T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (KELAM) ANABİLİM DALI MUHAMMED ABİD EL-CABİRİ’NİN ESERLERİNDE DİN-SİYASET İLİŞKİSİ Yüksek Lisans Tezi Mustafa Selim Yılmaz Ankara-2005
T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (KELAM)
ANABİLİM DALI
MUHAMMED ABİD EL-CABİRİ’NİN ESERLERİNDE DİN-SİYASET İLİŞKİSİ
Yüksek Lisans Tezi
Mustafa Selim Yılmaz
Ankara-2005
T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (KELAM)
ANABİLİM DALI
MUHAMMED ABİD EL-CABİRİ’NİN ESERLERİNDE DİN-SİYASET İLİŞKİSİ
Yüksek Lisans Tezi
Mustafa Selim Yılmaz
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ahmet Akbulut
Ankara-2005
T.C ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (KELAM)
ANABİLİM DALI
MUHAMMED ABİD EL-CABİRİ’NİN ESERLERİNDE DİN-SİYASET İLİŞKİSİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Ahmet Akbulut Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası
…………………………………… ………………………
…………………………………… .……………………..
…………………………………… ……………………...
…………………………………… ……………………...
…………………………………… ……………………...
…………………………………… ……………………...
Tez Sınavı Tarihi …………………………..
GİRİŞ
1- Tezin Amacı
Günümüzün gerek global gerekse de lokal çerçevede olsun yaşamış olduğu en büyük
sorunlardan biri, din ile siyaset arasındaki bağıntının doğru bir şekilde ortaya konamayışı ve
reel hayatın gereklerine uygun çözümlerin üretilemeyişidir. İşte bu noktadan hareketle
Cabiri’nin ortaya koymuş olduğu görüşlerin araştırılması, bu görüşlerin ışığında sorunun
değerlendirilmesi ve realist ve rasyonalist bir anlayışla bu önemli soruna yeni bir perspektif
getirilmesi tezimizin temel amacıdır.
2- Tezin Önemi
İlmin yapması gereken en önemli şey, toplumların yaşamış oldukları sorunlara somut
çözüm önerileri getirmesidir. Bu bağlamda sorunların kaynağına inilmesi ve bunların doğru
bir şekilde teşhis edilmesi zorunludur.
İnsanlar yaşamlarını daha iyi sürdürebilmek amacıyla bir araya gelmişler ve toplumları
oluşturmuşlardır. Sonuç itibariyle bu bir araya gelişlerinin neticesinde aralarındaki ilişkileri
belli bir sistem dahilinde düzenleme ihtiyacı duymuşlardır. İşte bu sistemi de “Siyaset Sanatı”
olarak isimlendirmişlerdir. Bu bağlamda “Siyaset insanları yönetme sanatıdır” tanımı genel
kabul görmüştür.
Din, gerek semavi olsun gerekse de beşeri olsun insanların daha iyi bir yaşam
sürmeleri gayesiyle ortaya çıkmıştır. Onlara mutluluğu vaat etmiştir.
Görüldüğü üzere siyasetle din arasında önemli bir bağıntı vardır. Öyle ki tarih bu
bağıntı üzerinde deveran etmiştir. Bu noktada bu iki kavram yerli yerinde anlam çerçevesine
oturtulamadığı ve aralarındaki bağıntı doğru bir şekilde kurulamadığı içindir ki ortaya köklü
sorunlar çıkmıştır. Bunun sonucunda da aşırı uç noktalar çıkmış ve hayatın idame ve imar
edilmesi noktasında sağlıklı bir yol izlenememiştir. İşte bu noktada Cabiri’nin Müslümanların
anlayışlarını ta başlangıcından beri tahlil etmesi ve Batılı anlayışı da dikkate alarak konuyu
değerlendirmesi bu husus açısından çok önemlidir. Burası tezimizin önemini ortaya
koymaktadır.
3- Kapsam ve Sınırlılıklar
Tezimizde Cabiri’nin sadece din ve siyaset konusundaki görüşleri ele alınacaktır.
Farklı meselelerdeki görüşleri ise bu konuyla olan ilişkisi dahilinde göz önünde
bulundurulacaktır. Bu çerçeveden hareketle, din ve siyaset arasındaki ilişki ve bu ilişkinin
nasıl ve ne tür bir çerçevede gerçekleştiği Cabiri’nin eserlerinde araştırılacaktır. Ayrıca bu
ilişkinin toplumsal hayat üzerindeki tezahürleri, etkileri ve sonuçları ortaya konulacaktır.
4- Tezin Yöntemi
Tezimiz iki bölüm olarak tasarlanmaktadır. I. Bölüm’de; din ve siyaset arasındaki
ilişkinin Hz. Peygamber’den başlayıp günümüze kadar gelen tarihi süreç içerisinde nasıl
gerçekleştiği ve ne gibi etki ve sonuçları olduğu tespit edilip değerlendirilecektir.
II. Bölüm’de; Cabiri’nin, tarihi süreç ışığında, günümüz dünyasına nasıl yaklaştığı ve
onun bu konudaki sorunlarına ne gibi çözüm önerileri sunduğu tespit edilip
değerlendirilecektir. Bu noktada tezimize kaynaklık eden eserler ve argümanlar Tarama-
Değerlendirme Yöntemi temel alınarak tahlil edilecektir. Ayrıca bu konuda yazılmış batılı ve
yerel çalışmalar da göz önünde bulundurularak gerekli yerlerde Karşılaştırma Metodu esas
alınarak değerlendirmeler yapılacaktır. Bu çalışmalar yapılırken tezimizin sağlıklı bir şekilde
ortaya konabilmesi için konuya son derece nesnel yaklaşılmaya gayret edilecektir.
* * *
İnsan, gerçekten girift bir yapı ve onu tam manasıyla anlamak zor bir iştir. Zaten bu
noktada ilim dünyasında çok cüzi bir mesafe alınmıştır.
Evet İnsan, anlaşılması gerçekten zor bir varlık. Alemin belki de odaklandığı varlık.
Çünkü, cinler hariç tutulacak olursa, çift tabiatlı yaratılan yegane varlık. Allah, bu bağlamda
şöyle buyuruyor: “Kesinlikle biz insanı en güzel şekilde yarattık, sonra onu aşağıların
aşağısına indirdik”1. Yani, burada anlaşılması gereken şudur; biz insana her türlü imkanı
verdik ve bu imkanları dilediği gibi kullanabilir ama, yaptığının sonucuna katlanmak şartıyla.
Eğer ona öğrettiğimiz güzel ilkeleri alıp hayatının yön tayin edicisi olarak kullanırsa işte, o
dediğimiz “Ahsen-i takvim”den olur, yok eğer tersini yaparsa işte o dediğimiz “Esfel-i
safilin”den olur. İşte dünyanın ve insanlığın varoluşundan beri yaşamış olduğu en büyük
meselenin kaynağı bu veciz ayetlerde gizli. Allah’ın hiçbir şekilde dönmeyeceği
“Sünnetullah”ına uyan, her zaman mutlu olacak ve her iki cihanda da uyumlu bir hayat
sürecek. Buradan çıkan sonuç, insanın yaşamını belirleyen dünya görüşünü, nasıl takdir
ettiğidir. Buradan hareketle; araştırılacak temel konu; bu görüşün, siyasi alanda nasıl akis 1Tin 95/4-5
bulduğudur. Daha genel bir ifadeyle, din ve siyaset arasındaki ilişkinin nasıl cereyan ettiğidir.
Bu açıdan bu önemli konu, Faslı düşünür Muhammed Abid el-Cabiri’nin eserlerinden
yararlanılarak tahlil edilecektir.
Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: “Ne alakası var insanın Sünnetullah’a uyması
ile din-siyaset arasındaki ilişkinin?”. Konunun aslına bakılırsa o, tam bu noktayla direk
bağlantılı, daha güzel bir ifadeyle, işin nirengi noktası burası. Esasında yukarıda zikredilen
ayet-i kerimeler, insan psikolojisinin çözümlenmesiyle derinden ilişkili. Yani; insanlığın
başını ağrıtan bu temel meselenin anlaşılmasının temeli, insan psikolojisini kavramakla
mümkündür. Bu hususta bireyi temel alan Kur’an’ın ifadeleri de çok önemlidir. Çünkü
toplumsal sorunlar, onun temeli olan insan anlaşılmadan çözülemez.
Din ve siyaset arasındaki ilişki; insanlık hayatında nasıl tezahür etmiş, önce bunu
psikolojik temelli olarak ele almak gerekir. İnsanın içsel dünyasında ilginç bir hükmetme güdüsü
vardır. Yani, kendisinden gayrısına otoritesini kabul ettirmek ve onları istediği gibi
yönlendirmek. Böylece egosunu tatmin etmek. Tamam, toplumsal hayatın sürdürülebilmesi ve
bir düzen sağlanabilmesi için insanları, kanunlar ve kaideler dahilinde gayet insani bir orijinle
yönetmek gerekir. Zira siyaset bilimciler tarafından da siyaset; “insanları yönetme sanatı” olarak
tarif edilmektedir.2 Egoyu tatminle bu, kastedilmemektedir. Aksine bununla, hiçbir sınır
tanımayan ve gayr-i ahlaki vehimler altında vuku bulan durumlar ifade edilmek istenmektedir.
Zira bu zihni yapılanım ilahlık iddia etmeye kadar varabilmektedir. Öyle ki bu anlayışı, kendi
ontolojisini kendisinin yaratma gayretinde olduğu iddiasında bulunan; batı dünyasındaki
pozitivizm gibi akımların ve eski Mısır firavunlarının yapısal karakterinde biraz irdeledikten
sonra çok rahatlıkla görebiliriz.
Bu hususta temel hareket noktası; “insanın hevasını ilah edinmesi”ni3 konu eden, bu
davranışı kınayan ve bunu kesinlikle reddeden ayetler silsilesidir. Bunu siyaset alanına
uyguladığımız zaman şunu görürüz; insanları, kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak ve
hegemonyası altına sokmak için elinden gelen her şeyi yapmak. Çünkü bu, artık onun amacı
olmuştur. Bu anlayışı güzel bir şekilde İtalyan Machiavelli özetlemiştir: “Amaca ulaşmak için
2 Esat Çam, Siyaset Bilimine Giriş, Der yay., İstanbul, 2000, s. 11; Hüseyin Atay ve arkadaşları, Arapça-Türkçe Büyük Lügat, Hilal Mat., Ankara, C. 1-2, s. 1055; Mustafa Nihat Özön, Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İstanbul, İnkılap Kit., Ekim, 1959, s. 648; Abdullah Yeğin ve arkadaşları, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Türdav, İstanbul, Aralık, 1978, C. 2, s. 1372 3 bkz. Furkan 25/43, Casiye 45/23
her şey mubahtır”. Buna siyaset literatüründe ‘Arivizm’ denir”4. Bir kimsenin
hükümranlığını ilan edebilmesi için, buna kamuoyu nazarında meşruiyet kazandırması,
siyasetin en temel meselesidir. İşte tahlil edilecek nokta burasıdır. Zira din ve siyaset
arasındaki ilişki burada tezahür etmeye başlamaktadır. Bu noktada, siyasetçinin meşruiyetini
kabul ettirme açısından sıkça kullandığı argüman dindir. Buna binaen burada amaçlanan,
dinin siyasetin elinden muzdarip olmasını dillendirmektir.
Bu tahlillerden sonra şunu da eklemek gerekir: Düşünme hayatında kayda değer bir
ilerleme kaydedilmek isteniyorsa “Kelami Psikoloji” adı altında, psikolojinin bir alt dalı
olarak sistematik bir yapı kurulmalıdır. Çünkü, kelamın konusu; Allah’ın varlığı ve O’nun
kainatla, özellikle de insanla olan ilişkisini araştırmak ve bunun üzerinde konuşmaktır. O
halde; yukarıda insan hakkında yapılan değerlendirmelere dayanarak, insan, gizli bir ilahlık
davasının esiri olabileceğine göre, bunun özellikle araştırılması ve irdelenmesi gerekir. Bu
nedenle böyle bir sistematik yapının kurulması teklif edilmektedir.
İnsanın yapısı hakkında çizilen bu genel çerçeveden sonra bu tezin temelini teşkil eden
din ve siyaset kavramlarının linguistik bir tahlilini yapalım. Din5 Arapça “dâ-n” fiilinden isim
olarak türetilmiş bir kelimedir. Din, kelime olarak şu anlamlara gelir; ceza, ivaz, karşılık6,
İslam, şeriat, adet, hal, siyaset, hesap, kahr, galebe çalma, malik olma, itaat etme, vera, takva,
hizmet, hüküm, kaza, ihsan, bir şeyi adet eyleme, melik, mülk, birisini hoşlanmadığı şeye
sevk etme7, hak din, ulemayı sevme ve iman8. Istılahi olarak ise şöyle tarif edilir; “iman ve
amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan hak ve hakikat
kanunlarının hey’et-i mecmuasıdır”9. Bu tarif, İslami terminoloji çerçevesinde yapılmıştır.
4 bkz. Machiavelli, Hükümdar, çev. Bağdatlı, S., Sosyal yay. İstanbul, 1992; Ayrıca bkz. William Ebenstein, Siyasi Düşüncenin Büyük Düşünürleri, çev. İsmet Özel, Şule yay., İstanbul, 1996, s. 137 v.d.; Bülent Daver, Siyaset Bilimine Giriş, s. 20 5 Din kelimesinden türetilen “tedyîn” kelimesinin düşünmeye değer çok önemli anlamlarından biri, “kişiyi inancında serbest bırakmak”tır. Bu; daha ziyade, kişiye, inancını rahat bir şekilde hayatına aktarmasına ve düşünmesine imkan verilmesi olarak anlaşılmalıdır. Ama tarihsel süreç içerisinde oluşturulan zihniyet yapısına bakıldığı zaman, tedyîn kelimesinin bu anlamının, göz ardı edilmiş olduğu görülmektedir. Bu durum; skolastik ve pozitivist-seküler Batı ve hiyerokratik Müslüman dünyalarının zihni yapılanmalarına göz atılacak olursa, çok rahat bir şekilde müşahede edilecektir. Bu kelimenin anlamı için bkz. Edward William Lane, an Arabic-English Lexicon, Librairie du Liban, Beyrut, 1997, C. 3, s. 943 6 mükafat 7 İbn-i Hammad el-Cevheri, es-Sıhah, tah. Ahmed Abdulgafur Attar, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Mısır, C. 5, s. 2118; İbn-i Manzur, Lisanu’l-Arab, Dar-u Sadır-Dar-u Beyrut, Beyrut, 1956, C. 13, s. 167-170; Ebu Mansur el-Ezheri, Tehzibu’l-Lüga, tah. Yakup Abdunnebi, Daru’l-Masdariye, Kahire, C. 14, s. 181-182; Tacu’l-Arus min Şerhi’l-Kamusi’l--Müsemma, A.Ü.İ.F.K, 1306, s. 207-208; İbrahim Mustafa ve arkadaşları, el-Mucemu’l-Vasit, Çağrı yay., İstanbul, 1992; Louis Maluf, el-Müncid, el-Matbaatu’l-Katolikiyye, Beyrut, 1949, s. 229-230; Atay, Arapça, C. 1-2, s. 615-616; Yeğin, Osmanlıca, C. 1, s. 280 8 Lane, an Arabic, C. 3, s. 942-944 9 Yeğin, Osmanlıca, C. 1, s. 280
Din kavramı daha genel ve kapsayıcı bir çerçevede şöyle tarif edilir; “insanların bir veya
birçok tanrıya inanış ve bağlanışlarıyla kurdukları düşünme ve davranma düzenidir”10.
Siyaset kelimesi Arapça “sâ-s” fiilinden türetilmiş bir kelime olup şu anlamlara gelir;
memleket idare etme sanatı, devlet idare tarzı, diplomatlık, bir işi gözetme, idare, idareci,
hakim, salahiyetli, vali11.
Ortaya konulan bu kavramsal boyuta bakıldığı zaman, din ve siyaset kelimelerinin
anlamları hemen hemen birbirine yakındır. Zira ikisi de bir düzen fikri üzerine bina edilmiştir.
İkisi de hakim bir otorite kavramı üzerinde odaklanmıştır. Fakat bu noktada bu iki kelime
arasındaki anlam farklılığı, bu hakim otoritelerin mahiyetleri noktasında farklılaşmaktadır.
Din alanında kural ve kaide koyan insanüstü bir varlık, siyaset alanında ise insandır. Yani din
noktasında ilişki, Tanrı ile insan arasında; siyaset noktasında ise, insan ile toplum arasında
cereyan etmektedir. Bu durum da dinin bireysel alana, siyasetin de toplumsal alana taalluk
ettiğini göstermektedir. Din, bireysel hayatın düzenlenmesi ile siyaset, toplumsal hayatın
düzenlenmesi ile ilgilidir. Dinin kavramsal boyutu daha geniştir. Siyasetin ise anlam çerçevesi
daha dar ve hayatın sadece belli bir alanına hitap etmektedir. Yani, sadece insanların toplum
hayatı içindeki birbirleriyle olan ilişkilerini düzenler. Diğer taraftan dinin etkinliğini, siyasetin
görmüş olduğu fonksiyon dahilinde düşünemeyiz. Çünkü din, daha ziyade insanın iç
dünyasına yönelik bir hitap metodu izler. Yani, bireyi doğru ve güzel bir şekilde eğitmeyi
temel amaç edinir. Ondan sonra zaten birey toplumsal hayatını bu noktadan hareketle kendisi
oluşturacaktır. Siyaset bu aşamada bireyin hayatına girecektir. Ayrıca din nokta-yı nazarında,
bireyi, belli kurallar dahilinde hareket etmeye zorlayan siyasal anlamda bir güç yoktur. Ama
toplumsal düzende onu, belli kurallara uymaya zorlayan bir güç vardır. O da devlettir. Dinin
koymuş olduğu ilkeleri kabul etme noktasında birey hürdür. İsterse kabul eder istemezse
kabul etmez.12 Onun hesabını öte dünyada verir. Ama iş toplumsal hayat noktasında
değişmektedir. Kişi ister dindar biri olsun ister olmasın devletin koyduğu kurallara uymak
zorundadır. Aksi takdirde cezalandırılır. Özet bir ifadeyle: Dinin koyucusu Allah, ontik
anlamdaki otoriteyi; insan da, kendi adına hükmetmesi açısından siyasal otoriteyi temsil
10 Özön, Büyük Osmanlıca, s. 121 11 el-Cevheri, es-Sıhah, C. 2, s. 935; İbn-i Manzur, Lisan, C. 6, s. 107-108; el-Ezheri, Tehzib, C. 13, s. 134-136; Mustafa, el-Mucem, s. 462; Atay, Arapça, C. 1-2, s. 1055; Yeğin, Osmanlıca, C. 2, s. 1372; Özön, Büyük Osmanlıca, s. 648; Lane, an Arabic, C. 4, s. 1465-1466; Bu kelimenin türediği fiilin şu anlamda kullanılması da gerçekten ilginçtir; “pamuklu elbiseye veya yemeğe düşen kurt”. Kelimeler türetilirken, nitelendirdikleri nesnenin veya mefhumun tabiatına uygun olarak türetildiği düşünülmektedir. O halde, siyaset kelimesinin kökeninde verilen bu anlam, onun tabiatı hakkında düşündürücüdür. 12 Bakara 2/256
eder.13 Bu husus başlı başına bir tartışma konusudur. Bu nedenle fazla teferruata girmeye
gerek yoktur.
Şimdi siyaset kavramı noktasında biraz daha yoğunlaşmak gerekir. Siyaset denilince;
“bir bölgede, bir ülkede veya bir toplumda idari bir birikim oluşturma, bu birikimi organize
etme ve bunun sonucunda meydana gelen güçten faydalanma ve bu toplumun oluşturduğu
kurumları ve onun terminolojisini kontrol edeni belirleme” anlaşılır.14 Bu noktadan hareketle
de toplumların siyasal yapılanmaları ortaya konulur. Buna binaen siyasal yapılanma, insanlık
tarihinin akışında ve bu akışın kaderini tayin etme noktasında en önemli unsurdur. Zira tarih,
bu önemli unsurun ellerinde şekillenmiştir. Bu nedenle bunun gelecek açısından iyi tahlil
edilmesi gerektiği düşünülmektedir.
Bilindiği üzere bir toplum kendi içerisinde hiyerarşik bir yapıda tabakalara ayrılır.
Tabii ki temel olarak bu tabakalaşma, gelir durumuna ve o toplum nazarında güç sahibi
olmaya göre şekillenir. Bu tabakanın en tepesinde yönetici elit ve onun dayandığı kesim
bulunur. Bunlar, o toplumun oluşturduğu devlet yapısını ellerinde tutanlar ve onun temel ilke
ve politikalarını belirleyenlerdir. Bu belirleyicilerin en başta yaptıkları şey; kendi
hakimiyetlerini, hükmettikleri insanlar nazarında meşrulaştırmak ve bu şekilde
hakimiyetlerini sürdürülebilir hale getirmektir. Yani, bir siyasal yapının en temel sorunu,
meşruiyet sorunudur.15
Şimdi bu siyasal yapılanmayı, bilinen en eski tarihi topluluklardan hareketle, dinin de
bu yapılanmadaki rolü doğrultusunda, tarihsel süreci göz önünde bulundurarak yorumlayıcı
bir üslupla irdelemeye çalışmak gerekir. İlk olarak bu konuda, son 2000 yıllık süreç dikkate
alındığında dünya arenasında; Grek-Romen, paganist-Hıristiyan ve Yahudi anlayışın
oluşturduğu ve daha sonra çok çetin iç hesaplaşmalar sonucu belli bir ortak akla ulaşan Batı
Medeniyeti’nin ve bu medeniyete alternatif olarak ortaya çıkan Müslüman Medeniyeti’nin
etkin olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla tarihsel süreci tahlil etme noktasında ağırlık, bu iki
medeniyetin incelenmesi noktasında yoğunlaştırılacaktır.
