayatın her alanında yurttaşların kendilerini
ifade edebilmelerinin araçlarının ve olanaklarının sağlanmasına yönelik bir hak ve
özgürlük olarak “iletişim özgürlüğü”ne ilişkin bir tartışma zemini oluşmamıştır. CHP
ve RP’den yasanın 19. maddesinin kamu kuruluşlarının radyo ve televizyon yayını
yapmasını yasaklayan ilk fıkrasının yayıncılıkta çoğulculuğu önlediği yönünde
eleştiriler gelse de, TBMM’deki genel eğilim çoğulculuğun özel yayın kuruluşları ile
artan yayın kanalı sayısı ile sağlanacağının kabul edilmesi olmuştur.
2001 ve 2002 yıllarındaki 4756 sayılı yasaya101 ilişkin tartışmalarda ise
yurttaşların kendilerini ifade edebilmelerinin ve yayıncılık alanının çoğulculuğunun
sağlanmasına ilişkin görüşler özellikle yerel yayınların desteklenmesi konusundaki
önerilerde ve yasanın yayınlara verilecek para cezalarının arttırmasını öngören 16.
maddesine ilişkin tartışmalarda görünmektedir. Zira yasa tasarısında bu madde ile
ulusal yayınlara verilecek para cezaları 250 milyar lira olarak saptanmakta; yerel
televizyonlara verilecek para cezaları ise on milyar ile 125 milyar lira arasında
değişmekte, radyo yayınları için verilecek para cezalarında ise bu miktarların yarısı
kabul edilmektedir. Maddeye 2001 yılında getirilen dört değişiklik önergesi olmuş,
bu önergelerden üç tanesi para cezalarının indirilmesini talep etmiştir.102 Para
cezalarında indirim öngören önergelerden Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen
tarafından verilen önerge kabul edilmiş, buna göre yerel televizyon kuruluşlarına
verilecek para cezalarının beş milyar ile yüz milyar lira arasında değişmesi kabul
edilmiştir. Yasanın Cumhurbaşkanı tarafından yeniden görüşülmek üzere TBMM’ye
101 Yasanın tümü için bakınız: http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/kanunlar _sd. durumu? kanun_no=4756 102 Önergeler için bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt 65, Birleşim: 110, s. 119-122
185
gönderilmesinin ardından yapılan tartışmalarda, para cezaları konusu yeniden ele
alınmış ve bu konuda iki değişiklik önergesi getirilmiştir. Muhalefet partileri SP ve
AKP milletvekilleri tarafından verilen önergeler reddedilmiştir.103
Maddeye ilişkin tartışmalara bakıldığında, yerel yayın kuruluşlarına getirilen
para cezalarının 2001 yılında muhalefetteki FP ile DYP tarafından, 2002 yılında ise
DYP ile FP’ni kapatılması sonucu kurulan SP ve AKP tarafından eleştirildiği
görülmektedir. 2002 yılında maddeye ilişkin DYP adına konuşma yapılmamıştır.
2001 yılı görüşmelerinde DYP adına söz alan Trabzon Milletvekili Ali Naci Tuncer,
konuşmasında Avrupa Birliğine atıf yapmış ve para cezaları arttırıldığı halde ekran
karartma cezalarının hala devam ettiğini belirtmiş ve yasanın özgürlükçü olmadığını
ileri sürmüştür. Tartışmalarda FP’li milletvekilleri ise 2001 yılı tartışmalarında bu
maddenin amacının dini yayın yapan yerel yayın kuruluşlarının kapatılması olduğunu
vurgularken;104 2002 yılındaki tartışmalarda FP’nin devamı niteliğindeki SP ve AKP
adına yapılan konuşmalarda böyle bir iddianın yer almadığı görülmektedir. Bu
partiler adına yapılan konuşmalarda, yeni para cezaları yerel medyanın
“susturulmasının”, “köreltilmesinin” ve “öldürülmesinin” aracı olarak tanımlanmış;
16. maddenin ifade, din ve vicdan özgürlüğüne aykırı olduğu ileri sürülmüştür. Bu
eleştirileri sırasında FP, SP ve AKP adına yapılan konuşmalarda yerel medya ile
ulusal medya arasında bir karşıtlık kurulmuş, yerel medya “Anadolu medyası” olarak
tanımlanırken; ulusal medya “holding medyası” olarak tanımlanmıştır. Örneğin 2002
103 Önergeler için bakınız: TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt 94, Birleşim: 95, s. 119-120 104 Bakınız. FP Konya Milletvekili Lütfü Yalman ve FP İstanbul Milletvekili Nevzat Yalçıntaş’ın maddeye ilişkin konuşmaları (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt 65, Birleşim: 110, s. 119-120122,123 ve 126,127)
186
yılında yasayı protesto ettiğini bildiren AKP Samsun Milletvekili Musa Uzunkaya,
kürsüde bir dakikalık susma eylemi yapmış; bunun gerekçesi olarak da “Anadolu
medyası susturulacağı için, onlar adına sustum; ben, milletin vekiliyim, onların
vekiliyim; bir kısım medya ve holdinglerin vekili olarak buraya gelmedim.” demiştir.
Maddeye getirilen eleştirilere bakıldığında, yerel yayınların yayıncılık
alanında çoğulculuğun sağlanması açısından önemli kabul edildiği görülmektedir.
Ancak bu çoğulculuk ulusal özel yayın kuruluşları ile yapılan karşılaştırma
aracılığıyla kurulmuş; birer özel yayın kuruluşu olan yerel yayınların yurttaşların
kendilerini ifade edebilecekleri bir araç olarak ne ölçüde kullanılabileceğine ilişkin
bir öneri veya sorgulama getirilmemiştir. Yine çoğulculuğun sağlanması dini içerikli
yayınların yapılabilmesi ile sınırlandırılmış; farklı kültürel öğelerin, dillerin veya
dezavantajlı grupların yerel yayınlardan faydalanabilmesinin önlendiğine ilişkin bir
saptama yapılmamıştır.
