İÇİNDEKİLER GİRİŞ .......................................................................................................................... 1 I.BÖLÜM .................................................................................................................. 11 KÜLTÜR VE BESLENME ..................................................................................... 11 1) Kültür-Folk Kültürü-Popüler Kültür ve Kitle Kültürü............................... 11 2) Geleneksel ve Modern Üretim ve Tüketim Biçimleri ................................... 28 II. BÖLÜM ............................................................................................................... 43 YEME-İÇME KÜLTÜRÜ ve GELİŞİMİ.............................................................. 43 1) Tarihsel Süreç İçerisinde Yeme- İçme Kültürünün Evrimi ........................ 43 A) Hızlı Hazır Yemek Sisteminin Evrensel Simgesi: Hamburger ............... 58 2) Türk Mutfak Kültürü ve Gelişimi.................................................................. 70 A) Anadolu’ya Göç Öncesi Türk Mutfağı ..................................................... 71 B) Türklerin Anadolu’ya Gelişi ve Anadolu Türk Mutfağı ......................... 74 C) Osmanlı İmparatorluğu Dönemi Mutfak Kültürü .................................. 79 III. BÖLÜM .............................................................................................................. 91 DÖNER KEBAP ...................................................................................................... 91 1) Kebapçılık ve Döner Kebap ............................................................................ 91 2) Hızlı Hazır Yemek ve Döner Kebap............................................................. 102 3) Dönerciler ....................................................................................................... 107 A) Meşe Kömürü Ateşinde Döner Kebap Yapanlar ................................... 108 B) Bütan Gazlı Ocaklarda Döner Kebap Yapanlar .................................... 114 4) Döner Kebap: Geleneksel, Kitlesel ve Küresel Bir Dönüşüm Süreci ........ 122 5) Döner Kebap Standartları: Döner İmal Yerleri ve Üretim Kuralları ...... 133 SONUÇ.................................................................................................................... 141 KAYNAKÇA .......................................................................................................... 147 ÖZET....................................................................................................................... 162 SUMMARY ............................................................................................................ 164 i
163
Embed
İÇİNDEKİLER GİRİŞ 1 I.BÖLÜM11 KÜLTÜR VE BESLENME11 1 ...acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/1357/1959.pdf · 1) Tarihsel Süreç ... Dünyada hemen her mutfağın temel sayılabilecek
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
TESK: Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu
TOBB: Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
ATO: Ankara Ticaret Odası
THKATV: Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı
TSE : Türk Standartları Enstitüsü
CTM: Community Trade Mark
ATDID: Avrupa Türk Döner İmalatçıları Derneği
DM: Deutsche Mark
Cm: Santimetre
Kg: Kilogram
Gr: Gram
YTL: Yeni Türk Lirası
KDV: Katma Değer Vergisi
TAM: Türkiye Araştırmalar Merkezi
ii
GİRİŞ
Bu çalışmanın konusu, yeme içme pratiklerinde yaşanan değişim ve bu süreç
içerisinde döner kebabın geçirdiği gelişimin incelenmesidir. Bu süreç, hem küresel
ölçekteki ekonomik ve kültürel gelişmeler ve bunların yemek üretme ve tüketme
biçimlerinde meydana getirdiği yeni oluşumlar, hem de Türkiye’de yaşanan
ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeler bağlamında açıklanmaya çalışılacaktır.
Mutfak, bir evin, bir lokantanın, otelin vb. yemek hazırlanmaya ayrılan
bölümü, hazırlanış biçimi açısından ele alınan yemekler ve beslenmenin ön
hazırlıklarının tümü olarak tanımlanmakta, kuşkusuz bir toplumun kültürünün en
önemli parçasını oluşturmaktadır. Dünyada hemen her mutfağın temel sayılabilecek
bazı özellikleri vardır. Bunlar, o mutfağı ötekilerden ayrı kılan özelliklerdir ve her
mutfak bu özellikleriyle bir kimlik kazanır. Din ve benzeri inanışların kısıtlamaları,
bölgeye özgü bitki ve hayvan varlığı, mutfak kültürlerinin oluşumunda önemli rol
oynar. Genel olarak yaşamın gelişimi sürecinde “mutfak” kavramı da değişime
uğramakta ve genel kültürel yapıyla etkileşim içinde olmaktadır. Günümüz kapitalist
üretim biçiminin toplumları tüketime özendirmesi ve egemen ulusların yeni pazarlar
oluşturabilmek için toplumların “kültürel davranışlarını” değiştirme doğrultusunda
kendi kültürlerini yayma uğraşıları da mutfaktaki kültürel değişimin belirleyici
unsurları olmaktadır.
Sanayi devrimi, toplumsal üretim ve tüketim biçimlerinde ve ilişkilerinde
meydana getirdiği değişikliklerle birlikte, mutfak kültürlerini de etkilemiştir.
Fabrikasyon üretimin yeni yöntemleri, “kapitalist girişimciler” olarak nitelenen yeni
bir sınıf tarafından piyasaya tanıtılmıştır. Bunun yanında ağır sanayide, imalat
sektöründe ve mal dağıtımı alanlarında çalışan endüstri işçilerinden oluşan bir başka
sınıf daha gelişmiştir. Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan yeni iş olanakları, kentlere
doğru bir hareketin de başlangıcı olmuştur.
Para kazanma ve geçimini sağlama koşullarında ortaya çıkan değişiklikler,
insanın beslenme şeklini de radikal şekilde etkilemiştir. Çoğunlukla yalnız başına, en
fazla çekirdek ailesiyle birlikte şehirlere gelen genç adamların, ne yemek yapma
konusunda deneyimi ne de yeterli zamanı vardır. Fabrikalarda hazırlanan
yiyeceklerle yetinmek durumunda kalan işçiler, öğünlerinde de pratik, kısa zamanda
tüketilecek yiyeceklerle beslenmektedir. Sonuç olarak büyük bir çalışma kampına
dönüşen dünyada, insanların çok büyük bölümünün beslenmeye yeterince zaman ve
kaynak ayıramaması, pratik ve hızlı oluşumların ön plana çıkmasına neden olmuş,
kapitalist üretim biçiminin de zorlamasıyla birlikte yemek üretim ve tüketim
pratiklerinde önemli değişimler yaşanmıştır.
Yiyeceklerin korunmasında, makineleşmede, perakende satışta ve taşımacılıkta
meydana gelen gelişmelerle birlikte, kültürün bir parçası olan yeme-içme biçimi ve
alışkanlıkları değişime uğramış ve kitlesel ölçekte üretilen yiyeceklerden oluşan
endüstriyel mutfak ortaya çıkmıştır. Beslenme alışkanlıklarında yaşanan değişimi
tetikleyen bu kitlesel üretimin devamlılığı için, işgücünün tüketici olarak
denetlenmesi gerekmiştir. Fabrikalarda seri üretim yapılırken, reklamcılar da bu
ürünleri seri biçimde tüketecek kitleleri üretmişlerdir.
2
Günümüzde tüketiciler hazır yemekler satın alabilir, paket turlarla seyahat
edebilirler. Bunlarla uğraşırken zihinsel olarak da çok meşguldürler. Yemek
pişirmek, spor yapmak, bahçecilik, ev dekorasyonu, dans, müzik vb. tüketici
etkinliklerinin hepsi, katılım gerektiren türden etkinliklerdir; ama bunlar özellikle
son yıllarda firmaların, bireysel tüketim alanına yaptıkları büyük yatırımların
etkisinde kalmıştır.
Tarihsel süreç içerisinde yeme-içme pratiklerinde görülen değişim, diğer
mutfak kültürleri gibi Türk mutfağını da şekillendirmiştir. Türk mutfağı,
coğrafyanın, dinin, gelenek-göreneklerin ve Anadolu’da yaşamış uygarlıkların
beslenme kültürlerinin etkisiyle oluşmuş, saray ve çevresinin yarattığı üst beslenme
kültürü ile de yoğrularak gelişmiştir. Başka bir deyişle Anadolu’da yaşamış
kültürlerin bir sentezidir. Osmanlı mutfağının temelleri öncelikle Türk mutfak
geleneğine ve İslami anlayışa dayanmaktadır. Geleneksel Türk mutfağının en önemli
özelliklerinden birisi “et, süt, süt ürünleri” kullanımının yaygınlığıdır. İslami anlayış,
mutfak üzerinde en büyük etkisini ise, içkiyi mutfaktan uzak tutarak göstermiştir.
Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle birlikte, et ağırlıklı olan geleneksel beslenme
biçimleri de köklü bir dönüşüme uğramıştır. Et, menünün hala temel öğesi olmakla
birlikle, Anadolu’da yetişen sebzeler ve baklagiller mutfağa hızla girmiştir. Böylece
törenler ve buna bağlı şölenlerde sunulan et yemekleri, Türk -ve giderek Osmanlı-
mutfak dünyasında önemini korumakla birlikte, gündelik yaşantıdaki yerlerini, etin
daha az kullanıldığı ve yemeğe sadece yeterince besin değeri ve lezzet kazandırmak
amacıyla tencereye katıldığı, sebzelerin ise başrolde olduğu sulu yemeklere
3
bırakmıştır. Sebze konusunda ise yaş sebzelerle kuru bakliyat bir denge içinde
bulunmuştur.
Türk mutfak kültürü, Batı kültürüne açılma, hızlı sanayileşme, teknolojik
gelişme, kentleşme, kadının çalışma hayatına katılması ve okur-yazar oranının artışı
gibi nedenlerden de etkilenerek bugünkü konumuna gelmiştir. Bu süreç içerisinde
toplumdaki geleneksel yapı çözülmeye, yerli ve yabancı unsurlar “uyumsuz” şekilde
bir arada bulunmaya başlamıştır.
Bu çerçevede, Türk mutfağının geleneksel bir yiyeceği iken, kitle kültürünün
bir parçası haline gelen döner kebabı incelemek, nereden geldiğini, nasıl yapıldığını,
tarihsel süreç içerisinde geçirdiği değişimleri ortaya koymak ve bu yolla kültürel bir
analiz yapmak önemli görülmektedir. Ayrıca içinde yaşadığımız toplumun popüler
kültür alanındaki yapıları, yine bu toplumun kendi dinamikleri çerçevesinde
değerlendirilmeli ve anlamlandırılmalıdır.
Döner kebabın Türk Mutfağı’ndaki geçmişi günümüzden 150 yıl öncesine
kadar gider. 1860’lı yıllarda Bursa, Ankara ve Kastamonu gibi kentlerde döner kebap
yapan ve isimleri günümüze kadar gelen ustalar vardır.
Döner kebap Türk mutfağında ilk ortaya çıktığı dönemlerde, bugünkü yaygın
biçimlerinden daha farklı olarak hazırlanmakta, pişirilmekte hatta tüketilmektedir.
Eskiden genellikle 20-30 kilo olarak hazırlanan, meşe kömürü ateşinde pişirilen ve
çoğunlukla öğle saatlerinde tüketilen döner kebap, günümüzde bütan gazlı ocaklar
4
önünde, 100-200 kilo olarak hazırlanmakta ve günün her saatinde tüketime
sunulmaktadır. Hazırlanma ve tüketme biçimleri ile çok daha pratik hale getirilen
döner kebap, bugün sadece sayıları eskiye göre artmış olan döner büfelerinde değil;
paketlenmiş, dilimlenmiş ve pişirilmiş halde marketlerde de satılmaktadır. Bu hazır
dönerler kısa sürede ısıtılarak tüketilebilmekte veya dondurularak
saklanabilmektedir.
Ayrıca tüketiciler ev tipi elektrikli ve motorlu döner makinelerinden satın
alarak istedikleri yerde ve zamanda döner hazırlayıp yiyebilmektedirler. Döner
kebapçılar, dönerlerini kendileri hazırlamak yerine, fabrikada üretilmiş standart
dönerlerden istedikleri miktarlarda satın alabilme seçeneğine sahiptirler. Döner
kebapla ilgili yan ürünler de (ev tipi makineler, elektrikli döner kesme bıçakları vb.)
hızla gelişmiş, bunları üreten firmaların faaliyet gösterdiği ayrı bir sektör oluşmuştur.
Döner kebap, bugün dünyanın birçok ülkesinde hızlı hazır yiyecek
endüstrisinin bir parçası haline gelmiş, küresel yiyeceklerin arasında yer almaya
başlamıştır. Özellikle Almanya’da döner kebap, sektör olarak çok gelişmiştir. Burada
döner sadece fabrikalarda üretilebilmekte, döner satan büfeler kendi dönerlerini
hazırlamak yerine, seri üretimden çıkmış standart fabrika dönerleri satın almaktadır.
Döner kebap bu görünümüyle, giderek daha ticari, daha standart, daha sektörel
ve endüstriyel bir bütünün parçası haline gelmektedir. Bu tez çalışması ile öncelikle
amaçlanan, ulaşılabilir verilerden hareket ederek döner kebaba ilişkin mevcut
görünümü saptamak ve dönerin bir popüler kültür ürünü iken nasıl kitle kültürü
5
ürünü haline geldiğini incelemektir. Öte yandan “yeme içme pratiği” ait olduğu
toplumun yapısına, özelliklerine ve görünümüne ilişkin ipuçlarını da verebilir;
toplumdaki bir ihtiyaca, eğilime ve düşünce biçimine işaret edebilir. Dolayısıyla
toplumsal gerçekliğe ilişkin önemli bir gösterge olarak kabul edebileceğimiz döner
kebabın, kültürel ve toplumsal görünümü çözümleme bakımından yol gösterici
özelliğini vurgulamak, bu çalışmanın diğer bir amacı olmaktadır.
Daha önce yapılmış akademik çalışmalarda “döner kebap” konusu genellikle
gıda mühendisliği, aile ekonomisi, ev yönetimi ve beslenme, turizm-otelcilik ve
arkeoloji ana bilim dallarında ve çoğunlukla hızlı hazır beslenme biçimi ile tüketim
alışkanlıkları çerçevesinde ele alınmıştır. “Döner kebap”la ilgili olarak bugüne kadar
yapılmış en kapsamlı akademik çalışma ise Ankara Piyasasında Satılan Döner
Kebaplar Üzerine Bir Araştırma1 başlıklı yüksek lisans tezidir. ‘Gıda Mühendisliği
Anabilim Dalı’nda yapılmış bu çalışmada döner kebap yapımında kullanılan etin
kimyasal yapısı, mikrobiyolojik özellikleri incelenmiş ve kimyasal analizler
yapılmıştır. Bununla birlikte, hızlı hazır yiyecek tüketim durumları ve alışkanlıkları,
self-servis düzenine bağlı zincir restoranların iç mekân biçimlenmesi gibi konularda
farklı ana bilim dallarında hazırlanmış akademik çalışmalar bulunmaktadır; ancak bu
çalışmalarda da “döner kebap” kültürel boyutlarıyla ele alınmamıştır. ‘Sosyal Yapı
ve Sosyal Değişme Bilim Dalı’nda hazırlanan ve sosyal değişme sürecinde mutfak
1 Üzümcüoğlu ,Ülkü, , Ankara Piyasasında Satılan Döner Kebaplar Üzerine Bir Araştırma,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi , Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Gıda Mühendisliği Anabilim Dalı, , 2001
6
kültürünü konu alan doktora tezinde ise, özellikle sanayileşme ve kentleşme
süreçlerinden sonra Türk mutfak kültüründe yaşanan değişim incelenmiştir2.
Döner kebap konusuna en geniş yeri ayıran diğer bir çalışma, İlhan Eksen’in
Kebabistanbul (2003) adlı kitabıdır. Kebap kültürünü inceleyen bu çalışmada,
İstanbul’da kebapçılığın gelişimi ve yıllar içerisinde geçirdiği değişimler ele
alınmıştır.
Döner kebapla ilgili toplumsal ve kültürel boyutta kapsamlı bir çalışmanın
yapılmamış olması, mevcut incelemelerin yetersiz oluşu ve özellikle döner kebabın
geçmişine ilişkin belgesel kayıtların eksikliği, veri toplama bakımından kimi
zorlukları beraberinde getirmekle birlikte bu araştırma için teşvik edici olmuştur.
Bu çalışmada literatürde geçen İngilizce “fast food” kavramının Türkçe’deki
karşılığı olarak “hızlı hazır yemek” kavramı kullanılmıştır. Türkçe’de fast food
kavramının bugüne kadar üzerinde uzlaşılmış bir karşılığı bulunmamakla birlikte
kimi çalışmalarda “ayaküstü yemek” veya “ayaküstü atıştırma” şeklinde kullanıldığı
görülmektedir. Bu kullanımlar fast food kavramını genel hatlarıyla çağrıştırsalar da
“ayaküstü” nitelemesi, oturmadan, ayakta yemek yemeye işaret etmektedir. Diğer
yandan bu kavram, Hamit Atalay tarafından hazırlanan, Türk Dil Kurumu -
İngilizce/Türkçe sözlükte “hazır/kolay yemek” olarak tanımlanmıştır (Atalay, 1999:
1257). Özellikle “hazır yemek” tanımı fast food kavramına yakın bir karşılık olsa da,
kavramın sözcük karşılığında bulunan “hızlılık” vurgusunu içermemektedir. Oysa ki 2 Ersoy, Yasemin, Sosyal değişme Sürecinde Mutfak Kültürü: Gecekondu Ailelerinde Örnek Bir
Uygulama, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Bilim Dalı, , 2000
7
fast food ürünü bir yemek, hızla hazırlanmaktadır ve görece kısa bir süre içinde
tüketilmektedir. Kavramın tam sözcük karşılığı kullanılarak oluşturulan “hızlı
yemek” ifadesi de yemeğin sunum sürecini dışlamaktadır. Bu değerlendirmeler
ışığında, hızla hazırlanan, yiyecek olan kişiye hazır şekilde sunulan ve kısa süre
içerisinde ayakta veya oturarak tüketilen atıştırmalık ya da doyurucu yemeği anlatan
fast food kavramına, en kapsayıcı karşılığın “hızlı hazır yemek” olacağı
düşünülmüştür.
Bu çalışma mekânsal ölçekte Ankara iliyle sınırla olmakla birlikte, çalışmanın
gelişimi bakımından ve özellikle döner kebabın tarihçesi incelenirken, araştırmaya
yardımcı olabilecek Kastamonu, Bursa, İstanbul ve Erzurum illeri ile Safranbolu
ilçesine de gidilmiş ve konu ile ilgili kişilerle ve uzmanlarla görüşmeler yapılmıştır.
Bununla birlikte Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK), Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Ankara Ticaret Odası (ATO), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
(TOBB), Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı (THKATV), Türkiye
Lokantacılar, Kebapçılar, Köfteciler, Pastacılar ve Tatlıcılar Federasyonu gibi kurum
ve kuruluşlarla konu ile ilgili olarak görüşmeler ve yazışmalar gerçekleştirilmiştir.
Ancak bu görüşmeler sonucunda somut bilgilere ulaşılamamış, verilmek istenilen
güncel bilgilere ilişkin istatistiksel çalışmaların bulunmadığı görülmüştür.
Çalışmanın temel iskeletini konuyla ilgili olan yazılı ve sözsel belgeler
üzerinde yapılan gözlem ve değerlendirmeler oluşturmaktadır. Üzerinde gözlem
yapılan belgeleri, konuyla ilgili görülen tezler, bilimsel nitelikli kitaplar, süreli
yayınlar, yazınsal yapıtlar olarak sıralayabiliriz.
8
Yararlanılan kitaplar ve süreli yayınlar dışında, önemli oldukları düşünülerek
incelenen ansiklopedilerde3 döner kebapla ilgili bir bilgiye rastlanmamıştır. Ayrıca,
bu çalışma ağırlıklı olarak Ankara ölçeğinde gerçekleşeceği için, Ankara ilinin yeme
içme kültürü ve tarihine ilişkin kaynaklar da taranmış4; ancak bu kaynaklarda da
döner kebaba ilişkin bilgiler bulunamamıştır.
Çalışmaya yön verecek olan varsayımları ise şöyle sıralayabiliriz:
- Tarihsel süreç içerisinde döner kebap, üretimi, malzemesi,
hazırlanışı, sunuluşu, tüketim mekânları, ekonomisi, kültürü
bakımından değişmiştir.
- Meşe kömürü ateşinde kızartılan döner kebap popüler kültür ürünü
iken; bugün bütan gazlı ocaklarda pişen döner kebap bir kitle
kültürü ürünüdür.
- Hızlı hazır yiyecek sisteminin bir parçası haline gelen döner kebap,
bu sektörün özelliklerine ve değerlerine göre biçimlenmektedir.
- Döner kebap günümüzde, dünyanın birçok yerinde üretilen ve
tüketilen küresel bir yiyecek haline gelmiştir.
Bu çalışma yukarıdaki varsayımlar doğrultusunda giriş bölümü, üç bölüm ve
sonuç bölümünden oluşmaktadır. Birinci bölümde kavramsal çerçeve tartışılmış;
kültür, folk kültürü, popüler kültür ve kitle kültürü üzerinde durulmuş, geleneksel
3 Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi Yüzyıl Biterken, İletişim Yayınları, İstanbul, 1996 Şehsuvaroğlu, Haluk, Asırlar Boyunca İstanbul Eserleri, Olayları, Kültürü, Cumhuriyet Yayınları
4 Aydın, Suavi, Emirlioğlu, Kudret, Türkoğlu, Ömer, Özsoy, Ergi, Küçük Asyanın Bin Yüzü: Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005
9
üretim ve tüketim biçimlerinden modern üretim ve tüketim biçimlerine doğru
yaşanan süreç incelenmiştir. İkinci bölüm yeme-içme kültürü ve gelişimine ilişkindir.
Bu bölüm altında; “Tarihsel Süreç İçerisinde Yeme- İçme Kültürünün Evrimi”,
“Hızlı-Hazır Yemek Sistemi”, “Türk Mutfak Kültürü ve Gelişimi” başlıkları yer
almaktadır. Bu başlıklar altında “kebap kültürü” ve “döner kebap” da Türk
mutfağındaki yeri, tarihsel gelişimi ve geçirdiği değişimler çerçevesinde ele
alınmıştır. Araştırmanın üçüncü bölümü ise “döner kebap”a ayrılmıştır. “Kebapçılık
ve Döner Kebap”, “Dönerciler”, “Döner Kebap: Geleneksel, Kitlesel ve Küresel Bir
Dönüşüm Süreci”, ve “Döner Kebap Standartları: Döner İmal Yerleri ve Üretim
Kuralları” başlıkları altında döner kebap her yönüyle ele alınmış ve
değerlendirilmiştir. Döner kebap hazırlayıp satan işletmelerle yapılan görüşmelere
“Dönerciler” başlığı altında yer verilmiş; yapılan görüşmeler bu işletmelerin
tarihçeleri, döner hazırlama ve sunma biçimleri, fiyat-kâr durumu ve tüketici yapısı
ara başlıkları çerçevesinde değerlendirilmiştir. Sonuç bölümünde ise çalışmanın kısa
bir özeti verildikten sonra bulgular değerlendirilmiş; kitle kültürünün bir parçası olan
hızlı-hazır yemek sistemi ve döner kebabın geleceği tartışılmıştır.
10
I.BÖLÜM
KÜLTÜR VE BESLENME
1) Kültür-Folk Kültürü-Popüler Kültür ve Kitle Kültürü
Kültür; bir toplumun üyesi olarak insanoğlunun öğrendiği bilgi, sanat,
gelenek-görenek ve benzeri yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir
bütündür. Bu bağlamda, kültür öğrenilir, tarihidir, süreklidir, toplumsaldır, değişir,
idealleştiricidir, doyum vericidir, uyum sağlayıcıdır ve bütünleştiricidir (Güvenç,
2002: 101). Kültürü kendi içinde bağımsız bir veya birkaç alan (tiyatro, film, resim,
oymacılık, mimarlık…) içinde sınırlandırmamak, toplumsal yaşamın belli bir alanına
sıkıştırmamak gerekir. Kültür, insanın toplumsal yaşamın her alanında, kendisi ve
kendisine ait olanın ifadesidir; çünkü kültür, insanın kendi yaşamını, geçmişten gelen
deneyimler ve birikimlerle ve kendinin yarattıklarıyla nasıl ürettiğini anlatır. İnsan
kendini nasıl üretiyorsa bu üretme yolu onun kültürüdür.
Bu süreçte kontrolü elinde tutan egemenliğe karşı, tepki kültürleri de
gelişmiştir. Kitle kültürü, popüler kültür, ideoloji, ekonomi, siyaset, sanat, iş ve
eğlence birbiriyle sıkı bir bağıntı içindedir. Aslında popüler kültür, kitle veya sınıf
kültürü gibi tanımlamalarda temel olan, bunlar aracılığıyla üretilen şeyin, belli
biçimdeki maddi yaşam ve bu yaşamın ideoloji ve bilinci olduğudur. Yaşamın
ideolojisi ve bilincinin üretimi de, maddi kültürün üretimiyle beraber gider, onun
tarafından belirlendikten sonra onunla etkileşime başlar. Bu etkileşim sürecinde,
11
karşıt olan kültürler de üretilir ve mücadele verirler; yani üretilen ve sürekliliği
sağlanmaya çalışılan sadece egemen kültür değildir (Güngör, 1999: 20).
Kültür insanın yaşam biçimlerinin tümü olduğu kadar, insanın bu yaşamının
tümünü kapsayan egemenlik ve mücadele alanıdır. Kültür, mülkiyet ilişkilerinin bir
parçasıdır; mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak, bazı insanlar kültürel üretimde
maddiliğin sahipleridir, diğerleri ise sadece üretilenin ücretli üreticisi, satın alıcısı,
kullanıcısı ve tüketicisidir.
Değişimci okul içinde gerçekleştirilen ilk incelemelere göre popüler kültür
ürünleri, egemen ideolojinin taşıyıcıları ve bu ideolojinin ileticileri olarak
görülmüştür. Bu gelenek Frankfurt Okulu tarafından başlatılmış ve 1970’li yıllara
kadar egemen olmuştur. Frankfurt Okuluna göre, “kültür endüstrisinin rolü” ileri
götürme, aydınlatma maskesi altında bir “kitle kandırmacasıdır”. Tutucu okulda ise
yüksek kültür, popüler kültüre alternatif olarak ileri sürülmüş, popüler kültür
kavramı, yüksek kültürün dışında kalanlar için kullanılmıştır.
1970’lerden sonra bir yandan tutucu kuramlarda, toplumsal kalkınma
çabalarının da hüsranla sonuçlanması üzerine, bir tür yeniden düzenleme ve gözden
geçirme süreci başlamış; diğer yandan da değişimci okul içinde Frankfurt Okulunun
eleştirileri yapılarak kuramsal ve pratiksel çeşitlilikler geliştirilmiş ve tartışmalar,
yakınlaşmalar, çatışmalar yaşanmıştır. Yapısalcılar ve kültürelciler arasında yaşanan
tartışmalar ve ayrılıklar, bu iki yaklaşımın eğildikleri alanlar bakımından da
çoğalmıştır. Sinema, televizyon, popüler metinler gibi alanlara eğilen yapısalcılara
12
karşın kültürelciler, işçi sınıfının kültürü üzerinde yoğunlaşmıştır (Alemdar ve
Erdoğan, 1994: 103).
Kültürelciler işçi sınıfının kültürünü egemen kültür içinde, egemene karşıt ve
onun değerlerini taşımayan bir kültür olarak görmüşler; yapısalcılar ise popüler
kültür, kitle kültürü ve egemen kültürü genellikle eşleştirmişlerdir. Her iki grup da
kültürel ve ideolojik pratikler alanının egemen ideolojiler tarafından yönetildiğini
ileri sürmüşlerdir. Bu alanları burjuvazi ve işçi sınıfı olarak iki ayrı kampa
ayırmışlardır (Alemdar ve Erdoğan, 1994: 104).
Gramsci ile yapısalcı ve kültürelci yaklaşımlar birbiriyle birleştirilmiş, popüler
kültür ne egemen ideolojinin baskısı altında halkın kültürünün bozulması, ne de
egemen kültüre karşıt olarak kendini doğrulama olarak görülmüştür. Gramsci’ye
göre popüler kültür, kapitalist toplumdaki iki ana sınıf arasındaki pazarlık sahasıdır.
Mücadele egemenlik için değil, hegemoni içindir. Burjuvazi, kendi ideolojisinin
karşıt sınıfın değerleri içinde bulduğu yer ölçüsünde hegemoni kurabilir; yani onu
yok ederek değil, kendi ideolojisine eklemleyerek ve kendine uydurarak bu güç
alanından baskın çıkabilir (Alemdar ve Erdoğan, 1994: 105).
