Top Banner
A-PDF Merger DEMO : Purchase from www.A-PDF.com to remove the watermark
79

Nurul Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Jul 17, 2015

Download

Education

ihramcizade
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

A-PDF Merger DEMO : Purchase from www.A-PDF.com to remove the watermark

Page 2: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

ALLAH AŞKI

HER ŞEYDEN ÜSTÜNDÜR.

Yazanlar

En iyi dileklerimizle

Dr. Nimet HATUN Öğ. Zeynep ARICAN

Ankaralı Aşık Niyazi DEMİRÖRS

ANKARA 1962

Page 3: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

1

ÖNSÖZ Muhterem okuyucularımız, Hak ve maneviyat yolunda sizlere bir hizmette bulunmak üzere Cenab-ı Hak’kın

lütuf ve ihsanı ile bu kitabı meydana getirmiş bulunuyoruz. Kitabımıza seçmiş olduğumuz ismi, yazılarımızla da ifade etmeye ve hakikaten de Allah Aşkı’nın her şeyden üstün olduğunu belirtmeye çalıştık. “Niçin bir başka şey veya bir başka aşk üstün değil de Allah Aşkı her şeyden üstündür?” diye bir sual sorabilirsiniz. Eğer kifayet ederse, bizlerin de cevabı şöyle olacaktır: Müslüman olanlar ve İslâmiyet’i tetkik edenler bilirler ki Cenab-ı Hak’kın namütenahi isim ve sıfatları meyanında doksan dokuz tane “Esmâ-i Hüsnâ”dan olan isimleri mevcuttur. Bu isimlerden hiçbirisi bir diğerinin ifade ettiği manayı ifade etmez ve içine almaz, fakat; Esmâ-i Hüsnâ’dan yüzüncüsü olan “ALLAH” ismi celâli hepsine muhit olup, cümle isimlere cami olduğu gibi, Allah Aşkı da cümle aşk ve sevgilere camidir. Meselâ, vatan aşkında, evlât aşkında bir başka aşkı bulmak mümkün değildir, fakat Allah Aşkı’nda her türlü aşkı bulmak mümkündür. Allah Aşkı vatan aşkını, Allah Aşkı evlât aşkını, Allah Aşkı insanlık aşkını, Allah Aşkı her türlü mahlûkata karşı aşk ve sevgiyi emreder ve de meydana getirir. Bizler bu ihsana yüce dinimizin ışığı altında ve Resûlullah Efendimizin rehberliği ile ermiş bulunduğumuzdan, Allah Aşkı’nın her şeyden üstün olduğuna inanarak bu ismi kitabımıza bir lütf-ü ilahi olarak seçmiş bulunuyoruz. Hiç şüphesiz ki bir çok kusurlarımız ve noksanlarımız olmuştur; bunlardan dolayı müsamahalarınızı ümid ederken, bu kitabın Cenab-ı Hak’kın uçsuz bucaksız ilim deryasından bir zerre, hattâ bir zerrenin de zerresi olduğunu hatırlamanızı arzu ederiz. Hak’kı arayan ve Hak yolunda giden aşıklar, hiçbir zaman kitabımızın arzularınıza ve dertlerinize kifayet edeceğini iddia edenlerden değiliz. Bu kitap belki karnı aç olana fırıncıyı, susuz olana pınarı, hasta olana tabibi gösteren bir eserdir. Bu kitapta isimleri ayrı, altı küçük dini ve tasavvufi eser mevcuttur. Bizler, manevi sahada duyduğumuz ve yaşadığımız hususiyetleri ve de elde etmiş olduğumuz ilmin, sizler için faydalı ve zevkli kısımlarını dikkat nazarlarınıza sunmuş bulunuyoruz. Sevdiğiniz kısımları heybenin ön gözüne, sevmediklerinizi arka gözüne koyarsanız bir gün gelip Allah Aşkı’na ve vuslatına nail olmanın bahtiyarlığına ereceğinizi ümid ve temenni ederiz.

Bu kitap, yazı tekniği ve kaideleri bakımından ele alınmış bir sanat veya edebiyat eseri olmadığından; kelime,

cümle ve ifade tarzlarımızla gramer kaidelerinde görülecek noksanlık ve hatalarınızdan dolayı muhterem okuyucularımızın bizleri bağışlamalarını bilhassa istirham ederiz.

Bizler Allah’a ulaşmak ve Allah Aşkı’nı nefislerimiz de duyabilmek için en güzel ve en kestirme yolun ilim

olduğuna inanmış ve bunu sizlere de duyurabilmek için bu küçük eserleri kaleme almış bulunuyoruz. Bu gün nasıl ki hiçbir ilim yalnız kitaplardan ve eserlerden tahsil edilemezse bizi Allah’a ulaştıran dinimizin TEVHİD ilmi de yalnız kitaplardan ve başka eserlerden tahsil edilemez, bu eserler belki birer yardımcı olabilirler. Eğer Allah’a ve hakikate ait bir ilmi tahsil etmek istiyorsak mutlaka onu bilen bir insanı bulmamız ve bu ilmi ondan öğrenmemiz icap eder. Bu ilmi tahsil etmenin bir yeri, zamanı ve mekânı yoktur. “İlim müminin yetik malıdır, nerde ve kimde görürse alır.” fermanına uymak lâzımdır. Allah ilmini tahsil ederken bir tekkeye, bir zaviyeye, bir kisveye, ayin ve törene ihtiyaç yoktur. Yalnız bir şeye ihtiyaç vardır; o da arzu ve istektir. Kendinde bu arzuyu hisseden her insan Allah’a ulaşmak ve Allah’a aşık olmak için her şeyden evvel İLMİ TEVHİD’e, İLMİ LEDÜN’e sahip bir insanı bulması ve bu kimseden Hakikat ilmini tahsil etmesi icap eder.

İşte bizler kıymetli okuyucularımıza, bu fikir ve düşüncelerimiz altında faydalı olmaya çalışırken kendileri

için en iyi dilek ve temennilerimizi sunar, Cenab-ı Hak’tan ve Resûlullah Efendimiz’den kusurlarımızın affını temenni ve niyaz ederiz.

Yazarlar.

Page 4: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

2

YAZAN:

Ankaralı Aşık Niyazi DEMİRÖRS

Page 5: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

3

TEVHİD İLMİ VE MESLEK-İ MELÂMİYE ÖNSÖZ Muhterem kardeşlerim, bu kitapta; şu karanlık dünyamızı nura, aklımızı aşka, nefsimizi ruha, başarımızı

basirete, damlamızı ummana çeviren Tevhid ilminden ve bu ilmi tahsil ettiğim Meslek-i Melâmiyenin dini inanç ve görüşlerinden bahsederken, Hak’ka vuslatı arzu eden kimselerle, Hak yolunda giden aşıkları kitapla tenvir ve kitapla irşad etmekten ziyade onlara bir ip ucu, gitmek istedikleri yola ufak bir ışık tutmak arzusundayım.

Tevhid, dinimizin hakiki gerçeklerini önümüze seren en yüksek manevi bir ilimdir. Hazreti Musa, Allah’ı ten-

zih etti, Hazreti İsa, Allah’ı teşbih etti, Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi Veselem Efendimiz ise Allah’ı Tevhid etmiştir, işte bizim dinimiz tenzih ve teşbihi sinesinde Tevhid ettiği için diğer dinlere faik olmuş ve dinler, Tevhid ile kemale ulaşmıştır. Resûlullah Efendimiz İslâmiyet dininin yüce gerçeklerini Tevhid İlmi ile ashabına ve ümmetine açıklamış ve bu ilimle mensuplarını şereflendirerek hakikatleri, inkarı kabil olmayacak bir şekilde ve en üstün vasıfta bizlere ulaştırmışlardır,

Tevhid, insanlardan uzaklaşmak, inzivada ve çilehanelerde bedenin arzularına muhalefetle vakit geçirmek,

cemiyete yük olmak, bir kisveye bürünüp acayip şekillerle gözükmek demek değildir. Tevhid bir ilimdir. Ehli Tevhid olabilmek için bu ilmi tahsil etmek şart ve elzemdir. Mevlüd sahibi Merhum Süleyman Çelebi Hazretleri de bunun için Mevlüd’ünde :

“Açtı Tevhid veçhinden nikap” buyurmuşlar ve Resûlullah Efendimiz için de: “Bu gelen ilmü Ledün Sultanıdır, Bu gelen Tevhidi irfan kânıdır.” diye bizlere seslenmişlerdir. Tevhid, Hak’kın ve hakikatin gizli kapılarını açan yegâne anahtar olup, ondan başka hiçbir ilim bu lûtfa

kemaliyle mazhar olamamıştır. İşte bizler yüce dinimizin en büyük lütfu olan ve Resûlullah Efendimiz’den bu güne kadar hiç bozulmadan,

elden ele gelen Tevhid ilmini, Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretlerinin Mesleki Melâmiye diye isimlendirilen yolundan ve tahsil şeklinden öğrenmiş olduğumuz için, önsözümüzde Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Kaddessallahu Sırrel Aziz Hazretleri hakkında kısaca bilgi vermeyi faydalı bulmakla beraber, hiç bir zaman bu ilme yalnız Melâmilerin sahip olduğunu iddia ve müdafa edenlerden değiliz. Bundan gayemiz, bu yolda hizmet eden muhterem kardeşlerimizin Tevhid ilmini öğrenmelerini ve bu ilmin lütuf ve ihsanı ile nurundan faydalanmalarını ikaz içindir. Biz bu ilmi Melâmi meslekinde tahsil ettiğimiz için Melâmilikten ve bu mesleğin son mümessili olan Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretlerinden bahsediyor ve düşüncelerimizi o zaviyeden görüyor ve anlatıyoruz. Sizin için de bu ilmi bir başka şahıstan ve meslekten öğrenmek elbette mümkündür. Gayemiz; bizler için, cemiyetimiz için, milletimiz için hattâ bütün dünya için hayırlı ve lüzumlu olan bu ilmin tahsili ile lüzumunu belirtmek, arzu ve ihtiyaç hissedenlere faydalı olabilmektir. Çünkü bu ilim Allah’ın ve Resûllah’ın ilmidir.

76 yıl evvel (1886’da) dâr-ı Fenadan dâr-ı Bekaya intikal eden ve “Kerameti kevniye devri geçmiştir, şimdi

kerameti ilmiye devridir.” diyerek, insanları nurlu bir âlemin ışığına davet eden Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri, Hicri 1228 yılında Mısır da Mahallet-ul Kübra kasabasında doğmuştur. Babası Kudüslü Seyyid İbrahimdir. Sülâle-i Tahire’den olup İmam-ı Zeynel Abidin, İmam-ı Hüseyin, İmam-ı Aliy İbn-i Ebu Talip irsiyeti ile evlâd-ı Resûl’e ve Ehli Beyt’e mensuptur. Üç yaşında babasından yetim kalan ve dayısının himayesinde yetişen Seyyid Muhammed Nur Hazretleri yedi yaşında Cami-ül Ezher de Şeyh Hasan-ül Küveysni’den ilim tahsiline başlamış ve bu tahsil devresi muhtelif şahıslardan ve muhtelif yerlerde olmak üzere 21 yaşına kadar devam etmiştir. Yanya’da Yusuf Efendi ile Talât Efendi’lerden, Mekke’de Melâmi dervişi Muhammed Mekki ile Trabzonlu Şeyh Mustafa Efendi’den ilmi zahir ve ilmi batını tahsil etmişler ve bu arada Şaban-ı Halvetiye, Ekberiye, Üveysiye ve Nakşi tarikatlarından ders ve icazet almışlardır. İlk şeyhi Hasan-ül Küveysni’nin emriyle Kümeli’ye gelen Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri 21 yaşında, Üsküp valisi Hıfzı Paşa’nın Koçana’ya yaptırdığı medreseye müderris tayin edilmişlerdir.

Page 6: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

4

1255 yılında Tevhid ilminin ilk yarısı olan Makamat-ı Fenayı, manâ âleminde huzuru Risalette talim ve telkin edilmiş olup, Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri bu ilmi nefsinde tahakkuk ettirmek için 1259 yılına kadar çalışmışlardır. 1259 yılında da Tevhid ilminin ikinci yarısı olan Makamat-ı Beka ve Rumeliye avdeti’nde de son makam olan «Ev Edna» makamı kendilerine manâ âleminde bizzat Ruhu Resûlullah tarafından talim ve telkin edilmiştir.

1267 yılı Rebiülevvel ayının birinci Cuma gecesi, Tevhid ilmini neşre memur edilen Seyyid Muhammed Nur

Hazretlerine o günden itibaren muhitinin ve devrinin bir çok uleması ile devlet büyüklerinden ve de halktan bir çok kimse intisap ile İlm-i Tevhid’i tahsil etmişler ve ufuklarında Tevhid’in nurlu güneşi doğarak huzur ve saadete kavuşmuşlardır.

Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri bizlere tevhid ilmini öğretebilmek için 52 tane eser meydana ge-

tirmişler ve bunları arzu edenlere izah edebilmek için de bir çok talebe ve halife yetiştirmişlerdir. Devlet ricali ve ileri gelenler tarafından muhtelif tarihlerde İstanbul’a davet edilen Seyyid Muhammed Nur-ul

Arabi Hazretleri kendisinde mevcut Tevhid ilmi ile etrafını nurlandırmış, devlet ricalinden kendisi ile tanışanlarla, sohbetlerde bulunan birçok ulema ve tarikat mensupları, talebeleri ve müntesipleri arasına girmişlerdir.

1287 yılında Tikveş’te kendisine Kutbiyyet makamı verilen Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri bin-

lerce insanı Tevhid Nuru ile nurlandırdıktan sonra 1305 yılı Cemaziyel Ahırının 29 ncu pazartesi gecesi vefat edip, darı fenadan darı bakaya intikal etmişlerdir.

Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri çok sevdiği ve fikirlerini benimsediği Muhiddin Arabi Hazret-

lerine telmihan Arabi ismini almışlar ve kendi şahsiyetlerinde Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin büyük tesiri olmuş ve onun eserlerinden bir kısmını şerh etmişlerdir. Varidat yazarı Şeyh Bedrettin Simavi’yi de takdir eden Seyyid Muhammed Nur Hazretleri, büyük mutasavvıf Mısr-i Niyazi Hazretlerine olan hayranlığını onun eserlerini şerh etmek ve ihvana “Yalnız Niyazi’yi okuyun ve anlamaya çalışın.” diyerek göstermiştir. Bundan başka Seyyid Gürcani’nin, Hacı Bayram Veli’nin, Ahmet İbn-i İdrisi’nin, Şeyh Arslan’ın eserlerini şerh etmiş ve onların en güzel «Vahdeti Vücut» fikirlerini kendileri benimsedikleri gibi bizlere de ulaştırmış ve açıklamışlardır.

Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri, Cenab-ı Hak’kın varlığını ve dinimizin bahşetmiş olduğu nurlu,

feyizli, huzur ve saadet yollarını zamanındakilerine en güzel bir şekilde bildirdiği ve öğrettiği gibi, bizlere de ulaşması için muhterem büyüklerimizi yetiştirmiş ve kendilerini bu ilmi öğretmek üzere vazifelendirerek bizlere ulaşmasını temin etmişlerdir.

Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri’nin yolunda giden ve ilmine sahip olan muhterem kimseler, bu

mütevazı kitapta hiç şüphesiz ki aradıklarının birçoklarını bulamayacaklar hattâ bariz noksanlıklarla karşı-laşacaklardır. Fakat bizim bu kitabı yazmaktaki gayemizin, Hak’kı arayan ve arzu eden aşıkların yoluna ufak bir ışık tutmaktan ibaret olduğunu da görünce noksan ve hatalarımızı bağışlayacaklarını ümid ediyorum.

Bu arada her meslekte ve tasavvuf yolunda olduğu gibi son zamanlarda Melâmi Meslekinde ve dolayısıyla

Tevhid ilminde yapılmak istenen bazı değişikliklere de temas ederek, etrafındaki kimseleri yanlış istikametlerde ve yönlerde yetiştirmek isteyenlerle Sâllâllahu Aleyhi Vesellem Efendimizin ve O’nun yolundan giden Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri’nin güzel ve nurlu ilmine, şahsi fikir, düşünce, mizaçları ve zevkleri icabı nifak sokmak muradında olanlara cevap vermek arzusundayım.

Herşeyin vasat ve ortasını tercih eden ve emreden Yüce Peygamberimiz bizlere “Tefritten ve ifrattan kaçınız.”

emrini vererek gideceğimiz yolda, yapacağımız çalışma ve hareket tarzının en güzel şeklini tarif etmişlerdir. Dinimiz için de aynı esaslar altında ilerlememizin bizler için faydalı olacağını hatırlatır. Muhterem Kardeşlerimden kusurlarımın affını talep eder, sevgi ve hürmetlerimi sunarken, bu eserin meydana gelmesini lütfeden Cenab-ı Hak’ka Hamd-ü Sena ederim.

ANKARALI AŞIK Niyazi Demirörs

Page 7: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

5

Bismillahirahmanirahim. Ya Rabbi, seninle ve senin adınla başlamayan her iş noksandır. Hattâ hiç yapılmamış gibidir. Her zaman ve

her yerde seninle beraber olan ve yönünü senin nurlu âlemine çeviren insanlara ne mutlu! Bizler için ışık sensin, nur sensin, ilim sensin, aşk sensin, her şeyimiz sanadır ve her lütfa senden ulaşırız. Ebedi hayatın sırrını, namütenahi lütuf ve ihsanını, sana ulaşan nurlu Tevhid yolunu bizlere gösteren ve bu

yolda bizlere rehberlik eden iki cihan serveri habibin Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’e selâm ve selât ile sana hamd ederiz. Yönümüzü yönünüzden, yolumuzu yolunuzdan ayırmayın. (Amin.)

Sonsuz ilim deryandan, bizlere nasib ettiğin Tevhid ilminden, Kevser şarabından, senin yoluna düşmüş olan

aşık ve bağrı yanıklara sunmak ve ikram etmek arzusu içime düştü. Ya Rabbi, sen demez misin: “Benim size ihsan ettiğim gibi siz de başkalarına ihsan ediniz.” Biz de bu fermanına uyarak karınca kaderince bir ikramda bulunmak istiyoruz. Fakat bu işler sen müsaade ve lütfedersen olur.

Ya Rabbi, bize bu aşkı verdin yardım et, senden başkası yardım edemez. Aşık Niyazi, senin ismi var cismi

yok bir kulundur. O, her lütfa senin ihsanınla kavuşmuştur. Lütuf ve Rahmet kapılarını ardına kadar açmış; gelin, koşun diyerek bizleri bekliyorsun. Senin yolunda fedayı can edebilmek için Hz. İsa’nın Akminare’ye nüzulü ve İSRAFİL’in Sur üfürme zamanı gelmiştir. Zaman aynı zaman, dem aynı dem olup, değişen hiç bir şey yoktur.

Ya Rabbi, seni yalnız tenzih ve yalnız teşbih edenlerden değiliz, seni tevhid ederiz ve tevhidinle şeref buluruz. Ne mutlu o kimseye ki müslüman olarak doğar, müslüman olarak yaşar ve müslüman olarak vefat eder.

Allah’ın varlığına, birliğine ve Hazreti Muhammed Mustafa’nın Resulü olduğuna inanarak, iman edip, bunu dili ile ikrar, kalbi ile tasdik edenlere mümin ve bu lütfa eriştikten sonra da dini vecibe ve amelleri inanarak yerine getirenlere de müslüman derler.

Birçok kimseler ve şahıslar tarafından mümin ve müslümanın daha güzel ve özlü tarifleri ile izahları yapılmış

olup arzu edenler ve öğrenmek isteyenler bu kaynaklardan istifade edebilirler. Önsözümüzde de yazdığımız veçhile dinimiz ve Kur’an’ımız dört ana ilim üzerine kurulmuş ve teessüs etmiş-

tir. Bunlardan biri şeriat, biri tarikat, biri hakikat ve biri de marifet ilimleridir. Bu ilimlerin bu gün de mevcut olduğunu ve bizler için lüzumlu ve faydalı bulunduğunu, bunlardan bir tanesi veya sıra ile diğerlerini tahsil edenlerin, hiçbir kimseyi küçük, hakir ve yanlış bir yolda görmeye hakkı olmadığını, her şeyden evvel, şeriat ilminin bütün müslümanlarca bilinmesi icab ettiğini, arzu ve aşkı varsa sıra ile diğerlerini de tahsil edebileceğini fakat buna arzusu yok ise inkâr ve dil uzatmasının doğru olmayacağını başlangıçta yazmış ve anlatmaya çalışmıştım.

İşte muhterem kardeşlerim, biz müslümanlar birbirlerimizi sevelim, maddi ve manevi sahada birbirimize

hakiki bir kardeş ve yapıcı olarak nurlu ellerimizi uzatıp yaralarımızı sarmaya ve ıstıraplarımızı dindirmeye ça-lışalım.

Benlik davasından kurtulup Cenab-ı Hak’kın huzurunda yokluğumuzu hiçliğimizi ve acizliğimizi anlayarak

Resulü Ekrem’inin, Yüce Peygamberimiz’in yolundan ve izinden ayrılmayalım. Bu kitapta yüce dinimizin Tasavvufi cephesinin merak edilen bazı kısımları ile Meslek-i Melâmiye’nin her-

kesçe aşikâr olarak bilinen, fakat etrafa yanlış aksettirilmek istenen taraflarını Rabbimin lütfu ile anlatmaya çalışırken bu hususta sizlere faydalı olmaya gayret edeceğim.

Bir gün Resulü Ekrem Efendimize: “-Ya Resûlallah, sizden sonra İslamiyet dini de diğer dinler gibi bir

değişikliğe uğramaz mı? Onu da yanlış istikamet ve cephelere götürmek istiyenler bulunmaz mı?” diye sorulunca Resulü Ekrem Efendimiz: “-Evet buyurmuşlar, fakat bizden sonra onu Cenab-ı Hak koruyacak ve aslını aynen muhafaza etmesi için de her yüz senede bir Müceddidi din göndereceklerdir.” gerçeğini ortaya koymuşlardır. Eğer bugün dinimiz aslını aynen muhafaza ediyorsa, hiç şüphesiz ki Cenab-ı Hak’kın lûtfuna nail olmuş bu muhterem

Page 8: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

6

insanlara, Allah’ın dostlarına medyunuz, işte bu muhterem zatlar gelmişler ve sıra ile kendilerine tevdi edilen vazifeleri lâyıkı ile ifa ederek bizlere ve dinimize hizmet etmişlerdir. Onların hepsinin de yolları bir, sözleri aynı, hedefleri müşterek, hareketleri ve gayeleri hayırlı kimselerdir. Onların bizler için ayrı gibi gözüken tarafları zaman ve mekânlarının değişik olmasından ileri gelip, bizlere tebliğ etmek ve öğretmek istedikleri esas bakımından hiç bir ayrılık yoktur. Fakat şu var ki her şahsın bir devri ve bir zamanı vardır.

İşte bu şahısların zamanından uzaklaştıkça, evvelce kendilerinin bizlere öğretmek ve anlatmak istedikleri

esaslar da kaybolmaya başlamış ve dolayısıyla Cenab-ı Hak’kın “Her yüz senede bir Müceddidi Din gelecektir.” fermanı gerçekleşmiştir. Bu gelen muhterem büyüklerimiz dinimizin ibadet ve amel tarzlarında bir değişiklik emretmedikleri gibi, noksanları tamamlamışlar, fazlalıkları da kaldırarak zamanın, kültürün, insanların ve bu-lunduğu muhitin durumuna göre de hakikat prensiplerini bizlere açıklamışlardır.

Müceddidi Din olan bu muhterem büyüklerimizden hangisi bir diğerinin yaptığını yapmamış, hangisi bir

diğerinin söylediğini söylememiş ve hangisi aynı hakikati bize anlatmamışlardır. Şüphesiz ki hepsi de aynı şeyleri sıra ile bizlere duyurmuşlar, bizlerden aynı şeylerin yapılmasını istemişler ve

aralarında zerre kadar fark olmamıştır. Onların yolundan gidenlerin de aynı şekilde hareket etmeleri elzem olmakla beraber bunda muvaffak olan pek az kimse vardır.

Cenab-ı Fahri Âlem Efendimiz’in ve muhterem büyüklerimizin bizlere bahşetmiş oldukları dini ve manevi

bilgilerle, Allah’a kavuşma sırrının gerçeklerini; herhangi bir dine istinat etmeden, akıl yolu ile çözmek isteyen, Allah’ın varlığına ait doktrinler ileri süren ve her zaman birbirlerinin faraziyelerini çürüten felsefecilerden bir nebze olsun bahsetmeyi faydalı ve lüzumlu görmekteyim.

Din ve Allah, felsefe ile ve akılla lâyıkı ile kavranamaz ve akıl onu idrakten âciz olduğu için, felsefeciler bu

sahada her asırda bir başka faraziye ortaya atarlar ve kendilerinden sonra gelenler de onu bozup başka bir doktrin ileri sürerek zamanlarını öldürmek ve birbirleri ile mücadele etmekten ileri geçememişlerdir.

Dini ve Allah’ı bizlere en güzel bir şekilde anlatan ve tanıtan Resûlullah Efendimiz’in yolunda, kuruluşundan

bugüne kadar en ufak bir anlayış ve idrak değişikliği olmadığı gibi, mücadele de mevzu bahis olmamıştır, işte bunun en güzel örneği tasavvuf yolunun duyuş, görüş ve yaşayış esaslarına dayanan, daha bu âlemde yaşarken Allah’a kavuşma gerçeğine ve zevkine ulaştıran müspet ve ilmi hareket tarzıdır.

Birçok felsefi yolların sübjektif olarak dahi varamadıkları ve vasıl olamadıkları Allah’a; Tasavvuf yolunun

salikleri İslâmiyet’in ilk gününden itibaren hem sübjektif hem de objektif olarak vasıl olmuşlar ve bundan dolayı da, bu âlemde iken Allah’a kavuşmanın zevkine erişmişledir. Felsefe bundan mahrumdur, çünkü hedefi ve nereye gitmek istediği malûm değildir. Hedefsiz olarak hareket eden bu kimseler, önlerine çıkan her yola dalmakta ve aldandıklarını görerek daima geri dönmektedirler. Felsefe bugün başladığı yerden bir adım ileriye gidememiş ve en basit bir meseleyi dahi bozulmayacak bir şekilde halledememiştir. Çünkü felsefe akıl işidir, aklın marifeti ise ancak görünen şeylere ve eşyaya hüküm vermeye yarar. Bu ise bir kayıttır. Kaydı, yani mukayyeti tasarruf etmeye yarayan ve hattâ bazen âciz olan bir akılla, mutlak ve lâkayıt olan Allah’ın varlığını ispat etmek ve kavramak elbette mümkün değildir ve bugüne kadar da bunda muvaffak olamamışlardır.

Akıl yolu ile gerçeği ispat etmeye çalışan felsefecilerle, İslâmiyetin ilk gününden itibaren Allah’ın varlığına

ulaşan ve lezzetini duyan Tasavvuf ehlinin birbirine karıştırılmamasını ve tasavvuf ehline dinin felsefesini yapanlar gözüyle bakılmamasını, bu düşüncenin yanlış ve hatalı olduğunu bir kere daha hatırlatırım.

Tasavvufun gayesi, Resûlullah Efendimiz’in gösterdiği yoldan giderek Allah’a ulaşmak ve her iki cihanda da

Cenab-ı Hak’kın lütuf ve ihsanından faydalanıp lezzetine ermek ve arzu edenlere aynı duygu ve düşünceyi vererek Cenab-ı Hak’kın varlığını ispat etmektir.

Felsefe ise gayesiz bir akıl yolu olup, hedefini ve takip edeceği yolu bilmeyen ve daima kendisinden evvel

gelenin faraziyelerini kökünden silip kaldıran ve mensuplarını küçük düşürmekten başka bir işe yaramayan, asırlardır başladığı yerde sayan duygu ve zevkten mahrum, semeresini görememiş bir çalışma şeklidir. Bu sahada yazılmış felsefi kitapları okuyanlar, tahsil edenler ve bu bilgilerin önderliğini yapan felsefeciler bir an için tefekkür

Page 9: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

7

imkânını bulabilirlerse, sözlerimizin doğruluğunu kendileri de takdir ederler. Fikirlerinizi dağıtmamak için yine asıl mevzuumuza dönüyorum.

Resûlullah Efendimiz’in zamanı saadetlerinden bugüne kadar, Tasavvuf sahasında hizmet eden, ilimlerini ve

şahsiyetlerini bizlerin yetişmesi için hasreden muhterem kimseler arasında en ufak bir fikir, düşünce, görüş ve gaye farkı olmadığı gibi, tasavvuf mensupları için halledilmemiş dini bir mesele ve gerçeğe ulaşmak için çözülmemiş bir problem kalmamıştır. Onlar baştan sona kadar aynı duygu, düşünce ve fikrin müdafaasını yaparak bizlere intikal ettiren; aşk, ilim ve Allah’a kavuşma yolunun muhterem önderleridir. Onların sözleri, fikirleri ve hareketleri hiçbir zaman birbirlerini nakzetmemiş, bilâkis her zaman ve her devirde birbirlerini teyid ve tasdik etmişlerdir. Sonra gelenler, fikirlerinin ve gayelerinin doğruluğunu bir kere daha belirtmek için, kendilerinden evvel gelen mutasavvıfların isimlerini, fikirlerini ve kitaplarını misâl vererek kendilerinin bugün aynı şeyi söylediklerini ve aynı gayeye hizmet ettiklerini ispat etmişlerdir. Her birinin dini sohbet veya eserlerinde bir diğerinin ismini fikirlerini duymak, onlara hürmet etmek heyecanını bulur ve görürsünüz.

Bugün dahi bir mutasavvıf her hangi bir mevzuyu anlatırken ve aydınlatırken hiçbir zaman kendi şahsından

bahsetmez, ben böyle söylüyorum, demez; “o meseleyi Beyazid-i Bestami böyle der, Abdülkadir-i Geylâni Haz-retleri bunu demiştir, Muhiddin-i Arabi Hazretleri böyle söyler, Hazreti Mevlâna bu şekilde anlatır, Şahı Nakşibendi Hazretleri böyle vasıflandırır, Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri bunu der, Hacı Bayram Veli Hazretleri şöy-le söylemiştir, Ahmet Rufai Hazretleri bunu anlatmak istemiştir, İbrahim Ethem Hazretleri böyle bilir, Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri şöyle nakleder…” diyerek kendi duygu ve düşüncelerini etrafa anlatırken dolayısı ile de fikirlerinin kuvvet ve isabetini bizlere göstermiş olurlar.

Onlar hiç bir zaman birbirini tamamlayan ve hadiseleri basitten mürekkebe doğru götüren kimseler değil-

lerdir. Onlar yalnız ve yalnız Rahmetenlil Alemin olan Fahri Alem Efendimizin koymuş olduğu ilâhi düstur ve nizamın ve Hakikat yolunun sadık bekçileri ve müdafileridir. Bugüne kadar hiç bir tasavvuf erbabının birbirinin fikir ve düşüncelerini çürüten, nakzeden ve kötüleyen bir eser meydana getirdiği ve söz sarf ettiği duyulmamış ve görülmemiştir.

Onlar Allah’a kavuşma ve Resûlullah’a lâyık bir ümmet olmanın yolunu ve ilmini kendi zamanlarının

icaplarına göre bizlere ulaştırmış ve bizleri manevi âlemin zevkine ve Allah’a bu dünyada iken kavuşmanın bahtiyarlığına eriştirmiş muhterem büyüklerimizdir. İşte bu muhterem büyüklerimizden biri olan ve aramızdan 76 yıl evvel ayrılan Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri de bizlere, İslâmiyet’in başlangıcından hattâ Hazreti Adem Aleyhisselâmdan bugüne kadar ulaşan gerçek ve bir olan Allah’a inanmanın yollarını ve bu yolun acı-tatlı taraflarını yaşayarak duymanın ve zevkine varmanın önderliğini yapmış ve bu fikirlerini zamanımızdaki insanların anlayabileceği bir şekilde bizlere ulaştırmış muhterem ve kıymetli insanlardan, Allah’ın dostlarından bir tanesidir.

Bizler onun yolunda İslâmiyet’ten, feyz almış, lütfuna erişmiş bahtiyar insanlardan biri olarak vazifemizi ya-

parken onun manevi şahsiyetinde ondan evvel gelen muhterem büyüklerimizi hürmetle anar ve aramızda bulunanları da muhabbetle selâmlarım.

Muhammed Nur-ul Arabi Kaddessallahu Sırrel Aziz Efendimiz’in yolu olan Melâmilik; kendisinden evvel

gelenler gibi dinimizin Hakikat ve Marifet yani tasavvufun İlm-i Ledün kısmında hizmet etmenin ve yaşayarak zevkine varmanın tahsilini arzu ve emreder. Melâmi denilince de hatıra Allah yolunda ve yanında varlığını terk edip daha doğrusu yokluğunu idrâk edip, Allah’ın varlığı ile var olmanın zevkine erişmiş, her türlü emirlere icabet eden nehiylerden kaçınan, ahkâm-ı ilahiyeye sadık, âşık, arif ve Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmış müslüman bir kimse gözlerimizin önünde canlanır.

Meslek-i Melâmiye, Meslek-i Muhammediye’dir. Hakikat ve Marifet ilimlerinin, yani İlm-i Ledün’ün tahsili

onun ana prensibi olup, zamanı saadetten bugüne kadar mevcudiyetini muhafaza etmiş ve bütün tasavvuf yolları neticesini buna bağlamışlardır. Ashab ve müslümanların ileri gelenleri bu ilmi tahsil etmişler, sırr-ı Hakikatla sırr-ı Marifet’e aşina olmuşlardır. İslam dini nasıl ki diğer dinleri ihata ediyor, ayrı ayrı hepsine ait hüküm ve hakikatleri içine alarak onları cevaplandırıp manalarını veriyorsa, dinimizin Hakikat ve Marifet ilimlerini tahsil etmek de bizleri, dinimizin yüce hakikatlerine vâsıl eder, onları bizzat yaşatır, acı-tatlı taraflarını duyurarak bizleri Cenab-ı Hak’ka lâyık bir kul, Resulullah’a lâyık bir ümmet haline getirir.

Page 10: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

8

Cenab-ı Hak Kur’anı Keriminde bizlere birçok hükümler tebliğ etmiştir. Bu hükümleri inanarak yerine getirenlere vâdetmiş olduğu lütuf ve ihsanlar ile Cennetini verecektir. Fakat bizlerden istediği yalnız güzel ahlâka sahip bir insan ibadetlerini yapan bir abit, etrafına hayır ve hasenat yapan bir kimse olarak, bu hükümleri yerine getirmemiz midir, yoksa bunların yanında ve her şeyden evvel kendisinin bilinmesini mi istemiştir? Hiç şüphe yok ki bizleri yaradan Halikımızı bilerek yaptığımız hayır ve hasenat. Allah’ımızı bilerek kazandığımız güzel ahlâk hepsinden hayırlıdır. Hem Kur’anı Kerimimizde de “Bilenle bilmeyen bir olur mu?” buyurulmamış mıdır?

İşte aziz kardeşlerim, bizler ibadetlerimizi ve her işimizi Cenab-ı Hakkı bilerek yaparsak herhalde bizler için

daha hayırlı ve iyi olur. Aksi halde patronunu tanımayan, onun ne gibi bir kudrete ve servete sahip olduğunu bilmeyen, yalnızca yaptığı işin karşılığını bekleyen bir ameleden farkımız olur mu?

Evvelâ takliden, sonra eserlerine bakarak Cenab-ı Hak’kın varlığını kabul etmek ve inanmak imanın birer

derecesi ise de imanı mutlak sahibi olabilmek için tahkik etmek lâzımdır. Ateşin varlığını işitmek başka, ateşi görmek başka, ateşin içine girip yanmak ve ateşin kendisi olmak yine başkadır. İnsan birincisinde ilmen yakin, ikincisinde ayn-el yakin, üçüncüsünde ise hakk-el yakin olarak Allah’a vâsıl olur. Bunların derecesine göre de Allah’ın lütfunu beklemek bizlerin hakkıdır. Yoksa Cennete girecek kadar kulluk yapan bir kimsenin Cemalullah’ı ümid etmesi elbette doğru değildir.

Bizler, yaptığını kâfi görüp, kendisine vâdedilene razı olan kimselere değil, bu âlemde iken Cenab-ı Hak’kın

Cemali ilâhisine kavuşmak isteyen, Cennet ve Cehennem kaygısından geçip Allah’a vâsıl olmayı arzu eden âşık müslümanların nurlu yollarından ve onların ahvalinden bahsetmek istiyoruz.

İşte bu gerçeğe ulaşma yolunun ilki, İlm-i Hakikat olan Melâmet hırkasını giymekle başlar. Bu hırka yokluk

hırkasıdır. Bu hırkayı giyenler yokluğunu öğrenir ve tıpkı Resûlullah Efendimizin de buyurduğa gibi “Fakirliğimle iftihar ederim.” rütbesine erişirler. Bu fakirlik avamın anladığı maddi fakirlik veya dilencilik değildir.

Allah’a vasıl olan ve O’na giden yolun rehberliğini yapan muhterem büyüklerimizin hemen hepsi de bu

melâmet hırkasını giymek şerefine nail olmuşlar ve bizlerin de giyebilmesi için bütün mevcudiyetleri ile çalışmışlardır. Hakiki gerçeklerin sözlerinde ve eserlerinde melâmet ifadesini mana olarak bulmak her zaman mümkün olduğu gibi, bu manayı kabul ettiklerini kelime olarak da ifade edenler pek çok olup, şu sözler bunun birer misâlidir:

“Şu melâmet hırkasını kendim giydim eğnime, Ar, namus şişesini taşa çaldım kime ne!” NESİMİ “Biz melâmete eriştik, Cümle cihanla barıştık, Uçan kuşlarla yarıştık, Perranımız vardır bizim.” ZEYNEP HATUN “Ar ve namusu bırak, Şöhret kabasından soyun, Giy melâmet hırkasın Kim ol nihan etsin seni.” MISRI NİYAZİ “Ey melâmet aşıkları Bundan güzel yol mu olur? Hak varlığında yok olan Bundan güzel hal mi olur?” ZEYNEP HATUN “Kanaat hırkasın giydim, Selâmet başını çektim, Melâmet gömleğin biçtim Arif olup giyen gelsin.” AŞIK YUNUS

Page 11: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

9

İşte muhterem kardeşlerim, Meslek-i Melâmiye’nin gayesini yukarıda yazmış olduğum muhterem büyüklerimize ve ehli tasavvufa ait beyit ve sözlerle anlatmak istedim. Başlangıcı yokluk, nihayeti varlık olan Meslek-i Melâmiye, ehli Hak olanların lezzetine eriştiği nurlu bir âlem olup, mutasavvıfların bildiği ve bilmesi icap ettiği İlm-i Tevhid, İlm-i Ledün yoludur.

Şeriat ehli bu yokluğu ibadette, tarikat ehli zikir ve nefsi ile mücadelede aramış fakat Hakikat ehli İlm-i

Tevhid’de bulmuştur. Yokluk hiçbir zaman insanlardan uzaklaşıp, dağbaşlarında, çilehanelerde ve tenhalarda yaşayıp, aç ve susuz kalmakla elde edilemez. Bunları yapanlar varsa da bu bir tarikat mevzusu ve nefsi terbiye etmek yolu olup, hakikate ulaşmak ve Allah’a kavuşmak demek değildir. Bunları yapanlar belki muayyen bir zaman için nefislerinin arzularını frenleyebilirlerse de bunda tamamen muvaffak olamazlar ve tasavvufun gaye ve maksadı da bu değildir, işte bunun için müslümanlar ve müslümanlığı içerden ve dışardan öğrenmek istiyenler tarikatla hakikati birbirine karıştırmamalıdırlar.