16. madde dışında, 4756 sayılı yasanın geneli üzerindeki tartışmalara
bakıldığında da aynı durum ile karşılaşılmaktadır. Bu tartışmalarda yayıncılık
alanının sadece özel yayın kuruluşları ile TRT’ye bırakılması konusu 1994’te olduğu
gibi sınırlı şekliyle bile tartışılmamıştır. 1994’teki yasa tartışmalarında, yeterince ele
alınmamakla birlikte yine de dile getirilen yayıncılık alanının çoğulculuğu için farklı
toplumsal kesimlerin ve kuruluşların da yayıncılık yapabilmesi gerektiğine ilişkin
görüşler, 4756 sayılı yasaya ilişkin tartışmalarda sadece DYP Grubu adına söz alan
Amasya Milletvekili Ahmet İyimaya tarafından ifade edilmiştir (TBMM Tutanak
Dergisi, Dönem: 21, Cilt: 64, Birleşim 107, s.31). Yine Ahmet İyimaya dışında,
Anayasada iletişim özgürlüğü konusunda bir madde olmadığını dile getirerek, bu
187
konuya ilişkin anayasada bir “iletişim reformu” yapılmasını öneren olmamıştır. Bu
görüşlerini İyimaya, “Parlamentonun, bir iletişim reformunu tartışması gerektiğini
düşünüyorum. Anayasasında iletişim hakkı bulunmayan, haber alma
mekanizmalarıyla ilgili temel bir yasası bulunmayan ender ülkelerden birisiyiz.”
diyerek açıklamıştır (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt: 64, Birleşim 107,
s.30). Yasaya ilişkin kamuoyunda da sıklıkla dile getirilen ve iletişim alanına ilişkin
tüm kuralları bir arada toplayan bir çerçeve yasa tasarısı, ya da Anayasa maddesi
talebine ilişkin bu görüşler de tartışmalarda herhangi bir ilgi görmemiştir. İletişim
özgürlüğü ise, medyadan vatandaşlara yönelen tek taraflı bir “haber iletme” eylemini
merkeze alarak “vatandaşların tarafsız ve yönlendirilmemiş haber alma hakkı” ile
tanımlanmış; vatandaşların kendilerini ifade edebilmesinin kanallarının açılması,
sorunların çözümüne aktif katılımının ve kolektif biraradalığın sağlanması gibi diğer
boyutları dile getirilmemiştir.
188
SONUÇ
Bu çalışmada 1980 sonrası TBMM’deki yayıncılık alanına ilişkin temel yasa
tartışmalarında iletişim özgürlüğü retoriğinin nasıl kurulduğu incelenmeye
çalışılmıştır. Çalışma kapsamında iletişim özgürlüğü, TBMM tartışmalarında ön
plana çıkan tartışma konuları izlek kabul edilerek incelenmiş; kamu hizmeti
yayıncılığı, yayıncılık alanının kurallardan arındırılması, yayınların denetlenmesi ve
yurttaşların kendilerini ifade araçlarının arttırılmasına ilişkin tartışmalarda iletişim
özgürlüğünün nasıl tanımlandığı betimlenmeye çalışılmıştır. İletişim özgürlüğünün
nasıl tanımlandığı; ele alınan izlek açısından tasarıların en çok tartışılan maddeleri ile
yasaların geneli üzerindeki konuşmalara ağırlık verilerek incelenmeye çalışılmış;
tasarıların diğer maddeleri analizin dışında tutulmuştur.
1980’lerdeki TBMM tartışmalarına bakıldığında, bu dönemde iletişim
özgürlüğünden bahsedilmediği; bunun yerine “yayın özgürlüğü” kavramının
kullanıldığı görülmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere, bu dönemde iletişim
özgürlüğü yayın araçlarına ilişkin bir özgürlük olarak anlaşılmış; TRT’nin tarafsızlığı
ve özerkliği bu özgürlüğün sağlanması için gerekli kriterler olarak kabul edilmiştir.
1980’ler boyunca TRT “tarafgir ve partizan” yayınları nedeniyle eleştirilse de bu
dönemde TBMM’de kamu hizmeti yayıncılığına karşıt bir görüş olmadığı
gözlenmiştir. Özellikle 18. dönem parlamentosunda muhalefette yer alan DYP ve
DSP, TRT vericilerinin özelleştirilmesi ihtimali bulunan PTT’ye devredilmesini
tehlikeli bulmuş ve bu durumu “sermayenin” eline geçecek yayıncılık alanının
tarafsızlığını dolayısıyla özgürlüğünü yitireceği gerekçesiyle reddetmişlerdir. Bu
dönem TBMM tartışmalarının yayıncılık alanına girmek için girişimlerde bulunan
189
basın sektöründeki medya kuruluşlarının talepleri ve konuya ilişkin argümanları ile
uyuşmadığı görülmektedir.
Bu dönem tartışmalarında TRT’nin yayınlarında toplumun farklı kesimlerine
yer vermesi talep edilmekle birlikte, bu talebin toplumda var olan kültürel
çeşitlilikten çok; farklı siyasi partilere TRT ekranlarında yer verilmesine yöneldiği
görülmektedir. Yine TRT’ye yöneltilen çeşitli kesimlere yönelik programların
yetersizliği yönündeki eleştiriler ise; vatandaşların kendini ifade aracı olarak bu “tek
taraflı” ve “merkezci” iletişime aktif katılımının yollarına ilişkin olanakların
yaratılması olarak değil; tek yönlü bir ilişki içerisinde TRT’de bu kesimlere yönelik
“aydınlatıcı ve yönlendirici” yayınların yapılması olarak anlaşılmıştır.
1990’da başlayan özel yayıncılık ile birlikte, yayıncılık alanına ilişkin
tartışmalarda TRT’nin merkezi yerini yitirdiği görülmektedir. 1990’ların ilk
yarısındaki tartışmalarda TRT dışında belediyeler, sendikalar, sivil toplum örgütleri
vb’nin de kamu yayı yayıncılığı yapabileceğine ilişkin özellikle CHP tarafından dile
getirilen öneri reddedilmiş ve yayıncılık alanı bu kesimlere kapatılmıştır. Bu dönem
tartışmalarında özel yayın kuruluşlarının da kamu hizmeti anlayışı doğrultusunda
yayın yapması gerektiği tüm milletvekillerince kabul edilmekle birlikte, bu hizmetin
niteliği tartışılmamıştır.
1990’ların ilk yarısı ile birlikte, iletişim özgürlüğü, pazar liberallerinin diliyle
örtüşür şekilde, radyo-televizyon kuruluşlarının artan sayısı ile ilişkilendirilmiş,
yayıncılıkta TRT dönemi “tek ses tek görüntü” olarak tanımlanarak eleştirilmiştir.