Gramsci’nin hegemonya kavramından esinlenmiş olan Stuart Hall’a göre
“popüler” kavramı, popüler sınıfları meydana getiren sınıfların ve güçlerin ittifakına
işaret eder: “Baskı altında olan, dışlanan sınıfların kültürü... Buna zıt olan taraf tek
bir sınıf değil, halktan olmayan sınıflar, tabakalar ve toplumsal güçlerin ittifakıdır:
İktidar bloğunun kültürü... Halk ve iktidar bloğu ve bir kültürel mücadele alanı:
13
popüler kültür bu alanda örgütlenmiştir. Popüler kültürle uğraşırken öncelikle
popüler kültürdeki ikilikten, yani “kontrol altına alınma” ve “direnme” çifte
hareketinden çalışmaya başlanmalıdır” (Özbek, 2002: 81).
Hall, popülerin günümüzde iki temel tanımı olduğunu söyler. Hâkim olan
birinci tanımda popüler, ‘yaygın olarak beğenilen, tüketilen’ anlamına gelir ki bu
tanımı ticari tanım olarak nitelendirebiliriz. İkinci tanımı ise, kaynağı XVIII. yüzyıla
götürülen antropolojik tanıma yakın ve ‘halka ait’ anlamındadır. ‘Popüler’in ‘yaygın’
anlamına gelen ticari tanımına yaslanan güdüp-yönetme yaklaşımı ve ‘halka ait’
anlamındaki tanıma yaslanan alternatif-hakiki kültür yaklaşımları yerine Hall, her iki
tanımı kullanarak ve onları değiştirerek yeni bir popüler kültür tanımı önermektedir.
Hall’a göre, popüler kültür; “... iktidarda olanların kültürüne karşı ya da onun adına
mücadelenin alanlarından biridir. O mücadele içinde aynı zamanda, kaybedilecek ya
da kazanılacak olan şeydir. Boyun eğme ve direnme alanıdır. Kısmen hegemonyanın
yükseldiği ve güvenlik altına alındığı yerdir... Popüler kültürün önemli olması bu
nedenledir.” (Özbek, 2002: 87).
Popüler kültür konusundaki anlaşmazlıklardan birisi de popüler kültürün
özellikleri, işlev ve etkileri konusundadır. Bazılarına göre kitle kültüründen tümüyle
farklı görünen popüler kültür, halkın içinden çıkar, halk tarafından üretilir ve halkın
varlığının ve gücünün önemli bir göstergesidir. Kitle kültürü ise, kültür endüstrisinin
etkisiyle yaygınlık kazanmış olup, toplumda güç sahibi olan kesimlerin güdümünde,
güçten yoksun kitleyi yönetmek ve yönlendirmek için kullanılır (Bennett,1986: 8-
11). Halka özgü olan ve halkın otantik yapısını yansıtan popüler kültürün, çoğulcu
14
bir niteliği de vardır. Farklı yaşam biçimlerine sahip olan halkların, popüler kültürel
üretimleri de farklıdır (Güngör, 1999: 11).
Bennett’e göre bütün görünen kültürel biçimler ve pratiklere rağmen, popüler
kültürün ne olduğunu belirlemek, popüler kültür olmayanları belirlemeden mümkün
olmaz. Popüler olmayanları belirlemek aynı zamanda popüler kültürün nasıl
tanımlanacağını da saptamaktır. Bu durumda popüler kültüre karşı iki ayrı tanım
görülür. Birisinde popüler kültür, halka dayatılmış olan kitle kültürüdür. Halkın bu
üretim, dağıtım süreci üzerinde hiçbir denetimi yoktur. Frankfurt Okulunun belirttiği
gibi, kültür endüstrisinin rolü, aydınlatma kılıfı altına gizlenen bir kitle kandırmasıdır
(Alemdar ve Erdoğan, 1994: 107). Bu çalışmaya da kuramsal dayanak oluşturan,
Bennett’in sözünü ettiği ikinci görüş ise işçi sınıfı ve alt toplumsal grupların yaşam
biçimlerini ve alt kültürel pratiklerini inceleyen tarihçilerin ve sosyolojistlerin
yaklaşımıdır. Buna göre de popüler kültür, film, TV ve plak endüstrisi tarafından
üretilen kültürden farklı olarak geleneksel folk kültürünün çağdaş bir şekli olarak
nitelenir. Bu kültürün doğduğu yer, halkın kendisini doğrudan ifade ettiği ve bu
ifadelerin kültür endüstrisinin yozlaştırıcı etkisinden geçmeden geri döndüğü yerdir.
Ancak halk tarafından üretilen bu kültür, onun elinden alınır ve kimi karışmalara
muhatap olarak halka geri iletilir (Bennett,1986: 8-11).
Tutucu okullar ise özellikle güzellik ve estetik üzerinde durmuş, popüler kültür
ürünlerini bayağı ve değersiz olarak nitelendirmiştir. Bu okulun seçkinci kültür
eleştiricileri popüler kültürü bayağı ve seviyesiz görürken, liberal kanat ise popüler
kültürü kültürel bir akım olarak kabul eder ve “halk arzu ettiğini alır” görüşünü
15
savunurlar. Seçkinciler uzak geçmişi gerçek güzellik olarak görür ve iyi kültürün
geçmişe ait olduğunu savunur.
Bununla birlikte günümüzde yüksek kültür ürünleri de sanayi pazarının
kurallarına bağımlı hale gelmiştir. Klasik kültür ürünlerinden bazıları örneğin
resimler, heykeller mekanik yolla çoğaltılarak kopyalanmakta ve kitleler bu yolla
çoğaltılmış ürünleri satın almaktadır. Kitle kültürünün hegemonyası altında, yüksek
kültürde gerçekleşecek her yeni üretim (üretim yapılıyorsa) tıpkı diğer kitlesel
ürünlerde olduğu gibi pazar mekanizmaları tarafından belirlenir ve bu üretimde
kültür endüstrinin yaşam ve ölüm kuralları geçerli olur (Alemdar ve Erdoğan, 1994:
119).
Popüler kültür kavramının günümüzde yanlış kullanıldığını savunanlardan
birisi Ünsal Oskay’dır. Oskay, yönetici sınıfının, çalıştırdığı insanların var olan
toplumsal ilişkileri kabullenmeleri için, onların yaşamına sistemli bir şekilde
müdahale ettiğini, kimi düzenlemelerle ya da eğitim sistemiyle yaşamlarını
şekillendirmeye çalıştığını söylemektedir. Oskay’a göre yönetici sınıfın aşıladıkları
görüşlerin dışında ayrı bir alan daha vardır. Bu alan efendinin kontrol edemediği bir
tür alt kültürel alandır ve popüler kültür de bu alanda oluşur. Oskay bu alanı
tanımlamak için Asur kolonilerinden, Karacaoğlan’dan, Dadaloğlu’ndan yararlanır.
Asur krallarının, kendi kolonilerini ticaret yolları üzerinde kurmak için çalıştırdıkları
değişik etnik kökendeki insanların, gündüzleri Asur kurallarına uyduklarını geceleri
ise kendi kültürlerine göre davrandıklarını söyler; ya da Karacaoğlan’ın, yazdığı
şiirlerde padişahı bile eleştirebildiğinden söz eder (Oskay, 2004: 20).
ve matbaanın gelişimiyle birlikte farklı bir dünyanın ortaya çıktığını, bu süreçte,
merkezi yönetimin kültürünün yanında, halkın kendi öz duygularını yansıtan
kültürün de geliştiğini söylemektedir. Bu kültür popüler kültürdür; yani halka ait
kültürdür, ancak daha sonraları piyasa mekanizmasına veya siyasi karar organlarına
bağlı hale gelmiştir. Bu bağlılıktan sonra ise halkın yaygın şekilde kullandığı kültür
yok olmuş, kitle kültürü haline gelmiştir; kitlenin yönetildiği biçim ve anlayışlarla
imal edilmeye başlamıştır. Popüler kültürün ise yaşama şansı kalmamıştır; bugün
tektipleşmiş, sınaî şekilde üretilen, beğeni ölçüleri merkez tarafından tayin edilen
kültür egemendir (Oskay, 2004: 21 ).
Bu araştırmada popüler kültür, halk kültürünün -kırsal kesime ait kültürün-
sanayi devrimi ve kentleşme olgusuyla birlikte dönüşüme uğramış hali olarak
değerlendirilmektedir. Popüler kültür, şehirlerde yaşayan ve çalışan sınıfın/işçi
sınıfının iş yapış biçimidir. Yani belli bir toplumsal ve ekonomik yapının yansıması
ve ürünüdür. Bununla birlikte Oskay’ın popüler kültür için verdiği örneklerden farklı
olarak popüler kültür sanayileşme sonrası ortaya çıkmıştır ve kentleşme bu kültürün
oluşumu için en başta gelen öğedir.
Asur köleleri ile Karacaoğlan ve Dadaloğlu’nu da birbirinden ayırmak gerekir;
çünkü birincisi kölelik düzenin, diğeri ise feodal sistemin ürünüdür. Kapitalizmin
gelişimi, fabrikalaşma, kentleşme gibi olgular ise bunlardan farklı olarak daha başka
bir yaşam biçimi ve iş yapış biçimini getirir. Bu süreçte insanlar sadece yer
17
değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda kültürel formları da yenilenir. Popüler kültür de
sanayi sonrası toplumlarda kentleşme ile birlikte doğmuştur.
Çağan’ın da belirttiği gibi, tarımsal kapitalizme uzun geçiş evresi ve daha
sonra sanayi kapitalizminin oluşma ve gelişme süreci boyunca, çalışan sınıfların,
emekçi ve yoksul sınıfların kültürleri üzerinde az çok süreklilik gösteren bir
mücadele yaşanmıştır. Bu olgu, popüler kültürün gerek temeli, gerekse dönüşümleri
ile ilgili olarak, yapılacak herhangi bir incelemenin kalkış noktası olmalıdır (Çağan,
2003: 35)
Popüler Kültür “şehirlerde işçi olarak çalışmaya başlayan sınıfın iş yapış
biçimidir” dediğimiz zaman, şehirleşme ile ilgili bir takım etkenler de popüler
kültürü oldukça yerel kılmaktadır. Batı olarak tanımlanan coğrafyada sanayi devrimi
kendine benzer örnekler ile gelişmiştir; yani İngiltere, ABD, Fransa ve bunlara ulusal
birliklerini geç oluşturdukları için daha sonra katılan İtalya ve Almanya'da işçi
sınıfının kültürü ortak özellikler taşımaktadır. Köylerde yaşayan ve kendi küçük
tarlalarında ekip biçen insanlar, sanayi devrimi sonrası ihtiyaç duyulan tarımsal
hammadde üretiminde, istenilen kadar çok ve hızlı üretim yapamadıkları için giderek
zor duruma düşmüşlerdir. Buna devlet mekanizmasının çiftçileri ezen politikaları da
eklenince, insanlar büyük çiftliklerde çalışmaya başlamış ve tarımda makineleşme bu
insanları şehre göç etmeye mecbur bırakmıştır. Sanayinin gelişim çizgisi şehre göç
eden bu insanların, büyük şehirlerin dışında inşa edilen fabrikalarda işçi olarak
çalışmalarına ve fabrikalar çevresinde kurulan mahallelerde oturmalarına neden
olmuştur.
18
Buna karşılık Türkiye’de yaşanan tarihsel süreç kendine özgü yapısal ve
kültürel gelişmeler doğurmuştur. Sanayileşme sürecini Batı’daki gelişim çizgisinden
farklı biçimde yaşayan Türkiye’de ekonomi, Batı için tarımsal hammadde üretme
dışında kendi içine kapalı halde kalmıştır. Bununla birlikte önce I. Dünya Savaşı ve
Kurtuluş Savaşı, ardından dünya bunalımı ve II. Dünya Savaşı, bu ekonominin
büyümesine izin vermemiştir. 1945 yılından itibaren ABD'nin Marshall Planı
çerçevesinde başlattığı yardımlar, bir yandan tarımda makineleşmeye, bir yandan da
planlı ya da plansız bir karayolları projesi ile insanların şehirlere göç etmelerine ve
büyük şehirlerin bilinen mahalleleri yerine ‘gecekondu’ adı ile anılan semtlerin
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu süreçte kendi küçük coğrafyasından kopup
gelen ve ‘çarpık’ bir şekilde kentlere yerleşen insanlar, gelişme sürecindeki
kapitalizmin de işçi sınıfını oluşturmuştur.
Batı’da kapitalizmin işçi sınıfı, kendi yaşam biçimini ve iş yapış biçimini
şehirlerde yeniden yaratmıştır; yani Batı’da popüler kültür bu aşamada doğmuştur.
Türkiye’de ise gecekondularda yaşayan insanlar işçi sınıfını, dolayısıyla da popüler
kültürü oluşturmuştur. Bundan dolayı, gecekondularda yaşayan insanlar popüler
kültürün bir parçası hatta asıl yaratıcılarıdır; gecekonduların müziği olarak
nitelendirilen arabesk de bir popüler kültür ürünüdür.5
5 Meral Özbek, arabesk müziğin kent kültürünün bir ürünü olduğunu ve ortaya çıkışını sağlayan tüm
etmenlerin sanayileşme süreci ile birlikte gelen ve ancak kentlerde varlık bulan etmenler olduğunu söylemektedir. Özbek’e göre Türkiye’nin 1950 sonrası gelişmesi, toplumsal sonuçları herkesçe görülebilen bir değişim süreci yaratmıştır. Sanayileşmenin ve kentleşmenin hız kazanması ile ortaya yeni ekonomik, siyasal ve kültürel biçimler çıkmıştır. Geleneksel üretim yapıları bozulurken bu yapıların aktörleri de, yani köylü ve küçük üretici kesim de değişime uğramıştır. Bu değişimi en can alıcı biçimde yaşayan kesim gecekondulular olmuştur ve arabesk müzik, gecekonduluların müziği olarak değerlendirilmiştir. Arabesk müzik, 1960’larda kentlere göç eden kırsal nüfusun, “kentsel usullerin etkisi altında” çevreye uymasının, var kalmanın yolunu bulabilmesinin bir göstergesidir ve yaşayan en önemli popüler kültür alanımızdır (Özbek, 2002: 7–14).
19
Popüler kültürün yaratılmasında hiçbir rol oynamayan üst sınıf ise bu kültürün
bir bileşeni değildir. Elbette popüler kültür, folk ve yüksek kültürden etkilenmiştir;
ama bunları alıp işleyecek ve kendi ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleyecektir.
Bununla birlikte üst sınıfın da arabeskten haz aldığı söylenebilir; ancak burada şunu
belirtmek gerekir ki Türkiye'deki üst sınıf da tıpkı işçi sınıfı gibi, köyünden kalkıp
kente gelmiştir, tek farkı ekonomik açıdan daha iyi durumda olmasıdır; yani alım
gücü vardır. Ayrıca kitle kültürü, popüler kültür gibi sadece bir sınıf ile ilişkili
değildir. O, ürünlerini hem popüler kültürün üreticisi olan işçi sınıfına hem de
yüksek kültürün üreticisi olan üst sınıflara satmaya çalışır; amacı en geniş pazara
ulaşmaktır. Bu durumda arabeskin kitle kültürü tarafından ele geçirilmesinden sonra;
yani kültür endüstrisinin bir ürünü olmasından sonra herkes arabeskten haz alabilir
duruma gelecektir.
“Popüler” kavramının içerdiği anlam popüler kültürü tanımlamada tek başına
yeterli olmaz. “Popüler kültür” başlı başına bir kavramdır ve kendisini oluşturan iki
kelimeden (popüler ve kültür) farklı bir anlam taşır. “Popüler”, başlangıçta latince
“popularis” ten türeyerek “halka ait” anlamına gelen bir terimdir. Sonradan hâkim
Özbek, arabeskin basit bir şekilde müzik endüstrisinin körüklediği bir meta olarak değerlendirilmemesi gerektiğini söylemektedir. Arabesk müzik 1976 öncesinde, yani müzik endüstrisinin Türkiye’deki atılımından önceki dönemde, gecekondulardaki yaşam tarzının bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla 1968’den 1970’li yılların sonuna kadar arabesk, aşağıdan yukarı doğru gelen bir kültürel hareket niteliğindedir; bu yönüyle de yukarıdan aşağıya dayatılan bir kitle kültüründen farklılaşmaktadır. Bu nedenle, popüler kültür kavramı, popülerin "halka ait" anlamıyla birlikte, kitle kültürüne tercih edilmektedir (Özbek, 2002: 92). Arabeski anlamak için öncelikle şarkılara değil, bu müziği dinleyen ve bu kültürün kaynağı olan insanlara bakılması gerektiğini söyleyen Özbek, arabeskin insanların yaşam tarzını ve bu yaşam tarzının içinde oluşmuş dili ve değerler sistemini ifade ettiğini dile getirmektedir. Meral Özbek popüler kültürün ‘yoz değil’ ‘halka ait’ bir kültür olduğunu, ne hâkim kapitalist kültürle özdeş, ne de onun etkisinden kurtulmuş durumda bulunduğunu söylemektedir. Özbek’e göre popüler kültür, sürekli gerilim içinde duran direnme ve boyun eğme alanıdır, eski-yeni farklı tarzlardaki öğelere sahiptir ve kültürel iktidar ilişkileri ve mücadelesi çerçevesinde sürekli değişen bir kültürel alandır (Özbek, 2002: 7–14).
20
olan ise, “yaygınca tercih edilen ya da çok beğenilen”i ifade eden anlamıdır ve bu,
beğenilmek için hesaplı bir çaba göstermek anlamını da içerir. “Popüler” XIX.
yüzyılda, halkın üzerinde bir güç kurmak isteyenler açısından değil, halk açısından
olumlu bir kavram olarak kullanılmaya başlamıştır. Bugün hâkim olarak kullanılan
biçimde ise “popüler” teriminde tüm bu anlamlar örtüşür. “Popüler kültür”ün, halkın
kendisi için ürettiği kültür anlamı tüm bunlardan farklıdır. Açıkça Herder’in Kultur
des Volkes kavramıyla yani XVIII. yüzyılın sonlarıyla ilgilidir (Williams, 2005).
“Popüler kültür” anlam olarak dönüşmemiştir; popüler kültürü oluşturan toplumsal
taban varlığını sürdürmektedir; bu nedenle popüler kültürün “popüler” olmadığı da
söylenebilir. Popüler kültürü sadece “popüler”i kullanarak açıklamak ya da
sözcükleri ifade ettikleri anlamlarla inşa etmeye çalışmak doğru olmayacaktır.
Popüler kültürü, halkın bir kısmının (şehirde yaşayan ve çalışan bir kısmının)
kendini ifade etme, dünyayı anlama, kendini yeniden üretme yani iş yapış biçimi
olarak değerlendirdiğimizde, bunun çok insan tarafından beğenilmesi/tüketilmesi de
önemli olmamaktadır. Bu bağlamda döner kebabın benimsenmesi de ‘öncelikli
olarak insanların yeme içme ihtiyaçlarını karşıladığı içindir’ denilebilir. Popüler
kültürde üretimin amacı tüketim değildir; yani yapılan üretimi geniş kitlelere satmak
ve insanlara bunu tükettirmek için bir ihtiyaç yaratmaya çalışmak değildir. Üretim
yapan bu insanların esas amacı ürünlerini ortaya koymaktır.
Popüler kültürün çıkış kaynağı halk kültürüdür; özellikle Batıda sanayi
devrimi sonrasında halk kültürü ile popüler kültür iç içe geçmiştir. Türkiye gibi
gelişmekte olan az gelişmiş, geri kalmış, geri bıraktırılmış ülkelerde de benzer
21
şekilde şehirleşme, sanayileşme gibi olguların uzun bir süreçte ve gecikmeli olarak
yaşanmış olması, popüler kültür içinde halk kültürünün öğelerinin daha fazla ya da
yaygın olmasına neden olmuştur. Ancak şunu da hemen söylemek gerekir ki,
popüler kültür kavramı halk kültüründen çok daha başka bir şeydir.
Çağan, popüler kültürün halk kültürü ile ilişkisini ise şöyle vurgulamaktadır:
“Bugün anladığımız biçimiyle popüler kültür halk kültürü olmasa bile ikisi arasında
kimi benzerlikler de yok değildir. İkisi de birbirinden farklı toplumsal bağlamları
içerisinde halk kültürüdür. Popüler kültür, temalarını ve özünü halk kültüründen
almakla birlikte, işleyişi, üretimi ve işlevleri açısından halk kültüründen tamamen
ayrılan çağdaş bir kültürdür. “Halk”ın (folk) taşıdığı yerel, bölgesel, kapalı
topluluklar anlamı, “popüler”de önemli ölçülerde değişmektedir. Popüler kavramının
içerdiği halk, ulus-devlet içinde yer alan vatandaşların tümünü veya büyük bir
çoğunluğunu ifade eder. Dolayısıyla popüler kültürde, halkın kültürü, halka ait kültür
gibi üstü örtülü bir niteleme vardır (Çağan, 2003: 44).
Folk kültürünün biçimi basittir, anonimdir ve genellikle herkes için parasızdır.
Kişiden çok kullanımı açısından grup mülkiyetindedir ve içinden çıktığı grubun
değer yargılarını içerir, bu değer yargılarını iletir. Üreticileri ve sunucuları
amatördür. Her türlü duyu veya gelenek aracılığıyla doğrudan aktarılabilir (Batmaz,
1981).
Folk kültürü iş ve dinlenmenin birbirine zıt olmadığı, bitişik olduğu; kültürel
iletişimin, mekanik yollarla değil, daha çok yüz yüze ve kişisel olarak yapıldığı
22
dönemin kültürüdür ve “metalaştırılabilir olmayan, rasyonelleştirilmemiş, endüstri
öncesi simgesel pratikler”i ifade eder (Rowe, 1996: 21). Endüstrileşmeyle birlikte
fabrika sistemi, zamanı yeni bir biçimde düzenlemeye başlamış, işte harcanan
zamanla, iş dışında harcanan zaman farklılaşmasını getirmiştir (Alemdar ve Erdoğan,
1994). Folk ve feodal toplumların kültürleri o toplumun çerçevesi içinde kişisel ve
basit ilişkiler yoluyla iletişim kurmaktadır. İletişime girmiş nüfus küçüktür, kişisel ve
yüz yüze iletişim kurmak gereklidir. Popüler kültür bu kültürden zevk alan ve bunu
kentsel yaşamda sürdürmek isteyen halktan doğmuştur.
Popüler kültürü sadece belli bir dönemle sınırlandırmak veya kitle kültürünün
gelmesiyle birlikte tamamıyla yok olduğunu söylemek de yanlış olacaktır. Popüler
kültürü geçmiş bir kültür olarak nitelemek de doğru değildir. Bununla birlikte kitle
kültürü üretimi, popüler kültürün ürün ve pratiklerine karşı “hegemoni” oluşturabilir,
bu ürün ve pratikleri kendine mal edebilir, onları mitlere dönüştürebilir ya da
marjinalleştirip dışa atabilir ve böylece kendi hegemonyasını pekiştirebilir.
Popüler kültür, televizyon, radyo, plak ve film endüstrisi tarafından üretilen
kültürden farklı bir kültürdür; yani çağdaş kitle kültüründen farklıdır; geleneksel folk
kültürünün çağdaş bir şeklidir. Bu kültürde halk kendisini doğrudan ifade edebilir ve
bu ifade biçimleri kültür endüstrisinin baskı ve etkilerinden geçmeksizin geri
dönebilir. Halk tarafından halk için yapılan ve onların değerlerini ifade eden bu
kültür egemenden gelen müdahalelere muhatap olduğunda değişir ve bu yeni şekliyle
halka geri satılır. Bu bağlamda döner kebap için şunlar söylenebilir: Geleneksel bir
yiyecek olan ve meşe kömürü ateşiyle pişirilen döner kebap, günümüzde gaz ocakları
23
önünde pişirilmekte, içeriği ve üretim biçimi farklılaştırılarak hızlı hazır yiyecek
sisteminin bir parçası haline gelmekte ve bu formuyla halka geri satılmaktadır.
Popüler kültür ve kitle kültürü arasında ideolojik yaklaşımlara dayalı olan
ayrımlandırma sosyolojik bir gelenek oluşturmuştur. Bunun kuramsal dayanaklarını
R. Williams’tan, H. Arrent’ten, J. Fiske’den hatta Adorno ve Horkheimmer’den
alabiliriz. Shumway'in Arent, Adorno, Horkheimmer gibi kuramcılara dayanarak
yaptığı popüler kültür-kitle kültürü farklılaşması da, çalışmanın bu bölümü açısından
önemli görülmektedir: “H. Arendt'in kitle toplumunun kültürü dediği popüler kültür,
kitle kültürüyle -aynı şey değilse bile- hemen hemen aynı yapıtları ve etkinlikleri
adlandırır; ancak onları tamamıyla farklı bir biçimde niteler. "Popüler"
materyallerine -kitle kültürü ile kıyaslandığında- olumlu bir değer veren bir terim
iken, kitle kültürü, hemen her zaman olumsuz bir yapıyı ima eder. Kitle kültürü fikri,
popülerin bu anlamının neredeyse tam karşıtıdır. İlk olarak "kitle kültürü", seçim
öğesini yok sayar ve edilgen tüketicilerin, sorgulamadan, basitçe yuttukları metalarla
piyasayı istila eden kültür endüstrisinin ürünüdür. Bu eleştirinin en bilineni ise,
Horkheimer ve Adorno tarafından The Dialectik of Enlightenment (Aydınlanmanın
Diyalektiği) adlı kitaplarında yapılmıştır. Buna göre kültür endüstrisi sadece hâkim
sınıfın ideolojisini yayan değil, düşüncenin kendisini bile olanaksız hale getiren bir
dünya görüşünü yaratan şey olarak tanımlanmıştır (Çağan, 2003: 47)
Fiske, popüler kültürün halk kültürü olmasa bile, halk kültürüyle arasında kimi
benzerliklerinin olduğunu söylemektedir. Bunların her ikisi de farklı toplumsal
bağlamları içerisinde halkın kültürüdür. Ama popüler kültür, kitle kültürü değildir.
24
Popüler kültür kavramına olumlu anlamlar yükleyen Fiske’ye göre kitle kültürü,
“endüstriler aracılığıyla üretilip dağıtılan kültürel metaların, toplumsal farklılıkları
ortadan kaldıracak şekilde insanlara dayatıldığına ve bu endüstrilerin edilgin,
yabancılaşmış izleyici kitlesi için kendi içinde bir bütünlüğü olan bir kültür
yarattığına” inanların kullandıkları bir terimdir. Bu tür bir süreç varolsaydı ki şu an
yoktur, hem kültür karşıtı hem de popüler karşıtı olacaktır; anlamların ve hazların
üretilip dağıtılması olarak anlaşılan ‘kültür’, uzlaşmaz, karşıt, skandalımsı güçler
öbeği olarak görülen ‘popüler’in karşı tezi olurdu. J. Fiske'e göre aslında kitle kültürü
diye bir şey yoktur. En fazla iktidar blokunun endüstriyel ve ideolojik çıkarlarına ışık
tutabilecek, ortalığı telaşa veren kötümser kitle kültürü kuramları söz konusudur.”
(Fiske, 1999: 216). Çağan’a göre burada dikkat edilmesi gereken nokta Fiske'in,
kavramsal olarak popüler kültürü tercih ettikten sonra, onun iktidar karşısında bir
direnme mevzii olduğunu işaret etmesidir. Kısacası Fiske'in kendisinin de katıldığı
tartışma, popüler kültürün bir iktidar mücadelesi alanı olup olmadığı yönündeki
tartışmadır (Çağan, 2003: 49)
Kavrama olumlu anlamlar yükleyenlere göre, popüler kültür direnenlerin,
egemenliğe karşı mücadele edenlerin kültürüdür. Popüler kültür hegemonyanın
başarısızlığa uğradığı, ideolojinin direnişten daha zayıf olduğu, toplumsal denetimin
disiplinsizlikle karşılaştığı anlar üzerinde odaklanır (Fiske, 1999: 216). Bununla
birlikte bu kültür kendi başına varolmaz; egemen kültüre karşıtlık süreci içinde
oluşur ve tanımlanabilir. Kitle kültürü üretimi, popüler kültürün ürün ve pratiklerini
gasp edebilir, kendine mal edebilir, onları mitlere döndürür ve böylece kendinin
25
diğer sınıfların etkinliğine dayanan egemen işlevini biçimlendirir (Alemdar ve
Erdoğan, 1994: 111).
Bu çalışmada da paylaşılan yaklaşımlardan birisi R. Williams’ın kitle kültürü
ile popüler kültür arasındaki ilişkiyi açıklamak için yaptığı tanımlamadır. R.
Williams, popüler kültür ve kitle kültürü kavramlarını dönemsel nitelik dışında bir
içerikle açıklamıştır: “Popüler kültür halk tarafından yaratılan kültürdür. Kitle
kültürü ise belli bir toplumsal grup tarafından halk için geliştirilen bir kültürdür.”
(Özbek, 2002: 92).