13 Ahmet Akbulut, “Kur’an-ı Kerim Açısından Egemenlik Meselesi”, İslami Araştırmalar Dergisi, 1995, C. 8, S. 3-4, s. 151 14 Mircea Eliade, The Encyclopedia of Religion, Macmillan Publishing Company, New York, C. 2, s. 408 15 Daver, Siyaset, s. 41; Neşet Toku, John Locke ve Siyaset Felsefesi, Liberte yay., Ankara, Mart, 2003, s. 52-55
Bu süreç içerisinde bize ulaşan ilk argümanlar Mezopotamya’dan. Zira bir çok tarihçi
ve ilim adamı bilinen insanlık tarihini, Mezopotamya’da kurulan devletler ve medeniyetlerden
başlatır.16
Bu bölgenin “uygarlığının oluşumunda, daha sonraki Ortadoğu toplumlarını da
şekillendirecek olan iki etken rol aldı: din ve imparatorluk.”17 Tarihin ilk toplulukların temeli
tarıma dayalıydı ve dolayısıyla bu durum toplumun bütün hayati alanlarını etkiliyordu.
Mezopotamya’nın kurak iklimi de tarımsal üretimi geliştirmek için bazı kimselerin kehanette
bulunmalarını doğurdu. Bu durum da din adamları sınıfının doğmasına neden oldu.
Dolayısıyla da tapınaklar etrafında yapılanan kent kültürü oluştu. Bu noktada da din adamları,
kralların yanında siyasi reisler olarak ortaya çıktılar.18 Sümerlerle başlayan bu süreç, gelişim
göstererek ilk imparatorluğu kuran Akadlı çoban halkların şefi “Sargon”dan “Hammurabi”ye
kadar devam etti. Bu noktada din adamlarının da etkisiyle krallar kutsal birer varlığa
dönüştüler.19 Ama bu sürecin nihayete varmasına kadar iktidarı birlikte kullanan ve çoğu kez
çatışan, kral-din adamı çelişkisi yaratıldı. Zira bu çelişki, 19. yüzyıla kadar Avrupa tarihinin
ana teması haline gelecektir.20 Fakat bu çelişki, Ortadoğu toplumlarında krala da kutsal bir
hüviyet kazandırılmasıyla ortadan kaldırıldı. Böylece din adamları arka plana çekildi ve siyasi
iktidar kutsallaştırıldı. Bu yapıdaki eski Ortadoğulu “imparatorluklar, yalnızca siyasi
kurumlardan ibaret değillerdi, toplumun kültürel, dini ve hukuki temellerini de sağlıyorlardı.
Dinin yanı sıra bu temeller, Ortadoğu uygarlığının kültürel bütünleşmesi için güçlü bir
etkendi.”21 Ayrıca “hükümdar, Tanrı’nın temsilcisi, Onun din adamı ve bu dünya ile gökler
arasındaki aracı, insanlara22 adalet ve doğru düzeni getirmek için ilahi varlık tarafından tayin
edilmiş biriydi. Böylece kral, tebaasının refah ve mutluluğunu sağlıyordu.”23
Burada şunu göz önünde bulundurmak gerekir: Her insan birbirinden farklı bir şekilde
düşünür, dolayısıyla bir sübjektivite durumu söz konusudur. Buna binaen toplumsal hayattaki
ilişkileri düzenleme noktasında bin türlü görüş ortaya çıkacaktır. O halde hepsi, aynı seviyede
varlıklar olması yönüyle, bu ilişkileri düzenleyecek evrensel ilkeler olmalıdır. Tutup da bir
16 bkz. Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat yay., Ankara, 1996, s. 39-40 17 Ira M. Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, çev. Yasin Aktay, İletişim yay., İstanbul, 2002, C. 1, s. 30 18 bkz. Oral Sander, Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e), İmge yay., Ankara, Nisan, 2002, s. 33 19 bkz. Lapidus, İslam, C. 1, s. 30-31 20 Sander, Siyasi Tarih, s. 33 21 Lapidus, İslam, C. 1, s. 32 22 “Sıraları geldiğinde Tanrı’ya hizmet edebilmeleri için” 23 Lapidus, İslam, C. 1, s. 33. Bu anlayış, Emeviler’ den başlayarak Müslüman toplulukların kurmuş oldukları devletlerin siyasal anlayışlarında egemen unsur olarak yer edinmiştir. Ne yazık ki bu anlayışın meşrulaştırılması noktasında ulemanın da büyük bir fonksiyonu olmuştur.
kişinin görüşünü bütün insanlara dayatamayacağımıza göre bunu belirleyen insanüstü bir
varlığın olması gerekir. Bu da ontolojik anlamdaki ilahi iradedir. Bu varlık, insanların birlikte
mutlu bir şekilde yaşamalarını sağlayacak ilkeleri verir ki bunları insan, doğuştan getirir;
adalet hissi gibi… İnsanlar da bunları, fikir dünyalarına ve hayatlarına aktararak bu
konsensüsü oluşturmaya çalışırlar. Ama bu otorite, direk hayata müdahil olmadığı için bu
huzur ortamının sağlanması noktasında hakemlik yapma durumu yoktur. İşte bir takım gözü
açıklar bu durumu istismar ederler, kendi düşüncelerini kutsal bir havaya sokarak diğer
insanlara kendilerini siyasal anlamda dayatırlar ve siyasi hakimiyetlerini sağlarlar. Bu durum
da yukarıda izah edilmeye çalışılan “Paganizm” in temel karakteristiğidir. İşte bu noktada
Allah, bu olumsuz durumu engellemek, insanlar arasında nesnel bir kriter oluşturmak için
insanlar arasından peygamberler seçer ve kendi tevhidi anlayışının24 toplum nazarında yegane
ölçüt olmasını bu peygamberleri vasıtasıyla tebliğ eder. Yani; akla yardım ederek insanın
fıtratına uygun bir anlayış geliştirmesine katkı sağlar. Ancak bir takım insanlar, bu vakıayı da
istismar ederler ve kendi görüşlerini sanki Allah’ın görüşleriymiş gibi lanse ederler. Bu
durumu Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın gelişim sürecinde görebiliriz. Bu insanlar; Yahudilikte
“ruhbaniyyun” ve Hıristiyanlıkta da “kilise babaları” olarak karşımıza çıkar. Bunlar, hakim
siyasi otoriteyi meşrulaştırırlar veya bir devlet gibi bu otoriteyle mücadele ederler. Kimi
zaman bu otorite ile iktidarı paylaşırlar kimi zaman, onu da tamamen kendi tasallutlarına
alırlar veya siyasi otoritenin hizmetine girerler.25 Bu durumun oluşmasında en büyük etken de
kutsal kitaplar olan Tevrat ve İncil’in oluşturulması sürecidir. Zira bu kitapların ilahi formatı
tam anlamıyla korunamamış ve ilahi iradeye zıt bir çok görüş, kutsal kitap dahiline
sokulmuştur. Özellikle Hıristiyanlıkta bu inanç sisteminin oluşturulması, Roma döneminde
kimliğini bulmuş ve sonraki Batı imparatorluklarının ve toplumlarının yapısını belirlemiştir.
Yani; Hıristiyanlık, ulaştığı toplumların pagan kültürüyle harmanlanması sonucu oluşmuştur.
Batıda bu şekilde bir zihniyetin sistem haline getirilmesi, kiliseyi hem ruhani otorite
hem de siyasal otorite haline getirdi. Öyle ki bu durumu en güzel şekilde Haçlı Seferleri’nde
görebiliriz. Yaşanılan sefil hayat Batı insanını canından bezdirmişti ve otoritesini daha da bir
kuvvetlendirmek isteyen kilisenin vaat ettiği Doğunun zenginliği, onun gözünü kamaştırmıştı.
Ama sonuç fiyaskoyla sonuçlanınca kilisenin varlığı ciddi bir şekilde sorgulanmaya başladı. 24 Fatiha 1/1-7 25 Mustafa Erdoğan bu noktada Max Weber’in yaptığı sınıflamayı nakleder: Sezaropapizm; devletin dine hakim olması, Hiyerokrasi; din görevlilerinin veya bilginlerinin devleti meşrulaştırması, Teokrasi; dinin devlete hakim olması. (bkz. Mustafa Erdoğan, “Sekülerizm, Laiklik ve Din”, İslami Araştırmalar Dergisi, 1995, C. 8, S. 3-4, s. 189-190.) Bu ayrımdan hareketle; skolastik dönemdeki Avrupa devlet yapılanması teokratik; monarkların kiliseye karşı ayaklanmaları ve akabinde onu kontrol altına almalarının neticesinde ortaya çıkan yapıya da sezaropapist denebilir. Diğer taraftan Müslüman dünyadaki yapılanmaya da hiyerokratik denebilir.
Çünkü kilise, ilahi iradeyi temsil ediyordu ve yanılmıştı. Bu durum kilisenin siyasi hayat
üzerindeki baskısından rahatsız olan Avrupa monarklarının başkaldırışına önemli bir sebep
teşkil etmişti. Sonuçta Avrupalı yerel monarklarla kilise bir çatışmaya girdi. Artık yerel
monarklar, kendi denetimleri altındaki kiliseleri kurmaya giriştiler, İngiltere’de Anglikan ve
Almanya’da Protestan kiliseleri gibi. Diğer yandan sıradan vatandaşın kiliseye karşı isyanı
daha farklı boyuttaydı. Onun isyanı daha ziyade dini nitelikteydi. O, kilisenin asli
vazifesinden tamamen saptığını düşünüyordu. Halbuki kilise, yerel monarklar tarafından
uygulanan zulmü dürüst ve korkusuz bir şekilde ortadan kaldırmaya çalışan bir yapıda
olmalıydı. Ama Papa bundan tamamen uzaktı ve o, tam anlamıyla “varlıklı ve dünyevi bir
prens haline gelmişti.”26 Bu bağlamda Avrupa’da reformasyon hareketlerinin oluştuğu
görülmektedir. Bu noktada da iki tür reformasyon ortaya çıkıyordu: birincisi; monarkların
siyasi hakimiyet temelindeki reformasyonu, ikincisi; halkın, Hz. İsa’nın eski temel öğretisine
dönerek bu baskıcı politikalardan kurtulmayı amaçlayan dini reformasyonu.27 Bunun
öncülüğünü de bir papaz olan Martin Luther yapıyordu. Ona göre, her Hıristiyanın kendi
İncil’ine sahip olmasını sağlayacak tarzda bir kilise yapısı oluşturulmalı böylece bir
Hıristiyan, kendi vicdanına göre dinini anlamalı, yorumlamalı ve hayatını şekillendirmeliydi.
Bunun için de Roma Kilisesi’nin hakimiyeti yıkılmalıydı.28
Artık bundan sonra siyasi hakimiyet alanında Avrupa’da devletlerin mücadelesi ve
buna bağlı olarak oluşan ulusal yurttaşlık kavramlarının mücadelesi başlamıştır29. Ancak bu
noktada kilisenin siyasi anlayışını kendi hakimiyetleri altına alan yöneticilerin aşırılıkları,
okların kendilerine dönmelerine sebebiyet vermiş ve bu da halklara dayanan siyasi
ihtilallerin30 meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. Bu siyasi ihtilaller şu önemli sonuçları
doğurmuştur:
- “Amerika ve Fransa’daki devrim, ekonomik, toplumsal ve siyasal yönleriyle önce
Avrupa’da sonra giderek tüm dünyada genel bir karışıklık yaratan dirik ve patlayıcı güçleri
açığa çıkardı. Bu ise globalleşme sürecini hızlandırdı.
- Amerika ve Fransa’daki devrim, bireyin bilinçli bir biçimde siyasal geleceğini
değiştirebileceğini kanıtlayarak, geleneksel hükümetin temellerini sarstı. Siyasal ilişkiden
26 Sander, Siyasi Tarih, s. 84 27 Sander, a.g.e., s. 85 28 Sander, a.g.e., s. 85 29 Sander, a.g.e., s. 144-145 30 Fransız ve Amerikan ihtilalleri.
Tanrı yerine birey sorumlu olunca, yöneticiler egemenliklerini sorgusuz sualsiz kabul
ettirme durumundan çıktılar.”31
Diğer taraftan; genel olarak bütün dünya özel olarak Müslüman dünya açısından,
Cabiri, siyasi otorite ile kültürel otoriteyi bir kapta ele almaktadır. İkisini birbirinden ayırmak
mümkün değildir. İşte konumuzun önemi, bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bu noktada öne
çıkan, kültürel otoritedir.32
Buradaki inceleme konusu, İslami kültürün iki dinamiği olan din ile siyaset arasındaki
ilişkidir.
5- Kültür, Kültürel Bilinç ve Çakışma
Cabiri; E. Herriot’un, kültürü; “her şey unutulduktan sonra geriye kalan şeyler” olarak
tanımladığını söyler. Bu noktadan hareketle Cabiri, şöyle bir sonuca varır: Arap kültürü
açısından durum değerlendirilecek olursa; bu kültürün tarihi seyri sonunda unutulanları bu
kültürün değişkenleri, unutulmayanları ise bunun değişmezleridir. İşte bunlar, öz bir ifadeyle
Arap aklını oluştururlar.33
Bu bağlamda Cabiri, Arap-İslami kültürünün referans çerçevesinin, tedvin asrında34
şekillendiğini belirtir. Nahiv, Gramer, Fıkıh, Kelam v.b. temel ilimler bu zaman diliminde
oluşmuştur. Ona göre bu durum da, Arap-İslami kültürünün yapısını oluşturur.35 Dolayısıyla
bu kültürü anlayabilmek için bu döneme odaklanılmalıdır.
Cabiri, Arap kültür tarihinin yazılmasında, Batı kültür tarihindeki gibi bir sistematiğe
ve intizama dayanılmamasından şikayet eder. Ona göre; Batılılar, kültür tarihlerini belirli bir
süreklilik arz eden sistematik bir yapıda yazmışlardır. Koymuş oldukları kültürel tarihler, tam
yerinde olması gerektiği gibidir. Mesela; eski, orta ve modern çağlar gibi… Ama Arap kültür
tarihine bakıldığında bu süreklilik ve intizam görülmemektedir. Tarihsel bölümleme hala
siyasi otoritelerin tarihlerine göre ayarlanmaktadır. Bu açıdan tarihsel okumalarımız, hala
gerektiği gibi değildir. Mesela; Bağdat, M. 1258’de Moğollar tarafından istila edildiğinde altı
yüzyıllık bir tarih halkası kaybolmuştur. Fakat kaybolan bu kısım dikkate alınmamıştır. Bu
durum da, kültürel bir tarih bilinci oluşturmak, mümkün değildir. Geçmiş ile Bugün nöbetleşe 31 Sander, Siyasi Tarih, s. 194-195 32 M. A. el-Cabiri, Tekvinu’l-Akli’l-Arabi, el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, Eylül-1991, s. 6-7 33 el-Cabiri, a.g.e., s. 36 34 Hicri II. ve III. asırlar 35 el-Cabiri, Tekvin, s. 42-43
yer değiştirerek insanların havsalalarında geçmiş, kendisini bugüne dayatmaktadır. Yani;
insanlar, geçmişin içinde yaşamakta ve oradan çıkıp gününü yaşayamamaktadır. Bu da Arap
kültür tarihinin yeniden sistemli bir şekilde yazılması gerektiğini göstermektedir.36
Cabiri, bu bağlamda Arap aydının da durumunu ortaya koyar. Arap aydını, hala Emevi
döneminde yaşamakta, onun sorunlarının içerisinden çıkamamakta ve ortaya konulan eski
şeyleri yeni şeyler diye sunmaktadır. Bu tür bir anlayış da onun zihninde bir kültürel
çakışmayı ortaya çıkarmaktadır. Bu çakışma da okuyucuya yansımakta ve onu sistemsiz bir
şekilde hareket etmeye yönlendirmektedir. Onun zihninde, ilkesel bir düşünüş tarzı olmadığı
için günübirlik bir okuma ameliyesi içerisindedir.37
Cabiri, bu kültürel gerginlik ve çakışmaların, kendisi gibi aydınlara, yeni bir görev
yüklediğini belirtir. Bu da Arap kültür tarihine, tarihselliğini kazandıracak yeni bir yazım
işlemine girişmektir. Geçmiş atalar, elde var olan bu tarihi, bir çok baskı altında kalmanın
sonucu kısıtlı bir şekilde düşünerek yazabilmişlerdir. Şu an var olan durum da yazılan bu
tarihin aşılamamasından kaynaklanan kalitesiz bir tekrarın içinde kalmaktır. Yani; onların
metotlarına mahkum olmak. Bu nedenle geleceğe bakışı bu çerçeve belirlemektedir. Onun
için bu çıkmazda dolanıp durmaktan kurtulmak, ilerleme ve birlik için Arap kültür tarihi,
günün ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde eleştirel bir ruhla yazılmalıdır. Bu nedenle
olumsuzluğu yok edebilmek için darmadağınık ve bozuk parçalar üzerine kurulmuş bir tarih
enkazından, bütünün tarihi, sistemli bir şekilde yeniden inşa edilmelidir.38 Cabiri, bu
dağınıklığı şu şekilde izah eder: Mesela; fıkıh mezhepleri tarihi, nahiv mezhepleri tarihinden
kopuktur. Aynı bu durum felsefi ve kelami mezhepler için de geçerlidir. Bu noktada yeni
müelliflerin uzmanlaşma şekillerini eleştirir. Ona göre, uzmanlaşma noktasında ihtisas yapılan
bilim ile diğer bilimlerin ilişkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Nitekim; eskiden Gazzali ve
İbn Hazm gibi fakih felsefeciler olduğu gibi İbn Rüşd gibi felsefeci fakihler de vardı. Şu
halde; geçmiş kültürün çok sesliliğinde ve çeşitliliğinde, dayanışma ve birlik yatmaktaydı.39
Onun için bütün suçu geçmişe yükleyeceğimize biraz da kendimizi sorgulamalıyız. Buradan
hareketle, bu noktanın, günümüzde göz ardı edilmesi nedeniyle şimdiki fakihler, geçmişten
sadece fakihlerin felsefe düşmanlığını öğrenmekte ve nahivciler de geçmişten mantık
düşmanlığını tevarüs etmektedirler. Oysa geçmişteki bu mücadeleler, ilmi ve siyasi
husumetlerden dolayı ortaya çıkmaktaydı. Maalesef bugün yapılan uzmanlaşmalarda, bu 36 el-Cabiri, Tekvin, s. 44-45 37 el-Cabiri, a.g.e., s. 45-46 38 el-Cabiri, a.g.e., s. 46 39 Cabiri bu noktada hakkı teslim eder ki bu durum, belli bir zaman için geçerliydi.
husumetler tarihsel bağlamından çıkarılarak aynen alınmakta ve geçmiş, bugün de devam
ettirilmektedir. Bunun için o zamanki şartlara bağlı olarak bu tarihsel boyut, o tarihi zaman ve
mekansalı içinde değerlendirilmelidir.40
Cabiri, kültür tarihimizin, zamansal olandan kopuk mekansal bir tarih olduğunu
belirtir. Yani; Şam, Bağdat, Kahire ve Kurtuba gibi şehirlerin tarihidir. Dolayısıyla da bu
durum, birbirinden farklı kültür adacıklarının oluşmasına neden olmuştur. Buna binaen bu
durum; tarih bilincini ardışıklığa değil yığılmaya, sistemli bir düzene değil karmaşaya dayanır
hale getirmiştir.41 Tabii bu bağlamda zaman ve mekanın, kültürel devirleri yaşama açısından
Arap coğrafyasında kopukluklar oluşturmakta ve kültürel eşzamanlılık olgusu ortadan
kalkmaktadır.42
“İslami ıstılahla Cahiliyye’nin manası sadece cehalet değildir. Bununla birlikte ilmin
ve bilginin yokluğu da kastedilmektedir. Belki de bundan maksat; bizatihi kendisinin cehaleti
üretmesidir. Yani; bir kaos ortamı, siyasi43 ve ahlaki44 anlamda toplumsal bir düzenleyicinin
olmamasıdır. Buradan hareketle de Cahiliyye’nin karanlığı, İslam’ın da ışığı temsil ettiği
teşbihi yapılır. Bu noktada karanlığın manası; kaos, sorumsuzluk ve geleceği görememedir.
Işığa gelince, onunla kastedilen; sorumluluk, bundan mütevellit ilişkide açıklık ve net bir
şekilde geleceğin görülmesidir. Hatta bu kaosun yerine bir düzen getirilmesi ve
sorumsuzluğun yerine sorumluluğun ikame edilmesidir. Peki İslam, Cahiliyye Araplarının
hayatında bu köklü değişikliği gerçekleştirebilmiştir?”45
Cabiri, Cahiliyye Araplarının, gerçekten gelişmiş ve oturaklı bir kültüre sahip
olduklarını belirtir. Buna göre; bir çok kültürel etkinlik düzenliyorlardı. Onlar, kültürel
etkinliklerin düzenlendiği panayırlarda, diyalektik oturumlar ve dini münakaşalar tertip
ediyorlardı. Bu Araplar, daha kelam ilmi ortaya çıkmamışken “dini diyalektik” denilen
zihinsel faaliyetlerde bulunuyorlardı. Kur’an, işte bu dönemin insanlarına hitap ediyordu.
Eğer bu insanlar Kur’an’ın delaletini anlayamayacak bir topluluk olsaydı Kur’an bunları
40 el-Cabiri, Tekvin, s. 47 41 el-Cabiri, a.g.e., s. 47 42 el-Cabiri, a.g.e., s. 51 43 “Devlet” 44 “Dini” 45 el-Cabiri, Tekvin, s. 57
yönlendiremezdi. Diğer taraftan bu Cahiliyye devri, bir çok insan için kokuşmuş bir realiteyi
ifade ediyordu. İşte İslam, bu kokuşmuşluğun reddinin sembolüydü. 46
“Cahiliyye devrini bu toptan reddediş maalesef çok uzun ömürlü olmadı. Yeni
devletin ihtiyaçları, ganimetlerin taksimatı meselesi ve buna binaen soyların belirlenmesi, Hz.