Evvelce de arz ettiğimiz gibi, şeriat bir kimsenin dışını, tarikat içini temizler, içi ve dışı temizlenen bir kimse

Hakikat ve Marifetle de Cenab-ı Hak’kın tecellisine mazhar olur. İnsanların ekserisi şeriatla, mühim bir kısmı da tarikatla Hak’kın rızasına kavuşup, Hak’ka mazhar olduklarını zannederlerse de bu onları tekâmülden alıkoyan bir fikirdir. Eğer bu lütfa erişmek istiyenler olursa Tevhid ilmine sahip bir kimseden Hakikat ve Marifet ilimlerini de tahsil etmesi icap eder. Şeriatın icap ve hükümlerini kendilerine kâfi görenler, kendilerine vâdedilenlere kavuşacaklardır. Onların din yolunda yapmış oldukları hizmetler elbette mükâfatlanacak, tarikat mensupları da aynı şekilde hizmetlerinin karşılığı olan lütuf ve ihsana kavuşacaklardır. Fakat bizim sözümüz, mülk-ü fenadan geçip, mülk-ü bekayı talep edenleredir. Cennet ve hurileri değil, Cemâlûllah’ı isteyenleredir. Bu ise yalnız ibadet ve tarikatın nefisle mücadele eden, arzu ve isteklerini baltalamakla ve riyazatla elde edilemez. Bunlar da yerinde ve sırasında faydalı olmakla beraber, âşık ile maşukun arasındaki hicap perdelerinin kalkması için İlm-i Tevhid’in tahsil edilmesi lâzım ve şarttır. Çünkü Resulullah Efendimiz İlm-i Ledün Sultanıdır. Çünkü Cenab-ı Hak’kın veçhindeki nikap İlm-i Tevhid ile açılmıştır.

Hakikât, dinimizin üniversitesi olup bunlar İlm-i Ledün yani İlm-i Tevhid derslerini veren irfan mektepleridir.

Bu dersler irfan mekteplerinden başka yerlerden tahsil edilemez, öğretmenleri de insan-ı kâmiller olup, kendilerinde mevcut bu ilimleri arzu edenlere tahsil ettirirler.

Bu ilimden kitaplar bahsederse de diğer ilimler gibi rehbersiz öğrenilemez ve öğrenmek istiyenler daima

yanlış inanç ve imana sahip olmuşlardır. İşte bunun için Kur’anı Kerim’de mevcut olan bu ilmi, Kur’anı Kerim’i ezbere bilen hafız ve âlimler İlm-i Tevhid’i bilmezler ve kendi kendilerine de bilmek isteseler yanlış anlar ve isti-fade edemezler. Kur’anı Kerim’in rumuzatına vâkıf olan Ehlullah da sözlerinde ve yazılarında bu ilmi ekseriya ru-muzlarla ifade etmişler ve bunu bizim menfaatimiz için yapmışlardır. Eğer böyle yapmayıp da bunu herkesin anlayabileceği bir şekilde ifade etmek isteselerdi, ya bizler onların yazdıkları ve anlatmak istedikleri hakikatlere ehemmiyet vermeyip onlara riayet etmeyecektik ya da onları okuyup, duyduğumuz zaman lâyıkı ile anlamadan anladığımızı iddia edecektik ki bu da bizler için şüphesiz ki zararlı olacaktı. İşte bunun için Cenab-ı Hak dahi Kur’anı Kerim’inde bu ilmi ehline vermek üzere rumuzlarla ifade etmişlerdir. Allah’ın dostu olan Evliya da Sırr-ı Hak’kı rumuzlarla bizlere nakletmiş, fakat arzu eden, aslını öğrenmek istiyen Hak âşıklarına Tevhid İlmini öğreterek Sırr-ı Hakikat’in anahtarlarını vermişlerdir.

İnsanların istidadı bir olmadığı için ve birçoğu böyle bir ihtiyacı hissetmediği için bu ilim umuma tebliğ

edilmemiş ve tebliğ edenler de derileri yüzülmek, başları kesilmek, asılmak ve bu yolda fedayı can etmekte karşılı-ğını görmüşlerdir. Ciltlerle eser yazan Hazreti Mevlâna bile “Asıl yazmak istediklerim yazamadıklarımdır.” demişler ve birçok mutasavvıf bu yolda birbirlerine ikazda bulunmuşlardır. Şu mısralar bunun en güzel örnekleridir:

“Na ehle sakın sırrını faş etme hazer kıl, Pes şişeyi esrarını destinle kırarsın.” KUDDUSİ “Şerrini ver Niyazi, sırrım verme yade. Nadana sırrı veren kalır vebâl içinde.” MISR-İ NİYAZİ

Page 12: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

10

İşte muhterem kardeşlerim, bu hükme sadık kalarak bizlere Sır-ı Hak’kı bütün sadeliği ve çıplaklığı ile ulaştı-ran Pirimiz Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri bizlerin faydalanabilmemiz için 52 tane eser bırakmışlar. Fakat bunların bizler tarafından anlaşılabilmesini temin için de birçok halife ve mürşit yetiştirmişlerdir. Sır-ı Hak’kı arayanlar kitaplardan değil de, bu ilmi bir insandan öğrenmeye gayret ederlerse kendileri için faydalı olur.

Zamanımızda sık sık sorulan suallerden biri de; “Böyle insanlar şimdi yoktur, hem olsa da nereden

bulacağız?” fikridir. Bizler Hak ilmine sahip bir kimseyi bulmamız, için her şeyden evvel, Allah’a vâsıl olma ve bu ilmi tahsil etme arzusunu kendimizde duymalıyız. Bizde bu arzunun uyanması demek yüzde elli zafere ulaşmamız demektir. Çünkü bu arzu senden değil, seni yaratandan sana verilmiş bir lütuftur. Derdini veren Allah, dermanını da hazırlamış demektir. Ümid etmediğin bir zamanda ve yerde senin sahibini karşına çıkartır ve seni onunla konuşturur. Bir kimse böyle bir zat ile karşılaşınca dikkat edeceği hususlar şunlardır: O anda kendisinde bir huzur ve saadet duygularının kaynaştığını görmek; ikincisi, o zatla konuştuğu müddetçe dine Kesûlullah’a ve Allah’a ait evvelce mevcut olan istifhamların çözülmesi ve müşküllerinin halledilmesidir. Tabi bu durum şüphe ve arzu ettiğin dini meseleleri karşılıklı konuşarak ve suallerinin cevabını alarak elde edilir. Yoksa hiç bir sual sormadan, benim içimdekileri bilsin dersen, hem bu senin samimi bir talip olmadığını gösterir ve hem de senin İlm-i Tevhid’i, Sır-ı Hakikat’i öğretecek bir mürşit değil de, bir keramet ehli aradığını delildir. Şunu da arz edeyim ki, keramet sahibi olmak Sır-ı Hakikat’e vâkıf olmak değildir. Keramet diğer din mensuplarında ve bilhassa hıristiyanların ruhban denilenlerinde de mevcuttur. Allah’ın indinde kulun kendine nispet ettiği keramet bir mana ifade etmediği gibi o kimseyi de Allah’a ulaştıramaz. İbadetleri terk etmek, inzivaya çekilmek, aç ve susuz kalmakla bir kimse arzu ederse bazı kerametlere sahip olabilir. Eğer bu bir mana ifade etmiş olsa idi, bu gün bin bir türlü, harikulade hünerler gösteren sihirbaz ve hokkabazların birer kıymet ifade etmesi icap ederdi. Bununla şunu anlatmak istiyorum ki, kerametle Allah’a vâsıl olunamaz, bilâkis insanı yoldan alıkoyar ve maksada ulaştıramaz.

Evvelce imkansız gibi görünen ve kerametlerle tecelli eden halleri, bugün insanlar müspet ilim ve fen ile

ortaya koyduklarından ve hiçbir dine ihtiyaç hissetmeden bunu yapabildiklerinden, İslâmiyet’in nurlu yolunu bizlere gösteren Pirimiz Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri “Kerameti kevniye devri geçmiştir, şimdi kerameti ilmiye devridir.” diyerek bizleri ikaz etmişlerdir. Dinimizde en büyük keramet, kendimizi bilip, Rabbimize arif olmaktır. Bu lütfa erişen bahtiyar insanlara ne mutlu...

Muhterem kardeşlerim, bir kimse «Lâ ilâhe illa Allah Muhammeden Resûlullah» diyerek Allah’a ve Resulüne

iman etmiş, mümin ve müslüman olmuş demektir. Bu kimse, Kelime-i Tevhid’i söylemekle şirk-i celiden kurtulmuş olur fakat şirk-i hafiden kurtulamaz. Şirk-i hafiden de kurtulabilmesi için varisi Enbiya olan, dinimizin zahir ve batın hükümleri ile manalarına vâkıf olup, bunları nefsinde bizzat tatbik ederek lezzetine varmış kimselerden hakikat ve marifet ilimlerini havi İlm-i Tevhid’i tahsil etmesi icap eder. Bu yola Tasavvuf yolu, mensuplarına da mutasavvıf derler. Tasavvufa aşina, Sır-ı Hak’ka mazhar olmak isteyen bir kimse hakikat yoluna sülûk etmeden evvel ve ettikten sonra şu vasıfları kendisinde bulundurması icap eder: Böyle bir kimsenin evvelâ şeriat ilmini, ibadetlerini yapabilecek, haram ve helâli seçebilecek kadar bilmesi ve sonra tarikat olan zikri daimunu tahsil etmesi icap eder. Fakat tarikat ehillerinin ekserisi senelerce ve hattâ ömürleri boyunca zikir ve ibadetle meşgul olmayı kendilerine kâfi gördüklerinden, bu yolun üzerinde “yerinde say” emrine uyarak ısrarla beklerler. Bu ise hakikate vâsıl olmayı arzu edenler için doğru bir şey değildir. Şeriat ve tarikat ilimlerini tahsil eden bir kimse bundan sonra Sır-ı Tevhid’e aşma bir rehber, bir mürşit bularak Sır-ı Hakikat ve Sır-ı Marifet’i de tahsil etmesi elzemdir. Hakikat ve marifet, arzu edilenin kendisi olduğu için, yani gayeye giden yol olmayıp, gayenin kendisi bulunduğundan tarikat değildir ve bundan dolayı da meslek ismi ile vasıflandırılmış, Meslek-i Muhammediye, Meslek-i Melâmiye gibi isimler verilmiştir.

Melâmiye ibadet ve zikirle beraber, birinci plânda Sır-ı Hakikat’in ve Sır-ı Marifet’in tahsilini hedef tuttu-

ğundan Meslek-i Melâmiye ismini almıştır, insanlar şeriat ve tarikat ilmilerini tahsil ve ibadetlerini yerine getir-mekle Cenab-ı Hak’kın emirlerine itaat etmiş, hakikat ve marifet ilimlerini tahsil ile de «Nefislerine ve Rablerine arif olarak» Allah’a ulaşmış olurlar. Meslek-i Melâmiye’de Tevhid İlmi’ni tahsil eden ve şahsında tahakkuk ettiren bir kimse «Fena fillâh» ve «Beka billâh» mertebelerine yükselmiş olur. Birincisine Tevhid, ikincisine ittihat makamları derler. Birincisinin üç, ikincisinin dört makamı vardır ve bunların her biri Kelime-i Tevhid’in bir kelimesine tekabül eder ki bunların neler olduğu ehline malûmdur. Gerek Meslek-i Melâmiye’ye mensup olanlar ve gerekse merak edenler şunu bilmelidirler ki, bu lütfa erişmek ibadet ve taatı terketmek, İslâmiyet akidelerine aykırı hareket etmek değildir. Eğer böyle yapanlar var ise ya bu kimseler ulvi ve çok yüksek olan mesleğimizi lekelemek isteyenler veya İlm-i Tevhidi ve Hazreti Piri anlamayanlardır. Hazreti Pir bir eserinde şeriatı inkâr eden bu gibi

Page 13: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

11

zavallı kimselere “zındıktır” diye hitap ederek lazım gelen cevabı vermişlerdir. Meslek-i Melâmiyye’ye sülük etmek isteyen bir saliğe evvelâ şu emirler verilir: “Beş vakit namazını kıla-

caksın, Ramazan ayında orucunu tutacaksın, abdestsiz yere basmayacaksın, yalan söylemeyeceksin.” Bunun haricinde ders veren ve telkinde bulunan bir kimse olursa, bunun Pirimiz Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri ve Meslek-i Melâmiye ile bir ilgisi olmadığını ve bu kimselerden, Hazreti Pirin isminden ve Meslekinden istifade etmemelerini hasseten rica ederim. Kendi noksanlık ve zaafları ile bu mesleki lekelemekten vazgeçsinler. Aksi halde ziyan edecek yine kendileridir. Çünkü hizmetlerinin karşılığı olan manevi zevki bulamayacaklardır. Namaz kılmayan ve namazın ne demek olduğunu bilmeyen bir kimse, namazın hakikatini nasıl öğrenebilir, oruç tutmayan bir kimseye orucun aslını nasıl duyurabilirsiniz, abdest almayan bir kimseye hakiki abdesti nasıl tarif edebilirsiniz? Şu maddi hayatımızı idame ettirmek üzere nasıl bir dilim ekmek için çalışıyor, hizmet ediyorsak, bize ümidimizin de üzerinde lütuflar ihsan eden Cenab-ı Hak’ka ibadetlerimizle şükretmemiz her halde lâzımdır.

Ahkâm-ı ilâhiyeyi inkâr edenlerin hali, Hazreti Mevlâna’nın Mesnevi’sinde bahsettiği; «Kazvinlinin sırtına

aslan resmini döndürmesine benzer ki, bu Kazvinlinin iğne acılarından dolayı aslanın kuyruğunu, kulağını ve karnını döndürmemek istemesi ve tellağın da: — Ben kuyruksuz, kulaksız, karınsız aslan görmedim, diyerek iğneyi yere atmasını» andırıyor. Bu hikâyenin hakiki manası: abdestsiz, namazsız, oruçsuz müslüman hiç görmedim, demektir ve bizler de böyle kimselerin manevi bağlarının samimi olmadığını her zaman görür ve üzülürüz. Çünkü yer yüzünde ibadetsiz hiç bir din mevcut değildir. İbadetleri inkâr eden veya onu lüzumsuz addeden kimselere zamanımızda sık sık rastlamak mümkün ise de bu kimselere hakiki manada müslüman denemez. Bu sözün muhatabı olanlar, biz Hak’ka arif olduk, artık bizim için ibadete lüzum yoktur diyen, Allah’a âşık olduklarını iddia ederek emirlerini yerine getirmeyen zındıklardır. Aşık demek, maşukunun her türlü arzu ve emirlerine boyun eğen, onun isteklerini yerine getiren kimse demektir; yoksa aksi hareket edene âşık denmez, dense bile ona kendini beğenmiş, Allah’a değil nefsine âşık demek daha doğru olur. Bu sözlerimizin muhatabı olanlar kendilerini bilir ve hisselerine düşeni alırlar.

Merhum Hasan Fehmi Hazretlerinin aşağıdaki mısraları Marifet ve Hakikat yolunda giden ve Şeriat-ı

Muhammediye’yi yerine getirenlerle getirmeyenlerin, dini hükümler karşısındaki durumlarına bize ne güzel tarif eder.

“İki kısımdır Hak’ka arif olan hem ehli aşk Birisi kılmaz namaz, Hak emrine eğmedi baş. Arif olan emri Hak’ka eylemez aslâ hilaf Dinini ifa için Hak yoluna eyler savaş. Birisi ehli namazdır, emri Hak’kı bildiler, Hak rızasını buldular, attırmadılar dine taş.” HASAN FEHMİ Arif ve âşık olduklarını iddia eden, fakat ahkâm-ı ilâhiye’ye riayet etmeyen kimselere Allah’ın emrine baş

eğmediler diyor. Arif ve âşık olanlar Hak’kın emrine aykırı iş işlemedikleri gibi, dini vecibeleri yerine getirerek Hak yolunda savaş ile ibadetlerini yaparak Hak’kın emrini yerine getirdiler ve dine taş attırmadılar buyuruluyor. Bu yolda giden muhterem kardeşlerimin önünde iki istikamet mevcut olup, kendileri için hayırlı olanını seçerek aşk ve Hak yolunda ilerleyebilirler. Allah yardımcıları olsun.

Bu güne kadar yazılmış tasavvuf kitaplarında ve Hak âşıklarının divanlarında şeriatı Muhammediye’ye ve

ahkâm-ı ilâhiye’ye muhalif ifade ve fikirler mevcuttur. Fakat bu ifade ve fikirler hiç bir zaman Şeriatı Muhammediye’yi ve ahkâm-ı ilâhiye’yi inkâr ve lüzumsuz addetmek değildir. Bilakis lüzumundan dolayı, dinimizin ibadet yani Kelime-i Tevhid, namaz, oruç, zekât ve hac gibi hüküm ve isteklerinin körü körüne değil bilerek yapılmasını müdafaa etmek içindir. Bilerek dini vecibeleri yerine getirenler körü körüne ibadet edenlere, emeklerinin karşılığını görmeleri için merhametlerinden, fikirlerini bu şekilde ifade ederek, onları kemâl ve irfan yollarına davet etmişlerdir. Ekseriya karşı taraf bu ifadeleri yanlış anladıkları için bunu bir mücadele mevzusu yapmışlar ve hikmet-i ilâhi asırlardır bu mücadele devam etmiş ve halen de etmektedir. Bu tabi ve olması icap eden bir olay ve cilve-i ilâhidir. Çünkü Cenab-ı Hak’kın saltanatı bu iki temel üzerine kurulmuştur. Şeriata muhalif gibi görünen halin ikinci sebebi de, arif ve âşıkların yaşamış oldukları âlemin ve bulunmuş oldukları makamların icaplarından olup, aşk ve cezbe anında sarf edilmiş hikmetli sözlerdir. Bu gibi kelâmlar, o hali yaşamayan insanlar tarafından okununca ve duyulunca derhal infial uyandırır ve o sözleri inkâr ederler.

Page 14: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

12

Tasavvuf âlemimizin önderlerinden Hazreti Mevlâna’nın şu sözleri bunun birer delilidir: “Ben Allah’ı ki-lisede bulduktan sonra Kâbe’ye gitmeme lüzum kalmadı.” buyuruyorlar, ikincisi: “Küfür iman, iman küfür olmayınca kalenderlik halleri düzene girmez, mescitle minare yıkılmadan bir kişi hakkıyla müslüman olamaz.” diyorlar.

Her şeye dış görünüşü ile hüküm veren ehl-i şeriat, bu ve bunun gibi sözleri işitince derhal isyan eder, bu

sözlerin aslını aramak tenezzülünde bulunmazlar. Şeriat ehli Allah’a lâyık bir kul olmak için her şeyi kayıtlamış ve sınırlandırmıştır. Hakikat ehli ise bu gibi ifadeleriyle yalnız belli şeyler üzerinde durmayın. Allah yalnız namazın ve orucun şeklinde değil, her yerde ve onların manalarındadır, diyerek dar kapları ve havsalaları kırmak, insanları din ve Allah duygusunda sonsuza ulaştırmak istemişlerdir. Yoksa bu sözleri sarf eden hangi ehli tasavvufa giderseniz gidiniz onların ahkâm-ı ilâhiyeyi şeriat ehlinden daha güzel yerine getirdiklerini ve şeriatsız hakikat olamayacağını müdafaa ettiklerini göreceksiniz.

Muhterem kardeşlerim, dinimizin en büyük lütuflarından biri olan tasavvuf yani İlm-i Ledün bize Resullullah

Efendimiz tarafından tevdi edilmiş bir emanet-i ilâhiye olup, bizlerin de onu lâyıkı ile muhafaza edip, bizlerden sonra gelecek olan nesillere, en ufak bir halel getirmeden devretmemiz ve emaneti yerine ulaştırmamız lâzımdır. İşte bunun için kitabimizin önsözünde bahsetmiş olduğum “İfrat ve tefritten kaçınınız.” mevzuuna kısaca temas etmek ve sizleri aydınlatmak istiyorum.

Tefrit, bir şeyin azı noksanı veya hiç kabul edilmeyişi; ifrat ise bunun tamamen aksi olup, çoğu ve körü

körüne kabul edilmesidir. Dinimizin Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet ilimlerinde zaman zaman bu iki hususu görmek ve bunların aykırı hareketlerinin meydana getirmiş olduğu ızdırapları duymak mümkündür. Dinimizin beş ana prensibi olup bunların yerine getirilme şekli müslümanların ekserisi tarafından bilinmekle beraber, bilhassa namaz bahsinde bir çok değişik şekiller ve fikirler ileri sürülmektedir. Biz burada daha ziyade tasavvuf mensupları arasında meydana gelen ve iddia edilen fikirler hakkında düşüncelerimizi anlatmaya çalışacağız.

Tevhid ilminin esası ve almış olduğumuz dini terbiye bakımından hiçbir müslümanın dini vecibelerini yerine

getirip getirmemesine müdahale etmek hakkımız ve vazifemiz değildir. Bir arzu ve temenniden ibaret olan bu düşüncelerimizi, Melâmi olduklarını iddia ederek, şeriat-ı Muhammediye’yi inkâr veya ifrat ile temayüz eden ve bu hallerini Meslek-i Melâmiye’ye maletmek isteyen kimselere bir cevap olarak yazıyorum.

Dinimizin şeriata taallûk eden hükümleri ister yerine getirilsin, isterse getirilmesin; namazın mevcudiyeti ve

lüzumu, miktar ve şekli bakımından biz müslümanlar arasında farkların bulunmamasını temenni ile dini vazi-felerimizi yapalım veya yapmayalım, fiilen veya fikren dini ahkâmı bozucu hareketlerden kaçınmamızın lüzumlu ve faydalı olduğunu belirtmek istiyorum. Kimimiz namaza lüzum yok dersek, kimimiz normal namazın hudutlarını aşıp, namazın şeklinde ve miktarında değişiklik yaparsak elbette doğru bir iş yapmamış oluruz.

Bizim ehli tefritten kastimiz, tasavvuf mensubu olduğunu iddia ederek ahkâmı ilâhiyeyi yerine getirmeyen,

dini ibadet ve taatları lüzumsuz addederek, evâmir-i ilâhiyeden kendilerini azade gören kimseler olup; ehli ifrattan kastımız da ahkâm-ı ilâhiyeye, dini ibadet ve amellere ilâveler yapan, normal ahkâmın hudutlarını aşarak, maliklerine fazla ibadet ve namazlar ile secdeler emreden ve bu halleri ile etrafındakilerine kendilerini hissettiren ve gösteren kimselerdir. Meslek-i Melâmiye’ye mensup olduğunu söyleyerek ifrat ve tefritle temayüz etmiş bir kaç kişi ve bunların mensupları var ise de bunlar Pirimiz Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri’nin gittiği ve gösterdiği yoldan gitmeyen kimseler olup, yanlış hareketleri ile din yolunda meydana getirdikleri hatânın farkında değillerdir. Dini ibadet ve amelleri ifadan sarf-ı nazar ederek bu vecibelerden kendilerini azade gören ve Melâmi olduklarını iddia eden kimselere, Hazreti Pirin bizzat yaşadığı ve başından geçen bir hadiseyi naklederek, durumlarının takdirini kendilerine bırakıyorum.

Hazreti Pir Efendimiz bir gün gözlerinden rahatsızlanmışlar ve tedavisi için getirilen doktor ilâç sürerek,

yirmi dört saat gözlerine su değmemesini tavsiye etmiştir. Aradan biraz zaman geçtikten sonra ikindi ezanı okununca, Hazreti Pir oğlu Şerif Efendiye: “Oğlum leğenle ibriği getir, abdest alacağım.” deyince, oğlu Şerif Efendi itiraz etmişler ve doktorun yirmi dört saat gözlerine su değmemesi tavsiyesini hatırlatmışlardır. Bunun üzerine Hazreti Pir: “Getir evlâdım getir, bir ikindi namazı için benim gözlerim feda olsun.” buyurmuşlardır.

Page 15: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

13

İşte muhterem kardeşlerim, biz Melâmiler böyle bir Pirin bendeleri olup, asla O’nun emirlerinin hilâfına hareket etmeyiz; edenler varsa da onlara Melâmi nazarı ile bakılmamasını ve bu gibi kimseleri Hazreti Pirin de tasvip etmediğinin bilinmesini isterim.

Bunlar kadar olmamakla beraber dinimizin ve Meslekimizin vahdetini fazla ibadet, namaz ve secdelerle

bozan Melâmilere de dinimizin ve tasavvuf yolunun önderlerinden olan Şeyh-ül Ekber Muhiddin-i Arabi Kaddesallahu Sırrel Aziz Efendimizin “Fütuhat”ından Melâmilerin ahvalini ve ibadet anlayışını gösteren çok güzel bir kısmı aynen almakla cevaplandırmak istiyorum. Şeyh-ül Ekber Efendimiz bakın nasıl anlatıyor:

“Bunlar öyle kimselerdir ki, beş vakit namaza sünnetlerden başka bir şey ilâve etmezler ve bilinecek fazla bir

hal ile de temayüz etmezler. Sokaklarda gezip, nas ile konuşurlar; Allah’ın halkından hiçbiri onlardan birini halk arasında farz bir amel ve mutad sünnetlerden başka fazla bir şeyle mütemayiz görmezler. Yalnız kalpleri ile nastan infirat edip, Allah’la bulunurlar, ilimde rasihler olup, Allah’a ubudiyetlerinden bir lâhza bile mütezelzil olmazlar. Kalblerini Rububiyet Sultanı istilâ ettiği ve onun altında zelil bulundukları için riyasete tama etmezler. Her yerde o yerin iktizasına göre muamelede bulunurlar. Halktan gizlenirler. Onlar hiç şüphesiz Seyyidlerine halis ve muhlis kullardır. Nas içinde yemekte, içmekte, uykuda, uyanıklıkta, konuşurken devam üzere Hak iledirler. Sebepleri yerlerine koyarlar ve hikmetini bilirler, işte bunlar Melâmiyedir ve ricalin en yükseği bunlardır. Tilmizleri de ricalin en büyükleri olup reculiyet etvârındadırlar. Melâmiye hakikat hususunda sahih ilim sahipleridir. Yüksek derece, doğru yol ve Hak’ka yakın menzile erbabı, dünya ve ahirette beyza bunlardır. Mevâtın ilminde ve bu mavtınlardaki muamelâtta yedi beyza bunlarındır, ilim mevâzın ve edayı hukuk eshabı da yine bunlardır. Selmanı Farisi bu makamda, bulunanların Kadri Celil olanlarındandır. Ve dünyada bu makam makamı ilâhidir. Diğer sofiye erbabı, nas içinde davalar ve havatıra ve icabatı dünyaya ait harikulade halat ile temayüz ederler. Melâmiye ise Allah’ın halkından birine karşı herhangi bir şey ile temayüz etmezler. Onlar meçhullerdir. Hâlleri avam hâlidir. Bu taifenin menziletini Allah izhar etse nas onları ilâh ittihaz ederlerdi.” buyurmuşlar ve bu ifadeleri ile bugün mensubu olduğumuz Meslek-i Melâmiye’nin özlü bir tarifi ile, ayni zamanda fazla ibadet, namaz ve secdelerle temayüz ede-rek ifrata meyleden Melâmilere bir ikazda bulunmuşlardır, inşaallah bundan sonra tefrit ve ifrattan kaçınarak, dinimizin her hususta vahdetini bozacak noksan veya fazla ibadet ve amellerinden vazgeçip, tasavvuf ehlinin, di-nimizin hakikat bahsinde teessüs ettirmiş olduğu birliği, ibadet ve amel şekillerinde de aynen muhafaza ederek dinimize taş attıranlardan olmayız.

Bu husustaki fikirlerimizi kısaca arz ettikten sonra, Pirimiz Muhammed Nur-ul Arabi Hazretlerinin yolu ve

yolumuz olan Mesleki Melâmiye ve Melâmilere dönelim. Meslek-i Melâmiye’ye mensup kimseler her türlü hare-keti, ibadeti, duygu ve fikirleri ile hem Allah’ı ve hem de Resûlullah’ı razı ve memnun etmek için çalışırlar ve hidayeti Allah, şefaati Resûlullah sayesinde muvaffak da olurlar. Bu zevat Seyyid Muhammed Nur’a mensup ve O’nun yoluna sadık, âşık ve arif kimselerdir. Onlar Hak’tan ve halktan mahcup değillerdir. Onlar ibadetlerini bir karşılık gözeterek değil, Lillâh Billâh için yaparlar. Onlar ibadetlerini emri Resûlullah olduğu için seve seve ifa ederler. Onlar ibadetlerini kendilerine bahşedilen yüce makamların şükrünü yerine getirmek için yaparlar ve yaptıkları ibadetlerin mana ve şümulüne vâkıf olduklarından zevk duyarlar, ibadet onlar için bir yük ve bir borç değil, miracı ilâhi ve Hak’ka gurbiyyettir. Onlar hiçbir şeye körü körüne inanmazlar, araştırır, tahkik eder, gözleri ile görür ve kalbleri mutmain olarak iman ederler.

Melâmiler, insanlardan uzak veya süli bir hayat yaşayarak onun bunun kötülemesine kendilerini hedef

tutmazlar ve bu şekilde bir hareketi dahi kendileri için benlik sayarlar. Onlar zamanlarının ve devirlerinin her türlü ahkam, nizam ve içtimai durumuna uyarak ve uygun yaşayarak halk ile Hak’kı tevhid ederler. Cenab-ı Hakk’ın kendilerine lütfettiği her türlü nimetlerden kendilerine lüzumu kadarından istifade ederler. Onlar cemiyet içerisinde yaşarlar, bir aileye ve bir yuvaya sahiptirler. Allah’ın ve Resûlullah’ın ahlâkı ile tezyin edildiklerinden etraflarına rahmet ve merhamet saçarak hizmet ederler. Onların bu âlemde dahi makamları Cennet, müşahedeleri didardır. Her şeyi yerli yerinde görmek ve tasarruf etmek onların şiarıdır. Onların bulunduğu meclislerde hak tecelli eder, Allah ve Resûlullah sohbeti olur. Onlar Allah’ı ispat, kendilerini nefyettiklerinden bulundukları, yer nur-u ilâhi ile dolar. Onlar kulluk ve ibadetleri ile değil yokluk, irfaniyet ve aşkları ile iftihar ederler, ettiklerinden rumuzu Enbiya’ya ve rumuzu Evliya’ya vâkıf olup, “Ölmeden evvel ölünüz” sırrına agâh, “Nefsine arif olan Rabbine arif olur.” sırrına aşina, “Her nereye bakarsanız bakınız Allah’ın vechini görürsünüz.” lütfuna mahzar, on sekiz bin âlemi noktayı sırrı vahdette müşahede eden muhterem kimselerdir.

Page 16: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

14

Resûlullah Efendimiz’in zamanı saadetlerinden bugüne kadar Meslek-i Muhammediye olan Meslek-i Melâmiye’nin dinimize taallûk eden ilim, aşk, irfaniyet, ahlâk, duygu, yaşama ve zevk meşalesi elden ele zamanımıza kadar gelmiş ve her devir bu nur ile karanlık âlemini aydınlatarak huzur ve sükûna kavuşmuş; vehim, hayâl ve cehalet bu kimselerden uzaklaşmıştır. Bu meşale; tevhid meşalesi, İlm-i Ledün nurudur. Bizlere ebedi hayatı bahseden, Hızır ile Musa’nın içtiği Ab-ı Hayat işte budur. Cennetteki dört suyun karıştığı Kevser ırmağı buna derler. Vilâyet tahtının sultanı Hazreti Ali Keremallahu Veçhe Efendimiz bunun sâkisidir. “Ben ilmin, şehriyim, Ali kapısıdır.” fermanı bunun için verilmiştir. Kaf dağını aşıran, ismi var cismi yok Zümrüt-ü Anka’ya isteyenleri kavuşturan, Tur-u Sina Dağı’nda Hazreti Musa ile Cenab-ı Hak’ka bin bir kelâmı konuşturan, Tur-u Sina Dağı’nı eriten, Hazreti İsa’yı babasız yer yüzüne getiren, sonra ölmeden gök yüzüne ref eden, Yakup’un gözlerini açan, Yusuf’u kuyudan çıkartıp Mısır’a Sultan yapan, İdris’i ölmeden Cennete sokan, Yunus’u balık karnında yaşatan, Eyyüb’ün sabrına karşılık derdine derman veren, Davud’a güzel sesi bahşeden, Süleyman’a kuş dilini öğreten, Nuh’u tufandan kurtaran, melekleri Adem’e secde ettiren, İbrahim’e nâr-ı gülzar eden, İsmail kurban iken bağışlayan... bu nurdur, bu ilimdir. Bu nur iki Cihan Serveri, Cenab-ı Hak’kın Habibi, Aşığın Maşukası Muhammed Mustafa Sallalahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in Nuru ve bu ilim, ümmeti olmakla iftihar ettiğimiz yüce Peygamberimiz’in İlm-i Tevhidi, İlm-i Ledün’üdür.

İşte Melâmiler bu ilmi tahsil eder ve bu nur ile yaşarlar. Onların damağında Kelâm-ı Mustafa’nın, zevkini

bulmak her zaman mümkündür. Gelmiş ve geçmiş maneviyat yolunun önderleri onların ahvalini ve ilimlerini sözlerinde ve kitaplarında sitayişle anlatmışlardır. Çünkü Hak yoluna gidenlerin gayeleri bunların menzilinde bir-leşmiş; düşünce, fikir ve amel ayrılıkları ortadan kalkacak noktayı sırrı vehadette cem olmuşlardır, işte Tevhidin tahsili ve Melâmiliğin hareket ve çalışma hattı buradan başlar.

Muhterem kardeşlerim, Melâmi Allah der fakat bilerek, Melâmi namaz kılar fakat bilerek, Melâmi oruç tutar

fakat bilerek, Melâmi Hacca gider fakat bilerek, Melâmi “La ilahe illallah Muhammeden Resûlullah” der fakat bilerek, Melâmi Meleklere, Kitaplara ve Resûllere inanır, iman eder fakat bilerek, Melâmi hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanır fakat bilerek, Melâmi öleceğine ve dirileceğine inanır fakat bilerek, Melâmi Cennete ve Cehenneme inanır fakat bilerek, Melâmi, bir çok kimseler gibi “Öldü isem bana da yuh desinler” diyerek ve bilerek ölür. Melâmi, bu âlem için imkânsız gibi görünen bir çok dini hükümleri bu âlemde yaşayarak, görerek ve zevkine vararak Sır-ı Hak’ka vasıl olur.

Dine inanmayan da bir şeyler bildiğini zannediyor, Şeriat ehli de bir şeyler bilmektedir, Tarikat ehlinin de

kendine mahsus bilgileri vardır fakat onların bilgileri biç bir zaman Hakikat ehlinin aynı değildir. Hakikat ehli gerçekleri ve ilâhi hükümleri hiç bir zaman başkaları gibi bilmez. O hiç bir zaman sıratı, mizanı, haşrı ve neşri avamın anladığı gibi anlamaz. Bunları inkâr etmez, bizzat yaşayarak ve görerek kabul eder, zevkine ulaşır. O, «Elest-ü bi Rabbiküm» hitabını bir kere de burada duyanlardandır. O, nefsini öldürenlerden değil, nefsini müslüman edenlerdendir. O, dinimizin hükümlerini enfûsi ve afaki olarak kabul eder, fakat enfûsi olarak bizzat görüp yaşamak suretiyle lezzet ve zevkine ulaşır.

Pirimiz Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri, mensubu bulunan biz Melâmileri İlm-i Tevhid sayesinde kısa

zamanda bu zevk ve neşveye ulaştırmış, Hakikat pınarlarının önündeki maniaları kaldırarak bağrı yanık Hak âşıklarını doya doya kandırmıştır. Bizzat Resûlullah’tan aldığı İlm-i Tevhid ile dini hüküm ve prensiplerin hepsini ihata etmiş, din âleminde karanlık bir nokta bırakmamış, dini mevzuların hepsini hallederek ihvanını büyük bir huzur ve saadete kavuşturmuştur. Bizler Allah’a lâyık bil kul, Resulullah’a lâyık bir ümmet ve Pirimiz Seyyid Muhammed Nur-ul Arabi’ye mensup bir bende olmakla iftihar eder, dinimize ve müslüman kardeşlerimize hizmet etmekle şeref duyarız.

Merak edilen ve yanlış anlaşılan hususlardan bir tanesi de, bu yolda hizmet etmek için insanların dünyaya

taallûk eden vazife ve cemiyet düzenlerinin sarsılacağı meselesidir. Hayır, muhterem kardeşlerim, Hak ve Hakikat’ı tahsil eden kimselerin hiç birisi dünya ile ilişiklerini kesmemişler, bilâkis bir çok insanlar için felâket yatağı olan dünya onlar için nurlu bir görüş kazandığından bu yolda hizmet edenler dünyaya daha çok bağlanmışlar, ailelerine, dostlarına ve vazifelerine dört elle sarılmışlardır.

Bu yola girmek insanlardan uzaklaşmak, ruhbanlar gibi inziva hayatı yaşamak değildir. Her ehli tasavvufun

bir mesleği, bir işi, ailesi ve çocukları, cemiyet içerisinde bir mevkisi vardır. Bu yolun ilmini tahsil edip, hayatına yeni bir istikamet vererek yaşayan, etrafına fayda, rahmet ve nur saçan nice isimsiz ehli hakikat mevcuttur. Bu yol

Page 17: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

15

terk-i dünya yolu değil, bu âlemde yaşarken, bizi yaratana kavuşma ve aşk yoludur. Meslek-i Melâmiye’ye mensup her insan, bu âlemde hemcinsleri ile yaşamaktan ve onlarla haşır neşir olmak-

tan zevk ve şeref duyar. Çünkü Allah ve Resûlullah’tan sonra, onlar için en kıymetli varlık insan olup, Melâmi demek insan demektir. Kendilerine bu kadar yakın ve lüzumlu olan insandan kaçmak değil, ona yaklaşmak ve ondan istifade etmek Melâmilerin birinci şiarıdır. Hak ve Hakikat yolunda giden ehli tasavvuf da bu duygudan asla ayrılmamış ve daima insanlar arasında ve cemiyet içerisinde yaşamışlardır. Bu sözlerimizin aksini ispat eden örnekler, evvelce de olduğu gibi zamanımızda da mevcut olup, bunlar daha ziyade dinimizin Tarikat kısmında hizmet eden ve bu gibi hareketleri ile kendilerini ıslah edeceklerini ve Hak rızasına kavuşacaklarını ümid eden Tarikat kapısının ısrarlı bekçileridir. Bunlara Hazreti Mevlâna’nın Mesnevisinde yazdığı «yılancının soğuktan uyuşmuş bir yılanı dağda bularak halka göstermek üzere şehre getirmesini ve sonra hararetten uyuşukluğu geçince evvelâ yılancıya, sonra halka saldırması» hikâyesini okumalarını ve ders almalarını tavsiye ederken, bizim konumuzun bunların haricinde kısa bir zikir devresinden sonra tahsil edilen Hakikat ve Marifet ilimleri olduğunu, yani İlm-i Ledün’ü tahsil etmemiz icap ettiğini hatırlatmak isterim.