Bununla birlikte 19. dönem parlamentosunda yayıncılığın bir kamu hizmeti olması
gerektiği konusunda bir uzlaşma olduğu, tekelleşmeyi önleyici yasa maddelerinin
190
getirilmesi gerektiğine ilişkin inancın TBMM’de yaygın bir destek bulduğu
görülmektedir. Bu durum 2000’ler ile birlikte değişmeye başlamış; 21. dönem
parlamentosunda kabul edilen ve tekelleşmeyi önleyici yasa maddelerini gevşeten
4756 sayılı yasanın tartışmaları sırasında ilk defa yayıncılık alanının ticari bir sektör
olduğu ve bu alana getirilecek kısıtlamaların kamu yararına yol açmaktan ziyade
girişim özgürlüğünü önleyeceği dile getirilmiştir. Sektörde “saydam” bir “pazar
rekabetinin” varlığı ve “girişim özgürlüğü”nün sağlanması ile ilişkilendirilen
“iletişim özgürlüğü” tanımlamasına, 2005 yılında 22. parlamento döneminde
yayıncılık alanında yabancı sermayeye getirilen sınırlamaları gevşeten yasa tasarısı
tartışmalarında “küresel rekabetle gelecek kalite” ve “yayın standardı” eklenmiştir.
Bu gelişim çizgisine bakıldığında, her dönemde bu tanımlamalara eleştiriler
getirilmekle birlikte, TBMM’de iletişim özgürlüğüne ilişkin yaklaşımların liberal
basın kuramından beslenen ve yayıncılığın kurallardan arındırılmasını talep eden
serbest pazar liberalizminin tezlerinin hakim olduğu görülmektedir. Bununla birlikte
Basın Konseyi, Çağdaş Gazeteciler Derneği gibi çeşitli meslek kuruluşlarının ve
iletişim alanına ilişkin sempozyumlarda konuşan çeşitli akademisyen ve medya
çalışanlarının, özellikle 1990’ların ikinci yarısında başlayan ve 2000’li yıllarda
güçlenen iletişim alanına ilişkin çerçeve bir yasa çıkarılması ya da Anayasa’da
“iletişim özgürlüğü”nü garantiye alan bir maddenin bulunmasına ilişkin talepleri göz
ardı edilmiş; yayıncılık alanının çoğulculaştırılması için farklı sivil toplum örgütleri
ile kuruluşların da yayın yapabilmelerine olanak sağlayacak bir yasa çıkarılmadığı
gibi; yayıncılık alanında çok seslilik ve katılım için olumlu bir açılım sağlayabilecek
yerel yayınlara karşı pozitif ayrımcılık da yapılmamıştır. Aksine 2002’de kabul
191
edilen 4756 sayılı yasa ile yayın ihlalleri karşısındaki para cezaları yerel yönetimlerin
kapanmasına neden olabilecek düzeyde ağırlaştırılmıştır.
TBMM tartışmalarında yayın denetimine ilişkin tartışmalarda iletişim
özgürlüğünün tanımlanması ve sınırının çizilmesinde ön plana çıkan konular ise milli
güvenliğin ve milli ahlakın korunması olmuştur. Bu tartışmalara bakıldığında
parlamenterlerin iletişim özgürlüğünün sınırlandırılmasında milli güvenliğin
sağlanmasını önemli bir faktör olarak kabul ettikleri görülmektedir. Milli güvenliğin
sağlanmasına ilişkin girişimler ise yasa tasarılarına “milli birlik ve toprak
bütünlüğünün korunması” ile “Anayasada yer alan temel ilkelere uyulması”na ilişkin
önlemlerin konulması üzerinde yoğunlaşmıştır. Parlamenterlerin bu konudaki
tartışmalarına bakıldığında, 1990’ların ilk yarısındaki konuşmaların ve önergelerde
yasa tasarılarına eklenmesi önerilen cümlelerin, 12 Eylül Askeri rejiminin milli
güvenlik konusundaki dili ve zihniyetiyle örtüştüğü “Türk varlığının, devleti ve
ülkesiyle bölünmez bütünlüğünün”, “kamu düzeninin, genel asayişin, genel ahlakın”
vb., korunması taleplerinin sıklıkla dile getirildiği; bununla birlikte milli güvenliğe
karşı bir tehlike olarak görülen “Kürtçe yayın” ve “dini yayınlar” konusunun
tabulaştırılarak dile getirilmediği; konuşmalarda bu konulara bir tür adsızlaştırma
stratejisiyle yer verildiği görülmektedir.
2000’li yıllarda Avrupa Birliğine giriş sürecinde çıkarılan yasaya ilişkin
tartışmalarda ise hem askeri rejimin etkilerinin yumuşadığı hem de tabulaştırmanın
kırılmaya başlandığı görülmektedir. 1990’ların ilk yarısında, 18. parlamento
döneminde sıklıkla kullanılan “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”nün
sağlanması, “toplumu şiddet, terör ve etnik ayrımcılığa” sevk edecek yayınların
192
yapılmaması ilkeleri yerine “toplumsal barış”, “sivil anayasa” gibi kavramların dile
getirilmeye başlanmıştır. Yine 1990’ların ilk yarısında “tabu” olan “Kürtçe yayın” ya
da “ana dilinde düşüncelerini ifade etme hakkı” gibi haklar da açıkça dile getirilmeye
başlanmıştır ki, var olan kültürel ve etnik çeşitliliği yadsımak yerine bu çeşitliliğin
varlığını kabul etme anlamına gelen bu gelişme, iletişim özgürlüğünün temel
gereklerinden biri olan vatandaşların kendilerini etnik veya kültürel kimlikleri ile
ifade edebilme olanaklarının geliştirilmesi konusunda olumlu bir gelişme olmuştur.
İletişim özgürlüğü konusunda milli güvenlik politikalarındaki bu yumuşama,
anayasanın ilgili maddelerinin görüşülmeye başlanmasından sonra kabul edilen 4756
sayılı yasada yerini yine 1990’ların ilk yarısındaki kavramlara bırakmış; “Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin varlık ve bağımsızlığına, Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne, Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırı yayın yapılmaması”,
”toplumu şiddete, teröre, etnik ayrımcılığa sevk eden veya halkı sınıf, ırk, dil, din,
mezhep ve bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik eden veya toplumda nefret
duyguları oluşturan yayınlara imkân verilmemesi” gibi ilkeler 1994’te olduğundan
daha ağır bir şekilde 3984 sayılı yasaya eklenmiştir.