Kitle kültürünün popüler kültürden farklı bir kavram olduğunu açıklamak için
Adorna’dan da yararlanılabilir. Frankfurt Okulu kitle kültürü kavramını kullanmak
yerine “kültür endüstrisi” kavramını tercih etmiştir. Adorna’ya göre, bu tercihin
nedeni kitle kültürünün, kitlenin kendiliğinden doğan ve kitleler içinde kökenleri
olan bir anlam taşıyabileceği ve bu nedenle yanlış algılanabileceğidir. “Kültür
endüstrisi” ise güç sahibi olanların güdümünde olan bir endüstriyi ve bunun
diğerlerini yönetmek ve yönlendirmek için kullanıldığını açıklamada daha uygun bir
kavram olarak görülmüştür. Bu bağlamda Frankfurt Okulu’nun da belirttiği gibi bir
tarafta kitlenin içinden gelen bir kültürden, diğer tarafta da toplumda güç sahibi
olanların kitleleri yönlendirmek için dışarıdan verdikleri bir kültürden yani “kültür
endüstrisi”nden söz edilebilir. Kitlelerin kendiliğinden ürettiği kültürü ise popüler
kültür olarak tanımlayabiliriz.
26
XX. yüzyılda artık işgücünün tüketici olarak da denetlenmesi gerekliliği
duyulmaya başlanmıştır. Fabrikatörler ürünleri, reklamcılar tüketicileri üretmişledir.
Reklamcılar kültürel değerlere, zevk ve duygusallığı da katmaya başlamıştır. İleri
kapitalist ekonomilerde dinlenme veya kültür endüstrisinin ana etkinliği, zaman
satma ve satın alma üzerinedir (Alemdar ve Erdoğan, 1994: 121).
Kitle iletişimi standartlaşmayı beraberinde getirir, bu standartlaşma da kitle
kültürü içeriğini homojenleştirir. Kitle iletişimi sürecinde iletici konumundakiler
izleyicilerini görmezler. Geniş ve farklı zevklerdeki izleyici kitlesine hitap edebilmek
için iletiler basitleştirilir ve herkesin anlayabileceği bir düzeye getirilir. Kültürel
iletişimin teknolojik araç yapısının bir sonucu olarak, bölgesel, kişisel, mesleksel,
toplumsal ve ekonomik farklılıkları aşan temalar kullanılır. Kitle kültürü de, kitle
iletişimindeki teknik araçların hızla artması ve sermayenin kültür endüstrisinde
yoğunlaşmaya başlaması sonucunda gelişmiştir ve teknik araçlara sıkı sıkıya
bağımlıdır (Alemdar ve Erdoğan, 1994: 124).
Kitle kültürü “ticarilik” olmadan var olmaz; çünkü bu kültür kitlelere
pazarlanmalı ve satılmalıdır. Kültürel üretimde estetik ölçü ortadan kalkmıştır,
üretimin başarısı ise ne kadar kişiye ulaştığıyla ölçülür. Bütün sınıf, gelenek,
görenek, zevk engellerini ve her türlü kültürel farklılığı ortadan kaldıran kitle
kültürü, birçok şeyi birbirine katar, karıştırır ve homojenleştirir. İzleyicinin pasifliği
de, manipüle edilme ihtimalini büyük ölçüde arttırır.
27
Gerek popüler kültürün, gerekse kitle kültürünün gelişimi, üretim ve tüketim
alanında yaşanan gelişmelerle sıkı bir ilişki içerisindedir; yani insan kendini nasıl
üretiyorsa bu üretme yolu onun kültürünü biçimlendirir. Ekonomik, sosyal ve siyasal
yapılardaki değişimler tüketim pratiklerinde ve anlayışında da farklılaşmaya neden
olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde geleneksel tüketim alışkanlıkları yerini kentli,
kitlesel ve küresel tüketim anlayışına bırakmıştır. Bu sürecin Batı’da ve Türkiye’deki
gelişim çizgisi farklıdır. Yeme-içme pratiklerinde yaşanan değişimi anlayabilmek
için özellikle sanayi devrimi sonrasında gerçekleşen gelişmelere ve bunların üretim
alanında ve tüketim kültüründe yarattığı farklılıklara bakmak gerekir.
İnsanların kendi yaşam deneyimleriyle biçimlenen kültür, günümüzde dünyaya
egemen olan ekonomik ve düşünsel anlayışlarla eklemlenmekte, dönüşüme
uğramakta ve daha homojen bir hale gelmektedir. Yeme-içme kültürü de, maddi ve
ideolojik üretim biçiminin ifadesi olan “kültür”ün önemli bir parçası olduğundan,
yaşanan gelişmelere paralel olarak değişime uğramaktadır. Bu değişim sürecinde
hızlı hazır yiyecekler, paket menüler, renk, boyut, malzeme bakımından standartları
olan endüstriyel ürünler, yeme-içme kültürü içerisinde egemen hale gelmektedir.
2) Geleneksel ve Modern Üretim ve Tüketim Biçimleri
İnsan kendi tarihini üretim faaliyetleriyle biçimlendirmektedir; bu faaliyetler
insanın oluşturduğu örgütlü sosyal yapı içinde gerçekleşir. Maddesel hayatını üretim
faaliyetleri içinde üreten insan, bu hayatın bilincini de beraberinde üretir. Maddi ve
28
ideolojik üretimin biçimi ise insanın kültürünü yansıtır. Dolayısıyla bu üretim
biçimlerindeki ve ilişkilerindeki değişim, yaşam biçimini ve kültürü de değiştirir
(Erdoğan, 2004). Bu açıdan bakıldığında sanayi devrimi, beraberinde getirdiği
gelişmelerle birlikte toplumsal üretim ve tüketim biçimlerinde ve ilişkilerinde köklü
değişiklikler meydana getirmiştir
1725 yılında İngiltere’de buhar makinesinin bulunuşu, küçük atölyeler ile
yapılan üretimden, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra fabrikalarda yapılacak seri
üretim sistemine geçilmesini hızlandırmıştır. XIX. yüzyıl başlarında çelik
endüstrisindeki ilerlemeler, demiryollarında ve deniz yolu ulaşımında önemli
gelişmeler yaşanmasına neden olmuştur (Talas,1997: 59). Batı kapitalizminin
gelişiminde Henry Ford’un, XIX. yüzyılın sonlarına doğru başlattığı seri otomobil
üretiminin büyük rolü vardır.
XIX. yüzyıl Avrupa’sında, demir- çelik endüstrisindeki gelişmelere paralel
olarak, ulaşım ve iletişim teknolojilerinde de büyük atılımlar gerçekleşmiş, böylelikle
üretilen malların kırsal bölgelere kadar daha hızlı bir şekilde ulaşması sağlanmıştır.
Daha fazla üretimin yapılması pazar ihtiyacını arttırmış, buna bağlı olarak da
ulaşımda gerçekleşecek ilerlemelere duyulan ihtiyaç artmıştır (Talas, 1997: 80).
Modern tüketim alışkanlıklarının gelişmesindeki etkenlerden birisi de, kırsal
alandan kentlere doğru gerçekleşen göçlerdir. Sanayi devriminin ardından tarımda
makineleşmenin yaşanması, tarım işçileri sayısında da düşüşlere neden olmuştur.
29
Kırsal alanlarda işsiz kalan köylüler, kentlere ve onların banliyölerine yerleşmeye
başlamıştır.
Batı’da endüstrileşme ve üretimle başlayan değişim süreci, Osmanlı’da XIX.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren tüketim alanında etkilerini göstermiştir. Bu dönem,
Batılı anlayış ve değerlerin toplum içerisinde giderek daha çok yayıldığı ve bu
değerlerin belli sınıflarca benimsenmeye başladığı bir dönemdir. Bununla birlikte,
yaşanan Kurtuluş Savaşı ve iki dünya savaşı, modern tüketim biçiminin gelişimini
yavaşlatmıştır. Tüketim biçiminde yaşanacak değişimler için, savaşlarla birlikte
ortaya çıkan sosyal ve ekonomik huzursuzlukların giderilmesini beklemek
gerekecektir.
Türk toplumunun tüketimle Batılılaşmasında belli bir döneme kadar üst
sınıfların etkisi hâkimdir. Bu süreç, II. Dünya Savaşı’nın ardından diğer sınıfların da
katılımıyla kitlesel bir boyuta ulaşacaktır; ancak Türk toplumunun tüketim
konusunda yeniden yapılanması asıl olarak 1980 sonrası küreselleşme dönemine
kalacaktır. Bu döneme kadar, ne toplum ne de piyasa, modern tüketimi ve giderleri
karşılayabilme veya kaldırabilme bakımından hazır durumdadır (Orçan, 2004: 27).
Türk toplumunda genel olarak Batılılaşmanın, özel olarak da tüketimin
karakterini belirleyen temel olgulardan birisi de üretimin gecikmesidir. Bu nedenle,
Batılılaşmanın bu şekilde yaygınlaşması, “çarpık” olarak tanımlanacak bir değişim
ve yapılanma sürecini beraberinde getirmiştir. Bu çarpıklık dozajının şehirler
ölçeğinde en yüksek olduğu yerler ise gecekondular olarak nitelenmektedir.
30
Osmanlı’da Batılı üretim ve tüketim sisteminin etkili olmasında, Avrupalı
devletlerle ticari anlaşmaların yapılması ve bu yolla ithal ürünlerin Osmanlı’ya
girmesi, yabancı sermayeli yatırımların başlaması, demiryolunun açılması, karayolu
bağlantılarının sağlanması ve tarımda makineleşmenin artması rol oynamaktadır.
İthal ürünlerle yetinmeyip bu ürünlerin bazılarını Osmanlı’da üretmek isteyen
Batılılar, bu amaçla çeşitli bölgelerde fabrikalar kurmaya da başlamışlardır. Örneğin
1845’te Bursa’da, Falkeisen adlı İsveçli bir sermayedar tarafından kurulduğu sanılan
fabrika, aynı zamanda Osmanlı’da yabancı sermaye aracılıyla kurulan ilk fabrika
olma özelliğini taşır. Bu fabrikada ipek ipliği üretimi yapılmaktadır. Bundan önce
ise, Bursalı yerli bir girişimci tarafından Falkeisen’in de ortak olduğu, Osmanlı’nın
ilk buharlı fabrikası kurulmuştur. 1850’lerden sonra buhar gücüyle çalışan fabrika
sayıları artmış, 1875’ten sonra zeytin ve pamuk tohumundan üretilen yağlar için
fabrikalar kurulmuş, 1910’larda ise fabrika sayısı ciddi rakamlara ulaşmıştır (Orçan,
2004: 72).
Osmanlı, Batı için bir üretici değil, pazar olarak görülmüş ve ticari ilişkiler de
bu doğrultuda biçimlenmiştir. Daha sonradan kurulmaya başlayan fabrikalar ise
sınırlı bir kapsamda faaliyet göstermiş, bunların birçoğu yabancı sermayedarlar
tarafından çalıştırılmıştır. Kurulan yeni fabrikalarla ve ulaşım imkânlarının
gelişimiyle birlikte, nüfusun sınırlı da olsa bir kısmı üretime aktarılmış, böylelikle
küçük çaplı bir göç hareketi yaşanmış, işçi sayısında artış görülmüştür.
31
Bu dönemde kendi kendine yeten, kanaatkâr bir üretim ve tüketim ekonomisi
söz konusudur. Ancak, endüstrileşme ve modernleşmeye bağlı olarak kentleşme ve
nüfus arttıkça, kentli nüfusun çarşı ve pazara olan bağımlılığı da artmıştır. Bütün bu
gelişmeler sonucunda kanaatkâr kültürden tüketim kültürüne doğru bir kayış
olmuştur (Orçan, 2004: 112).
Batılılaşma yönündeki bu süreç mutfak kültürüne de yansımış, bu kültürde
önemli değişimler yaratmıştır. Bu konunun kaleme alındığı ilk eserlerden birisi de
Tıbbiye öğretmenlerinden Mehmed Kamil Efendi’nin, Melceü’t Tabbahin (Aşçıların
Sığınağı) adlı yemek kitabıdır. Mehmed Kamil, kitabının önsözünde yaşam
koşullarının değiştiğinden, geleneksel yemek çeşitlerinin yetersiz kaldığından, bu
yeni şartlar çerçevesinde Batılıların mutfak kültürlerinden yararlanılması
gerektiğinden söz etmekte ve eserinin de buna hizmet etmek amacıyla yazıldığını
söylemektedir (Gürsoy, 2004: 145).
Topyekûn ve homojen bir Batılılaşma sürecine ise Cumhuriyet dönemiyle
birlikte girilmiş, bu süreçte tüketim kültürü de ciddi anlamda değişime uğramıştır.
Çağa özgü sosyal, ekonomik, politik ve kültürel gelişmelerin yanında, devlet ve
toplum yapısındaki sekülerleşme olgusu da, tüketim anlayışında geleneksel kültürel
değerlerin yerine, modern dünyanın değerlerinin geçerli hale gelmesinde etkili
olmuştur (Orçan, 2004: 122).
Bununla birlikte Cumhuriyetin ilan edildiği 1923 yılından II. Dünya Savaşı’nın
bitimine kadar geçen sürede, Türk toplumunda yoksulluk ve kıtlık hâkimdir.
32
Özellikle savaş yıllarında devlet toplumdan ek vergiler almakta, ekmek, un, şeker
gibi temel besin maddeleri bulunamaz duruma geldiği için karneye bağlanmaktadır.
Dolayısıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında, Batılı anlayışta tüketim kültürü kitlesel
olarak değil, sınıfsal olarak ortaya çıkmıştır (Zürcher, 1999: 286). Bu kültürün
kitleselleşmesi, sanayileşme ve kentleşmenin hızına paralel olarak gerçekleşecek;
Türkiye’nin kendine özgü koşulları çerçevesinde (sanayileşme ve kentleşme hareketi
çerçevesinde) biçimlenecektir.
1927 yılına ait verilere göre, o tarihte Türkiye’de 65 binden fazla endüstri
işyeri bulunmaktadır. Ancak bu işyerlerinin yarısından fazlasında, yalnızca 3 işçi
istihdam edilmektedir. Daha fazla sayıda işçi istihdam eden yerlerin oranı ise
düşüktür. Büyük çaplı işletmeler ise ya devlete ve askeriyeye aittir, ya da buraların
sahipleri yabancı sermayedarlardır. 1923 yılında Türkiye genelinde tahmini 20-30
bin endüstri işçisi bulunmaktadır. Bu sayı 1948 yılında büyük işyerlerinde toplam
301.299’a ulaşmaktadır. Küçük işyerleri ve ziraatta çalışanların sayısı ise bunun iki
katıdır. Özel sektör ve kamu kesiminde de çeşitli girişimler olmakla birlikte, 1945
yılında nüfusun yüzde 80’lik bir kısmı geleneksel yaşam biçimini sürdürerek
köylerde yaşamaktadır (Karpat, 1996: 106). Dolayısıyla 1950’li yıllara kadar batılı
anlayıştaki tüketim kültürünün daha çok sınıfsal olarak geliştiği gözlemlenmektedir.
1950-60’lı yıllar ise, Cumhuriyet Dönemi’nde oluşturulmaya başlanan
kapitalist sınıfın gücünü arttırdığı ve bu kapitalist gücün Batı ile bütünleşmeye
gittiği, makineleşmenin ve sanayileşmenin hızlandığı, pazar için üretimin başladığı
(Işık ve Erol, 2002: 75-78), tarımsal üretimden sanayileşmiş üretime geçildiği,
33
kentleşme ve gecekondulaşmanın yoğun olarak yaşandığı bir dönemdir. Buradaki
sanayileşme ise “üretim araçlarının” değil, “tüketim mallarının” üretimine yönelik
bir sanayileşmedir (Tanilli, 2003: 339).
II. Dünya savaşı sonrasında siyasal ve ekonomik alanda girişilen yapısal
değişikliklere paralel olarak, Batılı ve modern üretim ve tüketim biçimlerinin de alt
yapısı hazırlanmıştır. Kıtlık ekonomisi ve üretimi, yerini montaj üretimine bırakmış,
böylelikle endüstrileşmenin hızı artmıştır. Savaş ortamı ve ekonomideki durgunluk,
1950’lere kadar nüfus hareketlerinin sınırlı kalmasına neden olurken, savaş sonrası
gelişmeler kırsal kesimden kentlere doğru bir işçi harekeliliği yaşanmasına yol
açmıştır. Buna paralel olarak gündelik yaşam tarzı ile geleneksel üretim ve tüketim
biçimlerinde de değişimler gözlenmiştir.
1950’lerde başlayan karayolu ulaşım projesi, mal ve ürünün, üretim
da etkili olmuştur. Satıcı, üretici, tüketici ilişkileri değişmiş; ürün, raf, reyon, hesap
düzeni ve ürünlerin sunumları farklılaşmıştır. Örneğin bakkal ve dükkân gibi mahalli
ölçekte hizmet veren yerlerin yanında, semt ölçeğinde hizmet veren büyük marketler
oluşmuştur. Buralarda ürünlerin sunumu, raflara dizilişi değişmiş, malların üzerine
etiketler yapıştırılmaya başlanmıştır.
36
II. Dünya Savaşının bitiminden sonra ilk defa basit olarak Sümerbank
tarafından mağazalar zincirinin kurulması ve ardından 1954’te Migros’un
açılmasıyla birlikte, Türkiye’de tüketim mekânlarında küresel değişim süreci
başlamıştır. 1971 yılında Migros, bir evin bütün ihtiyaçlarının karşılanabileceği ve
self servis sistemiyle alışverişin yapılabileceği ilk süper market mağazasını İstanbul
Şişli’de açmıştır (Orçan, 2004: 246).
1970’li yıllarda Türk siyasal hayatında ilk defa koalisyon hükümetleri
kurulmuş; ideolojik ve siyasal kamplaşmalar ülke genelinde karışıklık yaratmıştır.
Amerika ve Avrupa’da yerleşen tüketim anlayışı, refah ve huzurun sağlanamadığı
Türkiye’de, 1980 sonrası ekonomik ve siyasal alanlarda gerçekleşen değişimlerle
birlikte yayılma imkânı bulabilmiştir.
1980 sonrası dönemde Türkiye’de her bakımdan liberalleşme ve modernleşme
dönemi yaşanmaktadır. Bu dönemde Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü,
Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütler, Türk siyasal yaşamını belirlemede
önemli roller üstlenmişlerdir. 1950’li yıllarda ABD’nin de etkisiyle karayolu
yapımına öncelik veren Türkiye, 1980’den sonra küreselleşme dönemiyle birlikte
otoyol yapımına ağırlık vermiştir.
Yine bu dönemde, Batı ürünlerinin Türk tüketicileri tarafından tüketilmesi
daha bir kitlesellik kazanmış, montaj ve yerli endüstrinin gelişimi hızlanmıştır.
Tüketimin kitleselleşmesi için, üretim sistemi ve dağıtım ağının gelişmesinin
yanında, hızlı kentleşme ve modernleşmenin de yaşanması gerekecektir. Böylelikle
37
refah seviyesine bağlı olarak Batılı tüketim tarzı, geleneksel tüketime karşı bir
üstünlük sağlayabilecektir (Orçan, 2004: 175).
Özellikle 1980’li yıllarla birlikte hızlanan “kentleşme” süreci, Türkiye’nin
toplumsal ve ekonomik yapısını biçimlendirmede de önemli bir rol oynamış,
bugünkü sınıfsal ve kültürel yapıyı etkilemiştir. Ekonomideki gelişmelere ve
çağımızın hizmet sektörüne dayalı büyüme anlayışına paralel olarak, gerek hizmet
sektöründe gerekse sanayide, çalışan nüfusun oranı sürekli yükselmektedir. Buna
bağlı olarak nüfus, hem işgücü içinde, hem de coğrafi olarak sürekli bir hareketlilik
halindedir.
1985’ten itibaren, kırsal nüfusun artış hızı negatif olmuş; yani kırsal nüfus
sürekli olarak küçülmüştür. 1997 yılı nüfus sayımına göre ise, nüfusun yarısından
fazlası büyük kentlerde yaşamaya başlamıştır (Kongar, 1998: 549). Kentlere her yeni
gelen nüfus, kırdaki kalan nüfusu çekmiş ve kırsal yaşamın kentsel alışkanlıklar ve
önceliklerle birlikte farklılaşarak metropollerde yaşanmasına neden olmuştur.
Türkiye 2000’li yıllarda nüfusunun üçte ikisi kentlerde yaşayan bir ülke konumuna
gelmiştir.
Türkiye’deki kentleşme olgusunun temelinde “kırdan kente doğru yapılan göç
hareketi” bulunmaktadır. Bu hareketin itici güçlerinden birisi de, kırsal alanlardaki
yüksek nüfus artışıdır. Çalışma imkânını kırsal bölgelerde bulamayan insanlar için
kentler, iş kapısı olarak görülmeye başlamıştır. Tarımsal etkinliklerin ekonomik
açıdan yetersizliği, toprak sahibinin ölümünden sonra toprağın geride kalanlar
38
arasında bölünüyor olması, tarımda makineleşme sonucu yaşanan işsizlik ve tarımsal
faaliyetler için yeni toprakların kullanılma olanağının bulunmaması gibi nedenler de
kırdan kente doğru yapılan göçün itici güçleri arasında yer almıştır.
Kırsal alanların itici öğeleri olduğu gibi, kentlerin de göç hareketine sebep olan
çekici öğeleri bulunmaktadır. Kentlerdeki iş olanakları iş gücü artış hızının çok
altında olmasına rağmen, kırsal alanlardan yapılan göçler için çekici bir unsurdur.
Sanayi kesimindeki ücretler, tarım kesiminin 4-5 katı civarındadır. Kentlerde çalışan
birinin ortalama kazancı, kırsalda çalışan bir kişinin ortalama kazancının iki katından
daha fazladır. Bunun yanında kırsal nüfus için büyük kentler, hem eğitim hem de
sağlık olanakları bakımından da çekici olabilmektedir (Kongar, 1998: 553).
Türkiye’deki kentleşme süreci, kentlerdeki sanayileşme düzeyleri arasındaki
farklılıklar ile gelir ve hizmet dağılımındaki çarpıklıklar nedeniyle, farklı bölgelerde
değişik yoğunluklarda yaşanmaktadır. Bu durum da bölgeler arasındaki
dengesizlikleri arttırmaktadır. Örneğin, Marmara Bölgesi, diğer bölgelerin kentsellik
oranına göre oldukça ileri bir düzeydedir.
Kentleşme olgusu, çeşitli iller bakımından da farklılıklar içermektedir. Büyük
kentlerin yanında, kimi orta büyüklükte ve sanayinin daha yoğun olduğu kentler,
küçük kentlere nazaran daha hızlı büyümektedir. Kentsel alanlardaki kamu
hizmetlerinin ve çeşitli olanakların yetersizliği, konut eksikliği ve kent planlarının
yapılmamış olması ise, Türkiye’deki kentleşme olgusunun en başta gelen
sorunlarından birisidir (Kongar, 1998: 561).
39
Kentlere göç eden ve buralarda konut olanaklarından yoksun kalan nüfus
“gecekondulaşma” olarak nitelenen yeni bir olguyu da ortaya çıkarmıştır.
Gecekondular adından da anlaşıldığı üzere, çok çabuk yapılan ve başlangıçta birçok
konut hizmetinden yoksun olan konutlardır. Büyük kentler göç sonucunda
gecekondularla çevrelenmiş durumdadır. “Kent hukuku dışında gelişen gecekondu
bölgelerindeki yapıların af yoluyla meşrulaştırılması, Özal döneminde çıkarılan üç
yasa ile sağlanmış ve böylece kent yağması olayı tam anlamıyla, Türkiye’nin
gündemine oturmuştur.” (Kongar, 1998: 567).
Gecekondu halkının sahip olduğu mesleklere bakıldığında ise karşımıza şöyle
bir tablo çıkmaktadır: Gecekondularda yaşayanların üçte biri hizmet sektöründe
çalışmaktadır. İkinci sırada sanayi işçiliği gelmektedir. Üçüncü grubu küçük esnaf,
küçük tüccar ve gezginci satıcılar oluşturur. Dördüncü grubu ise niteliksiz işçiler
oluşturmaktadır. Bunların bir kısmı mevsimlik işçi olarak inşaat işleriyle
uğraşmaktadır (Kongar, 1998: 571).
Türkiye’de endüstrileşmenin yoğun olarak yaşandığı bölgelerde insanların
ihtiyaçları da farklılaşmakta, beslenme alışkanlıklarının değişimi daha kolay
olmaktadır. Zaman içinde kadınların da iş hayatına girmesiyle birlikte iki maaşlı
ailelerin sayısı artmış, insanlar ev yemeğine daha az zaman ayırmaya başlamıştır ve
kitlesel, standardize gıda maddeleriyle karınlarını doyurmaya başlamıştır.
Teknolojinin etkisiyle yiyecek sektöründe koruma, paketleme, dondurma
işlemleri hızla yaygınlaşmaktadır. Bu gelişmeler, farklı coğrafyalardan edinilen her
40
türlü gıdanın, dünyanın hemen her yerinde tüketilmesine olanak vermektedir.
İnsansız teknolojiler sayesinde yiyecekler önceden biçimlenmiş, kesilmiş,
dilimlenmiş ve hazırlanmış olarak restoranlara getirilebilmektedir. İnsansız
teknolojilerin yaptığı iş ne kadar artarsa, işçilerin yapması gereken iş de o kadar
azalmaktadır (Dursun, 1999: 35). Standartlaşma ve otomatizasyon arttıkça, yemekler
de seri biçimde üretilebilmiştir. Geriye kalan ise bu yemeklerin yeterli sayıda insan
grubu arasında geçerli hale gelmesini ve seri biçiminde satışının yapılabilmesini
sağlamaktır. Ülkeler arasındaki mesafenin giderek daha da azalması, yolculukların
artmasını ve turizm sektörünün canlanmasını kolaylaştırmıştır. Seyahat eden
insanlar, gittikleri yerlerde daha önceden bildikleri yiyecekleri aramış; bu durum ise
kitle kültürünün önemli bir parçası haline gelen hızlı hazır yiyecek sektörünün
gelişimini daha da hızlandırmıştır.
1980’lerden sonra, geleneksel damak zevki için yabancı olan McDonald’s ve
Burger King gibi yemek yerlerinin açılması, bu zamana kadar fazla değişmeyen ve
ülke çapında bir markaya veya zincire dönüşmemiş olan yiyecek mekânlarını da
değişime zorlamıştır. Bu döneme kadar geleneksel özelliklerinden fazla bir şey
yitirmemiş olan yiyecekler de kendilerini hızlı hazır yemek sisteminin işleyiş
mekanizmalarına uyarlayarak, pazardaki yerlerini korumaya çalışmıştır.
Hızlı hazır servis yapan restoranların çoğu, doğrudan veya kolektif yatırımla
lisanslı olarak veya isim satın alma yoluna giderek diğer ülkelere doğru
genişlemektedir. Bunların birçoğu ise menülerinde yerel yiyecekleri tercih ederek,
uluslararası zincirlerde etnik unsurları öne çıkartmayı yeğlemektedir.
41
Orçan, Batının küresel bir kültüre dönüşmesinde, kültürleri kökünden sarsacak
ve unutturacak kadar ürün ve hizmet üretmesinin etkili olduğunu söylerken, Türk
dönerinin ve kebaplarının geleneksel kokularına rağmen, pizza ve hamburger
karşısında Türk toplumundaki erişilmez üstünlükleriyle birlikte, Avusturya ve
Almanya başta olmak üzere, batı ülkelerinde kitleselleştiğini, batı dışı bir
küreselleşme girdisi haline geldiklerini vurgulamaktadır (Orçan, 2004: 213).
42
II. BÖLÜM
YEME-İÇME KÜLTÜRÜ ve GELİŞİMİ
1) Tarihsel Süreç İçerisinde Yeme- İçme Kültürünün Evrimi
Yeme içme kültürü insanlık tarihinin her evresinde önemli olmuştur.6
Günümüzden 12 bin yıl öncesinde insanların öncelikli amacı yaşamlarını devam
ettirebilmek için besin bulmaya ve beslenmeye dayanmaktadır. Paleolitik çağ (İ.Ö
600.000-10.000) olarak adlandırılan bu dönemde, insanlar bol av ve besin
bulabilecekleri yerlere göç etmekte ve kendilerine barınak olarak mağaraları veya
kaya sığınaklarını seçmektedirler.
Göçebe bir hayat süren bu insanların, beslenmelerini ise orman bitkileri ve
meyveleriyle sağladıkları düşünülmektedir. Avlanabilen hayvanlar taştan yapılan
kesici aletlerle parçalanmaktadır. Ateş bulunana dek hayvanların etleri çiğ olarak
tüketilmiştir. Karain mağarası’ndaki bulgulara göre, insanoğlu 110.000-92.000 yıl
öncesinde elindeki sopanın ucunu sivriltmeyi ve ateşi bulmayı başarabilmiştir.