Ayrıca, Şaban-ı Halvetiye, Üveysiye, Ekberiye ve Nakşibendi tarikatlarında ders görüp, icazet alan ve sonra

İlm-i Tevhid’i tahsil eden ve bizlere ettiren Hazreti Pir bir çok ehli tarikin yaptığı gibi, mürşitlerini iki kaşlarının ortasında hayalen canlandırarak zikir yapmalarının küfür ve şirk olduğunu ve bu şekilde rabıtanın doğru olmadığını, dilleri Allah derken gözlerinin önünde mürşitlerinin hayalen bulunması ile Allah’ı kayıtlamış olacaklarından şirke düştüklerini ve rabıtanın ilimle yapılması lâzım geldiğini bizlere bildirdiğinden, bu yolda ve bu şekilde hizmet eden kardeşlerime bu hususu hatırlatmayı bir vazife bilirim.

Meslek-i Melâmiye’de de her makamın bir rabıtası olup bu, ilimle ve sözle ifade edilir ve bu yolda hizmet

edenler gaflete düşünce bu ilmi ifadeyi hatırlayarak veya söyleyerek hakikat âlemi ile rabıtalarını temin edip ken-dilerini ikaz ederler. Gaflet âleminden ayrılıp düşündüklerinin hakikatte hiç de öyle olmadığını görerek huzur ve sükûna kavuşurlar.

Dinimizin, hakikatine nüfuz etmemiş olanlar, daha ziyade şeriatla meşgul olan veya hiç olmayanlar tasavvuf

sahasında hizmet edenlerin birbirlerine ve bütün insanlara karşı göstermiş oldukları hürmet ve yakınlığı benimseyemedikleri gibi, sık sık kul ile Allah arasına kimse giremez ve insanlardan hiç bir kimse diğer bir insanın elinden tutup, onu Allah’a ulaştıramaz fikir ve kanaatindedirler.

Evet muhterem kardeşlerim, dinimiz insanlara ve hele insan-ı kâmillere son derece hürmeti emreder ve bizler

büyüklerimize hürmet etmek ve nerede görürsek ellerini öpmekle iftihar ederiz. Çünkü onların eli öpülecek hakiki eldir. Eğer bu muhterem büyüklerimiz bize ellerini öpme fırsatını verirlerse, bizler bununla iftihar ederiz. Onların ellerini öptükçe dudaklarımız aşınmamış bilakis şeref bulmuştur. Bunu hoş görmeyen ve bu şereften mahrum olan kimseler bulunduğundan onlara Hazreti Mevlâna’nın bir papaza secde edişini ve papazın da Hazreti Mevlâna’ya secdesini hatırlatırım. Bu yolda hürmet eden ve el öpen kimseler kime hürmet ettiklerini ve kimin elini öptüklerini bilirler.

Tasavvuf ehlinin mürşitlerini görüp, ilim ve irfanından haberdar olmayan gafiller ikide bir kul ile Allah ara-

sına kimse giremez iddiasında bulunmakta ve bu fikri münakaşa etmektedirler. Onlara akıllarını, başlarına toplayıp, şu sözleri etraflıca düşünmelerini tavsiye ederim. Bir kere kendileri müdafaa ettikleri bugünkü bilgi ve halleri ile Allah’a kavuşmuşlar mıdır? İkincisi, bir insan-ı kâmilin terbiyesi altında yetişen kimselerin Allah’a kavuştuklarını görmüşler midir? Çünkü görmüşlerse mesele hallolmuş, onların fikirlerinin ve düşüncelerinin yanlışlığı ortaya çıkmış olur. Yok görmemişlerse neden kendilerini üzüp telâşa düşüyorlar. Onlara hatıra olarak şunu da söyleyeyim; Allah’la kul arasına kimse giremez çünkü; Allah’a kavuşan kimsenin varlığından eser kalmaz, Allah’a kulluk ancak ve ancak aradaki vasıta ve perdelerin kalktığı zaman başlar. Yoksa hakiki kulluk onların zannettiği gibi değildir.

Muhterem kardeşlerim, en basit müdafaamız da şudur: Hiç bir ilim ve sanat yalnız kitaplardan okunmakla

öğrenilemez, onu okutacak ve öğretecek, bir öğretmene onu yetiştirecek bir ustaya her zaman ve her yerde bir rehbere ihtiyaç vardır. Bu iddiada bulunanlar öğrendikleri ilmi ve sanatı, kazandıkları parayı ve saltanat sürdükleri mevkilerini bir insan vasıtası ile elde etmemişler midir? Bilmediğimiz bir sokağı, bir caddeyi veya bir adresi dahi insana sormaz mıyız? Tevhid de bizlerce bilinmeyen bir ilimdir. Onu bilen bir insandan sormak ve öğrenmek hata mıdır?

Page 18: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

16

Hem ilim insanı değil, insan, ilmi meydana getirmiştir. İlimsiz insan olur, takat insansız ilim aslâ mevcut değildir.

Aradıklarını ve dertlerinin dermanını kitaplarda bulamayan ehli aşkın kitaplarını terk ederek bu ilmi ilâhiyi bir

insan-ı kâmilden okuduklarını ve onların da kendilerine “Oku, nefsinin kitabını, bu senin için kâfidir.” buyurduklarını her an duyar ve işitiriz. Her zaman ve her yerde büyük bir kıymet ifade eden insanı dinimiz ve ta-savvuf en geniş manada ele almış, her şeyden evvel ve öğrenilmesi icap eden insan varlığına lâyık olduğu ehem-miyeti vermiştir.

Dinimizce insan, bütün kâinatı sinesinde cem etmiş noktayı sırrı vahdet ve nüsha-i kübradır. Bu âlem insana

hizmet eder, insan da Allah’a hizmet etmek ve O’nu lâyıkı ile tanımakla mükellef olup, bu şerefe ancak bir insanın, rehberliği ile ulaşabilir. Bundan evvel ve bugün dahi hiç bir mutasavvıf kendi kendini yetiştirmiş değildir. Hangisini tetkik ederseniz ediniz, kendilerini yetiştiren mürşidlerinden büyük bir sitayişle bahsettiklerini görür ve onlara olan bağlılıklarının derecesinden dolayı hayretlere düşersiniz. Senelerdir ilim tahsil eden ve yıllardır medreselerde müderrislik yapan, ciltler dolusu kitaplar okuyup, eserler meydana getiren ve neticede bunların hepsini terk ederek hiç bir mevki ve unvana sahip bulunmayan ümmi insanların önünde diz çökerek hakikat yoluna ömürlerini vakfeden, kitaplarını suya atan ve yakan bu insanlara tesir eden kuvvet nedir? Ve bunlar bu kuvvetin cazibesine kapılırken akıl ve şuurdan mahrum kimseler midir? Eğer böyle olmuş olsaydı bugün garp âlemi ve onların ilim müesseseleri, ehli mutasavvıfın manevi âlemde yaşarken verdiği eserleri büyük bir hayranlıkla tetkik ederek bu eserlerden faydalanırlar mıydı? Bizlerin isimlerini dahi bilmediğimiz ehli mutasavvıfların yazmış oldukları eserler bugün garp âleminde harıl harıl etüd edilerek müsbet ilim ve fen sahasında dahi bu eserlerden istifade edilmektedir. Bizde ise bu sahada Hazreti Mevlâna’nın ihtifalinden başka hiç bir faaliyet göze çarpmaz. Maddi ve manevi sahada bu muhterem insanların kendilerinden ve eserlerinden istifade etmek ihtiyacını hissetmeyiz. Şahsen biz üniversitelerimizde hizmet eden ilgili Profesörlerimizin, Muhiddin-i Arabi Hazretleri ve Hazreti Mevlâna gibi muhterem büyüklerimizin eserlerini tetkik ederek müspet ilim ve fen sahasında dahi bizler ve memleketimiz için faydalı olmalarını canı gönülden arzu ve temenni ederiz. Çünkü onları her bakımdan tetkik edip faydalanmak garp âleminden ziyade bizim vazifemiz ve hakkımızdır.

Muhterem kardeşlerim, bu sahada size daha çok misaller vermek mümkündür, hattâ bu konu başlı başına bir

kitap mevzuu olabilir, fakat bizler her noktaya olduğu gibi bu hususa da kısa bir teması kâfi buluyoruz. Çünkü bu kitapla sizleri yetiştirici bir eser değil, ilâhi aşkın, kıvılcımlarına hedef olmayı arzu eden, Hak ve Hakikati öğrenmek isteyen muhterem insanların yollarına ufak bir ışık tutmak istiyoruz. Çünkü onların öğrenmek ve tahsil etmek istedikleri İlm-i Ledün yalnız ve yalnız bu ilme sahip ve kemaliyle nefsinde bu ilmi tahakkuk ettirmiş insanlarda bulunabilir ve bu muhterem kimselerin himmet ve talimleri ile elde edilir.

Muhterem kardeşlerim, kitabımızın bu kısmında sizlere dinimizin tasavvuf konusunda müphem kalan bazı

noktalarla yanlış anlaşılarak etrafın şüpheli nazarlarını üzerine çeken hususları kabiliyetim ve ilmim nisbetinde aydınlatmış bulunuyorum. Şüphesiz ki bunları daha iyi bilenler ve anlatanlar mevcuttur. Gayemiz ne bir gönül yıkmak ve ne de bir tenkitte bulunmaktır. Tasavvufun hedefi ölü kalbleri diriltip, kırık gönülleri ihya ederek, Allah’a kavuşmak isteyen âşıklara rehberlik etmektir.

Bu yol, zerremizi ummana gark edip, on sekiz bin âleme dolmanın, akıl, vehim ve hayâl tuzaklarından kur-

tulup bizlere kucak açan nurlu bir âleme ulaşmanın, cehalet zincirlerini kırıp hakiki hürriyete ve ilâhi aşkın zevkine erme yoludur. Bu yol, Allah ve Resûlullah aşkı ile yanarak, cezbe-i ilâhide pervane gibi dönen Evliyanın, Hak dostlarının yoludur. Aşığın bütün varlığını maşukuna feda ettiği, canını verip cana kavuştuğu, nefsini bilip irfana eriştiği, bir katre suyun ummana karıştığı, aklın ve tasavvurların ötesinde aşkın saltanat sürdüğü bir memlekette maşuktan başka bir şeyden bahsetmek elbette doğru değildir. “Medine’de nazil olan bir âyeti Mekke’de; Mekke’de nazil olan bir âyeti Medine’de okumak” nasıl bir hatâ ise vuslat âleminde yaşarken ayrılıktan bahsetmek de böyle bir hatâdır.

Ey dost! Dilimin döndüğü, kalemimin yazdığı kadar, testimizdeki aşk şarabından destimizle sunmak zamanı

gelmiştir. Bu şarabı dest-i Haydar’dan içenlerin ebediyen sarhoş olduklarını görmek her an mümkündür. Çünkü bu şarap üzüm suyundan değil, Cennet bahçelerinden akan ilim pınarlarının karıştığı Kevser ırmağının suyudur. Kevser şarabıyla dolu her kadeh, bir meşale gibi elden ele devredilerek zaman-ı saadetten bugüne kadar gelmiş ve bizlere Elest-ü Bezmini bir kere daha yaşatmışlardır.

Page 19: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

17

Cenab-ı Hakk’ın Kur’anı Kerim’inde sevgili Resulûne buyurduğu: “Ey Habibim, onların ellerinin üzerindeki el senin elin değil benim elimdir, onlar surette sana amma hakikatte bana intisap ettiler.” gerçeği, Hak erenlerinin “El ele, el de Hakk’a” ifadeleri ile kendini bir kere daha teyit etmiştir.

Ne mutlu o kimseye ki «Elest-ü» hitabını duyarak Hak’kı gösteren bir eli tutmuş ve kendisine ikram edilen

şarab-ı Kevseri içerek kendi yokluğunu idrak etmenin zevkine ulaşmıştır. Bu zevki anlatmak, dile ve lisana getir-mek elbette kolay bir şey değildir. Balın tadını ve lezzetini soranlara şekerden ve çiçeklerden bahsederek bir şeyler anlatmak istersin fakat bu hiç bir zaman dinleyene balın tadını ve lezzetini vermez. Balın tadını ve lezzetini duymak isteyenlerin mutlaka balı yemeleri lâzımdır. “Bal bal demekle ağıza bir tad gelmez” balın tadını ve nasıl bir şey olduğunu öğrenmek isteyenlere balı yemelerini tavsiye etmek herhalde daha hayırlı olur.

İşte muhterem kardeşlerim, kitabımızın başında ve ortasında da arz ettiğimiz gibi biz bu hizmetimizle size

balı yedirmek ve lezzetini duyurmak değil, belki balı yemenizi tavsiye etmek ve yerini göstermekle vazifemizi yapmış olacağız. Çünkü bu âlem aynı ismi taşıyan fakat cinsleri itibariyle birbirinden ayrılan mahlûkların yaşadığı bir ülkedir. Arılar bunun en ufak bir misali olup isim itibariyle bir, fakat cinsleri itibariyle çeşit çeşittir. Bu arılar aynı yerden ve aynı şeylerden gıdalarını aldıkları halde birinden zehir, birinden bal meydana gelir. İnsanlar da tıpkı bunun gibi olup, idrâkleri, düşünceleri ve arzulan birbirine benzemediğinden, birinin beğenmediğini bir diğeri çok sever, bir diğerinin uğrunda her şeyini feda ettiği bir mevzuyu bir başkası hayretle ve nefretle karşılar. Bu ilâhi bir kanun ve değişmez bir nizamdır.

İşte bir emri ilâhi olan “Emaneti ehline veriniz.” fermanına sadık kalan ehli tasavvuf, kendisinde mevcut olan

ilmi bunun için aşikar etmemiş, arzu edenlerin Allah’a ulaşabilmeleri için sözleri ve kitapları ile ancak bizlere yardımcı olabilmişlerdir. Bu eserler, ilâhi aşkın bir kıvılcımı ile yanmak istidadında olan âşıkların önünde parlayan bir kandil gibi olup, bu kandillerin ateşi bizi yakmaya ve ziyası yolumuzu baştan sona kadar aydınlanmağa kâfi değildir. Bunun için kıymetli kardeşlerimin, bizim yolumuza ışık tutan ehli tasavvufun eserlerini yalnız okumakla ve yaptıklarını körü körüne tatbik etmekle menzili maksuda eremeyeceklerini bir kere daha hatırlatmak isterim.

Hangi tasavvuf ehlinin eserini elimize alırsak alalım, bize her şeyden evvel bir mürşit bulmamızı tavsiye eder.

Tasavvuf yolunun başlangıcı, bizi irşad edecek bir insanı kâmili bulmak ve sonu bize tevdi edilen emanet-i ilahiye’nin ışığı altında kahır ve lûtuf imtihanlarından geçerek, evvelâ mücadele, sonra müşahede ile Hak’ka vasıl olmaktır.

Muhterem kardeşlerim, size Pirimiz Muhammed Nur-ul Arabi Hazretleri’nin bir bendesi, Melâmi kapısının

bir kulu olarak tasavvuf sahasında ufak da olsa bir hizmette bulunmanın bahtiyarlığı içerisindeyim. Siz de gö-rüyorsunuz, şu fani âlemde saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler günleri, günler ayları, aylar yılları ve yıllarda ömürleri bir yıldırım hızı ile kovalayıp gitmektedir. Bitmeyecek gibi görünen bu ömür, öyle bir zaman geliyor ki bir an gibi kısa, tatsız, ümitsiz ve neticesiz olarak nihayete erip, geride kalanları zaman zaman düşün-celere sevk eden bir sükûtu hayalle neticeleniyor.

Zamanları ve âlemleri elinde bir alet gibi kullanan, fakat ne olduğu hemcinsleri tarafından dahi bilinmeyen bu

insanoğlu bu kadar basit, bu kadar yersiz ve maksatsız mı yaratılmıştır? Onun bu âlemi şereflendirmesinin bir hikmeti ve sebebi olamaz mı? Eğer insanoğlu yalnız ve yalnız yiyip, içip, zevk-i sefa yapmak için yaratılmış olsa idi bir hayvandan ne farkı olabilirdi? Her halde bu nizam-ı âlem, insanoğlunun şu kısa ömrünü yaşadığı müddetçe değerlendirip, nefsinin arzularını yerine getirmek ve egoist hislerine hizmet etmek için meydana gelmiş bir tabiat olayı değildir. Hakikat-i ilâhiyeyi hamil bulunan insanın yüce kadrini, Cenab-ı Hak, Adem Aleyhisselâmdan Resulü Ekrem Efendimize kadar zuhur eden Peygamberleri vasıtası ile bizlere bildirmiş ve bu gerçeği Resulü Ekrem Efendimizle daha açık, daha özlü, daha kesin olarak tebliğ etmiştir.

İnsanoğlunun bir maksat ve arzu eseri olarak yaratıldığını, ömürlerinin zannedildiği kadar kısa olmayıp, ebedi

bir hayata sahip bulunduklarını bu âleme bir gaye ve ilâhi bir istek üzerine geldiklerini, kendilerinin zannedildiği kadar küçük, basit ve lüzumsuz olmadıklarını, her iki âleminde insanla şeref bulup nurlandığını ilâhi hükümler ve değişmez gerçekler bize ispat etmiş ve Resûlullah’ın yolundan giden Hak dostları da bunun doğruluğunu göstermişlerdir.

Page 20: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

18

İlâhi aşkın cezbesine tutulmuş, cemali Hak, didar-ı yâr ile mütelezziz, insan varlığının hakiki kıymetini bilen muhterem kimseler, Kur’anı Kerim ve Hadis-i Şeriflerle tebşir edilen insanların önderi olup, her devirde onların mevcudiyetlerini düşündükçe sevinir ve iftihar ederiz. Çünkü onlar bu karanlık âlemimizi nurlandıran, yıldızlı gecelere ışık saçan mehtap gibidirler.

Cenab-ı Hak vermiş olduğu bunca lûtuf ve ihsanın yanında bizlerden çok az bir şey istemiş ve yapabileceği-

miz ibadetleri emrederek bizleri değerlendirmiştir. Nasıl ki çift sürmek, ekin ekmek ve harman yapmaktan murat buğday elde etmekse, Cenab-ı Hak’kın bizleri ve bu kâinatı yaratmasından maksat, kendisinin bilinmesi olup Hadis-i Kudsisinde: “Ben bir gizli hazine idim, bilinmekliğimi istedim muhabbet ettim ve beni bilsinler diye bu kâinatı halk ettim.” buyurmuş ve bizlere yapmış olduğu lütuf ve ihsanın birinci karşılığını istemişlerdir.

Allah’ı bilmenin ve neticede bulmanın nasıl mümkün olacağını soranlara, Cenab-ı Hak’kın Kur’anı

Keriminde Adem Aleyhisselâmı kast ederek, meleklerine: “Ben yer yüzünde kendime bir halife halk edeceğim, siz ne dersiniz?” Ayeti kerimesindeki fermana sarılıp, “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.” Hadis-i Şerifinin cevabını teşkil eden “Ölmeden evvel ölünüz.” emrine tâbi olarak “Nefsine arif olan Rabbine arif olur.” Hadis-i Şerifinin kendisi olan İlm-i Tevhid’i, İlm-i Ledün’ü tahsil etmesi lâzım geldiğini hatırlatırım.

Cenab-ı Hak, Resulü Ekrem’ini ve Kur’anı Kerim’ini âlemlere rahmet olarak gönderdiği için her fert, her ce-

miyet ve her millet derdine şifayı onlarda bulmakta ve muradına ermektedir. İhtiyaç hissedenler aradıklarını Kur’anı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde bulacak ve bu hikmetlerden nasipleri kadar faydalanacaklardır. Cenab-ı Hak herkese lâyık olduğunu vermekle adalet sahibi olduğunu her zaman göstermekte olup buna itiraz edenler yanıldıklarını kısa zamanda anlıyarak, bu ilâhi adaletin önünde boyunlarını bükmektedirler. Cenab-ı Hak yarattıklarına kabiliyetlerinin ve tahammüllerinin haricinde bir mükellefiyet tahmil etmediği gibi mücazat ve mükâfatını da bu esasa, göre tevzi etmiştir. Arı gıdasını çiçeklerden, bazı böcekler de pisliklerden temin ederler ve bu lâyık oldukları adaletin gerçek tecellisidir. Eğer arıyı pislikten, böcekleri çiçeklerden gıdalandırmak isterseniz bu onlar için bir rahmet ve hizmet olmayıp, zulmün ta kendisidir, insanlarda tıpkı bunun gibi olup, aralarındaki bariz farkları görmek her zaman mümkündür. İbadetten zevk alan bir kimseye; ibadeti terk et, demek nasıl bir zulüm ise ibadetten hoşlanmayan bir kimseye de; ibadet yap, demek aynı şekilde bir zulümdür.

Muhterem kardeşlerim, akıbetimizi bilmediğimiz için, bizlere yakışan en güzel hareket tarzı emirlere uyup,

sebeplere sarılarak çalışmak maddi ve manevi âlemimizin arzu ve icaplarını yerine getirmektir. Bedenin gıdası yiyecekler olup, ruhun gıdası da Kelâm-ı Hak ve Kelâm-ı Mustafa’nın zevkine ulaşmaktır. Sizler de bilirsiniz ki her şey zıddı ile anlaşılır. Çirkin olmasa güzelin, sıcak olmasa soğuğun kıymeti ve zevki bilinemez. Her şey birbirine rahmet olup, bu âlemde abes olarak yaratılmış bir tek zerre dahi yoktur. Cenab-ı Hak yaratmış olduğu her varlık ve meydana getirmiş olduğu her fiil ile kendi varlığını, kudret ve azametini bizlere göstermekte ve her türlü kayıtlardan münezzeh olan yüce zatını ispat ve ilân etmektedir. Eğer bugün bizler bundan gafil ve Cenab-ı Hak’kın varlığını bilmekten bihaber isek elbette vazifemizi yapmamış, bize tevdi edilen kulluk ödevimizi yerine getirmemiş olduğumuzdandır. Bizlere “Şah damarımızdan daha yakın” olan halikımızı bilmemek her halde, iyi ve doğru bir şey olmasa gerek. Öyle ise ne yapıp edip bizi yaratanı bilmenin çarelerini arayıp, bu ulvi vazife ile zamanımızı kıymetlendirmeli, ihtiyacımız olan kuvvet ve enerjiyi aşkımızda bularak tez elden menzilimize ulaşmalıyız. Çünkü bu aşktan kimde bir nişan var ise o kimse maşukunu herkesten evvel bulup, menzil-i maksuduna ermektedir.

Muhterem kardeşlerim, insanoğlunu ve bu kâinatı yakan ilâhi aşk bizlere sonradan bahşedilmiş bir lütuf

değildir, bu aşk ilmi ezelide, ezel bezminde bizlere nasip edilen ilâhi bir ihsandır. Bu aşkın kıvılcımı bizlere “Elest-ü” hitabı ile sıçramış, ervah-ı âlemde maşukunun karşısında, benliksiz olan hakiki varlığımız bu hitaba “Beliğ” diyerek Rabbini tasdik etmiş ve sevgilisinin karşısında yokluğunun lezzetine erişmiştir. O âlemin zuhuru ve o günün tecellisi olan bugün ve bu âlem, yani şahadet alemi, iman eden ve amel-i salih işleyen kimselerin esfeli safilinden kurtulup Cenab-ı Hak’kın sonsuz lütuflarına nail olduğu ve Hakimlerin Hakimi olan Cenab-ı Hak’kın adaletinin tecelli ettiği, aşkımızın ve gafletimizin imtihan verdiği bir zamandır. Sarrafın madenlere miyar vurduğu, ham ile olgunun seçildiği, bilenle bilmeyenin ayırt edildiği devir bu devirdir.

Her şeyden emin korku ve üzüntüden uzak olan kimseler, her halde Allah’ı lâyıkı ile bilme ve Allah’a

kavuşma ümitlerini ahirete terk edenler değillerdir. Korku, üzüntü ve keder bu âlemde olduğuna göre, kavuşma da arzu edenler için bu alemde olabilir ve ancak bu lütfa, ilâhi aşkın ateşinde yanan, Allah’a kavuşma ihtiyaç ve iştiyakını bu âlemde duyan kimseler erebilir. Bir insan ancak ve ancak sevdiği ve güvendiği bir varlığın yanında

Page 21: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

19

kendinden, emin, üzüntü ve korkudan salim olabilir. Bu devlete ve bu lütfa erişmek elbette kolay bir şey değildir. Bunun başlangıcı ervahı âlem olup tecellisi de o günkü durumlarımıza bağlıdır. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabını duydu ve gördü isek elbette “Beliğ” diyenlerdeniz. Bizlere aşkın ilk kıvılcımı o gün düşmüş, için için yanan bu aşk ateşini sebepler ve vasıtalar körüklüyerek bugün her tarafımızı saran ve bizi bizlikten kurtarıp, karanlık âlemimizi nura gark eden tek sebep olmuştur. Zaten bizlere ne oldu ise o gün oldu. Eğer o günkü halini hatırlamıyor, bugünkü durumumuza da güvenemiyorsak, bu sözleri düşünerek vakit geçirmeden derhal “Beliğ” diyelim ve menzil alanların kervanına geç de olsa katılalım, zararın neresinden dönersek kârdır.

Karanlık ve gaflet içersinde geçen âlemimizi nura, perişan halimizi huzura çeviren, bize elest-ü hitabını du-

yurup, aşkını kalbimize ilga eden rehberimiz, önderimiz, iki cihanın sahibi, Cenab-ı Hakk’ın Habibi, Fahri Âlem Efendimiz, Muhammed Mustafa’ya nasıl selâm ve selât ile şükretmeyelim. Şeytanımızı bizden uzaklaştırdı, nefsimizi ruha, ruhumuzu nura gark etti. Gecemizi gündüze, ölümümüzü vuslata, yokluğumuzu varlığa çevirdi. Allahın sevgilisi, kıyamet gününün şefaatçisi, hidayet anahtarının sahibi. “Ümmetim, ümmetim..” diyerek döktüğün göz yaşlarını ve içten gelen temennilerini düşündükçe sana lâyık olamamak korkusundan kahroluyorum ve zaman zaman: “Ya Rabbi, Senin rahmetin mi çok, Habibinin rahmeti mi?” diye düşüncelere dalıp, hayâsızlık ediyorum. Ya Resûlallah, senin yolun da gitmek, sana lâyık olmak arzu ve heyecanı ile yanıyorum. Bana yardım et, beni yolundan ve yanından ayırma. Sen lütfedersen, hidayet edersen bu Niyazi kulun senin âciz bir ümmetin olmaya belki lâyık olabilir. Ya Resûlallah, seni lâyıkı ile anlamak ve bilmek için dahi kudretim kâfi değil, ya seni görmeğe nasıl tahammül edeceğim? Aşkını düşürdün içime, tahammül etmek fırsatını da ver ya Resûlallah! Niyazi’yim, sana niyaz ederim. Cenab-ı Hak’ka bu aşkı ihsan ettiği için hamd-ü senalar olsun diyerek günlerimi geçiriyorum.

Bu aşk öyle bir umman ki cezbesi kuvvetli, lezzeti tarife sığmaz. Acaba nasıldır diye kenarından bakmak

isteyen bir kimse kendisini bu ilâhi aşk denizinin ortasında bulur ve onun dalgaları sayesinde her türlü pisliklerinden arınıp temizlenerek Allah’a lâyık bir kul, Resulullah’a lâyık bir ümmet olmanın şerefine nail olur. Bizler her türlü lütfa dinimizin yüce vasıflarından, ilâhi kanun ve nizamlarından, ilminden ve aşkından eriştik; bizlere bu ilâhi fermanı ulaştıran, etrafına feyiz ve nur bahşederek kucak kucak şefaat dağıtan, iki gözümün nuru yüce Peygamberimize, Cenab-ı Hak’kın sevgilisi Resulü Ekrem Efendimize selât-ü selâm ile minnet dolu şükranlarımı arz ederim.

İşte muhterem kardeşlerim, bizim en yüce makamımız kulluk, en güzel duygularımız ve hareketimiz bunu

izhar edebilmektir. Cenab-ı Hak’ka ve Resulullah’a bunun için yalvarıp, niyaz ediyorum. Ya Rabbi, kapınızdan ve kulluğunuzdan ayırmayın, vermiş olduğunuz mükâfat, yapmış olduğunuz lûtuf ve ihsan karşısında şaşırdım kaldım. Hayretimden size kulluk edemediğim zamanlar oluyor, beni affedin, bağışlayın, her zaman yardımınıza muhtacım. Çünkü bu âlemde ve öbür âlemde sizden başka iltica edecek bir yerim yok. Size yöneldiğim için bir şey kaybetmekten değil, size lâyık olamamaktan korkuyorum.

Ya Rabbi, Elest-ü hitabını duydum. Meleklerine “Adem’e secde ediniz.” emrini işittim, Adem Safiyullahda

Senin nişanlarını görerek ben de secde ettim. O zaman iblis bizden uzaklaştı, ateşe değil, toprağa secde ettiğim için bizden alâkasını kesti. Sonra anladım ki Senin de muradın bu imiş. Fahri Alem Efendimiz bizlere kendini feda edercesine: “Ümmetim, ümmetim…” diye bunun için seslenmiş. Ya Rabbi, Sana nasıl hamd, Habibine selâm ve selât ile şükretmeyelim! Kulunuz ve ümmetiniz olmakla şeref bulduk, şeytanın şerrinden, nefsin arzularından sizin aşkınız ve lütfunuzda halâs olduk. Gizli hazinelerinizi bizlere aşikâr ettiniz. Lütfunuzla Mısır’a Sultan, kuş diline aşina olduk. Kulluğuma şeref verdiniz, ümmetiniz olmaya lâyık gördüğünüz günden beri kapınızın bendesiyim, size hizmet etmek ve yolunuzda sadakatla gitmek için kuvvet ve yardımınıza muhtacım. Çünkü her iki âlemde devran eden arzu sizin arzunuz her işte bir muradınız gizlidir. «Baki olan veçhini görüp, hüsnüne hayran olanlar» hariç, bu âlemde her ne ki varsa yok olmaya mahkûmdur.

Ya Rabbi, senin ilâhi aşkından gönlüme bir ateştir düştü, aklım başımdan gitti, kendimi kaybedip, tedbirimi

şaşırdım. Senin yolunda hizmet etmek, âşıklarına senden bahsetmek istiyordum, bilmem ne oldu, araya girip, kendimden bahsetmeye başladım. Sizlerin yanında adımızın anılması elbette doğru değildir. Ruhsat verin, aşkınızdan yanıp tutuşan kalblere, Hazreti Ali Keremallahu Veçhe’nin izni ile Kevser havuzundan bir kâse sunayım. Belki onların da ateşleri artar ve bu ateşin harareti ile kendilinden geçerler. Çünkü onlar sana aşık, ilâhi aşkının şulesi etrafında pervane gibi dönen sadık kullarındır. Allah ve Muhammed aşkına fedayı can etmekten asla çekinmezler. Can gitmeden canana kavuşmak ne mümkün! Ya Rabbi, Senin ve Habibinin yoluna her şeyimiz feda

Page 22: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

20

olsun. Kapınızda kul olmak şerefi bize yetişir ve bunun için hamd-ü sena ederiz. “Dünya ehline ahiret haram, ahiret ehline dünya haram”, Sana yönelip, eşiğine yüz sürmek, cemali ilâhiyene

kavuşmak isteyenlere ise “Hem ahiret, hem dünya haram.” dediler. Aşkınla yanan, sana kavuşmak iştiyakı ile çırpınan kimselere sensiz olan her şey haramdır, onlar senin gayrinden yüz çevirdiler. Sensiz olan her şey onlara kapkara zindandır.

Ya Rabbi, Habibin Ahmet, Resulün Muhammed Senin bizlere olan aşkını anlatmasaydı bizler Seni nasıl se-

vebilir, Sana olan aşkımızdan bahsetmek cüretini nasıl gösterebilirdik. Kur’anı Keriminde: “O, onları sevdi, onlar da o sevdiler.” ayetindeki gerçeği okudum ve duydum, size olan

aşkımızın sizin aşkınızdan kuvvet aldığımı görür gibi oluyorum. Siz sevdiniz ki, sizi seviyoruz. Muhterem, kardeşlerim, aşığa sevgiliden ve aşkından gayri şeylerden, bahsetmek elbette yakışmaz. Bütün

mevcudiyeti ile sevgiliye teveccüh eden aşıkın, her zerresinde aşkı bulmak ve bu ilâhi heyecanın sarhoşluğunu görüp, destanını okumak her zaman mümkündür. Aşığın maşuku yanında yokluğundan başka nesi vardır?

Bendesi olmakla şeref duyduğum Pirimiz Muhammed Nur-ul Arabi Kaddessallahu Sırrel Aziz Hazretleri biz

evlâtlarına, en kısa yoldan bu ilâhi aşk ile yokluğun lezzetini duyarak Meslek-i Melâmiye’nin lütfu olan İlm-i Ledün’ü tahsil ettirmişlerdir. Kendinde böyle bir aşktan eser olmadığını düşünerek üzüntüye kapılma! “Ta lebane vecedena”, fermanı ile “maşukunu ararsan bulursun, bulursan arif olursun, arif olursan âşık olursun, âşık olursan yok olursun.” Hadis-i Kudsisini oku ve talebinden vazgeçme. Çünkü “arayan belâsını da bulur, Mevlasını da…”

Ey talip, sana yardım edeyim, yoluna ufak da olsa bir ışık tutayım dedim fakat; kendinden bahsedip halimi

anlattım. Senden bahsedeyim dedim, yokluğumu zikrettim. Allah’a giden yolu vasfedeyim dedim, aşktan söz açtım; Elest-ü hitabından Adem’e ettiğim secdeden şeytanın bizi terk ettiğinden bahsettim, yoksa sırları gizleyeyim derken aşikâr mı ettim? Halimi anlatayım derken yoluna ışık mı tuttum? Ama bundan ne çıkar vazife bu değil miydi? Sana hizmet etmek, gittiğim nurlu yolu göstermek istemiyor muydum?

“Yerler ve gökler Allah’ın nurudur.” âyetini oku. Hakiki gerçekler önünde kadrini bil, Cenab-ı Hak insana bu

saltanatın sultanlığını vermiş, hazinlerinin anahtarını insanoğluna emanet etmiştir. Emanete ihanet etmek herhalde iyi bir şey değildir. Sen ve bütün mahlûkat aslına rücu edecek ve her anda etmektedir. Buna gelmek ne senin ne benim ve ne de hiç bir kimsenin kârı değildir. Fakat Allah’ın lütfuna mazhar olanlar asıllarını öğrenmişler, nereden gelip nereye gideceklerini bilmişlerdir.

Kim bilir bu güneş kaç defa doğdu, kaç defa grub etti. İşte bu gün yine doğdu. Şimdi uyumak değil, uyanmak

zamanıdır. Bu dünya gaflet âleminden olduğu halde o bile nursuz yaşayamıyor. Bir tarafı karanlıklara gömülürken, diğer tarafı güneşten ışık alıyor, ya sen? Hep mi karanlıklarda kalacaksın? Kalk, uyan! Uyan ki gözerine ışık ve nur dolsun. Etrafını ibretle, hayretle ve zevkle seyret. Bu seher vaktinin ter-ü taze güzelliğini ve renklerini gör. Cennet bahçelerinden gelen dost kokusunu al, fâniyi bakiye değiş, hayali hakikate ver, gerçeği zanna tercih et. Bir gün gelip “Her nefis ölümün acısını tadacaktır.” fermanı ulaşınca, bunları cebren nasıl olsa yapacaksın, bu senin için büyük bir ziyandır. Fırsat elde imkânlar var iken gel bunu arzunla yap, belki kazancın ümidinin çok üstünde olacaktır Cenab-ı Hak seni, kahretmek için değil, lütfetmek için yaratmış. Bu satırlar bile O’nun birer lütfunun eseridir.

“Cennetin anahtarı cömertlerin elindedir.” fermanı ne güzel bir yol göstericidir. Cömert, elindeki imkânları az

da olsa bunun hepsini ihtiyaç sahiplerine ve dostlarına ikram edendir. Ey talip, ey sevgili dost! Aşk ve gönül meyhanesinin kapısında beklemekten vazgeç içeri gir sakiden bir yu-

dum ebedilik şarabı iste Ashab-ı Kef’in kalp akçalarını ver. Ey dost! Sana neler ikram etmek istiyordum, fakat kısmetine neler çıktı. Düşündüklerimi değil, ancak

kalemimin yazabildiklerini bu satırlara, nakşedebildim. Unutma ki sen Adem’in saf ve temiz evlâdısın. Nebiler ve Resuller yoluna ışık tutmak için geldi. Cenab-ı Hak, seni nurlandırmak için kitaplar gönderdi. Bu karanlıktan kurtul gafletten uyan iki cihan serveri. Cenab-ı Hak’kın Habibi sana son müjdeyi verdi ve seni Hak yoluna, Allah yoluna davet etti. Uyan, uyan ve O’nun velilerinin sesini duy. Vakit çok çabuk geçiyor. Karanlıklardan karanlıklara değil,

Page 23: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

21

karanlıklardan nurlara kavuş. Bu âlemde nurdan, güzellikten ve aşktan başka ne var. Aşkın lezzetini duy, maşuğun önünde secdeye kapan. Çünkü O’na “En yakın olduğun zaman secde ânıdır.” Kibir, gurur, âr ve namus aşığın hali ve vasıfları değildir. Söz yazdıkça uzuyor, aşığa söz değil, duymak ve yaşamak lâzımdır, işte ben de sözlerime burada son yeriyorum.

Cenab-ı Hak’kın kapısına lâyık bir kul, Resûlullah’ın tevhid sancağının altında hizmet eden bir fert,

Muhammed Nur-ul Arabi Hazretlerinin Hakikat dergâhına yüz sürmüş bir köle, beni gaflet âleminden alıp, yüce himmeti ile nurlu bir âleme götürmek için gece, gündüz gayretini esirgemeyen rehberim Yozgatlı Ulvi Durak Erdenilgen’in sadık bir bendesi olmakla şeref duyuyor, iftihar ediyor ve kendilerine lâyık olabilmem için yardım ve himmetlerini her zaman bekliyorum. Kusurum çok, yüzüm kara, fakat; rahmet ve şefaatlerinden dolayı ümidim sonsuzdur.

Ey talip Cenab-ı Hak’kın lütfu ile bu ilmi aldığım gibi vermeye, vermek ne demek, sunmağa gayret ettim. Biz

Hak dostları meyhanesinin sakileri, fâniye bakiyi sunarız, çünkü sakiye sunmak yakışır. O, demleri tazeler, gönülleri, neşelendirir. O’nun kadehinden içenlerin hayatları ebedi, neşeleri daim, korkuları zail olur. Çünkü o, üzüm suyundan yapılmış şarabın değil. Kevser’in sâkisidir. Cenab-ı Hak, Resûlullalh’ın himmetiyle arzu edenlerin cümlesine nasip etsin. (Amin.)

Ya Rabbi, izimin, izinize, sözümün sözünüze, özümün özünüze uygun olması için bana yardım edin, her

zaman yardımınıza, ve lütfunuza muhtacım.

Page 24: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

22

TECELLİYAT

YAZAN

Ankaralı Aşık Niyazi DEMİRÖRS

Page 25: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

23

ÖNSÖZ

Tecelliyat, içersinde bir çok hususlarda İlm-i Tevhid’e ve İlm-i Ledün’e ait bilgiler bulabileceğiniz bir eserdir. Daha doğrusu sizin İlm-i Ledün nü tahsiliniz için bir ip ucu, ufak bir anahtar ve yolunuzu aydınlatacak bir ışık demetidir.

Bu ve bunun gibi eserleri okumakla İlm-i Ledün’ü tahsil edeceğinizi zannetmek asla doğru değildir. Eğer öyle

olmuş olsa idi, İlm-i Ledün’ün kendisi olan Kur’anı Kerimi okuyan her şahsın İlm-i Ledün’ü bilmesi iktiza ederdi. Hakikat ise hiç de öyle değildir. Bir çok kimseler Kur’anı Kerimi ayet ayet, kelime kelime, harf harf bildikleri halde Ledün’ün manâsından bihaberdirler.