Yayınların milli ahlakın korunması amacıyla denetlenmesi gerektiğine ilişkin
tartışmalar ise, 1990’ların ilk yarısında yoğun bir şekilde tartışılmıştır. 1980’lerde
dile getirilen halkın aydınlatılması ve TRT’nin tarafsızlığının sağlanmasına ilişkin
argümanların 1990’ların ilk yarısındaki yasa tartışmalarında yerini “genel ahlak”
ilkelerine ve “Türk aile yapısına” uygun yayınların yapılması talebine bıraktığı
görülmektedir. Bu tartışmalara bakıldığında; “milli” ahlakın pornografik yayınlar ile
kurulan karşıtlık çerçevesinde tanımlandığı görülmektedir. Böylece aile yapısının
193
korunması, gençlerin ve çocukların eğitilmesi sorunu, pornografik yayınların
yasaklanması ile çözülebilecek bir konu olarak sunulmuş; iletişim özgürlüğü
açısından önemli bir açılım sağlayacak, farklı demokratik grup, kuruluş ve kültürel
kimliklerin çoğul bir biçimde ve fırsat eşitliği sağlanarak yayıncılık alanına
katılabilmelerinin ve kendilerini ifade edebilmelerinin yollarının sağlanması üzerinde
konuşulmadığı gibi, bu konu bir milli güvenlik sorunu olarak kabul edilmiştir.
Yurttaşların kendilerini ifade aracı olarak yayınlardan faydalanabilmeleri
konusu ise 1990’ların ilk yarısında 3984 sayılı yasaya ilişkin tartışmalarda çeşitli
toplumsal kesimlerin ve kamu kuruluşlarının da radyo-televizyon yayını yapabilmesi
gerektiğine ilişkin öneriler ile 2002’de kabul edilen 4756 sayılı yasaya ilişkin
tartışmalarda yerel yayıncılığa getirilen ağır para cezalarının önlenmesi gerektiğine
ilişkin konuşmalar ile sınırlı kalmış, bu konuda önemli bir adım olabilecek ana dilde
yayın hakkı ise bir milli güvenlik sorunu olarak tartışılmıştır. Bununla birlikte
2000’li yıllarda özellikle Anayasa değişikliği paketinin görüşüldüğü oturumlarda
yayıncılık alanının farklı toplumsal kesimlere açılması yönünde olumlu olabilecek
yumuşamalar olduğu görülmektedir. Zira, 1990’ların ilk yarısında yayıncılılık
alanının kültürel boyutuna ilişkin konuşmalarda sıklıkla kullanılan “milli kültür”,
“Türk aile yapısı”, “manevi değerler” gibi kavramların yanı sıra bu dönemde “çok
kültürlülük”, “etnik ve kültürel kimlik” gibi ifadelerden de bahsedilmeye başlandığı;
yerel yayınların “toplumsal çeşitlilik”in korunması ve “farklı talep ve fikirlerin” dile
getirilmesindeki işlevi ile yayıncılık alanındaki çoğulculuğun önemli bileşenlerinden
biri olduğuna ilişkin görüşlerin dile getirildiği görülmektedir.
194
Sonuç olarak, TBMM’de 1980 sonrası yayıncılık alanına ilişkin yasa
tartışmalarına bakıldığında; iletişim özgürlüğünün yayıncılık alanının kurallardan
arındırılmasına ilişkin tartışmalarda pazar liberallerinin “serbest rekabet” ve “girişim
özgürlüğü” savları ile tanımlanırken; yayın denetiminin milli güvenlik ve milli
ahlakın korunması üzerinde durduğu, milli güvenliğin tanımlanmasında ise 12 Eylül
Askeri Rejiminin argümanlarının, 2000’li yıllarda kırılmaya başlamakla birlikte, hala
etkili olduğu ve “Kürtçe yayınlar” ile “dini yayınların” denetlenmesine ilişkin
önlemlerin tartışılan yasalara eklendiği veya bu yönde değişiklik önergeleri verildiği
görülmektedir. Milli ahlakın korunması ve vatandaşların kendilerini ifade
edebilmelerinin sağlanması tartışmalarında dile getirilen iletişim özgürlüğünün ise
milliyetçi-muhafazakar bir çizgide tanımlandığı görülmektedir. “Milli ahlak” ve
“Türk aile yapısının korunması” tartışmalarda önemli bir yer kaplarken; kültürel
çoğulculuğun sağlanması; dezavantajlıların korunması veya vatandaşların kendilerini
kültürel kimlikleri vasıtasıyla ifade etmesinin önünün açılmasına ilişkin bir
tartışmanın TBMM’de yeterince yer almadığı görülmektedir.
195
KAYNAKÇA
ADAKLI, G., (2001), “Yayıncılık Alanında Mülkiyet ve Kontrol”, Medya
Politikaları, Der. B. Kejanlıoğlu vd., Ankara, İmge Yay.
AKIN, M. (2002), “Altın Makas” RTÜK, Uyarı-Durdurma-İptal Cezalarının
Yayın Özgürlüğü Açısından İncelenmesi, İst.:Kitabevi Yay.
ALTSCHULL, J. H., (1990), From Milton to McLuhan: The Ideas Behind
American Journalism, NY.: Longman
I. Anadolu Basın-Yayın Kurultayı, 25-26 Kasım 1996, Ank.: Ümit Yay.
BARBIER, F. and Lavenir, C. B., (2001), Diderot’dan İnternete Medya Tarihi,
Çev.Kerem Eksen, İst.: Okuyanus Yay.
Basın Konseyi Faaliyet Raporu: 6 Şubat 1988-6 Şubat 1989, (1989), İst
Basın Konseyi Faaliyet Raporu: 1992, (1993), İst.: Ufuk Matbaası
Basın Konseyi Faaliyet Raporu: 1996, (1997), İst.: Kaya Matbaacılık
Basın Kurultayı 92, (Metin Aksoy, Yay. Haz.), 1993, Ank.: ÇGD Yay.
Basın ve Basının Karşılaştığı Hukuki Sorunlar: Hürriyet Vakfı 1983 Yılı I.
Seminer Tutanakları, (1983), İst.: Hürriyet Ofset Matbaacılık ve Gazetecilik A.Ş.
BAYLEY, P., (2004), “The whys and wherefores of analysing parliamentary
discourse”, (P. Bayley, Edt.), Cross-Cultural Perspectives on Parliamentary
Discourse, Philadelphia, USA: John Benjamins Publishing Company
196
BERLIN, I., (1969), Four Essays on Liberty, Great Britain: Oxford University
Press
BLACK, J., (1991), The English Press in the Eighteenth Century, Hampshire:
Gregg Revivals
BORATAV, K., (1998), Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985, İst.: Gerçek Yay.
BOYCE, G., (1978), The Fourth Estate: The Reappraisal of a Concept, G.
Boyce,C. Curran and P. Wingate (Ed.), Newspaper History: From the 17 th.