Osman’ın hilafetinin son, Hz. Ali ve Muaviye’nin hilafetleri zamanında Cahiliyye tekrar
dirilmeye başladı.” Yani; cahili geçmiş, özellikle kabile asabiyeti boyutunda tekrar inşa
edilmeye başlandı. Bu, o zamanın gerek duyduğu ihtiyaçlar dahilinde yapılıyordu. Bu noktada
Cahiliyye döneminin kapalı bir yapısı vardı. İnsanların Cahiliyye ile ilgili anlatılanları
mukayese edebilecekleri ve onu eleştirebilecekleri benzer bir hayat biçimi yoktu. Bu açıdan
belki de Cahiliyyedeki kabile asabiyeti duygusu daha güçlü bir formata dönüşmüştü. Dahası,
Arap unsurunu temel alan gelişme, gün geçtikçe Arap olmayan unsurları da içine almaya
başladı. Emevi devleti ilk zamanlarında diğer kabilelere istibdadını dayatıyordu. Bu bağlamda
ilk yıllarda muhalefet, Arap temelli olmasına rağmen bu, zamanla, Arap olmayan Müslüman
çoğunluğu da kendi içerisine alarak geniş bir hareket imkanı doğuruyordu. Bu da “İslami
Devlet” isteğini yükseltiyordu. Yani; devlet, sadece Arapların değil bütün Müslümanların
devleti olmalıydı. Bu bağlamda İslam toplumunun ekserisi, Arap olmayan Müslümanlardan
oluştuğu için bu hareket, “halkçı” bir yapı arz etmeye başladı. Bu hareketin temelinde her ne
kadar çoğunluğun demokrasisi olmasa da en azından eşitlik prensibi yatıyordu. Bu yüzden bu
hareketin temsilcilerine “Ehlu’t-Tesviye”47 denmiştir.48
Bilindiği üzere bu muhalefet hareketinin öncüleri Şiiler olmuş ve bu hareket, siyasi ve
dini olarak, onların gölgesi altında büyümüştür. Bu hareket, Emevi devletinin yıkılıp yerine
Abbasi devletinin kurulmasında çok etkili olmuştur.49 Devleti, yine bir Arap unsur ele
geçirmiştir. Bu devletin kurulumu esnasında Emevilere karşı yapılan savaşlarda, bu
muhalefetin siyasi ve askeri kanadı neredeyse tamamen yok olmuştu. Kalanlar da Abbasiler
tarafından hakimiyetlerinin ilk yıllarında yok edilmiştir. Çünkü yeni iktidar da onları
dışlamıştır. Bu nedenle halkçı muhalefet, dönemin sorunları hakkında ve geleceğe yönelik söz
söylemek yerine, Arap mazisine saldırmaya; düşünce, kültür ve medeniyet olarak onu tenkit
etmeye girişti. Buna karşın Arap kitlenin tepkisi, Arap mazisi olan Cahiliyye’nin savunulması
şekline dönüştü. Bu, sadece mazinin savunulması değil aynı zamanda Arap varlığının da
46 el-Cabiri, a.g.e, s. 58-59 47 Eşitlik Erbabı 48 el-Cabiri, Tekvin, s. 59 49 Şii muhalefet hakkında geniş bilgi için bkz. M. A. el-Cabiri, el-Aklu’s-Siyasiyyu’l-Arabi, el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1991, s. 263-297
savunulmasıydı.50 İşte Cabiri’nin bu tahlillerinin sonucu, Arap-İslami kültürünün temel
referans çerçevesinin Cahiliyye olduğunu göstermektedir.
Geçmişe sırf geçmiş olduğu için değil bilakis, yaşanan döneme ve geleceğe hakim
olabilmek için saldırılır. Abbasiler, bu anlayışın farkına çok erken zamanlarda varmışlar ve
siyasetleri açısından bu siyasi taktikten faydalanmışlardır.51 Cabiri’nin belirtmiş olduğu bu
strateji, kültür tarihimizdeki muhalefetin stratejisidir. Yani; bir devletin dayandığı temel fikri
ve kültürel çerçeve kırılırsa o devlet yıkılır. Abbasiler, bu stratejiyi muhalefet oldukları
Emevilere karşı uygulamış ve başarılı olmuşlardır. Fakat iktidar olunca iş değişmiştir. Artık
bu tür muhalefetin, kendilerine karşı yöneleceğini bildikleri için bunu yok edebilmek
amacıyla kültürel bir harbe girişmişlerdir.
Bu kültürel harbin temel hareket noktası da devletin temel dayanağı olan bu kültürün
tarihinin yazılmasıdır. Cabiri’ye göre, bu nedenle Cahiliyye ve sonrasındaki İslami dönemde
ortaya çıkan Arap tarihinin yazımını, fertlerden ziyade bizatihi devletin kendisi üstlenmiştir.
Devlet, bunu siyasi bir vazife olarak üstlenmiştir. Bu bağlamda halifelerin saray ve
köşklerinde düzenlenen münazara ve gece sohbeti meclisleri, eğlenceden ziyade bu vazifenin
ifa edildiği mekanlar olmuştur. Tabii ki böyle bir ameliye, zamanın şartları sonucu ortaya
çıkan baskılar ve bunlara karşı koyma ihtiyacından kaynaklanmıştır. İşte bu durum, Tedvin
asrındaki devlet yapılanmasının arka planında yatan temel kültürel verileri meydana çıkarır.52
Arap aklının oluşum yapısına bakıldığında odaklanılması gereken temel nokta, bu
oluşumun şekilleri değil bizatihi bunun inşasının kendisidir. Zira Emevi ve Abbasi
dönemlerindeki kültürel işlemler göz önüne alındığında bunlardan amacın, Arapların tarihinin
kayıt altına alınması değil bilakis bir Arap söylemi meydana getirmek olduğu görülecektir.
Buna binaen bazı şeyler ön plana alınırken bazı şeyler de ihmal edilmiştir.53
Arap aklının oluşum çerçevesi fiilen Cahiliyye ile irtibatlıdır. Bu Cahiliyye, sanıldığı
gibi Hz. Peygamber’in risaletinden önceki devir değil aksine, Onun risaletinden sonraki
devirdir. Yani; hala Arabın bilincinde bisetten sonra da yaşamaya devam eden Cahili asrın
zihin yapısıdır. Bu devrin inşası, Tedvin asrında tamamlanmıştır. Bu devir öyle bir devirdir ki;
kendisini hem kendinden önceki hem de sonraki devirlere referans çerçevesi olarak dayatan
50 el-Cabiri, Tekvin, s. 59-61 51 el-Cabiri, a.g.e., s. 60 52 el-Cabiri, Tekvin, s. 60 53 el-Cabiri, a.g.e., s. 60-61
bir devirdir.54 Cabiri’nin bahsetmiş olduğu bu Cahiliyye, Hz. Peygamber’in vefatı akabinde
devlet başkanının seçimi noktasındaki tartışma ve çekişmelerde ortaya çıkmıştır.55
Tedvin Asrında56 Arap-İslami kültürünün temel dokuyucuları Mekke, Medine, Kufe,
Basra ve Şam’da yaşayan alimlerdi. Bunların sahip oldukları bilgiler ve kültürel miras, her
hangi bir tasnife tabi tutulmamış ve belli bir süzgeçten geçirilmemişti. Bu nedenle bu
malumatın derlenip toparlanıp kısımlara ayrılması gerekiyordu. Ayrıca bu noktada Cabiri, şu
hususu da belirtme ihtiyacı duyar: Bu asırda ilim denilince fıkıh, hadis ve kolları
anlaşılıyordu. Yani; ilimden maksat rivayetti. Rey, ilim olarak telakki edilmiyordu. Yani;
yorumlama ameliyesinin verileri, ilim cihetinden henüz benimsenmemişti. Bu açıdan Tedvin
kavramlaştırmasının kökeni burada aranmalıdır. İşte Arap-İslami kültüründe ilim dalları bütün
yönleriyle bu şekilde oluşturuldu.57
Cabiri’ye göre; oluşturulan bu kültürün doğruluğu, onu oluşturan ilim dilinin şartlarına
göredir. Bu şartlar da h. II. ve III. asırlarda hadisçilerin, fakihlerin, müfessirlerin ve
nahivcilerin koyduğu şartlardır. Bu şartlar, ilim denilen rivayetler değil bilakis, bu rivayetleri
toplayan ve derleyen ilim ehlinin şartlarıdır. Bu şartlar, Arap-İslami kültürü dahilinde
oluşturulmuş şartlardır ki çerçevesi hala bugünde muteberdir.58
6- Düşüncenin Oluşumunda Dil Faktörü
Hangi dil olursa olsun o, parçalar ve bütünler halinde insanın evrene bakışını
belirleyen en etkin yapıdır. Şimdi bu noktada Arapça’ya bakılacak olursa; o, on dört asırdan
beri değişmeyen yegane dildir. Bu açıdan Arapça, Arap aklının dünyaya bakış açısını büyük
oranda belirleyen bir dildir. Dolayısıyla bu çerçeveden hareketle Cabiri’ye göre, Arapça’nın
yapısını bilmek büyük oranda Arap aklını çözmek demektir.59 Bu bakımdan Arapça’nın,
bedevilerden derlenmesi bu dilin onların dünyasıyla sınırlı kalmasına neden olmuştur.60
Cabiri’nin bu tespitinden hareketle; Harici hareketinin arka planı ve bu zihniyetin Arap aklına
hakim olarak Arap-İslami kültürünün şekillenmesi, daha iyi anlaşılabilir. Zira Haricilerin
54 el-Cabiri, a.g.e., s. 61 55 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Pozitif Matb., Ankara, 2001, s. 22-73 56 İslami malumatın derlenmesi işlemine “Tedvin” ve bu işlemin gerçekleştirildiği asra da “Tedvin Asrı” denir. 57 el-Cabiri, Tekvin, s. 63-64 58 el-Cabiri, a.g.e., s. 64-65 59 el-Cabiri, a.g.e., s. 76 60 el-Cabiri, a.g.e., s. 86
Kur’an’dan hareketle isyan bayrağı açmalarının ve Müslümanlara kan kusturmalarının
temelinde bu çerçeve etkindir.
Cabiri’ye göre; Arap dilinin derleyicileri nahivciler ve lügatçiler, bazı sebeplerden
dolayı bu noktada, bizatihi Kur’an’a gideceklerine kapalı toplumlar halinde yaşayan
bedevilere gitmişler ve onları temel alarak bu dilin sistematiğini oluşturmuşlardır. Halbuki
Kur’an, kullanmış olduğu Arapça’yı üst düzeyde geliştirmiş ve kimi zaman yabancı
kelimeleri de alıp bunları Arapçalaştırarak dile kazandırmıştır. Yani; Arapça’yı zengin bir
kültür dili haline getirmiştir. Düşünce dünyası dar bir millete geniş bir bakış açısı sunmuştur.
Şu halde; bu dilin kurallarını sistemleştirenlerin, sağlanan bu zengin altyapıyı bırakıp fakir bir
dünyaya gitmelerini anlamak mümkün değildir. O halde; nahivci ve lügatçilerin oluşturmuş
olduğu bedevi arka plan, Kur’an’ın oluşturmuş olduğu arka plandan çok geri kalmıştır. Buna
binaen, nahivci ve lügatçilerin meydana getirdikleri bu yapının Kur’an’ı anlaması ve
yorumlamasında önemli sorunlar ve sonuçlar çıkmıştır. Kaldı ki bu yapının Kur’an’ı tam
manasıyla derinlemesine anlaması mümkün değildir. Çünkü Kur’an’ın kendilerine meydan
okumalarına hiçbir şekilde karşılık verememişler ve ona hayran kalmışlardır. İşte bu şekilde
hayranlık uyandıran yazılı kaynaklara başvurmaktan ziyade sözlü kaynaklara yönelinmesi,
Arapça’yı sığ bırakmış ve onun, Cahiliyye asrına sıkışmasına neden olmuştur.61 Belirtildiği
gibi, Cahiliyye Araplarının köklü bir dilsel yapıya sahip oldukları doğrudur. Fakat bu yapı,
Kur’an’ın ortaya koymuş olduğu yapı karşısında aciz kalmıştır. Çünkü O, Hz. Peygamber’in
apaçık mucizesidir.
Her dilin kendine göre bir mantığı vardır. Bu da konuşulan diller kadar mantığın
olduğunu göstermektedir. Cabiri bu anlayışı, Arap tarihi açısından Vezir İbn Furat’ın
meclisinde bu bağlamda geçen bir tartışmayla örnekler. Buna göre; Nahivci Sirafi, Ebu Bişr
el-Metta’ya burada konulan çerçevede bir eleştiri yöneltir. Onun mantıkla aslında, insanları
mantık öğrenmeye değil aksine, Yunan dilinin mantığını öğrenmeye çağırmakla suçlar.62
Cabiri, her ne kadar bu bakış açısını benimsemese de burada bir olguyu ifade etmektedir
aslında. O da; Yunan kültüründen yapılan tercümelerin Arap dilinin yapısına uygun olarak
tercüme edilmediğidir. Dolayısıyla bu durum, bazı vehimlere yol açmaktadır. Bu vehimler de,
dolayısıyla insanları farklı anlayışlara sahip olmaya yönlendirir. Cabiri’nin bu tespitinden şu
anlaşılmaktadır: Sirafi, Ebu Bişr el-Metta’yı, mantık tercümeleriyle Yunan dilinin mantığını
61 el-Cabiri, Tekvin, s. 87 62 el-Cabiri, a.g.e., s. 90-91
kendilerine öğrettiklerini söyleyerek suçlarken böyle bir durumdaydı. Çünkü o, büyük
ihtimalle Kur’an Arapça’sıyla değil bedevi Arapça’sıyla düşünüyordu.
Fıkhın İslam Medeniyeti’ndeki yeri açısından Cabiri, şu yargısını ifade eder: “Nasıl ki
Yunan Medeniyeti denilince Felsefe Medeniyeti, Çağdaş Avrupa Medeniyeti denilince Bilim
ve Teknoloji Medeniyeti anlaşılıyorsa Arap-İslami Medeniyeti denilince de sonuçlarından biri
olarak, ona Fıkıh Medeniyeti denmesi yerinde olacaktır”. Çünkü bu, bütün Müslümanların
düşünce dünyalarını derinden etkilemesi nedeniyledir. Bu noktada fıkıh, Müslümanların
sadece bireysel ve toplumsal ilişkilerini düzenlemekle kalmamış aynı zamanda onların
düşünme dünyalarını da belirlemiştir.63
Fıkıh, bir çok ilim dalının buluştuğu ortak bir zemin olmuştur ki bu durum, gerek
Tedvin asrının öncesinde gerekse de sonrasında kendisini göstermiştir. Bu noktada Cabiri,
Hamilton Gibb’in “Fıkıh, İslam toplumunun ilk üç asrındaki enerjisini, benzersiz bir oranda
kendi kullanımı altına almıştır. Zira fıkıh sahasına katkıda bulunanlar sadece kelamcılar,
hadisçiler ve idareciler olmamıştır. Bilakis dil bilimciler, tarihçiler ve edebiyatçılar da hukuki
tartışmalara ve teliflere katkıda bulunmuşlardır. Sonuç olarak hukuk, başka hiçbir milletin
hayat ve düşüncesine, İslam toplumunun ilk yıllarındaki kadar derinden ve güçlü bir şekilde
girmemiştir.” tespitini nakletmektedir.64
Cabiri, fıkhın şöyle bir öneminin daha olduğunu belirtir: Fıkıh, kendinden önceki
bütün hukuki sistemleri silmiştir. Dolayısıyla diğer alanlarda ortaya çıkan eski-yeni çatışması
çıkmamıştır. Bu da fıkhın tamamen İslami olduğunu göstermektedir.65 Cabiri’nin bu yargıya
varmasında, İslam’dan önceki Arap toplumunda tam anlamıyla bir devlet ve sistematik hukuk
ve geleneklerinin olmayışı göz önünde bulundurulmalıdır. Zira Araplar, bu noktadaki
yapılanmayı İslam’la kazanmışlardır.
Felsefe için mantık ne ise fıkıh için de metodoloji odur. Buna binaen fıkhın görevi
toplum için yasa koymak ise onun metodolojisi olan usulün de görevi, akıl için yasa
koymaktır. Bu bağlamda fıkıh usulü sadece hukuki akıl için değil aynı zamanda Arap kültürü
çerçevesinde Arap aklı için de yasa koymuştur. Bu konu düzleminde olaya bakıldığında,
tedvin asrında iki anlayışın ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlar; nasscılık ve reycilik
63 el-Cabiri, Tekvin, s. 96 64 el-Cabiri, a.g.e., s. 97 65 el-Cabiri, a.g.e., s. 97
akımlarıdır.66 Cabiri’nin koyduğu bu çerçeveden hareketle, tedvin asrında Şafii’yle birlikte
nasscılığın reyciliğe galebe çaldığı görülmektedir.67
Cabiri’ye göre, Şafii’nin koyduğu kuralların gerçek önemi; bunların Arap aklı
üzerinde asırlar boyu egemen olan ve etkileri günümüze kadar devam eden bilgisel
yönelimlerinde yatmaktadır. “Şafii, Arap aklını; parçayı parçayla birleştirmeye, fer’i asla
bağlamaya, yani; kıyas yapmaya yönlendirmiştir… Bu, tamamen dil ve kelam alanlarında
yapılan uygulamanın aynısıydı. Arap aklı, Şafii’nin bu girişimiyle kendini besleyecek enerjiyi
bu iki mihver arasında hareket etmekte bulmuştur. Onun fıkhı, bütün becerisi; fer’lere asıl
aramakla, yani; her yeni meselenin kıyas edilebileceği geçmiş bir asıl aramakla uğraşan sınırlı
bir akla dönüşmüştür. Bu yapılırken de özellikle nass temel alındığı için o, Arap aklını ve
onun etkinliğini belirleyen temel kaynak otorite olmuştur”.68
Sonuç olarak Cabiri’ye göre Şafii, tartışmasız bir şekilde Arap aklının en büyük
yasa koyucusu olmuştur. Bunu, özellikle Ebu Hanife’nin metodu olan reyin mutlak
özgürlüğünü kısıtlayarak yapmıştır. Bu noktada Şafii, Ehl-i Hadis ile Ehl-i Rey arasındaki
uçurumları birbirine yaklaştırmış ve seçimini Ehl-i Hadis’ten yana koymuştur.69
“Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre ise yasa koyucu akıldır. Ebu Hanife, fıkıhta
Mutezile’nin aynı akidevi boyutta düşündüğü gibi düşünüyordu. Fakat diğer taraftan Şafii ile
birlikte akıl, yasa konulan oldu. Kıyası kabul etmeyen Şia ve Zahiri istisnaları bir yana
bırakılacak olursa Şafii’nin bu konuda koymuş olduğu kurallar, bütün mezhepler tarafından
temel alındı.”70
Cabiri’ye göre Sünni düşüncenin hilafet teorisi, Şafii’nin fıkıh usulü kaidelerine yani;
Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas’a dayanır. Ehl-i Sünnet, varolan realitenin savunulması için
sadece geçmişi rivayet etmekle yetinmemiş aynı zamanda bunlara icma ve kıyas yoluyla
kanun gücü kazandırarak bu durumu gerekçelendirmiştir. Nitekim Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömer’in hilafetlerini bu şekilde Sahabe’nin icmasıyla gerekçelendirmişlerdir. Buna binaen
66 el-Cabiri, Tekvin, s. 100 67 el-Cabiri, a.g.e., s. 104 68 el-Cabiri, a.g.e., s. 105 69 el-Cabiri, a.g.e., s. 106 70 el-Cabiri, a.g.e., s. 106
halifenin tayini nassla değil seçimledir. Böylece hilafet meselesinin şer’i kıyasla
temellendirilmesi yaşanan realitenin geçmişe kıyas edilmesini getirmiştir.71
Cabiri, bu konunun, Kelam’da kendisini İmamet kavramlaştırması şeklinde bulduğunu
ifade eder. Bu hususta konuşan ilk Sünni kelamcı Eş’ari’dir. Burada Eş’ari önemlidir. Çünkü;
kendinden sonrası için Ehl-i Sünnet hilafet teorisine temel oluşturmakla kalmamış aynı
zamanda kelamın imametle ilgili fonksiyonunu geçmişi meşrulaştırmasıyla sınırlamıştır.72
Cabiri, Eş’ari’nin hilafet teorisini yaparken Şafii’nin usul-ü fıkıh kaidelerine dayandığı
görüşündedir. İlk önce Kur’an’a giderek Hz. Ebubekir’in hilafetini zorlama tevillerle
ispatlamıştır. İkinci olarak, hadise giderek Hz. Peygamber’e Hulefay-ı Raşidin’in hilafetlerini
ikrar ettirmiştir. Üçüncü olarak, dört halifenin de seçiminde Sahabe’nin icmaı olduğunu
söylemiştir. En son olarak, Hz. Ali ile Zübeyr ve Ayşe, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki
çatışmaları içtihat meselesi olarak görmüş ve bunları tevil etmiştir. Böylece Şafii’nin
içtihadı, reyin kanunu haline getirmesi gibi Eş’ari de siyasi kelamı geçmişi
meşrulaştıran bir araç haline getirdi. Yani; “el-İbane müellifi, er-Risale müellifinin eksik
bıraktığı yerleri tamamlamıştır.”73
Sonuç olarak Cabiri’ye göre; Fıkıh’ta Şafii, Kelam’da da Eş’ari, Arap aklının
sınırlarını belirlemişler ve onu naklin kontrolüne sistematik bir şekilde vermişlerdir.
Birisinin fıkıhçı diğerinin kelamcı olması itibariyle aralarında farklar vardı. Fakat bu farklar
aslında onları birleştiriyordu. Şafii’nin belirlemiş olduğu yöntemsel kurallar Eş’ari’nin
akidevi kurallarını içten yönlendiriyordu. Cabiri burada sözün özü şunu söylemek istiyor.
Şafii ile Eş’ari’nin serüveni esasında aynıdır. Şafii, rey ekolünden ayrılarak Ehl-i Hadis’e
geçmiştir. Eş’ari ise Mutezile’den ayrılarak Ehl-i Hadis’e geçmiştir. Dolayısıyla onların Ehl-i
Hadis’teki konumlarını sağlamlaştıracak olanlar bu ekolün önderleridir. Buna göre; Ehl-i
Hadis’in Şafii zamanındaki önderi Malik, Eş’ari zamanındaki önderi ise Ahmed b.