İlm-i Ledün’ü tahsil etmek için insanda aranacak bir tek hususiyet vardır, o da kendisini yaratanı aramak,

bulmak ve O’na âşık olmak arzu ve isteğidir. Bir çok kimseler biz Allah’a aşığız, derler. Allah’a aşık olabilmek için evvelâ aramak, sonra bulmak, bulduktan sonra aşık olmak iktiza eder ki; şu Hadis-i Kutsi de bizim bu düşüncemizi teyit ediyor: “Beni talep eden bulur, bulan arif olur, arif olan âşık olur.” ilâ âhir... Bu lûtfa nail olabilmek için de evvelâ o kimsenin yoluna ışık tutacak rehberi, mürşidi bulması şarttır ki bu da İNSAN dır.

Bir şeyi elde edebilmek için evvelâ o şeyi talep etmek, yani o şeye talip olmak lâzımdır, iste bunun için Hakk’ı

talep edenlere de talip derler. Şarabı meyhaneden, ilmi âlimden, Hakk’ı da Hak’tan gayri yerlerde aramak kadar abes bir şey yoktur. İşte

bunun için Hakk’ı, Hak ile Hak olanlara sor, yabanda arama. Tecelliyat’ın, ilâhi âşk yolunda giden ve gitmek istiyen muhterem kardeşlerime faydalı olmasını Cenab-ı

Hak’tan temenni ve niyaz ederim. BİSMİLLAHİRAHMANİRAHİM Evet, Besmele-i Şerif ile kayıp hazinelerinin anahtarlarını kullarına hediye eden Allah’ım. Gelmiş ve gelecek

kulların Senin “Küntü Kenz” hazinendeki zenginliğini anlatmakla bitirememişler ve bitiremeyecekler de. Çünkü, bu hazine akılların ve idrâklerin ötesinde, tasavvur ve zandan uzak, kelime ve rakamlar onu ifadeden âcizdir.

Rahman ismi şerifinle cümlemize nimetler ihsan ettin. Rahim adınla sevdiklerine, kullarının haslarına lûtuflar

saçtın. Bismillâhi ismi celilinle hazinelerin sahibi olduğunu cihana ilân ettin. Senin mülkünde padişahlar, krallar, beyler hükmederler; fakat onlara ve mülklerine melik Sensin. Huzurunda eğilmeyen baş, secdeye kapanmayan mahlûk yoktur. Her şerre kıyamınla el bağlamış, rükûnla Sana

yaklaşmış, sücudunla huzurda yokluğunu idrâk etmiştir. Gözlerimizden perdeyi kaldırıp, gönlümüze ilâhî aşkını doldurmasaydın; bu âciz kulların sana yol bulabilir

miydi? Sevdin ve bizlere sevmeyi öğrettin. Senden korkanlar Sana en yakın olanlardır. Sana ibadet edenler emrine riayet edenlerdir. Senden ümidini kesmeyenler, hüzün ve kederden uzak olanlar, her zaman ve her halde daima Seninle olanlar “El Fakrü Fahri” sırrına mazhar olanlardır. Çünkü, o gözleri ve gönülleri gülen fakirler sırtlarını Senin “Küntü Kenz” hazinene dayamışlardır.

Ey Allah’ım! Aşık Niyazi Senin âciz bir kulundur. Onun Seni vasfetmesi mümkün olmayan bir imkânsızlıktır.

O, ancak Sana niyaz eder, yalvarır ve sayısız nimetlerine şükreder. Çünkü, Seni anlatan dil tutulur, Seni gören göz kör, Senin sesini duyan kulak sağır olur.

Yarabbi! Senin azametin karşısında korkan bir kulun rahmetin karşısında sevinir. Çünkü, rahmetin gazabını

yenmiştir. Âlemlerin sahibi ve bu mülkün meliki Sensin. Senin adını taşımayan bir mühür, Senin adına yazılmayan bir tuğra bu âlemde ve öbür âlemde hükümsüzdür. Nur olan yerde karanlık olur mu? Nurunla bizleri nurlandırdığın için ne kadar şükretsek azdır.

Page 26: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

24

Seni tesbih etmeyen hiçbir zerre var mıdır ki insanoğlu Seni zikirden gafil olsun. Her zerre Seni tesbih eder, Sana hamd eder. Sen adalet sahibisin, işlerin düzgün gider. Kimseye zulmetmez, iyinin de, kötünün de rızkını ihsan eder, mükâfat ve mücazatlarını verirsin.

Varlığın âlemleri ihata etmiştir, fakat balıklar gibi her mahlûk kendini kendi âleminde bulmuştur. Suyun

içersindedir, sudan haberi yoktur. Rahmetini inkâr edenler nankörlerdir. Senin rahmet deryana dalanlar; Sana yönelenler, Sana koşanlar ve Sana kavuşanlar rahmetinle müşerref olmuş müjdecilerindir. Onlar Seni müjdelerler çünkü, âlemlere kân olan inci Sensin. Bu âlemdeki inciler Sensin zerrenin zerresidirler.

Ey Niyazi! Mukayyet olan mutlakı tarife muktedir midir? Vasfından bir zerre anlatabilir mi? Haşa... Haşa... Bu gözle görmeye, bu dil ile söylemeye ve bu kulakla O’nu duymaya muktedir misin de, bir damla ile yedi der-

yayı vasfetmeye çalışırsın? Sen deryaya karışırsan deryada bir değişiklik olmaz, derya yine deryadır. Senin varlığın olan bir damlanın deryaya gark olmasını istiyorsan yolunu yolundan, yönünü yönünden ayırma. Sükût et ve dinle!

Ey Yaradanın Sevgilisi! «Levlâke levlak» hitabı’nın muhatabı, hakikat incisinin sedefi, âşıkların mihrabı, züht

ve takva ehlinin önderi, karanlıkları aydınlatan nur, hakikat incisinin zuhuru, âlemlerin yaratılmasının sebebi ve mebdei, kalplerimize tevhîd meşalesinin nurlarını saçarak bizi zulmetten nura gark eden; âşık Niyazi Sana ümmet ve şefaatine nail olmak için yoluna baş koymuştur. Rabbine kul, Sana köle, kapında kedadır.

Hûda’nın Habibi, iki cihanın serveri, fânî ve bakî âlemlerin sahip, âşıkların sertâcı, vâsılların miracı, makam-ı

Mahmud’un asaleten sahibi, dertlilerin tabibi, Hak yolcularının önderi; Aşık Niyazi Senin Tevhid yoluna baş koyup gönül vermiştir. Gayesi dergâhına yüz sürüp himmetine nail olmaktır. Kusuru çok, ayıbı ziyade... Fakat ümidi boldur. Senin kapına baş koyup da eli boş dönen bir kimseye rastlanamaz. Çünkü Senin kapın varlık kapısıdır. Biz âcz ve yokluk içinde kıvrananlar Senin kapına gelip varlık talep ederiz. Çünkü Sen, kölesinin esaret zincirlerini kırıp, ona ebedi hayatı bahşeden efendisin. Kendini düşünmez ümmetim, ümmetim dersin. «Summe dena» makamında Ahmet, «Fetellâ» makamında Muhammed, «Fe kâne kabe kavseyn» makamında Mustafa, «Ev edna» makamında Mahmut’sun.

Seni Senden gayri hiçbir kimse vasfedemez. Aşık Niyazi’yi tevhid nuru ile tenvir ettin. Ahirette de sancağın

altında bulunmayı nasib et. Yolundan ve ahlâkından ayırma. Âcizim, zayıfım. Kusurumun bağışlanması, hatâlarımın affı için şefaatine muhtacım.

Ceza günün şefaatçisi! Aşık Niyazi’nin imdadına yetiş. Senin kapında şefaatini dilenmekten başka bir hüneri

yoktur. Aşkını ve muhabbetini vaslına rehber et. Seni vasfetmeye ne kendi ve ne de kalemi muktedir değildir. Kusurunu bağışla.

Benim sevdiklerim beni sevselerdi ve bu sevgimden, gafil olmasalardı, varlık âleminde mevcut her mahlûk ve

zerrenin benimle beraber huzura kalkması icap ederdi. Gel, ey gönlü masivadan boşalmış, gözlerinin perdesi kalkmış insan, gel! Yaklaş, ben sen olayım, sen de ben ol.

Bütün varlığımla cismin ve canın olayım. Bilmeyerek öten bir bülbülün sesini dinlemekten, bilerek ısıran bir köpeğin acısına tahammül etmek daha

hayırlıdır. Ey yüce Sultan! Sen gözümden perdeleri kaldırdıkça benim de kararım kalmadı. Bazen has bahçeye girer, ben

bülbül sen gül olur feryat ederim. Bazen kapında kul, bazen de ruhlar diyarına yükselir, mânâ âleminde yaşarım. Gözü yerde olanın, gönlü asûmana çıkar.

Page 27: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

25

Bir gün zahitlerden birinin yolu aydın gönüllülerin meclisine uğrar. Gönlü aydın olan kişilerin hali zahide pek acayip ve tuhaf gelir ve onlara:

-Sizler sanki her evden azade imişsiniz gibi eğlenip, gülmektesiniz. Şimdi gülmek değil, ağlamak zamanı,

ibadet ve taat zamanı. Bizler sabahlara kadar ibadet ediyor, gözlerimiz uyku nedir bilmiyor, iman sahipleri oldu-ğumuz halde sizler gibi gülüp eğlenemiyoruz, Yarın size namaz ve ibadetlerinizden soruldukta ne cevap verecek-siniz? deyince:

Benlik duvarını aşan ve Cenab-ı Hakk’ın “Cahilin ibadetinden âlimin uykusu hayırlıdır.” gerçeğini Fahri Alem

Efendimizin mübarek ağızlarından işiten aydın gönüllülerden biri güldü zahide şöyle dedi: -İmanınızı ve yaptığınız ibadetleri pazarda satacak olsanız belki bir para bile veren olmaz. Çünkü Cenab-ı Hak

Kur’anı Kerimin de “Ben sizin ibadetlerinize ve amellerinize bakmam, belki kalbinize ve niyetlerinize bakarım.” buyurmuştur.

Benlikle yapılan ibadetten sana ne fayda gelir? Ama o pazarda kendini satacak olursan şüphesiz ki o zaman bir

işe yararsın, belki de ağırlığınca para edersin, para ne demek kalp canını verir cevher olan canana erersin. Aklın varsa her şeyden evvel kendini satmaya, kıymetini öğrenmeye, çalış. Kendini Tanrı varlığında yok

edenlerin ibadeti indallahta makbul ve sevilir. Gel sen de sonra yapacağın işi şimdi yap da yok ol ve ebedi âlemlerin lezzetini al da her iki âlemde de yüzün gülsün. Bu âlemde yokluk lezzetini tadanlar her iki âlemde de varlık saadetine ererler. Bu lezzetten nasibi olan zahidin gönlü bu sırları duydu da o anda canını teslim etti ve ebedilik sırrına, erdi. Canını verenler bu sırra erer.

İnsan-ı Kâmil içinde ateş yanan ve bacasından duman tüten bir eve benzer. Onun dumanı, türlü ibadet ve

taatlarıdır.Onun ibadet ve taatı evinde ateş yandığına delildir. Her zaman olduğu gibi zamanımızda da bir çok insanlar ateşin dumanın peşindeler; hiç ateşi olmadan duman çıkar mı? Onlar tıpkı ruhsuz ceset gibidirler Bazı, fakat birincilerden az bir grup da dumansız ateşin peşindeler; ateş yansın da dumanı görünmesin. Bu mümkün değildir. Bunlarda cesetsiz ruh gibidirler.

Birincisi ikincisinden evlâdır ki. Cenab-ı Hak bu âlemleri halk etti. “Hakikatsiz şeriat atıldır, Şeriatsız hakikat

batıldır.” İşte ey dost ! Sen ne birincisine ne de ikincisine kanaat getirme, üçüncüsünde bütün hikmet ve kemâli ara. Çünkü, onda ateş de duman da vardır. O, ruh dolu bir ceset gibidir. O, ne tenzih ve ne de teşbihtir. O, tevhiddir ve kemâl ondadır.

İşte Kâmil insanlar o ateşte yana yana dumanlarını verdiler de kül oldular, ateşten ele, dumandan da arındılar.

Onlar dâva ehli değillerdir. Onlar var iken yok olmuş, yoklukta hakiki varlığı bulmuş, seçilmiş insanlardır. Eğer bir parça aklın var ise hakiki hayatı, aşkı yanmayı ve insanlığı onlardan öğren.

Kül gibi olanlarda seni yakmaya yetecek kıvılcımlar vardır. Fakat onlara sorarsan külde külden başka ne

bulunur derler. Korkma, tenezzül et. sen o külü deş. Eğer onlarda bizi yakmağa yetecek kadar kıvılcım olmasa idi bugün bizler yanabilir ve yanmaya devam edebilir miydik? Şüphesiz ki hayır. Nice kıvılcımlar birbirine eklendi de bu âlem hâlâ yanmakta ve kıvılcımın sonu gelmedikçe her zaman da yanacaktır. Dostum, bu yanış öyle bir yanış ki içinde ebedî bir hayat, sonsuz saadet ve nur dolu. Kim Hazreti İbrahim Halilullah gibi kendini ateşe attı ve varlığını yaktı ise o bu sırları duydu ve lezzetini tattı.

Kâmil insan, içinde ateş yanan ve bacasında duman tüten bir ev gibidir. Bu ateşten nasip almak için gelenlerin

bir kısmı o evde kaldıkları müddetçe o ateşte ısınırlar, fakat çıkınca hararetleri kalmaz, soğurlar. Kimisi de alev alır, yanmaya başlar, dumanı tüter, fakat en ufak bir harici tesirden söner ve tıpkı marsık gibi yüzü kara bir halde kalır. Bunlar imanı zayıf ve sadakati az olanlardır. Üçüncüsü, fakat çok az kimseler bir kıvılcımla derhal yanar ve kendilerinden eser kalmaz. Tıpkı yanarken bizim hoşumuza giden, zahmetsizce kendinden istenileni veren ağaç parçaları gibi yanar, dumanı tüter, hararetini verir ve kül olur. Fakat her zaman yüzü aktır.

Yanmadan evvel ne olursa olsun, ister siyah, ister yeşil ister mavi... ne renkte bulunursa bulunsun, sonunda

beyaz bir kül olur istenilen de bu değil mi?

Page 28: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

26

Bizim meclisimize nice abdestli kişiler geldi, abdestsiz gittiler. Nice abdestsiz kişiler de geldi fakat abdestli gittiler. Bazı abdestliler de abdestlerini tazelediler de gittiler.

Bizim abdestimiz insanın yalnız dışını temizlemez. Bizim suyumuzdan abdest alanların hem içi ve hem de dışı

temizlenir. Bizim abdestimizi bayağı su sananlar biz abdestliyiz dediler. Halbuki biz nur çeşmesinde ve nur suyundan abdest almış içi ve dışlı nurlu kimseleriz.

Kim bizim suyumuzdan abdest alıp içini ve dışını temizlemek isterse arkasını Tevhid deryasına dayamış tevhîd

çeşmelerine koşsun. Tevhit’ten gayri de bu su yoktur. Bu. sırrı anlamaya çalış dostum. Bir gün bir mecliste otururken dostlardan bazıları : — Efendim, bizi de duadan unutmayın dediler. Onlara : — Benden dua istemeyin,benim duam çok ağırdır, belki siz katlanamaz ve razı gelmezsiniz dedim.Bu sefer

daha çok merak ettiler: — Efendim, nedir duanız, deyince, ben onlara : — Ancak Allah’tan sizin için ölümü isterim dedim. Tabi yüzleri hemen değişti ve üzüldüler. Onlara şu Hadisi söyledim; “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman

uyanırlar.” — Uykunuza son vermeniz için ölmeniz lâzımdır. Bir an evvel ölün ki, bir an evvel uyanasınız. Bir kimse

ölmeyince saadete eremez. Hakikatten nasip alamaz ve bu nurlu âlemi göremez. Bu saadeti tatmak, hakikatten nasip almak ve bu nurlu âlemi görmek için ölmek lâzımdır.

Ölüm görünüşte korkunç, fakat hakikatte sevinç ve müjde doludur. İşte dostlarım, ben size bunun için bir an

evvel ölmenizi dua ve talep ederim. Cenab-ı Hak hayırlısını ve doğrusunu bilir. Bazı kimseler manevi sahada insanlara rehberlik ve önderlik eden İnsan-ı Kâmillere ve mürşitlere kızarlar ve onların etrafında pervane gibi dönen taliplere de aptal ve akılsız nazarı ile bakarlar.

Bir mürşit, bir İnsan-ı Kâmil, suyu akan çeşme gibidir. Onun etrafındaki insanlar da kaplarını su ile doldurmaya

gelen taliplerdir. Biz nasıl ki suyu akan çeşmeden kabımızı doldurursak, onlar da bu manevi pınarlardan kaplarını doldururlar. İşte bu kınayan insanların gözü kalabalığa takılır da haset damarları çatlar. Halbuki onun aklı olsaydı bu su dolduran kalabalığa nazar etmez, onların doldurduğu suyun acı mı, tatlı mı olduğuna ve bu suyu nerelerde ve nasıl harcadıklarına bakardı. Maksat ne çeşmede ne de kalabalıkta; maksat, suyun acı veya tatlı oluşundadır. Eğer o su tatlı ise, sana ve âleme ebedi hayat bahşediyorsa sen de ondan niçin içmezsin? Acı su çok şeye yaramaz fakat tatlı su her şeye yarar. İşte senin o zavallı zannettiğin kalabalık onun için toplanmıştır. Çeşmenin kadir ve kıymetini de onun için bilirler. Kerameti kul sever, Allah sevmez. Allah Kendinden gayriye nazar etmez ve edenleri de sevmez, Keramet de Allah’tan gayridir. Allah’ı bilenler ve Ona yakın olanlar kerametle meşgul olmazlar ve kendilerinden de böyle bir zuhurat tecelli ederse hicap duyarlar, müteessir olurlar.

Ehlullah her zaman kendilerinden keramet izhar olmasından kaçınmışlardır. Fakat ellerinde olmayarak zuhur

eden kerametler bir hikmet tahtında zuhur ettiği için buna karşı gelmeye kudreti yoktur. Ola ki bir kimsenin hidayetine sebep ola. Keramet Hak’tan gayri olduğu için nefis hoşlanır. Nefsin hoşlandıklarından da Hak hoşlanmaz. Bu keyfiyetle nefsine âlet olanlar kerametten hoşlanırlar, görmeyi ve göstermeyi arzu ederler. Yönünü Hakk’a çevirenler ise Hak’tan başka bir şeye nazar ve meyil etmezler. Onlara Hak’tan gayri hiçbir şey zevk ve saadet vermez.

Evliyadan zâtın birisi sohbetlerinde daima Cebrail geldi, Cebrail ile sohbet ettik, Cebrail şöyle dedi, ben böyle

dedim, diye bahsedermiş. Bu da dışarıda avamdan ve şahitlerden bazılarının kulağına gitmiş, bu mübarek zâtı hem ziyaret etmek ve hem de Cebrail’in kendisi ile buluşmasının aslını araştırmak için toplanıp yanına gelmişler, elini öpmüşler, hoşbeşten sonra:

— Efendim, sizin Cebrail ile buluştuğunuz ve sohbet ettiğiniz duyulmuştur, aslı var mı? deyince : — Evet, doğrudur. Fakat bunun ne kıymeti var? Mahlûkun mahlûkla buluşması abes bir şey değildir. Biz, değil

Cebrail ile buluşmak ve ara sıra sohbet etmek, her zaman ve her an Allah’la beraberiz. Allah’a olan yakınlığımız, Cebrail’e olan yakınlığımızdan daha fazladır. Ve bu yakınlık, bizden nasip alan en küçüğümüzde de, en bü-yüğümüzde de mevcuttur. Buyurunca, temelli şaşırmışlar ve hayretleri kendilerine bir fayda vermeden oradan

Page 29: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

27

uzaklaşıp gitmişler. Çünkü onlar er meydanına çıkacak yiğitlerden değil, onlar buğdayı bırakıp da samana koşan cinsindendirler.

öyle olmasaydı bu hadisede bir keramet ve fevkalâdelik aramazlar bu sözlerin manâlarını arar ve öğrenmeğe çalışırlardı.

Sen bir mücevher taşısın, fakat ne yapalım ki üzerinde bir hayvan leşi çürümüş ve ondan sana pislik bulaşmıştır.

İşte bizim vazifemiz senin üzerinde, arızi olan bu pisliği temizlemektir. Tabi ki temizlenirken de bir çok acı ve sıkıntılara katlanacaksın ki saf ve temiz bir elmas parçası olasın. Aksi halde üzerindeki pislik seni meydana çıkarmaz ve sen de daima bir mücevher olarak değil, bir pislik ve leş olarak kalırsın.

Bu sırrı anla da, can kulağını ve basiret gözünü aç... Aksi halde bu nefis seni dünya ve ahirette de uçuruma

götürür. Bizim söylediklerimiz bizden evvel söyleyenlerin aynıdır. Belki bir değişiklik varsa o da şekildedir. Şekil bir

şey ifade etmez, lâzım olan mânâdır. Mânâ ise bugün ne ise, o gün de odur. Bugün söylenenleri o gün söylenenler gibi dinle.

Mânâya kendini ver, şekle değil. Şekiller daima insanı aldatır. Fakat mânâyı gören, şekle baksa da aldanmaz.

Onun için evvelde ne ise, âhir de odur zahirde ne ise batında da odur. Onun gözlerini mânâ aşkı bürümüştür. Aşk insanı hiç bir zaman yanıltmaz. Fakat akıl bazen aldatabilir. Gölgeye değil, yüzünü güneşe çevir.

Bir gün Evliya dan bir zât söyle anlattı: Mânada önüme üç tane köşk bıraktılar ve işte siz böyle idiniz, böyle

oldunuz, şimdi de böylesiniz dediler. Birinci köşkün kapısında “Böyle idik.” ikincisinin kapısında “Böyle aldık,” üçüncüsünün kapısında “Böyle

verdik.” yazılı idi. Birinci köşkün dışı gayet güzel ve hoş idi. İçine girdim; içersine örümcekler yuva yapmış, duvarları yıkılmış,

sıvaları dökülmüş ve etrafta hayvan tersleri vardı. İçi, dışı gibi değil, gayet fena bir manzara arz ediyordu. Dışına bakanlar aldanırlardı.

Buradan çıkıp ikincisine girdim. Dışı bakmışız harap ve kerpiçten yapılmış bir ev manzarası arz ediyordu. Ka-

pısında “Böyle aldık.” yazılı idi. İçine girdim, içersi gayet temiz, beyaz bir boya ile boyandığı halde üzerinde en ufak bir leke görülmüyordu. İçersi gayet tertipli ve her şey yerli yerinde idi. içeride lüzumsuz ve fuzuli hiç bir şey yoktu, içersindeki bu temizlik ve düzen bana dışarısını unutturdu. Hayran olmuş, kendimden geçmiştim.

Buradan çıkıp üçüncüsünün önüne gittim. Dışı tarifi imkânsız bir şekilde güzel, temiz ve envai çeşit kıymetli ve

güzel taşlarla tezyin edilmiş. Hayran olmamak kabil değil. Kapısında da “Böyle verdik.” yazılı idi. İçine girdim içersindeki tezyinat ve güzelliği anlatmaya bir insanın varlığı, gücü ve kuvveti, görüş ve duyuşu, ilim ve lisanı kâfi gelmez. Onu tasvir edebilmek için ilâhi bir varlık olmak lâzım. Oraya giren bir daha çıkamaz. Çıkmak istese de kendinde can kalmaz. Bu köşkün içinde ve sağ tarafında şöyle bir yazı vardı: “Hiç bir zaman sizin birincisi gibi olmanızı istemem, fakat ikincisi gibi olmanız arzu edilirse de üçüncüsü gibi olmanız en iyi temennimizdir. Dışınızı temizleyip cilaladığınız gibi içinizi de temizleyin, içinizi temizlediğiniz gibi dışınızı da unutmayın. Alırken içiniz için alın ve aldığınız içinizi güzelleştirdiği gibi dışınıza da aksetsin, içi temiz olanın içi, Allah muhabbeti ve varlığı ile dolan bir kimsenin dışı da Allah güzelliği ve nuru ile nasıl olsa dolar. Fakat yalnız dışına cila verenin içi paslı kalır. Hiç bir şey seni bu savaşta meşgul etmesin. Evvelâ içini, kendi varlığını, nefsini boşalt ki oraya Hakk’ın varlığı dolsun, içi temizlenenin ve düzen bulanın dışı huzur ve saadete kavuşur.”

İşte bu lütfe ve saadete erdikten sonra da için ve dışın temiz ve pak olarak ihsan et. Alırken için ihsan ederken

hem için ve hem de dışın temiz bulunsun, ihsan sahibi olduğun zaman ihsan ettiğin kimsenin içini mamur et, fakat her zaman kendi içini ve dışını mamur bulundur. Çünkü, dışına bakanlar, içine girince eli boş dönmesinler, sükûtu hayale uğramasınlar.

Page 30: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

28

İnayet ve tevfik Allah’tandır. Bir gün padişah adamlarından birini, aydın gönüllülerden bir zâtın evine gönderdi ve sarayına çağırdı, «El fakrü

fahri» devletinin sırrına eren bu aydın gönüllü, padişahın bu davetine icabet etmedi ve gelen şahısla padişaha şu teskereyi gönderdi:

-Padişahım, size olan muhabbet ve sevgimden dolayı davetinize icabet etmiyorum. Çünkü gelen kişi getiren

kişiden daha çok sevilir. Bu lütfa benim değil sizin ermenizi arzu ediyorum. Kulun kapısına, gelenler belki eli boş dönebilirler, fakat Hakk’ın kapısına gelip de eli boş dönenler görülmüş müdür? Hak kapısı gidilen kapıdır, getirtilen kapı değil.

Padişah teskereyi okudu ve hemen başı yerde, fakat gönlü Hak’ta olan o mutlu ve yüce insanın evine koştu da

hem bu âlemin, hem de gayb âleminin padişahı oldu. Hem zahirin hem de bâtının sultanı oldu. Ne mutlu o kişiye. Aziz Müslüman, her şeyin veya bir şeyin hem afaki ve hem de enfusi ciheti vardır. Afaki olanlar senin haricinde

cereyan edenlerdir. Enfusi olanlar ise senin kendinde cereyan edenlerdir. Afakta zuhur edenler ve cereyan eden hâdiseler, senin enfusunda da cereyan ederler.

Enfusta ve âfakta cereyan eden hâdiseleri görmeden ilim yolu ile bilmen “İlmen yakin”i, bu hâdiseyi âfakta

şuhut etmen “Ayn-el yakin”i, enfusunda görmen ve duyman ise “Hakk-el yakin”i bildirir. Mesela: Kıyamete görmeden inanman ilmen yakini, bunu âfakta görmen aynel yakini, kendinde görmen ise

Hakkel yakini bildirir. Bir kimse öldüğü zaman onun kıyameti kopar derler. İşte bunu ilim yolu ile bilmek, âfakta ve enfusta görerek

şuhut etmek bize bu yakınlık derecelerini bildirir. İşte aziz Müslüman, kalp gözünü aç, kulağını bu sese ver. Eğer kendini aramak ve bulmak istiyorsan evvelâ

afaka bir nazar et ve sonra enfusunu seyreyle. Âfakta mevcut olan her şey senin enfusunda da mevcuttur. Kesrette ne varsa vahdette de onu bulursun.

Enfusu bulmak için afaka, hakikati bulmak için şeriata, vahdeti bulmak için de kesrete nazar et. Eğer bunları

başka yerlerde ararsan bulman mümkün değildir. Afakta olan gece ve gündüzler, bu ay ve yıldızlar, bu yaz ve kışlar senin enfusunda da mevcuttur. Bu dağ-u

taşlar, bu bağ-u ağaçlar kâinat seni anlatır. Fakat sen bir tek maddenin esiri olduğun için ne kâinatı bilir ve ne de kendinden haberin vardır.

Âfaktaki Kur’an, sendeki Kur’anı anlatır. Afaktaki cennet ve cehennem, sendeki cennet ve cehennemi bildirir.

Âfaktaki haşir ve neşir, sendeki haşrı ve neşri anlatır. Âfaktaki melekler, Hazreti İsa ve Mehdi sendeki İsa’nı ve Mehdi’ni anlatır. Senden evvel gelenler afaktaki Mehdi ve İsa’yı çok beklediler, fakat bulamadılar veya onların zamanında zuhur etmedi. Âfakta bildirilen İsa ve Mehdi’yi enfusunda arayanlar buldular ve arzularına nail oldular. Afaki enfuslarına tatbik edemeyenler mahrum, kaldılar.

Biz bunları söylerken âfaki inkâr etmiyoruz. Fakat diyoruz ki bizi âfakımızdan sorumlu tutmazlar,

enfusumuzdan sorumlu tutarlar. Bize âfakımızda olan güzellik ve iyiliklerin faydası yoktur, eğer biz güzel ve iyi olmazsak.

Bana, kıyamet gününe yakın bir zamanda zuhur edecek İsa’dan ve Mehdî’den fayda yok. Bize, şimdi, yani

zamanımızda mevcut olan İsa’dan ve Mehdi’den fayda vardır, öyle ise İsa’yı da, Mehdî’yi de âfakta değil, enfusta aramalıyız.

Aziz Müslüman, senin enfusun ve âfakın olduğu gibi her şeyin de enfusu ve âfakı vardır. Her şeyin âfakına

Page 31: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

29

bakıp enfusundan haber almak, zevklerin en güzelidir. Senin afakın ve enfusun olduğu gibi; namazın, orucun, ibadet ve her türlü çalışmalarının da bir enfusu, bir de âfakı vardır. Namazın enfusundan sen faydalanırsın, âfakından başkaları.

Bu âlemde milyonlara sığmayan çeşitlere ve şekillere bakma hepsinin aslı birdir. Bu âfaktan murat enfustur.

Yani sensin. Ne güzel o kimse ki afaki enfusunda, enfusu âfakında müşahede eder. Allah’ın yakınlığı arttığı kadar şeytanın da uzaklığı artar. Allah’ın dostluğunu kazanmak şeytanın da

düşmanlığını kazanmak demektir. Ve bu durumla bir kimse ne kadar iftihar etse yeridir. Çünkü şeytan, kendisine uyanlarla dost, uymayanlarla düşmandır.

Fakat aziz kardeşim, bu şeytan sizin düşmanınızdır, şeytanla mücadele ediniz demek değildir. Şeytanla dost

olmak, şeytanın arzularını yerine getirmektir. Şeytanla düşman olmaksa Allah’ın emrine uymak, Allah’ın sevgi ve muhabbeti ile meşgul olmakla mümkündür. Şeytandan uzaklaşmak ve ondan yüzünü çevirmek istiyorsan şeytan kelimesini lisanından kaldırıp, yüzünü Hakk’a çevirmen ve Allah’a sığınman lâzımdır. Şeytandan kurtulacağım diye her gün onun adına yüzlerce defa lanet edenler, kör şeytan diyenler ve her an onunla mücadele edenler beyhude uğraşırlar.

Şeytandan kurtulmanın yegâne çaresi Allah’ın adını çok anmak, her an, her yer ve zerrede Allah’ın sevgi ve

muhabbeti ile meşgul olup emirlerine uymakla mümkündür. Böyle yapanlar bir taşla iki kuş vurmuş olurlar. Birincisi, Allah’ın sevgisine mazhar olurlar; ikincisi, şeytandan uzaklaşırlar. Düşmanın adını çok anmak onu

memnun eder. Eğer kendin gibi nefsini ve şeytanını da müslüman etmek istiyorsan o derde deva bulan tabipler, lokmanlar

vardır. Eğer onu arar bulursan, şeytan ve nefis gailesinden kurtulur, dünya ve ahirette huzur içinde yaşar, ebedî hayata kavuşursun.

Bir gün kendinden haberi olmayan biri ile karşılaştım. Tanrı selâmından sonra o zata: Efendim, siz Allah’ın

sevgisine mazhar olmuş veli kullarından birisiniz, deyince, kayıp âleminden haberi olmayan bu zat hayretler içersinde: -Nasıl olur? dedi. Evet dedim, siz velisiniz, fakat kendinizden haberiniz yok. Ve bunun içinde size bahşedilen saltanattan da bihabersiniz. Bana, nasıl haberdar olabileceğini sordu. O zata evvelâ kendisinin ne olduğunu anlaması lâzım geldiğini, bunun için de kendisine rehber olacak Hızır’ı bulmasını, bu yolda giden bir kervana katılmasını ve kervancı başının emirlerine tâbi olmasını, bu minval üzere bir delil bulmasını ve bilâhare kendisine bahşedilen Vilâyet tahtına oturması lâzım geldiğini söyledim.

Çünkü her toprağın altında su vardır. O suyu meydana çıkartabilmek için toprağı kazmak lâzımdır. Toprak

kazılmadan su çıkmaz. Menbalar, kaynaklar bile kendi kendilerine zuhura çıkarken önüne gelen toprak ve taş parçalarını temizlerler, kendilerine yol açarlar da ondan sonra yer yüzüne çıkarlar. Onların bu vasıtasız olarak yer yüzüne çıkışları sularının çok lezzetli ve kuvvetli oluşlarındandır. Onlarda öyle cevher vardır ki önlerine çıkan maniyi eritir, kendi varlıklarında yok ederler. Onlar, her derde şifa, her yaraya merhemdirler. Fakat böyle kaynaklar, menbalar azdır. Bu haslete sahip olanlar da mahdut kişilerdir. Gaye bu azla iktifa etmek değil, çoğu da o en iyinin haline, mevkisine yükseltmektir. Eğer sen bir kaynak değilsen bile, üstü toprakla örtülü bir susun. Toprağını kaldırırsan sen de bir kaynak olur içenlere hayat verirsin.

İşte ey muhterem dost; her toprağın altında su olup olmadığını yalnız Hazreti Süleyman’ın askerlerinin saka

başısı olan Hüthüt Kuşu bilir. Hem öyle bilir ki; o su tatlı mıdır, acı mıdır, derinliği ne kadardır... hepsinden haberdardır.

Madem ki âb-ı hayatı elde etmek istiyorsun, öyle ise karganın arkasında ne gezersin? Gel, Süleyman’a yalvar.

Hüthüt kuşunun yardımını iste. Her yolun bir ehli vardır. Yolu ehlinden sormayan, öğrenmeyen yolda kalır, yolunu şaşırır.

Page 32: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

30

Sen bir deryasın fakat zerrenden haberin yok. Sen bir sultansın saltanatından haberin yok. Kevser’in yanında üzüm suyuna şarap deme. Gökyüzüne çıkmak istiyorsan evvelâ toprak olmayı öğren. Canana kavuşmak istersen canını ver.

Ey kalp gözünü açmak isteyen, evvelâ kendi gözüne perde çek. Sevgilinin sözünü, nağmelerini duymak istiyorsan kendi kulağını tıka. Çünkü sen O’nu kendi gözünle göremez

ve kendi kulağınla işitemezsin. Hak’la bâtıl bir arada durmaz. Hak gelmesi için bâtıl gitmesi lâzımdır. Bu ne büyük gaflet değil mi? Seni sevenden senin haberin, yok. Gaflet uykusundan uyan, gel sevgilinin gönlüne gir, vilâyet tahtına otur, velilik tacını takın. Bu memleket daha ne kadar sultansız yaşayacak, daha ne kadar harap ve perişan kalacak.

Bilmem maksadımı anlata bildim mi? Zaman kaybetme. Ya Süleyman’a yalvar, ya Hüthüt kuşuna rica et,

deryanın önündeki bendi kaldır, her yeri su kaplasın. Sonra güneş çıkınca her taraf yemyeşil olur. Her veli bu hali yaşadığı için yeşil libaslar giyer, yeşil sarık sarar. Fakat sen bu yeşil libas ve sarığı onun dışında arama, içindedir. Senin de yeşillere bürünme zamanın geldi.

Ey dost sizlere biraz da tasavvuf erbabının ve hakikat ehlinin halinden bahsedelim. Bahsedelim ki, onları öylece

tanı ve ara. Bu insanların gayesi Allah’a vusul meclisinde dedikodu, entrika, fesat, huzursuzluk ve cemiyet içersinde çöküntüler meydana getirecek hareketler, devlet fikirlerine ayrı düşünceler ve zorluklar asla mevcut olmadığı gibi, Allah’a ve Resulüne iman ile Ulûl emre, yani devlete itaatle vazifelerini en güzel ifa eden insanlardır. Onların nazarında her şeyin ve herkesin ve her fikrin kıymeti vardır. Memlekette fesat çıkartmaz ve çıkartanları da sevmezler. Çünkü, her türlü kavganın ikilikten çıktığını bilen ehli tasavvuf, bu âlemi birbirine sevdirmeyi ve kaynaştırmayı kendisine şiar edinmiştir. O, bu hizmeti bir akıl ve kuru düşüncenin eseri olarak değil, bir hikmetin ve bir sırrın ışığı altında yapar.

O, saltanat ve şöhrete gözlerini kapamış, yalnız ve yalnız bir insan olarak yaşamayı kendine rehber edinmiştir.

O, ağlayana teselli, gülene dosttur. Bir karıncayı bile incitmekten korkar. Çünkü, onun yolu Hak ve hakikat yoludur. Politika ve siyasetle uğraşmaz. Bu ve bunun gibi işlerinde ehli vardır der. Her işi ehline bırakmak lâzımdır fikrini müdafaa eder.

O, vücudunun her zerresini Allah’a yöneltmiş, huzur ve emniyetin, rahmet ve merhametin, sıhhat ve saadetin,

ebedî hayatın bu âlemdeki temsilcisidir. Onun benimsediği fikirlere sahip her insan saadeti bulmuş, yükselmiş ve refaha erişmiştir. O, yuvaları yık-

mamış, aile ve çocuklarını perişan, etmemiştir. Eğer bu düşünce ve duyguların aksi istikametinde ve bu kisve altında görünüp de nefsani ve şeytani hislerinin

tesirinden kurtulamayarak meydana çıkan zavallı insanlar varsa bunlar, tasavvuftan habersiz, Hak ve hakikatten mahrum bedbaht kimselerdir.

Sizler zaten bu gibilerin yanında bir huzur ve sükûn bulamazsınız. O zaman körü görüne bu gibilere bağlan-

mayın ve oradan derhal uzaklaşın. Ey dost, işte bunu yapabilmen için, şu âlemde ne aradığını ve ne istediğini bil, gayenin hudutlarını çiz ve yoluna

buna göre devam et. Ne aradığını ve gayesinin ne olduğunu bilmeyenler her zaman bu gibi uçurumlara, yuvarlanabilirler. Eğer esas aradığını bilirsen elbette ki tabakhaneye gitmezsin. Cevheri kuyumcuda ara, semercide bulamazsın.

Eğer bu yolda mücadele etmek, çarpışmak ve harp etmek için bir muhatap arıyorsan çok uzaklara gitme, sana

senden daha iyi bir düşman bulunamaz, işte tasavvuf ehli ve hakikat sahibi bir kimse kendi ile mücadele eden ve kendi sırtını yere getirmeye çalışan hakiki pehlivandır.

Page 33: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

31

Yanında huzur ve rahatlık duymadığın, özü ve sözü birbirine uygun olmayan kimselerden uzaklaş. Senin aradığın ilim ve senin aradığın insan, yanında huzur ve rahata kavuşup, müşküllerinin halledildiği yerdir.