İlk ocakların, rüzgâra ve diğer doğal etkilere karşı korunaklı olduğu ve
etraflarının büyük taşlarla çevrelendiği düşünülmektedir. Daha sonraları ateşi üretme,
kontrollü biçimde yakma ve onu istediği yere yanında götürme becerisine sahip
olunmuştur. Bu bilgi birikimi sayesinde değişik ocak yapma teknikleri de 6 Bkz. Gürsoy (2004), Uhri (2000), Grefe (1994), Şavkay (2001), Lewis (2001), Dursun (1999) ve
Durrant (1979)
43
öğrenilmiştir. İnsanoğlu ilk ocakları, ateşin sönmemesini ve kontrollü bir biçimde
yanmasını sağlamak amacıyla yaratmıştır
Ateşin kontrol altına alınması sayesinde ısınma, ısıtma, aydınlatma, yakma,
avlama, ayrıştırma, birleştirme, haberleşme, barınma, korunma, alet yapma, ölü
gömme ve besin maddelerinin pişirilmesi gibi konularda hızla ilerleme sağlanmıştır.
Pişirme sayesinde, çiğ olarak tüketilemeyen veya tüketilirken dişleri ve mideyi
yoran, yumuşak olmadığı için küçük parçalara ayrılamayan ve hazımsızlık gibi
sorunlara neden olan kimi yiyecekler yenebilir hale gelmiş, besinlerin sindirimi
kolaylaşmıştır (Lewis, 2001).
Paleolitik dönemi izleyen mezolitik dönem (İ.Ö 10.000-8000), mikrolit adı
verilen minik araç gereçlerle tanınmaktadır. Orta taş çağı da denilen bu dönemde,
dünyada bugünküne benzer yeni iklim koşuları oluşmaya başlamış, buzul çağı sona
ermiştir. Buna paralel olarak bitki ve hayvan varlığı da değişmiştir. Buzul devrindeki
büyük ve hantal hayvanlar yerine, daha küçük ve hızlı hareket eden hayvanlar
gelişmiştir. Bu durumdan avcılar da etkilenmiş ve daha küçük boyutlarda av aletleri
yaratmışlardır. Ok ve yay da yine bu dönemde icat edilen aletlerdendir. İlkel ve
yabani tahılları biçmek için ise çeşitli taşlar ve tırpan bıçakları kullanılmaya
başlanmıştır. Gürsoy (2004) bu yabanıl tahılların, ateşin yanındaki taşların, pişirilme
işlemi sırasında kullanılmasıyla tüketilebildiğini söylemektedir.
Beslenmenin temelleri bu çağlarda atılmıştır. İnsanlar kilden ve madenden
çanak çömlek yapamamaktadır; ancak çukur taşları ve taneleri ezmekte kullandıkları
44
havanları vardır. Toplanılan kökler sıcak küle gömülerek pişirilmektedir; henüz
üreticilik yoktur, avcılık ve toplayıcılık vardır.
Gerçek anlamda lezzeti temel alan yemek kültürü ise, neolitik dönemde (İ.Ö
8000-6000) oluşmuştur. Bu döneme “cilalı taş devri” de denir. İnsanlar artık köyler
ve şehirler kurmaya başlamış, yerleşik yaşama ve üreticiliğe geçmiştir. Avcılığın
gelişmesine paralel olarak ilk evcilleştirilen hayvan köpek olmuştur. Dönemin
sonuna doğru ise, koyun ve keçinin evcilleştirilmesinin ilk adımları atılmıştır.
Neolitik dönemin başlarında, tarımla ciddi biçimde uğraşan ve bunu bir yaşam
biçimi haline getiren yerleşik topluluklar ortaya çıkmaya başlamıştır. Mezopotamya
ve İran’da yapılan kazılarda neolitik döneme ait ilk fırın olarak nitelendirilebilecek
yapılar bulunmuş7; ancak bu yapılardan, içinde ekmek gibi gıda maddelerini
pişirmekten çok, tahıl kavurma ve pişmiş topraktan insan ve hayvan figürleriyle tuğla
yapmada yararlanıldığı anlaşılmıştır8.
Hayvansal ve bitkisel besin maddelerinin içinde, öncelikli olarak tahılların ve
etin ısıtma işleminden geçirilmiş olduğu düşünülmektedir; çünkü tahıl ve et, bitkilere
göre daha serttir ve çiğ olarak tüketildiğinde insanın sindirim sistemiyle uyumsuz
olmaktadır. Etlerin basit olarak pişirilmesi için kullanılan ilk yöntemin, etin ateş
7 Fırınlar ile yerleşiklik arasında bir bağlantı vardır. Türkçe’de fırın veya tandırla bağlantılı en eski
sözcük XIV. yy’dan önceye gitmemektedir. Bu sözcüğe gereksinim duyulmamış olması, Türklerin göçebe bir yaşam biçimi sürdürmeleriyle ilişkilendirilebilir; çünkü kullanılan dil, onu kullanan halkın yaşama biçimini ve kültürünü yansıtır (Uhri, 2000: 40).
8 Günümüzde de Ortadoğu’da rastlanılan bu fırınlara Tanour/Tenûr/Tennûr denilmektedir. Türkçe’de kullanılan fırın ve tandır sözcükleri, Latince furnus ve Farsça Tenûr, Arapça Tennûr sözcüklerinden gelmektedir (Uhri, 2000: 38).
45
üzerinde çevrilerek kızartılması veya doğrudan ateşe atılarak pişirilmesi olduğu
sanılmaktadır. Bunu izleyen diğer bir yöntem ise, doğrudan ateşe atma değil, etleri
közlerin üzerine atıp kızartma, yani közleme olabilir. Uhri (2000), ocakların
evrimiyle de bağlantılı olarak başka bir yöntemin daha geliştiğini söylemektedir. Bu
yöntem, içine ateşte ısıtılmış taşların döşendiği çukurlara eti koyup pişirme; ya da
diğer bir değişle basit bir tandır tekniğidir. Bu teknikle suyun da kaynatılması
sağlanmış ve etin haşlaması da yapılabilmiştir
Bu pişirme tekniklerinin sağladığı yemek çeşitliliği konusunda Anadolu’ya
bakıldığında, Hitit metinlerinin bu konuda bilgi vermek açısından faydalı olduğu
görülür. Hitit metinlerinde pişirme eylemi için bir tek fiil, zanu veya IZI-it (pahhunit)
zanu “ateşle pişirmek” sözcüğü kullanılmıştır. Ancak bu fiil, kızartmak, haşlamak,
kaynatmak, ızgara yapmak yani her türlü pişirme eylemi için de kullanılmakta,
bunun yanı sıra “Pahhunit wahnu” ise ateş üzerinde çevirmek, “ızgara yapmak”
anlamına gelmektedir. Hitit metinlerindeki et yemekleriyle ilgili örneklere
baktığımızda ise karşımıza şiş kebap çeşitleri, türlüler ve çeşitli yöresel yemekler
(Nerik usulü yemek, Pişhuru yemeği, Saramna) çıkmaktadır. Hititler kızartılmış et ve
soğanı ekmek arasına koyup sandviç olarak da tüketmektedir (Uhri, 2000: 43).
Geç neolitik dönem dediğimiz İ.Ö. 6000- 5500 yılları arasında, insanoğlu
kilden çanak çömlek yapımını gerçekleştirmiştir. Böylece sıvıların taşınması,
depolanması, katı yiyeceklerin saklanması da sağlanmıştır. Tahıl üretimi ve
depolanması da bu çağda gerçekleşmiştir. Konya Çatalhöyük, dönemin tipik yerleşim
yeridir. Gürsoy (2004), bu dönemde buğday, arpa, mercimek, bezelye, bakla
46
üretiminin geliştiğini, tahıl tanelerinin tokmaklarla dövülerek ezildiğini ve öğütme
taşlarında kabuklarından ayrılarak öğütüldüğünü söylemektedir. Tarım yapılmaya
uygun toprak olmayan yerlerde insanlar, avcılık, hayvancılık ve hayvansal ürünlerin
alışverişi ile geçinmiştir.
Bakır, düşük sıcaklıkta işlenebildiği ve dövülerek kolayca biçimlendirildiği
için doğada ilk işlenen maden olmuştur. Kalkolitik dönemin (İ.Ö 5500-3000) en
önemli özelliği de taş aletlerin yerini bakırdan yapılan aletlerin almasıdır. Bakır çağı
da denilen bu dönemde arpa, buğday tarımı yapılmış, köpek, koyun, keçi, sığır, eşek
beslenmiş ve ticaret kervanlarında ilk kez, evcilleştirilmiş at kullanılmıştır. Çivi
yazısının atası denilen ilk işaretlere de yine bu dönemde rastlanmıştır.
Kazılarda bulunmuş olan tabletler ve adak stelleri, Sümerler döneminde (İ.Ö
4000- 2200) köpek, koyun, keçi, domuz, sığır ve tavuğun evcilleştirilmiş olduğunu
göstertmektedir. Öküz ya da eşekler, arabaları çekmek için kullanılmakta, at ise
henüz bilinmemektedir. Sümerler’de balıkçılık yaygındır, ekmek mayalanmadan
yapılır bazlama biçiminde tüketilir. Şavkay’a göre (2001), İ.Ö 2500’lerde
Sümerler’deki “balık- ekmek” veya “soğan- ekmek”, ayaküstü atıştırma için
gösterilebilecek ilk örneklerdendir.
Ziggurat denilen tapınağa, belirli günlerde yiyecek maddeleri götürmek
Sümerler’de yaygın olan bir inanıştır. Bu yiyecekler pişirilir ve tapınak görevlilerinin
beslenmesi bu yolla sağlanır. Halk susuzluğunu bira ile giderir, tahıl üretiminin
büyük bir kısmından bira yapılır. Bira dışında tüketilen diğer bir içecek ise şaraptır.
47
Sümer şehirlerinin kimi mahallelerinde bira içilen ve söyleşilen içkievleri de
bulunmaktadır. Kural gereği bu içkievlerinin yöneticileri kadın olmalıdır. İşletmeci
bayanın birahanede konuşulanları yörenin mülki amirine anlatma sorumluluğu
vardır. Yani her birahane yöneticisi bayan, aynı zamanda bir istihbarat ajanıdır.
Limanlardaki içkievlerine ise çoğunlukla gemiciler gider; ama genelde bu mekânlar
kadın erkek herkese açıktır (Gürsoy, 2004).
Bakır ve kalayın odun kömürü ateşinde eritilip birleştirilmesiyle tunç
bulunmuş ve hem aletlerin hem de kazan gibi kapların yapımında tunç kullanılmaya
başlanmıştır. Tunç çağında (İ.Ö 3000-1200) çömlekçiliğin gelişimi ile seramikçilik
ticareti de artmış, bu da artı-değer yaratarak toplulukları zenginleştirmiştir. Yaratılan
zenginliği korumak için surlar, saraylar, erzak depoları ve tapınaklardan oluşan
şehirler ortaya çıkmaya başlamıştır. Toplumsal yapı değişmiş, krallar egemen hale
gelmiştir.
Tunç döneminin en önemli yerleşim yerleri Hititler’in başkenti Hattuşa (İ.Ö
1600-1200) ile Çanakkale’deki Troya’dır. Gürsoy (2004), Troya buluntuları arasında
bir altın olta iğnesi bulunduğunu, bunun olta balıkçılığının geliştiğini gösterdiğini
söyler. Kültepe kazılarında ise, sokaklara açılan küçük depoları olan dükkânlara
rastlanmıştır. Bu dükkânlarda iki ocak ve tandırın bulunması ve çanak çömleğin bir
ailenin ihtiyacından fazla oluşu, buraların aşhane, lokanta benzeri yerler olduğunu
düşündürtmektedir.
48
Antik çağda evlerde yemeklerin piştiği mutfak, ayrı bir birim olarak yer
almamış, megaronun içinde yer alan ateşten ise hem yemek pişirmede hem de
aydınlatma ve ısınmada yararlanılmıştır. Özellikle İ.Ö. VII. yy.’dan itibaren oturarak
değil “kline” adı verilen döşeklere uzanarak yemek yenilmeye başlanmıştır. Lokanta
ve tavernalarda ise uzanarak yemenin tersine masa başında oturarak yemek
yenilmektedir (Gürsoy, 1995). Bu dönemde, yemek davetlerinde hazırlanan
yiyecekler büyükçe bir masa üzerinde sergilenir; isteyen kişi istediği yiyeceği
tabağına alır ve yine istediği yerde yiyebilirdi. Bu durum günümüzdeki açık büfe
uygulamalarını andırmakta ve self-servis düzenin ilk örneklerini oluşturmaktadır
(Gürsoy, 2004)
İ.Ö. II. yy’dan sonra madeni ve gümüş cam sofra eşyaları giderek
yaygınlaşmış, “mappa” adı verilen peçete de ilk kez İ.S. I. yüzyılın başında
kullanılmaya başlamıştır. Yine bu dönemde Apicius tarafından ilk yemek kitabı da
yazılmıştır (Gürsoy, 2004). İmparatorlukta, fetihlerden sonra yapılan kutlamalarda,
topluluklara yemek ve içki servisi geleneği yaygınlaşmış ve aşçılık gelişmiştir.
Sofra tarihinde ilk olarak bıçağın, sonra kaşığın ve en sonra da çatalın yer
Hızlı hazır yemek sisteminde en çok tüketilen hazır yemekler şöyle sıralanabilir:
- Hamburger tipleri (peynirli burger, büyük burger)
- Kızarmış patates
- Kızarmış parça tavuk (but, göğüs, kanat)
- Kızarmış balık filetosu
- Sebze burger
- Pizza ve çeşitleri
- Kızarmış elma tatlısı
- Dondurma ve çikolatalı sütlü içecekler (milk- shake vs.)
A) Hızlı Hazır Yemek Sisteminin Evrensel Simgesi: Hamburger
Hızlı hazır yiyecek denildiğinde akla ilk gelen ürün hamburger olmaktadır.
Hamburgerin geçmişine ilişkin farklı yaklaşımlar vardır. Tuncel (2000), hamburgerin
atası sayılabilecek ilk sandviçin, ortaçağ Rusya’sında yapıldığını yazmaktadır.
9 Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) 42'nci kuruluş yıldönümü dolayısıyla yayımlanan Planlama
dergisi özel sayısında, Türkiye’de kayıt dışı ekonominin kayıtlı ekonomiye oranının 2001 yılında yüzde 66.2'ye ulaştığı belirtilmektedir. Öte yandan Devlet Planlama Müsteşarlığı, Kayıtdışı Ekonomi Özel İhtisas Komisyonu 2001 yılı Raporu’na göre Nisan 1999 Hanehalkı İşgücü Anketi sonuçlarına itibarıyla, Türkiye genelinde kişinin referans döneminde çalıştığı işyerindeki kayıtlılık durumunu gösteren veriler, hizmetler sektöründe istihdam edilenlerin yüzde 22’sinin herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı olmadan çalıştığını göstermektedir.
58
Tuncel’e göre, XIII. yüzyılda Rusya’yı ve Doğu Avrupa’yı fetheden göçebe Tatarlar,
burada yaşayan insanlara en hızlı hazırlanan yiyeceği, “parçalanmış sığır eti”ni
tanıtmışlardır. Baltık halkı da bu hızlı yemeği, tuz, biber ve soğan suyu ekleyerek,
çeşnilendirmiş ve farklı bir lezzet yaratmıştır. Daha sonra bu sandviç, Tatar Bifteği
olarak adlandırılmıştır.
Bundan tam 500 yıl sonra Baltıkları ziyaret eden Alman denizcileri, Baltık
damak zevkini ve bu arada Tatar bifteğini keşfetmişler ve bunu geliştirerek, bütün
Alman sahil şehirlerine tanıtmışlardır. Daha sonra Alman aşçıları bu yemeği çeşitli
formlarda ve karışımlarda hazırlamaya başlamış ve bunu köfte halinde yassı yuvarlak
bir biçime sokarak, ince kesilmiş soğanla servis etmişlerdir. Aşçılar buna kimi zaman
da yumurta ilave etmişler ve “Hamburger Usulü Köfte” adını vermişlerdir10(Tuncel,
2000).
Alman denizcilerinin ve göçmenlerinin, hamburger usulü köfteyi New York
limanında kıyı boyunca satmaya başlamasıyla birlikte, Amerika’da 100 yıldan daha
az bir sürede hamburger usulü köfte tanınır hale gelmiştir. Hamburger usulü köfte ilk
defa, 1834 yılında New York’un ünlü restoranlarından biri olan Delmonico’s
restoranın menüsüne girmiş ve 10 sent’ten satılmaya başlamıştır.
Langdon’a göre ise, hamburgeri daha çekici hale getiren ilk lokanta işletmecisi
Walter Anderson olmuştur. 1916’da eti düzgünleştirip yassı köfte haline getiren
Anderson, sokak arabasını kullanarak ilk dükkânını açmış, işini giderek büyütmeye
10 Hamburgerin hikayesi için bakınız: David Belmen, “The Hamburger Holds its Ground”,
Restaurants USA Magazine: 45-47 (Mayıs 1996), s.45
59
başlamıştır. 1920 yılında Anderson tarafından açılan “White Castle”, menüsü ve
tasarımıyla Amerika’nın birçok yerinde örnek gösterilen restoranlardan birisi haline
gelmiştir. “White Castle” tarafından popüler hale getirilen hamburger ise zamanla,
sistematik üretime uygun olduğu, hızlı pişip kolayca paketlenebildiği ve rahatça
taşınıp ayaküstü tüketilebildiği için, birçok zincir restoranın menü seçiminde ilk
sırada yer almaya başlamıştır (Dursun, 1999). XX. yüzyıl ortalarına bu şekilde gelen
hamburger, Amerika’da özellikle göçmenler ve otomotiv sanayi işçileri arasında çok
tüketilen ve kabul gören bir yiyecek olmuştur (Tuncel, 2000).
Bu yaklaşımlarda, etin kıyılarak, kıyılmış etin de köfte yapılarak
kullanılmasının ilk kez hamburger ile birlikte başladığı görüşü ağır basmaktadır.
Ancak hamburgerin oluşumu konusunda bu yaklaşımlardan farklı olarak, etin
öncelikle köfte yapılarak kullanıldığı, köfte kültürünün geliştiği de ileri sürülebilir.
Bu konunun daha somut hale getirilebilmesi, kıyma makinesinin bulunması, etin
kıyılması ve köfte kültürünün gelişmesi gibi konuların araştırılması ile mümkün
olabilir.
Hızlı hazır restoranların açılmasında, otomobil sektöründe yaşanan
gelişmelerin de önemli payı vardır. Otomobillerle birlikte hareket imkânı artmış,
daha sık seyahate çıkılmaya başlanmıştır. Seyahat eden insanların yiyecek
ihtiyaçlarını karşılamak için çok sayıda büfe açılmıştır. Ancak, yol üzerinde açılan
büfelerin ve kafelerin sunduğu yiyeceklerin pek güvenilir bulunmaması; tanıdık bir
fiyatla tanıdık bir yemek sunmak isteyen girişimcileri harekete geçirmiş ve bunun
60
sonucunda da hızlı hazır yemek sistemiyle çalışan zincir restoranlar oluşmaya
başlamıştır (Dursun,1999).
Bugün hızlı hazır yemek ve hamburger denildiğinde akla ilk olarak
McDonald’s gelir. Hızlı hazır yemek sisteminin gelişmesinde ve hamburgerin
dünyaya yayılmasında, Mc Donald’s’ın rolü yadsınamaz. McDonald’s’ın hikâyesi,
hızlı hazır restoran işletmeciliğinin boyutlarını göstermek açısından önemlidir:
“İlk McDonald's restoranı, 1940 yılında Dick ve Mac McDonald
tarafından California San Bernardino'da açıldı. O zamanın modasına
uygun olarak, "arabaya servis restoranı" (drive in restaurant) olarak
çalışmaya başlayan bu restoran uzun süre başarısını devam ettirdi.
1948'lere gelindiğinde, McDonald's kardeşlerin artan rekabetle başa
çıkabilmek için geliştirdikleri sistem, dünyanın en büyük "hızlı servis
restoranı" zincirinin de doğmasına yol açtı. McDonald's kardeşler, kağıt
bardak ve peçeteler ile servis yapmaya başlayıp, sundukları zengin
menüyü hamburger, cheeseburger, patates kızartması, içecek ve tatlı ile
kısıtladılar ve hamburgerin fiyatını yarı yarıya düşürdüler. Mutfak
düzeni, az sayıda eleman ile verimli çalışma anlayışı çerçevesinde
yeniden oluşturuldu. Bunun yanı sıra, arabayla servis yerine, self-servis
ve paket servise başlandı. Böylece McDonald’s, artık sadece gençlerin
değil, çocuklu ailelerin de uğrak yeri oldu. Kısa zamanda bu düzen ile
yüksek cirolara ulaşıldı.”
61
“Bu düzen ile çalışan restoran sisteminde potansiyel gören ve
kendisi bir milk-shake makinası satıcısı olan Ray Kroc, McDonald's'ın
ismini kullanma hakkını aldı. Illinois'da kendi restoranını açarak ilk
McDonald's işletmecisi ünvanını alan Ray Kroc, McDonald’s kardeşlerin
kurduğu sistemin ana yapısını korudu ve bu yapıya halen McDonald's'ın
kurumsal politikasının çekirdeğini oluşturan "Kalite-Servis-Temizlik"
ilkelerini ekledi. Zaman içerisinde Ray Kroc, Amerika Birleşik
Devletleri'nin dört bir köşesine yayılan bir zincir yarattı. 1961 yılında ise
McDonald's'ın tüm isim haklarını satın alarak, o zaman pek çok kişinin
hayal olarak kabul ettiği hedeflerini gerçekleştirmeye yöneldi. Ray Kroc,
restoran sayısının artması sonucunda bu zinciri tek başına
yürütmektense, kendisinden başka girişimcilere belirli koşullar
çerçevesinde markasını kullanma hakkı vererek, zincirin daha çok
genişlemesine imkan tanıyan bir sisteme oturtmayı tercih etti.”
“1965 yılında McDonald's halka açıldı ve 1966'da McDonald's
hisseleri, New York Borsası'nda işlem görmeye başladı. Bu, artık
McDonald's'ın ülke çapında büyük bir şirket, daha önceki yıllarda
önemsenmeyen hızlı servis restorancılığının ise büyük bir iş kolu olduğu
anlamına geliyordu. 1970'li yıllarda McDonald's kendini ABD dışına
taşıyıp uluslararası bir şirket kimliği kazandı. 1975 yılında Arizona,
Sierra Vista’daki McDonald's restoranında arabaya servisin farklı bir
versiyonu (drive thru) uygulanmaya başlandı. Restorandan açılan bir
pencere ile doğrudan arabaya servis yapılarak müşterilerin araçlarından
62
inmeden siparişlerini kısa sürede alabilecekleri bir sistem kuruldu. Bu
yöntem sayesinde satışlar yüzde 28 oranında artınca, bu parlak fikir
başka McDonald’s restoranlarında da uygulanmaya başladı.”
“1980'lere gelindiğinde McDonald's, dünyanın en büyük şirketleri
arasında yer alıyor ve hisse senetleri New York'un yanı sıra Tokyo, Paris,
Münih, Frankfurt ve Toronto gibi önemli ticaret merkezlerinin
borsalarında da işlem görüyordu. Bu arada McChiken tavuklu sandviç
piyasaya çıktı. McDonald’s Amerika’nın iki numaralı tavuk ürünleri
satıcısı haline geldi. 1990'ların başında McDonald's, Rusya ve Çin gibi
özel bir konuma ve farklı koşullara sahip iki pazara daha girerek, "dünya
markası" olduğunu bir kez daha gösterdi.” (http://www.mcspotlight.org).
Kısaca sistem, ilk olarak “drive in” (arabaya servis) olarak başlamıştır. “Drive
in” restoranlar seyahat eden kişiler için geliştirilmiştir. Annenin çalışma hayatına
girmesi, iş yaşamının yoğunlaşması, çalışanların kısa öğle tatilleri sırasında beslenme
ihtiyaçlarını en hızlı şekilde gidermek durumunda oluşları gibi nedenler, insanların
ev dışında yemek yeme oranını ve ayaküstü yiyeceklerin tüketimini yükseltmiştir.
Zamanla “drive in” restoranlar şehir içinde de açılmaya başlamıştır (Özgen, 1998).
ABD’deki hızlı hazır yemek sektöründe artan rekabet, büyük zincirlerin
büyümeye devam edebilmesi için yabancı pazarlara yönelmesini gerektirmiştir.
McDonald’s, yabancı pazarları fethetme düşüncesini bir “küreselleşme projesi”
olarak görmektedir. Bu amaçla her gün ortalama beş yeni restoran açan
63
McDonald’s’ın, 120’den fazla ülkede yaklaşık 17.000 restoranı vardır, dolayısıyla
McDonald’s, kârlarının çoğunu ABD dışında elde etmektedir (Schlosser, 2004: 244).
Bölgesel, ulusal veya uluslararası zincir şeklinde organize olan McDonald’s’ın
dünyaya yayılması franchising11 yöntemiyle gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada
Franchising12 karşılığı olarak “imtiyaz hakkı” kavramının kullanılması uygun
bulunmuştur. Bunun nedeni, üretilip piyasaya sunularak marka haline getirilen ticari
metanın başka ülkelerde o ülke girişimcileri tarafından, uyulması zorunlu olan 11 Franchisage: (ticaret yada sanayide) lisans kullanma hakkı vermek. Bkz. Saraç, Tahsin, Grand
Dictionnaire Français-Turc,Adam yayınları,2002 Franchising: (bir şirketin/imalatçının satıcıya belirli bir bölge için tanıdığı) imtiyaz, özel izin, satış hakkı/yetkisi, acentelik, özel pazarlama hakkı. Bkz. Atalay, Hamit, İngilizce-Türkçe Sözcük,Türk Dil Kurumu Yayınları, 1999
12 İmtiyaz Hakkını (franchising) genel anlamda “hak sahibine verilen para karşılığında, belirli sınai hakları ticari alanda kullanma izni” olarak tanımlayabiliriz. Türkiye’de yeni yaygınlaşmaya başlayan imtiyaz hakkı sistemini dünyaya tanıtanlar, Amerika Birleşik Devletleri kökenli şirketlerdir. 1863 yılında Singer Dikiş Makinaları ile temelleri oluşmaya başlayan sistem, General Motors, Coca-Cola ve çeşitli benzin istasyonları zincirleriyle birlikte önce ABD’ye sonra da Avrupa’ya yayılmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa bu konuda oldukça yoğun gelişmeler yaşamış ve nihayet 1980’den itibaren imtiyaz hakkı sistemi, Türkiye’de de uygulanmaya başlanmıştır.
İmtiyaz hakkı sisteminin merkezinde, marka, patent, know-how gibi maddi ve gayri maddi mallara sahip olan ve üretim, pazarlama ve dağıtım konusundaki esasları düzenleyen, bunlar arasında uyumu sağlayan ve en önemlisi yatırımcının yeni gireceği alanda bilgi birikimine sahip olan “imtiyaz veren” bulunur. İmtiyaz veren tarafından getirilen düzenleme ve kurallara uyarak, belirli bir coğrafi bölgelde veya herhangi bir coğrafi alan belirlenmeksizin, kendi ad ve hesabına faaliyette bulunan, işletmelere ise “imtiyaz alan” denir.
İmtiyaz alan imtiyaz verene iki tür ödeme yapmaktadır. Sisteme dahil olabilmek için ödenen bedel, “giriş bedeli” (franchise fee) olarak adlandırılan ödemedir ve sadece bir kez sözleşmenin başlangıcında ödenir. İkinci ödeme ise periyodik olarak sözleşme süresince, yapılan ve genelde aylık olarak ödenen, işletmenin aylık cirosunun belirli bir yüzdesinden oluşan ödemedir. Bu ödeme için genel olarak kullanılan Türkçe terim ise “lisans bedeli“dir (royalty payment) .
Günümüzde Amerika Birleşik Devletlerin’de bu sistem içinde çalışan yaklaşık 60 iş kolu bulunmaktadır. İmtiyaz hakkı sisteminin ülkemizde de gelişmesine paralel olarak pazara hem yeni iş kolları eklenmekte hem de istihdam artmaktadır.