Hanbel’dir. Dolayısıyla aynı kaderi yaşayan iki insanın ilmi metodolojileri de bir takım
farklılıklara rağmen ayniyet göstermiştir. Fakat ilginçtir, ikisi de Ehl-i Hadis’in görüşlerini
temellendirirken geldikleri Rey ve Mutezile ekolünün yöntemlerini kullanmışlardır.74
71 el-Cabiri, Tekvin, s. 110-111 72 el-Cabiri, a.g.e., s. 111 73 el-Cabiri, a.g.e., s. 111-112 74 bkz. el-Cabiri, Tekvin, s. 117-118
Cabiri, olup bitenin aslını şöyle değerlendirir: “Eş’ariler, Mutezile’den devşirdikleri
yöntemle kendi mezhepleri arasında bir çelişki yaşamışlardır. Bu çelişki; sebeplilik gibi akıl
kaynaklı ilkeleri inkar etmekle birlikte aklın fonksiyonuna sarılmaktır. İşte Eş’arilerin dün
olduğu gibi bugün de yaşadıkları esas sorun budur. Aslında bu, pozitif bilimin ürünlerini
benimsediği halde onu tesis eden prensipleri reddeden herkesin sorunudur. Dolayısıyla bu
durumda olanların bilim üretmeleri mümkün değildir”.75
7- Dini Rasyonalite ve Akli İrrasyonalite
Kur’an-ı Kerim’in indiği ortamda Araplar, ataları Hz. İbrahim’in rasyonel
söyleminden sapmışlardı. İşte bu noktada Cabiri’ye göre Kur’an-ı Kerim, Arapları bu
sapkınlıklarından döndürmek için, dilleri Arapça’nın Beyan mantığının temelindeki kıyas,
teşbih ve temsille, onların bu sapkınlıklarını reddediyordu.76 Bu bağlamda irrasyonel, bu
meydan okumaya karşı akli arka plan arayarak mukabelede bulunmuştur. Zira onlar, geçmiş
peygamberlerin mucizelerinin arka planını düşünmeden Hz. Muhammed’den mucize
istiyorlardı. Halbuki bu peygamberlerin mucizeleri, geldikleri zamanın insanları arasında
revaçta olan şeyleri gölgede bırakan türden mucizelerdi. Mesela; Hz. Musa zamanında sihir
ve büyü revaçtaydı. Ama Hz. Musa’nın mucizeleri, bunları yok ediyordu. Bu açıdan, Hz.
Muhammed zamanında dilsel maharet revaçtaydı. Bu noktada Kur’an-ı Kerim, Arap dilinin
beyanından hareketle oluşumu ve düzeni açısından rasyonel ve irrasyonel arasındaki derin
ayrımı ortaya koyarak Hz. Muhammed’in mucizesi olmuştur. Yani; dilin beyani yapısı
noktasında, onun tabiatının ötesine geçmiş ve harikulade şekilde gerçekleşen bir mucize
olmuştur.77
Fakat bu ayrım, kesin bir ayrım değildir. Çünkü rasyonel olan bu söylemin hayat
bulduğu topraklar Mekke ve Medine idi ki buralar da, bu toprakların etrafında oluşan kadim
mirasın etkilediği Cahili bir kültür çevresiydi. Dolayısıyla irrasyoneli bu ortamdan tamamen
dışlamak mümkün değildir. Bu noktada “şu bir hakikattir ki; Arapların gerçekleştirmiş
oldukları fetihler, salt bir yayılma değildir. Aksine, bir anda komşu ülkelerin kadim kültür,
birlik ve hakimiyetlerini parçalayarak, çeşitli yönleriyle Arap bilgiselinin etkinlik çerçevesini,
dolayısıyla da hakimiyetinin gerçekleştirilmesi için yapılan fetihlerdi.”78 Cabiri, burada
önemli bir hususu vurgulamaktadır. Araplar, Kur’an’ı içinden çıkmış oldukları cahili zihin
75 el-Cabiri, a.g.e., s. 123 76 el-Cabiri, a.g.e., s. 137-138 77 el-Cabiri, Tekvin, s. 138-140 78 el-Cabiri, a.g.e., s. 141
yapısıyla anlıyor, yorumluyor ve uyguluyorlardı.79 Dolayısıyla bu yapının içerisinde,
Kur’an’dan önceki döneminde, çevrelendiği kadim mirastan etkiler vardı. Tabi Kur’an,
bunlara büyük bir açılım sağlayınca büyük bir hızla yayılmaya başladılar. Yayıldıkları
toplumlardaki kadim mirasın köklü ve güçlü bir şekliyle karşılaşınca Kur’an üzerinde daha
çok durmaları gerekiyordu. Zira Kur’an, onların otoritelerinin kaynağıydı. Buna binaen bu
alanda meydana gelen boşluğu doldurmak için ister istemez bu kadim mirasın
argümanlarından faydalanmak durumunda kaldılar.80
Cabiri, İslam’ın yayıldığı coğrafyada, İslam ile kadim mirasın arasında bir çatışmanın
olduğunu vurgular. Bu noktada Arap Beyan’ı, resmi ideolojisinin sebebi olan İslam ve
dolayısıyla da devletinin hakimiyetini ortadan kaldırmaya niyetli olan kadim mirasa karşı
savaşıyordu.81
Konumuz açısından İsrailiyyatı irdeleyen Cabiri, şu durumun ortaya çıktığını söyler:
İsrailiyyat; Tevrat ve Talmut’un gayb, cennet ve cehennem haberleri noktasında, Arap dini
rasyonalitesi dahilinde Arap-İslami kültürüne geniş bir şekilde sızmıştır. Bu sızıntı, akli bir
şekilde değil nakli bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu hususlar, Kur’an’daki mücmel ifadeleri
açıklamak için kullanılmıştır. İsrailiyyat, bu bağlamda, Arap dini düşüncesine bu dünya ile öte
dünyanın tarihini sunmuştur. Bu da akidevi anlamda İsrailiyyatın Arap dini düşüncesine
karıştığı anlamına gelir. Bu noktada şu da ilginçtir; İsrailiyyat Arap-İslami kültürüne nakil
yoluyla girerken kendisini akli olarak sunmuştur.82
Mecusi ve Maniheistlerin İslami toplum içerisindeki tarihsel durumları ise din ve
devlet olarak İslam’a karşı takındıkları tavır açısından irdelenmesi gerekir. Mecusiler, bir
köşeye çekilmeleri ve İslam’a karşı bir faaliyet içerisine girmemeleri sebebiyle bir azınlık
olarak, İslami toplumun kendilerine sunmuş olduğu imkanlardan faydalanmışlardır. Fakat
Maniheistler, aksine davranmışlar ve bir azınlık olmayı kabul etmemişlerdir. Eski İran
kültürünün, İslami toplum içerisinde etkinliğini artırmak için dini ve siyasi bir mücadeleye
girişmişlerdir. Bu noktada milliyetçi bir hareket şeklinde kültürel faaliyetlere girişmişler ve
ışık hızıyla yayılan yeni Arap-İslami kültürünü taklit etmek yerine, İran kültürünü ihya etmek
için çalışmışlardır. Bu bağlamda, eski İran kültürünün kitaplarını, tercüme etme yoluyla
insanlar arasında yaymaya çalışmışlardır. Bu açıklamalardan sonra Cabiri, şu tespiti yapar:
79 Her ne kadar Kur’an, bu yapının bir çok yanlış noktasını ilga etmiş olsa da… 80 el-Cabiri, Tekvin, s. 142 81 el-Cabiri, a.g.e., s. 144 82 el-Cabiri, Tekvin, s. 147-148
Maniheistlerin bu faaliyetlere giriştikleri zaman dilimi çok ilginçtir. Bu zaman dilimi,
Abbasilerin ilk yılları, yani; Arap-İslami kültürünün inşa edildiği tedvin asrıdır.83
Henrich Baker, Maniheistlerin ve Zerdüştilerin en az Hıristiyanlar kadar İslam’a
düşman olduklarını ve bunlara karşı İslam’ı savunmak için ortaya çıkan ilk kelamcıların
Mutezililer olduğunu belirtir. Bu Mutezili kelamcıların zaman zaman bunlarla yaptıkları
mücadelelerinde bunların bazı usul ve argümanlarından faydalandıklarını da ekler.84
Cabiri’nin Baker’dan aktardığı bu değerlendirmeler, Arap-İslami rasyonalitesinin zirvesi olan
Mutezile’nin dahi, az da olsa, irrasyonel akımlardan etkilenmiş olduğunu göstermektedir.
Maniheistlerin nur-zulmet düalizmi ve zulmetten kurtuluş için ortaya konan arınma
fikri, İslam’ın temel akidelerine dini açıdan zarar veriyordu. Yani; nur- zulmet düalizmi
Tevhid akidesine, bu düalizmin ezeliliği yoktan yaratma akidesine ve arınma fikri de
peygamberlerin rehberliğini ortadan kaldırarak dünyadan el etek çeker bir tarzda nefsi
terbiyeyle Allah’a ulaşmayı telkin ettiğinden nübüvvet akidesine zarar veriyordu. Aynı
zamanda bu, devleti tehdit ediyordu. Zira İslam’ın akidelerini dinamitlemek Ona dayanan
devletin de meşruiyetini de ortadan kaldırmak demekti.85
Bu durumda Abbasiler, Maniheistlere karşı mücadeleye giriştiler. Bu mücadelede
ideologları Mutezili alimler oldular. Onlar, rasyonalitenin yayılması ve kutsanması,
dolayısıyla da devletin hakimiyetinin güçlendirilmesi ve dokunulmaz hale getirilmesi için
çalıştılar. Bu noktada Cabiri’ye göre, Mutezile’nin fonksiyonel önemi, şu iki noktada
belirginleşir:
- Maniheistlere karşı Arap dilinin hissilik ve tecrübiliğini kullanarak onların irfani
anlayışlarını saf dışı bıraktılar.
- Aristo mantığına karşı dilsel zemindeki mantık anlayışlarıyla Ehl-i Sünnet’e karşı mücadele
ettiler ve onların bu noktada gelişmelerini sağladılar. Sonuç olarak Maturidilik ve Eş’arilik
buradan hareketle ortaya çıktı.86
Cabiri’ye göre bu kadar önemli bir görevi yürüten Mutezile, elim bir hata yapmıştır.
Bu da; “Halku’l-Kur’an” meselesinde insanlara, kendi görüşlerini kabul etmeleri için kaba
83 el-Cabiri, a.g.e., s. 148-150 84 el-Cabiri, a.g.e., s. 150 85 el-Cabiri, Tekvin, s. 150 86 el-Cabiri, a.g.e., s. 151
kuvvet kullanmaları ve bu noktada devletin iradesine sıkı sıkıya bağlanmalarıdır. Bu durum,
Arap-İslami rasyonalitesinin zirvesi olan Mutezile’nin siyasi tasfiyesine neden olmuştur.
Daha da önemlisi, Sünni devrimden sonra geri plana itilmişler, felsefeyle alakaları kesilmiş
Arap dini rasyonalitesi ile aralarında kopukluk meydana gelmiştir. Bunun sonucunda akli
irrasyonalitenin önü açılmış ve Arap-İslami kültürü ve felsefesinde önemli mevziler
kazanmıştır.87
8- Atıl Akıl, Yapısı ve Arap-İslami Kültürüne Etkileri
Cabiri, felsefi ve akidevi anlamda Arap-İslami kültürünün, kadim mirastan iki şekilde
etkilenmiş olduğunu belirtir:
- Müslüman filozoflar yani; Kindi, Farabi ve İbn Sina, genelde Aristo öncesi filozofları es
geçerek Aristo’yu temel almışlardır.
- Batini İslami fırkalar, İslam topraklarındaki hermetik felsefe okulları vasıtasıyla Aristo
öncesi yedi filozofu okumuşlar ve onların görüşlerinden etkilenmişlerdir.88
Burada konumuz açısından yedi filozof ve hermetik akımın önemi; Arap-İslami
düşüncesini, temel kaynakları itibariyle, akli irrasyonalite anlayışıyla derinden etkilemesinden
kaynaklanmaktadır. Cabiri’ye göre bu etki, tedvin asrından itibaren şekillenmeye başlamış ve
Arap-İslami kültürünün çöküşe sürüklenmesine neden olmuştur.89
İskender’in seferleri ile birlikte Yunan rasyonalitesi yıkılmış, bunun bıraktığı boşluğu
hermetik akli irrasyonalite doldurmuş ve rasyonaliteyi yermiştir. Buradan hareketle; Allah’a
ulaşmanın yolları, aklın dışında aranmaya başlamıştır. Bu akımın temel mentalitesi; insanların
sorunlarını akledip düşünerek çözmeleri yerine, onların bu noktada kendilerine sunulan
şeylere, kayıtsız şartsız bir şekilde boyun eğmeleri gerektiğini vurgulamasıdır. Yani; aklın
yerine, imanın konulmasını savunuyordu. Tabi bunu gerçekleştirmenin yolu da vahiy ve
nebevi ilhamdan, yani; hakikatin ancak bir muallim tarafından öğrenilebilineceğinin
savunulduğu yapıdan geçiyordu. İşte Cabiri’ye göre bu altyapıyı, Pisagorcu hermetik düşünce
sağlıyordu.90
87 el-Cabiri, a.g.e., s. 151 88 el-Cabiri, Tekvin, s. 134-185 89 el-Cabiri, a.g.e., s. 165-166 90 el-Cabiri, a.g.e., s. 167-169
Cabiri, Hermetik, agnostik düşünce ve fikirlerin çok derin bir şekilde Müslüman
tasavvufunu etkilemiş olduğunu ifade eder. Onların Allah ile insan arasındaki ilişki ve insanın
Allah’a ulaşması noktasındaki fikirlerinin, Müslüman tasavvufunda “ittihat”, “fena” ve
“vahdetu’ş-şuhud” şeklinde kavramlaştığı görülür. Mesela; Hallac’ın “hulul” anlayışına
bakılacak olursa; onun, insanı Allah’tan bir parça olarak kabul eden Hermetizm’le benzerlik
arz ettiği görülecektir.91
Helenist devirde ortaya çıkan Agnostik Hermetizm akımının, Arap-İslami kültürüne
girişinin başka akımlar aracılığıyla olduğunu söyler Cabiri. Bunlar da; Yahudilik ve Hermes’i
peygamber olarak kabul eden Maniheizm’dir. Fakat buradaki Yahudilik, İsrailiyyat
bağlamındaki Yahudilik değil, Neoplatonist bağlamındaki Yahudiliktir.92
9- Akli İrrasyonaliteye Karşı Aklı Kullanmak
Cabiri, burada temel olarak Aristo akılcılığının Arap-İslami kültürüyle tanışmasını ve
bu bağlamda bu akılcılığın dini rasyonaliteyle nasıl harmanlanarak akli irrasyonaliteye karşı
mücadelede temel unsur olarak kullanıldığını ortaya koyar. Bu noktadan hareketle o;
Aristo’nun fikirlerinin, çok geç bir zamanda yani, Hermetizm’in bu kültüre sirayet etmesinden
çok sonraları girdiği sonucuna varır. Cabiri, bu bağlamda Şehristani’nin değerlendirmelerini
sunar. Onun bu noktada, eski felsefecilerle yeni felsefeciler arasında geçen mücadeleyi ortaya
koyarak akabinde Neoplatonizm, Neopisagorculuk ve hermetik edebiyatının üstün gelip
Aristo mantığının ortadan siliniş öyküsünü anlatmasını zikreder. Buna göre; bu felsefeciler,
“Yüce Yaratıcı”yı bilmek için tabiat, ilahiyat ve daha sonraları da matematiğe girmişler ve
Aristo mantığı ortadan kaybolmuştur. Dolayısıyla Arap-İslami kültürü, kadim mirasla
tanıştığında bu eğilimlerin yöneldikleri ve uğraştıkları konularla tanıştı.93
Peki Aristo’nun eserleri, Arap-İslam kültürüne nasıl kazandırılmıştır? Bu noktada
Cabiri; İbn Nedim’in, bu kültüre, Aristo’nun eserlerinin tercüme yoluyla kazandırılmasında
Abbasi halifesi Memun’un gördüğü rüyanın en etkin sebep olduğu değerlendirmesini
zikreder.94 Bu rüyanın ne kadar doğru olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu ama burada şu
91 el-Cabiri, a.g.e., s. 179 92 el-Cabiri, Tekvin, s. 186-187 93 el-Cabiri, a.g.e., s. 221 94 Cabiri, bu rüyayı kısaca şöyle nakleder; Memun bir gün rüyasında Aristo’yu görür. Aristo’ya sorar: İyilik nedir? O da şöyle cevaplar: Akıl, Şeriat ve Cumhur (İcma). Memun tekrar sorar: Sonra? Aristo: Sonranın sonrası yoktur der ve gider. bkz. el-Cabiri, a.g.e., s. 222. (İbn Nedim’in bu rüyayı işlediği konunun başlığı şöyledir: “Bu Beldelerde Kadim İlimler Hakkında Yazan Felsefecilerin ve Diğerlerinin Kitaplarının Çoğalması İçin Yapılan Çalışmaların Nedeninin Anlatımı.” bkz. İbnu’n-Nedim, el-Fihrist, Mektebet-u Hayyat, Beyrut, s.
önemli nokta vardır: Sadık rüya formatının aynı bu rüya için de kullanılmış olması. Yani; Hz.
Peygamber’in görmüş olduğu rüyalar formatında sunulması veya Cebrail’in insan suretinde
gelerek insanlara dinini öğretmesi gibi anlatılması durumu. Bu formatlar; aynen Memun’un
rüyası için de kullanılarak devletin, Aristo akılcılığını muhalif düşüncelerle mücadelesinde
kullanması için, bu akılcılığın, araştırılıp Arap-İslami kültürüne getirilmesi noktasında bütün
imkanların seferber edilmesinin meşruluğunun zemini hazırlanmıştır.95
Cabiri, Memun öncesi dönem ile Helenistik dönem arasında bir benzerlik kurar. Şöyle
ki; Arap-İslami kültüründe Aristo, Memun’dan önceki dönemde yoktu. Aynen Helenistik
dönemde Neoplatonizm ve Hermetizm’in egemen olup Aristo’nun olmadığı gibi. Fakat bazı
lahuti Mesihiler, miladi ilk yüzyıldan beri Aristo’nun bazı kitaplarını kullanıyorlardı. Fakat
bunlar, sadece kıyasla ilgiliydi. Bunu da teslis akidelerini ispatlamak için kullanıyorlardı.
Bunun yanında diğer önemli kitaplarını kullanmıyorlar ve yasaklıyorlardı.96
Cabiri, bu konu dahilinde ortaya koyduğu değerlendirmelerinin ışığında şu kanıya
varır: Nasıl ki İslam, Mekke’de Allah’a ulaşmak için putları aracı kılan avami
Hermetizm’e karşı bir tepki olarak ortaya çıkmışsa Memun zamanındaki “Diriliş” yada
“Aydınlanmacı” ve evrensel akla ulaşmaya çalışan hareket de Alim97 Hermetizm’e,
yani; özellikle nübüvvetin imamların şahsında devam ettiğini iddia eden Şii İrfanı’na
karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İşte Arap dini rasyonel düşüncesi ile Aristocu
Yunan rasyonel düşüncesi arasındaki bu tarihi buluşma, aynı zamanda Arap beyani bilgi
sistemi ile Yunan burhani bilgi sistemi arasında olan bir buluşmadır da.98
* * * 243) Cabiri’ye göre Memun’un bu rüyasında dikkat çeken başka bir husus daha vardır. O da, rüyanın güzel etrafında odaklanması sanki Mutezile’nin husun-kubuh meselesini çağrıştırmaktadır. Fakat durum bunun tam aksidir. Burada güzel (husun) ile istenen cevap şudur: Amaç, “güzelin mahiyetinin ortaya konması değil aksine onun idrakinin yollarının sınırlandırılması ve dolayısıyla da ‘marifet’in, yani; bilgi yollarının sınırlandırılmasıdır”. Bunu gerçekleştiren temel kahraman da Aristo’dur. Aynı Mutezile’nin nazariyesinde olduğu gibi: Önce Akıl, sonra Şeriat ve en son Cumhur. Bu, Mutezile’nin husun-kubuh teorisini onaylamak değildir. Burada tamamen farklı bir durum söz konusudur. İşin özü, “sonranın sonrası yoktur” sözünde kilitlenmektedir. Yani demek oluyor ki; Aristo’nun belirttiği bilgi kaynaklarının dışında her hangi bir bilgi kaynağı yoktur. Bunlar da; Akıl, Şeriat ve İcma’dır. Rüyada “sonranın sonrası yoktur” ifadesiyle kastedilen Agnostizm ve İrfan’dan başkası değildir. Yani, onların yok edilmesi. Bu noktada Memun’un devletin bütün imkanlarını seferber edip tercüme yoluyla Aristo akılcılığını Arap-İslami kültürüne kazandırmaya çalışmasındaki gayesi; devlete şiddetli bir şekilde muhalefet eden Maniheist Agnostizm ve Şii İrfanı’nın bilgi kaynaklarını bertaraf edip bunları, tarih sahnesinden diskalifiye etmektir. O halde Cabiri’ye göre bu tercüme faaliyetinden Memun’un amacı; siyasi düşmanlarının ideolojik bilgi sistemlerine karşı kendisinin sığındığı başka ve temel bir stratejinin bir parçasıdır. bkz. el-Cabiri, Tekvin, s. 223-224 95 el-Cabiri, a.g.e., s. 222-233 96 el-Cabiri, a.g.e., s. 235 97 =Entellektüel 98 el-Cabiri, Tekvin, s. 236
Cabiri, konumuz açısından Müslüman filozofların da görüşlerini değerlendirir. Bu
bağlamda ilk ele aldığı filozof Kindi’dir.99 Kindi, ilk Arap filozofu ve akıl devletini ilk
savunan şahsiyettir. Bu akıl devleti, atıl aklı şiar edinen Maniheist ve Şiilere karşı Memun,
Mutasım ve Vasık’ın devletidir. Kindi’nin bu şekil düşünmesinde, bu halifelerin çağdaşı
olması da etkindir. Aynı zamanda Kindi, Mutezile’ye karşı Mütevekkil zamanında girişilen
Ehl-i Sünnet inkılabına da şahit olmuştur. Bu yüzden bazı baskılara maruz kalmıştır. Bu
açıdan o, ideolojik tartışmaların yoğun geçtiği bir zaman diliminde yaşamıştır. O, bu noktada
tercihini akıl devletinden yana koyarak, buna karşı düşmanlığını ortaya koyan hermetik
düşünceyle kıyasıya bir mücadeleye tutuşmuştur.100
Cabiri’ye göre Kindi, gerçek bilginin yılmaz savunucularından biridir. Ayrıca şu yönü
çok önemlidir: Kendisi gibi felsefe ehlini, felsefeyi dinleştirmekle suçlayıp onları kafir ilan
edenleri siyasi maslahat açısından rezil etmekten hiç geri durmamıştır. Çünkü; felsefe ehline
bu şekilde haksızlık yapanlar aslında makam elde edip dini satan kimselerdir. Bunlar asıl
dinsizlerdir çünkü bunlar, bir takım çıkar ve siyasi menfaat elde etmek için dini kullanırlar.