Sana, senden bahsediyorsa otur, onunla dost ve arkadaş ol, eğer bir başka birisinden veya kendinden dem vuruyorsa oradan uzaklaş. Sana, senden bahseden, iyi ve kütü taraflarını çekinmeden önüne seren bir kimse senin hakiki dostundur. Çünkü dost acı da olsa, tatlı da olsa hakikati çekinmeden söyleyen kimsedir.

Ey dost, sana o övülmüş kimselerin halinden bir kısmını anlatabildim ve önüne bu yolda az da olsa bir ışık

tutabildimse ne mutlu bana. Bir kimsenin kitaplarla, akılla, vehim, ve hayalle Allah’ı araması ve kendini bunun icaplarına göre hazırlayıp

kullanması, o kimsenin teyemmümle abdest alması demektir. İşte bu abdest, su gibi olan hakikatin ve hakiki bir âlimin yanında hükmünü kaybeder. Suya kavuşulunca teyemmüm bozulur. Hakikat ilmi İNSAN’dan tahsil edilir. Onun kitaplarla ifadesi, hayal ve akılla bulunması mümkün değildir.

O, aşkın ve zevkin eseridir. Suyu, yani hakikati görmekten gafil olmayanlar teyemmümü bozarlar. Çünkü su ile

alınan abdest insana güzellik ve nur bağışlar. Ey dost biz de sevginin ve aşkın hastasıyız. Bizim de sevdiğimiz ve sevenimiz var. Bu dünya yalandır. Gönlünü vefasız ve sahte sevgilerden uzaklaştır. Hakiki aşkın, hakiki sevgilinin yoluna düş, onu arar bul.

Biz de sevdik ve sevildik, fakat sevgilimin gözü beni, benim gözüm de sevgilimden başkasını görmez. Sevgili-

min yüzüne bakmaya insanın kudret ve kuvveti kâfi gelmez. O’nun karşısında her varlık kendinden geçer. Bugün için O’nun güzelliğini anlatmaya ne söz kâfi gelir ve ne de dil muktedirdir. Yusuf güzelliğini Ondan almış. Leylâ’ya, Şirin’e ve aşk ateşi ile kavrulan daha nicelerine O’nun güzelliğinden birer parça tecelli etmiştir. O’nu yine O’ndan başka kimse görmemiş, o nur gibi parlak tenine gayriden bir zerre dahi düşmemiştir.

Sevgilimin beni sevdiğine, benim de O’nu sevdiğim, kadar eminim. O’nsuz geçen bir anım yoktur. Beni ara-

yanlar her an için sevgilimin yanında bulurlar. Bu halimi hoş görmeyenler beni sevgilimden ayırmak için gayret sarf ederler. Fakat ben hakiki sevenimi buldum. O’ndan ayrılır da, O’nun gayri ile nasıl düşer kalkarım. Onlar beni aldatmak için uğraşırlar, ben onların haline bakar acır, kendi halime bakar şükrederim ve onlara da benim kadar sevdiklerini tanısalardı derim.

Dünyada, hakiki sevgiliden nasip almak ve O’nun her an yeni bir ömür tazeleyen kucağında vuslat meyinden

içmek ne kadar güzeldir. O’na vuslat ettiğim günden beri kendimi kaybettim, aklım başımdan gitti, kendimden geçtim. Şimdi her şeyim O oldu. Gözüm O’ndan başkasını görmez, kulağım O’ndan başkasının nağmelerini işitmez, ellerim O’nun saçlarının telinde, ayağım O’nun yolunda gider. O’nun yanında bensiz O’yum. O, her şeyim. Ben âşığım, O maşuk. İstersen sen de böyle bir sevdaya düş, âşık.

Dinle ey âşık! Aşkın ister mecazi olsun, ister ilâhi, yönünü Hakk’a döndürüp, kabrimizi ziyaret eyleyen

muradına tez nail olur. Kabrimiz bez ve iple: bağlanması için tezyin edilmemiştir. Kabrimize bez bağlayan değil, gönül bağlayan gelsin. Aşk ve ilim bağları ile gönlünü raptetmeyen, dünya ve ahiret saadetine geç nail olur.

Türbelere bağlanan bezden murat: Senin gönlünü, arzu ve isteklerini, kısacası kendini Hakk’a bağlaman

demektir. Türbelere ve kabirlere mum yakmadan murat: İlimleri ile âlemi aydınlatan, aşkları ile benlik dağlarını yakıp eriten Kâmil insanların aşk ateşinden ve ilim nurundan kendine nispet ettiğin benliğini, yani kendi mumunu yakıp, onun verdiği aydınlık ve nur ile yolunu aydınlatıp menziline ermek ve aşk ateşinde sana düşman olan varlığını mum gibi eritmen demektir.

Yoksa cihanı nurları ile aydınlatan o muhterem şahsiyetlerin bizim mumumuza ihtiyaçları yoktur. Eğer sen bir

arzunun yerine gelmesi için türbelere mum adar, kurban kesersen de, hiç olmazsa yaşadığın müddetçe bir kere olsun kendini adamayı ve kurban etmeyi hatırla. Onlar manevi âlemin padişahlarıdır. İnsanlar maneviyat sahasında onlardan yaşadıkları müddetçe faydalanabilirler. İşte bunun için sen devrinin Hızır’ını, zamanının Süleyman’ını, iki cihan Serveri Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin yolundan giden bu günün

Page 34: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

32

Muhammedini bul. Çünkü bu âlem O’nun nuru ile aydınlanmaktadır. Kim o nurdan mahrum ise yazıklar olsun ona. İşte biz sizlere bunları anlatabilmek için topraktan gelen ve yine toprağa yani aslına rücu eden şu fani vücudumuzu, kabrimizi, türbemizi süsledik ve sizlerin ibret alabileceği bir hale getirerek. Cenab-ı Hakk’ın “Her şey helak olacaktır; illâ Allah’ın veçhi baki kalacaktır.” fermanını tebliğ ettik.

Ne olduğunu bilmeyen bir kimse, kendisi için yaşıyorum zannederse de ölüdür. Dünya uykusundan uyanık ise

de Hakikat uykusunda gaflet içersindedir. Ey aşk denizinin selâmet kıyısında oturan sevgili! Ellerini uzat, kucağını aç ve biz âcizleri bu balçık ve bataklık

sahilden kurtar. Vehim ve hayal çamurlarına bulandık, bizi aşk ve ilim pınarlarında arıt. Aşk ve ilim denizinde yıka. Çünkü ey sevgili “Müşrikler necistir.” buyurmadın mı? “Temizlik imandandır.” demedin mi?

Kulaklarım bu hitabını işitti, elim kirli, yüzüm kara kapına geldim, belki Sana lâyık değilim, fakat Seni

istiyorum. Aşık Niyazi’yi kapından boş çevirme. Lütfün o kadar bol ki, Rahman ve Rahim kapılarını ardına kadar açtın, bir kölen veya bir uşağın beni memnun edecektir diye beklerken lütuf ve ihsan damarların kabardı, huzuruna vâsıl ettin. O gün, bu gündür hep huzurundayım. Fakat bir şikâyetim var, bizim aşkımızı benim aşkım zannedip gönlünü kaptıranlar var. Benim için sana aşığız diyorlar, ben ise onlara bizim aşkımızdan bahsediyorum. Bizim ne demek, Senin aşkından bahsediyorum. Tapılmaya lâyık olan, sevilmeye lâyıktır diyorum. İşte bunun için benim gibi bir âcizin kusurunu bağışla.

Ya Rabbi, kusurum olmasa sevilmene sevgimi ortak yapmaz, beni sevenleri seni sevmeye yöneltebilirdim.

Fakat huzurunda olduğum için bunu da yapmağa muktedir değilim. Aşık Niyazi’yi niyaz kapından ayırma. Hakikatte Seni sevenlere, Seni sevdiklerini bildir.

Ya Rabbi, dilersen aşığı maşukuna vâsıl eder, lûtuf ve ihsanını esirgemezsin. Cömertsin, cömertleri seversin.

Rahmansın, rahmet edicileri seversin. Bizleri Kevser şarabına kandır, aşk ve ilim deryana gark et.

Page 35: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

ANKARA’LI

AŞIK NİYAZİ DİVANI

Yazan

Niyazi DEMİRÖRS

Page 36: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

1

Visaline ereyim, Cemalini göreyim Huzurunda durayım, medet Allah'ım medet. Sana, senden ah ile her zaman yalvarayım Al benim benliğimi, medet Allah'ım medet. Seher vakti aşk ile divanına çıkayım. Bende pervane gibi benliğimi yakayım, Yoluna canlar verip, göz yaşımı dökeyim Ey dertlerin dermanı, medet Allah'ım medet. Allah diyeyim daim, hep seni zikredeyim, Kapında bir kul olup Lûtfuna şükredeyim, Senden cüda olursam ben nereye gideyim? Aşıkların mekânı medet Allah'ım medet. Aşık Niyazi sana canı berdar eyledi, Oldu senin bülbülün, bağı gülzar eyledi, Lâyıkmıdır kapına, aşkın serdar eyledi Vuslatından ayırma, medet Allah'ım medet. YA RESÛLALLAH Canı canânın eşi, doğdu hakikat güneşi Akar gözümün yaşı çaresin Ya Resûlallah. Dertliler deva buldu. Senin aşkına var oldu. Nuri pâkinle doldu bu âlem Ya Resûlallah. Sildin göz yaşımızı, âsan ettin işimizi. Kurtardın başımızı Lûtfunla Ya Resûlallah. Sadıkların vefası, ümmetinin Mustafa'sı, Aşıkların sefası sen oldun Ya Resûlallah. Secde etmez anlımız, dünyaya verdik günlümüz Ne olacak halimiz medetsin Ya Resûlallah. Terketme sünnetini, bulasın gel himmetini. Her zaman ümmetini düşünür Ya Resûlallah. Aşkın ile yanayım, pervane gibi döneyim, Şefaatini bulayım ne olur Ya Resûlallah. Aşık Niyazi ağyar kalmaz gönle girince yâr, Canım içre tahtı var sultanı Ya Resûlallah.

Page 37: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

2

ARAYAN NERDE BULUR GÜZEL ALLAH'IM SENİ Hem birsin, hemde varsın, yere göğe sığmazsın Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni? Ne yurdun, mekânın var, doğurmazsın, doğmazsın Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni? Saldın dertlere bizi, gözlerden nihan oldun Bu dert ile mi acep derdine çare buldun? Bir müminin kalbine bilmem ki nasıl doldun Arayan nerde bulur güzel Allahım seni Kimi zülfün telinde, kimi tenhada arar Kimi düşmüş yollara gelip geçene sorar. Kimi pervane gibi şûlede kılmış karar Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni? Nuh'un gemisinde mi söyle mekânın nerde? Turi Sina dağını etme bizlere perde. Hasretinle âşıkı düşürdün türlü derde Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni? Aşkın ile yanayını âşıka yoldaş olup, Vuslatına ereyim sırrına sırdaş olup. Beni ağyare dost et, âleme kardeş olup Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni? Ulvi gibi rahmeti gani sultan bulanlar Tevhid ile bu aşkın deryasına dalanlar Aşık Niyazi gibi dost ile bir olanlar Can ile tende bulur güzel Allah'ım Seni. MİRACINDA YA RESÛLALLAH Ümmetim dedin daim Hak'ka eyledim niyaz Diledin, ümmetinin miracı oldu namaz, Rabbımızın atâsı sensin Ya Resûlallah. Miracı aşkın ile daim devreyler felek Bu senin devletine ermedi ins-ü, melek Makamın müntehası sensin Ya Resûlallah. «SÜMME DENA» seyrinin Nuri pâki Ahmedi, «FETEDELL» tahtının sultanı Muhammedi Cümlenin iptidası Sensin Ya Resûlallah. Makamı «KABE KAVSEYN» mülkünün Mustafa'sı «EV EDNA» devletinin Mahmudu ba safası Bu fenanın bekası Sensin Ya Resûlallah. Aşık Niyazi daim nuru aşkınla yanar Ümmetlerin her zaman şefaatini umar Aşkın Maşukası Sensin Ya Resûlallah.

Page 38: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

3

Uyan gaflet uykusundan, boşa gönlün aldatma sen, Aç gözünü, verme fırsat, deli nefsin oynatma sen. Has bahçede açan güller, hazan vakti gelir bir gün, Ağlar isen şimdi ağla, ahir ömrün ağlatma sen. Düşman olma dostun ile, düşmanını dost eyle sen, Nefsin ile ahbap olup, fitne ficur kaynatma sen. Ne sandındı bu dünyayı, gelen bir gün gider elbet, Helâlini haram edip aşına ağu katma sen. Aşık Niyazi dön yâre, gönül verme sen ağyare, Dünya ile bir olupta kendini ateşe atma sen.

BİAT Gönül gayrî attı beni Bir Ulvi ye sattı beni, Ben hazine arar iken Hazinedar etti beni. Zikri verdi tevhid ile Olmaz imiş bunda hile Aşk bahsinde attım gele Ulvi anda üttü beni. Niyazi der Hakkı bildim Ben Ulvi'nin kulu oldum Aşk şarabın gayri buldum Mevlâ bunda tuttu beni. Aşk oduna yandı gönlüm Zikri zevku aldı gönlüm Yana yana bu aşk ile Aşk derde saldı gönlüm. Ne sen varsın, ne ben varım Tevhid ile buldum yarim Dindi gayri ahü zarım Derdin deva oldu gönlüm. Zikri beyan etti Ulvi, Hakkı ayan etti Ulvi, Canı Canan etti Ulvi, Hak'kı tende buldu günlüm. Niyazi der iki gözüm Ben Ulviden buldum özüm Zikir dürür özüm, sözüm Bu aşk ile doldu gönlüm.

Page 39: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

4

Gelin dostlar zikredelim Allah diyen mahrum olmaz, Zikrimizi fikredelim Cahil olan Hak'kı bilmez. Zikredelim dost adını, Bulalım dilde tadını, Hak'tan alan muradını Gayriden hiç murad almaz. Zikrile gir aşk yoluna Varlığın senden alına, Yapışırsam Pir eline İnsanlığın zeval bulmaz. Aşık Niyazi'nin yolu Zikri daim söyler dili. Bülbül gibi gonca gülü Zikredenler yolda kalmaz.

Ben demişim, sen demişsin yok bizde, Ben yapmışım, sen yapmışsın Hak bizde.

Ben nerdeyim, sen nerdesin Ne göktesin, ne yerdesin Cümle âlem arar seni Kendin, Kendine perdesin.

Sular akar dağdan, taştan Çağlar Allah, Allah deyu, Yüreğini âşık baştan Dağlar Allah, Allah deyu. Seher vakti gelir dile Aşık olan gonca güle Sol kemeri ince bele Dağlar Allah, Allah deyu. Giydin atlas fidan boylum, Kölen olam sultan soylum Boyun bökmüş oylum, oylum Ağlar Allah, Allah deyu. Melâmiyim der Niyazi Hak'tan alır her avazı Gece, gündüz bir niyazı Söyler Allah Allah deyu.

Page 40: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

5

Bineriz aşk atına, kaf dağını aşarız, Zikir kırbacımızdır, Hu dedikçe koşarız. Biz fenayı tam ile çıkarız dost katına. Öyle bir katreyiz ki, umman olur taşarız. Dost ile bir oluruz yedi umman içinde, Biz vahdetiz, kesretle dalga dalga coşarız. Nefsini bilmeyen âdem hayvandan da edâldir, Hayvan kalıp, insanı bulmayana şaşarız. Aşık Niyazi içti dost elinden kevseri. Ölenler hayvan olur, biz ölmeyiz yaşarız.

Her fiilin faili olur ise Hak Şöle, böyle demenin manası nedir? Madem kul, fiiline olurmuş durak Suda giden samanın mânâsı nedir? Her sıfatın mevsufu değil mi Mevlâ? Mecnun gibi sanada görünsün Leylâ Geçmezsen bu candan, görsende illâ Kokmuş leşi yemenin mânâsı nedir? Her yerde hazır, nazır, mevcut olan Hak Der: Kendime insanı eyledim burak. Bilirsin, bir kâmile olunca çırak Gemideki dümenin mânâsı nedir? Bak, âşık Niyazi'nin dili tutuldu Hem üç mangıra Yusuf gibi satıldı Erenler aşk yoluna böyle katıldı Perde olan dumanın mânâsı nedir?

Biz hakikat yolunda şeriatsız, gitmeyiz. Hakikat elde diye, şeriat terketmeyiz. Hem şeriat aynadır, Hak'tır görünen bize, Hakikat aynasını ters çevirip tutmayız. Bildiğimiz şeriat, hakikatindir ancak Hak ile Hak olanı biz yabana atmayız. Hakikatimizde bir, şeriatımız da bir. Bir şeriat içine bir şeriat katmayız. Secdeye secde katmak şeriat ise ey dost Böyle şeriat ile biz gönül avutmayız.

Page 41: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

6

Kendi benliği ile sol şeriat güdenin Hakikat ehli isek şeriatın yutmayız.

Aşık Niyazi, Habibin yoluna kurban olsun, O'nun yolundan ayrı bir şeriat gütmeyiz. Gir, hasretinle yanan kalbime ey sevgili, Vuslatınla canıma can olursun efendim. Pervane gibi. sönen kalbime ey sevgili Hem şûle'i aşkınla ram olursun efendim. Canımı feda bulur, dost olan gönlümüze Gel, dosta mesken diye kast olan gönlümüze. Dilersen lûtfedersin mest olan gönlümüze Hem sâki, hem bade, câm olursun efendim. Aşık Niyazi sensiz nideyim. nolayım ben, Derdime şifa acep, kendimde bulayım ben, Lûtfeyle gel sevgili kurbanın olayım ben Ol zaman Sen canımda cem olursun efendim.

Gel ey saki, sun badeyi mest olan canımıza, Bu yolda feda kıldık biz canı cananımıza. Bi nişa nolduksa eğer vaslınla ey sevgili Bu âlemde bir noksanlık gelmez hiç şanımıza. Pervane gibi yanarız, bilmemki neden acep Pis giren temiz çıkar şu bizim külhanımıza, Zikrinle daim gönlümüz çırpınıp durmaktadır, İçi, dış pak bir saray lâzım Sultanımıza. Adını değil, lezzetin duysaydı bu şarabın. Zahit ömrünü verirdi bizim bir ânımıza. Bu yolda İsmail gibi baş ve candan geçmeyen Elbette paha biçemez bir damla kanımıza. Aşık Niyazi'ye sakın ayrılıktan, bahsetme. Yâr mecliste iken ağyar gelmez hiç yanımıza.

Page 42: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

7

Bu âlem meyhanedir zevk ile tad alana, Canımız feda olsun dilde hem yâd olana. Nûş eyle gel şarabı, sende canan elinden, Sunarlar bu kadehi ezelden şad olana. Gel canımın canı gel, vaslınla imdad eyle, Canımız kurban olsun bize imdad olana. Hem canımız, varımız, hem şöhreti şanımız, Verilsin nişanımız cümleye ad olana. Aşık Niyazi her an yâr ile sohbettedir Gelir elbette canan, böyle feryad olana.

Şol gören ağlar sanır, mesti figan olmuşam, yüreğin dağlar sanır, ciğeri can olmuşam. Fakiri gören kimse zavallı der haline, Halbuki ben bu halle cümle cihan olmuşam. Kim dinler benim sözüm bu fani harabede Hem kumandan, hem sultan, Hanlara Han olmuşam. Aldanma gel dünyanın türlü, türlü rengine, Bu âlemde seninle, ben imtihan olmuşam. Sen bilmezsen ey aşık, bu halli muammayı, Ben Aşık Niyazi'yim, dostu nihan olmuşam.

Seni seven bir can Vechin görmez mi hiç cihan içre Visaline eren canlar nasıl olmaz canan içre. Pervane gibi yandıkça âteşi şem'ine canan Bigâne kalırsam aşkım olmaz mı hiç nihan içre. Senden gayri bir yâr sevmez, kim içerse bu kevserden Ol sevdaya düşen aşık nasıl olmaz güman içre. Bu sevdaya girdin ise türlü derde giriftar ol. Ne olduğun bilmez isen olur halin duman içre. Aşık Niyazi'ye Maşuk olursa hep cümle âlem Ol âlemde bir katre su nasıl olmaz umman içre.

Her yüzde parlar ilâhi Cemalinin nuru Göremezler Seni çünkü mücellâ değilsin.

Page 43: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

8

Her güzelde gördüm senin bin türlü nişanın. Aldatmakmı kasdin beni. Sen billâ değilsin. Âlemi cihan hicranı aşkınla yanıyor. Gerçi mecnunun, çok amma. Sen Leylâ değilsin Aşık Niyazi kanmadı âbı hayatına Dilersen ihsan edersin. çünkü lâ değilsin.

Mevlevi canlarından Neyzen başı Muhterem Halil Can dostumuza…

Beyhude değil, dönmekte kastimiz var bizim Biz kemteriz, Hünkar diye dostumuz var bizim. Şûle’i aşk etrafında pervane döneriz, Bugün semaya serilmiş postumuz var bizim, Aşık Niyazi aşk ile bildi yokluğunu Baki kalan bu alemde dostumuz var bizim.

Dost bağının güllerini Dermek ne güzel, ne güzel. Hak Resûl'ün yollarını Sormak ne güzel, ne güzel. Benlik dağlarını geçip. Hak'ka giden yolu seçip, Kevser şarabından içip Kanmak ne güzel, ne güzel Gözü yaşlı yola düşüp. Yüce yüce dağlar aşıp, Sonunda sana kavuşup Gülmek ne güzel, ne güzel. Gel can arayan canına Gidelim dostlar yanına, Bir el tutup divanına Varmak ne güzel, ne güzel. Pir aşkına ikrar verip, Bir kez Cemalini görüp, Eşiğince yüzler sürüp Kalmak ne güzel, ne güzel Hayrile yorar düşünü. Kurtarır dertli başını Ağlar iken göz yaşını Silmek ne güzel, ne güzel

Terk edip dünya malını Dosta arz eyle halini, Gece, gündüz Cemalini Görmek ne güzel, ne güzel. Takar seni dostun nârı, Eritir sendeki varı, Mecnun gibi nazlı yâri Bulmak ne güzel, ne güzel. Bilenlere yolu sorup, Ferhad gibi dağlar yarıp, Dost hasretinden sararıp Solmak ne güzel, ne güzel. Aşk sohbeti kurulunca, Hak divana durulunca, Cevapları sorulunca Vermek ne güzel, ne güzel. Aman vermez kastimize, Türab olduk üstümüze, Beliğ diye Dostumuza Gelmek ne güzel, ne güzel. Aşık Niyazi kulundan. Bizi ayırma, yolundan Muradımı Dost elinden Almak ne güzel, ne güzel.

Page 44: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

9

Fena Fillâh oldun ise, Beka Billâh buldun ise. Her zerrede Mecnun gibi dost cemalin gördün ise, Bire, iki nasıl dersin, doğru ikrar verdin ise, Vuslatı yâr edemezsin,dostu ağyar bildin ise. Melâmidir mesleğimiz, Pirimiz Muhammed Nur dur, Görünen Hak'kın efali, sıfatı, hem Zatı birdir, Tevhid ile sırrı aşkın deryasına dalan erdir. Her zerreyi görürsün dost bu deryaya daldın ise. Dostla düşman ayırmakta sarfetmişsin epey gayret, Tevhid boyun eğmez sana, sen harından nuru seyret. Hak veririm haline, gelmez bana asla hayret Cemde ikrar, farkta inkâr arasında kaldın ise. Aşık Niyazi gel gayri düşmanların oldu hep dost Giy Melâmet hırkasın, ne saltanat iste, ne post. İç kevseri kana, kana, bir gün elbet olursun mest Bu feryadın nedir şöyle, dosttan haber aldın ise.

Gel ey gönül, gel ey gönül Derde şifa ol ey gönül, Gece, gündüz eyle figan Cana Canan bul ey gönül. Aşık olan nare düşer. Zavallı, biçare düşer. Yolu bir gün yâre düşer Dosta giden şol ey gönül. Aşık çeker dost cefasın, Sürer anda hem sefasın, Sabreyle gel gör vefasın İkrarında kal ey gönül. On sekiz bin âleme dol Buldun ise asan bir yol Bu cihanda bir katre ol Gel ummana dal ey gönül. Aşık Niyazi vefasın Buldu gönül Mustafa'sın Sürer gayri yâr sefasın Bunu böyle bil ey gönül.

Page 45: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

10

GEL DOSTA DOSTA Gönül muradını bulayım dersen, Hem gamsız, kedersiz olayım dersen, Sonsuz bir âleme dolayım dersen Tevhit! kapısından gel dosta, dosta. Bülbül gibi sende öteyim dersen, Deveni kervana katayım dersen, Malın yağma edip satayım dersen Tevhid kapısından gel dosta, dosta. Nerde Cennetteki sarayım dersen, Yedi güzelleri göreyim dersen, Hayran, hayran bakıp durayım dersen Tevhid kapısından gel dosta, dosta. Aşık Niyaziyi bulayım dersen. Soyunup ta üryan kalayım dersen, Hem can ile canan olayım dersen Tevhid kapısından gel dosta, dosta.

Eğer aşık isen beri gel, yanaş Deme göbül, deme kandedir kande. Şu garip gönlüne bulunca bir eş, Kendinden geçenler demdedir demde. Zikrile gönlümüz Hakka duacı, Pirim Muhammed Nur başımın tacı Mürşidim Ulvi de gönül ilâcı Cennetin Kevseri sendedir sende. Ef'alimi aldın kaldım mecalsiz, Sıfatım, zatımı düşürdün cansız, Seninle doldum olunca bensiz Göremezler seni bendedir bende. Aşıklar cem olmuş Hak'kın katında, Hak zahir görünür, değil batında Muhammed çağrılır Ahmed adında Nuru ayan olmuş, tendedir tende. Gözümün bebeği, ağzımın dili. Cümle eşya zahir olmuş dizili, Şeş cihette sırrı tehvid yazılı Tende değil bu sır candadır canda. İçime, dışıma vurdun kalayı, Gurbet elde idim, buldum sılayı, Gündüzün güneşi, gecenin ayı Devrolur her daim andadır anda.

Page 46: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

11

Yücelerde uçan gönül kuşusun. Gündüz hayalinde, gece düşüsün, Aşık Niyazi'nin gözü yaşısın Sana sadık bir kul bendedir bende.

Bu gönül defterini okuyup yazan benim, Bir sırrı muammayım, bu sırrı çözen benim. Ben mülkü Süleymanım, hem mülküme Sultanım, Yedi iklim içinde yel olup tozan benim. Gören ben, görünen ben her an başka biçimde, Hem Mecnun' un gönlünde, hem Leylâ'nın saçında, Öyle bir katreyimki yedi umman içinde Dalga dalga durmadan devredip gezen benim. Bu sırrı bilen arif, aşk ile söyler sözü. Bu öyle bir âlem ki gayriye bakmaz gözü. Leylâ, Leylâ diyerek Mevlâ'ya döner özü. Hem arıyım, hem petek, bal olup sızan benim. Ne geldim, ne giderim, durmadan devrederim, Hallac-ı Mansur gibi bu dâvayı güderim, Seni benden sorana, Aşık Niyazi derim Kendi mezar taşıma bu ismi kazan benim.

7 Nisan 1958 tarihinde vefat eden Mürşidim Yozgatlı Ulvi Durak Erdenilgen'in kabri şeriflerini 14 Eylül 1958 tarihinde yaptırmak fakire nasip olmuştur, Hamdolsun Hüda'ya.

Mürşidimin Kabri Şeriflerine acizane tarafımdan yazılan beyit ve sözler:

Ziyaret eyleyen kabri Ulvi'yi Bulur anda daim feyz ile necat. Tevhid deryasına gark et Ulvi'yi Rabbim hüccetinle olayım azat.

Ey yolcu, bu kabrin sırrını bilerek okursan Fatiha, Ol zaman sana da erişir şefahati Mustafa.

Page 47: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

12

BİZİZ Hakikat ehlinin hem şahı biziz. Meyvemiz olmuştur, gümrahı biziz. Cevrü cefa gelir, zevkû sofamız. Derdi çekmeyenin eyvahı biziz. Mey'imiz kevserdir, sakimiz Nuri Aşıkın ses veren hem ahı biziz. Her dilden çıkarken bin türlü nağmem Görenle görmeyen vallahi biziz. Aşıksan Maşukun dolan peşinde Aldanma yalana, hem sahi biziz. Açtımki yüzünü görsünler diye Sevenle sevilen hem dahi biziz. Aşık Niyazi mi söyler bu sözü İnanmayın sakın, billahi Biziz.

Ol âşıklar elinden içtim aşkı kana geldim Düştüm aşk ateşine için, için yana geldim. El pençe divan durdum sevgilimin huzurunda Canlara canan olan bir yüce sultana geldim. Cevrü cefa ile ben zevki sefayı buldum. Nice yıl sabreyledîm, ahde vefayı buldum, Hem gönlüme nur saçan ol Mustafa'yı buldum Devri devlet erişti lütfü ihsana geldim. Aşık Niyazi eyler Seni, Senden temaşa. Vuslatı yare erdi düşmez gayri telâşa, Göster bana duracak başka bir huzur, haşa Aklım aldın elimden deli divane geldim.

Page 48: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

13

MUHAMMED - ALİ Muhammed bağının gülüdür Ali Bülbüller ötüşür, dilidir Ali Aşıklar yâr için düşmüş yollara Hakikat ehlinin yoludur Ali. Muhammed Ali’ye canımız feda Bir dediler bize şah ile keda Ayrı görenleri sevmezmiş Hûda Vahdet bahçesinin gülüdür Ali. Gel Ali"nin Ehli Beyti olalım On sekiz bin âlemlere dolalım Ol Şahı Merdandan nasip alalım Hak şehitlerinin kanıdır Ali. Tevhid deryasına dalanlar bilir Vilâyet bahrinde Ali'yi bulur Şahlar Şahın gören imana gelir Aşık Niyazinin Canıdır Ali.

Gizliler olsun ayan Tevhide gel tevhide. Cümle varlığın erir, Tevhide gel tevhide, Gel nefsinle savaş et, Tevhide gel tevhide. Olayım dersen gönül Tevhide gel tevhide. Gönül gayriyi nider. Tevhide gel tevhide. İlmi irfan doludur. Tevhide gel tevhide. Gonca gülü dermeğe. Tevhide gel tevhide. Başına güller takın Tevhide gel tevhide

Tevhid nuruna boyan Gafil uykudan uyan Tevhid şirkten kurtarır Hem canına can verir Tevhid şarabın Nûşet, Derya oluben cûşet Tevhid bahçesinde gül Ara sahibini bul Yolumuz Hak'ka gider Aşıklar tevhid eder Tevhid edep yoludur. Bülbüllerin gülüdür. Vahdet ile girmeğe. Cemalini görmeğe Aşık Niyazi bakın Eyler ırağı yakın

Page 49: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

14

OL MEVLA'YA MEVLA'YA Cümle varından geçip, yalnız Hak ile dolan Aşıkın yolu gider ol Mevlâ'ya, Mevlâ'ya. Pervane gibi yanıp, aşkın ile mest olan Yalnız fakrını sunar, ol Mevlâ'ya. Mevlâ'ya. Ol dostun bahçesinden lâle, sümbül derenler, Sohbeti zevke dalıp hem maksuda erenler, Kaldırıp perdeleri Cemalini gerenler Kendinden geçer, döner ol Mevlâ'ya, Mevlâ'ya. Arifler meclisinde hülle donları biçip, Kendi varlığından hem, cümle âlemden geçip, Şol Kevser ırmağından âbı hayatı içip Dest-i Haydardan kanar, ol Mevlâ'ya, Mevlâ'ya Gece, gündüz durmadan menziline varmağa, Huzurunda baş koyup, didarını görmeğe, Mecnun gibi çöllerde vuslatına ermeğe Aşık Niyazi yanar ol Mevlâ'ya Mevlâ'ya.

Delilsiz bu yolun sonu bulunmaz Sora, sora yüce dağdan aşmalı, Derdi olmayana derman bulunmaz Aşık olan, derdi yâre düşmeli. Seher vakti bülbül ahü zar eyler, Gülzarda dolaşır, gül diye ağlar, Aç gönül gözünü bak neler söyler Aşık olan seller gibi çoşmalı. Mecnun olan gezer, leylâyı arar, Ferhad Şirin için dağları yarar, Her gelip geçene yârini sorar Katılıp kervana, yola düşmeli. Aşık Niyazının sözleri gerçek Ara muradını, gayriden el çek Olmayınca biçilirmi ham burçak Aşk oduna yana yana pişmeli.

Page 50: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

15

Üçler kabrine vardım Türbedarından sordum Cansız cisimler gördüm Bu gün Sina dağında.

Üçleri yok dediler. Biraz sonra geldiler. Bakıp, bakıp güldüler Bana aşk otağında.

Üçler ile buluştum, İlmi ledün konuştum. Kevser şarabı içtim Bu günı Cennet bağında.

Üçler yaramı sardı, Derdime derman verdi Günlüm murada erdi Bu gün seher çağında.

Aşık Niyazi öğün Üçlere erdin bu gün Yâr ile dernek, düğün Yaptın bu genç çağında.

Var İnsanı Kâmile yolunu âsan eder. Seni Hak'ka halife, mazharı Kuran eder. Aşk ile gir meydana, korkma canından sakın, Alır benliğin senin, canını Canan eder. Gir insanın gönlüne, terk et cümle varını Mürşidin izin izle göresin didarını Tenezzül et, hem bırak namus ile ârını Ol dem seni Süleyman mülküne Sultan eder. Mürşidin sözün dinle, işlerin âsan olur. Duy Hak'kın kelâmını, rehberin Kur'an olur. Lokmadan deva iste derdine derman olur. Senin varlığın alır derdine derman eder. Aşık Niyazi duydu elestü hitabını Bir insanı Kâmilden okudu kitabını Gel doldur kadehini, iç hayatın âbını Hem meyhane, hem saki kevser dolu câm eder.

Page 51: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

16

Mektebi irfana gir oku, bu dersi Hayâlden kaç, rüyaya etme kana'at. Cem olmuştur orada Ayetel-Kürsi Yeterki sen gönlünden masivayı at. Arifler meclisinde sırlar açılır Sunar sakîler bir bir kevser içilir, Sanada Idrisleyin donlar biçilir Bir İnsanı Kâmile edersen biat. Bülbül gibi bîr zaman ahü zar eyle Yık varlık sarayını, tarumar eyle, «El Fakrü Fahride» gel karar eyle Hak'ta vuslat etmeğe edersen niyet. Aşık Niyazi dosta ikrarın verdi Bir însanı Kâmilden murada erdi Rabbından şifa buldu kalmadı derdi Çün derdi dermanınca olunca diyet.

GELSİN BERİ Açıldı meydan ı aşk, duyanlar gelsin beri. Mensur'un yoluna baş koyanlar gelsin beri. Aşk yolu Hak yoludur, gayriyi nider gönül Masiva libasını soyanlar gelsin beri. Döküp gözü yaşını, gönül ayinesinden Dünya muhabbetini yuyanlar gelsin beri. Ölmeden evvel ölüp, Hak Cemalini görüp Varlığını yokluğa sayanlar gelsin beri. Aşık Niyazi verdi seher vakti selâyı. Aşkımız imam oldu uyanlar gelsin beri.

Page 52: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Bu ufak ve mütevazi risalede 20. asrın ikinci yarısının başlarında yetişen mutasavvıflardan Ankara’lı Aşık Niyazi Demirörs’ün hayatını ve sohbetlerinden bazı kısımları dile getirmeye Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı ile gayret edeceğiz.

Tasavvuf, ilâhi aşk denizinin zaman zaman taşarak, biz sahilde bekleyenleri içine alan, an ve temiz suyu ile

bizleri de arıtan o büyük dalgaların ilâhi seslenişlerinin bitmek, tükenmek bilmeyen lezzeti ve saadetidir. O dalganın tesiri ile denizin kucağına düşen bahtiyar insan! Eğer ölmez hayata, sonsuz saadete ve ebedî diriliğe kavuşmak istiyorsan kendini o ummana, o denize teslim et. Eğer teslim olursan kurtulursun ve O seni batırıp sinesinde boğmaz. Seni başının üzerinde taşır, boğulmaktan kurtulursun. Eğer kendi düşünce ve fikirlerinin, vehim ve hayâlinin esiri olarak kurtulmak ümidi ile çabalamağa kalkışırsan boğulur ve batarsın.

Şunu da iyi bil ki; bunların hiç birisini yapmak ne sizin ve ne de bizim elimizdedir. Bu kudret Kur’anı Keri-minde “Sizi ve amellerinizi halk eden benim.” buyuran Cenab-ı Hakk’ın elindedir. Dilediğini hidayet nuruna ulaştıran O’dur. Yalnız Cenab-ı Hak bizlere o nura ulaşabilmemiz için hazine-i ilâhiyesinden akıl ihsan etmiştir. Aklın en büyük hizmeti, bizleri alıp o nurlu âlemin kapısına kadar götürmeye yarar. Bundan sonra akıl dışarıda, sen içerde olman gerektir. Çünkü bundan sonraki âlemi akıl idrak edemez. Orası aşkın saltanat ve hüküm sürdüğü bir yerdir. İşte üzerinde yaşadığımız bu âlem ve bu âlemde mevcut her şey aşkın eseri ve esiridir. Herkes ve her şey bir şeye aşıktır. Eğer insanda ve bütün, mahlukatta bu aşktan bir eser bulunmasa idi, o insan ve bu alem muattal ve köhne olarak kalır, üzerinde yaşanılamaz bir hal alır ve hattâ yaratıldığı anda yok olurdu. Seni ve bu kâinatı yaşatan, idame ve mamur eden aşktır.

İşte bizler de bu ufak risaleyi meydana getirirken bütün cesaret ve kuvvetimizi aşktan aldık. Aşk bize

acizliğimizi ve hiçliğimizi hissettirmedi ve bize “Gayemiz, yaratılmamız ve her şeyimiz Allah olmalıdır.” diyen O insanın yolumuzu aydınlatan nurlu ışığından ufak bir demeti sizlere sunmağa şevketti.

“Ahlâk ve faziletin en güzeli Allah sevgisidir ve öyle ise bu sevgiye daha dünyada yaşarken nail olmak lâ-zımdır.” diyen büyüklerimizin yolundan gitmemizin da bizler için şart olduğunu duyurmakla bahtiyarız.

Çalışkanlığın, faziletin, ahlâk ve ulvî hislerin en güzel örneklerini bulduğumuz Allah ve Muhammed aşkı ile dolu olduğumuz bu mutlu yoldan bizleri ayırmamasını ve arzu edenleri de kavuşturması temennisi ile sözlerimize son veriyoruz.

Öğretmen Doktor M. Zeynep Arıcan Nimet Hatun AŞIK NİYAZİ DEMİRÖRS’ÜN HAYATI:

20. asrın ikinci yarısının başlarında tasavvuf âlemine sülûk ederek kısa zamanda kendisine tevdi edilen ilimle etrafını aydınlatan ve Allah sevgisi ile gönülleri nurlandırmasına sebep olan Ankara’lı Aşık Niyazi Demirörs 2/Ocak/1927 yılında Ankara’da dünyaya gelmiştir. Babası Demirci Hacı Ömer Ağa, annesi Satı Hanımdır. Dört yaşında annesini kaybedince annesinin babası sebzeci Ahmet Ağanın himayesine alınarak büyütülmüştür. 15 yaşına kadar ablası Fethiye Hanımla beraber dedesinin terbiyesi ve himayesi altında Allah’ın lütuf ve ihsanı ile yetişen Ankaralı Aşık Niyazi 1942 senesi şubat ayında dedesini de kaybedince üvey büyük annesi ile beraber oturmuş, babası hayatta olduğu halde onu yalnız bırakıp gitmemiştir.