Türkiye’de de hızla önemli bir yer teşkil etmeye başlayan imtiyaz hakkı konusundaki hukuki düzenlemeler mevcut genel kanunlar çerçevesinde yürütülmekteyken, 1994 tarihli “Rekabetin Korunması Hakkındaki Kanun” ve bu kanun uyarınca 1998 yılında Rekabet Kurulu tarafından çıkarılan “Franchise Anlaşmalarına İlişkin Grup Muafiyeti Tebliği”ile daha sağlıklı şekilde uygulama imkanına kavuşmuştur. http://www.ufrad.org.tr/
64
şartlara uygun olarak, üretilip tüketime sunulabilmesi için verilen hakkın bir imtiyaz
sözleşmesi ile devredilmesidir.
İmtiyaz hakkı yöntemiyle çalışan ve hızlı hazır yemek alanında dünyaca
tanınan yiyecek firmaları arasında Mc Donald’s dışında, Pizza Hut, Subway,
Kentucky Fried Chicken, Burger King ve Starbucks sayılabilir. İmtiyaz hakkı veren
firma, ürün ve bu ürünün tüketiciye sunum ve satışına ilişkin bilgi birikimini, en
önemlisi de, zaman içerisinde sağlamlaştırdığı markası beraberinde bir müşteri
kitlesini imtiyaz hakkını alana sunar. Örneğin yukarıda belirtilen küresel hızlı hazır
restoranlar yerel bir yatırımcıya imtiyaz hakkı verdiklerinde, yerel yatırımcının işe
başlarken, markayı veya yemeğini tanıtma gibi bir derdi olmayacaktır; çünkü marka,
hemen her yerde kendi müşterilerini oluşturmuştur.
Dünyaca tanınan bir firmadan imtiyaz hakkı alan bir restoran, imtiyaz hakkının
sağladığı tüm bu avantajlar yanında, önemli yükümlülüklerle de karşı karşıyadır.
İmtiyaz hakkını alan restoran işletmecisinden, imtiyaz hakkı veren yabancı
(günümüzde birçok örnekte “çok uluslu”) firmaya doğru sürekli şekilde bir kaynak
aktarımı olacaktır. Başlangıçta ödenen giriş bedeli dışında restoran işletmecisi,
cirosunun önceden belirlenmiş belli bir oranında imtiyaz hakkı veren firmaya
periyodik olarak ödeme yapmak zorundadır. Bunun anlamı, o restoranda satılan her
yiyecekten alınan ücretin bir bölümünün imtiyaz hakkı veren firmaya (ülke dışına)
aktarılmasıdır13.
13 Ülke dışına ciddi bir kaynak aktarımı söz konusu olduğu halde bu ürünlerin çok ucuza satıldıkları
sürekli vurgulanmaktadır. Hızlı hazır yiyeceklerin ucuz oldukları savının yerinde olmadığı, ciddi olarak incelendiğinde esasen maliyetlerinin çok düşük olduğu, 3-4 YTL gibi fiyatlarla satılan bir hamburgerin kâr oranının yurt dışına transfer edilen kaynağı da içerecek kadar yüksek olduğu
65
Restoran sahibi malzeme tedariğinde de belli kurallarla sınırlanmıştır.
Malzemeyi istediği yerden ve istediği şekilde alamayacak, daha maliyetli olsa bile
imtiyaz hakkı veren firmanın kullanılmasını istediği malzemeleri, onun gösterdiği
tedarikçilerden almak zorunda kalmaktadır. Örneğin restoran işletmecisi hamburger
köftesi yapımında kullanacağı eti, başka yerde daha kaliteli ve daha ucuza bulsa bile
imtiyaz hakkı veren firmanın işaret ettiği yerden sağlamak durumundadır. Yemeğin
üretiminde de aynı kısıtlamalar söz konusudur. İmtiyaz hakkı veren firmanın küresel
karar alıcılarının önceden belirledikleri dışında hiçbir yemek, o çevrede ne kadar
talep edilirse edilsin, restoranda üretilemeyecektir. İmtiyaz hakkına dayalı bu
sistemde yerel yaratıcılığa izin yoktur; damak tadının restoran işletmecisi tarafından
çeşitlendirilmesi söz konusu bile değildir. Hızlı hazır yemek sektörünün ideolojik
değerleri, endüstriyel uygulamaları, imtiyaz hakkı yoluyla dünyanın dört bir köşesine
satılmakta ve böylelikle homojenleştirilmiş bir uluslararası kültürün yaratılmaya
çalışılmaktadır.
McDonald’s terimini, toplumsal, ekonomik, kültürel bir sistemin adı olarak
genişleten, ‘McDoktor’dan ‘McEğlence’ye, ‘McGazete’ ve ‘McÜniversite’ye kadar
yaşamın bütün alanlarında “McDonaldlaşma”nın görüldüğünü ileri süren George
Ritzer’e göre (1998); “McDonaldlaştırılma”, bir akılcılaşma sürecidir ve bu süreç
bütün dünyayı yaşamın başlangıcından sonuna kadar gasp eder. Eğitim, iş, sağlık,
seyahat, zevk, rejim, politika, aile ve toplumun diğer tüm özelliklerini etkiler.
kolayca görülebilmektedir. Maliyetlerin çok düşük olması emeğin değerinin düşüklüğü ve “ölçek ekonomisi”* kavramı bağlamında anlaşılabilir olmaktadır.
*Ölçek ekonomisi, yüksek üretim kapasitesi sayesinde birim yatırım ve üretim maliyetinin
düşürülmesidir. Üretim miktarında belli eşikler aşıldıktan sonra, üretim maliyetleri düşer ve verimlilik artar. (Balaban, Yasemin, Capital Dergisi, Temmuz 2004)
66
Akılcılaştırılmış bir toplum, disiplin, düzen, sistematiklik, formalizasyon,
rutin, tutarlılık ve metodik işleyiş gibi şeyleri vurgular. Bu toplumda insanlar ne
zaman, neyle karşılaşabileceklerini öngörürler. Sürpriz beklemezler ya da
hamburgerinin içinde her günkünden farklı bir sos bulmayı istemezler. Dünyanın
neresine giderse gitsin aynı tadı orada da bulacaklarını bilirler. Bununla birlikte
yaşamın pek çok alanındaki bu öngörü, zihinlerin uyuşmasına, hayatların rutine
dönüşmesine neden olur (Ritzer, 1998: 126).
“McDonaldlaştırma”, hesap edilebilen ve nicelleştirilebilen şeylere vurgu
yapar. Ritzer (1998), bu nicelliğin, hem üretimle hem de mallarla ilgili olduğunu
söyler. Gerçekleşen işlemler yüksek hızdadır; böylelikle birçok şey, bol miktarda ve
çok hızlı üretilmiş ve elde edilmiştir. Ancak bu nicellik niteliği olumsuz
etkilemektedir. Örneğin çabuk yemek, sağlıklı yemek demek değildir.
Hızlı hazır yiyecek yerleri, insanların hareket halinde olmayı tercih ettiği bir
topluma uygundur. George Ritzer’in deyimiyle “McDonaldlaştırılmış” bir yemeğe ya
da başka bir akılcılaştırılmış etkinliğe gitmek, böyle bir toplumun talebine uygundur.
Yemek yemek için durmanın bile gerekmeyeceği araba pencereleri çok daha işe
yarar. Aslında bu restoranlar herkesin düşündüğü gibi ucuz da değildir; sadece,
isteğine bağlı olarak kullanabileceği parası olan insanlar için dışarıda yemek yeme
olanağı sunmaktadır (Ritzer, 1998).
Ritzer’in, yaşamın başlangıcından sonuna kadar gasp edeci nitelikte olan
“McDonaldlaştırma” kavramı, Cees Hamelink’in “Küresel İletişimde Kültürel
67
Özerklik” adlı yapıtında ileri sürdüğü ‘kültürel bir senkronizasyon’ sürecine de işaret
etmektedir. Hamelink Tomlinson’un deyimiyle “oldukça tartışmasız olan ampirik bir
netice” ye varmakta, “Dünyadaki pek çok kültür sisteminin, tarihte emsali olmayan
‘kültürel bir senkronizasyon’ sürecine bağlı olarak erimekte olduğunu” dile
getirmektedir. Hamelink’e göre, kültürler daima birbirlerini etkilemiş, bu da
etkileşim içindeki toplulukları zenginleştirmiştir (Hamelink bu konuda Sudan, Atina,
İndus vadisi, Meksika örneklerini verir). Bu oluşumlarda “ iki yönlü bir değişim”
olmuş ve kültürel çeşitliliğe karşı bir tolerans gösterilmiştir. Ancak Hamelink, bu
oluşumlarla kültürel senkronizasyon arasında çok önemli bir fark olduğunu söyler:
“Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yukarıda verilen tarihsel örneklerden önemli
ölçüde ayrılan tahripkar bir süreç, kültür sistemlerinin çeşitliliğini tehdit etmektedir.
Tek bir kültür dokusuyla senkronizasyon, daha önce hiç bu kadar global ve kapsamlı
olmamıştır (Tomlinson, 1999: 45).
Hızlı hazır yiyecek restoranları, beslenme uzmanlarından gelen birçok
eleştiriye maruz kalmış, bunun sonucunda da menülerinde değişiklikler yapmaya
başlamıştır. Bu anlamda en dikkat çekici eleştiriyi ise ABD Ulusal Kalp Kurtarıcılar
Derneği Başkanı Phil Sokoloff yapmış “Amerika’yı Zehirliyorlar” şeklinde ilanlar
vermiştir. Bu ilanlarda başta McDonald’s olmak üzere, yağ oranı yüksek ve
kolesterollü yiyecekler satan diğer restoranlar da insanları zehirlemekle suçlanmıştır
(Ritzer, 1998: 261). İnsanların bu tür restoranlara daha az gittiğine dair yapılan
araştırmaların sayısı arttıkça, McDonald’s ve sektördeki diğer kuruluşlar menülerine
daha sağlıklı olarak nitelendirdikleri yiyecekleri sokmaya başlamıştır.
68
Gelecekte, 2000 yılının hızlı hazır yemek endüstrisinin çöküşünün başladığı yıl
olarak hatırlanacağı söylenmektedir14. Piyasa araştırmaları kuruluşu
NPDFoodworld’e göre 2000 yılında hızlı hazır yemek endüstrisi ABD’de hiç yeni
müşteri kazanamamıştır. Deli dana hastalığının duyulmaya başlamasından önce
satışlarda durgunluk ortaya çıkmış ve sadece hamburger zincirlerinin değil, pizza ve
Meksika yemekleri zincirlerinin de müşterileri azalmıştır. Bir sonraki yıl ise
satışlarda bir yükselme görülmemiştir. McDonald’s’ın kârları ABD dışında Avrupa,
Asya, Latin Amerika’da da düşmüştür. Bazı Burger King işletmelerinin de ayakta
kalması için milyonlarca dolar harcanmıştır (Schlosser, 2004: 296).
McDonald’s 1990’lar boyunca yurtdışında sürekli yeni restoranlar açarak,
dikkatleri ABD’de çok az yeni müşteri kazandığı gerçeğinden uzaklaştırmaya
çalışmıştır. Schlosser’e göre (2004), McDonald’s Corporation hala kârlı bir şirkettir;
ancak uzak kıtalarda yeni restoranlar açmak için de büyük yatırımlar gerekir.
McDonald’s’ın Amerikalı tüketicilerde büyük memnuniyetsizlikler yarattığı, yapılan
anketlerle de ortaya koyulmaktadır. Bu anketlerde, araştırma kapsamına alınan iki
yüz Amerikan kuruluşu arasında McDonald’s sonlarda yer almaktadır.
14 Günümüzde yemek yemeyi salt bir eylem olarak görmeyen, eylemle birlikte geçirilen-paylaşılan
zamanı önemseyen, damak zevkine önem verip yemek sofrasında oturan ve yemeğine özen gösteren kişiler de vardır. Bu anlamda hizmet veren pek çok restoran bulunmaktadır;“fastfood” yemeklere karşı “slowfood” anlayışı yerleştirilmeye çalışılmaktadır (Çakır, 2001). Bu amaçla bir üniversite kurulmuş ve dünyanın her köşesinden mutfak ustalarının yerel ve doğal tatlarla ilgili eğitim çalışmaları hazırlaması istenmiştir. 9 Kasım 1989 tarihinde 20 ülkeden 500 temsilci bir araya gelerek bir metin hazırlamış, hazırlanan metinde “Slow Food” un önemi vurgulanmış, “kullan at” basitliğine karşı sofra servis adabının direnmesi gerektiği belirtilmiştir (Ersoy, 2000).
69
2) Türk Mutfak Kültürü ve Gelişimi
Tarih boyunca Türklerde en temel ekonomik faaliyetlerden birisi olan
hayvancılığın, Türk mutfak kültürünün gelişiminde önemli bir yeri vardır. Türkler
Orta Asya’da, Anadolu’da, yerleşik hayata geçtikten sonra da hayvancılığı
bırakmamışlardır. Hayvan yetiştiriciliği, Türklerde etin mutfak açısından ön plana
çıkmasını ve et pişirme yöntemlerinin gelişmesini sağlamıştır. Et pişirme
yöntemlerinden başlıcaları, eti kebap ederek yani közleyerek pişirme, bir kap
içerisinde kavurma, haşlama veya yahni yapmadır.
Hayvancılığın yaygın olmasının başka bir önemli sonucu, Türk mutfak
kültüründe süt ve süt ürünlerinden oluşan yiyecek maddelerinin (yoğurt, yağ,
peynir… vb) çeşitliliğidir. Bu yiyecekler de Türk mutfağında önemli bir yere
sahiptir. Örneğin yoğurt sade olarak tüketilmesinin yanında, ayran yapılarak ya da
içerisine sarımsak katılarak sos şeklinde de tüketilir; birçok mezenin yapımında yer
alır; soğuk veya sıcak olarak içilen birçok çorbanın ana malzemesini oluşturur.
Hayvancılıkla birlikte hububatlar da (buğday, ara, darı), Türk mutfak
geleneğinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Buğday, ekmek ve yufka
yapımında kullanıldığı gibi, çeşitli yemeklerin içerisine konularak da tüketilmektedir.
Et, süt, süt ürünleri, yufka gibi besin maddeleri Orta Asya’dan Anadolu’ya
taşınmış olan en önemli besin maddeleridir. Bunlara ilişkin gelenekler, Anadolu ve
Osmanlı Mutfağı içerisinde de sürdürülmüştür. 1400’lerden itibaren Avrupa’da
70
ilerleyen Osmanlılar, buraların mutfak kültürlerinden de etkilenmiştir. Batılılaşma
hareketleriyle birlikte ise Fransız mutfağı, Türk mutfağını en çok etkileyen
mutfaklardan birisi olmuştur.
Güvenç, Türk Mutfağının gelişimini şu şekilde anlatmaktadır: “…Altaylardan
yola çıkan atalarımız, Rum Diyarı’na doğru bin yıl süren büyük göç sırasında, yemek
kültürlerini korurken karşılaştıkları toplumların farklı yemek geleneklerini de
öğrendiler. Selçuklu Devleti’ni kurmakla Persleri; İslamiyeti kabul ve temsil etmekle
Orta Doğu (Arap) âlemini; Tarım Devriminin beşiği olan Anadolu’yu fethetmekle
buğday tahılına ve koyun etine dayalı yemek türlerini, kıyı şeritlerindeki deniz
ürünlerini, Hititlerden Roma’ya ve Bizans’a yaşayan sofra geleneklerini tanıma
fırsatı buldular. Küçük Asya flora ve faunasının türlü ürünleriyle yemeklerini alıp
geliştirdiler. Osmanlı mutfağı, birbirinden zengin bu temeller üstünde kuruldu ve
yükseldi…”(Güvenç, 1996: 13)
A) Anadolu’ya Göç Öncesi Türk Mutfağı
Türklerin XI. yüzyıldaki kültür hayatı ve mutfak kültürü konusundaki ayrıntılı
bilgilere Yusuf Has Hacip ve Kaşgarlı Mahmut’ta rastlanmaktadır. Kaşgarlı’nın
bildirdiğine göre Türklerin en çok sevdikleri etlerden biri atın karnından elde edilen
ve “kazı” denilen yağlı bir ettir. At eti İslamiyet’te pek makbul kabul
edilmediğinden, bu gelenek de zamanla kaybolmuştur.
71
Türk Mutfağı’ndaki yemek adlarından bazıları Orta Asya’dan günümüze kadar
değişmeden gelirken, bazı yemek adları ise farklı kültürlerle etkileşim sonucunda
değişerek mutfağımıza girmiştir. Divan-ı Lügat-it Türk’te, Orta Asya’dan günümüze
kadar değişmeden gelen besin adlarından örneklere rastlamak mümkündür. Kaşgarlı
Mahmud’un bu eserinden, eski Orta Asya Türk Devletlerinden olan Karahanlılar’ın
ayran, pekmez, kavurma, tutmaç, yoğurt, yufka gibi besinleri tükettikleri
anlaşılmaktadır (Genç, 1982: 63).
Orta Asya’daki göçebe dönemi, kısrak sütünden yoğurt ve benzeri yiyecekler
yapılması, kımız ve yemeklere konan otlar, bitki kökleri ve soğanla karakterize
edilir. Kımız, mayalanmış kısrak sütünden yapılan önemli bir içecektir. Günümüzde
ise sadece Orta Asya’da yaşayan halklar tarafından yapılmaktadır. Pastırma ve kebap
da yine bu dönemin özellikleri arasındadır (Ağça, 1998: 14).
Kaşgarlı Mahmud’a göre; “Söğüş” sözcüğü Selçuk çağının başlarında, Oğuzlar
tarafından kullanılmaktadır. Bu sözcük “kebap etmeye yarayan, oğlak veya kuzu”
anlamına gelir. Ayrıca, kesilmek üzere hazırlanan ve beslenen hayvana da “etlik”
denmektedir. Bu zamanda tavuk eti, kuş etleri, geyik, sığır ve av hayvanlarının etleri
ile balık daha az önem taşımaktadır (Ögel, 1987: 389)
Çağatay Türk kültür çevresinde “söküş”, “kemiklerinden sökülmüş veya
çözülmüş, suda kaynatılmış, et haşlaması” karşılığında kullanılmaya başlamıştır. Fiil
hali olan “Süklünme”, Selçuk çağı başlarında “et söklündü” yani “et kebap edildi”
anlamında kullanılmaktadır. Batı Türkleri de bu eski Orta Asya Türkleri’nin sözünü
72
devam ettirmiş, Mısır Memlûk devletinde de “kebap etmek” için sögülmek; “kebap
edilmek” için ise söglünmek kullanılmıştır (Ögel, 1987: 389).
Günlük yemekler içinde etten en çok kebap yapılmaktadır. Bunların en yaygını
ise şiş kebaptır. Şiş, Türk mutfak kültürünün vazgeçilmez bir aletidir. Selçuk çağı
başındaki Türkler de “kebap şişi” için, şış veya sış sözcüklerini kullanmışlardır.
Kebap etmek için eti şişe delerek takma işine tevmek denirdi. Türkler bu şişleri
yemek veya et çatalı olarak da kullanıyordu. “Kebabı tam olarak pişirme” için ise
eski Türkler, kürpleme veya kürileme diyorlardı. Kürpleme, “kuzu gömmesi veya
közlemesi” anlamındadır; kürpleme yapmak için kuzu yerde açılan bir çukura konur
ve etrafı ateş veya kül ile beslenir, tam olarak kızartılırdı; böylelikle kuzunun hiçbir
yeri çiğ kalmazdı (Ögel, 1987: 385)
Sac üzerinde kebap pişirme de, hayvancılıkla uğraşan göçebe Türkler arasında
çok yaygındır; çünkü kebabın bu şekilde yapılıp hazırlanması hızlı ve kolay
olmaktadır. Eski Moğollar da kebaplarını sac üzerinde pişirmiştir. Sac deyimi,
Uygurlar ve Selçuk çağının başlarındaki Türklerde de vardır. Ancak bunun
Anadolu’da üzerinde ekmek pişirilen sac ile ilgili olup olmadığı bilinmemektedir.
Kaşgarlı Mahmud’a göre sac bir tavadır; ama bunun nasıl bir tava olduğu
bilinmemektedir (Ögel, 1987: 387)
Türkler, yemek yaptıkları her çeşit hayvani ve nebati üründen, sarhoş eden
veya etmeyen içkiler yapmasını bilmekte ve bunlara “içkü” adını vermektedir.
Darıdan, buğday ve arpadan yapılan boza, şarap; meyvelerden yapılan şuruplar ve
73
şaraplar, baldan yapılan şaraplar bunlardan bazılarıdır. Yemeklerde katık olarak
kullanılan ve soğuk olarak kaşıkla içilen her şeye “soğukluk” denilir. Günümüzde bu
kelime aynı anlamda hoşaflar için de kullanılmaktadır. Bununla birlikte Türklerin en
başta gelen içkisi ise “kımız”dır. Genç (1982), kımızın ekşimiş kısrak sütü olduğunu
Kaşgarlı Mahmud’un eserinde de bu içkiden sıkça söz edildiğini söylemektedir.
Türklerin IX. yüzyılda İslamiyet’i kabul etmeleriyle birlikte ise, Türk
mutfağında İslam etkileri görülmeye başlamıştır. İslamiyet’in kabul edilmesi, Türk-
Arap kültürlerinin yakınlaşmasına ve mutfak kültürlerinde karşılıklı alışverişlerin
olmasına yol açmıştır. Bununla birlikte bazı yiyecekler de haram sayılarak
tüketilmemeye başlamıştır: Boğazı kesilmeden kendiliğinden ölen hayvanlar,
vücuttan çıkmış kan, yırtıcı kuşlar, sürüngenler, kurbağa, karga, saksağan,
kaplumbağa, domuz eti ve alkol bunlara örnek olarak verilebilir.
Anadolu’ya göç öncesi Orta Asya döneminde pirinç olmakla birlikte, pirinçten
pilav yapımı bilinmemektedir. Pilavın ortaya çıkışı XV. yüzyıldır. Pirinci pilav
biçiminde pişirmenin ana vatanı ise Çin’dir. Pilav, Herat’tan Doğu ülkelerine
yayılmış ve XV. yüzyıl sonrasında yapılan yemeklerin yanında (özelikle tas kebabı
ve ızgara kebaplar) garnitür olarak sürekli yer almıştır (Gürsoy, 2004: 66).
B) Türklerin Anadolu’ya Gelişi ve Anadolu Türk Mutfağı
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde köklü bir Bizans geleneği ile karşılaşmış,
Orta Asya’da bulunmayan birçok yiyecekle ve yemek kültürü ile tanışmışlardır.
74
Bizanslılar’ın yemek gelenekleri konusunda en iyi kaynaklardan birisi, Bizans
tarihçisi Tamara Talbot Rice’ın Bizans’ta Günlük Yaşam: Bizans’ın Mücevheri
Konstantinopolis adlı yapıtıdır. Rice, Bizans mutfağında yiyecek çeşitlerinin çok bol
olduğunu, öğünlerdeki seçimlerin kişisel tercihlere bağlı olarak yapıldığını
belirtmektedir. Rice, Bizans mutfağı ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “
Bizans’ta sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği olmak üzere üç öğün
normal sayılırdı. Oruç dönemlerine çok dikkatle uyulur; fakat diğer zamanlarda
zenginlerin evlerinde hem öğle hem de akşam yemeği için üç çeşit yemek
hazırlanırdı. Önce yemekaltı (ordövr) sunulur, bunu çoğunlukla Hristiyan öncesi
dönemlerde yaygın olan ve “garos” denilen sos eşliğinde bir balık yemeği izlerdi; bir
tür kızarmış et başka bir seçenek olarak sunulur ve son yemek de tatlı olurdu.
Bizans’ta domuz eti ve budu en sevilen yiyeceklerdi. Kuşlar kızartıldıkları gibi
haşlanırdı, bol miktarda ördek ve balık yenirdi.” (Şavkay, 2000: 17)
Bizans’ta yemek yapımında zeytinyağının çok büyük bir önemi vardır.
Türklerin de zeytinyağlı yemekleri onlardan öğrendikleri söylenmektedir. Ayrıca
meyvesiz bir Bizans sofrası da düşünülemez. Bu meyveler içinde en sevilenleri elma,
incir, kavun, karpuz, üzüm ve hurmadır (Şavkay, 2000: 18). Rice, Bizans’ta çok
çeşitli kaşık ve bıçağın yanında çatalın da olduğunu; ancak insanların buna rağmen
elleriyle yemek yediğini söylemektedir. Çatal o dönemde Avrupa için de yeni bir
buluştur. O zamana kadar çatal, pişirme işlemi dışında sofrada kullanılmamaktaydı.
Sulu yemekler kaşıkla yenir etler ise bıçakla kesilir ve elle yenirdi. Elle yeme yerine
çatalın kullanılması Batı dünyasında ilk defa Bizans’ta görülmüştür. Ögel’e göre,
çatal Türklerin yabancı olmadığı bir sofra gereciydi. Bu alışkanlık Orta Asya
75
dönemine kadar gitmektedir ve et yemeklerine özgüdür. Türkler eti küçük et
bıçakları ve çatalla yemektedir (Şavkay, 2000: 18).
Selçuklular dönemindeki Selçuknâmelerde mutfak kültürü ve saray ziyafetleri
hakkında çeşitli bilgiler yer almaktadır. Bu bilgilere göre, Selçuklu
hükümdarlarından I. Alaaddin Keykubad döneminde verilen ziyafetlerde, çini ve
altın sahanlar içinde “kalye, borani, yahni” gibi yemekler, “biryan, kaz, tavuk,
güvercin, keklik, bıldırcın” gibi kebaplar, pilavlar ve helvalar yapılmakta; içecek
olarak da kımız ve çeşitli şerbetler sunulmaktadır (Oral, 2003: 19).
Biryan, kebap anlamına gelmektedir. Selçuknâme’de geçen “biryanlar”
sözcüğü, verilen ziyafette çeşitli kebapların bulunduğunu göstermektedir. Oral
(2003), bu kebapların günümüzde de Anadolu’da en sık rastlanılan “kuyu kebabı,
Selçuknâme’de adı geçen “arı girde”16, arı buğday unundan yapılmış yufka
demektir; bu da Selçuklu devrinde yufka ekmeği bulunduğuna işaret etmektedir.
Yufka tipi ekmeğin arasına, soğan, peynir, yumurta, bal, yoğurt gibi malzemeler
koyarak çeşitli dürümler hazırlayan Selçuklular, bunlara “tikim” adını vermişlerdir
(Köymen, 1982: 39)
15 Çevirme kebabı özellikle Kastamonu, Isparta taraflarında özel olarak yapılmış uzunca, dar ocaklar
da koyunun ateşin karşısına asılarak pişirilmesi suretiyle yapılır (Oral, 2003: 20). Kuzunun bu şekilde pişirilmesi, Kastamonu’da döner kebabın gelişimine ortam hazırlayan unsurlardan birisi olabilir.
16 Katıksız, içinde başka hububat tanesi bulunmayan temiz buğdaya “ar buğday” denir. Böyle temizlenmiş ve yıkanarak öğütülmüş buğday unundan yapılan ekmeğe de “arı buğday ekmeği” denir (Oral,2003: 20).
76
Selçuklu mutfağında kullanılan etlerin başında koyun ve kuzu eti gelir;
hayvanların sütünden ise peynir, kaymak, çökelek, yoğurt ve ayran yapımında
faydalanılmıştır. Yumurta ise çeşitli şekillerde yenmekle birlikte daha çok, kıyma ile
birlikte ve ufak parçalar halinde, yufka ekmeğinin içine konup dürüm yapılarak
tüketilmiştir. Selçuklular eti, taze olarak tüketmenin dışında, buzluklarda dondurarak
ve güneşte kurutarak da tüketmiştir. Selçuklularda kurutulmuş ete “kak” et denir.
Ayrıca, et pastırma yapılarak da saklanır. Çeşitli baharatlarla kurutularak pastırma
yapılan ete ise “yazat” et denilir (Köymen, 1982).
Selçuklular kesilen hayvanın her yerinden faydalanmaktadır. Hayvanın etinden
sonra en çok yenilen kısmı ciğerleridir; en makbul yeri ise beynidir. Selçuklularda
hatırı sayılan kişilere koyunun beyni sunulur kesilen hayvanın işkembe ve
bağırsaklarından da faydalanılır; işkembe ve bağırsak incecik kıyılır ve bağırsak
içerisine konur, kızartılarak veya pişirilerek yenir.
Türk mutfak kültürüyle ilgili bilgilere Mevlâna’nın eserlerinde de rastlanır.
Mevlâna pek çok beyitinde ekmeğe yer vermiş, yufka ekmeğini yoksulların ekmeği
olarak anmıştır. Bu eserlerde geçen yemek adları şöyle sıralanabilir: Tutmaç, mantı,
kızartması, patlıcan ve kabak dolması, havuç dolması, yaprak sarması, muhallebi,
kaygana, katmer ve helva yer alır (Gürsoy, 2004: 120).