Esasında bunların dinsizliklerini izhar edip ondan soyutlanmalıdırlar ki ona zarar
veremesinler.101 Bu değerlendirmeler günümüz açısından hiç de yabancı gelmemektedir.
Çünkü bu tarz din üzerinden siyaset yapmak hala Müslüman toplumlarda caridir. Bu durum,
aslında yaşadığımız sorunların kökenlerini geçmişte aramamızı, sorunu teşhis edip tedavi
etmemiz gerektiğini göstermektedir. Bu nedenle yapılması gereken; toplumun gerek siyasal
gerek kültürel gerekse de dini açıdan sömürüden kurtulup gerçek bir gelişim göstermesi, akli
bilgiye dayalı bir felsefi anlayışın zihinlere kazınmasıyla mümkündür. Kaldı ki Kindi’nin
yaşadığı zaman dahilinde yaptığı buydu.
Cabiri, Kindi’nin konumuz açısından görüşlerini ortaya koyduktan sonra Farabi’nin102
fikirlerini Kindi’nin fikirleriyle karşılaştırmalı olarak değerlendirir. Farabi, devlet noktasında
Kindi’den farklı bir bakış açısına yönelmişti. Böyle olmasında şöyle bir durum yatmaktadır:
Kindi ile Farabi’nin yaşadıkları dönemler farklı dönemlerdi. Kindi zamanında tek ve güçlü bir
devlet vardı. Fakat Farabi’nin yaşadığı yıllarda parçalı bir durum hakimdi ve bir çok devletler
vardı. Bu devletlerin her biri de farklı düşünce ve akımlara dayanan devletlerdi. O halde
99 h. 185-252 100 el-Cabiri, Tekvin, s. 236-237 101 el-Cabiri, a.g.e., s. 240 102 h. 265-339
Farabi’ye göre burada önemli olan, “bir zaman diliminde otoritenin tekliği ve devletin
sürekliliğidir. Dolayısıyla bu; düşünce birliği ve toplumun devamlılığıdır.”103
Şimdi, Farabi’nin konumuz açısından gerçekleştirdiği misyona bakılacak olursa;
Cabiri’ye göre onun yaptığı en büyük iş; Kindi’nin metot ve fikri tahliller açısından eksik
bıraktığı yönleri tamamlamak ve yeni sıçrayışlar yapmaktır. Farabi, bu bağlamda Aristo’dan
yapılan tercümelerin eksik kısımlarını tamamlamış ve yeni boyutlar kazanarak Aristo’dan
sonraki en büyük makamı kazanmıştır: Muallim-i Sani. Bu özelliğini en çok da mantık
sahasında göstermiştir. Bu yüzden fiili olarak, “Arapların Aristo”su olmuştur.104 Farabi’nin
mantıkta gerçekleştirdiği; yanlışın ve kandırmacanın ortaya çıkarılarak doğrunun bulunmasını
sağlayacak kaideleri belirtmek ve açıklamaktır. Bu şekilde hatadan arınık ve doğruyu bulmuş
bir toplum oluşturularak onun nazarında fikri bir birlik sağlanmış olacaktır. Böylece hem
Arap-İslami kültürün hem de devletinin devamı sağlanmış olacaktır.105
Cabiri, Farabi’nin mantık üzerinde ısrarlı bir şekilde durmasının önemli bir boyutunu
daha vererek şöyle der: “Farabi’nin özellikle en büyük amaç olarak mantık üzerinde ısrar
etmesi, burhanlara dayanmaktır. Yani; Aristo’dan sonraki Helenistik dönemden kendi devrine
kadar ihmal edilen ve yasaklanan mantığı yeni bir duruşla kuvvetli bir şekilde devreye
sokmaktır”. Bu şekilde Farabi, fikri ve toplumsal ayrışma ve parçalanmanın temeli olan;
safsatacı, irfani ve kelami söylemin sahibi atıl aklı devreden çıkarmış olacaktır.106
Cabiri, bu sunulan özet tahlillerin akabinde Kindi ve Farabi’nin birbirlerini
tamamlayıcı çalışmalarının sonucunu şu şekilde belirtir: “… Farabi; siyasi ve fikri bakımdan
parçalanmış bir toplumda yaşadığı için mantık ve siyasete yöneldi. Böylece bu ikisinin arasını
kapsayıcı ve bütünsel bir şekilde birleştirmek istedi. Buna göre, bütün tezahürlerinin
açıklığıyla fikri ve toplumsal, diğer yandan da felsefi ve dini bir birlik oldu. Böylece Farabi,
Kindi’nin habersel söz ve güçlü bir kelami sistem oluşturulması bağlamında gerçekleştirmek
istediği felsefi rüyayı gerçekleştirmiş oldu”.107
Cabiri, üçüncü olarak İbn Sina’yı ele alır. Fakat İbn Sina’nın konumuzla ilişkisi direk
değil dolaylı bir ilişkidir. Onun ilişkisi, Kindi ve Farabi’nin burhani temelli sistemleri
103 el-Cabiri, Tekvin, s. 241 104 el-Cabiri, a.g.e., s. 242 105 el-Cabiri, a.g.e., s. 241-247. Ayrıca bu bağlamda geniş bilgi için bkz. M. A. el-Cabiri, Nahnu ve’t-Turas, el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1993, s. 55-86 106 el-Cabiri, Tekvin, s. 244 107 el-Cabiri, a.g.e., s. 247-248
çerçevesindedir. Cabiri’ye göre İbn Sina, bu iki filozoftan temel anlayış olarak ayrılır. O,
burhanla; özellikle de ruh-beden ilişkisi ve akabinde bunların Allah’la olan ilişkileri
bağlamında, irfani sistemini temellendirmek istemiştir. Yani; onun amacı, akli bir tasavvuf
sistemi kurmaktır.108 Bu yüzden o, Arap-İslami kültürdeki Kindi ve Farabi’nin temsilcileri
olduğu akılcı ekolden sayılmaması gerekir. Çünkü o, Aristocu akli anlayışa zıt olan hermetik
İsmaili felsefi anlayışa yönelerek, kendi kavramlaştırmasıyla, işraki felsefesini kurmaya
çalışmıştır. Dolayısıyla zıt şeyleri birleştirmeye çalışması, en azından, hermetik İsmaili
felsefenin siyasi yönünün çökmesini getirmiştir.109
Cabiri, buraya kadar sunmuş olduğu genel çerçeveden yola çıkarak amacını açıklar.
Onun amacı; tarihsel bir olgu olarak Arap-İslami kültüründeki sistem ve oluşumları incelemek
değil, bilakis, meydana getirilen bu kültürün zamanını incelemektir. Yani; bu kültürdeki
ideolojik ve bilgisel olan şeylerin arasındaki özelliklere dayanarak düşünmektir.110
Buradan hareketle Cabiri’nin hedeflediği şey; bugün Arap-İslami dünyasının yaşamış olduğu
sıkıntı, buhran ve çıkmazların kaynağına inerek bunları akılcı bir şekilde tahlil etmek ve bu
tahlile dayanarak yeni ve köklü çözüm yolları üreterek çöküşten yükselişe doğru
gerçekleştirilmesi arzulanan ilerlemenin önünü açmaktır.
Bu noktada Cabiri, Arap-İslami kültüründe üç sistemin oluştuğunu söyler.111 Bunlar:
1. Beyani Sistem: Dini metinlerin ve dilin kurmuş olduğu sistem.112 Bunda temel olan
“bilgisel ortaya çıkma-çıkarma ve anlama-anlaşılır kılma”dır. Yani; aslını din ve linguistik
ilimlerden alan yapı. Bu yapının kaynağına inildiğinde de onun, bilinçsiz bir binanın üzerine
kurulduğu görülecektir.113 Yani; bu yapının ana çerçevesi bedevi Arabın dünyasıyla sınırlıdır.
2. İrfani Sistem: Kadim mirasın aklı devre dışı bırakarak kurmuş olduğu sistem.114 Aslında
bu sistem de bilgisel bir faaliyetin ürünüdür. Öyle ki; bu sistemin bilgisel halkası dini renklere
108 el-Cabiri, a.g.e., s. 266 109 el-Cabiri, a.g.e., s. 273 110 el-Cabiri, a.g.e., s. 254 111 Bu sistemler hakkında geniş bilgi için bkz. M. A. el-Cabiri, Bünyetü’l-Akli’l-Arabi, el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1991. Bu sistemler, bu bölümde, dini ve siyasi kavramlar dahilindeki ilişki çerçevesinde ele alınmıştır. Bunların bilgisel çerçevesi, Cabiri tarafından geniş olarak burada zikredilen kitabında ele işlenmiştir. Zira bu amacını belirtir. Bu bağlamda bkz. el-Cabiri, a.g.e., s. 556 112 el-Cabiri, Tekvin, s. 254 113 el-Cabiri, Bünye, s. 556 114 el-Cabiri, Tekvin, s. 254
bürünmüş düşünce, akide ve hikayelerle karışmıştır. Bu bağlamda irfaniler, ulaşmak
istedikleri hakikatin, nassların zahirinin ardında yattığını düşünmektedirler.115
3. Burhani Sistem: Felsefi ve akli ilimlerin deliline dayanan sistem.116 Yani, istidlale
dayanan çıkarımsal bir bilgisel sistemdir. Bu sistemin ilmi ve felsefi çerçevesi, Arap-İslami
kültürüne, tercüme faaliyetleri sayesinde kazandırılmıştır. Bu tercümelerdeki en büyük payı
özellikle Aristo’nun kitapları alır. Bu sistem, irfani sisteme karşı savaşan Beyani sisteme
yardımcı olması amacıyla oluşturulmuştur. Beyani sistem ile burhani sistem arasındaki ilişki,
özellikle Nahiv ve Mantık ilimlerinin metotları çerçevesinde ortaya çıkar.117
Doğu Müslüman dünyasındaki konumuz bağlamında gösterdiği gelişmeler, genel
itibariyle Cabiri tarafından bu şekilde ortaya konulmuştur. Diğer taraftan Batı Müslüman
dünyasına118 bakılacak olursa, Cabiri, bu bağlamda şöyle düşünür: Bu dünyayı öne çıkaran ve
ona özgünlüğünü kazandıran İbn Hazm’ın119 başlattığı düşünce sistemidir. Cabiri, İbn
Hazm’ın genel olarak dini düşüncesini şu şekilde özetler: Ona göre, Allah’ın dini açık ve
seçiktir. Onda hiçbir sır, gizlilik ve Batıni içerik bulunmaz. Onun dininde bu şekil çerçeveler
olduğunu iddia eden kimseler dini parçalayan insanlardır. Hz. Resulullah, dinden hiçbir şeyi
gizli bırakmamıştır. Herhangi bir kimsenin gerek neseben olsun gerekse de başka bir şekilde
olsun dinde hiçbir şekilde ayrıcalıklı bir yeri yoktur. Şeriat, son derece açıktır ve onda, her
hangi bir gizem ve sembolizm olduğunu söyleyen de kafirdir. Cabiri, İbn Hazm’ın bu şekilde
Zahiri siyasi ve ideolojik bakış açısını ortaya koyduğunu, Batınilik ve Tasavvuf’u reddettiğini
söyler. Siyasi ve ideolojik bir bakış açısı denmesi yerindedir çünkü bu bakış açısı, Sünni dini
anlayıştan hareketle değil kültürel ve siyasi gruplaşma açısından ortaya konmuştur. Çünkü İbn
Hazm, Emevilerin ön saflarında mücadele eden ve onların devletlerine önemli hizmetlerde
bulunan bir şahsiyettir. Bu nedenle doğudaki Emevi devletini Şiiler ve İranlılar yıktıkları için
İbn Hazm’ın bu şekil bir anlayışa sahip olması anlaşılabilir. Ayrıca bu noktada İbn Hazm’ın
Emevilerin düşmanlarına karşı fikri altyapıyı hazırlaması onun önemini daha da artırmaktadır.
Bu belirlemelerden hareketle Emevilerin siyasi hasımlarıyla sonuna kadar mücadele etmiştir.
Bu bağlamda Cabiri’ye göre, İbn Hazm’ın ilmi sahada ortaya koymuş olduğu şeyler, onun
115 el-Cabiri, Bünye, s. 557 116 el-Cabiri, Tekvin, s. 254 117 el-Cabiri, Bünye, s. 557 118 Cabiri’nin söylemine bakıldığı zaman, açık olmasa da, böyle bir ayrımın olduğu görülecektir. Yani, Doğu ve Batı Müslüman Dünyaları. Bu konuda geniş bilgi için bkz. M. A. el-Cabiri, el-Mağribu’l-Muasır, ed-Daru’l-Beyda, Ekim, 1998, s. 45-50 119 h. 384-456
Emevilerin hasımları olan Fatımiler ve Abbasilere karşı olan duruşunu açık bir şekilde
göstermektedir.120
Bu genel çerçeveden sonra Batı Müslüman dünyasının tarihine damgasını vuran ve
Zahirilik’i farklı bir boyuta taşıyan İbn Hazm’ın yaptıklarına gelince; Cabiri, bunları şu
şekilde açımlar: Davut ez-Zahiri121 ve oğlu zamanında Zahirilik, Şafiilik’ten ayrı olarak
düşünülmüyordu. Fakat İbn Hazm, bu iki mezhep arasında kesin bir ayırımı
gerçekleştirmiştir. O, Şafiilik’i aşmak, dil, akide ve şeriat noktasında Arap Beyanı’nı
sistematik açıdan yeniden tesis etmeyi istemiştir. Bununla Endülüs’teki Emevi devletinin
kültürel ve bilgisel altyapısını hazırlayacak ve Endülüs’e has ideolojik bir proje olacak şekilde
Zahiri mezhebini somutlaştıracaktır. Bu bağlamda değerlendirilecek olursa; İbn Hazm, fikri
düşünce hayatının ilk zamanlarında Şafii’ydi. Fakat sonra Şafii mezhebini terk edip Zahiri
mezhebine geçti. Bu geçiş salt Zahiri düşüncesini benimsemek değildi. Bilakis, yeni bir
düşünce sistemi kurmak içindi. Şafii, Arap Beyanı’ndaki aklı nassın sınırları içinde kıyasın
çerçevesini belirleyerek kısıtlamıştı. Bu noktadan hareketle İbn Hazm, aslın furua, gaybın da
şahide kıyas edilmesini reddetti ki bunlar fıkıhçıların ve kelamcıların temel ilkeleriydi. Diğer
taraftan da İbn Hazm’ın Zahirilik’e geçişinin diğer bir anlamı, mezhebin isminden
anlaşılacağı üzere “Zahir”le batını savunan Şii irfanını reddetmekti.122
Cabiri, İbn Hazm’ın Şafii’nin sistemleştirdiği kıyası reddetmesinin, zamanının
realitesine dayandığını ifade eder. Şafii’nin sistemini kurduğu asır, İbn Hazm’ın asrından daha
berraktı. Şafii zamanında en büyük çekişme, Ehl-i Hadis ile Ehl-i Rey arasında yaşanıyordu.
Şafii’nin yaptığı, bu çekişmeyi Ehl-i Hadis lehine sonuçlanacak şekilde bitirmek ve ikisinin
arasını birleştirmekti. Fakat İbn Hazm’ın zamanında fikirler ve akımlar çeşitlenmiş ve hiç
kimsenin kıyası birbirine uymaz olmuştu. Ayrıca Şafii zamanında yeni yeni oluşmaya
başlayan İrfan ve Burhan sistemleri, artık İbn Hazm zamanında belli bir olgunluğa erişmeye
başlamışlardı. Artık onun yaşadığı devirlerde bu iki sistemin temelleri iyice yerine oturmuş ve
bu ikisi Arap-İslami kültüründe önemli bir yer işgal etmeye başlamışlardı.123
İbn Hazm’ın akide, şeriat ve dil noktasında Beyan’ın hiçbir şekilde açıklanma veya
tevile ihtiyacı olmadığı şeklindeki görüşünün zikri geçmişti. Çünkü açık bir kelime
açıklanmaz. Makul olan da budur. Akıl bunu gerektirir. Buna binaen İbn Hazm’a göre Edile-i
120 el-Cabiri, Tekvin, s. 299-301 121 h. 202-270 122 el-Cabiri, Tekvin, s. 303 123 el-Cabiri, a.g.e., s. 303-304
Şeriyye dörttür: Kur’an, Sünnet, İcma ve Akıl’dır. Hepsi birbirini teyit eder ve tamamlar.
Mesela; Kur’ani olan aklidir. Akli olan da Kur’anidir. Bunun dışında herhangi bir açıklamaya
girişmenin anlamı yoktur.124
Cabiri, İbn Hazm’ın bu çerçeveden hareketle Kur’an’ın açık bir kitap olduğunu ortaya
koymasından sonra, Kur’an’ın anlaşılması bağlamında onu üç kısma ayırdığını belirtir:
1. Hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymayan ayetler.
2. Açıklamaya ihtiyacı olan ama bu açıklamayı bizzat Kur’an’ın içinde bulan ayetler.
3. Açıklamaya ihtiyacı olup sünnetle açıklanan ayetler.
Bu şekilde Kur’an’ı merkeze alarak edille-i şeriyyeyi Nisa 59’daki “İtaat” kavramı üzerine
kurar. Buna göre Allah’a itaat Kur’an’a, Resul’e itaat Sünnet’e ve Ulu’l-emr’e itaat ise
alimlere itaattir. Alimlerden kasıt ise İcma’dır. Dördüncü asıl olan akıl ise, onun fıkıh
anlayışında “Delil” ismini alır. Delil bu üç asla dayanır. Bu, fıkhi illete dayalı kıyas şeklinde
değil, bilakis, mantıki yaklaşımlara dayanan bir şekilde ortaya çıkar. Bu mantıki yaklaşımlar
olarak zikredilen şeyler de evrensel akla dayalı olarak çıkarılan mantık kurallarıdır.125 Cabiri,
İbn Hazm’a göre dil ve mantığın ayrı olduğunu belirtir. Dil, konuşma, duyma ve okumayla
ilgilidir. Fakat mantık, düşünmenin bir disiplin altına alınmasını sağlar. Dolayısıyla akli ve
dini ilimlerin öğrenilmesinde mantık gereklidir. Fakat Cabiri, İbn Hazm’ın, Müslüman
dünyada mantığa hak ettiği değerin verilmediği görüşünde olduğunu belirtir. Bunu yapanlar
da bizatihi kelamcılar, fıkıhçılar ve mantıkçılardır. Onlar, mantığı Arapça dahilinde
kurallarına uygun olarak aktaramamışlardır. Bu nedenle Cabiri, “İbn Hazm, mantığı
Arapçalaştırma projesine girişir” demektedir.126
Cabiri’ye göre İbn Hazm’ın mantık açısından diğer bir önemli yanı da taklidi kesin bir
şekilde reddetmesidir. Ona göre taklit, haramdır. Hiçbir kimse, gerek mezhep imamı olsun
gerekse de herhangi bir müftü olsun, hiçbir kimseyi taklit edemez. Bunun ne akılda ne
Kur’an’da ne Sünnet’te ne de başka bir çerçevede yeri vardır. Buradan hareketle Cabiri, İbn
124 el-Cabiri, a.g.e., s. 304 125 bkz. Ebu Muhammed Ali İbn Hazm, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam, Matbaatu’s-Saade, Mısır, h. 1345, C. 1, s. 71 v.d. 126 el-Cabiri, Tekvin, s. 304-306
Hazm’ın şu sonuca vardığını belirtir: Herkes aklını çalıştırmak ve bunun sonucunda bir takım
yargılara varmak zorundadır.127
Cabiri, İbn Hazm’ın fikri yapısını genel olarak bu şekilde sunduktan sonra şu
sonuçlara varır: İbn Hazm böylece ilham, imam ve taklit anlayışlarının temelsizliğini
göstererek bilgiye ulaşmanın yegane yolları olarak akıl ve hissin olduğunu açıkça ortaya
koymuştur. Bu şekilde İbn Hazm, akıldan hareket ederek akli delillerle İslam’ın temel
sabitelerini ortaya koyar, akidevi ve şer’i anlamda mezhebini bunların üzerine inşa eder. Bu
madalyonun bir yönü, diğer yönüne gelince; onun Zahirilik’i, Emevi otoritesinin iki rakibi
olan Fatımi ve Abbasilerin ideolojilerine karşı sistemleştirilmiş bir ideolojik projedir. İbn
Hazm’ın fikriyatına bilgisel açıdan bakılacak olursa; bu fikriyatı, Arap Beyanı’nı Burhan’la
sistemli bir şekilde harmanlayarak onu İrfani sisteme karşı yeniden inşa etmeye çalışan felsefi
boyutlarda bir düşünme ameliyesidir.128
Sonuç olarak Cabiri’ye göre, atıl akla karşı mücadele çerçevesinde oluşturulan Arap
aklı, esas olarak nass merkezli oluşturulmuştur. Bu nassla kastedilen, bizatihi nassın kendisi
değil nass adı altında benimsenen lafızcılıktır. Yani; bedevi Arabın dünyasından hareketle
oluşturulan dilsel yapı bağlamında lafzı etraflıca anlamadan onun tek bir anlamına bağlı
kalarak indirgemeci bir yaklaşımla hareket etmek. Cabiri, Arap aklını saran ikinci bir
tasallutun da şu durum olduğunu belirtir: Her mezhebin ve her düşüncenin kendi anlayışlarını
Kur’an ve hadise onaylatmaları. Bu şekilde kendi meşruiyetlerini ve hasımları olan mezhep ve
düşüncelerin de meşruiyetsizliğini sağlamış olacaklardır. Bu da onların tek hakikat olduğunu
gösterecektir. Cabiri’ye göre, diğer bir tasallut da bu çerçeveden hareketle insanları tekfir
eden “tecviz” anlayışıdır. Bu da Allah’ın gücünün her şeye yetmesi ve bu bağlamda Allah’ın
sünnetine aykırı davranmasının imkanının ortaya konmasıdır. Buna binaen de yapılan her
şeyin aslında Onun eseri olduğu iddia edilmiş ve insan, yanlışı eleştireceği zaman Allah’la
karşı karşıya bırakılmıştır.129 Bu noktada Cabiri, böyle bir anlayışı daha iyi anlayabilmek için
Arap-İslami kültüründeki devletin yapısına bakmanın gerekliliği üzerinde durur. Bu yapıda
ilim ve siyaset iç içedir. İlim, siyasi faaliyetleri meşrulaştıran bir araç olarak kullanılmıştır.