Century to the Present Day, California: Sage Publications, ss.19-40
BRYCE, L., (1990), The Decline of Parliaments, (Philip Norton, Edt.) Legislatures,
NY: Oxford Universitye Press.
CAMPBELL, K. K., (1999), “The Rhetoric fo Women’s Liberation: An
Oxymoron”,Contemporary Rhetorical Theory: Reader, (Edt.:Lucaties, J. L. Et al.)
NY: The Guilfor Press
CHESEBRO, J. W., Hamsher, C. D., (1975), “Contemporary Rhetorical Theory and
Criticism: Dimensions of the New Rhetoric”, Speech Monographs Vol. 42,
ss. 311-334
CURRAN, J. (1991), “Rethinking the Media as a Public Sphere”, Peter Dahlgren and
Colin Sparks (Edt.), Communication and Citizenship, Lon.: Routledge
CURRAN, J., (2002), “Medya ve Demokrasi: Yeniden Değer Biçme”, Süleyman
İrvan (Der.), Medya, Kültür, Siyaset, Ank.: Alp Yayınevi, ss. 181-161
CURRAN, J. and Seaton, J., (1991), Power Without Responsibility: the Press and
Broadcasting in Britain, Lon.: Routledge
197
CANKAYA, Ö., (2000), Düşünce Özgürlüğünün Gerçekleşmesinde Radyo ve
Televizyonun Rolü, I. İletişim Kongresi Bildiri Kitapçığı, (Yay. Haz. N., Sarı ve R.
Küçükerdoğan), İstanbul.
CANKAYA, Ö., (2001), Radyo- TV Alanında Hukuki Sorunlar, I. İletişim
Kongresi Bildiri Kitapçığı, (Yay. Haz. S. Er), İstanbul Sarı ve R. Küçükerdoğan),
İstanbul.
ÇEBİ, M. S., (1999), “Medyada Yeni Düzen Devlet-Medya İlişkilerinde Yeni
Kuramsal Eğilimler”, Selçuk İletişim, 1/1, ss. 41-57
ÇGD, (1994), İfade Özgürlüğü Hapiste, Ank.: TİHV Yay
DEMİREL, A., (1995), Birinci Meclis’te Muhalefet: İkinci Grup, İst.: İletişim
Yay.
Demokrasi ve Basın Sempozyumu, 1984, Ank.: PMD Yay.
DOĞAN, Y., (1993), “Antenlere Siyah Kurdele”, Miliyet 1 Nisan 1993
DÖNMEZER, S., (1976), Basın ve Hukuku, İst.: İÜ. Hukuk Fak. Yay.
DYSON, K. and Humphreys, P., (1988), Broadcasting and New Media Policies in
Western Europe, London: Roputledge
EKŞİ, O. (1996), “ ‘Basın Özgürlüğ’ Diye Bir Kavram Yoktur.”, Yeni Türkiye
Medya Özel Sayısı, Cilt. II, ss. 251-252
EKŞİ, O., (1999), “Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi, İnsan Hakları: Sivil Toplum
Örgütleriyle Düzenlenen Çalışma Toplantısı’nda yaptığı konuşma”, Hukukun
Üstünlüğü Demokrai İnsan Hakları, Ank.: Başbakanlık Basımevi
198
ENOS, T., edt., (1996), Encyclopedia of Rhetoric and Composition:
Communication from Ancient Times to the Information Age, NY: Garland
Publishing Inc.
ER, S., (Yay. Haz.), (2001), II. Ulusal İletişim Kongresi Bildiri Kitapçığı, İstanbul
ERTUĞ, H. R., (1970), Basın ve Yayın Hareketleri Tarihi, İst.: Yenilik Yay.
GARNHAM, N., (1991), “Impact of New Information and Communication
Technologies on Information Diversity in North America and Western Europe”,
(Edt.Colin Sparks), Reports and Papers on Mass Communication No. 106: New
Communication Technologies: a Challance for Press Freedom, Unesco
GEVGİLİLİ, A., (1985), “Türkiye Basını”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, Cilt I. ss. 202-229
GILL, A. M. And Whedbee, K. (1997), “Rhetoric”, Discourse as Structure and
Process, Discourse Studies: A Multidisciplinary Introduction Volume I, (Edt: T. V.
Dijk), Lon.: SAGE Pub.
GOANKAR, D. P. (2002), “İnsan Bilimlerinde Retoriğe Dönüş Üzerine
Düşünceler”, Retorik Hermeneutik ve Sosyal Bilimler, (der. ve terc. Hüsamettin
Arslan), İst.: Paradigma Yay.
GÖZE, A., (1976), Sosyal Devlet Sistemi, İst.: Fakülteler Matbaası
GRİNG-PEMBLE, L. M. (2001), “Are We Going to Now Govern By Anecdote?”:
Rhetorical Constructions of Welfare Recipients in Congressional Hearings, Debates
and Legislation, 1992-1996”, Quarterly Journal of Speech, Vol. 87, No. 4, pp.341-
365
199
GÜLİZAR, J., (1985), “Türkiye Radyoları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, Cilt. X, ss. 2738-2747
GÜRELİ, N. (1999), “Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi, İnsan Hakları: Sivil Toplum
Örgütleriyle Düzenlenen Çalışma Toplantısı’nda yaptığı konuşma”, Hukukun
Üstünlüğü Demokrai İnsan Hakları, Ank.: Başbakanlık Basımevi
GÜRKAN, N., (1998), Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın (1945-1950), İst.:
İletişim Yay.
HABERMAS, J., (2003), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora ve
Mithat Sancar, İst.: İletişim Yay.
HIRST, P., (1990), Representative Democracy and Its Limits, Oxford: Polity Press
HOLMES, D., (1986), Governing the Press: Media Freedom in the U.S. and
Great Britain, Boulder: Westview Press
HUMPHREYS, P. J., (1996), Mass Media and Media Policy in Western Europe,
Manchester: Manchester University Press
IŞIK, M., (2002), “İletişim Sistemleri-Siyasal Sistem İlişkileri Bağlamında İletişim
Alanının Düzenlenmesi ve Medya-Devlet İlişkilerinin Değerlendirilmesi”, Selçuk
İletişim, 2/2, ss.23-34
İÇEL, K., (1998), Kitle Haberleşme Hukuku, İst.: Beta Yay.
İletişim Olayları ve Türk Basınının Sorunları, 1984, Gazeteciler Cemiyeti Yay.