Görüldüğü gibi döner kebap bu yüzyılda, ne saray mutfağında ne de adı geçen
kebaplar arasında yer almaktadır. Bununla beraber şiş kebap, çok daha eskilere ait bir
yemek çeşitidir ve hem halkın yemek kültüründe hem de sarayın yemekleri arasında
görülmektedir.
Hans Dernschwam 1553 yılında aşçılar için özel vergi tarifeleri
bulunduğundan söz etmektedir. Kasaplar eti serbest satamazlar; eti aşçılara vermek
zorundadırlar. Dernschwam kasapların, sığır ve koyunların baş, ayak gibi
sakatatlarını da aşçılara verdiklerini, pişmiş sığır dilinin aşçılardan bir akçeye satın
alınabileceğini yazmaktadır (Gürsoy, 2004: 155).
XV. yüzyıl mutfak kültürüne ilişkin kimi bilgilere Evliya Çelebi’nin (1611-
1682) “Seyahatname”sinde de rastlamak mümkündür. Evliya Çelebi
“Seyahatname”nin ikinci cildinde, 1645 yılında Defterzade Mehmet Paşa ile birlikte
görevli olarak Erzurum’a gidişlerini anlatırken, Paşa’nın 40 tane aşçısı olduğunu,
mutfağın yedi ustasının aşçıbaşı, halife, hamurcubaşı, kebapçı, yahnici, tatlıcı ve
çorbacıdan oluştuğunu yazmaktadır. Çelebi, Paşa’nın mutfağında et konusunda
85
uzman olanların sadece kebap ve yahni ile sınırlı olmadığını, mutfakta görevli olarak
kıymacı ve köfteci kebapçıların da bulunduğunu söylemektedir (Eksen, 2003: 24).
1630’lu yıllarda yürürlükte olan “Esnaf ve Zanaatkârların İşleri Hakkındaki
Tüzük”e göre aşçılar ve lokantacılar şunları satarlar: Yahni, suda pişmiş köfte, şiş
kebabı, tavuk büryanı, kuzu kızartma, tandır kebabı. Osmanlı döneminde aşçı
dükkânları da lonca biçiminde örgütlenmişti ve devletin denetimi altındaydı. XVII.
yüzyıla ait narh defterlerinin içinde, bu yemeklerin kaça satılabileceğini loncaların
belirlediğine ilişkin bilgiler de bulunmaktadır. Aşçı dükkânlarında yemekler (et,
pilav, çorba) porsiyon halinde değil, terazide tartılarak kilo ile satılmaktadır.
Dolmalar tane ile şiş kebabı ise uzunluk ölçüsüne göre fiyatlandırılmıştır (Gürsoy,
2004: 155).
Osmanlı döneminde ilk lokantalar olarak kabul gören aşevleri, 1600’lü yıllarda
loncalara bağlı ve devletin genel denetimi altında oluşmuştur. Belli aralıklarla
kurulan kervansaraylar ise insan ve hayvanların barınabileceği mekânlar, arabaların
çekileceği avlular ve ibadet yerleri sağlamıştır. Camilere vakfedilen
kervansarayların, cami yanında bulunan aşevlerinde fakir ve muhtaç insanlara yemek
hizmeti verilmiştir. Bu anlamda Osmanlıların ilk dönemlerinde dışarıda yemek
yemek eğlence unsuru olarak görülmemekte, işlevsel bir nitelik taşımaktadır
(Gürsoy, 1995).
Osmanlı döneminde sarayın ve saray ileri gelenlerinin ağırlanması için de
ziyafetler verilmektedir. Topkapı sarayındaki mutfak, yemek pişirilen yer, helvahane,
86
reçelhane, kalayhane, iki mescit ve bir hamamdan oluşmaktadır. Ayrıca Osmanlı
sarayında günlük yemekleri yapanlar, padişaha yemek hazırlayanlar ve tatlıları
yapanlar ayrı aşçılardan oluşur (Dursun, 1999).
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine ilişkin kimi bilgileri İstanbullu bir
Rum olan Maria Yordanidu’nun eserinden aktaran Şavkay, o dönemin en dikkat
çekici yemeklerinden birinin de içinde bolca çam fıstığı ve kuru üzüm bulunan
patlıcan dolmaları olduğunu yazmaktadır. Maria Yordanidu kitabında, yolluk için
yapılan hazırlıklar hakkında da bilgi vermekte; çiroz, sucuk, pastırma ve çömlek
içine konan turşu ile lakerdadan söz etmektedir. Karaköy’ün yağlı Ramazan
simitlerinin de en sevilen yiyeceklerden olduğunu yazmaktadır (Şavkay, 2000: 38).
Yeme içme bakımından İstanbul başta olmak üzere bütün İmparatorlukta en önemli
ay Ramazan ayıdır. Özelikle Ramazan ayında ve bayramlarda evlerde baklavalar
hazırlanır ve bunlar pişirilmek üzere mahalle fırınlarına götürülür17.
Ev sahipleri ve konuklarına çıkan bol yemeğin bir miktar yendikten sonra
giderek daha aşağı toplumsal konumdaki insanlara verilmesi geleneği, Kanuni Sultan
Süleyman dönemine ait olmakla birlikte, İmparatorluğun son günlerinde bile zengin
konaklarda devam etmektedir. Dönem, çöküş dönemidir; ama lüks ve gösteriş doruğa
varmıştır. Mutfağa ait olan her türlü araç ve gereçte de bu gözlemlenmektedir.
Bunlara örnek olarak altın üzerine mine ve mücevherli, altın ve çiçekli mineli, sırf
17 Baklavanın geçmişi de oldukça eskilere dayanır. Baklava tatlıcı dükkânlarında satılmadan çok
önce, Osmanlı başkentinde, daha çok saraylarda ve zengin konaklarında yapılmaktadır. Topkapı sarayı kayıtlarına göre 1473 yılı Şaban ayında baklava pişirilmiştir. Evliya Çelebi XVII. yüzyılda Bitlis Beyi’nin konağında baklava yemiştir. 1720 yılında III. Ahmet’in oğlunun sünnet düğününde konuklara baklava sunulmuştur. (Eksen, 2003: 81).
elma dolması, pilav peltesi, kayısı hoşafı, şerbetler ve tatlılar” dır. (Gürsoy, 2004:
101).
Osmanlı döneminde dışarıda yemek yemenin işlevsel niteliğinin yanında,
sosyal bir olgu olarak ortaya çıkması zaman almıştır. İstanbul’da Bizans döneminden
beri var olan meyhaneler, yemekle birlikte keyif yapılan yerler olmuştur. Bu
meyhaneler gayrimüslimlerin yoğun oldukları yerlerde kurulmuş ve lonca düzenine
bağlı olarak çalışmıştır. Seyyar içki satıcılarının bulundukları yerlere, ayaklı
meyhane denilmiştir. Seyyar muhallebiciler ise XIX. yy’ın sonuna doğru İstanbul
sokaklarında dolaşmaya başlamış, sonraları ise dükkanlara geçmişlerdir (Dursun,
1999: 8).
89
XIX. yüzyılın sonlarına doğru zenginleşen büyük esnaf ve tüccarlar sınıfı için,
büyük semt çarşılarında aşevleri veya çarşı lokantaları açılmıştır. Ev yemeklerini
uygun ortam ve hizmet anlayışıyla sunan, ev ortamının temizliğine önem veren bu
yerlere örnek olarak, 1879’da açılan “Konya Lezzet Lokantası” verilebilir. “Konya
Lezzet Lokantası” ilk Türk lokantasıdır ve bu lokanta bugün de “Konyalı” adıyla
hizmet vermeye devam etmektedir (Gürsoy, 2004: 159).
Görüldüğü üzere Osmanlı İmparatorluğunun genişlemesine paralel olarak
saray mutfağı da zenginleşmiştir. Padişah ve soylular, konak ve yalılarda bir sofra
etrafında toplanmayı sosyal aktivite olarak görmüşler; halkın yemek geleneklerinden
farklı bir sofra ve yemek kültürü geliştirmişlerdir. Bununla birlikte halk mutfağı da
kendi gelişimini yöresel alışkanlıklar, gelenek ve görenekler, ekonomik şartlar ve
coğrafi yapı çerçevesinde sürdürmüştür. Saray mutfağı, daima yenilikler arayan,
zengin ve lezzetli yemekler geliştiren bir laboratuvar konumunda olmuştur. Halk
mutfağı ise, saray mutfağının yemeklerine oranla daha az değişim yaşamış; varlığını
kendi imkân ve ölçüleri içerisinde sürdürmüştür.
Bununla birlikte günümüz Türk mutfağı, hızlı sanayileşme ve kentleşmenin,
küresel anlamda egemen olan hızlı hazır yemeklerin, tüketim kültürünün etkisi atında
kalmış ve yöresel yemeklerin çoğu unutulmaya başlamıştır.
90
III. BÖLÜM
DÖNER KEBAP
1) Kebapçılık ve Döner Kebap
Oğuz Türkçe’sinde söklüncü, VIII. yy’da Uygur metinlerinde söğlüncü,
Çağatayca’da sügüle, Abu Hayyan’da söğül ve İbn-i Mühenna Lügatı’nda süğül
sözcükleri, “kebap etmek” anlamını taşımaktadır. Kebap kelimesinin, Farsça kökenli
olduğu ileri sürüldüğü gibi, Arapça “kebbeb”ten türediği ve ateşte kızartılan et, ateşte
kavrulup pişirilen yiyecekler anlamına geldiği de belirtilmektedir. Divanü Lügat-it
Türk’te söklüncü olarak yer alan kebap, Selçuklulardan Osmanlıların ilk yıllarına
kadar söğülme şeklinde anılmış, daha sonra kebap sözcüğü kullanılmaya başlamıştır.
Kebabın nereden çıktığının tartışması uzun süredir yapılmaktadır. Prof. Ahmet
Ünal, Hititlerden kalma yazıtlarda 180’e yakın ekmek, börek ve pasta adlarına
rastlanılmasının yanında, çeşitli kebap tariflerinin de yer aldığını, buna göre kebabın
anavatanının Adana olduğunu söylemektedir. Bununla birlikte Urfalılar da kebaba
sahip çıkmaktadır. Çiya lokantalarının sahibi Gaziantepli Musa Dağdeviren ise bu
konuda şunları söylemektedir: “Közle, susuz, ateş üzerinde pişen herşey kebap
olabilir. Biberin de, domatesin de, patlıcanın da kebabı olur. İlla et olması gerekmez.
Ana merkez Yukarı Mezopotamya yani Halep; yani 1920’ye kadar Osmanlı
hâkimiyetindeki bölge. Aslında kebap ateşin keşfinden beri var. Av hayvanları,
koyun, dana, domuz, keçi vs. ile yapılmış...”(Yıldız ve Eker, Radikal, 09.09 2001).
91
Döner kebabın geçmişi oldukça eskiye dayanmaktadır. Hatta bu tarihi diğer
kebap çeşitleri gibi etin ve ateşin mevcut olduğu günlere kadar götürebilir, ilk ve
basit şeklinin “kuzu çevirme” olduğunu söyleyebiliriz. Kuzu çevirme yapmaya,
kuzunun kesilip temizlenmesi ile başlanıyor. Bütün halde organlarından temizlenmiş
kuzu, kalın bir ağaç dalına geçiriliyor ve toprağa saplanmış, uçları çatal şeklindeki
iki dalın arasına yerleştiriliyor. Altında ateş yakılıyor ve üzerine yağ sürüle sürüle
ateş üzerinde çevrilmeye başlıyor; böylelikle homojen bir pişme sağlanıyor (Eksen,
2003: 36). Ancak bu kebabı yaparken, kuzudan damlayan su ve yağların ateşi
söndürmesine engel olmak ustalık gerektirir.
Kuzu çevirme, Osmanlı mutfağı’na ait yemek tarifleri arasında yer
almamaktadır. Bununla birlikte, 1864 yılında Türâbi Efendi tarafından yabancı dilde
yazılan ilk Osmanlı yemek kitabında, “Biryan veya Orman Kebabı” adıyla geçen ve
kuzu çevirmeye çok benzeyen bir tarif yer almaktadır.18 Bu tarifte kuzudan damlayan
su ve yağların ateşi söndürmesine engel olmak için, yakılan ateşin ortasına kuzunun
suyunun akacağı bir kabın yerleştirildiği yazmaktadır. Tarife göre, kuzu hiç
çevrilmeden ateşin üzerinde pişirilir, arada sırada kapta biriken su, keten bir bez
yardımıyla kuzuya sarılmış kağıtların üstüne sürülür ve böylelikle kağıtların
kuruması engellenir (Türâbi Efendi, 2005: 29).
18 Türâbi Efendi’nin kitabı Londra’da İngilizce olarak basılmıştır; kitapta 253 Osmanlı yemeğinin reçetesi
verilmiştir. Kitabın et yemekleri bölümünde “Biryan veya Orman Kebabı” tarifi de yer almaktadır. Bu kebabın tarifi şöyledir: “Kuzunun her tarafı soğan suyuyla ovulur, tuz ve karabiber ovuşturularak kuzuya iyice yedirilir. Kuzu uzunca bir sopaya geçirilir, üstü kasap kağıdı ile sarılır ve odun ateşinden yarım metre öteye uçları çatal şeklinde iki tane sopa dikilir. Kuzunun sopası bu çatallara takılır. Ateşin ortasına kuzunun suyunun akacağı bir kap yerleştirilir. Kuzu hiç çevrilmeden ateşin üzerinde pişirilir, arada sırada kapta biriken su keten bir bez yardımıyla, kuzuya sarılmış kağıtların üstüne sürülür ve böylelikle kağıtların kuruması engellenir..” Türâbi Efendi’nin kitabı Mehmet Kamil’in kitabının (Melceü’t Tabbahin) neredeyse birebir çevirisidir.
92
Kuzuyu, pişimi ve yenmesi daha kolay bir hale getirmek için ise, kuzu
kemiklerinden iri parçalar halinde ayrılıyor; bu parçaların arasına kuzunun yağlı
kısımları ekleniyor ve hepsi sırayla bir şişe diziliyor. Son olarak bunun odun ateşi
karşısında çevrilerek pişirilmesine başlanıyor. Böylelikle daha lezzetli ve yenmesi
daha kolay bir kebap elde edilmiş oluyor (Eksen, 2003: 36).
Yatık döner olarak bilinen Tortum (Erzurum)’un çağ kebabı, kuzunun kızaran
kısımlarına boydan boya ince bir şişin saplanıp, şişin altından etin yaprak şeklinde
kesilmesiyle oluşmaktadır.19 Kebabı yatay olarak homojen şekilde pişene kadar
çevirmek zahmet istemektedir. Et ateş karşısında çevrilirken, pişen kısımların seri
biçimde kesilmesi de dikey olarak duran döner kebaba göre daha zordur. Bu nedenle,
şişe geçirilen etlerin dikey bir ocak önünde çevrilerek kızartılması zaman içerisinde
daha çok yaygınlaşmıştır.
Bugün bildiğimiz şekliyle döner kebabın Türk mutfağındaki geçmişi genellikle
bundan 150 yıl öncesinden başlatılır. Ancak kimi kaynaklarda bu yıllardan daha
öncesinde de dönerin bilindiğine dair notlar yer almaktadır; bununla birlikte bu
buluşun ne şekilde kim tarafından gerçekleştirildiğine dair net bir bilgi yoktur.
Örneğin, Deniz Gürsoy’un Tarihin Süzgecinde Mutfak Kültürümüz (2004) adlı
kitabında 1850’lere ilişkin bir dönerci ustasının figürü yer almakla beraber, bu
19 Kuzu budundan, parmak kalınlığında yapraklar kesilir. Yoğurt, karabiber, tuz ve yemeklik doğranmış soğan
karıştırılır ve etler hazırlanan bu terbiyede 24 saat bekletilir. Bir günün sonunda, yaprak halindeki etler, kebabın özelliği olan şişe takılır ve yatık haldeyken ateşte çevire çevire kızartılır. Pişen kısımlarından aynı dönerde olduğu gibi ince parçalar kesilerek, çağ kebabına mahsus küçük şişlere takılır, yanında yine ateşte pişmiş, domates, biber, kuru soğan ve lavaş ekmeği ile servis yapılır.
93
dönemlere ilişkin döner ile ilgili net bilgiler bulunmamaktadır. Bunun yanında
Musahipzade Celal (1868-1959) de Eski İstanbul Yaşayışı adlı eserinde, 1745’teki
yanına yerleştirmiş” diyerek döner kebaptan söz etmektedir (Celal, Musahipzade,
1986).
Musahipzade Celal’in anlattıklarına bakılırsa, döner kebap XVIII. yüzyıl’da
bilinmekte ve yapılmaktaydı; ancak Celal, bu dönerin yapılış biçimiyle ilgili bir bilgi
vermemektedir. Bununla birlikte döneri ayağa kaldıranın Mehmetoğlu İskender
Efendi (1867) olduğu ileri sürülmektedir. Bu bilgiyi de göz önünde bulundurursak,
Musahipzade Celal’in söz ettiği dönerin, yatay şekilde yapılmış olabileceği
düşünülebilir. Ancak “döner” adının da İskender’in dönen kebabından geldiği
söylenmektedir; bu nedenle İskender’den önce döner adıyla geçen bir bilgi
bulunması dikkat çekicidir.
Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi’nde döner için şunları
söylemektedir: “İstanbul’a has bir et kebabı, XVIII. yüzyıl narh defterlerinde
rastlanmıyor, XIX. yüzyıldan itibaren yapılıyor.” İstanbul’da başlangıçta sadece
esnaf lokantalarının öğle servisleri için kendi ustaları tarafından hazırlanan döner
kebap, et lokantalarında da kendine yer bulmuştur (Eksen, 2003: 41).
94
Döner kebapla ilgili en eski kaynaklardan birisine ise Kastamonu’da
rastlanmıştır. Kastamonu’da döner, yaklaşık 180 yıl kadar önce, “sineğin hafız”
lakabıyla tanınan usta ile (1820 doğumlu olduğu söylenmekte) başlamış, bunun oğlu
“kör davalı” lakaplı 1876 doğumlu Mustafa Kesimci (bir gözüne korsan gözlüğü
biçiminde siyah bir bez takarmış) ile devam etmiştir. Mustafa Kesimci 1966 yılında
vefat etmiştir. Meşhur döner ustaları arasında ünlenen bir başka isim de, Aşağı
Mağrepli Hamdi Köse ustadır; kebap dükkanı Kastamonu çarşısında yer alır. Bu
ustadan öğrenen Şükrü Gülsunar ve Raif Gülsunar adlı ustalar da, bu döneri ikinci
kuşak olarak devam ettirmişlerdir (Yaman, 1993: 96). Yine bu ustalardan döner
yapmayı öğrenen Şükrü Altınöz, Kastamonu dönerini günümüze kadar getirmiştir.
Şükrü usta, 2005 yılında 76 yaşında vefat etmiştir. Son iki yıldır ise Şükrü Altınöz’ün
oğlu Nail Altınöz bu görevi devralmıştır20.
20 Nail Altınöz Kastamonu’daki Kasaplar Hali’nde dükkânı bulunan Nail Usta, döner kebabın
geçmişinin Kastamonu’da 200 yıl öncesine kadar gittiğini söylüyor. Bu geçmişin 61 yıllık temsilcisi olan Şükrü Altınöz’ün oğlu Nail Usta, baba mesleğini yürüten ender esnaflardan birisi. Dönerini “erken saatte canı çeken olursa” diye hazır ediyor. Eskiden babasının, sabah ezanında dönerini astığını ve saat 10.00 gibi bu dönerin bittiğini söylüyor. Şimdi ise saat 9.30 civarında hazır olan döner, öğleden sonraya kalmıyor saat 14.00 gibi bitiyormuş. Nail Usta bu konuda şunları söylüyor. “Şimdilerde daha küçük döner hazırlıyoruz, eskiden 50 kiloluk dönerler asardık ve iki-üç saat içinde biterdi. Esnaf sabah kahvaltısında döner yerdi, dükkânın önünde kuyruk olurdu.” Nail Altınöz, babasının döner hazırlama ve pişirme konusundaki bütün yöntemlerini aynen sürdürdüğünü söylüyor ve bunları şöyle anlatıyor: “Babam eskiden dönerini erkek koyun etinden yaparmış, sonradan dana da karıştırmaya başladık; çünkü et çok yağlı oluyordu ve müşterilerde sağlık sorunları nedeniyle yemeğe çekindiklerini söylüyorlardı. Şimdi dönere dana eti de karıştırıyoruz. Eti kemikten sıyırıp parçalara ayırır ve sinirleri dikkatlice bıçak yardımıyla çıkarırız. Parça etleri, döner şişine takılacak şekilde enli ve ince biçimde keseriz. Ardından, etleri 15-20 saat içinde beklettiğimiz soğan piyazını hazırlarız. Bu piyaza takriben bir kilo soğan, karabiber, kırmızı biber ve kimyon koyarız. Soğanları ince ay biçiminde doğrar ve bir tepsi içine bir sıra soğan, bir sıra döner eti dizeriz, etler piyazla tamamen örtülür. Piyaz içinde 15-20 saat bekleyen etler soğanın suyunu ve baharatı emer ayrıca pişince yumuşak olur. Döner etinin hazırlanması ve piyazda terbiye edilmesi işlemine her gün saat 15.00 sıralarında başlanır. Terbiye edilmiş döner eti sabahleyin döner şişine but etleri en alta, sırt etleri ortaya, fileto etleri üste gelecek şekilde dizilir. Dönerin kolayca çevrilmesi ve bütün etlerin eşit şekilde pişmesi için dizilme sırasında sarkan et parçaları bıçakla tıraşlanır. Döner eti 3-4 saat de şişe geçirilerek bekletilmiş olur. Döner şişindeki etler öğle yemeğine yakın saatlerde döner ocağında çevrile çevrile pişirilir. Bu sırada etin yağı ve suyu, şişin altındaki bakır kaba akar. Yirmi yıl öncesine kadar çift gözlü, topraktan ve tuğladan yapılmış özel döner maltızlarında, meşe kömürüyle döner pişirilmekteydi. Şimdi gaz ocakları var. Döner kebabın pişen kısımlarını, kılıca benzeyen özel döner bıçağıyla keseriz. Kesilen etler kebap leğenine dökülür. Kebap leğenleri iki parçalıdır. Çukur olan birinci parçada etin yağı ve suyu birikir. Bunun üzerindeki delikli, kevgire benzeyen ikinci parçada ise etler toplanır. Kepçe ile ikinci parçanın üzerinde alınan döner kebap etleri terazide tartılır ve servis
95
Döner kebaba Kastamonu’yla paralel zamanlarda Bursa’da da rastlanmaktadır.
Bugünkü meşhur “Kebapçı İskender” (1867) lokantasının kurucusu, büyük baba
İskender usta Bursa’da orijinal şekilde bir döner kebap icat etmiştir. O devirlerde
Hamdi Usta ile aralarında ne derece bir tanışıklık olduğu bilinmemektedir. İskender
Usta, koyunun kemiklerini, sinirlerini ayırarak, lop etleri özel bir tarzda keserek ve
bunları madeni bir şiş üzerine dikine üst üste yerleştirerek, mangalı da ayağa kalkık
bir ocak şekline getirerek, halk arasında “İskenderin dönen kebabı” olarak bilinen
döneri yaratmıştır.
Üç evlat babası olan büyük dede Mehmetoğlu İskender Efendi, sahip olduğu
bu işi oğulları Nurettin, Süleyman ve Cevat İskenderoğlu’na da öğretmiştir. Ortanca
oğul Süleyman Bey ise bu işin inceliklerini kendi oğullarına (İskender, Fahri ve
Yavuz İskenderoğlu) aktarmış ve böylelikle İskender’in döner kebabı günümüze
kadar gelmiştir. Bugün İskenderoğlu ailesinde ikinci kuşaktan yaşayan kimse
kalmamıştır. Aileyi üçüncü kuşak (Cevat ve Süleyman İskenderoğlu’nun oğulları)
temsil etmektedir; bunların her birinin ise ayrı dükkânları bulunmaktadır.
Atilla Dorsay, 1993 yılında Cevat İskenderoğlu ile yaptığı söyleşide “döner
kebabı bulanın mucidinin Mehmetoğlu İskender olduğunun söylenmesinin doğru
olup olmayacağını” sorar. Cevat Bey, bugünkü şekliyle döner kebabın yapımını
babasının bulduğunu; seri, hızlı yapıma geçtiğini ve böylece modern kebapçılığın
tabağına konur. Maydanozla karışık soğan piyazı etin yanına konur. Etin üzerine bir parça kimyon dökülür. Mevsimine göre kebabın yanındaki piyaz, domates, salatalık, marul, sivri yeşil biber ya da turp ile zenginleştirilir. Dönerin yanında eskiden şıra verirdik şimdi ayran veriyoruz, soğan veriyoruz. Servis ettiğimiz soğanlara da şeklini elimizle veriyoruz. Diğer lokantalarda mutfak robotu kullanılıyor; ancak soğan makineye girince sulanıyor ve tadı bozuluyor. Ben Şükrü Altınöz’ün oğlu olarak babamdan neyi gördüysem, bugün yine aynısını uyguluyorum. Teknolojiye ayak uydurmadığımızı düşünenlere de sanırım bu örnekler yeterli olacaktır.”
96
atası olduğunu söylemiştir.” Cevat Bey, ana caddedeki küçük dükkanında servis
saatlerinde (11.30-15.30) işinin başında bulunmaktadır. Bu dükkânın 140 yıllık
geçmişi vardır. Dede ve onun babası zamanında işe tandır kebapçılığıyla
başlanmıştır. Tandır kebabı oldukça yağlı, ağır bir yiyecek olduğu için, baba
İskenderoğlu, bugünkü ocak kebapçılığını ve döneri bulmuştur ve eti tereyağı ile
pişirmeye başlamıştır. Cevat Bey kendi usul ve yöntemlerini şöyle anlatır: “Kebapta
iki ana unsur vardır: Et ve tereyağ. Kesinlikle koyun eti kullanılmalıdır. Cins olarak
kıvırcık veya Marmara dağlıcının erkeği makbuldür. Ama bu ete kuzu burması
(eneme) da katılmalıdır. Eneme, bir yıl içinde iğdiş edilen kuzudur. Kısır koyun eti
de makbuldür. Kebaba toklu yani 1 yaşındaki kuzu eti de katılabilir. Etin karın
boşluğu, gerdan yağı ve böbrek yağları kullanılmamalıdır.”(Dorsay, 1993: 53).
Kebabın sunumunda, özel pideler ızgara ateş üzerinde tavlanmakta, sonra kare
veya baklava şeklinde kesilerek tabaklara yerleştirilmektedir. Üzerine arzuya göre
sade veya yoğurtlu şekilde, kızaran döner gövdesinden yukarıdan aşağıya doğru ince
ince kesilen ve özel saplı bir faraşta biriktirilen etler yerleştirilmektedir. Bunun
üzerine de tavada kızdırılmış tereyağı gezdirilir, yanında ızgara edilmiş domates ve
yeşil biber servis edilir (Yaman,1993: 96). Bu kebap “İskender” markası ile
sunulmaktadır21. Resmi tarife ve menülerde ürünün adı “Pideli Döner Kebap”tır.
Yani ürünün cins ismi “İskender” ya da “İskender Kebap” değildir. İskender aileye
münhasır bir ticari markadır.
21 Bugün “İskender kültürü ve et hazırlığı eğitimi” Uludağ Üniversitesi Teknik Bilimler Yüksek
Okulu Et Endüstrisi Bölümü’nde verilmekte, kalite eğitimi ve standardizasyon çalışmalarına devam edilmektedir.
97
Önceleri önemsenmeyen ve sadece isim adres ve iştigal mevzuunu içeren bir
tabeladan ibaret olan iş yerleri, bugün dışa açılmak, kendini tarihi ile diğerlerinden
ayıran imge, simge, marka ve farklarla korumak, yaymak ve taklitlerinden kaçınmak
ihtiyacı hissettiğinden, İskenderoğlu markası T.C. Patent Enstitüsü tarafından emtia
ve hizmet markası olarak tescil ettirilmiştir. Ayrıca logolarının sol üst köşesinde
belirtildiği gibi, İskenderoğlu markası için kendi firmaları adına “Community Trade
Mark” (Avrupa Birliği Ticari Markası) tescil ettirilmiştir. İmtiyaz hakkı
çalışmalarının içinde, Kayhan çarşısındaki dükkana sadık kalınarak, zemin ve
masalarda mermer, cephelerde turkuvaz mavisi ahşap kullanımı, lacivert papatya ve
kündakâri uygulaması, sunumda kağıtlı çatallar, şıra servisi gibi ayrıntılara da yer
verilmiştir.