Tabii ki burada ilimden kastedilen şey dini düşüncedir. Cabiri’ye göre işin vahim yanı, bu
siyasi faaliyetlerin akide boyutuna taşınmasıdır. Bu bağlamda kelam ilmi çok büyük bir rol
oynamıştır. Yani, bu siyasi faaliyetlerin dini dayanaklarını sağlamakla uğraşmıştır.
127 el-Cabiri, a.g.e., s. 309 128 el-Cabiri, Tekvin, s. 309-310 129 el-Cabiri, Bünye, s. 564-573
Dolayısıyla Kelam ilmi, tarihsel gerçekliği çerçevesinde salt akide noktasında konuşmamış
bilakis siyaseti dine uyarlamıştır. Buna binaen geçmişin yapısı kutsanarak bu, hem bugüne
hem de geleceğe yegane hakikat olarak dayatılmıştır.130 Sonunda; mütekellimi, fakihi,
nahivcisi, mutasavvıfı hasılı bu kültür dahilinde düşünen bütün alimleri, çizilen bu sınırlar
içerisinde fikriyatlarını şekillendirmişlerdir.131
130 el-Cabiri, Tekvin, s. 346-347 131 el-Cabiri, Bünye, s. 564
I. BÖLÜM
CABİRİ’NİN TARİHSEL SÜRECİ DEĞERLENDİRMESİ
1. KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Arap siyasi sürecinin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için Cabiri’nin yazılarında
kullandığı kavramlar üzerinde durulması gerekir. Bu kavramlar şunlardır:
1. 1. 1. Siyasi Akıl132
Siyaset bir anlamda, bir tarafın bir tarafa idari olarak otoritesini uygulamasıdır.
Cabiri’ye göre bu uygulamanın arka planını, psikolojik yapısını, iç mantığını ve kurgusunu
oluşturan temel özne “Siyasi Akıl”dır.133
Cabiri, Arap-İslami kültürünün ortaya koymuş olduğu bilgisel sistemler açısından,
siyasi akıl ile uygulama arasında farklılıkların ortaya çıktığını belirtir. Buna göre, bilgisel
sistemler düşünce üretirler. Ama siyasi akıl, üretmez. Aksine üretileni devşirir ve geleceği
açısından, kendi otoritesinin temellerini sağlamlaştırmak için onu kullanır. O halde burada bir
farklılığın olması kadar hayati bir ilişki de vardır. Bu da; siyasi aklın meşruiyetini sağlaması
babında pragmatist davranmasıdır.134
1. 1. 2. Siyasi Şuuraltı135
132 Aslında bu kavram konumuzun özünü oluşturmaktadır. Cabiri, bu çerçevede yapmış olduğu değerlendirmelerindeki amaçlarından birinde, şöyle bahseder: “ …bu konudaki tefekkürümüz, felsefe tarihini düşünmemizle ilgilidir. O da bu tür konularda ahlak ve siyaseti düşünmektir. Pratik akıl, hem ahlaktır hem de siyaset…fakat başımı iki elimin arasına alıp düşündüğümde hakkında konuştuğum pratik felsefede ahlakın olmadığını mülahaza ettim: Yani, Arap Siyasi Aklı. Niçin? Çünkü din, bizatihi ahlaktır. Bu ahlak nedir? İslam’da ahlak, nasihattir. Biz dinin nasihat olduğunu biliyoruz. O halde siyaset, tek başına kalıyor. Eğer biz bu kitabı –el-Aklu’s-Siyasiyyu’l-Arabi- dinden ayırsaydık, onu ahlaktan ayırmış olurduk. Halbuki bize göre ahlak dini kapsar. Aristo ve diğerlerinden nakledilen sözlere gelince; bunların, Arap siyasi aklında belirleyici bir fikri rehberliği, gerçek bir rolü ve etkinliği olmamıştır. O halde Arap siyasi aklı, İslam’da ahlaktan ayrılmış siyasetin aklıdır. Çünkü ahlak, dindir veya ondan bir parçadır. Bu ayrım hakkaniyete uygundur. Çünkü İslam’ın, kesinlikle din ve dünya olduğuna inanıyorum. Bu kitap; Müslümanların İslam’ı hayatlarına aktardıkları gibi…O’nda dünyanın anlaşılması babından bir çeşit sunumu değerlendirmektedir. Bu nedenle o, sadece dünyayla ilişkili yanı içermektedir. O halde bu kitap, ne vaaz ne de propaganda kitabıdır. Sadece İslam’da siyasi düşünce ve uygulamanın kitabıdır.” M. A. el-Cabiri, et-Turas ve’l-Hadase, el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1991, s. 339. Görüldüğü gibi Cabiri, din ve dünya ayrımı yapmaktadır. Her ne kadar İslam’ın hem din hem de dünya olduğuna inansa da… Bu da onun düşmüş olduğu yanlışlardan biridir. 133 M. A. el-Cabiri, el-Akl, s. 7-10 134 el-Cabiri, el-Akl, s. 7-8 135 Cabiri, bu konu çerçevesinde bazı yazarların kendi yazıları hakkındaki değerlendirmelerine et-Turas ve’l-Hadase isimli eserinde yer verir. Bu yazarlardan biri de Mahmud Emin’dir. Burada Mahmud Emin, bu ve diğer
Cabiri, bu noktada psiko-sosyolojik alt yapıyı ele alır. O, S. Freud ve Jung’un şuuraltı
kavramı bağlamındaki değerlendirmelerini kritik eder. Ardından Regis Debray’ın bu kavrama
sosyolojik bir boyut kazandırdığından bahseder. Cabiri, bu bilginlerden bu
kavramsallaştırmalarını ödünç aldığını ve bununla Arap-siyasi olgusunu açıklamaya
çalışacağını ifade eder. Fakat bu ameliyesinde, konu edindiği bu olgunun gerçekliğini ve
“siyasi şuuraltı” kavramının çıktığı Batı tecrübesinin bu gerçeklikle olan farklılığını göz
önünde bulunduracağını belirtir.136
Cabiri’nin bu kavramla gerçekleştirmek istediği şey; kabilevi ve dini davranıştaki
siyasi olan kısmı açıklamaktır. Çünkü Arap toplumunda siyaset; din ve kabile adına yapılarak
bu güne gelindi. Bu noktada Cabiri, Debray’ın görüşleri hakkındaki değerlendirmeleri
açısından onun şu sonuca vardığını şöyle özetler: Siyasi olanın açıklanması bizzat kendisiyle
değil ideolojik olanla yapılır. Burada ideolojik olanda dinin de etkisi vardır. Fakat o, ikinci
planda yer alır. Dolayısıyla bu, sosyal yapıyla ilişki kurularak anlaşılır. Bu sosyal ilişkide de
esas olan ekonomi ve üretimdir. Fakat Arap toplumunda ilk olarak kabilesel taassup ve dinsel
mezhepleşme gerçekleşir ve akabinde siyasal alan oluşturulur. Bu da siyasi olanın ufkunu
tamamen kaplar. Bu, iki toplum açısından şu şekilde formüle edilebilir:
Avrupa toplumu: Sınıfsal mücadele çerçevesinde oluşan ideoloji => Siyasi
hareket
Arap toplumu: Kabilesel ve dinsel mezhepleşme çerçevesinde oluşan ideoloji
=> Siyasi hareket137
1. 1. 3. Sosyal Muhayyile
kavramların çerçevelerinin ortaya konulmasında ve üzerinde konuşulan konuların temellendirilmesinde, Cabiri’nin çağdaş batılı yazarlardan ustaca yararlandığını belirtir. bkz. el-Cabiri, Turas, s. 342-343 136 bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 10-13 137 el-Cabiri, a.g.e., s. 13-14. Daha öncede belirtildiği gibi Cabiri, bazı yazarların kendi yazıları hakkındaki değerlendirmelerine bir eserinde yer vermişti. Bu yazarlardan Mahmud Emin ve Seyyid Yesin, konumuz bağlamında, bu ve diğer kavramların özellikle Arap toplumunda nasıl telakki edileceği açısından bazı sorgulamalarını ortaya koyarlar. bkz. el-Cabiri, Turas, s. 343-345 v.d. Buna karşın Cabiri, bu kavramların salt taklit yoluyla alınıp kullanılmadığını aksine, altlarının özgün bir şekilde doldurulduğunu belirtir. Ona göre her toplum evrensel yapıya katkıda bulunur. Yani, parça bir anlamda bütünü yansıtır. Bu nedenle Arap toplumunun kültürel yapısı da göz önünde bulundurularak onun siyasal yapısının açılımına yeni bir yaklaşım getirilmiştir. En azından Cabiri, bu alanda bir adım attığını ifade eder. Onun için bu kavramların kullanılmasıyla gerçekleştirilen salt bir ihraç değil bilakis, kendiliğinin de katılarak dönüştürülmüş bir açıklayıcı haline getirilmesidir. el-Cabiri, a.g.e., s. 358-359
Cabiri, bu kavramı çağdaş sosyoloji ilminden alır. Onu; siyasi şuuraltını çevreleyen ve
bunu “Benlik”138 bakımından düzenleyen bir dayanak olarak kavramlaştırır. Yani bu kavram;
bir toplumun bir şeylere bazı anlamlar yükleyerek, bunları örgütlü bir biçimde sembolik hale
getirmesidir. Daha açık bir ifadeyle, sosyal muhayyile; tarihin herhangi bir döneminde siyasi
açıdan örgütlenmiş bir toplumda, siyasi ideolojiye şuuraltı yapısını veren tasavvurlar,
semboller, işaretler ve ölçülerden meydana gelen değerler sistemidir. Buradan hareketle siyasi
akıl, her ne kadar bilgisel sistemlerle ilişkili olsa da, asıl amacı; insanları inandırmak ve onları
ikna etmek olduğundan sosyal muhayyileye dayanır. Dolayısıyla “siyasi aklın yapısal alanı,
tek kelimeyle inançtır. İnanç ta söylendiği gibi kalple olur.” Bu da; siyasi söylemin
ayrılmadığı vicdani yapıdır.139
1. 1. 4. Siyasi Alan
Bu kavram, siyasi tezahürleri açısından Arap-İslami Medeniyeti ve Batı Avrupa
arasında bir karşılaştırmayı gerektirir.140 Cevabı araştırılan temel soru şudur: Avrupa toplumu
monarşiden kanun yapıcı ve tesis edici devlete geçebilirken Arap-İslami toplumları niçin bu
geçişi başaramamışlardır?
Cabiri, Fransız sosyolog Badie’nin Avrupa tecrübesinde bu alanı doğuran şeyin; kilise
ve monark arasında geçen siyasi hakimiyet kavgası olduğu fikrini nakleder. Buna göre; bu iki
tarafın hakimiyet kaynaklarına bakıldığında, ilk olarak kilisenin yüce otorite olduğu görülür.
Çünkü otoritesinin kaynağı Allah’tır. Monark ise aşağı otoritedir. Çünkü otoritesini halktan
alır. İşte bu yapılar arasındaki mücadele Rousseau’dan141 önce Avrupa’da toplumsal sözleşme
fikrinin doğmasına142 neden olmuştur.143 Bu noktada gerçekleştirilen otorite ayırımı,
toplumun faydası için çalışmayan monarkın azlinin imkanını sağlamıştır. Bu da yeni ve
üçüncü bir tarafı çıkarmıştır. Bu taraf; çarpışan iki otorite olan kilise ve monarkın arasından
138 Sosyal Nefis 139 el-Cabiri, el-Akl, s. 14-17 140 Bu hususta Cabiri, bu kavramı çağdaş Fransız sosyologu Bertrand Badie’den aldığını belirtir ve yer yer onun bu bağlamdaki değerlendirmelerini kritik eder. bkz. el-Cabiri, a.g.e., s. 17 v.d. 141 Rousseau’nun toplumsal sözleşme düşüncesi hakkında geniş bilgi için bkz. Jean Jacques Rousseau, Toplumsal Sözleşme, çev. Alpagut Erenuluğ, Öteki yay., Kasım, 1999 142 Bu bağlamda Avrupa’da öncü olan John Locke’un düşüncelerine bakılabilir. Bu konuda bkz. John Locke, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, çev. Melih Yürüşen, Liberte yay., Nisan, 2004, s. 66 v.d. 143 M. A. el-Cabiri, “el-Akd ve’l-Ahd…Ve’s-Sıraaatu’d-Diniyye”, el-Vasat Dergisi, 1999, S. 409, s. 36-37.
sıyrılan halktır. Buna binaen otoritenin meşruiyetinin tesis edilmesi ancak toplumun faydası
üzerine olacaktır.144
Cabiri, bu noktada, Badie’nin “bütün Müslüman ülkelerde böyle bir ayrım
gerçekleşmemiştir” fikrini nakleder. Bu durum, hala günümüzde etkinliğini sürdürmektedir.
Buralarda monark devlettir. Devlet de monarktır. İşte bu noktada, kilise gibi bir kurum
olmadığı için, bu ayrımın gerçekleşebileceği bir alan doğamamış ve halk üçüncü bir otorite
olarak ortaya çıkamamıştır. Buna binaen çağımızda kurulan yeni Müslüman devletler, batıdan
bu saha ilgili bilgileri ve sistemleri ithal etmişlerdir. Fakat gerekli altyapı olmadığından
meydana gelen başarısızlıklar, bu devletleri yöneten idareler üzerinde itirazların yükselmesine
ve çağdaş İslamcı uyanış hareketlerinin doğuşuna neden olmuştur.145
Ayrıca Cabiri, Müslüman toplumların bu bağlamda gelişme gösterememelerinin
temelinde, her ne kadar iç saikler etkin olsa da dış saiklerin de hesaba katılmasının
gerekliliğini vurgular. Sözün özüyle bu dış saik, yayılmacı Batı sömürgeciliğidir. Çünkü onun
gelişmiş ve sömürgeci sistemi; bastırılmış ve ekonomik anlamda geri bırakılmış pazar
durumundaki üçüncü dünya ülkelerine dayanmaktadır. Dolayısıyla Müslüman toplumların
gelişmelerinin önündeki tıkanıklık, sadece mazide değil günümüzün global yapısında da
aranmalıdır.
Cabiri; Avrupa’da siyasi alanın doğuşunda; kilise ile monark arasında geçen
mücadelede, otoriteyi ilahi bir hak olarak görmelerinin ve tekellerine almaya çalışmalarının
etkin olduğunu savunan fikre karşıdır. Ona göre bu alanı doğuran, bizatihi toplumsal sözleşme
fikridir. Buna binaen bu sözleşmenin çıkışının; Avrupa’nın kapitalist bir tecrübe yaşaması
sonucu doğan iki toplumsal yapıyla eş zamanlı oluşu da önemli bir noktayı göstermektedir.
Bu nokta da; alt-üst sınıf çatışmalarının bu alanın ortaya çıkmasında daha etkin olmasıdır.
Halbuki Müslüman ülkelerin de aralarında zikredildiği üçüncü dünya ülkelerinde böyle bir
tecrübe yaşanmamıştır ve toplum bir bütün olarak telakki edilmiştir.146
1. 2. Batı ile Doğu Tecrübelerinin Karşılaştırması
Cabiri’ye göre, Batının göstermiş olduğu ilerleme ve dünya hakimiyetini ele
geçirmesi; Doğunun, bu ilerleme ve hakim duruma gelmeyi sağlayan altyapıyı inceleme ve 144 Ayrıca bu noktada İslam’ın da bu tecrübenin yaşanmasında, itici bir dış güç olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. 145 el-Cabiri, el-Akl, s. 17-18 146 el-Cabiri, el-Akl, s. 19-20
bunu kendine entegre etme isteğini doğurmuştur. Fakat Batının yaşamış olduğu bu fikirsel
süreç ve devrimlerin, sosyal kültür ve düşünme sistematiği açısından, daha doğrusu; yaşanan
tecrübeler açısından farklılıkları vardır. Dolayısıyla farklı olan şeyleri birbirine kıyas etmek
yanlış olacaktır. Tıpkı matematiksel bir denklemin sosyal bir denkleme kıyas edilmesi
gibi…147 Şimdi bu durumun anlaşılabilmesi için tarihsel sürecin içeriğinin iyice irdelenmesi
gerekir. Fakat her şey kendi bağlamında değerlendirilmelidir.148 Batının yaşadığı tecrübe
kendi bağlamında, Doğunun yaşadığı tecrübe kendi bağlamında değerlendirilmelidir. Buradan
hareketle; Batıda kapitalist devrimi yapan burjuvanın anlaşılabilmesi için, işin kökenine
inmek, Yunan ve Roma’nın köleci üretim biçimine bakmak gerekir.149
Hukuksal düzenlemeleri ve temel yasaları açısından kapitalist sistemdeki devletin
fonksiyonelliği, tamamen ekonomik bağlantı ve ilişkilere dayanır. Fakat Kapitalizm öncesi
toplumlarda bu durum, bütünüyle farklıdır. Buradaki ekonomik faaliyetler alanında siyasi ve
dini unsurlar etkindir. Bu toplumlarda kabile bilinci etkin olduğu için, kapitalist toplumlardaki
sınıf bilinci yoktur. Dolayısıyla kapitalist toplumlarda, toplumsal mücadele ekonomik güç
açısından gerçekleşirken, Kapitalizm öncesi toplumlarda bu, kabile asabiyetlerinin arasında
gerçekleşen bir çatışma olarak ortaya çıkar. Yani; kapitalist toplumlarda asıl belirleyici
ekonomik güç olurken, kapitalizm öncesi toplumlarda bu belirleyici kabilesel güç olur. Bu da
Cabiri’ye göre, kapitalist sistemin, Kapitalizm öncesi toplumlara uygulanamayacağını
gösterir.150
Cabiri’ye göre, zihinsel bağlam ve olgusal bağlam arasındaki ilişki düzleminde Doğu
toplumlarına genel itibariyle bakılacak olursa şöyle bir tablo ortaya çıkar: Bunlar, bu iki
bağlamı bir birlik temelinden hareketle oluşturmuşlardır. Doğu insanı; sosyal hayattaki
bakışını, kendisini kainattan bir parça olarak görmesi hasebiyle onun bütünselliği içindeki
düzene göre şekillendirir. Nasıl ki kainatta var olan bütün mahlukat kendi var edicilerine
karşı, büyük bir bağlılıkla, onun koymuş olduğu sınırlar dahilinde yaşamını sürdürüyorsa,
Doğu insanı da aynen böyle davranmayı ilke edinir. Bu şekilde Tanrı’ya boyun eğilerek o
muhteşem birlik sağlanır. Buna binaen, nasıl ki Tanrı’ya boyun eğilerek kainatın birliği
147 el-Cabiri, a.g.e., s. 20-21 148 bkz. M.A.el-Cabiri, Arab-Islamic Philosophy (A Contemporary Critique), The Center for Middle Eastern Studies-The University of Texas, Austin, s. 3 149 Burada Cabiri, Kapitalizmin temel sistematiğini ve çerçevesini anlamak için Marksizmi de tahlil eder. Bu bağlamda Marksizmin tarihsel maddeciliğini ele alır. Bunun temel felsefi ve iktisadi tasavvurlarına bakıldığında onun, Kapitalizmle ilintili olduğu görülecektir. Çünkü bir topluma Marksizmin egemen olabilmesi için, o toplumun, burjuvanın yaptığı Kapitalizm devrimini tecrübe etmesi gerekir. bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 21-22 150 el-Cabiri, el-Akl, s. 26
sağlanıyorsa, toplumsal birlik ve düzenin sağlanması için de hükümdara boyun eğilmelidir.
Çünkü onların koymuş oldukları kanunlar Tanrı’dan mülhemdir. Böylece bunlar, Tanrı’nın
kainattaki düzenini tamamlayıcı bir birliğin oluşmasına yardımcı olurlar.151 Bir de bunun
negatif yönü vardır. Şimdi Doğu toplumlarının hükümdarları bu bakış açısından hareketle;
kendilerinin Tanrı’nın yeryüzündeki vekilleri olduklarını ve, içtimai ve iktisadi düzenlemeleri
onun adına yaptıklarını söylerler. Diyelim ki; bir sene hiç yağmur yağmadı, ürünler verimsiz
oldu ve bu da kıtlık getirdi. Bu v.b. ya da daha farklı başarısızlık durumları ortaya çıkınca
bizatihi Tanrı’nın iradesi de eleştirilmiştir. Yani; bu başarısızlıklar, zalim bir hükümdar
tarafından ortaya konuluyorsa, onun üzerinden Tanrı’ya karşı hoşnutsuzluk sesleri
yükseltilmiştir.152
Bu hükümdar tasavvuru verildikten sonra Cabiri, yöneten-yönetilen arasındaki ilişki
açısından Doğu-Batı toplumlarının anlayışlarının karşılaştırılmasında, Michael Foucault’nun
araştırmalarının sonuçlarını genel olarak sunar: Doğu toplumlarında bu ilişki çoban-sürü
tasavvuruyla ortaya konur. Bu durum; kendisini, Mısır, Babil ve Asur gibi devletlerde açıkça
gösterir. Fakat bu tasavvura Batı toplumlarında hiçbir şekilde rastlanmaz. Doğu insanı, çoban
kimliğini sadece hükümdara giydirmez. Aynı zamanda bunu Tanrı’ya da giydirir. Çünkü ikisi
de aynı sürüyü gütmektedirler.153
Cabiri’ye göre Müslüman toplumlar, Batı’nın yapmış olduğu zihinsel devrimi
gerçekleştirememiştir. Bunlar, çobanın yegane otorite olmasına alışkındır. Bu noktada,
çobanların çoğalması, Tanrıların çoğalması gibi algılandığından, oluşturulacak
çoğulculuğa karşı şiddetli bir teyakkuz uyanır. Dolayısıyla bu durum, siyasi alanda
küfür ve ilhad durumunu doğurur. Cabiri’nin bu son belirlemesinden, siyaset
noktasında yapılanların, akide haline dönüştürüldüğü ortaya çıkmaktadır.154
Altyapı-Üstyapı bağlamında, Kapitalizm öncesi toplumlarına, bunun sosyal görünümü
açısından dönülecek olursa Cabiri, Batılı araştırmacıların değerlendirmelerine tekrar eğilir.