İLKİZ, F., (2004), “Devlet Sırrının Sırrı” http://www.bianet .org/2004/03 /05/30 386.
htm#top
200
ILBERT, S. C. (1953), Parliament: Its History, Constitution and Practice, Lon.:
Oxford University Press
İngilizce-Türkçe Redhouse Sözlüğü, (2000), Robert Avery et. al. (Haz), İst.: Sev
Matbaacılık ve Yayıncılık-Eğitim Tic. AŞ.
İNUĞUR, M. N., (1993), Basın ve Yayın Tarihi, İst.: Der Yay.
İSKİT, S., (1943), Türkiye’de Matbuat İdareleri ve Politikaları, Basın Yayın
Umum Müdürlüğü Yayınları
KABACALI, A., (1983), “Türkiye’de Basın Sansürü”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt IV. ss. 959-966
KABACALI, A., (1994), Türk Basınında Demokrasi, Ank.: Kültür Bakanlığı Yay.
KEANE, J., (1999), Medya ve Demokrasi, çev. Haluk Şahin, İstanbul: Ayrıntı Yay.
KEJANLIOĞLU, B., (1998), “1980’lerden 90’lara Türkiye’de Radyo-Televizyon
Yayıncılığı”, Birikim, sayı 110, 1998, s. 43
KEJANLIOĞLU, B., (2004), Türkiye’de Medyanın Dönüşümü, Ank.: İmge Yay.
KENNEDY, G. A., (1994), A New History of Classical Rhetoric, Princeton, New
Jersey: Princeton University Press
KİLİ, S., ve Gözübüyük, A.Ş., (2000), Sened-i İttifaktan Günümüze Türk
Anayasa Metinleri, İst.: Türkiye İş Bankası Yay.
KOCABAŞOĞLU, U., (1985), “Radyo”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, Cilt. X, ss. 2732-2737
201
KOLOĞLU, O., (1983), “Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi”, Tanzimat’tan
Günümüze Türkiye Ansiklopedisi, Cilt I, ss. 68-93, İst.: İletişim Yay.
KOLOĞLU, S., (1992), “Tv Yasası Yine Çıkmazda”, Milliyet, 19 Kasım 1992
KOLOĞLU, O., (1999), “Medya-Devlet-Sermaye”, Birikim, sayı 117
KOLOĞLU, O., (2003), “Babıali’den İkitelliye Geçerken Gazetecilik”, Türkiye’de
Gazetecilik, der. L.D. Tılıç, Ankara, ÇGD Yay.
KÖKER, E. (2005), Kitapta Kurutulmuş Çiçekler ya da Sözlü Kültür Üzerine
Düşünmek, Ank.: Dipnot Yay.
KÖKER, E., (1998), Politikanın İletişimi, İletişimin Politikası, Ank.: Vadi Yay.
LANDIS, J. M., (1931), “Freedom of Speech and of the Press”, Encyclopaedia of
the Social Sciences (Edwin R. A. Seligman, Edt.), NY.: The Macmillan Company,
Vol. 6, ss. 455-458
LASKI, H. J., (1935), “Liberty”, Encyclopaedia of the Social Sciences, NY.: The
Macmillian Company, ss. 442-446
LIEBERT, U., (1990), “Parliament as a Central Site in Democratic Consolidation: A
Preliminary Exploration”, Parliament and Democratic Consolidation in Southern
Europe: Greece, Italy, Portugal, Spain and Turkey, (Edt. Ulrike Liebert adn
Maurizio Cotta), Lon.: Pinter Pub.
LOCKE, J., (1952), The Second Treatise of Government, Thomas P. Peardon
(Edt.), NY: The Liberal Arts Press
LUCATİES, J. L. and others, edt., (1999), Contemporary Rhetorical Theory:
Reader, NY: The Guilford Press
202
LUCATİES, J. L. Condit, C. M. (1999), “Introduction” Contemporary Rhetorical
Theory: Reader, (Edt.:Lucaties, J. L. Et al.) NY: The Guilfor Press
MATER, N., ve Kürkçü, E., (Derl.) (1997), Bağımsız İletişim Ağı, Ulusal
Konferans, Belgeler Tutanaklar, İst.: IPS İletişim Vakfı Yay.
MCCHESNEY, R. W., (2003), “Theses On Media Deregulation”, Media, Culture &
Society, Vol. 25, ss. 125-133; Lon.: Sage Pub.
MCGEE, M. C., (1999:a), “Text, Context, and the Fragmentation of Contemporary
Culture”, Contemporary Rhetorical Theory: Reader, (Edt.:Lucaties, J. L, Et al.)
NY: The Guilfor
MCGEE, M. C. (1999b), “The ‘İdeograph’: A Link Between Rhetoric and İdeology”,
MCKERROW, R. E., (1989), “Critical Rhetoric: Theory and Praxix”, Speech
Monographs, Vol. 56, ss.91-111
MCQUAIL, D., (1983), Mass Communication Theory: An Introduction, Lon.:
Sage Publications
MILLER, L. M. (1999), “Public Argument and Legislative Debate in the Rhetorical
Construction of Public Policy: The Case of Florida Midwifery Legislation”,
Quarterly Journal of Speech, Vol. 85, pp.361-379
MUTLU, E., (2001) “Ne Olacak Bu Kamu Yayıncılarının Hali?”, Medya
Politikaları, Beybin Kejanlıoğlu vd.(Der.), Ank.:İmge Yay.
NOELLE-NEUMANN, E., (1998), Kamuoyu: Suskunluk Sarmalının Keşfi, Ank.:
Dost Kitabevi Yay.
203
NORTON, P. (1993), Does Parliament Matter?, Hertfordshire: Harvester
Wheatsheaf
NORTON, P. (1994), “The Legislative Powers of Parliament”, (Cees Flinterman et.
all. Edt.), The Evolving Role of Parliaments in Europe, Verlag: Nomos
OKTAY, A., (1987), Toplumsal Değişme ve Basın, B/F/S Yay.
ÖKTEM, N., (1988), “Türkiye’de Siyasal Eğilimler ve Devlet-Radyo-TV İlişkileri”,
Çağdaş Gelişmelerin Işığında Devlet Medya İlişkileri, İst.: Hürriyet Ofset A.Ş.
ÖNGÖREN, M. T., (1988), “Türkiye’de Radyo-TV Tekeli”, Çağdaş Gelişmelerin
Işığında Devlet Medya İlişkileri, İst: Hürriyet Ofset A.Ş.
ÖZEK, Ç., (1983), “Basında Haber Verme Hakkının Sınırları”, Basın ve Basının
Karşılaştığı Hukuki Sorunlar, İst.: Hürriyet Ofset Matbaacılık ve Gazetecilik A.Ş.