Kastamonu ve Bursa illerinin yanında Ankara’nın da döneri meşhurdur ve
kendine özgüdür. Döner hazırlanırken yağlıca olan etin arasına kıyma döşenmez;
hazırlanan döner mangal kömürü ateşinde kızartılır. Ankara’da kuşaktan kuşağa bu
işi devam ettiren, eski iş yapış biçimlerini sürdürmekte direnen, hâlâ mangal
kömüründe döner kebap hazırlamaya devam eden ustalar vardır. Bilinen en eski
dönerciler ise Kale civarındadır ve geçmişleri 150 yıl öncesine kadar gitmektedir.
1850’li yıllarda Bursa, Ankara, Kastamonu gibi döner kebabın ilk örneklerine
rastlanılan kentler, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun modern anlamda
şehirleşmeye başlayan ilk yerleşim yerleridir. Örneğin, 1835-37 arası Ankara’daki
şehir nüfusu 15.200; 1881’de 25.595’dir. Bu sayı 1902 yılında 33.768’e çıkmıştır
(Aydın, S. ve diğerleri, 2005, s.214). XIX. yüzyıla girildiğinde Ankara, geleneksel
98
esnaf ve zanaatkârlarıyla, uzmanlaştığı ve ihraç ettiği şal, sof üretimiyle bölge
merkezi niteliğindedir ve uluslararası bağlarını sürdürmektedir. 1827 yılında,
Ankara’da faaliyet gösteren esnaf grubu sayısı toplam 72’dir ve 2331 işyeri vardır.
Nüfus içinde esnaf grubunun oranı oldukça yüksektir. Erkek nüfusu ise 10000
civarındadır. 1780’lerde 1200 kişi olan Kale içi nüfusu, 1830 yılında 2100 kişiye
ulaşmıştır, bunların çoğunluğu Müslüman değildir. 1830-1902 yılları arasında ise
nüfus yoğunluğundaki artış yüzde 74 olmuştur (Aydın ve diğerleri, 2005:218-273).
Ankara’nın geleneksel yaşamına XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yeni öğeler
de katılmıştır. Üretim ve ticaretle birlikte hizmet sektörü genişleyip çeşitlenmiş;
şehirleşme, yeni iş yapış biçimlerini, yeni tüketim kalıplarını ve farklı değer
yargılarını ortaya çıkarmıştır. Bu süreçte döner kebap da şehirde yaşayan ve çalışan
sınıfın iş yapış biçimini ifade eden “popüler kültür”ün bir ürünü haline gelmiştir.
Kentlerdeki iş ve sağlık olanaklarının fazlalığı, özellikle Doğu ve Güneydoğu
bölgelerinden şehirlere doğru göçü hızlandırmıştır, böylelikle Doğu Akdeniz ve
Güneydoğu’nun kebapları da, 1940’lı yıllara gelindiğinde büyük şehirlerde
tanınmaya başlamıştır. İstanbul’a yerleşen güneyli kebapçıların hazırladıkları
yiyeceklere, geldikleri kentlerin adı verilmiştir. Örneğin Adanalı ustanınkine “Adana
kebabı”; Urfalı ustanınkine “Urfa kebabı” denir ve bu süreç isim tesciline kadar
gider. Buna karşılık bölge halkı, İstanbul’da ortaya çıkan bu kavramlar yerine, kendi
kebabını yerel adıyla anma konusunda direnmektedir: Acılı kıyma kebabı, acısız
kıyma kebabı vb. (Dağdeviren, 2005).
99
Urfalılar da, 1950’li yıllarda İstanbul’a gelerek ucuza karın doyurma olanağı
veren, fırınlı kebapçı dükkânları açmıştır. Bunların başarılarına tanık olan insanlar da
memleketlerinden ayrılıp, kebapçılık yapmak için İstanbul’a gelmeye başlamıştır.
Kebapçılar zamanla, yaptıkları kebapları İstanbul halkının damak tadına uygun hale
getirmişlerdir; ancak bu arada hijyen, servis, dekorasyon gibi konulara gereken
önemi vermemişlerdir. Kendilerini İstanbul ölçülerine uydurabilenler ayakta kalmayı
başarmış, değişemeyenler ise ya kapanmış ya da meyhane haline gelmiştir (Eksen,
2003: 55).
Beyti Güler İstanbul’daki lokantası ve çevresindeki diğer kebapçılar hakkında
İlhan Eksen’e şunları söylemektedir: “1936-37 yıllarında Küçükçekmece’de 30
kasap dükkanı vardı...Biz döner yapmaya 1946’da başladık. O yıllarda döneri
Eminönü’nde Nimet Abla gişesi yanındaki Tokatlı lokantası, Beyazıt Meydanı’nda
Emin Mahir Sönmez, Hacı Bekir’in arkasında Borsa lokantası, Mısırçarşısı’ndan
Kapalıçarşı’ya çıkan yolda Kazım Usta yapardı. Konyalıyı hatırlamıyorum. O
zamanlar İstanbul halkı, eti biraz kokulu olan karaman koyununu yiyor, kuyruğunu
eritip yemeklik yağ yapıyordu. Biz Küçükçekmece’de kıvırcık etini halka sevdirdik.
1956-57’li yıllardan itibaren dana etini menülerimize adapte ettik. Biz etin et vasfını
öldürmedik. Eti Trakya ve Bandırma’dan temin ederiz; az soğan suyu, biraz tuz ve
zeytinyağı ile terbiye ederiz, baharat, biber koymayız.” (Eksen, 2003: 38).
1960’lı yılların başında İstanbul’da tandır, şiş ve döner en bilinen kebaplardır.
Ancak döner kebapçı sayısı fazla değildir. Döner, İstanbul’da başlangıçta sadece
esnaf lokantalarının öğle servisleri için kendi ustaları tarafından hazırlanır; et
100
lokantalarında da kendisine yer bulmuştur. 60’lı yıllarda Bursa (İskender) kebapçıları
da ayrı bir lokanta türü olarak ortaya çıkmış ve halk arasında yaygınlık kazanmıştır.
Göçlerle birlikte çoğalmaya başlayan güney ve güneydoğu kökenli kebapçılar da
Başlangıçta ucuz karın doyurma seçeneği olarak ortaya çıkan kebapçılar,
zamanla yöresel özelliklerini de kaybetmeye başlamışlar; bölgesel özellikleri olan
kebap ve yemekler yapıp satmak yerine, menülerine her türlü kebabı dahil
etmişlerdir. Bunlardan bazıları içkili lokantaya dönüşmüş, çoğunlukla erkek
müşterilere hitap eder hale gelmiştir. Yemekleriyle değil dev ekranda maç izleme
vaatleriyle müşteri çekilmeye girişilmiştir. Yediğine dikkat etmeyen müşterilerle
birlikte ise, kebaplar da daha özensiz ve kalitesiz yapılmaya başlanmıştır. 22
22 Musa Dağdeviren, iyi bir kebabın yenirken ağızda lezzet bırakacak, doygunluk verecek, ama
mideyi şişirmeyecek bir kebap olması gerektiğini söylemektedir. Bunun gerçekleşebilmesi için de etin seçimi çok önem taşımaktadır. Dağdeviren’e göre kebaplarda kullanılacak en ideal et, çiftleşmemiş bir veya bir buçuk yaşlarında dişi veya erkek kuzu etidir. Hayvanın en güzel bakımını kasap yapar, yani et kasaptan alınmalıdır. Kuzu mezbahadan geldiğinde kasap, etin kanlarını temizleyip dolapta bir gün dinlendirmeli; sonra kebapçı istediği eti ayıklayıp, kullanımına göre ayırmalıdır. Kebaplar meşe kömüründe, kor ateş üzerinde pişirilmeli ve asla kurumamalıdır. Güzel kebap, yapıldığı gün tüketilen kebaptır; çünkü zaten et yenene kadar üzerinden en az iki üç gün geçmiştir, daha fazla beklerse yenmez hale gelir (Dağdeviren, 2005).
Eski kebapçılıkta et, kemiklerinden ayıklanmış ama üzerinde hiçbir işlem yapılmamış vaziyette
dükkânın önünde giriş kapısının sol tarafında çengele asılı olarak durur. Kebap ocağının yanında zom ve terazi vardır. Müşteri yiyeceği etin gramını söyler, kebapçı eti tartar, kıyma istiyorsa eti zoma koyar ve zırhla çeker; kuşbaşı et istenmişse et parça parça kesilir ve şişe dizilip, pişirilir. Bu işlemler ise müşteri siparişini verdiği anda yapılmaya başlanır. Et kebapçıları genellikle sabah 9.00-10.00 arası hazırlık yapar, öğlen servisinden sonra saat 15.00- 16.00 gibi dükkanı kapatır. Kebap dükkânları ahalinin eğlenerek karnını doyurduğu birbirine hem sulu hem ciddi fıkralar anlattığı, şakalar yaptığı mekânlardır (Dağdeviren, 2005).
Dağdeviren’e göre, bir kebabı kötü yapan şey, öncelikle et seçiminden kaynaklanır. Etin bekletilmesi
de kebabın kötü olmasına neden olmaktadır. Birçok kebapçı, birinci gün ‘Urfa kebabı’ olarak hazırladığı sade kıymayı satamazsa ikinci gün bunu, içine acı biber ekleyerek ‘Adana kebabı’ haline getirmektedir. Bu şekilde de satamadığı zaman sarımsak, karabiber ve maydanoz ekler; ortaya ‘beyti kebap’ çıkar. Beyti kebap da satılmazsa, dördüncü gün etin, domates ve salça ile sunumu yapılır ve hazırlanan yemek ‘sarma beyti’ adıyla satılmaya çalışılır. Son olarak, sarma beyti de satılmamışsa etten lahmacun veya içli köfte hazırlayan kebapçı, bunları eninde sonunda müşteriye satmak için uğraşır (Dağdeviren, 2005).
101
Son yıllarda kebapçılar da buralarda yemek yiyenler de değişmiştir. Dışarıda
yemek yeme alışkanlığının yaygınlaşmasıyla birlikte, evde yenebilen tencere
yemekleri yerine ev ortamında yapılamayan kebap türü kuru yiyecekler tercih edilir
olmuştur. Alışveriş ve yemeğin iç içe geçmesi ve hızlı, ayaküstü yenilebilecek her
şeyin dürümün içine girmesi, vitrinlere bakarak bir şeyler atıştıran insanların sayısını
da arttırmıştır.
2) Hızlı Hazır Yemek ve Döner Kebap
1980’li yıllar sıkıyönetimli, IMF programlarının radikal biçimde uygulandığı,
emeğin disipline edildiği ve geniş kitlenin (işçi, emekçi sınıflar, üst yönetim dışında
kalan kamu çalışanları) milli gelirden aldığı payın giderek azaldığı, fakirleşmenin
hızla yayılarak büyüdüğü yıllardır. Dönemin başbakanı Özal’a göre bu yıllar; öz
80’lerden itibaren Türkiye’nin ekonomik yapısında önemli değişiklikler
gerçekleştirilmiştir. 1980 sonrası “dışa açık ekonomi” ve “ihracata dayalı büyüme”
stratejileri, bir yandan mal ticareti önündeki engelleri ortadan kaldırmayı hedeflerken
diğer yandan da sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini zorunlu kılmıştır.
Ekonominin motoru olarak ihracat özendirilirken, dışarıya açılan kapıdan içeri giren
ithal ürünler, Türkiye ekonomisinde her zamankinden daha yoğun bir şekilde yer
almaya başlamış, üretim girdileri içerisindeki payını sürekli olarak artırmıştır.
102
Diğer yandan sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, özellikle ekonomik
büyümeye ivme katmak için hedeflenen sermaye birikimini sağlayacak ortamı
hazırlamıştır. Bu çerçevede Türkiye’de yatırım yapmaları için davet edilen yabancı
firmalara özel teşvikler ve yatırım kolaylıkları sağlanmış, ne pahasına olursa olsun,
yabancı sermayeyi çekmek temel amaç olarak tercih edilmiştir. Ticaretin ve sermaye
hareketlerinin liberalizasyonunun yeni sağlanmaya başlandığı bu dönemde yabancı
firmalar Türkiye pazarına öncelikle tüketim mallarıyla girmiştir. Küreselleşmenin,
tüm boyutlarıyla sosyo-ekonomik hayatı etkileyerek bütün ülkelerde kendisine uygun
bir ideolojik ortam hazırladığı bu süreçte, Türkiye’nin imtiyaz hakkı uygulamalarıyla
ilk tanışması hızlı hazır yemek restoranlarıyla gerçekleşmiştir.
Örneğin bu dönemde Mc Donald’s’ın Türkiye’ye girişi, 1986 yılında
Taksim’de açılan ilk Mc Donald’s restoranıyla olmuştur. Bu restoran, satışları ve
cirosuyla dünyadaki McDonald’s şubeleri arasında ilk 10’un içine girmiştir. İstanbul
Taksim'de açılan ilk işletmeci McDonald's restoranını, kısa sürede yenileri izlemiştir.
1991 yılında McDonald's Corporation'ın Türkiye'ye gelerek Merkez Ofisi'ni kurması,
McDonald's'ın Türkiye'deki yapılanmasında attığı en önemli adım olmuştur.
Gösterilen büyük ilgi sayesinde, Türkiye McDonald's'ın hızla büyüdüğü ülkeler
arasına girmiştir. Bugün artık, her yaştan ve her kesimden insan, belli bir sıklıkta
McDonald's'ı ziyaret etmektedir23.
23 19 yerleşim merkezinde, 80 restoranla hizmet veren McDonald's, Türkiye'de 2000’den fazla kişiye
de istihdam sağlamaktadır. Türkiye'nin birçok ilinde (İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Adana, Aydın, Muğla, Afyon, Antalya, Trabzon, Konya, Kayseri, Kocaeli ve Eskişehir) en az bir McDonald’s restoranı bulunmaktadır. McDonald's'ın Türkiye'de faaliyete başladığı 1986 yılından 2003 yılının sonuna kadar kırmızı et tüketimi 15.249 ton, tavuk eti tüketimi 10.100 ton, ekmek tüketimi 347.8 milyon adet, patates tüketimi 40.720 ton ve içecek tüketimi 97.3 milyon litre olarak gerçekleşmiştir. Şu an McDonald's restoranlarında sunulan ürünlerin ve ambalaj malzemelerinin yüzde 98'i yerel olarak temin edilmektedir. Türkiye'de McDonald's'a hamburgerlerin etini Pınar Et, süt ürünlerini ve
103
Küresel kültür yeni yaşam anlayışlarını beraberinde getirmiş, kitleler arabesk
ağırlıklı da olsa “hoş, sevimli ve esnek” bir kültürel değişim içinde yeni tüketim
estetik, sağlıklı yaşam, sağlıklı beslenme gibi gereksiz yüklerden kurtulup
rahatlayarak, eski hayat tarzlarını terk etmeye başlamıştır.
Neo-liberal siyasal iktidarın sistemli çalışmaları yanında, yoğun reklam
kampanyaları ile adeta bombardımana tutulan kitlelerin bu süreçte küresel kapitalist
sistemin istediği, gerek duyduğu kültürel değişimden kaçmaları olanaklı değildir.
Bir restoranda, lokantada oturup klasik yemek yeme anlayışı unutulmakta;
hem ucuz hem doyurucu, besleyici ve hem de damak tadı leziz olarak sunulan hızlı
hazır yiyeceklerin (başta hamburger olmak üzere, ekmek arası döner vb.) tüketimi
hızla artmaktadır.
Klasik yemek yeme yerine hızlı hazır yiyeceklere, küresel kitlesel beslenme
kültürüne yönlendirilen kitlelere bu şekilde daha az para ve zaman harcadıkları, artan
para ve zamanlarını farklı bir şekilde kullanabilecekleri söylenmekte ve bu söylem de
kabul görmektedir.
1990’lı yıllarla birlikte Türkiye’de, çoğunlukla Amerikan şirketlerinin
ürünlerini pazarlayan hızlı hazır restoran zincirlerinin sayısında artış olmuştur. Bu
artış Türk girişimcileri de harekete geçirmiş yeni yerli hızlı hazır restoran
peynirini Danone, soslarını McCormick, ketçapı Tat sağlamaktadır. Fersan, McDonald's için turşu ve salata, Ekol, kağıt bardak, Bolpat ise patates üretmektedir (http://www.mcdonalds.com.tr).
104
zincirlerinin gelişimini ve bunların dünya yiyecek içeçek pazarına açılma çabalarını
hızlandırmıştır. Ayrıca Türk mutfağına ait birçok yemek, hızlı hazır sisteme uygun
hale getirilmiştir.
Bu sürece uyum sağlayan ve dönüşüme uğrayan yiyeceklerden birisi de döner
kebap olmuştur. Yaşanan gelişmelere paralel olarak, döner kebabın hazırlanması ve
pişirilme yöntemi de değişmiş, döner kebap bütan gazlı ocaklarda pişirilmeye ve
çoğunlukla dana eti kullanılarak hazırlanmaya başlanmıştır. Giderek döner
büfelerinin sayısı artmış, döner hazırlayıp satmak ustalık gerektirmeyen bir iş haline
gelmiştir. Döner, sandviç, lahmacun vb. yiyecekleri satan birçok büfe kimliklerinde
değişiklik yapmış tabelalarına ekledikleri “büfe-fastfood”, “döner burger” yazılarıyla
yeni koşullara ayak uydurmaya çalışmıştır. 24
24 Ankara ölçeğinde “Tüketicilerin Hızlı Hazır Yiyecek Tercihleri Üzerine Yapılan Bir Araştırma”ya
göre, yaş arttıkça geleneksel restoranları tercih edenler de artmaktadır. Özellikle 40 yaş ve üzeri grupta ilk sırada tercih edilen restoranlar tamamıyla geleneksel yemeklerin yapıldığı yerlerdir. Bunun yanında aileler dışarıda yemek yemek için kebap ve pizza restoranlarını, McDonald’s ve Wimpy gibi hızlı hazır yiyecek restoranlarından daha fazla tercih etmektedirler (Boğaz, 2003: 31). Bu veriler hızlı hazır restoranların, ailenin dışarıda bir araya gelip hem iyi vakit geçirmesi hem de yemek yemesi için tercih edilen bir sosyal ortam sağlamadığına işaret etmektedir. Ancak hızlı hazır restoranlar sürekli hareket halinde, daha yüksek tempolu bir hayat sürdüren kişilerce daha çok tercih edilmektedir. Özellikle genç kesimde gözlenen bu eğilim, ulusal mutfak kültürünün, değişime açık olma, yenilik, kolaylık, gelenek ve göreneklerin yoğun baskısından kurtulma, yükselen değerlerden etkilenme gibi çeşitli nedenlerle bir çözülme sürecine girdiğini ve bu sürecin küresel türdeşleşme ile örtüştüğünü de göstermektedir. Araştırmanın bir diğer bulgusu ise tüketicilerin hızlı hazır restoranları tercih nedenleri hakkındadır. Tüketiciler, tercih etme nedenleri sorulduğunda ilk sıraya, bu restoranlara sevdikleri için gittiklerini yazmışlardır. Bu yemeklerin lezzetli bulunması ise ikinci sırada yer alır. Yemeklerin alışkanlık haline gelmesi üçüncü, fiyat uygunluğu dördüncü ve hızlı hazır olması beşinci neden olarak gösterilmiştir (Boğaz, 2003: 33). Bu tercih nedenleri dışında, hızlı hazır restoran zincirlerinin düzenledikleri değişik etkinliklerle de müşteri çekebilmeyi başardıkları görülmektedir. Örneğin günümüzde çalışan ailelerin çoğu, yoğun iş tempoları nedeniyle çocuklarının doğum günü kutlamalarını evlerinde değil, hamburgercilerde yapmaktadır. Bu partiler sırasında çocuklar ve büyükler kendileri için düzenlenen ayrı mekanlarda eğlenebilirler. Annelerin parti sırasında, çocuklarını kameradan izleyebilme imkanı da vardır. Mcdonald’s, Burger King, Dominos Pizza, Kentucky Fried Chicken ve Pizza Hut gibi zincirlerin hazırladığı çocuk menülü, palyaçolu, konfetili, oyuncak hediyeli doğum günü partilerine olan yoğun
105
Döner kebap kitleselleştikçe, döner şişine takılan et miktarı da artmıştır. 20- 30
kiloluk dönerler yerine 200 kiloluk dönerler hazırlanmaya başlanmıştır. Kilo olarak
artan dönerin kömür ateşinde çevrilerek pişirilmesi de zor olmaktadır. Oysa gaz
ocakları karşısında 200-300 kiloluk dönerler fazla zorluk gerektirmeden kızarabilir25.
Ayrıca döner kebap artık günün her saati hazır bulunmaktadır; eskiden olduğu gibi
sadece öğle saatlerinde pişirilip tüketilmez. Müşteri olmadığı zaman ocağın ateşi
kısılır veya tamamen kapatılır, müşteri gelince ise dönerin ısınması için ocak tekrar
yakılır.
Günümüzde yeme içme alışkanlıklarında yaşanan değişim teknolojik gelişme,
kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması sayesinde daha hızlı ve etkili bir
hale gelmiştir. Örneğin gazetelerde her gün yeni yemek tarifleri verilmekte, yeni
yemek reçeteleri sunulmakta, televizyon kanallarında değişik mutfak kültürlerinin
tanıtımını yapan programların sayıları artmakta, yabancı televizyon kanallarına
erişim imkânları kolaylaşmakta, mutfak kültürlerini konu alan kitaplar ve dergiler her
geçen gün daha da çoğalmakta ve internet sayesinde gerek mutfak kültürleri,
beslenme alışkanlıkları ve yemek tarifleriyle ilgili kitaplar ve makalelere, gerekse
yemek kursları gibi mutfakla ilgili olan birçok etkinliğe; yani ihtiyaç duyulan ve
merak edilen her türlü bilgiye hızlı bir biçimde ulaşılabilmektedir.
ilgi, bu zincirlerin iş hacminde de çok büyük artışlara neden olmuştur. Türkiye’de 2005 yılında, hızlı hazır restoran zincirlerinde düzenlenen doğum günü partilerinin sayısı 15 bini bulmuştur (Çelebi, 2006).
25 2 ton 300 kiloyla dünyanın en büyük dönerini yaparak Guinness rekorlar kitabına giren Bursa’daki Melike Döner, bu denemeyle 1 ton 850 kiloyla Yunanistan’ın elinde tuttuğu rekoru da geçmiştir. 240 kuzudan yapılan bu dönere 60 kilo tuz katılmıştır. Dönerin 2.5 metre yüksekliği, 1 metre 83 cm. oluşan üst çapı ve 1 metre 30 cm. alt çapı vardır. Bu döner yüksekliği 3 metre 70 cm. olan üç ocakta pişirilmiştir. 15 bin kişiye yetebilecek olan bu dönerin pişirilmesinde 950 kilo odun kullanılmıştır.
106
3) Dönerciler
Ankara’nın Kale bölgesinde Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana, ‘Ankara
Döneri’ni yapan ustalar bulunmaktadır. Bu ustalar dönerlerini öğle saatlerine doğru
pişirmeye başlarlar ve genellikle öğleden sonraya döner kalmaz. Dönerin sunumu
isteğe göre sade, pilav üstü ya da ekmek arası biçimindedir. Ankara dönerinin
özelliği, mangal kömüründe pişirilmesi, etinin ise biraz yağlıca parçalardan seçilmesi
ve dönerin, araya kıyma döşenmeden hazırlanmasıdır.26
Bu bölümde Ankara ölçeğinde dönercilerle yapılan görüşmelere yer
verilecektir. Görüşme yapılan dönerciler “meşe kömürü ateşinde döner yapanlar” ve
“bütan gazlı ocaklarda döner yapanlar” olarak gruplanacaktır. Böyle bir ayrıma
gidilmesinin nedeni, bu çalışmanın varsayımını daha net ortaya koyabilmek, yani
popüler kültür ürünü olan döner kebap ile bugünkü bazı biçimleriyle kitle kültürü
ürünü haline gelmiş olan döner kebabı açıklayabilmektir. Ancak sadece bu ayrıma
dayanarak birinin popüler kültür ürünü, diğerinin ise kitle kültürü ürünü olarak
nitelenemeyeceğini belirtmek gerekir. Bu saptamayı yaparken döneri pişirme
26 “Ankara Döneri”ni konu alan yazısında M. Kemal Kurşunlu, Kale civarında bulunan dört ünlü
dönerciyi anımsadığından söz eder. Bunlardan biri, Kale önlerinde yer alan Fehmi Tandoğan’ın ustasının yeridir; diğeri ise, Samanpazarı’nda Saraçlar içine sapılan köşede yer alan Süha’nın dükkânıdır. Süha, üçüncü kuşak olarak bu işi devam ettirmiş, ondan önce babası Salih, ondan da önce Ankara dönerinin piri olarak anılan kebapçı İsmail Dayı varmış. 1986 yılında Süha Usta Bestekar sokağa taşınmış. Kurşunlu’nun, Kale civarında hatırladığı diğer dönerci dükkânı, Belediye’nin önünden Bentderesi’ne inerken solda, yokuşun başında yer alan Ciğer Ali’nin yeridir. Ciğer Ali’nin babası da döner ve köfte yaparmış. Kendisine “Aşçı Hüseyin Ağa” derlermiş. Son olarak da dükkânı eskiden Cihan Sokağı’nda bulunan dönerci Rıza’nın yeri varmış. Diğer dönercilerde içki yokken Rıza’da bulunurmuş. Diğerleri, esnaf için sadece öğlenleri döner takarmış, Rıza ise, öğle, akşam döneri eksik etmezmiş. Cihan Sokağı kamulaştırıldıktan sonra, Rıza, Yıldırım Beyazıt Meydanı’na Çankırı Kapı’ya taşınmış. Onun yetiştirdiği ustalardan Bilal ve Kemal kardeşler ise Fenerbahçe Kebapçısı diye bir yer açmış ve Rıza yerine onlar geçmişler. Bu kebapçı dükkânı Vilayetin yanına taşındığında gazetecilerin uğrak yeri olmaya devam etmiş (Kurşunlu, 1999: 34)
107
yöntemi kadar, döner yapmada kullanılan ocağın büyüklüğü, ocak sayısı, kitlesel bir
talebe cevap verebilecek bir üretimin gerçekleşip gerçekleşmediği gibi ölçütler de
önemlidir.
A) Meşe Kömürü Ateşinde Döner Kebap Yapanlar
Odun kömürü değişik odunlardan (meşe, kayın, zeytin, maun… vb)
yapılabilmektedir. Bunların içerisinde meşe odunundan yapılan kömür, enerjisi en
yüksek olan, ateşi uzun süre devam eden ve en dayanıklı olanıdır. Meşe odunundan
yapılan kömür, yanarken alev almaz, tütmez ve dolayısıyla is yapmaz. Diğer
odunlardan yapılan kömürlerin hiçbiri meşe kadar dayanıklı değildir. Odun
kömürünün hangi odundan yapılmış olursa olsun, budaksız ağaçtan (çıra olmayan)
yapılmış olması makbuldür. Döner kebap yapılırken genellikle uzun ve düz meşe
odunundan yapılan (kol kömürü) kömür kullanılır. Meşe odunundan yapılan
kömürün diğerlerine oranla, piyasada daha pahalıya satıldığı tespit edilmiştir.
Ankara’da meşe kömüründe döner kebap yapan altı farklı işyerinin ustalarıyla
görüşme yapılmıştır. Bunlar: Fehmi Tandoğan, Serdar Elifer (Süha’nın Yeri),
Çınaraltı Kebap Evi, Ağan Piknik, Anadolu Lokantası, Cici Piknik’tir.
i) Tarihçeleri
Fehmi Tandoğan (75) aslen Kırşehirli ve ahi geleneğinden yetişmedir.
Önceden lokantacılık yapıyormuş ve özellikle “Ankara Tava”sıyla meşhurmuş.
1950’li yıllardan itibaren dönerciliğe başlamış. Kendisine dönercilik mesleğini
108
Ankara’nın en eski dönerci ustaları olan Ali usta ve Halil usta öğretmiş. Fehmi usta,
Salıpazarı’nda Çengel Han’daki 100 yıllık, Cumhuriyet öncesinden kalma ahşap
dükkânı yıkılınca (burası Rahmi M. Koç Müzesi Ankara Şubesi olarak restore
ediliyor ve mal sahibi Vakıflar Genel Müdürlüğü) Yayçeken sokağın köşesine kale
içine taşınmış. Üç sene kadar önce de Türk Patent Enstitüsünden marka tescil belgesi
almış. Mesleği, oğlu Hüseyin Tandoğan ve kızı Ayşen Aydoğdu sürdürüyor. Fehmi
ustanın kardeşi Dursun usta da dönerciymiş. Aslanhane Camiinin yanında At
Pazarı’nda dükkânı varmış. Süha usta da Fehmi ustanın yakın arkadaşıymış ve o da
ahilik geleneğinden yetişmeymiş. Şu anda Süha ustanın yerine ise oğlu Serdar Elifer
geçmiş.