Bunların yapmış oldukları değerlendirmeleri şu üç maddede özetler:
- Bu toplumlardaki altyapı-üstyapı arasında bir birliktelik vardır. Her hangi bir ayrım yoktur.
Dolayısıyla bunlar arasındaki ilişki karmaşık bir bütünlük arz eder.
151 el-Cabiri, a.g.e., s. 36. Mesela bu bağlamda, Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerine bakılabilir. 152 el-Cabiri, a.g.e., s. 36 153 el-Cabiri, el-Akl, s. 39-40 154 el-Cabiri, a.g.e., s. 42-43
- Sosyal ve siyasal açıdan akrabalık, çok kuvvetlidir. Buna binaen akrabalığın, bu önemli ve
etkin rolü vurgulanır.
- Açık veya gizli olarak dinin siyasi bir içerik taşımasından dolayı bunun, bu toplumlarda
oynadığı etkin ve önemli roller vurgulanır. Çünkü son zamanlarda dini hareketler, yoğun bir
şekilde ortaya çıkmıştır.155
Cabiri, Batılı araştırmacılardan bu şekilde sunumlar yapıp çıkarımlarda
bulunmasındaki amacının; onlar gibi düşünmenin veya üretim yapmanın olmadığını belirtir.
Bilakis bu meyanda yapılan tahlillerin, insanı, Arap toplumunun gerçekliğine yaklaştırdığını
söyler. Aslında, bu sosyolojik tahlillerin, insanı, “Ümran”156 ilminin temellerini atan ve
sistematiğini kuran İbn Haldun’a götürdüğünü ifade eder. Esasında burada yapılan; İbn
Haldun’un, Batılı ölçütlerle değerlendirilmesi değil bilakis, onun kurmuş olduğu sistemin
etkinliğinin ve öneminin uzantılarının ortaya konulmasıdır.157 Buna binaen İbn Haldun’a
odaklanılmalıdır. Çünkü Cabiri, Arap-İslami Medeniyetini değerlendirirken İbn Haldun’un
ortaya koymuş olduğu kavramları temel almıştır. Nitekim bu medeniyetin tarihini incelerken
kullanmış olduğu kavramlar da İbn Haldun kökenlidir.158
1. 3. Anahtar Kavramlar
Cabiri, Marx’ın “şimdinin tahlili, bize geçmişin anahtarlarını sunar” görüşüne katılır.
Bu açıdan, günümüzde ortaya çıkan siyasi hareketler, bize geçmişin anahtarlarını verirler. Bu
anahtarları da sunan İbn Haldun’dur. O, engin siyasi tecrübesiyle “geçmiş geleceğe benzer”
diyerek yaşadığı zaman dilimini tahlil etmiş ve gerekli anahtarları çıkarmıştır. Kurduğu ilmi
sistemi bağlamında; çağını da göz önünde bulundurarak asabiyetin veya akrabalığın rolünü159
ve diğer taraftan, devlet ve monarşilerin kurulması noktasında dini davetin rolünü160
açıklamaya çalışmıştır.161
Cabiri, İbn Haldun’un sunmuş olduğu asabiyet ve dini davetten başka önemli bir
anahtar kavramın da ekonomi olduğunu belirtir.162 Bu anahtar, Arap-İslami toplumunun
155 el-Cabiri, a.g.e., s. 43 156 M. A. el-Cabiri, Fikru’b-ni Haldun-el-Asabiyye ve’d-Devle, Daru’n-Neşri’l-Mağribiyye, 1984, s. 128-236 157 el-Cabiri, el-Akl, s. 45-46 158 Bu konuda geniş bilgi için bkz. el-Cabiri, el-Asabiyye 159 el-Cabiri, a.g.e., s. 207-369 160 el-Cabiri, a.g.e., s. 421-428 161 el-Cabiri, el-Akl., s. 46 162 el-Cabiri, el-Asabiyye., s. 378-382
yapısını ortaya koyan mihenk taşıdır. Ona göre Müslüman devletlerin ekonomisi, üretimsel
değildir. Daha ziyade bugün rantçı diye tabir edilen toplayıcı ve hortumcu bir ekonomidir.
Bugünkü Arap devletlerinde de aynı durum devam etmektedir. Dolayısıyla üretime dayanan
ekonomilere karşı rekabet edecek durumları yoktur. İşte bu değerlendirmelerden hareketle
rantçı ekonomi, kabileci tutum ve dini aşırılık; bugünkü Arap dünyasının yaşamış olduğu
sorunların temelinde yatmaktadır.163
Cabiri’nin, tarihsel süreç bağlamında, Arap-İslami siyasi olgusunu belirleyici
dönemler diye ifade ettiği; Hz. Peygamber ve Sahabe dönemlerini açıklamak için kullandığı
üç temel kavram vardır. Bu kavramlar şunlardır:
1. 3. 1. Kabile
Burada kasdedilen akrabalıktır. Bu, sıradan bir akrabalık değil bilakis, bir gruba ait
olma anlamındaki akrabalıktır. Bu açıdan Arap siyasi vakıasına bakıldığında; kabilecilik o
kadar güçlüdür ki Arap toplumundaki siyasi iktidarı belirleyen ve dış tehditlere karşı zorunlu
siyasi tepkileri geliştiren bir etkendir.164
1. 3. 2. Ganimet
Bu kavramla kastedilen; üretim ilişkilerinin değil, haraç ve ranta dayanan ilişkilerin
yansıtılmasıdır. Daha açık bir ifadeyle; ganimetle, birbiriyle zorunlu bir bağıntı içeren şu üç
şey kastedilir:
- “Özel bir gelir olarak ganimet: Haraç ve Rant.”
- “Bu gelirin harcanma şekli: Çeşitli biçimlerde ihsan etme.”
- “Bunları tamamlayan bir akılcılık veya zihniyet.”165
1. 3. 3. Akide
Bu kavramla kastedilen şey, siyasi akıldır. Yani; görünüşünden anlaşıldığı gibi vahye
dayalı veya ideolojik bir inanç tasavvuru kastedilmemektedir. Bu siyasi akıl, Aristo’dan beri
akıl yürütmeye değil salt inanışa dayanır. Açıkçası bu akıl, ferdin değil topluluğun aklıdır. Bu
163 el-Cabiri, el-Akl, s. 46-47 164 el-Cabiri, el-Akl, s. 47-49 165 el-Cabiri, a.g.e., s. 49-50
toplu hareketi sağlayan mantıktır. Bu da bilgisel ölçütlere göre değil toplumun
muhayyilesindeki sembollere dayanır. Bu sembolleri oluşturan da inanç ve imandır.
Dolayısıyla statik ve değişmezdir.166
Bu genel açıklamalardan hareketle, Cabiri’nin ortaya koymuş olduğu kavramlarla
yapmak istediği şey esas olarak şudur: “Kabile, Ganimet ve Akide. İşte bunlar, kendileri
vasıtasıyla Arap siyasi tarihini okuyacağımız anahtarlardır. O halde bunlar, bu tarihin gizli
aklını, yani; Arap siyasi aklını belirleyen temel anahtarlardır.”167
2. REFERANS ÇERÇEVESİ
A. MUHAMMEDİ DAVETİN DEVLETLEŞME SÜRECİ
A. 1. Akide
Cabiri, konuya hedefini açıklamakla başlar. Amacı, burada İslam’ın akidevi bilgilerini
sunmak değildir. Çünkü bu, açık olan bir şeydir ve her Müslüman bunu bilmektedir. Onun asıl
amacı, Hz. Peygamber zamanında ortaya çıkan siyasi görünümü sunmaktır. Bu siyasi
görünüm çok önemlidir. Çünkü bu, ilk Müslüman toplumun sosyal-siyasal muhayyilesini
oluşturmuştur. Ele alınacak diğer bir yön ise; o zamanki Müslümanların hasımları açısından,
bu siyasi görünüm nasıl anlaşılmış ve buna ne gibi tepkiler verilmiştir? Konunun ana
çerçevesini bu iki yönün değerlendirmesi oluşturacaktır.168
Cabiri’ye göre tarihi kaynaklar, Hz. Peygamber’in davetinin başlangıcından beri siyasi
bir proje ortaya koyduğunu göstermektedir.169 Bu proje; Rum ve İran devletlerinin
topraklarını istila etmek, onların hazinelerini ele geçirmek ve bu iki devletin mülkü üzerine
Müslümanların devletini kurmaktır. Bunu, davetin ilk yıllarında, Hac için Mekke’ye gelen
Afif el-Kindi ile Hz. Peygamber’in amcası Abbas arasında geçen diyalogdan anlamak
mümkündür. Afif, Kabe’de namaz kılan Hz. Peygamber, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi görmüş ve
166 el-Cabiri, a.g.e., s. 50-51 167 el-Cabiri, el-Akl, s. 51 168 el-Cabiri, a.g.e., s. 57 169 Bu yargı, Cabiri’yi laiklik bağlamındaki tartışmalarda “İslam, hem din hem de devlettir.” sonucuna götürecektir. Bu, üzerinde düşünülmesi ve tekrar tartışılması gereken bir sonavarımdır. Daha açık bir ifadeyle; Hasan Hanefi’nin “İslam, özünde laik bir dindir.” sonavarımına karşı çıkması açısından Cabiri’nin bu sonavarımı arasındaki fark nedir? Bu durumun, daha anlaşılır bir şekilde ortaya konması gerekir. Yani; ikisi de indirgemeci bir yaklaşımın mı ürünüdür, yoksa indirgemeciliğe karşı çıkış mı? Ya da üçüncü bir hal? Bu, yeni bir tartışma konusudur. Hanefi ve Cabiri’nin bu bağlamdaki tartışmaları için bkz. Hasan Hanefi, M. A. el-Cabiri, Hıvaru’l-Meşrık ve’l-Mağrib, Madbouli Bookshop, 1990, s. 42-49
bunların dinini sormuştur. Abbas da Hz. Peygamber’in, kendisini Allah’ın gönderdiğini,
Kayser ve Kisra’nın hazinelerinin kendisine açılacağını söylediğini belirtmiştir.170 Bu da Hz.
Peygamber’in, başından beri siyasi bir projesi olduğunu göstermektedir.171 Şimdi bu rivayetin
kökenine inildiği zaman bunun, Ehl-i Sünnet ile Şia arasındaki imamet tartışmalarından
kaynaklanan bir rivayet olduğu anlaşılmaktadır. Fakat burada bizim için önemli olan,
Muhammedi Davetin, Kayser ve Kisra’nın hazineleri üzerine bir devlet kurma hedefinde
olduğudur.172
Cabiri’ye göre, “Afif rivayeti” tek değildir. Bu bağlamda, muhtelif başlıklar altında,
siyer kitaplarında bunun gibi nice rivayetler vardır. Mesela, en meşhur rivayet; Hz.
Peygamber’in Kureyş’i, Arapların ve Acemlerin kralları yapacak “La ilahe illallah”
kelimesine çağırdığı rivayettir. Yine Hz. Peygamber, Mekke’yi fethettiğinde ümmetine Rum
ve Farisilerin mülkünü vaat etmişti. Yahudiler ve münafıklar onunla dalga geçmişti.173
Muhammedi Davetin belirlenmiş bir siyasi projesi olduğunu gösteren bu rivayetlere
ilk bakıldığında, sanki Hz. Peygamber, salt bir kumandan ve hükümdar edasındaymış gibi
görünür. Her şeyden önce Hz. Muhammed, bir peygamberdir ve Allah’ın vahyi doğrultusunda
onun davetini insanlara ulaştıran bir elçidir. Bir peygamber olarak onun en önemli
vazifelerinden biri de; bu davetin, insanlara ulaştırılacağı imkanların sağlanmasıdır ki bu
davet yaşam imkanı bulabilsin. Dolayısıyla Cabiri, bu siyasi projenin, bu çerçevede
oluşturulduğunu söylemektedir. Bu nedenle Muhammedi Davetle ilgili değerlendirmelerde bu
husus, göz önünde bulundurulmalıdır.174
Cabiri’ye göre Hz. Muhammed’in davetini, müşrikler, yani; Kureyş’in ileri gelenleri,
siyasi bir davet olarak görmüşlerdir. Bu nedenle ona karşı tavır almışlar, onu yok etmek için
siyasi manevralar ve faaliyetler gerçekleştirmişlerdir. Çünkü bu davet, direk olarak onların
siyasi otoritelerine ve bunu ayakta tutan iktisadi yaşam kaynaklarına saldırmaktadır.
İnsanların bir Allah’a inanmaları ve aralarındaki ilişkinin adalet esasına göre düzenlenmesi
demek, müşriklerin yok olması demektir. Bu nedenle Kureyş, Muhammedi Davete karşı sert 170 bkz. Ebu’l-Hasan Ali İbnu’l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, İdaretu’t-Tıbâ’ati’l-Mizaniyye, Mısır, h. 1349, C. 2, s. 37 171 Bu durumu şöyle anlamak daha doğru olabilir: Bu davet, insanları fıtratlarına uygun olarak ahlaklanmalarını inşa edecekleri bir görüşe çağırmaktadır. Buna icabet eden insanlar şahsiyetlerini mükemmel bir şekilde oluşturacaklar ve her alanda en ileri insanlar olacaklardır. Pek tabii ki böyle insanlar, siyasal açıdan Rum’un da Farisi’nin de hazinelerine ve mülküne hakim olacaktır. Bu perspektiften hareketle bu davete kısmen de olsa indirgemeci bir anlayışla yaklaşmak yanlış olacaktır. 172 el-Cabiri, el-Akl, s. 57-58 173 el-Cabiri, a.g.e., s. 58 174 el-Cabiri, a.g.e., s. 59
ve kesin tavrını ortaya koymuştur.175 Mekke döneminde müminlerin durumuna bakıldığında,
onların hasımları olan Kureyşlilerle ağırlıklı olarak akidevi bir düzlemde mücadele
yürütülüyordu. Fakat Medine’de durum, açık bir şekilde siyasi bir platforma oturtulmuş ve
artık mücadele siyasal hakimiyet çerçevesinde geçmiştir.176
Mekke Döneminde Muhammedi Davet, her geçen gün gelişiyordu. Bu davet,
müşriklerin putlarına saldırmadığı sürece onlar, buna karşı pek bir şey yapmamışlardı. Fakat
ne zamanki Kur’an, onların putlarına saldırmaya başladı o zaman sert tepkiler ortaya çıktı ve
şiddet uygulamaları devreye girdi. Artık Muhammedi Davet, gizlilik hüviyetinden çıkmış ve
açıkça yapılır olmuştu. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in nübüvveti kesin bir dille
vurgulanmaya başlamıştır.177 İşte bu açıktan davetin başlaması, Muhammedi Davetin temel
akidevi esaslarının ve manifestosunun ilan edildiği bir aşamayı getirmiştir.178
Cabiri’ye göre, Kur’an’ın diğer bir önemli söylemi de atalar kültünü sert bir şekilde
eleştirmesidir. Çünkü; insanlara bir takım davranışlarının yanlışlığı belirtildiğinde, atalarını,
bunları yaparken gördüklerini söyleyerek savunmaya geçiyorlardı. Yani; çocuklar, babalarının
sapkınlıklarını tevarüs ediyorlardı. Bu nedenle Kur’an, insanları bu durumun bataklığından
kurtarıp onlarla geleceğin toplumunu kurmak için gerçekleri gözler önüne sermektedir. Yani;
insanlara, geçmişlerin akıbetini gösteren kıssalar anlatarak bunların, düşmüş oldukları hataları
veya yaptıkları doğruları göstermektedir. Buna göre hitap ettiği insanların, bunlardan dersler
çıkararak yaşamlarını doğru bir şekilde biçimlendirmelerini istemektedir. Çünkü gençler,
geleceğin insanlarıdır. Dolayısıyla doğru bir geleceğin kurulması için yanlış olan geçmişle
alakanın kesilmesi gerekir. İşte bu durum, Muhammedi Davetin siyasi yol göstericiliğinin
altyapısını vermektedir.179 Bu noktada Kur’an’ın söylemi açısından bir özelliği daha dikkati
çekmektedir. O da; fertleri temel alarak onlara hitap etmesi, bazı sorumluluklar yüklemesi ve
bunun farkında olarak, bilginin ışığında yaşamlarına geçmişin hatalarından arınık bir şekilde
yön vermelerini istemektedir. Dolayısıyla bu şekilde, toplumun her bir ferdi düşünen bir birey
olarak babalarının yanlış yollarından kurtulmuş olacaktır.180
Cabiri’ye göre, Mekki surelere bakıldığı zaman, malın ve servetin çokça eleştirildiği
görülür. Dikkat edilirse burada eleştirilen bizatihi mal ve servet değildir. Aksine, edinmiş
175 el-Cabiri, el-Akl, s. 59-60 176 el-Cabiri, a.g.e., s. 60-61 177 Necm 53 178 el-Cabiri, el-Akl, s. 67-71 179 bkz. Araf 7/27-28 180 Araf 7/172-178; Meryem 19/41, 48; Lokman 31/13, 15; el-Cabiri, el-Akl, s. 71-72
oldukları mal ve serveti Allah’ın rızası dışında kullanan Mekkeli müşrikler eleştirilmektedir.
Böyle bir sonuca varmayı Medeni sureler destekler. Çünkü bu surelerde mal ve servet övülür.
Müslümanların bunları elde etmeleri için çalışmaları istenir. Bu şekilde fakir ve kimsesizler
doyurulmuş olacaktır. Ayrıca bu bağlamda; Allah yolunda savaşan orduların donatılması
teşvik edilerek, Müslümanların zengin olmalarının gerekliliği vurgulanmaktadır.181
Cabiri’ye göre Kur’an; bu şekilde insanın, malı kullanımına göre varacağı diyalektik
sonuçları serdettikten sonra, Allah’a karşı büyüklenenler ve güçsüzler arasındaki diyalektik
karşılaştırmayı da sunar. Buna göre; Allah’a karşı büyüklenenler, toplumların ileri gelenleri
ve zenginleridir. Bunlar genelde aynı safta yer alırlar. Zenginlik ve sosyal roller bakımından
ileri gelenler oldukları gibi günah ve sapkınlıkta da ileri gelenlerdir. Diğer taraftan güçsüz
diye tabir edilen insanlara gelince; bunlar, ya azgınların zulmettiği Müslümanlardır ya da
aklını çalıştırmayıp bu azgınlara uyan zayıf kimselerdir.182 İşte buradan hareketle de zayıf ve
kimsesiz insanlar, zengin olmadıkları ve güçlü kabilelere dayanmadıkları için onlar da akidevi
boyut, daha güçlüdür.183
Bu tespitten sonra ilk Müslüman cemaatine bakıldığında esasen onların, iki kısımdan
oluştuğu görülmektedir. Bir yanda; güçlü kabilelere mensup ve Mekke’nin ileri gelenlerinden
olan Hz. Ebubekir ve Hz. Osman gibi Müslümanlar…Diğer yanda ise; her hangi bir gücü
olmayan Bilal ve Ammar gibi köle ve mevali Müslümanlar… Bu noktadan hareketle
müşriklerin, Müslümanları yıldırma politikaları farklıydı. Bilal ve Ammar gibi zayıf
Müslümanları işkence ve eziyetle yıldırmaya çalışıyorlardı. Zengin ve güçlü Müslümanlara
ise hakaret ediyorlardı. Tüccarsa ticaretini baltalamaya çalışıyorlardı v.b… Bu açıdan
bakıldığında ilginçtir, Habeşistan’a hicret eden Müslümanların çoğunluğu zengin ve ileri
gelen Müslümanlardandı. Bu hicrete katılan güçsüz Müslüman sayısı ise sadece “beş” idi.184
Cabiri, bu şekilde Muhammedi Davetteki, kavramlaştırdığı şekliyle; sosyal ve siyasal
muhayyile diye tabir ettiği, akide boyutunu ortaya koymuştur. Artık bundan sonra, bu işin
kabile boyutunu açıklamaya girişir.
A. 2. Kabile
181 Fecr 89/15-20; Yunus 10/88; Sebe 34/34-39; Kehf 18/32-44; Nuh 71/21-27; el-Cabiri, el-Akl, s. 74 182 Araf 7/75-76, 88; Sebe 34/31-33; Mümin 40/47-48; İbrahim 14/21-22 183 el-Cabiri, el-Akl, s. 75 184 el-Cabiri, el-Akl, s. 75-77
Cabiri’ye göre, Arap toplumuna bakıldığı zaman kabile mefhumunun çok büyük önem
taşıdığı ve sosyal hayatta önemli bir rol oynadığı görülür. Kabile mefhumunun etkin olduğu
yerde bireyden bahsetmek söz konusu değildir. Çünkü burada, bireyden ziyade kabile
toplumunun menfaati önemlidir. Dolayısıyla birey, önemini ve kişiliğini kaybetmektedir.
Şimdi bu açıdan bakıldığında Kur’an’ın söylemi; bireyin bu prangadan kurtarılması, onun
düşünen ve bu ameliye çerçevesinde hayatına yön veren bir şekilde, onun inşa edilmesini
sağlayan bir içeriğe sahiptir. Buradan hareketle; Hz. Peygamber zamanındaki toplumsal ve
siyasal konjonktüre bakıldığında Muhammedi Davet, kendisini bu kabile mefhumundan tam
olarak soyutlayamamıştır. Bu mefhum, Muhammedi Davete bir çok sıkıntılar getirdiği gibi
çok ciddi faydalar da getirmiştir. Burada ele alınacak olan, Muhammedi Davetin seyri
içerisinde, bu mefhumun nasıl bir rol oynadığıdır.185
Cabiri’ye göre, siyasi anlamda Mekke’nin tarihi, Hz. Peygamber’in dört göbek öteden
dedesi Kusay ile başlar. Kusay’ın soyu Fehr’e dayanır. Bu silsile, Hz. İsmail’e, ondan da oğlu
Adnan’a kadar uzanır. Fehr, Kureyş lakabını almıştır. Dolayısıyla ondan neşet eden on iki
kabilenin hepsine Kureyş denir. Şimdi Kusay’a dönülecek olursa o, ilk zamanlarda, Şam
civarındaki dayılarının yanında yaşıyordu. Daha sonra Mekke’ye gelir ve oranın efendisi Halil
el-Huzai’nin kızıyla evlenir. Kayınpederi ölünce onun makam ve mirasını Kudaa’da bulunan
dayılarının yardımıyla M. 440 yılında ele geçirir. Akabinde Kureyş kabilelerini Mekke’ye
getirir ve oranın güneyine yerleştirir. Mekke’nin idari görevleri olan; Kabe’nin muhafazası,
hacıların su ve yemek ihtiyaçlarının karşılanması, harp sırasında sancağın taşınması ve diğer
görevlerin yürütülmesi için Darünnedve’yi kurar. Burada da bu işleri yürütmek için,
Kureyş’in efendilerini toplar.186
Cabiri, kabile mantığının işleyişi açısından şu gerçeği ifade eder: Onun en önemli
esaslarından biri de kabilenin bir ferdine yapılan hareketin bütün kabileye yapılmış gibi kabul
edilmesidir. Nitekim Ebu Talib’in yeğeni Hz. Muhammed’i himaye etmesi bu nedenden ileri
geliyordu. Hz. Peygamber, davetine ilk başladığında Ebu Talib, ona inanmamış fakat yeğenini
de her türlü tehlikeye karşı korumuştur. Fakat diğer amcası Ebu Leheb, ona karşı en şiddetli
mukavemette bulunan kimselerden olmuştur. Sanki bu durum, kabile mantığının, zikredilen
bu ilkesine tersmiş gibi geliyor. Fakat biraz geriye gidildiğinde işin, tam tersi olduğu anlaşılır.