Ankara Ulus ilk okulunu, Cebeci Dördüncü orta okulunu, Ankara Atatürk Lisesini bitirince kısa bir fasıladan sonra askerlik hizmetini yapmak üzere Orduya katılmış-tır. Evvelâ Gelibolu Hazırlık kıtasına, daha sonra da Ankara’da Yedek subay okuluna gelerek 1949 senesi 25 Ekiminde Asteğmen rütbesi ile Bandırma’da 366. Uçaksavar Taburunda Vatani hizmetini tamamlamıştır.

Bu sırada ailesinin delâleti ile komşularının kızı Nevşehirli Kadriye Hanımla evlenmiş olup bu izdivaçtan

1952 yılında Handan, 1953 yılında Ahmet, 1958 yılında da Ömer Ulvî adlarında üç çocukları dünyaya germiştir. Askerlik hizmetini bitiren Aşık Niyazi terhisini müteakip bir müddet serbest olarak çalışmışsa da 1951 senesi

Temmuz ayında yeniden Orduya Teğmen rütbesi ile duhul ederek 1955 senesinde üsteğmen, 1958 senesinde kıdemli üsteğmen, 1960 senesi Ağustos ayında da Yüzbaşılık rütbesine terfi etmiştir.

Maddi hayatı bu şekilde geçen Aşık Niyazi’ye Cenabı Hak Manevî hayatında da lütuf ve ihsanını

Page 53: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

esirgemeyerek 1956 senesi Aralık ayının sonlarına doğru kendisini, manevî yolculuğunda rehber olacak mürebbî ve mürşidi büyük mutasavvıf Yozgatlı ULVİ DURAK ERDENİLGEN’le karşı karşıya getirmiştir. Melâmi Mesleki Halifelerinden olan Yozgatlı Ulvi Erdenilgen bu sırada tedavi maksadı ile İzmir’den Ankara’ya gelmiş bulunmaktadır. Cenabı Hakkın lütfu ile hazırlanan bir tesadüf iki insanı bir akşam Aşık Niyazi’nin kayın pederinin evinde karşı karşıya getirmiş olup, aşık ve maşuk o gece birbirlerine kavuşmuşlardır. Her iki tarafta aradığını bulunca arzu edilen aşk ve bağlılık doğmuş ve Ankaralı Aşık Niyazi kendisini mürebbîsinin ilmine bütün mevcudiyeti ile teslim etmiştir.

İlk buluştuklarının üçüncü günü tekrar aynı yerde birleşen muhip ve mahbubun gayeleri hasıl olmuş, genç

Niyazi ikinci buluşmalarının ertesi günü sabah namazını müteakip teveccühe alınarak İlmi Ledün’ün, ilmi Tevhidin ilk dersi kendilerine talim ve telkin edilmiştir. Kısa zamanda ikinci ve üçüncü telkine muhatap olan Aşık Niyazi çok kısa bir zamanda kendisine tevdi edilen ilmin zevkine ve manevî yüksekliğine ulaşmıştır.

İlk dersini aldığı günden itibaren birbirlerinden, ayrılmayan iki sevgili, manevî âlemin bu bitip tükenmeyen

sonsuz zevkleri içersinde yaşarlarken bir buçuk ay sonra tedavisi biten mürşidinin İzmir’e dönme arzusu üzerine mürşidini ailesinin yanına uğurlarken kendisi de ayrılığın ilk acısını nefsinde duymağa ve tatmağa başlamıştır.

Yanan her hangi bir şeyin söndürülmesi için suya hissedilen ihtiyacı, Allah aşkı ve muhabbeti ile yananlar

daha çok hissettiklerinden Aşık Niyazi de Mürşidinden aldığı kıvılcımla içersinde yanan ilâhi aşkın ateşini söndürmek için mürebbisinin sohbet ve irşadlarını sonsuz bir arzu ile arıyor, fakat bu ihtiyacını ancak mürebbisinden aldığı lütuf ve himmet dolu, mektuplarla gidermeye çalışıyordu. Bu ayrılık 7-8 ay kadar devam etti. İki aşık yeniden birbirlerine kavuştular. Fakat bu kavuşmada ayrıca hüzün de vardı. Mürebbisinin rahatsızlığı gün geçtikçe artıyordu. Muşansa’lı Hasan Fehmi Hazretlerinin talim ve terbiyesi altında ilmi Ledünnü tahsil eden Yozgatlı Ulvi Erdenilgen Aşık Niyazi’nin ufkunda açılan ilâhi bir güneşti. O’nun ateşinde pişip olgunlaşmadan O’nu kaybetmek herhalde kolay bir şey olmasa gerekti.

İşte bu uzun zannedilen devreyide ikinci gelişinde üç ay beraber kalarak geçiren Aşık Niyazi, Mürebbisinin

himmet ve sonsuz lütufları ile katetmiş, genç yaşta büyük bir manevî lûtfa ermişti. Seven ve sevilen için üç ay elbette bir an gibi gelir iki sevgili tekrar ayrıldılar. Âşık Niyazi Mürebbisini bir

daha Ankara’ya dönmemek üzere uğurladı. Bu ayrılık da uzun sürmedi, iki ay sonra Âşık Niyazi Mürşidini ziyarete gitti ve kısa bir müddet Mürşidinin yanında kalarak sonsuz lütuf ve ihsanları ile duasına nail oldu.

Âşık Niyazi bu ziyareti anında Mürşidi ve dostları tarafından tertip edilen sohbetlerde muhitinin sevgi ve muhabbetini kazanırken hem de İzmir’de bulunan Melâmi mesleki Halifelerinden;

İştipli Mehmet Ali Bey, Şekerci Halil Efendi, Üsküplü Süleyman Efendi, Gömlekçi Ali Efendi Tepecikli İbrahim Efendilerle ve ihvanları ile de tanıştı ve sohbetlerinde bulundu. Bu muhterem kimselerin bir

kısmı Hasan Fehmi Hazretlerinin ihvanından olup Mürşidinin manevî kardeşleri idiler. Günler gelip geçti, ayrılık zamanı yaklaştı. Aşık Niyazi Mürşidinin yanından ayrılırken Mürşidinin de rahat-

sızlığı biraz daha artmıştı. Bu ayrılıktan sonra mektupla haşir -neşir olan iki sevgiliden, Fani âlemde birleşen iki dosttan büyük mutasavvıf Yozgatlı Ulvi Erdenilgen 8/Nisan/1958 de bakî âlemde tekrar birleşmek üzere sevgili talebesi Aşık Niyazi’den ayrıldı. Bu ayrılık Aşık Niyazi için büyük bir kayıp olmuş, fakat O’nun himmeti ile ufkunda açılan nurlu yolda büyük bir hızla ilerlemek kendisine nasip ve ihsan edilmiştir. Son makamının talim ve telkinini de Üsküplü Süleyman Efendiden almış ve kısa bir müddet sonra da 1958 senesi Ağustos ayında İştipli büyük mutasavvıf merhum Mehmet Ali Beyin verdiği icazetname ile Allah ve aşk yolunda kendisine manevî hizmetin büyük mesuliyeti tevdi edilmiştir. İşte bu gün dahi bizleri Allah yolunda O Nur ile nurlandıran rehberimiz Aşık Niyazi’nin Mürşidi Merhum Yozgatlı Ulvi Erdenilgen ve merhum İştipli Mehmet Ali Hazretlerini rahmetle anar, şefaat ve himmetlerini talep ederiz.

29 yaşında manevi hayata sülük eden Ankara’lı Aşık Niyazi iki sene gibi kısa bir zamanda makamatı Tevhidi

ve ittihadı zevk ederek iki sene sonra Mürşidi erinin arzusu ile manevi yolda hizmet etmekle şereflendirilmişlerdir. Bizler bu satırları yazarken de hizmetlerinin dördüncü yılını ikmal etmek üzere idiler.

1958 yılı Temmuz ayında mürebbisinin kabri şeriflerini yaptıran Aşık Niyazi, Mürşidinin kabrine şu kitabe-

leri yazdırmıştır. Mermerin birisinde şu sözler vardır :

Page 54: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Diğer mermerde de şu sözler yazılıdır: “Ey yolcu! Bu kabrin sırrını bilerek okursan Fatiha, Ol zaman sana da erişir Şefaati Mustafa.” Aşık Niyazi genç yaşta devrinde yaşayan mutasavvıf ve maneviyat yolunda hizmet eden muhterem kimselerle

de görüşmüş, onlarla sohbetlerde bulunmuştur. En küçüğü kendisinden iki üç misli yaşa sahip olan bu muhterem şahsiyetler şunlardır:

Konya’da Fikri Baba, İstanbul’da Şemsi Ergüneş Efendi, Muhittin Ergüllü Efendi, Yahya Efendi Dergâhı Şeyhi Merhum Abdülhay Efendi, Mevlevi büyüklerinden Mithat Bahari Bey ve Sabri Dölen Efendilerle sohbette bulunup kendileri ile

tanışmışlardır. O, hiç bir zaman kendisinin tenkit edilmesine üzülmemiş, methedilmesine de iltifat etmemiştir. Her iki

şekilde de kendisine ders olan şeyi almış ve bunu bizlere de tavsiye etmişlerdir. Çünkü “Kişi noksanını bilmek kadar irfan olamaz.” sözü onun rehberi olmuştur. Yolumuza ışık tutan Ankara’lı Aşık Niyazi Demirörs’ün devam eden hayatına burada son verirken, kitabımızın bundan sonraki kısmında da O’nun sohbetlerinden bazı parçaları, mensuplarından Yüksek Ziraat Mühendisi Fuat Bey’e yazdığı mektuptan faydalı ve lüzumlu kısımları almış bulunuyoruz. Bunları sizlere aksettirmekle faydalı olabilirsek ne mutlu bizlere.

SOHBETLERİNDEN PARÇALAR: Bismillahirrahmanirrahim Biz insanın değil, Allah’ın varlığını ispata çalışıyoruz. Mürebbim bana şu sözü sık sık tekrarlardı: Bu yolda bir şey olmak yoktur, hiç bir şey olmamak vardır. Siz de

bu yolda bir şey olmak için değil hiç bir şey olmamak için çalışın.

Benim söylediğim bu sözler dahi, sizinle Allah arasında bir perdedir. Bazı kimseler bu ilmin sonunda insanın ne büyük bir varlık olduğu neticesini çıkarırlar. Bizim mevzuumuz

insan değil Allah’tır. Neticede O’nun büyüklük ve saltanatı meydana çıkar.

Beni değil, Allah’ı sevin, bana değil Allah’a bağlanın. Bana nazar eden ‘beni, Allah’a nazar eden Allah’ı görür.

Hal ehli çok, makam ehli azdır, makam ehli olmak lâzımdır. Biz size bu ilmî sahih olarak verdik, dikkat edin. Nasıl ki Yusuf Aleyhisselâm da rüyayı sahih olarak tabir etti

ve rüyayı anlatanlar biz yalan söylemiştik dedilerse de rüya tabir edildiği gibi çıktı. Yönünüzü Allah’a çevirin.

“Ziyaret eyleyen Kabri Ulvi’yi Bulur anda daim feyz ile necat. Tevhid deryasına gark et Ulvi’yi Rabbim hücretinle olayım azat.”

Page 55: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Bu yolda bir saliğin makamı yükseldikçe gönlü alçalır. O’nu bir mecliste mütevazi, çekingen ve silik olarak görürsünüz. Çünkü o artık etrafında Hakkı müşahede etmeğe başlamıştır.

Bir gün bahçedeki ay çiçeklerini göstererek: Bunların bir adı da güne bakandır, günün her saatinde güneşe

yönelirler. Olgunlaşınca da başlarını yere eğerler. Tıpkı Tevhid güneşi ile olgunlaşıp, her an Hak huzurunda ol-duklarını bilenler gibi.

Olgunlaşan meyvenin gözü yerde olur.

Size söylenen şu birkaç söz ile amel edin, başka bir şey düşünmeyin bu size yeter.

Ölünün teslim olduğu gibi mürşidinize teslim olun.

Bu üzüntüleriniz arzu ve isteklerimizdendir. Arzusuz bir hale gelmeniz lâzımdır. Arzusuz bir hale gele-bilmeniz için de Allah’a tam teslim olmanız lâzımdır.

Çabalamayın, çırpınan, çabalayan denizde bile batar, teslim olun. Bu yola girmek isteyen bir kimsenin ne istediğini bilmesi lâzımdır. Yalnız Allah’a kavuşmak istiyen ve O’nu

arayan kimse bize intisap edebilir. Ben hadiseler karşısında taş kadar hissiz bir halde kalırım.

Bana her hangi bir kimse kendisini sevip sevmediğimi sorarsa ben ondaki var olanı müşahede ederek O’nu sevdiğimi söylerim.

Kurandaki bütün hikâyeler bize hakikatin ne olduğunu ve onu nasıl bulacağımızı kapalı olarak anlatır.

Hepsinin manası hakikat bakımından aynıdır.

Müslümanlığın beş şartının da hakikat bakımından manası aynı olup, Cenabı Hak bizlere: “Ey kullarım, Kelime-i Şahadet, namaz, oruç, zekat ve Haccı sizlere farz kıldım, bunlara bakın manalarını araştırın, birinden bu-lamazsanız diğerinden hakikat âlemine bir yol bulun” diyor.

Biz, iman etmek istemeyen inatçı kimselerin bulundukları yere bir kazık çakar onları oraya bağlarız. Çünkü yarım imanlı olup da etrafa zarar vermesinler diye.

Arızalı araziyi işlemek zordur. Eğer o yer düzgün olursa daha kolay işlenir. İşte insanlar da böyledir. Dava sahibi olan kimseleri davasız kılmak, tıpkı arızalı araziyi işlemek gibi zordur.

Mübarek üç aylara ve kandillere kavuşmuş bulunuyoruz. Bu günler Allah’ın sonsuz rahmetinin bizlere ulaştığı zamanlardır. Bu mutlu günleri yalnız afâkımızda yaşamak değil, enfusumuzda da bu rahmetin feyizlerinden istifade edip, nefsimizde yaşayarak maneviyatın yükseklerine ulaşmamız lâzımdır.

Page 56: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Muhterem Fuat Efendi, Maneviyat sahasında birçok hususları bünyesinde toplayan kıymetli mektubunuzu aldım. Gayret ve mücade-

lenizden dolayı çok memnun oldum. Uykuda olan bir insanın abdesti yoktur. Uykudan uyanınca abdest alır Bu usûl hem maddi, hem de manevi uyku için câridir: Bir kimse su ile abdest alınca dışını ilmi Tevhîd ile ve zikirle abdest alınca da içini temizlemiş olur.

Siz de bu güne kadar uykuda idiniz. Ancak o gaflet uykusundan bu gün uyandınız. Biliyorsunuz Cenabı Hak Kur’anı Keriminde “Müşrikler necistir.” buyuruyor. Necis pislik demektir. İşte bizim nefsimiz ve benliğimiz de bizim hakiki varlığımız üzerinde bulunan necisten başka bir şey değildir. Tevhîd bizi bu pislikten temizler ve arıtır.

Derslerinizde muvaffak olup olmadığınızı siz anlayamazsınız. Bir altın kendi ayarını bilmez, ancak onu sahibi

veya kuyumcu miyar taşına vurmak suretiyle ölçer. İkincisi siz bu hizmetinizi bir şey olmak için değil hiç bir şey olmamak için yapınız. Çünkü kısmetler dağıtılırken Evliya’nın da kısmetine yokluk çıkmıştır. Ne kadar çok yok olursak, o kadar makbuldür. İşte şeriat ve tarikat ehli ile hakikat ehli arasındaki fark şeriat ve tarikat ehli olanlar her hal ve şekilde kendilerini etrafa i: har etmek ve göstermek için gayret sarf ederler. İbadetleri, kisveleri, konuşmaları, selamlaşmaları ve her şeyleri bir merasime tâbidir. Evvelce siz de yapıyordunuz, el sıkışmaları bile umumunkinden ayrıdır. Birbirleri ile kucaklaşırlar, dakikalarca ayrılmazlar ve bu arada da türlü türlü dua okuyarak manasını bilmedikleri selâm ve selâtı getirirler. Hakikat ehli ise bunlardan hiç biri ile meşgul olmaz. O gün için cemiyet kaidelerinin, Örf ve âdetin dışına asla çıkmaz. Hakikat ehli her an ve şekilde Rabbi ile beraberdir. O, her kimle konuşursa konuşsun hep Hak iledir. İnsanları ve hiç bir şeyi tefrik etmez. Bu yüzden de muamelelerinde ayrılık yoktur.

Evet, her dersin bir imtihanı vardır. Fakat bu bizim imtihanımızın yeri ve zamanı yoktur. Her yerde ve her

zaman. Meselâ: Bir ağacı aşılasanız, bu aşı tutarsa aşılandığı cinsten meyve verir. Tutmazsa eski halini muhafaza eder. Şimdi sizlerde Muhammed (S.A.V.) aşısı ile aşılandınız, eğer aşı tutarsa sizde yeni halinizin birçok tecellileri ve değişikliği görülecek. Onu da aşıyı yapan bilir, siz bilemezsiniz.

Rüya hayâl âleminden olup fiziki bir netice ile insan şuurunda tasarladığı veya tasarlamadığı şeylerin tecel-

lîsinden ibaret olup, bir çok samanlarda ve hususlarda bizlere rehberlik ederek ikaz veya mücazat ve müjdelerde bulunur. Rüya âlemi de İnsanın inkişafına hizmet eden unsurlardan olup, ekseri rüyalar bizler için en güzel müjdecidirler. Fakat rüyalara da kapılıp kalmak asla doğru değildir. Rüya belki bizim için bir ip ucu olabilir fakat hiç bir zaman asıl olamaz. Hakikat ne hayâldir ve ne de rüyadır. O, bizden kayıp veya uzak değildir. Fakat biz Hak ve Hakikatten vehim ve hayâlimizin esiri olduğumuz için uzağız. Aslında mahlûk gözüyle gördüğümüz her şey de bir rüyadan ibarettir. Bir gün gelip de öldüğümüz zaman uykudan uyanacağız ve yaşamış olduğumuz şu fâni hayatın da bir rüya olduğunu göreceğiz. İşte bu gün için insanları peşinde sürükleyip götüren rüyadır. Bu rüyadan uyanmak için Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Mutu Kable ente mutu” yani “Ölmeden evvel ölünüz.”

Izdırabı ölüm size gelmeden evvel ihtiyari ölümle daha dünyada yaşarken ölün ki gaflet uykusundan ve bu rüya âleminden uyanın buyuruyorlar. Bu ise Tevhîd ilmini tahsil ile olur. Tevhîd ilmi Kelime-i Tevhidi zikretmek demek değildir. Tevhid ilmi veya ilmi Ledün de diğer müspet ilimler gibi bir ilini olup arzu edenler bunu bilenlerden öğrenebilirler.

Ölmeden evvel ölmek, bir kimsenin veya bazı tarikat ehlinin yaptığı gibi kendi vehim ve hayâllerinin fikri ile

dünyada yaşarken insanlardan uzaklaşmak, işini gücünü terk edip, ailesini ve yuvasını dağıtıp, aç ve susuz kalmakla ve nefsi ile bilmeden mücadele etmekle mümkün olmaz. Böyle yapanlar tenhada ve insanlardan uzakta nefislerini ıslah ettiklerini zannederler. Fakat insanlar içine tekrar girince eski hallerine dönerler. Bu iş, öyle bir kimsenin kendi gayreti ile, riyazat ve nafile ibadet, ile de elde edilemez. Bu yolu bilen bir ehli Tevhîd rehber bulup onun talim ve telkini ile terbiyesi altına girmekle bir kimse ancak o saman ölmeden evvel ölmek sırrına kavuşabilir. Dağ başında, insanlardan uzak ermek ve olgunlaşmak erlik değildir. Ve zaten olgunlaşamaz da. Asıl erlik insanların içerisinde ve her türlü cemiyet şartlarına uyarak olgunlaşmaktır.

Aşkta uyuşukluk yoktur. Aşık olan insan ateşli insandır. Eski âdet ve ananelerinizi bir tarafa bırakın, kendinizi Tevhide uydurun. Ailenize, çocuklarınıza, eş ve dostlarınıza ve işinize dört elle sarılın. Onlara hizmete gayret edin. Çünkü onlara hizmet Hakka hizmettir. Cenabı Haktan aşk niyaz eder, yuvanıza sıhhat ve saadetler dilerim.

Bir gün Etlik’de sohbet esmasında mecliste bulunanlardan bazıları, ezanın okunduğunu ve namaz vakti oldu-

ğunu söyledi:

Page 57: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Efendiler, biliyorsunuz Cenab-ı Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz bir Hadisi Şeriflerinde “Bir saat Tanrı’yı tefekkürle zikretmek yetmiş yıl ibadet etmekten hayırlıdır.” buyurmuşlardır. Manası: Bir kimsenin, hakikatini bilmeyerek yetmiş yıl ibadet etmesinden, bilerek bir saat Tanrı’yı tefekkür etmesi daha hayırlıdır demektir.

Bir saat sohbet de şeklen kılınan namazdan ve yalnız başına yapılan tefekkürden daha hayırlıdır. İşte

Evliyaullah bu keyfiyeti bildikleri için “Namazın kazası olur, sohbetin kazası olmaz.” buyurmuşlardır. Vakit namazı; bilinmeden, yalnız şekline sadık olarak kılınırsa ikiliği muciptir. Hakikat ehlinin, sohbeti ise

insanları şirkten ve ikilikten kurtarır. Bizlerin Hakka yakınlaşmasını ve vuslatı temin eder.

Efendiler, kılmış olduğumuz namazların, yapmış olduğumuz ibadetlerin yalnız şekli ile avunmak bir mana ifade etmez. Bu ibadetlerimizdeki Hakkın hikmetlerini araştırmamız lâzımdır. Çünkü müminin namazı miraçtır. Miraç ise Allah’a vusuldür. İçimizden kaç kişi ibadeti yalnız şeklen yaparak bu lütfa nail olmuştur? Elbette ki hiç bir kimse bu devlete erişememiştir. İllâ ki namazın Ledünnü ve ilmi Tevhid ile manasına aşina olmadıktan sonra.

Bizler bu iddiada bulunurken hiç bir zaman ibadet ve dinî amellerimizi inkâr edenlerden değiliz. Fakat körü körüne de ibadet etmeyi faydalı bulmuyoruz. Her evin bir dış kapısı olduğu gibi, dinimizin ve Allah’a giden yolun da bir başlangıcı vardır. Şeriat işte bu başlangıç ve din sarayının ilk kapısıdır. Bu başlangıçtan murat sona ulaşmaktır. Sarayın kapısından murat sarayın içersine girmektir. Cenab-ı Hak bizlere bu lütfu başlangıçta bek-lesinler veya kapıda dursunlar diye vermemiştir. Yaptığımız ibadet ve amellerden maksat Cenab-ı Hakk’a lâyıkı ile teslim olup, Vüsûlullaha nail olanaktır. Eğer bizler bugün bu şereften mahrum isek ibadetlerimizin mana ve ehemmiyetini lâyık ile kavrayamamış olmamızdandır.

Bunun elde edilmesi de ehli ile sohbette bulunmak ve onların tavsiyelerine uymakla mümkündür. Ezan Nef’ayi Sûrdur. Vakit namazı Selâti daimunun başlangıcıdır. Kapıdan gayri yerden eve girmek hırsızların işidir. Şeriat Hak sarayının kapısıdır.

İbadeti şükür için, ibadeti emri Resûlullah’a imtisal için, ibadeti Lillah Billâh için yapmalıdır. Cenabı Fahri Alem Efendimiz zamanı saadeti erindeki müslümanları yalnız ibadet ve amellerle müslüman yapmamışlar, onları kıymetli sohbetleri ile de irşad etmişler ve hattâ sohbete devamları dolayısı ile ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetlerini terk ettikleri zamanlar dahi olmuştur.

İşte bizler Hak, hakikat ve din yolunda hizmet ederken Fahri Alem Efendimizi kendimize rehber edinmemizi ve dinî umdelerimize körü körüne değil mana ve şümulünü bilerek sarılmalıyız. Yapmış olduğumuz ve bizlere emredilen ibadet ve amellerin hikmet ve sebeplerini bilerek yapalım ve bilmiyorsak bilenlerin sohbet ve irşatlarından faydalanalım. Yoksa bu mecliste sohbet ederken bizler Haktan gafil değiliz, belki gaflette olanları uyandırmak için sohbet ediyoruz:

Ezan ve namazdan murat bu değildir? Cenabı Haktan temennimiz ibadet ve emirlerini körü körüne yerine getirenlerden değil, bilerek ibadet edenlerden bizleri ayırmasın. Amin.

Efendim: “Ben bu ilmi aldığım gibi satmazsam göz otuna vereyim” derdi. Biz de öyleyiz.

Kur’anı Kerimde: “Emaneti ehline teslim etmezseniz emanete zulmetmiş olursunuz, O’nu ayaklar allında çiğnetirsiniz, ehlinden de saklarsanız ehline zulmetmiş olursunuz.” deniyor. Bu emanet, para ve mal emanetinden ziyade Cenab-ı Hakk’ın Zâtını ve sıfatını bizlere apaçık gösteren ilmi Ledün ve ilmi Tevhid emanetidir.

Su daima yüksekten alçağa akar, sonunda denize kavuşur. Kahır zannettiklerimiz bizler için lûtuftur. Marifet nârında nurunu, kahrında lûtfunu görebilmektir.

Kıymetli mücevherler kıymetli ve sağlam mahfazalarda saklanır. Hakikat incisinin mahfazası ise şeriattır. Hiç açıkta duran mücevher gördünüz mü?

Page 58: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Biz ne kadar yok olursak Allah o kadar var olur.

Biz ânın adamıyız, zuhurata tâbiyiz. Efendim diyordu ki: “Tevhid dört köşeli taşa benzer, her köşeye uyar.”

Bu yolda evvelâ kendimizi Tevhîd ilmini zevk ederek yok edeceğiz ve her zerrede Hakkı müşahede edeceğiz. İşte biz bu müşahede neticesi sabrederiz, makbul olan sabır budur, avamın sabrı inattır.

Allah’a vuslat makam ve meratip ile olur. Makamız ve meratipsiz Allah’a vuslat imkânsızdır. Bir çok şeriat ve tarikat ehilleri ile bazı mezhep ve meslek mensupları makamsız ve meratipsiz Allah’a vuslat etmek için çalış-tıklarından ömürleri mücadele ile geçmiş, kendilerine müşahede nasip olmamıştır.

Bilgin sana Allah yolunda manidir.

Boş olursan dolmak kolaydır fakat doluyu boşaltmak zordur.

Dışarıdaki yağmur tabiatın rahmetidir, taşa düşerse tesir etmez, kuma düşerse alta geçer kum ondan istifade edemez ama toprağa düşerse toprak onu sindire sindire içer ve sonrada güneş doğunca kendinde mevcut olan hazineyi dışarı çıkartır. Peygamberlerin ve velilerin sözleri Allah’ın rahmetleridir. Toprak gibi olan kimseler bunu alır hamuru ile yoğurur; Muhammed güneşi ona vurunca kendisinde mevcut olan hakikat cevheri meydana çıkar ve o insan aslını bu şekilde anlamış olur.

Allah’ın rahmetleridir. Toprak gibi olan kimseler bunu alır, kendi hamuru ile yoğurur, Muhammed güneşi

ona vurunca kendisinde mevcut olan hakikat cevheri meydana çıkar ve o insan aslını bu şekilde anlamış olur. Toprak çiğnenmeye itiraz etmez. Onun için Allah hiç bir pisliği onun üzerinde eğlendirmez, yağmur ve güneş

vasıtası ile hemen o pisliği zararsız hale getirir. Yapmak kula, yaratmak Allah’a mahsustur. Bizim şu maddi vücudumuz güneşin önüne gelen bir bulut gibidir. Nasıl bulut güneşi saklarsa bizim varlığı-

mız da Allah’ı öylece örter. O bulut rahmet olarak yere düşer veya rüzgar vasıtası ile güneşin önünden uzaklaştırırsa, tıpkı güneş gibi Allah’ın varlığı da zahir olur.

Bizim Allah’ı göremeyişimiz yakınlığının şiddetindendir. Nitekim çıplak gözle güneşe de bakamayız, gözle-rimiz bozulur.

Güneş âlâ ve esfel, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, necis ve temiz her zerre üzerine ışıklarını saçtığı halde

kendisine bunlardan hiç bir şey bulaşmaz ve bir zararda gelmez. Sular evvelâ yağmur tanesi olarak yeryüzüne düşer. Bunlar birleşerek dere, ırmak ve nehirleri meydana ge-

tirirler. Bu ırmak ve nehirler herhangi bir göle veya denize kavuşmak için bir insanın feryadı gibi ahüzar ederek, çağlayarak akarlar. Irmakların ve akan suların bu feryadı denizden ayrı olmalarından ileri gelir. Denize kavuştukları zaman büyük bir sessizlik ve sükûna ererler. İnsanlarda tıpkı böyledir- Allah’tan ayrı olduklarından kendi

Page 59: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

varlıklarının Allah’ın varlığı ile kaim olduğunu idrak edemediklerinden ömürleri feryad ve figan ile geçer. Ta ki bir gün ölüp mevti ızdırabı ile aslına rücu edinceye kadar envai türlü meşakkatle ömürlerini heder ederler. Bundan kurtulmak için “Ölmeden evvel ölünüz.” sırrı ile ölmek, mevti ızdırabı ile ölümü beklemeden sırrı Tevhîd ile yokluğumuzu idrak etmek lâzımdır.

Hiç bir mahlûk ve zerre yoktur ki Allah’ın rahmetinden ve lûtfundan istifade etmesin. Cenabı Hak en büyük adalet sahibi olduğunu her mahlûkatına istediğini istidadına göre vermekle göstermiştir. Hiç şüpheniz olmasın, eğer Allah bir kulunun en ufak bir şekilde kendine döndüğünü görürse ona taştan dahi

ihsan eder. Allah dertsizlik derdi vermesin. Bu âlemde hiç halinden şikâyet eden var mıdır? Eğer bir kimse bulunduğu halden şikâyet etse kendisine başka

bir hal ve başka bir âlem arar. İşte bunun için herkes cennettedir. Fakat hakikî cennet bunların hiç birine benzemez.

Testilerinizi sular akarken doldurunuz. Efendim şöyle bir hikâye anlatmıştı: “Bir denizin kenarında bir çeşme varmış, şırıl şırıl akarmış. Deniz bir

gün bu çeşmeye kızmış ve demiş ki: -Ben koskoca bir derya olduğum halde senin kadar çok ses çıkarmıyorum, gürültü yapmıyorum. Çeşme: -Evet ama demiş, susuzlar ancak benim suyumla susuzluklarını gideriyorlar.” şimdi burada çeşme Mürşidi, deniz de Allah’ın varlığını remzeder. Biz Allah’ın varlığını doğrudan doğruya değil ancak bir mürşit vasıtası ile anlıya bildiğimizden, susuzlar susuzluklarını ancak bir çeşmeden giderebilirler.

Güneydi Bağdadî Hazretleri: “Suyun rengi yoktur, girdiği kabın rengini alır.” buyurmuşlar. Burada su ile bize Cenabı Hakkın varlığını kabı ile de kesret âleminin şu görünen şekillerini anlatmak istemişi elidir. Cenabı Hak Zâtı itibariyle birdir, esma ve sıfat kaplarından çeşit çeşit gibi görünür. Hakikat ehli olanlar suyun kabına ve rengine değil, suyun kendine nazar ederler. Bu sözün ikinci bir izahı da: Ehli Tevhîd ve ehli aşk olanlar tıpkı su gibidirler “her kim ve her ne ile karşı karşıya gelirlerse gelsinler onların rengine boyanırlar. Çünkü onlar için Hakkı müşahede etmekte hicap yoktur.

Bir fiili kul işledi dersen şirktir, Allah yaptı dersen küfürdür. Bir fiil ki işlenir ya kul eliyle veya Allah tara-fından, işte bunun cevabını verebilmek için Tevhîd ilmini tahsil etmek lâzımdır.

Elektrik bir santralden çıktığı halde muhtelif eşya ve âletlerden muhtelif, şekillerde tezahür eder. Sobada sı-caklık, buz dolabında soğukluk, lâmbada ışık, motorda enerji... v.s. şeklinde görülür. Zâtı İlâhi birdir. Fakat her zerre neye mazhar ise o sıfatla tezahür eder.

Bir insan nasıl fikretmeli ki o fikir ve düşünce ayni zamanda zikir olsun?

İlmî tevhîd ve ilmi Ledün yolu akıl ile değil, aşk ile katedilir. Böyle bir arzuya ve aşka müptelâ olmayanlar bu yola giremedikleri gibi, girseler de zevk alamazlar.

Page 60: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Çünkü bu kâinatta her zerre aşkın eseridir. Başlangıcı aşktır. “Levlâke Leylâk” hitabına muhatap olan iki cihan serveri Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz yaratıkların evvelidir. Ahiri de aşktır. Çünkü yine bu âlemi nuru ile nurlardıran son ve ahir zaman peygamberi, Cenabı Hakkın sevgilisi, Habibi Muhammed Mustafa (S.A.V. Efendimizdir.

Bir insanın bu sırrı duyduktan sonra ona göre hareket etmesi lâzımdır. Eğer öyle hareket etmezse şirk etmiş ve küfretmiş olur.

Biz karşımızdakini de sevsek yine kendimizi sevmiş oluruz. İnsan kendini Allah’ın varlığının bir tecellisi ol-duğu için sever ve sevmelidir. Bunun aksi olan sevgi bencilliktir.

Tevhid Allah’ı birlemektir. Bu da ancak tevhîd ilmi ile bilinir ve bir kimse ancak bu ilimle şirkten kurtula-bilir.

Biz Allah’tan bir zerre değiliz. Allah bizden nasıl tecelli ederse herhangi bir zerreden de öyle bütünü ile yani külliyle tecelli eder.

Allah’ın yakınlığı arttıkça şeytanın da uzaklığı artar. Şeytandan kurtulacağım diye her gün onun adına yüzlerce defa lanet edenler, kör şeytan diyenler ve her an onunla mücadele edenler beyhude uğraşırlar. Şeytandan kurtulmanın yegâne çaresi Allah’ın adını çek anmak, her an, her yerde ve zerrede Allah’ın sevgi ve muhabbeti ile meşgul olup, emirlerine uymakla mümkündür.

Kerameti kul sever, Allah sevmez.

Hazreti Pir der ki: “Kerameti kevniye zamanı geçmiştir, şimdi kerameti ilmiye devridir.” Hakikaten de öyle. Bizim en küçük ihvanımızdan dahi, ilmen kendilerinden çok üstün olan tetebbu ehli kimselerle karşılaştıkları zaman bu kerameti ilmiye zuhur eder. Bilgin kimseler, kısaca dış yüzü ile iyi tetebbu etmiş zevat en müptedî ihvanımız karsısında dahi aciz kalırlar.

Küçük bir elektrik lâmbasının verdiği ışıkla şu neon lâmbalarının verdiği ışık ayni mi? Neon lâmbasına az ışık ver desen onun ışığını azaltmak elinde mi? Kâmil insanlar da böyledir.

Şu yollara bakın yeni yapılmış, asfalt, düz ve kısa yollar bizi menzili maksuda daha süratli ve daha emniyetli

götürüyorlar. Bizim yolumuz da böyledir.

Vakit akşam, güneş batmak üzereydi. Konya’dan Ankara’ya dönüyorduk. Güneş neden görünmüyor diye sor-dular. “Battı.” dedim. Hayır güneş batmaz., güneş gene var ama biz onu göremiyoruz. Çünkü önüne dünya geldi. İşte dünya bizim varlığımızdır. Önümüze gelince güneş gibi olan Cenabı Hakkın varlığım göremeyiz.

Veliler keramet göstermekten kaçınırlar. Böyle bil keramet zuhur ederse ki her hangi bir kimsenin hidayetine

sebep olmak için zuhur eder, fakat evliya bu kerametten dolayı utanır ve müteessir olur. Sebebi de halk onlardan zuhur eden bu tecellîyi kendilerine atfederler de şirke ve küfre düşerler ve onları ulularlar diye. Halbuki Evliya bilir ki bu tecellî kendisinden değil Cenabı Haktan olmuştur. Bunun için insanları yanlış istikametlere sevk eden keramete hakiki Veliler itibar etmezler, kendilerinden de bir kerametin zuhurunu asla talep etmezler.

Allah bizi, biz de eşyayı tasarruf ederiz.

Page 61: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Bir ağacın kemalâtı yetiştirdiği meyvanın lezzetinden ve güzelliğinden anlaşılır.

Bu âlemde her zerre Hak’lıdır.

Başkalarının ayıbını değil, kendi ayıbımızı görelim.

Aslında her insan bir cevherdir. Mürşid ona sonradan bir şey ilâve edemez. Yalnız ondaki cevheri meydana

çıkarır. Tıpkı yer altından çıkarılan madenlerin taş, toprak ve yabancı maddelerden arıtılıp hangi cins maden ol-duğunun meydana konulması gibi.

Bu âlemde her zerre vazifelidir, işe yaramayan hiç bir şey yoktur.

Bu âlemde her zerre bizi irşad eder, yeter ki o seyir ikazından ders alabilelim.

Her şey kemal üzeredir, irfaniyet o şeyde noksanlık görmemektir.

Allah daima kullarının hayrına çalışır. Her şeyde ifrat ve tefrite kaçmayınız. Çünkü ikisi zararlıdır. Yüksek dağlar güneşe daha yakın oldukları halde tepeleri daima karlıdır. Yaz, kış o kar erimez. Ovalar ise

onun aksine. İşte benlik sahibi, varlığından sıyrılmam: kimseler de hakikat güneşine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar tıpkı o karlı dağlar gibi karlar yani varlıkları erimez. Sizler ova gibi olunuz. Çünkü ovalarda her türlü mahsûl yetişir.

Bize düşen âlem ayinesisde Hakkı müşahede etmektir. Başınıza gelen bir belâ, bir musibet sizin daha evvel başkalarına yaptığınız bir fenalığın karşılığıdır. Bu bir

lütuf ve mükâfat ise yapılan iyiliğin karşılığıdır. Efendim diyordu ki: “Tevhidi kendinize uydurmayın siz tevhide uyunuz.” Bir salik kardeşimiz mürebbimizin kutup olup olmadığı şüphesini gidermek üzere benden sormamı rica etmiş

fakat ben sormaktan hicap etmiştim. Aynı gün mürşidim. bu zata bakarak: «Kutup yıldızı nedir? İnsanlar ondan, nasıl faydalanırlar?» diye sordular ve cevabı yine kendileri verdiler: «Sabit olan parlak bir yıldızdır. İnsanlar ona bakarak yollarını bulurlar, cihetlerini tayin ederle: Şimdi sen bana bakarak yolunu buldun mu? Bu yolun doğru olduğuna emin misin? Öyle ise ben kutup olmuşum veya olmamışım sana bir faydası var mı onun?”

Muhterem Fuat Efendi, Bu maneviyat yolunda aşılması güç engelleri geçmek için büyük bir azimle mücadele ettiğinizi kıymetli mektubunuzda müşahede etmiş bulunuyorum ve İnşaallah kısa zamanda size perde olan benlik dağını eritip, haki-katin Sıratı Müstakimi olan Tevhid yolunda emin adımlarla ilerleyeceğimize kaniyim. Bunun içirt size telkin edildiği gün bildirilenlerden ne fazla ve ne de noksan şeylerle meşgul olmayın, neler tavsiye edildi ise onlarla amel edin. Cenabı Hak: “Siz bildiklerinizle amel edin, bilmediklerinizi biz size öğretiriz.” buyuruyor.