Serdar Elifer dördüncü kuşak oluyor. Kendisinin söylediğine göre geçmişleri
120 yıl kadar öncesine dayanıyor. Bu işi yapmaya İsmail usta başlamış, ardından
oğlu Salih usta mesleği devralmış ve sonra da Süha usta işin başına geçmiş. Süha
Elifer 1937 doğumlu, yani şu anda 69 yaşında; Atatürk Lisesi 2. sınıftan ayrılmış ve
aile mesleğine 16 yaşında başlamış. Kebapçılığı dedesi İsmail Usta’ya kadar biliyor,
daha öncesi hakkında bir bilgisi yok. İsmail usta 1940 yılında 80 yaşında iken ölmüş;
yani 1860 doğumlu. Dükkan açıldığında 12-13 yaşlarında olan Salih Usta ise, 1954
yılında 49 yaşında iken vefat etmiş, buna göre 1905 doğumlu. Bu rakamlara ve
hesaba göre dükkânın yaklaşık olarak 1892 yılında kurulmuş olması gerekiyor.
Dükkân Samanpazarı’nda, bir adı da Kavaflar olan Saraçlar Çarşısında açılmış. O
tarihlerde Saraçlar Çarşısı’nda ayakkabıcı, köseleci ve saraç gibi küçük sanat erbabı
varmış. Zaman içerinde bu küçük dükkânlar kapanmış; manifaturacılar bunların
109
yerini almış ve eskiden Ankaralı olan esnafın yerine, Beypazarı, Niğde… vb
yerlerden Ankara’ya göç edenler gelmiş.
“Süha’nın Yeri” adıyla bilinen dükkân, 1986 yılında Kavaflar’dan yangın
nedeniyle Bestekâr sokağa taşınmak durumunda kalmış. Petrol Ofisi binasının
yanında kiralık bir dükkân bulunmuş ve 10 yıl burada kalınmış. Dükkân satılınca ise
yine Bestekâr sokakta biraz daha yukarıda olan bugünkü dükkâna taşınılmış. Beş
sene kadar önce de Türk Patent Enstitüsünden marka tescil belgesi almışlar.
Birinci kuşak İsmail Usta’nın açtığı dükkân iki katlı ve ahşaptanmış. Üst kata
3-4 basamaklı bir merdivenle çıkılırmış, alt katta 5, üst katta 13 masa ve ahşap
sandalyeler ile tabureler varmış. İsmail Usta ve Salih Usta zamanında dükkânda üç
ayrı et pişirilirmiş. Tandır kebabı, köfte ve döner. Süha Usta ise babasından köfte ve
döner yapmayı öğrenmiş ve mesleğe sadece döner ve köfte yaparak devam etmiş.
Süha Usta’nın oğlu Serdar Eifer ise, 1964 doğumlu, günümüzde büyük baba
mesleğini devam ettiriyor.
Çınaraltı Kebap Evi ve Ağan Piknik kebapçıları Kumrular Sokak’ta bulunuyor.
Kumrular Sokak’ta bulunan Cici Piknik 1984’te kurulmuş, Kumrulardaki ilk
dönercilerden birisiymiş. Cici Piknik ve Anadolu Lokantası eskiden ortakmış,
dükkânları birleşikmiş; şimdi ise ayırmışlar ve dükkânları küçülmüş. Anadolu
Lokantasının ustabaşı, Kumrular’da dönerciliğin neredeyse 30 yıldır var olduğunu,
Sakarya’dakinden farklı olarak burada kömürde döner yapıldığını söylüyor.
110
ii) Döner kebabın hazırlanması ve sunum şekli
Fehmi Tandoğan, eskiden beri dönerini kuzu ve koyun etinden yapıyor; eti
kemiklerinden ayırıyor, sinirlerini temizliyor ve domates ve kaya tuzu ile eti terbiye
ediyor. Eti kendi kasabından alıyor. Döner şişine takarken etin en üstünü kalın bir
dilim kuyruk yağı ile kapatıyor. Fehmi usta dönerini saat 11.00’de takıyor ve
12.00’de pişirmeye başlıyor. Gaz ocağının döneri hızlı pişirdiğine ve yaktığına
inandığından döneri meşe kömüründe ağır ağır yakmadan pişirmeye özen gösteriyor.
Dükkânına gelenler, dönerlerin hazır olmasını beklerken köftelerini yiyor, dönerler
hazır olunca da bir iki porsiyon döner tüketiliyor. Saat 13.30’a doğru dükkânda döner
kalmıyor. Döner tercihe göre tabakta, ekmek üzeri sunulabiliyor. Geçmiş dönemlerde
isteyenlere dönerin yanında pirinç pilavı, içecek olarak ise kendi üretimleri olan
yayık ayranı veriliyormuş. Fehmi usta, eski geleneğin aynen sürdürülmeye
çalışıldığını söylüyor.
Serdar Elifer, eti terbiye etmiyor; dinlendirip şişe takıyor. Dönerini meşe
kömürü ateşinde kızartan fabrikasyon dönerden haberdar olmakla birlikte hazır
döneri satın almayacağını; çünkü bu dönere güvenmediğini belirtiyor. Eskiden
sadece kuzu eti takarken, şimdilerde müşterilerinin etin daha az yağlı ve hafif
olmasını istediklerini bu nedenle de dana eti ile kuzuyu karıştırmaya başladıklarını
söylüyor. Dönere kıyma karıştırmıyor, etin üstüne kuyruk yağı ile kapak yapıyor.
Serdar Usta döner kebaplarının “eskiden nasıl ise aynı şekilde” yapılmaya devam
ettiğini söylüyor. Başlangıçta dönerin yanında yalnızca su veriliyorken; şimdilerde
ayran, kola, meyve suyu da dükkânda bulunduruluyor. Müşteriye, döner kızarana
111
kadar köfte vermek geleneği de aynı şekilde devam ediyor. Sadece öğle saatlerinde
döner yapılıyor.
Çınaraltı ve Ağan Piknik’te dana eti kullanılıyor ve et dinlendirilerek döner
şişine takılıyor. Ağan Piknik’te self-servis var; kasadan fiş alınıyor. Her iki işletmede
de saat 10.00’dan itibaren döner bulunuyor. Anadolu Lokantası’nda dana eti
kullanılıyor; et dinlendiriliyor ve tercihe göre ekmek arası veya lavaşta dürüm olarak
sunuluyor.
Cici Piknik’te dana eti kullanılıyor; et, soğan suyu ve baharat ile birlikte
terbiye ediliyor; lavaş veya ekmek arası satılıyor. Dükkânın içerisindeki duvarda
“Mahmutlar Et Ürünleri”ni tanıtıcı bir yazı asılı; Cici Piknik yıllardan beri bu et
ürünlerini kullanılıyor. Dükkânda çalışan iki kişi var; bunlardan birisi döneri
pişirirken, diğeri paketleme yapıyor.
iii) Fiyat-Kâr
Fehmi Tandoğan, dönerinin porsiyonunu 6YTL’den satıyor. Günde kilosu 12
YTL’den ortalama 20 kilo kemikli et (but hesabı) alıyor. Yaz aylarında daha az
döner yapıyor, kışın iki but daha fazla alıyor; et kemiklerinden ayıklandığında
yaklaşık olarak yüzde 18 fire veriyor; buna ateşte piştikten sonraki yaklaşık yüzde
10’luk fireyi de ekleyince, günde ortalama 15 kiloluk döner sattığı ortaya çıkıyor.
Serdar Elifer, kullandığı kömürün tonunu iki milyara aldığını ve kullanılan
kömüre göre kalitenin değiştiğini söylüyor. Kendisi günde 15 kilo civarında döner
Gaziantep ve ABA Piknik, Apikoğlu Baklava-Börek-Künefe ve Urfalı’dır.
114
i) Tarihçeleri
Hosta Piknik’in ilk şubesi 1981 yılında Sakarya Caddesi’nde Hosta-1 (Sakarya
Soysal Şubesi) kurulmuştur. Hosta-1’de 10 yıldır çalışan Salih Usta, Hosta’nın ilk
şubesini açmadan önce Sakarya’da Goralı’nın olduğunu söylüyor. Zamanla, Sakarya
Caddesi boyunca bir çok dükkân dönerci olmuş ve burada başlangıcından beri kömür
ateşi yerine, döneri daha hızlı pişirdiği, daha az masraflı ve daha pratik olduğu için
bütan gazlı ocaklar kullanılmış. Hazırlanan döner kebap miktarı da yıllar içinde
devamlı olarak artmış. Salih Usta, bugün Hosta’nın Ankara’da 13 tane şubesi
olduğunu ve Eskişehir, İstanbul, Trabzon gibi illere de yayıldıklarını söylüyor. Hosta
Piknik, imtiyaz hakkı yoluyla ve kendi yatırımlarıyla ulusal bir zincir olma yolunda
ilerliyor.
Hosta-2 (Sakarya Köşe Şubesi) 1985 yılında açılmış. Burada çalışan Temel
usta, bütan gazlı ocakların 1970’lerden beri kullanıldığını, talebin çok olduğunu, bu
talebe yetişmenin ancak bütan gazlı ocaklarla mümkün olabileceğini, Sakarya
Caddesi üzerinde üç tane Hotsa Piknik olmasına karşın hepsinde de çok yoğun bir
tüketimin görüldüğünü söylüyor. Hotsa-3 (Sakarya İnkılap Şubesi) ise, 2002 yılında
açılmış.
Döneristan, 1999 yılında Sakarya Caddesi’nde açılmış. Döneristan’da çalışan
Osman Üzüm usta, döner kebabı Sakarya caddesine getiren ilk yerin, 1970’li yıllarda
Ali Nazmi İşhanı’nda açılmış Goralı olduğunu söylüyor. Arnavut kökenli Goralı,
115
dönerini bütan gazlı ocaklarda kızartır, sandviç şeklinde satarmış27. Ekmek arası
döneri ise Hosta başlatmış. Goralı’nın ilk yeri İzmir Caddesi’ndeymiş, sonradan
Sakarya Caddesine geçmiş.
Mola Döner Sarayı’nın geçmişi, ustabaşısının söylediğine göre, 15 yıl
öncesine gidiyor. Ankara’da 15 şubesi bulunan ABA Piknik de ilk şubesini Mola
Döner Sarayı gibi 15 yıl kadar önce Sakarya’da açmış.
Döner 7, Öz Gaziantep ve Hacıoğlu, Sakarya Caddesi’ndeki diğer döner
kebapçılar. Bunların geçmişi 10 yıldan geriye gitmiyor; bazıları el değiştiriyor,
kapanıyor ve yerine yenisi açılıyor. Apikoğlu, Kumrular Sokak’ta, Urfalı ise uzun
yıllardır Bentderisi’ndeki yerinde gaz ocağında döner yapıyor.
ii) Döner kebabın hazırlanması ve sunum şekli
Hosta Piknik’lerde döner kebap Eryaman’da bulunan Hosta fabrikasında
hazırlanıyor; buradan bütün Hosta’lara dağıtım yapılıyor. Üç Hosta’da da self servis
var, fişle alışveriş yapılıyor. Döner yapımında dana eti kullanılıyor ve döner kıyma
ile tutturuluyor.
27 Ankara’da ayakta yeme içme kültürü “Uğrak”ın açılmasıyla birlikte yaygınlaşmıştır. Lokantaların
masalarda oturularak yemek yeme yöntemlerine karşılık Uğrak’da, ayak üstü, tezgahlara dayanarak meyve suları veya ayran içilmekte ve sandviç, sup, pasta vs. yenmektedir (Akgün, 1996, s. 579). Ayaküstü yeme alışkanlığı Goralı ve Piknik’in açılmasıyla birlikte iyice yerleşmiştir. Goralı ve Piknik, daha geniş kesimlerin ve parasız öğrencilerin de sıkça gidebildikleri yerler arasındadır (Aydın, S. ve diğerleri, 2005, s.579) . Sakarya Caddesi’ne Goralı’nın açılmasıyla ve Goralı’da sandviç döner satışına başlanmasıyla birlikte, döner kebap giderek daha fazla kitleselleşmiştir. Goralı’nın ardından Sakarya Caddesi boyunca birçok dükkân dönerci olmuş, “Ankara Döneri” de geleneksel özelliklerini kaybederek, bütan gazlı ocaklarda pişirilmeye başlanmıştır.
116
Mola Döner Sarayı’nda döner, et ve kıyma karışık olarak dükkânda
hazırlanıyor; fabrikadan satın alınmıyor. Et önceden terbiye ediliyor ve sonra
sırasıyla bir et, bir kıyma şeklinde şişe diziliyor.
Döneristan’da döner kebap dışında köfte, pirzola, biftek, şiş kebap satılıyor.
Yemek oturularak yeniyor; yemek servisini de garson yapıyor. Kasapla anlaşmalı
olarak özel et hazırlatılıyor. Döneristan’da çalışan Osman Usta, anlaşmalı
kasaplarından aldıkları eti (kuzu ve dana karışık) kendi terbiye ediyor; terbiye için
soğan suyu, süt, karabiber ve sıvı yağ kullanıyor. Ete kesinlikle iç yağ konmuyor;
etin sinirsiz olmasına dikkat ediliyor. Dönerin yanında ise başlangıcından beri, ayran
ve garnitür olarak maydanozla karışık soğan veriliyor. Osman Usta bütan gazlı
ocakların döneri çok daha hızlı pişirdiğini, kimi yerlerin müşteri olmadığı
zamanlarda ocaklarını söndürebildiklerini, kömür ateşinde ise dönerin daha ağır
kızardığını ve kömür kullanmanın pratik olmadığını söylüyor. Ancak bütan gazlı
ocaklarda da dönerin yanmamasına özen gösterilmesi gerekiyor; bunun için ocakla
döner arasında 10-15cm. mesafe olması gerekiyor. Döneri kesme biçimi de dönerin
yanmaması açısından önemli; döner yukarıdan aşağıya doğru ince ince kesilmeli
azaldığı zaman dahi şekli, ilk takıldığındaki gibi olmalıdır. Osman Usta Türkiye’de
“döner kebap” denince aklına ilk olarak Bursa’nın değil, “Ankara Döneri”nin
geldiğini; Bursa’nın, “İskender Kebap”ın ortaya çıktığı yer olarak öne çıktığını
söylüyor.
Sakarya’da lokanta olan yerler, hayvanı bütün olarak alıyor ve etin kilosunu
oldukça ucuza mal ediyorlar. Etin but ve kol kısmı dışındaki yerlerini ya kıyma
117
olarak ya da parça et olarak kullanıyor, böylelikle maliyeti kurtarıyorlar. Kıymalı
yiyecekler daha ucuza mal oluyor ve kâr getiriyor; yani etin niteliği yükseldikçe kâr
payı da düşüyor ve işletme açısından maliyet artıyor.
kullanılmasına rağmen, et döner ve İskender kebap arasındaki fiyat farkı az; çünkü
119
İskender kebapta kıyma kullanılıyor, kıyma ucuza geldiği için de maliyet
kurtarılıyor.
Döner 7’de 200 kiloluk tavuk ve et döner hazırlanıyor. Ustabaşı hafta içinde
daha az miktarlarda döner taktıklarını, en yoğun günlerinin hafta sonu olduğunu,
hafta içi öğle saatlerinde de yoğunluk yaşandığını söylüyor. ABA Piknik’te günde iki
kere 100 kilo civarında döner takılıyor; takılan döner miktarı açıklanmak istenmiyor,
günlük tüketime göre miktarın değiştiği söyleniyor. Apikoğlu ise sadece tavuk döner
yapıyor. 80 gr. “Derisiz tavuk döner fiyatı” 1.5 YTL’dir.
iv) Tüketici Yapısı
Sakarya Caddesi’ndeki dönercilerin müşterilerini birbirinden farklı gelir
düzeyindeki insanlar oluşturuyor; kitlesel bir tüketim gözlemleniyor. Örneğin Hosta
Piknik, birbirinin ardı sıra üç şube açmış ve bunların hiçbirisi müşteri bulmakta
zorlanmıyor. Bentderesi’ndeki Urfalı’nın müşterilerini ise, döner fiyatı piyasaya göre
düşük olduğu için, alt gelir grubundan insanlar oluşturuyor.
150m2 alana kurulu olan Hotsa-1 Sakarya Soysal, ayda ortalama 60.000
müşteriye hizmet veriyor. Hotsa-2 Sakarya Köşe, 240m2 kapalı alanda iki kat olarak
hizmet veriyor ve aylık ortalama 225.000 müşteriyi ağırlıyor. Hotsa-3 Sakarya
İnkılap ise, 360 m2'lik kapalı alanda 2 kat olarak restore edilmiş ve ayda ortalama
175.000 müşteriye hizmet veriyor.
120
Bütan gazlı ocaklarda döner pişiren ustaların hepsi, bu ocakların daha az
masraflı olduğu konusunda hemfikirler. Bu ocaklarda alevin doğrudan ete
değmemesi için tel bir kafes kullanılıyor ve kafesin gözleri sayesinde alev
dağıtılıyor, ete doğrudan değmiyor. Gaz ocağı az masraflı olmasının ötesinde, eti
çabuk pişirdiği için de tercih ediliyor. Ancak birçok dönerci, gaz ocağını, kömür
ateşine göre daha tehlikeli buluyor; çünkü gaz ocağı önünde döner kesilirken elin
yanma riski var; ayrıca ocak tüplerinin her zaman için patlama tehlikesi olabiliyor.
Gerek meşe kömürü ateşinde gerekse bütan gazlı ocaklarda döner yapan ve
yukarıdaki bölümlerde adları geçen Hosta Piknik, Ağan Piknik, Cici Piknik ve ABA
Piknik’in isimlerinde yer alan “piknik” sözcüğü 1953 yılında Ankara’da açılmış olan
“Piknik Lokantası”ndan gelmektedir. Piknik’in şarküterisi, ayak yeri, sandviçi,
oturma yeri vardır ve bu özellikleri ile bir benzeri daha yoktur. Bu nedenle
belediyeden küşat alma aşamasında ne birinci sınıf, ne de ikinci sınıf lokanta olarak
değerlendirilebilmiştir. Yıllar sonra ise bu tip yerlerin küşatlarında “Piknik” sınıfı
yazmaya başlamıştır29.
29 Piknik lokantası, 15 Kasım 1953’te iki kardeş tarafından, Tuna Caddesi 1/A’da açılmıştır. Reşat
Bey işe 1940’lı yıllarda Ankara’da, dayısı Hilmi Öz’ün pastanesinde (Özen Pastane) başlamıştır. Burada, İstanbul’daki “Le Bonne Pastanesi”nden getirilmiş olan Arnavut Argiri Tamburoğlu Usta’dan işi öğrenen Reşat bey, 1953 yılında, o sıralarda Merkez Bankası’nda çalışan kardeşi Vahit Önat ile birlikte kendi yerini açmaya karar vermiştir. Piknik lokantasında, Atatürk Orman Çiftliği birası satılmıştır. Uzun oturma gerektirdiği için rakı verilmemiştir. Dünyada henüz hızlı hazır yemek zincirlerinin egemenliği yokken “Piknik” bu anlamda kendine özgü bir mekan olabilmiştir (Aydın ve diğerleri, 2005:580). Yalçın Ergir’in anlattığına göre, Piknik restoran hep kalabalık olur, şişler sosis tavalar hiç gecikmeden servis yapılırmış; Ankara’nın ilk “Espresso” su da Piknik’teymiş. Piknik’te hepsi sigortalı yüz kişi çift vardiya çalışırmış; senenin 364 günü sabah 06.30’dan gece 22.30’a kadar Piknik açıkmış, sadece 10 Kasım günü kapatılırmış. Çalışan personelin ev sahibi olması için de Reşat ve Vahit beylerin öncülüğünde bir kooperatif kurulmuş. Aşağı Ayrancı Ali Dede Sokakta “Piknik Apartmanı” adında bir apartman inşa edilmiş. Alanında ilk toplu sözleşmeyi yapmış olan “Piknik”te uzun bir grev dönemi olmuş. Önce şarküteri kısmı kapatılmış, ayak servisi kademeli olarak azaltılmış ve arka komşuları olan Restoran Bekir’le birlikte çalışılmaya başlansa da “Piknik” giderek küçülmüş, 1982’de 1953’te girdiği binadan çıkarılmış ve İnkılâp Sokaktaki yeni yerine
121
4) Döner Kebap: Geleneksel, Kitlesel ve Küresel Bir Dönüşüm Süreci
Döner, Türkiye’de en fazla tüketilen gıdalardan birisi olmaktadır. Türkiye’de
yıllık kişi başına düşen kırmızı et tüketimi 6 kg’dır; yani Türkiye’de yılda 420 bin
ton kırmızı et yenmektedir. Bu rakamın beşte biri, yani 84 bin tonu ise döner kebap
olmaktadır. İstanbul’da yaklaşık 4 bin döner büfesi olduğu tahmin edilmektedir
(Ersoy, Hürriyet, 17 Temmuz 2005).
Günümüzde döner kebap, marketlerde dilimlenmiş, hazır ve sadece ısıtılarak
yenebilecek şekilde de satılmaktır. Bunun et, tavuk, hindi ve sucuk döner gibi
çeşitleri vardır. Tavuk dönerinin, ilk olarak Suudi Arabistan’da ortaya çıktığı
yazılmaktadır. Danimarka’dan gelen tavuk etleriyle yapılan bu dönerde daha sonra
farklılık yaratmak için hindi eti de kullanılmıştır (Chase, 2003: 81). Türkiye’de
palamuttan ve sebzeden bile döner yapılmaktadır. İstanbul’da Ortaköy’de “Pekin
Ördeği Döner” hazırlayıp satan, Karadeniz’de ise hamsiden döner yapan yerler
vardır. Antalya'da bir yiyecek ve içecek fuarında tezgah açan firmalardan birisi,
Norveç somonu kullanarak döner hazırlamıştır. Bunun için süt, tarçın, defneyaprağı
ve limonla karıştırılan somonun kılçıkları tamamen temizlenmiş, et fileto haline
getirilmiştir. Günümüzde Afyon kökenli sucuk kıymasından hazırlanan dönerler de
oldukça yaygınlaşmış durumdadır.
taşınmış. 1986 yılında durum iyice kötüleşmiş ve Piknik kapatılmış. 1993 mali affıyla birlikte ise Reşat Bey “Piknik”i yeniden açmak için çalışmalarına başlamış. 16 Ekim 2002 yılında kızlarının da desteği ile birlikte “Piknik” Armada Alışveriş Merkezi’nde yeniden açılmış (Aydın ve diğerleri, 2005:582).
122
Türkiye’de dondurulmuş hazır blok döner üretimi izni almış tesislerin sayısı 15
civarındadır; dönercilik sektörüne yönelenlerin sayısı giderek artmaktadır.
Türkiye’de et tesisleri anlamında bir kapasite fazlası bulunmaktadır. Zaman içinde bu
kapasite fazlasının dönere doğru yönlenmesi beklenmektedir. Türkiye’deki et
fiyatlarının diğer ülkelere göre daha yüksek olması, ihracat yapma şansını da
güçleştirmektedir (Ersoy, 2005).
Pınar Et, yıllar önce hazır döner yapıp pazara sunmuştur; ancak dönerciler ve
lokantacılar, Pınar'ın hazır dönerlerini almak yerine, kendi dönerlerini yapmaya
devam etmişlerdir. Bunun sonucunda ise Pınar Et, hazır dönerlerini satamamış ve bu
işten vazgeçmek durumunda kalmıştır.
Günümüzde hazır döner üretimi yapmakta olan Topçuoğlu firması da Pınar
Et’le benzer sorunları yaşamaktadır. Afyon'da faaliyet gösteren firma yaprak, kıyma,
karışık ve piliç dönerleri, İstanbul, Ankara, Eskişehir, Denizli ve Antalya'da piyasaya
sürmüştür. “Bolldöner” markalı hazır dönerin kilogram fiyatı 5YTL ile 13 YTL
arasındadır. Piyasaya, 6 kilodan 150 kiloya kadar hazır döner sunulmaktadır; ama o
da yeterince satmamaktadır.
“Bolldöner”i neden satamadığı konusunda bir araştırma yaptıran Topçuoğlu,
araştırma sonuçlarını şöyle yorumlamaktadır: "Büfe, lokanta ya da kebapçılarda
döner hazırlayan ve ocağa takarak pişirdikten sonra satan insanlar, kendilerinin çok
iyi bir döner ustası olduğunu düşünüyorlar. Hiçbir eğitim almadan, düşe kalka döner
işini öğrenen bu insanlar, patronlarını da etkiliyor ve hazır dönerin önünü kesiyorlar.
123
Lokantacılar, büfeciler ve kebapçılar da konuyu önemsemedikleri ya da genellikle
kendi hazırladıkları dönerde, kıymanın içine soya kıyması da karıştırdıkları için,
hazır dönere rağbet etmiyorlar. Sağlık kuralları ise hiç akıllarına bile gelmiyor.
“Bolldöner”e en çok catering firmaları ile kantinciler ilgi gösteriyor” (Ersoy,
Hürriyet, 2005).
Avrupa'da ise sıkı bir denetim altında olan ve sağlık kurallarına uyan
dönerciler, hazır dönerleri, firmalarından ambalajlı ve dondurulmuş olarak
almaktadırlar. Fabrikalardan alınan hazır dönerleri pişirip satan Avrupa'daki
dönerciler, aynı zamanda “Hamburger Usulü Köfte”yle de mücadele etmektedirler.
Tüm AB ülkelerinde ve Rusya'da da 'Türk Dönerci' sayısı hızla çoğalmakta, döner
kebap dünya hızlı hazır yemek sektörü içindeki etkinliğini her geçen gün daha da
arttırmaktadır (Yardımcı, Milliyet Business, 2004, sayı:64) Bu süreç karşısında
McDonald’s özellikle Almanya’da dönerle rekabet edebilmek için fiyat kırmakta ve
reklam faaliyetlerini yoğunlaştırmaktadır. McDonald’s’ın dana ve tosun etlerine
piyasa değerinin üzerinde para vererek bunları satın alma yoluna gitmesiyle yükselen
et fiyatları nedeniyle, günde yaklaşık 300 ton et kullanan döner imalathaneleri zor
durumda kalmaktadır.
Almanya’da “döner kebabı” ilk olarak, 29 Şubat 1952 günü Potsdam’da
bulunan Sovyet delegasyonundan yetkililer tatmıştır. Potsdam, o zamanlar Doğu
Almanya’ya aittir. 1952 yılında Sovyet delegasyonunun Almanya’ya yapmış olduğu
ziyaret sırasında konuklara “HO-Gaststatte Der Klosterkeller” lokantasında döner
124
kebap ikram edilmiştir. O dönemde “Der Klosterkeller” lokantası dönerin
porsiyonunu 5.85 Alman Markına satmaktadır (Dönerci Dergisi, 2005, s.1: 15).
Almanya’daki Türk iş adamlarının faaliyetleri özellikle döner kebap
sektöründe yoğunlaşmaktadır. Örneğin Berlin-Brandenburg eyaletinde günde beş ila
on beş ton kapasiteli yirmi beşin üzerinde döner fabrikası bulunmaktadır. Bu
fabrikalarda günlük üretim 70 ton civarındadır. Almanya’da döner üreten firmalar,
üretimlerinin bir bölümünü Avrupa’daki diğer ülkelere doğru kaydırmıştır. Tüm
Avrupa ülkelerinde, fabrika düzeyinde işletme sayısı ise 85 kadardır. Bunların
toplam kapasiteleri günde 350 tondur. Buralarda üretilen dondurulmuş ve ambalajlı
500 ile 300 kilogram büyüklüğündeki dönerler, soğutma sistemli araçlar ile her gün
Avrupa’nın çeşitli ülkelerine (Hollanda, Danimarka, Finlandiya, İtalya, Fransa ve
İspanya) günlük olarak dağıtılır (Dönerci Dergisi, 2005, s.1: 13).
Avrupa Türk Döner İmalatçıları Derneği (ATDID) bundan sekiz yıl önce
Berlin’deki döner üreticilerinin bir dernek çatısı altında toplanmayı istemeleri sonucu
kurulmuştur. Amacı Avrupa’daki Türk döner imalatçılarının problemlerine ortak
çözümler bulmaktır. Başlangıçta 20 üyesi olan derneğin şu anda 12 üyesi
bulunmaktadır (Dönerci Dergisi, 2005, s.1).
Dönerci Dergisi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, Avrupa genelinde döner
kebap fiyatları arasında bir istikrar yoktur. Berlin’de 1-2.5 Euro aralığında satılan
döner, Paris’te 4-5 Euro civarındadır. Zürih’te 5 Euro’ya kadar çıkan döner fiyatı,
Brüksel ve Amsterdam’da 3 ila 4 Euro kadardır (Dönerci Dergisi, 2005, s.1).