ÖZEK, Ç., (1989), “Siyasal İktidar, Ceza Yasası ve Basın Özgürlüğü”, Türk
Basınının Beş Sorunu, İst.: Basın Konseyi Yay.
ÖZGEN, M., (2000), Türkiye’de Basının Gelişimi ve Sorunları, İst.: İÜ İletişim
Fakültesi Yay.
ÖZSEVER, A., (2004), Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci, Ank.: İmge Kitabevi
Yay.
PAINE, T., (1985), İnsan Hakları, Çev. Hüseyin Sarıca, İst: Belge Yay.
PAPPE, H. O., (1973), “Enlightenment”, Dictionary of the History of İdeas, Vol.
II., ss. 89-100, NY.: Charles Scribner’s Sons
204
PARLA, T., (1997), Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları Cilt II:
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, İst.: İletişim Yay.
PEKMAN, C., (1997), Televizyonda Özelleşme, İstanbul, Beta Yay.
PEKMAN, C., (2005), “Medya Sahipliğinin Düzenlenmesi Sorunu: Küresel Çerçeve
ve Türkiye Örneği”, Avrupa Birliği ve Türkiye’de İletişim Politikaları: Pazarın
Düzenlenmesi, Erişim ve Çeşitlilik, (Edt.: M. Gencel Bek ve D. Kevin), Ank.: AÜ
Basımevi
PETERSON, T., (1963), “The Social Responsibility Theory of the Press”, Fred S.
Siebert et al., Four Theories of the Press, Urbana: University of Illionis Press, ss.
73-103
PORTER, V. and Hasselbach, S., (1991), Pluralism, Politics and the Marketplace: The Regulation of German Broadcasting, London: Routledge
SARI, N. ve Küçükerdoğan, R.,(Yay. Haz) (2000), I. İletişim Kongresi Bildiri
Kitapçığı, İstanbul
SARMAŞIK, J., (1994), Türkiye’de Radyo ve Televizyon Düzeni (1927-1994),
İst.: MÜ. İletişim Fak. Yay.
SCANNELL, P., (1991), “Public Service Broadcasting: The History of a Concept”,
Understanding Television, ss. 11-29, Andrew Goodwin (Edt.), Lon.: Routledge
SCHAPIRO, J. S., (1958), Liberalism: Its Meaning and History, Princeton: D.
Van Nostrand Company, Inc.
SEZEN, S. (1994) Seçim ve Demokrasi, Ankara: Gündoğan Yay.
205
SIEBERT, F. S., (1963), “The Libertarian Theory of the Press”, Fred S. Siebert et al.,
Four Theories of the Press, Urbana: University of Illionis Press, ss. 39-71
SIUNE, K. and Truetzschler, W., (1994), Dynamics of Media Politics: Broadcast
and Electronic Media in Western Europe, Lon.: Sage Pub.
SMITH, J. A., (1990), Printers and Press Freedom: The Ideology of Early
American Journalism, NY.: Oxford University Press
SUSSMAN, L. R., (2003), “Freedom of the Press, Historic Aspects of”,
Encyclopaedia of International Media and Communications, (Donald H. Jonston,
Edt.) Vol. 2, ss. 81-94
ŞAHHÜSEYINOĞLU, H. N., (2005), Dünden Bugüne Düşünceye ve Basına
Sansür, Ank.: Paragraf Yay.
TALU, U., (2004), “Bildiğini okumak, bildiğini yazmak”, Sabah, 18.01.2004
TARAN, S. (2000), “Mythical Thinking, Aristotelian Logic, and Metaphors in the
Parliament of Ukraine”, Beyond Public Speech and Symbols: Explorations in the
Rhetoric of Politicians and Media, (Edt: C. D. Landtsheer and O. Feldman),
Connecticut: Praeger Pub.
TILIÇ, L. D. (1999), Utanıyorum ama Gazeteciyim, Türkiye’de ve Yunanistan’da
Gazetecilik, İst.: İletişim Yay.
The Shorter Oxford English Dictionary: On Historical Principles, (1985),
William Little, Et al (Prepared By), C.T. Onions (Edt), Oxford: Clarendon Press
TOPUZ, H. (Koordinatör), (1989), Basında Tekelleşmeler, İst.: İLAD ve TÜSES
Ortak Yayını
206
TOPUZ, H., (Koordinatör), (1990), Yarının Radyo ve Televizyon Düzei: Özgür,
Özerk ve Çoğulcu Bir Alternatif, İst.: İLAD ve TÜSES Ortak Yayını
TOPUZ, H., (2003), II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basını, İst.: Remzi
Kitabevi
TUNÇAY, M.., (1983a), “İstiklal Mahkemeleri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, Cilt IV. ss. 938-943
TUNÇAY, M., (1983b), “Basın ve İstiklal Mahkemeleri”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, Cilt I. s.212
Türk Basınının Beş Sorunu, (1989), İst.: Basın Konseyi Yay. Ercan Ofset
Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük, (1998), İsmail Parlatır et. al., (Haz.), Ank.:Türk
Tarih Kurumu Basım Evi
Türkiye- Bir Demokratik Hukuk Devleti: IV. Türk-Alman Gazeteciler Semineri,
(1988), İst.: Konrad –Adenauer Vakfı
“Türkiye’de Radyo ve TV’deki Devlet Tekelinin Kaldırılmasındaki Eğilimler
Paneli“, (1988), Çağdaş Gelişmelerin Işığında Devlet Medya İlişkileri, İst.:
Hürriyet Ofset A.Ş.
UHR, J. (1998) “Deliberative Democracy in Australia: The Changing Place of
Parliament”, Cambridge: Cambridge University Press
UNESCO, (1993), Bir Çok Ses Tek Bir Dünya, Sean MacBride et al. (Haz.),
Ertuğrul Özkök vd (Çev), Ankara: UNESCO Türkiye Milli Komisyonu
207
VERGOBBI, D. J., (2003), “Freedom of Expression, Western Historical Foundations
of”, Encyclopedia of International Media and Communications, (Donald H.
Jonston, Edt.), California: Academic Press, Vol. 2, ss. 41-52
WAGNER, P., (1996), Modernliğin Sosyolojisi, Özgürlük ve Cezalandırma,
Mehmet Küçük (Çev.), İst.: Sarmal Yay.
WALLERSTEIN, I., (2003), Liberalizmden Sonra, İstanbul, Metis Yay, ss. 954-
958
YAZICI, R., (1986), Anayasalarımızda Basın Hukuku, Ank.: Gazeteciler Cemiyeti
Yay.