Size tevdi edilen ilmin şuhudunu yalnız kendi nefsinizde veya yalnız afâkta değil, hem enfusta ve hem de afâkta seyir ve müşahede edin.

Page 62: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Her zerrenin ve her mahlûkun zikri ayrı ayrıdır. Her zerre ve her mahluk kendi hal lisanı üzere Cenabı Hakkı zikreder. Gözün zikri görmektir, kulağın zikri işitmektir; sen diğerlerini de buna göre kıyas et. Cenabı Hakkı kemaliyle zikir ve teşbih eden insandır. Fakat insan olmak da öyle kolay bir şey değildir. Bir kimse yirmi altıncı mertebede cin, yirmi yedinci mertebede insan, yirmi sekizinci mertebede İnsan-ı Kâmil olur. Otuz kinci mertebeye kadar yükselen bu şerri devriyenin son dört mertebesi daha vardır ki bu da maneviyat sahasında yüksek rütbeli, Allah’a en ziyade yakın olan büyük şahsiyetlerin makam ve mertek esidir.

Salike lâzım olan; zikir ve meratip yolunda mücadeledir. Mücadele olmazsa müşahede olmaz. Kelamı Halttan alın, ibadet ve taatmızı nefsinize nisbet etmeyin. İbadeti izhar etmek acziyettir ve indallahta makbul değildir. Tevhid’de daima kesretten kaçının, kesret tevhidin zıddıdır. Akli muhakemenizle neleri düşünüyor ve zan ile hükümler veriyorsanız hepside yanlıştır. Zandan daima kaçının, aşka uyunuz. Aşk insanı hakikate ulaştıran en seri vasıtadır. İnsanın kibrini, benliğini, şahsi bilgilerini alır götürür, insanı insan yapar. Bakın Melâmi Halifelerinden merhum Muşansalı Hasan Fehmi Hazretleri bu yolda aşkın kıymet ve kudretini şu mısraları ile ne güzel anlatıyor:

Ezelden bu aşka oldum müptela Bana ihsan etti ol gani Mevla. Onulmaz derdime eylerim deva Bana ihsan etti ol gani Mevla. Aşk oluptur benim yoluma Burak Yaokuşu düz eder, geceyi işrak, Yakın eder her ne var ise uzak Bana ihsan etti ol gani Mevla. Hakka aşık olana denildi aşık Hakikat aşına aşk olur kaşık Büyüğe döşektir; küçüğe beşik Bana ihsan etti ol gani Mevla. Aşk oldu Fehmi’nin yolunda rehber Anınla Hızır’a eyledi sefer Andan etti İlmü Ledün’nü ezber Bana ihsan etti ol gani Mevla. Hasan FEHMİ İşte Fuat Efendi, size aşk bahsinde Hasan Fehmi Hazretlerinin en güzel beyitlerinden birini yazmış bulunuyo-

rum, her halde bu sahada size faydalı olur. Allah’ın lütuf ve ihsanını, Allah’ın rızasını aramak başka bir şey, Allah’ın kendisini aramak yine başka bir

şeydir. Cenabı Hak Peygamberi ve Kur’anı Kerimi ile gösterdiği yoldan gidenlere ve gayeleri lütuf ve ihsan ile rızası, olanlara arzularını verecektir. Fakat burada bizlerin vazifesi bunun dışında Allah’a vâsıl olmak ve Allah’a dost ve yakın olmak için say ve gayret göstermektir. İşte Tevhid ve İlmi Ledün tahsil etmek istiyenler bu arzu ve iştiyak ile yanan kimselerdir. Bizim yolumuzda salik, hakikat yoluna Hakka vâsıl olmak için sülük edendir.

Fuat Bey, bundan evvelki mektubumda size, ailenize, evlâtlarınıza ve muhitinizdeki insanlara karşı olan sevgi

ve muhabbetinizle, onlara yapacağınız hizmetin Hakka olduğunu izaha çalışmıştım. Bakın size tevhid ilminin ilk dersini verdik, durum böyle olunca bir kimse ailesini, evlâtlarını ve her şeyi severse Allah’ı sevmiş olur. Yoksa Allah’ı başka türlü sevmeğe imkân ve ihtimal yoktur. Eğer Allah’ın sizi sevmesini istiyorsanız, siz her şeyi seviniz. Tabii ki bu da kolay olmasa gerek. Çünkü insan oğlunun içi o kadar yabancı maddelerle ve kötü huylarla doludur ki bunları terk edip, herkesi ve her şeyi sevmesi kolay bir iş değildir.

İşte bunun en güzel misali: “Bir gün Beyazid-i Bestami Hazretlerine (Sırrel Aziz) sormuşlar: -Efendim, siz ne zaman irşad oldunuz? Onlara şöyle cevap vermiş: -Ne zaman düşmanımı dost bildim, o zaman irşad oldum.” bu-yurmuşlar.

Page 63: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

İşte bu kısa ifade Allah’a vâsıl olmanın en güzel tarifidir. Şimdi bizler derslerimizde bunu yani düşmanımızı dost yapmayı tahsil edeceğiz.

Düşmanımızla dost olmanın acı ve tatlı taraflarını bizzat nefsimizde duyarak, yaşayarak bu ilmi kendi hamu-rumuzda yoğurup, halledeceğiz.

İşte bunun için siz şimdi dolu olan içinizi boşaltmaya ve masivadan sıyrılmağa gayret edin, eski bilgileriniz

size faydalı ise kalsın, değilse onları bir tarafa atın ve sîzden uzaklaştırın. Zikir ve fikirle meşgul olun, ailenize ve işinize dört elle sarılın. Sizden yalnız ve yalnız ricam, tarif ettiğim şekilde, zaman ve zeminin müsadesi nisbetinde zikirle meşgul olun. Tevhid yolundan ayrılmayın ve din yolunda normal ibadetlerden hariç başka ve fazla ibadetle meşgul olmayın ve düşünmeyin.

Şayet size bu sahada faydalı alabilirsem ne mutla bana. Gayemiz gaflet içersinde geçen zamanı telâfi etmek ve tevhide uygun bir şekilde hizmet ile aradaki mesafeyi kapatmaktır. Size söylenildiği gibi çalışın, Allah yardım-cınız olsun. Ailece hanenize selâm ve hürmetlerimizi sunar, gözlerinden öperim.

Temiz ve güzellik gelmeden pislik ve kötülük çıkmaz. Bu da ancak bir inhanı Kâmil ve onun size talim

ettireceği makamatı tevhid ile olur.

Sen seni yene bilmem için senden çok kuvvetli varlıkla güreşmen lâzımdır.

Eğer Allah olmasaydı Muhammed zuhura gelmezdi. Muhammed de olmasa Allah bilinmezdi.

Hakikat ehli olan için Vahdeti Vücut Allah, vahdeti mevcut Muhammed, vahdeti şuhut da onun zevkidir. Eğer bir kimse vahdeti vücudu kabul eder ve vahdeti mevcudu inkâr ederse meşrebi musevîdir. Eğer bir kimse

vahdeti mevcudu kabul eder, vahdeti vücudu inkâr ederse o kimse meşrebi isevidir. Eğer bir kimse vahdeti vücudu ve vahdeti mevcudu Tevhîd ederse, yani her iki yüzde de Allah’ı müşahede ederse o kimse meşrebi Muhammedi’dir.

Hazreti Musa Cenab-ı Hakkı tenzih etti, Hazreti İsa Cenabı Hakkı teşbih etti, Hazreti Muhammed (S.A.V.) ise

Cenabı Hakkı Tevhîd etti.Cenabı Hak yalnız tenzih ve yalnız teşbih ile bilinmez. Tenzih ve teşbihi tevhîd ile bilinir. Cenabı Hakk’ın Velileri zatıyla sıfatına, sıfatıyla zatına dost olan kimselerdir.

Şeriat alimi iseniz şeriat postuna, tarikat alimi iseniz tarikat postuna, hakikat alimi iseniz hakikat postuna otu-run. Bunun üçü bir arada olmaz. Üçünü bir arada toplamak demek hiç bilmemek demektir.

Siz ilmi Ledün’den bahsedince etrafındakiler: “Allah bize de nasip etsin” diyorlar. Bu İlmi Ledün gökten mi gelir? Bize tebliği için muhakkak melâikemi gelmesi lâzım? İlmi Ledün tahsili için Hızırı nerede ve nasıl bulalım? İlmi Ledün’nü Cenabı Hak. Peygamberi ve Kur’anı vasıtası ile insanlara öğretmedi mi? Ve bu ilim bugün bir insandan tahsil edilemez mi? Bu gün için İlmi Ledün’nün tahsilini insan’dan başka yerde aramak o gayretin boşa gitmesi demektir.

Bir çeşmeden üç dört türlü su birden akmaz. Akıtırım diyen yalan söyler ve kendini aldatır. Yağ küpünden yağ sızar, bal küpünden bal sızar, sirke küpünden de sirke sızar. Bal küpünden hem yağ, hem sirke sızmaz. Ancak dış tarafına yağ küpünden yağ, sirke küpünden sirke bulaşabilir. Fakat bu da dışındadır, içinde değildir. Dıştaki olanlar arızîdir, kirletmekten başka bir şeye yaramaz.

Bazı din alimleri zamanımızda icat edilmiş bir çok ilmi yeniliklerin Kur’an’da mevcut olduğunu ve hatta atomun, füzelerin ve seyyarelere gidip gelmenin yazılı bulunduğunu söylüyorlar. Fakat Kur’ana inanarak ve onun ayetlerine dayanarak ben de bunu keşfettim diyemiyorlar. Kur’anda onun yazılı olduğunu söylemek bir mana ifade etmez. Kur’ana ve ayetlerine dayanarak her hangi bir ilmi icadı meydana getirmek ve insanların istifadesine arz

Page 64: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

etmek her şeyi ifade eder. Bizler, kıymetli kitabımızın, şahsi bilgiçliklerini ortaya koymak isteyenlerin, gülünç fikirlerinin aleti olmasına hiç bir zaman taraftar değiliz. Kur’anı okuyup, ezberleyip onlar gibi derin manalarına vakıf olduklarını zannedip elinden hiç bir şey gelmeyenler mi hakiki müslümanlardır yoksa Kur’anın ayetlerine dayanarak ufak da olsa bir icadı veya yeniliği ortaya koyan insan mı hakiki bir müslümandır? İşte Kur’anı Kerimde ve ayetlerinde yazılı ve icat edilen bu ilmi keşiflerin mevcudiyetinden bahsedenlere her halde şöyle seslenmek yerinde olur.

Madem ki bu güne kadar keşfedilen bir çok şeyler Kur’an’da mevcuttur, geçen zamanın arkasından yetişil-mez. Bunun için Kur’an’da yazılı fakat henüz keşfedilmemiş bir şeyi keşfedin, icat edin ve bunları Kur’anın reh-berliği altında ortaya çıkartın bizler ve bütün kâinat da istifade etsin.

Bakın görüyorsunuz en ufak bir şeyi dahi yapamıyoruz ve yapamayacağız. Çünkü hakikati bilmiyoruz, çünkü tenezzül edip her işi ehline bırakamıyoruz. Siz bir din alimi mi, yoksa bir fizik veya kimya profesörü müsünüz?

Bu âlemde içmeden sarhoş olan bir kimseye rastlamadım. Şayet böyle bir kimse bulunsa dahi hem beceremez,

hem de kendisinin sarhoş olmadığını bildiği için mahcup olur, yüzü kızarır.

Hiç altın altınlığını ve kaç ayar olduğunu bilir mi?

Onun altın olup olmadığını, eğer altınsa kaç ayar altın olduğunu ancak kuyumcu bilir.

Bu âlemde her zerre insana hizmet eder, insan da Allah’a hizmet eder.

Allah, bizleri bu aleme sadece yiyip, içip zevki sefa etsinler diye yaratmadı. Vermiş olduğum nimetlerimden bir kapı bularak bana yönelsinler ve beni bulsunlar diye yaratmıştır.

İki menzili birbirine bağlayan yollar ve vasıtalar vardır. Bu yoldan ve vasıtalardan mahrum olan kimseler iki noktayı birleştirmekten acizdirler. İşte Allah’la kul arasında da böyle yolar ve vasıtalar vardır.

Bizler iki varlığın konuşabilmesi için tıpkı telefon telleri ve direkleri gibi vasıtadan başka bir şey değiliz. O

telefon direkleri Kâmilleri remzeder. Onların elleri telefon telleri gibi birbirine bağlanmak suretiyle bizi Allah’a ulaştırır. Eğer bu sebep ve vasıtalar aradan kalkacak olsa hiç bir kimsenin Allah’a ulaşması imkânsız olur.

İnsanlar yolda giden bir araba veya otomobili görürler ve otomobil gidiyor derler. Hiç onu kullananı gör-mezler.Ehli zahir olanlar otomobili, ehli batın olanlar şoförü, kâmiller ise hem otomobili, hem de şoförü müşahede ederler. Çünkü otomobil olmasa şoförün mevcudiyeti anlaşılmaz. Şoför olmasa otomobil iş yapamaz. Her ikisi de birbirine muhtaçtır. Fakat şu var ki otomobil şoförün emrindedir.

Bir gün komşu bahçede toprağı çapalayan bir zatı göstererek: “Bakın” dedi, “bahçenin çapalanması için ça-paya çapanın iş yapabilmesi için de bir insana ihtiyaç vardır. Bahçıvan olmasa çapa kendiliğinden toprağı çapalayamaz. Ama bahçıvanında çapaya ihtiyacı vardır, zira çapa olmasa toprağı ne ile çapalayacak? İşte bir şeyin yapılabilmesi için kulların Allah’a, Allah’ın da kullarına ihtiyacı vardır.

Page 65: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Bir ağacın güneşe, bakan meyveleri, olgun ve lezzetli olur. Güneş görmeyenler ise renksiz, kavruk, ham ve

lezzeti buruk olurlar. İşte hakikat güneşine yüzünü çevirenler tıpkı o ağacın olgun meyveleri gibi kemale ererler.

Ben deniz gibiyim üzerimde pislik tutmam: Bana karışan pislikleri her dalgamda dışarı atarım.

Bizim anımız anımıza uymaz. Yazken kışa güzken bahara döneriz.

Bu gün hava bulutlu. Bulut güneşi örttü, gözümüzden gizledi. Bulut ortadan kalkınca güneş zahir olacak İşte bu kâinatta Allah’ın mevcudiyetini gizleyen bir bulut gibidir. Tevhid rahmeti ile kâinat bulutu mevcudiyetini kaybedince hakikat güneşi zahir olacaktır.

Başı açık namaz kılınmamasının bir de manevi sebebi vardır. Hakikat sözlerinin ehil olmayanların yanında açıkça söylenmemesini remzeder.

Bak, her sürüde bir çoban, bir de eşek bulunuyor: Ayrıca sürüyü bekleyen sadık köpeklerde var.Çoban

yükünü eşeğe yüklüyor. Deve kervanının önünde de bir eşek gider. Kervancı başı o eşeğe biner.

Allah yolunda atılan her adım nurdan bir yükseliştir.

Büyük kaya parçalan ve dağlar bulundukları durumu muhafaza ettikleri müddetçe kendilerinden hemen hemen hiç istifade edilemez. Onlardan istifade edebilmek için onları ufak parçalara bölmek lâzımdır. Çünkü onlar kendi şahsî ilim ve nefislerinin esiridirler. Tıpkı insanlar da böyledir. Nefislerinin ve şahsî bilgilerinin gururu içinde olan kimseler, nefislerini ve bilgilerini terk etmedikçe bu halden kurtulamazlar.

Allah korkusu, O’nun sevgi ve muhabbetinden mahrum olmak endişesidir.

Ben ilmi tevhidi en iyi zevk edeni en çok severim. Benim başka türlü düşünen bir insana yakınlık duymama imkân yok.

Biz bir kimseyi gönlümüzden çıkardık mı o kimse bizden uzaklaşır. Halbuki o kendisi uzaklaştı zanneder. Bir kimse gönlümüzden çıktımı artık bir daha oraya yol bulamaz.

Biz lütuflardan Allah’ın müsaadesi kadar istifade ederiz. Allah istemeyince zikri ile, ef’ali ile bize bunu ihtar eder. Tıpkı yavrusunu azarlayan baba gibi. Dinlemezsek cezası şiddetli olur bizi yerden yere çarpar.

Sohbetten istifadeniz yabancıların mevcudiyeti nispetindedir.

Page 66: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Bir insanın Allah’a yakınlığı, yokluğunu anlaması ve yokluğunun miktarı kadardır. Bu gün hastanenin önünde duruyordum, güneşe arkamı dönmüştüm, gölgem önüme düştü. Şöyle düşündüm: Şu halde arkasını güneşe çevirenler önlerine düşen gölgenin (hayalin) peşinde koşarlar. İşte güneş Zatı İlâhiyi gölge bizim varlığımızı temsil eder. Güneşe arkasını dönenler daima gölgenin peşi sıra giderler.

Sohbette talipler çoktu ve intisap etmeyi arzuluyorlardı. Birden elektirikler söndü. Karanlıkta kalan taliplere: «İşte bu sizin halinizdir.» Hemen biraz sonra elektirikler yandı “Bu da bizim halimizdir.” dedi.

Bizde âdeme secde etmeyene şeytan derler. Kim Âdeme secde etti ise o Âdemliğini bildi.

Biz sizi melek değil insan yapmaya çalışıyoruz. Öyle bir insan ki “abdest alırken melekler onların eline su döker.” deniliyor.

Her odundan mobilya yapılmaz. Biz sizi yontarak, törpüleyerek mobilya yapmak istiyoruz. Fakat sizin aslı-

nızda o kabiliyet yoksa biz ne yapalım?

Peygamberimiz: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere geldim.” buyuruyorlar. Eğer düşünecek olursak bizim

şeriat ahkâmına son derece riayet etmemiz lâzımdır. İç âlemleri bomboş ve manevî mesnetleri olmayan insanlar karşılaştıkları zorluklar anında kendilerini kim-

sesiz, âciz ve zavallı hissederek hüsrana kapılırlar.

Manevi yani dini inanca sahip olmayan bir insan beşeriyetin darbesi altında ezilen, hisleri ve duyguları dumura uğramış, zavallı ve bedbaht bir varlık olup, bu mahrumiyetinin intikamını etrafına tecavüz etmek, dini inançlara sahip kimselere saldırmak suretiyle almak ve kendini tatmin etmek ister.

Kur’an Türkçe’ye veya bir başka lisana tercüme edilemez. Ancak tefsir edilebilir. Bu da tefsir eden şahsın bil-gi ve düşünceleri ile yaşamış olduğu ailenin, cemiyetin ve milletin içtimai durumlarına göre anlatılabilir. Bu gibi tefsir yapanlar arasında bir fark bulunursa da mahzur teşkil etmez. Fakat tercümelerden dolayı meydana gelen farklar inançlarımız üzerinde menfi rol oynamakla beraber çeşitli Kur’an tercümelerinin yapılması ile nifak ve ayırıcı fikirler müslümanlar arasına sokulmuş olur. Tercüme hiç bir zaman tefsir değildir. Tercümenin mota mot yapılması iktiza eder. Bu ise yapılan bir çok Kur’anı Kerim tercümelerinin birbirine benzememesi dolayısı ile mümkün olmadığının görülmesi ile bir kere daha anlaşılmıştır.

Kur’anı Kerim Tercüme edilemez çünkü, Kur’anı Kerim Arap harfleriyle yazılmakla beraber Hak lisanında inzal olmuştur. Kur’anı Kerimi lâyıkı ile bilmek ve tercüme edebilmek için lisanı Hakk’a vâkıf olmak lâzımdır. Eğer Kur’anı Kerim Arap lisanında olmuş olsa idi Arapların Kur’anı Kerimi lâyıkı ile bilmeleri iktiza ederdi. İşte Kur’anı Kerim Arap lisanında inzal olmadığı için Araplar dahi bu gün Kur’anı Kerimin lâyıkı ile hiç bir hususiyetine vâkıf değillerdir. Bu yüzden Kur’anı Kerim’i Türkçe’ye tercüme edenlerin ve etmek isteyenlerin bu hususa dikkat etmelerini arzu ederiz.

Kur’anı Kerim tercüme edilemez, çünkü: Kur’anı Kerim dört ilim ve yedi makam üzerinden inzal olmuştur.

Bu gün için Kur’anı Kerim’i tercüme etmek isteyenlerden kaç kişi bu ilimlere ve makamlara sahiptir? İşte bunun içindir ki Kur’anı Kerim hiç bir zaman tercüme edilemez. Eğer Türkçe olarak anlamak istiyorsak veya genç nesillere Kur’anımızın Türkçesini de takdim etmek arzu ediyorsak yalnız ve yalnız tefsir edilebilir. Tefsir şahıslara ve ilimlerine göre değişik yapılabilir veya anlatılabilir ve bizler hangi tefsiri kendimize daha yakın bulursak ondan faydalanabiliriz. Fakat tercüme hiç bir zaman değişik olamaz çünkü mota mot yapılması icap eder. Bu gün için en iyi Türkçe Kuran Diyanet İşleri Reisliğinin Mealen yaptığı ve hazırladığı Türkçe Kur’andır.

Page 67: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

Vasılı Hüda Fehime Hatun (Başağaç)’ın vefatından iki gün evvel mürşidine yazdırmış olduğu, bizler için çok kıymetli altı mısralık beytini, en güzel hatırası olarak kitabımıza alıyoruz. Fenafillah makamına eriştim Elhamdülillah, Hak dostları kervanına karıştım Elhamdülillah. Faniyi bakiye verdim, dosta ulaştım Elhamdülillah, Hak ile Hak oldum, Yar ile buluştum Elhamdülillah. Melamet hırkasını giydim, aşk yoluna canım verdim Fehime yok olunca Allah’a kavuştum Elhamdülillah. Fehime Başağaç.

Page 68: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

HAK’KA NASIL ULAŞTIM?

Yazan Dr. Nimet HATUN

Page 69: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

1

BİSMİLLÂHİRRAHMANİRAHİM Bu yazıyı kimse için değil, kendim için bu yola niçin ve nasıl girdiğimi kendi önüme sermek için yazıyorum.

Uzun seneler, bilhassa tıp ilminden bilgi elde etmek için heyecanla ve zevkle çalıştım. Bu yolda

hocalarımdan ve kitaplardan istifade ettim. Bu tahsil devremde bu ilim şubesinin hangi branşından ders aldıysam hayretle gördüm ki; o şubenin en selâhiyetli şahsı olan ordinaryüs profesörleri (Türk veya ecnebi, müslüman veya hıristiyan olsun) dahi asıl kendi şubesinin ana mevzuunu Allah’a bağlıyorlar.

Meselâ; bir nisaiyeci, hayatın başlangıcına sahne olacak olan genital organların yapılışını inceliyor, hayatın

başlangıcı olan «Sperm» le «Ovum»un birleşmesinden meydana gelen «Consepsiene-ovum» un, büyük bir enerji kaynağı olduğunu, mütemadiyen bölündüğünü, çoğaldığını ve bir insanı meydana getirecek şekilde büyüdüğünü söylüyor fakat bu ilk hayatın nereden geldiğini bilmiyor. Pasif duran bir hücrenin, consepsiona uğrar uğramaz başlayan bu bölünme ve çoğalma hareketi, insan ölünceye kadar devam ediyor. Asıl bu şubenin mevzuu olması icap eden ilk hayat bu tek hücreye «sperm» vasıtasıyla mı getiriliyor? Vasati yetmiş sene sürecek bir hayati enerjiyi bir «sperm» yüklenebilir mi? Eğer yüklenebiliyorsa bu enerjiyi şu küçücük sperme yükleyen kimdir? İşte hocalarımız ve profesörlerimiz bunu Allah’a bağlıyorlardı. Bir göz profesörü ki mevzuu gözdür, göz de görmek içindir, bize görmeyi izah edemez. Görme organı denen şu küçücük et, kan ve su parçasını en ince teferruatına kadar bilir, sorulsa belki de görme merkezindeki hücrelerin adedini dahi bilir fakat retinaya düşen şu küçücük ters hayalin, şu bir kaç beyin hücresi tarafından nasıl görüş şeklinde, hem de doğru ve normal büyüklükteki bir görüş şeklinde, idrak edildiğini anlatamaz. Renkler, şekiller, mesafeler nasıl görülerek idrak edilir? Sanki bu görme merkezinin arkasında bir gören ve idrak eden vardır. Kısacası Allah’ın bir sıfatı olan görüş değil, sadece görme organı ve merkezi doktorlar tarafından bilinir ve tedavi edilir. Duyma daha da enteresandır; etrafa yayılan hava titreşimlerinin muayyen frekansta olanları kulağa gelir zara çarpar, muhtelif şekildeki kulak kemikçiklerinden geçer, sinir yolu ile merkeze iletilir de merkezdeki hücreler nasıl bu titreşimi ses şeklinde idrak eder? Hava titremesi başka bizim duyduğumuz ses yine başkadır. Nihayet duyma merkezi de bir cins et parçasıdır ve muhakkak ki duyma organının bir bölümüdür ama duyan değildir. Kulaktan bir duyan vardır tıpkı gözden bir gören olduğu gibi. Konuşma yalnız insanlara verilmiş bir lütuftur fakat her zeki insan konuşabilir zannetmeyin! Konuşma or-ganı sağlam olduğu halde, beynindeki konuşma merkezi arızalarında hiç konuşmama, bütün hafızayı kaybetme veya mazinin yalnız muayyen bir kısmını unutma gibi hastalıklar mevcuttur. Şu halde konuşmayı idare eden bu merkezdeki birkaç hücre midir? Bir veya birçok lisanı dilden söyleten, ilim veren, icabında insanları sevk ve idare eden, kütlelere hitap eden bir et parçası olamaz. Kaldı ki zaman zaman hiç bilmediği bir lisanı konuşuveren vakalar duyulur. İllüzyonistler buna bir misâldir. Şu halde dilden bir söyleyen vardır. Doğduğumuz andan, itibaren öğrendiğimiz şeyleri beynin neresinde depo ediyoruz? Hafıza merkezi bir depo ise istediğimiz zaman istediğimiz bilgiyi neden oradan çıkarıp kullanamayız ve gene istediğimiz her şeyi o depoya koyamayız? Elbette bir et parçasından ibaret olan bir kaç hücre ambar olamaz. İşte ilim denen mevzu, Allah’ın ilmini alıp vermede bir araç veya sebeptir. Beynin alın kısmında, yerleşmiş bir irade merkezinin mevcudiyeti kabul olunur. Mamafih tıp ilminde bunun merkezileşmiş değil de, daha ziyade yaygınca olduğu düşünülür. Doktorlar buna henüz bariz bir merkez dahi tayin edemediler. Böyle bir merkezin mevcudiyeti ispat edildiği takdirde dahi insan zekâsı bütün iradesini ufak bir et parçasına yüklemeyi reddeder. Olsa olsa bu merkez denilen et parçası iradenin tezahürüne sebep ve vasıta olabilir. Ama birçok hocalar akıl ve mantığın reddettiği bu olayı «cüz’i irade» teranaleri ile müslümanlara kabul ettirmeye çalışırlar. Kuvvet gözle görülmez, elle tutulmaz bir mevhumdur ama vardır. Gün olur elimizi ayağımızı oynatamayacak kadar halsiz, gün olur fezayı fethedecek kadar kendimizi kudretli hissederiz. Şüphesiz ki bu kudretin tecellisine bizler sadece bir perde, bir vasıtayız. Allah istediğini senin, benim elimizle yapar. Tıp ilmini tahsil hayatım boyunca mucize diyebileceğimiz nice olaylarla karşılaştım. Meselâ; “Ameliyat olursam ölürüm.” diyen bir hasta ameliyata rıza göstermiş, ameliyat muvaffakiyetle neticelenmiş fakat hasta sebepsiz

Page 70: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

2

bir ateşle ölmüştür. İlerlemiş bir Corionepithelioma ile gelen bir köylünün iyi olup çıktığını, yeni başlamış ve çok itina ile tedavi edilen bir başka corionepithelioma’lının beyin metastazından öldüğü görülür. Elimizi açıp naçar “Allah’ın işi.” deriz. Çok kanama ile gelip muayene masamda can veren bir köylü kadın “Öleceğim, bana biraz su ver.” dediği za-man, ben biraz tecrübesizliğimin, biraz da merhametimin verdiği bir hisle, “Ne münasebet sen korkudan öyle zan-nediyorsun.” deyince, gözlerini hayretle gözlerime dikerek “Hayır, ben ölümden korkmam. Lâ ilahe illâllah Muhammeden Resûlallah.” diyerek ruhunu teslim etmişti. O zamanda Allah’ın bize uzak olmadığını düşündüm. Ölülerle de yakından alâkadar olmak mecburiyetinde idik, hastanelerde yanımızda ölen insanların otopsileri-ni yapmak, kadavraları parçalayarak anatomi öğrenmek mecburiyetinde idik. İnsanlara hitab etmeyen şu cesetler bir müddet evvel bizim gibi halk ismi altında geziyor, konuşuyor, görüyor ve duyuyordu. Şimdi şu koskoca kadavra salonunda yok olan ne idi ki bunları topraktan farksız yapıyordu? Ey ulu Tanrım, benim şu zahir âlemdeki vazifem şu insan vücudunu incelemek ve ona şifa bulmaktı, anladım ki ancak sen istersen benim elimle onlara şifa verebilirsin. Allah’ı öğrenmek, tanımak ihtiyacı içinde yanıyordum. Allah’ım seni öğrenmek, bilmek imkânı var mıdır? Varsa bile buna ben lâyık mıyım? Beni bu âleme sürüklediğin için sana nasıl hamd edeceğimi bilemiyorum! Şüphesiz ki tıp ilmini bilmekle Allah’ı bilmek, tanımak elbette mümkün değildir. Belki her branşın ana fik-rinin Allah’a dayanması bize onu aramamız için bir ikaz olabilir o kadar. Ben de beni ikaz eden bu derûnî hissi dinledim ve Allah’a yaklaşmak için tek ve yeter vasıta zannettiğim, seri amelleri yerine getirmeye çalıştım. Şüphesiz ki O’nun emirlerine boyun eğdiğimi ve onları yerine getirdiğimi düşünmek bana zevk veriyordu. Ama yalnız bu ibadetleri yapmakla Allah’ı bilmek, anlamak mümkün değildi. Bu kuru ve yavan sözlerle hislerimi hançerlediğimi sanıyor, duygularımın binde birini dahi anlatamadığım için üzülüyorum. Geçmiş zamanı söylemek neye yarar, o geçmiştir. Şimdi öyle bir demdir ki bunu izah mümkün değildir. Bu duyulur ve hissedilir, “Ölü bizi görür, biz onu göremeyiz.” denen dem, bu demdir! “Ben Rabbimi şabb-ı emred suretinde gördüm.” dediği dem, bu demdir işte. Bu âlem izah edilebilir mi? Vahdet deryası bütün haşmeti ile görülür fakat nasıl anlatılır? “Ben kendimi bir öğreticiye teslim ettim de böyle oldum.” dersem inanır mısınız? “Za-manımızda bakırı altın yapan bir kimyager vardır.” dersem inanır mısınız? Buna eskiden de inanmadılar şimdi de inanılmaz. Ama gerçektir, böyle bir hayat yaşanmıştır. Halk akın akın Şems’le Mevlâna’nın toprak kabirlerini ziyaret eder, ondan şefaat isterler. Şayet duaları kabul olur da Allah onlara bu âlemdeki Şems’le Mevlâna’yı gösterirse reddeder, inkâr eder, küfrederler. Çünkü onlar “Allah’ın tahtı kubbeleri altında gizlidirler.” Şu halde ne kadar haykırsam inanmazlar. Öyle ise bırakın beni dilimin döndüğü kadar hakikati anlatarak rahatlayayım. Cenab-ı Hak “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.” buyurdu. “Bu âlemden âmâ olarak gidenler orada da âmâ olarak kalacaklardır.” gerçeğini bildirdi. Hazreti Musa: “Ben Rabbimle Tur Dağı’nda konuştum.” buyurdu. Hazreti Ali Efendimiz: “Ben görmediğim Allah’a ibadet etmem.” dedi. Hazreti Muhammed Sallallâhu Aleyhi Vesellem Efendimiz “Ben Rabbimi şabb-ı emred suretinde gördüm.” buyurdular. Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlüd’ünde: “Gördü ol Hazreti aşikâre” der. Benim öğretmenim ne der? Onu dile getirip söyleyemem. O, perdeleri kaldırır ve insanı bu sözlerin manaları ile karşı karşıya bırakır. Duyduğun şevk ve heyecanla arkasından koşarsan seni azarlar ve reddeder. Allah’ım derdim ne kadar büyük! bakın hayatımı anlatmak istedim; Allah’a olan aşkımı söyledim. Aşkımı anlatmak istedim, halimi söyledim. Aşıkların kusuruna bakılmaz, onlar sarhoş gibidirler. “Sen şu küfelik halinle ne söylemek istiyorsun?” derseniz anlatayım: Hastayım, yataktan çıkamıyorum ayrılık acısını gidermek için konuşmaya

Page 71: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

3

çalışıyorum ama sarhoşun konuşmasına benziyor sözlerim. Ey yetmiş bin perdeyi kaldırmak kudretine sahip kademi kutlu zat! Ey hicapları yırtan, ben sana nasıl hitap edilmek lâzım geldiğini nereden bileyim! Karınca kaderince ben seni ancak bu kadar görebiliyorum. Daha mükemmel olanlar, daha kemalinle görürler. Kusur ve hatalarımı affet. Kendimi uçsuz bucaksız bir hâdiseler denizinin ortasında görüyorum. Yüzmeyi öğrettinse de gene acemi yüzücüler gibi her an seni yanımda görmek istiyorum ve öyle olunca korkudan emin oluyorum. Vahdet aynasından Hazreti Maşuk’u seyrederken, bazen tecelliler karşısında hayretten donup kalıyor; şimdiye kadar kesret sandığımız meğer vahdetmiş diyorum. Bir taraftan istediğimi bir başkası veriyor, hastayım yalnızım desem birisi gelip anamdan da daha yakın alâka gösteriyor, gönlümün sırlarını söyleyecek bir arkadaş arasam; gönlü, derdimle sızlayan bir kardeş koşarak gelip dertlerime ortak oluyor. Benimle beraber ağlayıp, benimle beraber gülüyor. Allah’ım bunları seyretmek ne güzel, seni sevmek ne güzel diyorum. Gece, her taraf sessiz, perdeleri açıyorum, dışarıda tek bir ışık bile yok. Gökler bulutlu, hava soğuk, odamda yalnızım ve bu yalnızlığımdan memnunum. Bu zahiri bir yalnızlık, ben Allah’la beraberim, dışarıda hiçbir şey görünmüyor. Vakit geç, insanlar uykuda. Şu anda eğer perdeleri açan yanımda olsaydı neler söylerdi, beni misâl âleminden alıp cennet bahçelerine nasıl götürürdü, diye düşünüyorum. Onun ağzında kelimeler şekillenir, onun sözleri hemen yaşanmaya başlar, bir başka âlem, bir başka insan kesilirsiniz. “Kahrı, lûtfu şey’i vahit bilmeyen çekti azap Ol azaptan kurtulup Sultan olan anlar bizi” Hep lûtuf istemek hem mantıksız bir arzu hem de bu bizim kendi arzumuz. Halbuki bizim istediğimiz değil, Allah’ın istediği olur. Cenab-ı Hak “Siz bizim size öğrettiklerimizle amel ediniz, bilmediklerinizi biz size öğretiriz.” buyurur. “Rabbim ilmimi artır.” diye dua etmek de sünnettir. Hastalık bile bazen bir lûtuf olur çünkü yoluna ışık tutan gelip “Nasılsın?” diye hatırını sorar. Şimdiye kadar bildiğimiz ibadet yaşanmazdı, yapılırdı. Bize verdiklerini yaşatan ilk insan sensin. Zaman zaman biz cahiller “Allah’ın ibadetlerimize ihtiyacı mı var?” diye düşünür, sonra böyle bir düşüncenin de günah olduğunu düşünürdük. Günahtan kurtulmak için de gene düşünmeden namaz kılmaya gayret ederdik. Namaza durunca aklımıza bir sürü fikir hücum eder, biz onları kovma mücadelesi içinde namazı bitirir ve bu huzursuz namazın muhakkak kabul olmadığını düşünürdük. Camilerdeki hocalardan yardım ister, huzur içinde namazın nasıl kılınacağını öğrenmeye çalışırdık. Namazın kabul olunması için, namazda Allah’tan gayri bir şey düşünmememiz lâzım geldiğini söylerlerdi. Biz Allah’ı tanımıyorduk, O’nu nasıl düşünecektik ki diğer bütün fikirlere düşüncede yer kalmayacaktı? Allah zamandan, mekândan ve şekilden, münezzehtir. “O düşünceye sığmaz, O bizden düşünür, biz O’nu düşünemeyiz.” fikrini veren, bizde O’nu yaşatan, bizi karanlık mücadelelerden kurtaran sensin. Daha doğrusu bunu senin suretinden Allah yapıyor. Seninle tanımak, seni görmek ne mutlu bir tesadüfün neticesidir. Hocalar beni ikna edemediler, “Daha çok namaz kıl, daha çok oruç tut; o zaman Allah’tan gayri bir şey düşünmezsin.” dediler. Namaz miktarını nafilelerle ve kazalarla çoğalttım. Öyle ki normal vazifelerimi yapacak zamanım kalmıyordu. Bir taraftan da büyük aşık ve mutasavvıf Hazreti Mevlâna’nın Mesnevi’sini okumaya başlamıştım. Mesnevi’de (benim gibi cahil, İlm-i Ledün’ü bilmeyenler için) iki şey bariz olarak göze çarpar : Birincisi: Allah’ı bilmek için bir sırrın mevcut olduğu ve bunu da Mevlâna’nın bildiği. İkincisi: Mevlâna’nın aşık olduğudur. Altı cilt halindeki Mesneviler, büyük bir dikkat ve itina ile okunursa, birinci sırrı nihayet öğreneceğimizi zannederiz. İlm-i Ledün’ü bilmeyen bu sırrı asla öğrenemez. Halbuki bu sır bizzat; İlm-i Ledün’ün kendisidir.