YOUM, K. H., (2003), “Freedom of the Press, Concept of”, Encyclopaedia of
International Media and Communications, (Donald H. Jonston, Edt.), California:
Academic Press, Vol. 2, ss. 69-80
YUST, K., (1995), Kemalist Anadolu Basını, Ank.: ÇGD Yay.
YÜCEKÖK, A., (1983), Siyaset Sosyolojisi Açısından Türkiye’de
Parlamentonun Evrimi, Ank.: AÜ. SBF Yay.
208
Gazeteler ve Elektronik Kaynaklar
http://www.anayasa.gov.tr/KARARLAR/IPTALITIRAZ/YD/YDK0209.htm
www.bbp.org.tr
http://www.belgenet.com/2001/anayasa37_03.html
http://arsiv.hurriyetim.com.tr/hur/turk/01/02/06/turkiye/80tur.htm
htpp://www.bianet.org/200204/15/haber9266html
http://www.bilgiedinmehakki.org
http://www.medyakronik.com/print.asp?id=917&wid=0&r=4%2F11%2F2002+5%A
56%A09+PM
http://www.mhp.org.tr
http://www.ntvmsnbc.com, 28.04.2002
http://www.pmd.org.tr/index.php?option=content&task=view&id=371
http://haber.superonline.com, 25.04.2002).
http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/K4756.html
http://www.tuketiciler.org
www.zaman.com.tr/2002/05/08/yorumlar/default.htm - 34k
http://www.zaman.com.tr/2002/09/09/roportaj/default.htm
Milliyet, 1 Nisan 1993
Radikal, 06.10.2004
Resmi Gazete Tarih / Sayı: 17.10.2001 / 24556 Mükerrer
Resmi Gazete Tarih / Sayı : 14.06.2002 / 24785
209
Meclis Tutanakları
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt: 14, Birleşim: 18, 13.12.1948
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt: 14, Birleşim 24, 27.12.1948
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem VIII, Cilt: 19, Birleşim 90, 23.05 1949
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: VIII, Cilt: 24, Birleşim 42, 09.11.1950
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: IX, Cilt: 29, İnikat 60, 07.03.1954
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: X, Cilt: 11, İnikat 70, 30.05.1956
TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: XI, Cilt: 13, İnikat 61, 27.04.1960
Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 1, Cilt 1, Birleşim 141, 24.09.1963
Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem:3 Cilt:17 Birleşim:156, 27.08.1971
Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem: 3, Cilt: 17, Birleşim: 157, 28.08.1971
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 17, Cilt: 13, Birleşim: 65, 26.02.1985
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 17, Cilt: 42, Birleşim: 116, 15.06.1987
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 18, Cilt: 22, Birleşim: 53, 11.01.1989
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 18, Cilt: 22, Birleşim: 54, 12.01.1989
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:37, Birleşim:115, 22.6.1993
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:38, Birleşim:122, 05.07.1993
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:38, Birleşim:125, 8.7.1993
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:42, Birleşim:24, 4.11.1993
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:43, Birleşim:26, 10.11.1993
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:43, Birleşim:27, 11.11.1993
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 19, Cilt:57, Birleşim:89, 13.04.1994
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:64, Birleşim:107, 23.05.2001
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:64, Birleşim:108, 24.05.2001
210
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:64, Birleşim:109, 29.05.2001
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:110, 30.05.2001
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:111, 31.05.2001
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:113, 06.06.2001
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:70, Birleşim:132, 25.09.2001
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:65, Birleşim:133, 26.09.2001
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt:94, Birleşim:95; 02.05.2002
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Cilt: 94, Birleşim:99; 14.05.2002
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 22, Cilt: 77, Birleşim:70, 15.03.2005
211
Özdemir, İnan, İletişim Özgürlüğü Retoriği: 1980 Sonrası Türkiye Büyük Millet Meclisi Tartışmalarında İletişim Özgürlüğü, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Eser Köker, 207 s.
TBMM’de 1980 sonrası yayıncılık alanına ilişkin yasa yapımı
tartışmalarında “iletişim özgürlüğü” kavramının tartışılma biçimlerini, hangi
politika alanlarının kavramın tanımlanmasında ve iletişim özgürlüğünün
sınırlanmasında etkili olduğunu saptamaya çalışan bu tez, iki ana bölümden
oluşmaktadır.
İlk bölümde basın ve iletişim özgürlüğünün Batılı demokratik ülkelerdeki
tarihsel gelişimi ve felsefi temelleri ele alınmış; daha sonra bu gelişimin
Türkiye’de nasıl gerçekleştiği 1980 öncesi TBMM tartışmaları ile 1980 sonrası
kamuoyundaki tartışmalardan hareketle incelenmiştir.
Tezin ikinci bölümünde ise yapılan analiz sonuçları sunulmuştur. Analiz
sonuçlarına göre 1980 sonrası yayıncılık alanına ilişkin TBMM tartışmalarında,
iletişim özgürlüğü kavramı, deregülasyon, milli egemenlik ve eğitim-kültür
politikaları çerçevesinde tanımlanmış, bu tanım pazar liberallerinin yayıncılık
alanına ilişkin savları, askeri rejim döneminin milli güvenliğin sağlanmasına
ilişkin kavramları ve milliyetçi-muhafazakar bir kültür anlayışı ile örülmüştür.
212
Özdemir, İnan, The Rhetoric of Freedom of Communication in the Debates of Grand National Assembly of Turkey Since 1980, Master’s Thesis, Advisor: Prof. Eser Köker, 207 s.
This thesis, whose subject is the way of rhetorical construction of freedom
of communication in the Grand National Assembly of Turkey, is composed of two
main parts.
At the beginning of the study, the historical development of press freedom
and freedom of communication in Western countries and their philosophical
foundations have been considered; and, then how this development occurred in
Turkey has been examined through the parliamentary debates before 1980 and the
debates in public opinion after 1980.
Tne next part of the thesis consists of the analysis results. According to the
results, in the debates on the media in the Grand National Assembly of Turkey
after 1980, the concept of freedom of communication was described in the frame of
the debates on public service broadcasting, deregulation, supervision of
broadcasting contents and social policies to improve the abilities of citizens’ self
expressions. The result of this analyse is, description of the concept of freedom of
communication in Grand National Assembly of Turkey was connected throug the
assertions of market liberals on media, the concepts about the achievement of
national security in the period of military regime, and nationalist-conservative
understanding of culture.