Page 72: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

4

Hazreti Mevlana İlm-i Ledün sırrını Mesnevi’de öyle güzel hikâyelerle anlatır ki bu hikâyelerin sırrını çözmek ancak İlm-i Ledün’e hakkı ile vakıf olan insanın yapabileceği bir şeydir. Belki ilk anda bu sözler biraz tuhaf gelir, şöyle bir fikir aklınıza gelebilir: Madem ki bunu çözecek şahıs zaten o, ilme vakıftır, Mesnevi’ye ne lüzum var? Şöyle düşünmelisiniz: Bir ordinaryüs profesör, dersini vermeden evvel bu dersle ilgili mevzularda kitaplar karıştırır, onlardan bazı malûmat elde eder, talebeye programlı ve güzel bir ders verir. Dersi kendisi vermeyip de, istifade ettiği kitapları talebeye verse, şüphesiz talebe ondan istifade edemez. Demek istiyorum ki; Mesnevi, İlm-i Ledün profesörleri için yazılmıştır, talebe için değildir. Bu hususta eh-liyetli olmayanlar, ne olur onu tefsire kalkışmasınlar. İlm-i Ledün bir isimden ibaret değildir. Kur’anın bahsettiği bu ilim, muazzam bir ilimdir ve onu tahsil etmek de her babayiğidin harcı değildir. Bunun yaşla başla alâkası yoktur. Yaşlı ve bazı kisveli kimseleri umumiyetle bu ilme vakıf zannederiz. Rica ederim insaf edin. Meselâ; tıp tahsili yapmış yirmi iki yaşındaki bir hanıma mı tedavi olursunuz yoksa tıpla ilgisi olmayan yetmiş yaşındaki bir erkeğin tedavisini mi kabul edersiniz? Biri doktordur, biri değildir. Her ilmi sahibinden istemek lâzımdır. Gelelim ikinci şıkka: Yani Hazreti Mevlâna’nın aşık olmasına; işte Mesnevi’nin her dile tercüme edilmesi, muhtelif halk tabakaları tarafından zevkle okunması, Allah aşkını, kendinin Allah’a duyduğu ulvi aşkı şiir tarzında söylemesindendir. Bu aşkı Mesnevi’nin her satırında sezmemek mümkün değildir. Mevlâna Allah’a duyduğu aşkı söylerken, Şems’e duyduğu aşkı da haykırır. Hiç bu âlemde siz aynı cinsten iki insanın birbirine aşık olduğunu duydunuz mu? Duysanız bile buna ya cinsi sapık ya da deli dersiniz. Halbuki Mevlâna’nın aşkından şüphe etmeye imkân yok. Bu aşkla öyle yanıyor öyle ızdırap çekiyor, aşkın kanatları ile öyle yükseklerde uçuyor ki O’nun cazibesine kapılıp “Ne güzel, keşke biz de aşık olabilsek” diyoruz. Şimdi, bilin ve inanın ki bu aşk bu âleme ait değil, o âlemdendir. Bu aşk yalnız ve yalnız İlm-i Ledün’ün mucizesidir. İşte bu ilim böyle mucizesi ile beraber yürüyor. Şimdiye kadar duymadınızsa şimdi duyun; İlm-i Ledün’ü biliyorum zannedenler, “Bu ilmi Allah lâyık olana verir.” sözünü duyup da “Ben seksen yaşına geldim, ömrümü Allah yolunda harcadım, Kur’anı çok okudum, bir çok tarikatlara girdim, çıktım, buna benden daha lâyık kimse yoktur, öyle ise benim anlayışım İlm-i Ledün’e göredir. Şu halde Mesnevi’yi de tefsir etsem Kur’anı da tefsir etsem yanılmam.” demesin. Aman Ya Rabbi! Bunları benim yazmaya hakkım yok, yalnız yazanın ben olmadığını biliyorum. Birçok kimseler “Mesnevi aynı Kur’andır.” diyor, duymadınız mı? Şu halde Kur’an’daki hikâyeler tarzında bize anlatılmak istenen ilmi nasıl herkes kendi anlayışına göre tefsir etme hak ve selâhiyetine sahip değilse Mesnevi’nin hikâyelerini de kendi basit görüş çerçevesine göre tefsir etmeye kimsenin hakkı yoktur. Onlar ancak Ledün’ü ilme göre tefsir edilebilirler ve etmelidirler. Her ne kadar İlm-i Ledün’ü “Allah lâyık olana verir.” sözü doğru ise de Allah bu ilmi gökten zembille indirmez yahut bunu ona rüyasında vermez. Bu ilmi de diğer ilimler gibi ona bir insan tarafından verir. Şayet ona bunu rüyada vermiş ise, o şahıs bu rüya âleminde aldığı ilmin doğru olup olmadığını, yaşayan ve bu ilme hakkı ile vakıf olan bir kimseye tasdik ettirmesi lâzımdır. Şüphesiz ki bu sözler benim değildir, mürebbimin sözleridir. Bu âlem misâl âlemidir. Siz bu âlemde ustasız öğrenilmiş bir sanat öğretmensiz bilinen bir ilim gördünüz mü? Evet, hayatımı anlatmak istiyordum. Mesnevileri okuduğumu söylüyordum; büyük bir şevk ve heyecanla her satırın üzerinde durarak okudum. Allah yolunun sırrını Mevlâna’nın bu kitapta açıkladığını biliyordum fakat onu bulamıyordum. Beş cilt Mesnevi bitti, altıncı cilt piyasada yoktu. Ramazandı oruçlu ve yorgundum fakat her gün kitapçıları aramaktan geri durmuyordum. Zannımca sır altıncı ciltte açıklanıyordu. Nihayet onu normal fiyatının yirmi beş misline birisinden aldım. Eve kapanarak gece gündüz okudum. Heyhat, aradığımı bu ciltte de bulamamıştım. Hakikatte bu büyük sır Mesnevi’de baştan sona kadar açıklanıyordu fakat ben İlm-i Ledün’e vakıf olmadığım için onu anlamıyordum. Düşündüm; Mesnevi, hemen hemen bütün dünya dillerine çevrilmiş, dünyanın her tarafında büyük takdir kazanmıştı. Mevlâna’nın büyüklüğü, bu ilmindeki vukufu elbette inkâr edilemezdi. Şu halde hem bir sır olduğunu ve onu bize bildirdiğini söylesin hem de ondan hiç bahsetmesin! Mevlâna yalancı olamazdı. Bunu bana bir bilen anlatmalıydı. Mevleviyim veya Mevlevi şeyhiyim diyen birisi bunu her halde bilmiş olmalıydı ve bana da anlatabilirdi.

Page 73: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

5

Artık büyük bir heyecanla ve dikkatle etrafımda tarikat mensubu bir zat var mı diye araştırmaya, soruşturmaya başladım. Bir gün uzaktan tanıdığım yaşlıca bir hanım gelip annemi aradı. Annem İstanbul’da idi; “Mühim bir şey için mi aradınız?” deyince, “Evet, Cebeci’de bir şeyh varmış, herkes gidip duasını alıyormuş, ben de anneni götürmek istiyordum.” dedi. Birden içimde şiddetli bir ümit ışığı yandı ve heyecanla “Şerif hanım teyze ne olur annem burada değil, beni götür.” dedim. Zamanımızda biraz genç olanların ve hele tahsilli farz edilenlerin dine yakınlık göstermelerine alışık olun-madığı için acayip karşılanır. Her neyse babaya gittik, hürmetle elini öpüp huzurunda durduk. Baba yatalaktı. O, bize bir şeyler sordu, bizim bu âlemden bir şikâyetimiz yoktu. Ben hangi tarikata mensup olduğunu sordum; “Hacı Bayram Veli, Mevlâna, Muhiddin-i Arabi, gibi şahsiyetler hepsi beni çok sever ve sayarlar, başlarının üzerinde taşırlar ve zaman zaman buraya gelip toplanırlar.” dedi. Mevlâna kelimesi benim için tuzak oldu, intisap etmek istediğimi söyledim ve bir çok tesbihlerle vazifelen-dirilerek eve gönderildim. Şevkim çok büyüktü, gün aşırı babaya gidiyor ve her gittikçe dersime bir kaç yüz tesbih ekleniyordu. Bir ayın sonunda, geceleri sabaha kadar beni oturtmak mecburiyetinde bırakacak kadar dersim çoğalmıştı. Yorgun, uykusuz ve perişandım, artık umduğumu elde etmek niyetinde idim. Bir gün; “Baba burada büyük zatlarla yaptığınız toplantılardan bahsetmiştiniz, Mevlâna’nın da bulunduğu bir toplantıda ben de bulunabilir miyim?” dedim. “Tabi” dedi, “İstersen şimdi.” Odada bir sürü insan vardı, zannımca onlar ehil, ben ehildim ve hepimizin ayağına Muhiddin-i Arabiler, Mevlânalar geliyordu! Böyle bir şey olmaz diye düşündüm. Şayet olsaydı çok utanacaktım amma çok arzu ediyordum. Mevlâna’ya neler soracaktım, neler! Dede elime Mevlâna’nın sonradan çizilip kendisine benzeyip benzemediği şüpheli olan bir resmini tutuşturdu. — Sen buna bak, ben okuyorum, şimdi gelir, dedi. — Ben bu resme bakmasam gelmez mi? dedim. — Gelmez, dedi. — Ama nasıl olur baba resim dinimizde puttur! — Sen beni dinle, dedi. Bütün hayâllerim bir anda yıkıldı, gülmemek için kendimi zor tutuyor, babayı gücendirmemek için de resme bakmaya devam ediyordum. Baba, bir kitaptan bir şeyler okuyor bana da hep “Geldi mi, geldi mi?” diye soruyordu. Şüphesiz ki ne gelen ne de giden vardı. Fena aldanmıştım bir taraftan da aldandığımı çabuk anladığım için seviniyor ve şükrediyordum, O günden sonra, bir daha babaya gitmediğimi söylemeye bilmem lüzum var mı? O günden sonra sık sık şu sözü hatırlamak mecburiyetinde kaldım; “Duvara dayanma yıkılır, ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür, Allah’a dayan ki ne yıkılır, ne kurur, ne de ölür.” Biz insanlar umumiyetle güvendiğimiz ilmini, irfanını, ahlak ve faziletin her bakımdan takdir ettiğimiz bir insana “eğer bu insan ilim sahibi bir mürşit olursa” daha da kuvvetli olarak dayanmak istidadındayız. Biz onları Greenwich Rasathanesi’nin saati gibi farz ederiz. Herkes saatlerini nasıl ondan ayar ederse biz de hareketlerimizi ondan ayarlamak isteriz. Biz onları böylece yükseltir, onlardan hata sadır olmaz der ve onlara böylece dayanır ve de güvenirsek, günün birinde onların da alelade insanlar gibi hatadan münezzeh olmadıklarını görebiliriz. İşte o zaman güvenimiz sarsılır, biz yıkılırız. Bu büyük bir darbedir. Bizim yıkılışımız üstadın ilmine halel getirmez. Düşünüyorum da Allah bize ne güzel menkıbeler ne kuvvetli tarihi misâller veriyor. Malûm bu ilim ancak aşkla mümkündür. Bunu daha önce de anlatmaya çalışmıştım. Tarihi misâllerde umumiyetle mürşid sağlam bir mürid

Page 74: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

6

olabileceğini düşündüğü şahsı alır ve imtihandan geçirir. Meselâ, Şems Mevlâna’ya “Ben içki içerim, genç oğlanlardan hoşlanırım, genç kızlardan hoşlanırım.” dediği zaman belki de “Bana karşı duyduğu aşk en yüksek bir seviyeye ulaştığı zaman bir hâl sadır olursa yıkılma, nasıl olur deme, inancın sarsılmasın bunlar benim, ilmime halel getirmez.” demek istemiştir. En kuvvetli ihtimal de talibin bu duygular ve fikirler karşısında bağlılık ve inancını ölçmek için yapılmış bir tecrübe olduğunu bizlere göstermektedir. Bir Niyazi Mısri’ye mürşidi, cami avlusunda şarap içirmiş ve bu imtihanla onun hakiki bir talip olup olma-dığını anlamak istemiştir. Çünkü bu yol akıl ve mantık yolu değil, aşk ve inanma yoludur. Zaman olur, Allah lûtfeder; bir genişlik, bir huzur, bir rahatlık duyarsınız. Vücut Hak’kındır, kanatlanır se-malara uçarsınız. Çünkü mana maddeye hâkimdir. Ben de öyle kendimi maziye dönmek için zorluyorum, mazi bana uzak ve yabancı geliyor. Hangi ilmin sahibi olursak olalım, onun tesiri altında kalır istemeden değişiriz. Doktorlar hastalıkların sırrına vakıf oldukları için, meselâ; bulaşıcı hastalıklarda, onların arasında dolaşır, tedavi eder, hastalarla en yakın temasta olan onlardır, gene de kendilerine hastalık bulaşmaz çünkü nasıl korunacaklarını bilirler. Birçok kimseler tanırız bir hastanın evine gidip hatır sormaktan çekinip gene de o hastalığa yakalanır çünkü korunmanın nasıl olacağını bilmez. Bir hastayı tedavi etmek isteyen doktor, mektep sıralarında veya ihtisas esnasında öğrendiği usulleri kullanır, bütün hayatı boyunca bu böyledir. İlm-i Ledün’ü öğrenen bir kimse de artık bütün hayatı boyunca tesiri altındadır. Onun icaplarına göre hareket eder, istese de istemese de böyle olur. Hayatımı yazmaya karar verdiğim için geri dönmeliyim ve bıraktığım yerden başlamalıyım. Babadan ayrıldım, onun verdiği bütün tesbihleri bıraktım yalnız şerri emirleri yerine getirmekle yetiniyordum fakat Mesnevi’den aldığım zevk o kadar büyüktü ki aradığımı bulamayacağımı bildiğim halde onu okumaya devam ediyordum. Mesnevinin bir yerinde “Bazı beyni zayıf hakikate vakıf olmayan kimseler davul sesine tahammül edemezler, onlar davuldan Allah’ın zikrettiğini duyamazlar.” şeklinde bir yazı geçiyordu, bu söz üzerine kendimi yokladım, evet ben de davul sesini hiç sevmiyordum. Halbuki Mevlâna davul sesinden hoşlanmayanları azarlıyordu. O’na göre böyle kimseler makbul insanlar değildi, bense makbul olmak istiyordum. Davul sesinden hoşlanıyor gibi görünmem neye yarar, hoşlanmıyordum. Bu günlerde mutlu bir tesadüf neticesi bir hatunla tanıştım. “Zaman olur hayâli cihan değer.” derler, altı çocuk sahibi fakir bir aile annesi olan bu nur yüzlü hanım bize geldiği zaman radyo gürültülü bir Amerikan caz müziği çalıyordu, hâl hatır sorarken hanımın sesi zor duyuluyordu, “Affedersiniz, başınızı ağrıttık radyoyu kapatayım.” dedim ve kapadım, “Zahmet ettiniz, kapamasaydınız hoşuma gidiyordu” dedi. Gürültülü caz müziği bizim Türk köylümüzün zevkine uygun değildir, ondan hoşlanmazlar ama hanım çok samimiydi. “Siz bu müzikten hoşlanır mısınız?” dedim, “Evet, her sesten hoşlanırım, evde de çalarım.” dedi. Mevzu çok alâka çekiciydi, hanımı tahlil etmek istiyordum, arka arkaya sualler soruyor verdiği cevapları iyi anlayabilmem için çıt çıkmasın istiyordum. Evimiz ana cadde üzerinde olduğundan otobüs, araba gürültüsü fazla olur. “Pencereyi kapatayım çok gürültü oluyor, rahatsız oluyorsunuz.” dedim. “Hayır, zahmet etmeyin, benim hoşuma gidiyor.” dedi. “Otobüs gürültüsünden de hoşlanır mısınız?” dedim. “Evet, hoşlanıyorum hatta sabahleyin erken kalkar onların sesini dinlerim. Çünkü onların sesinde ilâhi zikrin nağmelerini dinliyorum” dediler. Birden Mesnevi’deki davul hikâyesini hatırladım. “Mesneviyi okudunuz mu?” dedim. Kadıncağız şaşırarak “Hayır, Mesnevi nedir?” dedi. Kalbim şiddetle çarpıyordu, heyecan içindeydim. Karşımda Mevlâna’nın bahsettiği hali yaşayan birisi vardı. “Siz bir tarikata mensupsunuz değil mi?” dedim. “Bilmem! Bizimkine pek tarikat denmez.” dedi. “Ne denirse densin bir mürşidiniz vardır tabi.” dedim, “Evet ama söylemem doğru olmaz.” dediler, “İsterseniz kim olduğunu söylemeyin, yalnız çok, çok rica ediyorum bir toplantınıza yalnız bir tekine beni de götürün” dedim, “Peki izin alayım, cumartesi günü sorar size haber getiririm.” dedi. İçimdeki altıncı his bana aradığımı bulduğumu söylüyordu. Heyecandan geceleri uyku uyuyamıyordum. Cu-martesiden bir gün evvel gittim, tekrar rica ettim. O gece hiç uyuyamadım. Cumartesi belki üç dört defa aradım, nihayet döndüler, gözlerim dolu dolu haber almaya koştum. Hatuncağız ezilip büzülerek “Affedersiniz unuttum.”

Page 75: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

7

dedi. Sükûtu hayalimi bilmem tahmin edebiliyor musunuz? Tekrar yalvarıp yakardım ve eve döndüm. Bu acı intizarla daha altı uzun gün ve gece geçti. Bu sefer bir gün o zatın geleceğini ve beni de sohbete kabul edeceği haberini getirdiler. Çok şükür ferahladım fakat sabırsızlığım arttı. Nihayet toplantı günü tayin edildi. Cumartesi günü geliyorlardı. O gece uyumama imkân yoktu. Kalktım ve Mesnevi’yi açtım, dördüncü ciltte “Ebulhasan” isimli bir vezirden bahseden hikâyeyi kim bilir kaçıncı defa okudum. Yarın anlamadığım bir hikâyeyi sormak istiyordum. Bana izah eder diyordum. Bu kadarcık bir istifadeyi kâr biliyordum fakat zannımca bu hikâyeyi anlamıştım. Aman Allah’ım nerde bu sözler, nerde benim coşkun hislerini şu sonsuzluk âlemine dolmuşum fakat kelime kalıplarına sığmaya çalışıyordum. Mümkün mü bu Allah’ım? Sen istersen mümkün olur. Ben de maşukla karşılaşacağım o zaman dahi hala kendimi Allah’a aşık zannediyordum. Bu sağa sola koşmalarımı bu iştiyakımı aşk zannediyordum. Hakiki aşka bunların hazırlık olduğunu bilmiyordum. Hepimiz kaderin önüne rüzgâra kapılmış bir kuru yaprak gibi o bizi nereye isterse oraya savurur. Ey Ulu Tanrım bildir bana ne yaptım ki beni sonsuz lûtfuna mazhar ettin? Hadiseler zincirini birbirine öyle mükemmel ekledin ki beni kendine hayran ettin. Ben bu büyük lûtuf karşısında ancak gözyaşı döker bu suretle aczimi ifade ederim. Başka ne diyebilirim ki ancak susarım ve bazen sükût etmek şükrün en güzel ifadesi olur. Okuduğum Ebulhasan hikâyesi kısaca şöyle idi: “Bir zamanlar bir padişah varmış bunun Ebulhasan isminde de bir veziri varmış. Bir şair parasız kalınca, padişaha bir methiye yazarak gelip sarayda bu methiyesini padişaha okumuşlar, bu methiye padişahın çok hoşuna gittiğinden, veziri Ebulhasan’a bu şaire hazineden bin altın verilmesini emretmiş ve hazinede zengin olduğu için vezir bunun hakkı bindir amma biz ona üç bin verelim demişler ve şaire üç bin altını vererek göndermişler. Zaman geçmiş eski vezir Ebulhasan ölmüş, yerine bir başka vezir tayin edilmiş fakat onun da ismi Ebulhasanmış. Şair gene parasız kalınca bu sefer daha güzel bir methiye yazarak padişaha getirmiş ve okumuş. Padişah gene bin altın verilmesini emredince yeni vezir Ebulhasan “Efendim hazine fakir, vere vere hazinede para kalmadı, müsaade ederseniz onda birinin dörtte birini verebiliriz” demiş, padişah “Nasıl olur?” deyince, vezir “Siz onu bize bırakın, biz şairi razı ederiz.” der ve adamı kapıda bekletir. “Bekle, vereceğiz.” derler, adamcağız o kadar uzun müddet bekler ki ihtiyarlar, nihayet günün birinde hakkının onda birinin dörtte birini verirler ve zavallı adamcağıza “bunu da bulduğuna şükret” derler. Adamcağız naçar gider.” Benim anlayışıma göre Hazreti Mevlâna şunu demek istiyordu: Her iki vezir de aynı padişahın veziri olduğu halde hatta her ikisinin de ismi aynı olduğu halde biri ne kadar cömert öbürü ne kadar hasisti. Şu halde insanların meslek ve isim gibi dış görünüşlerine değil, huylarına bakmalıydık. Sonradan hayretle gördüm ki çok yaşlı bir zat Mesnevi’yi şerh etmiş ve bu hikâyeyi ele aynı benim cahiliyet devrimde anladığım şekilde izah etmiş, tabi diğer hikâyeler de o şekilde şerh edilmiştir. Hayır, hayır doğrusu öyle değildir. Mevlâna bize onu demek istememiştir. Zaten anlaşılmayan Mesnevi bu şerhlerle daha da anlaşılmaz hale getiriliyor. Allah ilmini ne güzel bir şekilde saklıyor… Gündüz oldu, karşılaşma saati geldi, uzatmayalım; çağrıldım ve gittim, artık öğretmenim karşımdaydı. Hal hatır soruldu ve kendisine tanıştırıldım. Sohbet başlamıştı. Sonsuz heyecanım birden sonsuz bir hayrete döndü, mürebbim diyor ki “Akşam sizin için Mesnevi’den bir yer açtım. Ebulhasan hikâyesi çıktı.” şimdi size onu anlatayım dedi ve evvelâ hikâyeyi anlattılar, sonra da tefsirini yaptılar. Aman Ya Rabbi! Ben tamamen yanlış anlamıştım, bu hikâyenin manası benim zannım gibi değildi. Ne güzel ne fevkalâde bir manası vardı. Halbuki ben en iyi bu hikayeyi anladım sanıyordum. Hikâyedeki padişah Allah’tır, veziri Ebulhasan da yeryüzünde onun halifesi olmaya lâyık ilim ve irfaniyet sahibi bir insan-ı kâmildir, padişahın hazinesi Allah’ın ilmi yani İlm-i Ledün’üdür. Şair de Allah’ı kemâl sıfatları ile anan ve Allah aşkı ile yanan bir taliptir. Allah’ın ilmine bi hakkın vakıf olan ilk vezir gelen talibe arzu ettiği ilminde fazlasını vererek memnun ediyor. Şair tekrar ilim almak için geldiği zaman eski vezir ölmüş, yerine yeni vezir tayin edilmiş bunun da isminin Ebulhasan olması aynı kola veya aynı yola, tarikata mensup olduğunu gösterir fakat eski insan-ı kâmilin makamına geçen yenisinde aynı ilim olmadığı için ne yapsın mensuplarını bugün git yarın gel diye

Page 76: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

8

avutmaktan ve kapıda bekletmekten başka bir şey yapamıyorlar ve bu şekilde kapılarında senelerce bekleyen taliplerine de çok az bir ilim vererek onları memnun etmeye çalışıyorlar, talip ilim ver dedikçe onlarda ilim olmadığı için tesbihlerini artırırlar ve talipler de saçı sakalı ağarmış bir durumda çok az bir ilimle oradan ayrılırlar, yaşları da ilerlediği için bulduğuna şükrederek oradan ayrılırlar. Kısacası bu manevi ilim yolları ilk mecrasından uzaklaşıldıkça aslını ve mevcudiyetinin bir çoğunu kaybe-der, içersine insanların bilgisizliği meyanında bir çok arzu ve istekleri karışarak zenginliğini muhafaza edemez ve bunu sonradan gelen talipleri de ilk anlardaki zenginlik ve güzelliğini bulamazlar. İşte Hazreti Mevlâna bizlere bunu ikaz ediyor ve manevi yolda önümüze en güzel gerçeklerden birini daha sermiş bulunuyor. Hikâyenin seçiliş ve anlatılışı bir keramettir diye düşünüyordum, bu derece tesadüf olamazdı. Ben de sonraki Ebulhasan gibi bilgi sahibi olmayan bir kapıda biraz beklemiş fakat Allah’ın inayeti ile çabuk kurtulmuştum. Kerametler velilerden bir şahsın hidayetine sebep olmak üzere sadır olabilir. Bu Allah’ın bir lûtfudur. “Bu lûtfa lâyık görüldüm ne mutlu bana!” diyemiyorum bu bir benlik olur. Bu rehberimi görmeme yarayan ilk ışık oldu. Allah’ın yaktığı bu ışık için nasıl şükredeyim. Var olan kendisi, saltanat süren kendisi, ben O’na şükretmeye kadir değilim. Daha sonra rehberim beni kısa bir imtihandan geçirdi, intisap etmek arzum kabul edildi ve huzura alındım. Hayatım da büyük bir değişiklik yaratan manevi âlemin ilk temeli yapılmış, gecelerim gündüz, gündüzlerim nurlandırılmıştı. Bundan sonra geçen hayatımı anlatabilecek miyim? Dil bunu söylemeye, kalem bunu yazmaya kadir midir? Asla. Görünmez bir perinin sihirli değneği ruhuma dokunmuştu. Ben de, şu âlem de bir anda değişmiştik. Bu bir rüya âlemi, bir hayâl âlemi değil hakikatti. Bana söylenen bir kaç söz görüşümü değiştirmişti. Sabah ezanı şimdi okunmuş ben namaza hazırlanmıştım. Bu öyle vecd içinde kılınan bir namazdır ki artık bunun kabul olunup olunmadığını düşünmek imkânsızdır. Bir arifin dediği gibi : “Çün sela miraç olundu, böyle namaz kılsana” Bu meydan namertlerin meydanı değildir, er meydanıdır. “Lütfu; kahrı, şey’i vahit” bilmek, bu meydanda hüküm süren kanundur. İlk anda kolay gelen zikir sırrı yaşanmaya başlayınca nefsimize zehir gibi acı kurşun gibi ağır gelir. Nefsimi terbiye edeceğim diye aylarca aç durmak, bunun yanında oyuncaktan başka bir şey değildir. Çileye girmek için dört duvar arasına kapanıp, halk arasına çıkmamak neye yarar. Zikir sırrının çilesine girmek, kelâmı Hak’tan almak, nefsimizi Allah’ın terbiyesine teslim etmek lâzımdır. Aşık Yunus’un dediği gibi: “Yunus sen gitme, Meydan isteme,

Meydan içinde Merdaneler vardır.” Bu merdanelerin büyüklük ve ağırlığını ancak onların altında ezilenler bilir. Bu meydana girmeyen, onun altına nefsini koyamaz. Açlık, boyuna zincir geçirip günlerce ayakta durmak, şu vücuda verilen eziyettir. Bunu vaktiyle BUDA da denemiş ve bir netice elde edememişti, işte bu yolda tahammülü zor, muvaffakiyet nisbeti az im-tihanlar vardır. Bu imtihanlar karşısında dahi sarsılmadan dayanmak mertliktir. Acılara tahammül kolay değil, namertsen kaçarsın o zamanda: “Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi? Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?” sözünü hatırla ve bu meydana lâyık olmadığını düşün.

Page 77: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

9

Gün olur aşk ve şevkle girdiğin bu yolda maddeden de yardımcı olmayı düşünür, varını yoğunu fedaya ha-zırlanırsın. O zaman en sevdiğin bir ağız sana her kervanda bir eşek bulunduğunu ve yüklerin ona yükletildiğini söyler. O zaman sen Hazreti Ebu Bekir’i düşün, Mısri Niyazi’nin helâları temizlediğini hatırla ve bu hitaba hak kazananın namaza hazır temiz ruhunu değil, benliğinin olduğunu anla. Sen eşya gibi etrafının arzu ve isteklerine teslim olmaya mecbursun. Teslimiyetin arttıkça ilk zamanlarda seni çiğneyip tekmeleyen de artar, “Ayaklar altında toprak gibi çiğnen ki, Hak Tealâ başlar üzre asüman etsin seni” sözünü hatırla. Bu yolda Allah’tan başka sevgili kalmamalıdır ve kalmaz da. Etrafında yavaş yavaş şahıslara duyulan sevgi ve muhabbet şekil değiştirir. Hadiseler, daha doğrusu hadiseleri yaratan Allah seni onlardan uzaklaştırır. Sen bu yolu kendi kendine katedebileceğini sanma. Yavaş, emin ve sağlam atılacak her adımın rehberinin emir ve kontrolü altındadır. Namaza hazırlandığımızı söylemiştim. O seni namaza hazırladı, bu namazı kıldıracaktır tabi işte bu namaz Miraç’tır. Miraç’ı herkes merak eder. Şerri namazı kılsın veya kılmasın müslümanım diyen herkes Hazreti Pey-gamberin (S.A.V.) Mirac’ını duymuştur. Bu fevkalbeşer hadiseyi inanarak veya inanmayarak düşünmüş, onu an-lamak hevesine kapılmıştır. Manalar kelime kalıplarına sığmaz. Miraç’ı anlatacak kelimeler nerde? O maddeyi aşar onun manası mad-deyi ihata eder. Maddeyi yok eder. Bu bir olaydır, yaşanır ve görülür. O zaman hayretler içinde kalırsın. İşte senin elinden tutan o zat adım adım seni bu Miraç semalarına çıkarır. Hazreti Peygamberin (S.A.V.) bu yolda anlattığı her şeyi sen de görür, sen de yaşarsın. Nerede bize verilen tesbih tanelerinin içine gömülerek, bir gün Allah’a vasıl olunacağını düşünerek geçir-diğimiz sıkıntılı günler, nerede şimdi attığımız her adımda vuslatın tadını ve zevkini yaşadığımız mesut alem. Düşünüyorum da Allah’ın emri ile Peygambere rehber olan Cebrail (A.S.) hakkında Peygamberimizin (S. A.V.) hisleri ne idi merak ediyorum. Sırat köprüsü nedir? Kıldan ince, kılıçtan keskin köprünün üzerinde Aşık Yunus, Taptuk Emre’nin sayesinde köşkler yapmıştı. Biz rehberimizin sayesinde saraylar yapmak istiyoruz. Bizim namazımızın Miraç olduğunu söyleyen, Allah’tır. Yine hadisi şerifte “La ilâhe illallah, dahile cenne” buyrulmuştur. “Dünya ile Cennet arasında da sırat köprüsü var.” derler. Bu köprü kılıçtan keskindir denir. Bilenler; “Bir işi ben yaptım dersen şirk etmiş olursun, Allah yaptı dersen küfretmiş olursun.” derler. Bu suretle dünya ile cennet arasındaki köprünün “La ilahe illâllah” demek olduğunu fakat bunun bir cümleden ibaret olmadığını anlatmak isterler. Kıldan ince kılıçtan keskindir. Çünkü bir işi ben yaptım dersem şirk, Allah yaptı dersen küfürdür, işte bu manaları çözebilecek ilmi elde edebilirsen o zaman bu kıldan ince köprü genişler, söyleneni anlar ona göre hareket edersin. Artık senin için “La ilahe illâllah”ın manaları kıldan ince kılıçtan keskince değildir. O kadar geniştir ki geç onun üstüne saraylar kur. Sırat köprüsü Lâ ile başlar, sen de Lâ’nın ne demek olduğunu anlayıp, bu anlayışı nefsinde tahakkuk ettirdi-ğin an mana âleminde Miraç için semaya yükselmek üzere uçmaya başlarsın. Zaman olur öğretmenimiz zevk içinde bize “Susunuz, susunuz” der. Yaşadığı âlemi gözlerinin pırıltılı bakışından ve gülümseyen dudaklarından çalmaya çalışırız. O âlemi anlatamadığı için susmuştur. Yoksa o aldığı gibi satmazsa göz otuna verecektir, cömerttir, verebildiğinden fazlasını vermek ister ama yaşadığı vuslat zevkini bize nasıl versin. Öyle sırlar vardır ki söylenemez. Öyleleri de vardır ki yalnız bir kısım halka söylenebilir, diğerleri onu duyunca kabul etmez isyan ederler. Onlar da kabul edebildiklerine lâyık görülmüşlerdir.

Page 78: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

10

Zaman olur sevdiğiniz saydığınız yaşlı bir zat sizi ziyarete gelir, hürmette kusur etmezsiniz. Size dinden daha doğrusu din sırlarından bahsetmeye başlar, zannımca sırra vakıftır, tarikat mensubudur, kendisine zikir ismi altında bir çok tesbihler verilmiştir. Meselâ; “Senin merteben artık yükseldi, sen şimdiden sonra Tevhid çekebilirsin.” demişler ve meselâ günde yüz “La ilâhe illallah” tan başlayıp şimdi günde yedi bine kadar yükselmiş. Ona bunu kimseye söyleme bu sırdır, demişler. O’da senelerce büyük bir ketumiyetle bu sırrı sakladığı halde; size yakınlık duyduğu için açar ve övünerek “Ben, elli senedir tarikattayım.” der. Elli senedir bu eziyeti Allah’a kavuşmak için çekmiştir. Kendi yaşınızı düşünür, cemiyet hayatındaki durumunuzu, din için ayırdığınız zamanı mukayese eder, buna bir de kadın olarak yaratılmış olmanın durumunu ilâve edince, bildiğinizden utanır, bu sırra sizin değil onun lâyık olduğunu sanırsınız ve açılmaya başlarsınız. Dersiniz ki; “Eğer sadece La ilâhe illallah’ı kelime olarak söylemekle Allah’a vasıl olmak mümkün olsaydı, papağana da bunu öğretebiliriz, o da manasını anlamadan bunu günde yedi veya on bin defa söylese Allah’a vuslat edebilir mi?”. “Hayır” der. “Öyleyse başka bir usul var, bu bir tahsildir, eğer arzu ederseniz belki mümkün olur.” dersiniz. İhtiyar size bakar gençsiniz, alnınızdan da saçınız görünüyor, abdestinizin olup olmadığından şüphe eder, size sırrını söylediğine pişman olur, aceleyle kalkıp gider. Siz bu olay karşısında bulunduğunuz yerin zevkini bir kere daha yaşar, Allah’ın “Ancak biz istersek sen onlara şefaat edebilirsin.” sözünü hatırlarsın. Onlar kabul edebildikleri kadarına lâyık görülmüşlerdir. Bense ne kadar hoş bir âlemde yaşıyorum, bu cihan mülkü ne imiş. Bir velinin dediği gibi: “Dünya yansa içinde bir karış bezim yok.” Rehberim dedi ki: “Ben size Allah’ı nasıl ve nerde bulacağınızı gösterdim. Şimdi gidin Allah yalnız burada değil, her yerdedir.” Bu bir emirdir, bu yolda da emre itaat şarttır. Çünkü bu bizim yetişmemiz için lâzımdır, lâzım olmasa em-redilmez. Ben şahsen kendimde o kapıdan uzaklaşmak kudretini bulamadım. Çünkü susuzluğumu gideren tatlı suyun menbaı orada. O suyun verdiği zevk, akıl mantık hududunu da aşıyor, itaat hududunu da. Bu bir salikin halidir, iyi bir hal midir? Bunu şüphesiz ki o salikin sahibi olan mürebbisi bilir. Aşktan bahset-mek aşıkları memnun eder, eskiler “Aşk adamı söyletir, dert adamı ağlatır.” demişler, benim derdim de bu manevi aşkımdır. Söyleyişim de ondan ağlayışım da ondandır. Onun denizinde öyle gark olmuşum ki sözlerim onun ötesine geçemedi, belki okuyanları yanılttı. Onlara benim bu yolu şeriatın haricinde bulduğumu zannettirdi; ben bu yolu şeriatın istikametinde buldum. Yunus Emre’nin dediği gibi, “Şeriat, tarikat yoldur varana Hakikat, marifet andan içeri.” Şeriat yolundan ayrılan hakikat ve marifet sarayına nasıl girer! Bizim yolumuz şeriat yoludur. Ondan bir adım bile ayrılmadık. Hakikati bilmek şeriatı terk etmek değil bilâkis ona daha sıkı sarılmak demektir. Çünkü biz Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin yolunda giden müslümanlarız. Bu devlet yalnız müslümanlara nasip olmuştur. Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlüd’ünde, Hazreti Muhammed (S.A.V.) Efendimizin doğumu bahsinde: “Ulu Devlet buldun ey dildare Sen Doğuserdir Senden ol hulki hasen. Kimse lâyık olmadı bu rihlâte Senden evvel gelenler ermedi bu devlete.” der.

Page 79: Nurul  Arabi, Ankarali Asık niyazi demirörs, nuray oktay,Allah aşkı herşeyden üstündür.

11

Dünya kurulduğundan beri birçok peygamberler geldi, geçti; yalnız Hazreti Resûlullah hicapsız olarak Mi-raç’ta Allah’a vuslat etti. Orada “Ümmetim” dedi ve o sebepten ümmetinin namazı Miraç oldu. Onun şefaatini uman bizler O’nun sünnetini nasıl terk ederiz! Allah’ım böyle bir halin tecellisinden sen bizi koru. Şu can bedendeyken, yani biz soluk almaya devam ettiğimiz müddetçe, beden namütenahi tecellilere mazhar olur. Aşk onda kopya edilmesine imkân olmayan bir canlılık şeklinde tezahür eder. Öyle bir canlılık ki: Gözler parlak canlıdır, her gördüğünün resmine değil içine nüfuz eder, kulaklar Sevgili’nin kelâmını zaptetmek için hassaslaşmıştır, kelimeler manâ olarak hakaret taşısalar bile o, Sevgili’nin hasretle beklenen sesidir. Hafızaya nakşedilir unutulmaz. Sevgilimiz olan Allah, böylece aşığa kendini ayan beyan gösterir de aşığın hâlâ aklı başında kalırsa o zaman Sevgili’sine bu lûtfundan dolayı şükretmeyi düşünür. Tabi aklı başında olan bir insan bu şükrü usule uygun olarak yapar, işte bu usule uygun şükür namazdır. Sevgili’yi görünce kendini kaybeden insanın hareketi kontrolden çıkar, o da şükrünü ifade etmek ister amma namazı usule uygun olmaz. Ara sıra Allah aşkından dolayı meczup olmuş kimselere rastlarız. Meselâ; bazılarının sokak ortasında namaza durdukları, kendi kendilerine konuştukları, bu konuşma esnasında tevhid söyledikleri işitilir. Allah bizi en güzel haliyle hallendirsin. (Amin.) Biz Sevgili’ye namazla şükrümüzü ifade etmeye çalışanlardanız. İşte sizlere, daha doğrusu kendime Allah’ı nasıl bulduğumu anlatmak istedim. O’nun aşkıyla nasıl yandığımı söylemek istedim fakat bunu dile getiremedim. Allah kendisini nasıl sevdiğimi ve ne büyük bir iştiyakla O’nu arzu ettiğimi bilir. Ben ne muharrir ne de şairim, güzel cümlelerim ve düzgün bir ifadem yok. Hattâ çok defa hislerime mağlup oldum ve mevzudan çıktım. Okumak zahmetine katlananların dikkatlerini yordum. Şimdiye kadar Allah aşkıyla yazılmış, okuyana zevk ve heyecan veren pek çok büyük eserler vardır. Hislerini şairler güzel ifade ederler. Hissetmek, duymak, yaşamak fakat bunu ifade etmekten aciz olmak insana ızdırap veriyor. Bazen aczimden ağlıyor, bazen zevkimden gülüyorum. Allah’ın yakınlığından zevk duyuyorum. Bu duyguları bahşettiği için Allah’a şükrümü ifade etmek istiyorum. Bu şükran ifadesi O’nun verdiği ilmin tatbikidir. Bu ise O’nun kat kat lûtfudur. Şu halde benim şükrüm O’nun lûtfunun fazlalığıdır. Görüyorsunuz ya ifade edemiyorum. Tabi ben kim oluyorum ki O’nun lûtfunu ifade imkânını bulabileyim. Allah’ım! Bunları duyma ve yaşama imkânını bahşet, lütfet, öyle çok lütfet ki senden başka lütfedici ve bağışlayıcı kalmasın. Senin yolundan manileri kaldır, sen yardım etmezsen bu yolda benim bir adım dahi atmama imkan yok, senden sana sığmıyorum. Senden başka sandığım her varlığı gözümden sil. Bağışla, lütfet, affet, büyüklük ve saltanatını bütün haşmetiyle göster veya gör. Kahrından lûtfuna sığındık, lûtfunun azametini göster. Sana teslim olma kudretini gene sen bağışla. Bakın gözyaşı satıra sığmıyor gözlerden dökülen yaşlar tuzlu bir su. Deftere yazılan ise çizgi, su çizgiye sığar mı? Bu yaşları döken gönlün duyguları nasıl, nasıl kağıda nakşedilebilir? Aşkınla ağlat, aşkınla güldür fakat ne olur uzaklaşma sakın…