Hz. Peygamber sekiz yaşında kimsesiz kalınca Ebu Leheb ve Abbas’ın aksine Ebu Talib, onu
185 el-Cabiri, a.g.e., s. 79 186 Bu konuda geniş bilgi için bkz. İbn-i Hişam, es-Siyretu’n-Nebeviyye, tah. Mustafa es-Seka ve arkadaşları, Turasu’l-İslam, C. 1-2, s. 123-125; el-Cabiri, el-Akl, s. 80-81
yanına almıştı. Çünkü Ebu Talib ve Hz. Peygamber’in babası Abdullah, ana-baba bir
kardeştirler. Fakat Ebu Leheb ve Abbas başka anadandırlar. Diğer taraftan Ebu Leheb’in
Muhammedi Davete karşı çıkışındaki en etkili neden, karısı Ümm-ü Cemil bint-i Harb’dır.
Ümm-ü Cemil, Ebu Süfyan’ın kız kardeşidir ve Ben-i Haşim’in hasmı olan Ben-i
Ümeyye’dendir.187
Cabiri’ye göre, ne zamanki Hz. Peygamber, müşriklerin putlarına saldırmaya başladı,
o zaman Kureyş’in ileri gelenleri, ona karşı olan baskı ve şiddetlerini artırdılar. Ebu Talib,
bunların bütün baskılarına rağmen yeğenini korudu. Hatta Hz. Peygamber üzerindeki baskı ve
işkenceler çoğalınca Ebu Talib, Beni’l-Muttalib ve Ben-i Haşim’i toplamış ve onlardan,
yeğenini sonuna kadar koruyacaklarına dair söz almıştır. Bu söze sadece Ebu Leheb
katılmamıştır. Bu söz verme durumu göstermektedir ki onun davetine icabet etmeyen yakın
akrabaları dahi onu korumuşlardır. Hatta amcası Hz. Hamza, yeğenine karşı yapılan
haksızlıklara dayanamamış ve ona hakaret edenlere meydan okuyarak Müslümanlığını ilan
etmiştir. Cabiri, bunun şu gerçeği gösterdiğini ifade etmektedir: “Kabile, sadece bir mantık
değildir. Aynı zamanda vicdandır da… Bu vicdanın kararlaştırdığını aklı da kabul
edecektir.”188
Bu baskılar da fayda vermeyince Hz. Peygamber ve aşiretinin düşmanları olan Kureyş,
onları sindiren bir boykot uygulamaya başladı. Fakat bu boykot, ancak üç sene sürebildi.
Bunu Hişam b. Amr deldi ve onu takiben bu boykot, tamamen kırıldı.189 Hişam, Mutayyibin
ve Ahlaf çekişmesinde tarafsız kalan Ben-i Amir’dendi. Diğer bir önemli nokta da o, ana
tarafından Haşimilere akrabaydı. O, boykotu delmeyi, Haşimilere yiyecek taşıyarak başlattı.
Daha sonra Hişam, bütün akrabalarını topladı ve onları boykotun kaldırılması gerektiğine ikna
etti. Böylece onlar da gidip Kureyş’in meclisinde boykotu tanımadıklarını ilan ettiler. Bu
açıdan bakıldığında boykot, nasıl kabile mantığı çerçevesinde başladıysa aynen o mantık ve
vicdanı sayesinde de ortadan kalktı.190
Boykotun ardından Ebu Talib ve Hz. Hatice, aynı sene içerisinde vefat ettiler. Bu, tam
olarak hicretten üç sene öncesine tekabül ediyordu. Artık Hz. Peygamber’i tam anlamıyla
koruyacak kimse kalmamıştı. Bu açıdan, kendisinin ve Müslümanların sığınabileceği bir yer
187 el-Cabiri, a.g.e., s. 81-83 188 el-Cabiri, el-Akl, s. 83-85 189 Hişam b. Amr ve onun boykotu delmeye öncülük etmesi hakkında geniş bilgi için bkz. İbn-i Hişam, es-Siyre, C. 1-2, s. 374-377 190 el-Cabiri, el-Akl, s. 85
bulabilmek için Taif’teki Sakif kabilesine gitti. Fakat Sakifliler, onu sert bir şekilde
reddettiler. Bunun akabinde Hz. Peygamber, Mekke’ye dönmek zorunda kaldı. O, ancak Adiy
b. Nevfel’in oğlu Mutim’in himayesinde Mekke’ye girebildi. Cabiri’ye göre, Sakif’in Hz.
Peygamber’i reddetmesinin en büyük nedeni, Kureyş’le olan sıkı bağlantıları ve onlarla olan
ekonomik antlaşmalarıydı. Bu noktadan hareketle her ne kadar Ben-i Haşim, Ebu Talib’in
vefatından sonra Hz. Peygamber’i himaye etmek için ortaya çıkmadıysa da gönlü, onunla
birlikteydi. Nitekim hicretten sonra Abbas ve diğerleri, Kureyş’in planlarını ona haber
veriyorlardı. Ayrıca Bedir Savaşında Hz. Peygamber, Ashabından, Ben-i Haşim’den olanları
ve boykotu ilk delen Hişam b. Amr’ı öldürmemelerini istedi. Çünkü onların, gönülsüz olarak
sırf kabilevi sorumluluktan dolayı orada olduklarını biliyordu. Bu noktadan hareketle Cabiri,
şu hususu da vurgular: Bu savaşın amacı, Ebu Süfyan’ın Şam’dan gelen kervanını
kurtarmaktı. Ebu Süfyan’ın kervanı kurtulunca Ben-i Haşim’den bir çoğu, savaşmaya karar
veren Ebu Cehil komutasındaki Kureyş ordusundan ayrılmıştır.191
Medine’ye hicretle birlikte artık yeni bir dönem başlıyordu. Mekke dönemi sabır ve
davet dönemiydi. Medine dönemi ise yeni bir devletin kuruluşu ve savaş dönemiydi. Bu,
Muhammedi Davetin barışçı ruhunun kaybolması anlamına gelmiyordu. Bilakis, Kureyş’in
dik kafalılığı, Muhammedi Daveti böyle farklı bir strateji izlemeye itmişti.192
Cabiri’ye göre, Hz. Peygamber, Medine’ye büyük bir kitleyle gelmişti. Bu insanlar,
bütün mal ve mülklerini arkalarında bırakmışlardı. Hz. Peygamber, yeni kuracağı devletinin
temeli olan Müslümanlardan ahenkli bir toplum oluşturmak zorundaydı. Bunun için sosyal
altyapıyı hazırlaması gerekiyordu. Bu bağlamda yaptığı ilk ve en önemli iş; sosyal
yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak için nesep kardeşliği yerine din kardeşliğini
getirmesiydi. Bu, bir devrim niteliğindeydi. Açıkçası, bu kabile kültüründen yetişmiş
insanlardan bir millet, yani; ümmet oluşturmaktı. Tabii ki bu devrimi köklü bir şekilde
yapmak, zaman ve zeminin şartlarına göre pek kolay değildi. İster istemez kabile kültüründen
de faydalanmak zorundaydı. Bu açıdan; kabile mensubu olan her bir Muhaciri, Ensar’dan
kabilesi olan her bir Müslüman ile kardeş ilan etti. Bu gelen kardeşler, yeni kardeşlerinin
yanlarına yerleşiyordu. Kabilesi olmayanlar ise Mescid-i Nebi’nin gölgeliğine yerleştirildi. Bu
191 el-Cabiri, el-Akl, s. 86 192 el-Cabiri, a.g.e., s. 91-92
düzenleme, her ne kadar ekonomik ağırlıklı bir düzenleme gibi gözükse de esasında,
sosyolojik ve bilgisel bir arka planı olan bir düzenlemedir.193
Bu toplum, Medine’nin Müslüman toplumuydu. Belirtildiği gibi Medine’de yaşayan
Yahudi kabileleri de vardı. Dolayısıyla yeni devletin çatısı altında, onlar da var olacaklardı ve
sosyal yaşamın birlikteliğinin sağlanması için bu bakımdan bazı düzenlemelere gidilmesi
gerekiyordu. Bu bağlamda Hz. Peygamber, Medine’de yaşayan her insanı bağlayıcı nitelikte
olan tarihi sözleşmeyi yaptı. Cabiri, bu sözleşmenin içeriğini genel olarak şu maddeler altında
özetler:
1. Bu sözleşme Müslüman tarafın, hüviyetini belirliyordu. Bu tarafta bulunanlar, Müminler ve
Müslimlerdir. Müslimler, siyasi anlamda Müslümanlığı kabul edenlerdir.194 Müminler de
akide bağlamında İslam’a gönülden bağlanan kimselerdir.195
2. Bu sözleşmede, Müslüman toplumun uymak zorunda olduğu sosyal, ekonomik ve hukuki
kurallar belirlenmiştir.
3. İkinci taraf olarak takdim edilen Yahudilerin uymak zorunda olduğu kurallar belirlenmiştir.
4. Medine’de savaş yasaklanmıştır. Şehre bir saldırı olduğunda şehir, hep birlikte
savunulacaktır.
5. Yahudiler, Kureyş’le hiçbir şekilde antlaşma yapamayacak ve onlardan hiçbir kimseyi
himaye edemeyeceklerdir.
6. Müminler ve Müslimler arasında veya bunlarla Yahudiler arasında bir anlaşmazlık çıkarsa,
çözüm mercii Hz. Muhammed’dir.
7. Bu sözleşmeye; Medine’de ilişkilerin iyi niyetlilik çerçevesinde gerçekleşmesine ve burada
emniyetin esas kriter olduğuna vurgu yapılarak son verilmiştir.196
Cabiri, Medine sözleşmesinin her şeyden evvel bir savaş sözleşmesi olduğu
kanısındadır. Çünkü Kureyş, barışçı bir daveti reddetmiş ve onu yok etmeye çalışmıştır. Yani
Kureyş, Müslümanlara yaşam hakkı tanımamıştır. Dolayısıyla Müslümanların kendilerini
müdafaa etmeleri gerekmektedir. Daha da önemlisi Muhammedi Davetin, amacına 193 el-Cabiri, a.g.e., s. 92-93 194 Hucurat 49/14 195 Hucurat 49/15 196 el-Cabiri, el-Akl, s. 93-95
ulaştırılması ve kendisinin söndürülmesine karşın zafer kazanılması zorunludur. Bu nedenle,
böyle bir yönteme baş vurulmuştur. Diğer yandan Yahudilerin de bu sözleşmeye dahil
edilmesi, onlarla bir sulh antlaşması yapıldığını göstermektedir.197
Bu aşamada Cabiri, kabile mantığına dönerek, sonuç olarak şunları söylemenin
mümkün olduğunu söyler: Kabile mantığının Muhammedi Davet açısından oynadığı iki rol
vardı. Birincisi, düşmanları Kureyş tarafından ortaya konulan roldü. Bilindiği gibi kişi, kabile
içinde kimliğini kazanır, onun imkanlarından faydalanır ve getirdiği sorumlulukları da
paylaşırdı. Kişinin kabilesinden ayrılması, onun intihar etmesi gibi bir şeydi. Bu açıdan
Kureyş, bu noktada ağırlığını koymuştu ve on üç sene içinde Müslümanların sayısı ancak yüz
elli dörde ulaşabilmişti. Bunların seksen üçü de Habeşistan’a göç etmişti. Diğer yandan bu
kabile mantığı, aynı bu çerçeveden hareketle Muhammedi Daveti himaye de etmişti. Sonuç
olarak bu mantıkta insanları birbirine bağlayan şey, nesepti. Fakat İslam, yeni bir şey
getiriyordu. Kabileden ziyade ferde yöneliyordu. Hangi kabileden olursa olsun insana değer
veriyordu.198 O halde İslam, insanları, nesep yerine ortak ülkü ve hedef çerçevesinde
birleştiriyordu. Bu, kabilenin tamamen ortadan kaldırılması anlamına gelmiyordu. Bilakis,
onun insanlara sunduğu güzel imkanları da kapsayarak, bu kavramı aşma anlamına geliyordu.
O, kabile mantığının meydana çıkardığı toplumsal marazları ortadan kaldırıyordu.199
A. 3. Ganimet
Cabiri, ganimet konusunda şu değerlendirmede bulunur: Emevi halifesi Abdulmelik b.
Mervan, Urve b. Zübeyr’e Kureyş’in Muhammedi Davete niçin karşı çıktığını sorar. O da;
Hz. Peygamber’in, Allah’tan bir nur ve hidayet getirdiğini söylediğinde Kureyş’in, neredeyse
ona inanacağını ifade eder. Ne zamanki Muhammedi Davet, putları kınamaya başladı o
zaman, özellikle Kureyş’in ileri gelenlerinin insanları tahrikiyle, Muhammedi Davete en sert
mukavemet gösterildi. Urve, bunları belirtir. Burada, putlar niçin önemlidir diye sorulduğunda
şöyle bir durumla karşı karşıya gelinir: Her şeyden önce putlar, Tanrı olmaktan ziyade
ekonomik birer kaynaktılar. Çünkü Arapların bütün putları, Mekke’de bulunuyordu. Her Hac
mevsiminde Araplar, burada toplanıyor, ibadetlerini yapıyor ve büyük pazarlar kuruyorlardı.
Burada, büyük bir ekonomik ilişkiler yumağı ortaya çıkıyordu. Dolayısıyla Arabistan’ın kalbi
197 el-Cabiri, el-Akl, s. 95 198 Bu bağlamda “Ümmet” kavramını ortaya koyuyordu. Bu kavram, yönelme anlamındaki “el-Emm” kelimesinden türüyordu. Yani; ortak bir hedefe yönelmek. Hakeza imam kavramı da bu kelimeden türüyordu ve önder anlamına geliyordu. bkz. el-Cabiri, a.g.e., s. 96 199 el-Cabiri, a.g.e., s. 96-97
burada atıyordu. Elbetteki müşrikler, Hz. Peygamber’in çağırdığı dinin, gerçek din olduğunu
biliyorlardı. Fakat burada, ganimet ön plana çıkıyordu. Yani; putlarla gelen kazançlarının
gitmesinden korkuyorlardı ve bu yüzden Muhammedi Davete karşı çıkıyorlardı.200
Bilindiği gibi; Mekkeli müşriklerin Müslümanları üç sene boyunca boykot etmeleri ve
onlara ekonomik ambargo uygulamaları Müslümanları zor duruma düşürmüştü. Dolayısıyla
bir çıkış kapısı aranmalıydı. Eğer Kureyş’e boyun eğdirilmek isteniyorsa onlarla dışarıdan
mücadele edilmeliydi. Yani; direk baskılarına maruz kalmadan, onların can damarları olan
ticaretlerine ve ticari yollarına darbe vurulmalıydı. Cabiri’ye göre Hz. Peygamber’in
Medine’ye hicreti, bu açıdan değerlendirilmelidir. Aksi olarak, bu hicreti, müşriklerden
korkup kaçma bağlamında değerlendirmek, bu olayın gerçekliğini anlamamak olur.201
Şimdi, o zamanın ve bölgenin insanları açısından ganimetin, yani; ekonominin,
hayatlarındaki yerini ve önemini anlamaya çalışmak gerekir. Genel olarak tarihi verileri
değerlendiren Cabiri, Arapların, yaşamlarında dine pek önem vermedikleri sonucuna ulaşır.
Ona göre bunun en önemli göstergesi; Arabistan’ın din açısından kalbi olan Mekke’de din
adamlarının bulunmayışıdır. Ayrıca Kabe’deki görevler, din açısından her hangi bir uzmanlığı
gerektirmiyordu. Diğer yandan Araplar, her ne kadar dini pek önemsemeseler de genel olarak
Allah’a inanmaktadırlar. Ancak ona ulaşmanın yolu olarak putları araç edinmişlerdi. Bu
açıdan onlar, müşrik sıfatını kazanmışlardır.202 Bununla birlikte Kureyş’in önderlerinden bir
kısmının da zındık ve dehri olduğu görülmektedir. Bunlar; Ebu Süfyan, As b. Vail, Ukbe b.
Muit, Ubey b. Halef, Nebih ve Münebbih b. Haccac, Nadr b. Haris ve Velid b. Muğire’dir. Bu
açıdan bu önderlere bakıldığında, bunların, putları dini açıdan savunacak halleri yoktur. O
halde bunlar, putları, ancak ekonomik menfaatleri doğrultusunda savunmaktadırlar.203
Bu açıklamalardan hareketle Cabiri, Mekke’nin hem iç hem de dış ticaret açısından
önemli bir merkez olduğu sonucuna varır. Dolayısıyla Mekke’nin bu önemi, civar devletlerin
dikkatini çekmiştir. Bundan rahatsız olan Habeşistan’ın Yemen valisi Ebrehe, bir takım
faaliyetlerde bulunmuştur. Mekke’yi gölgede bırakmak ve Yemen’i din ve ticaret açısından
cazibe merkezi haline getirmek için Sana’da çok büyük bir kilise yaptırır. Fakat Arapların
ilgisini buraya çekemez. Bu nedenle Kabe’yi yıkmak istemiş fakat başarılı olamamıştır.204
200 el-Cabiri, el-Akl, s. 99-100 201 el-Cabiri, a.g.e., s. 100 202 Müminun 23/84-87; Yunus 10/18; Zümer 39/3 203 el-Cabiri, el-Akl, s. 100-101 204 Fil 105/1-5; el-Cabiri, el-Akl, s. 104-105
Mekke’nin uluslar arası ticaret açısından önemi noktasında yaşanan çekişmelerde
Ebrehe örneği tek değildir. Bu bağlamda özellikle Roma ve Bizans İmparatorluklarının
emelleri ön plana çıkmaktadır. Roma’nın Mısır valisi İlyus, M. S. 25’te Yemen’i işgale
giderken Mekke ve çevresini de işgal etmiştir. Ayrıca Mekke’nin yönetimini ele geçirmek
isteyen herkes, mutlaka Bizans’tan yardım almıştır. Buna, Hz. Peygamber’in dedelerinden
Kusay misal olarak verilebilir. Onun yardım aldığı Kudaa’daki dayıları Bizans’ın yönetimi
altında yaşıyorlardı. Diğer taraftan Bizans ve Sasani İmparatorluğu, eski ticaret yollarını ele
geçirmek için büyük mücadeleler veriyorlardı. Bu yollar genelde Irak’tan geçiyordu.
Dolayısıyla bu durum, Bizans’ın dikkatinin, Sasani topraklarından uzak olan Kızıldeniz
yoluna kaymasına neden olmuştur. Bu bakımdan Sasaniler de burayla ilgilenmişlerdir. Bu
noktada Enu Şirvan, Yemen’e saldırmış fakat, orayı ele geçirememiştir. Sonuç olarak; Suriye-
Yemen ticareti Mekke üzerinden devam ede durmuştur.205
Bu açıklamalar ışığında, sonuç olarak Cabiri şunları söylemenin mümkün olduğunu
söyler: Mekkeli müşrikler, Muhammedi Davetin kendilerini putlara tapmaktan
alıkoymasından korkmamaktadırlar. Aksine, bunlar vasıtasıyla elde ettikleri gelirlerinin yok
olması ve siyasi otoritelerinin ortadan kalkması açısından korkmaktadırlar. Kureyş’in
Muhammedi Daveti kabule ikna olmamasının arkasında yatan esas neden budur.206
Cabiri, bu şekilde Mekke’nin ekonomik önemini ve Muhammedi Davete karşı tavır
alan Kureyş’in asıl maksadını ortaya koyar. Bundan sonra Müslümanların bu olgu
karşısındaki durumunu ve izlenilen stratejiyi açıklamaya geçer. Her şeyden önce, Kureyş’in
Müslüman olması çok önemliydi. Çünkü Kureyş’in, Araplar üzerinde önemli bir etkinliği ve
onların nazarında büyük bir itibarı vardı. Bu bakımdan Muhammedi Davetin gelişim süreci
tekrar değerlendirilecek olursa şöyle bir perspektif ortaya çıkar: Hz. Peygamber’in Ensarla
biatleşmesine kadar, Kur’an-ı Kerim, Müslümanlara sabrı tavsiye ediyordu. Bu tavsiye,
yetmiş yerde geçmektedir. Fakat biatin hemen ardından, kıtal ayetleri inmişti. Bu da
205 el-Cabiri, a.g.e., s. 104-106. Bu çerçeveden hareketle Cabiri; Bizans, Sasani ve Habeş devletlerinin tehdidi altında olduğunu gören Kureyş’in, Mekke’de kendisine karşı oluşan her hareketin ardında bu devletlerin olduğunu düşündüğünü belirtir. Kureyş’in böyle bir bilince sahip olması, bu bakımdan gayet normaldir. İşte bu bilinçten hareketle, Muhammedi Daveti de bu bağlamda değerlendirmişlerdir. Nitekim Müslümanların Habeşistan’a hicretlerini bu çerçevede yorumlamışlar ve bunu engellemeye çalışmışlardır. Yine zaferden sonra Müseylime’nin liderliğinde Ben-i Hanife’nin de Hz. Peygamber’e karşı isyanı bu nevidendir. Ayrıca Hire krallarının faaliyetleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Zira bunlar, Kureyş’le Arapların liderliği noktasında rekabet ediyorlardı. Hatta bazı çağdaş araştırmacılar; Hılfu’l-Fudul ittifakının kurulmasını, bu uluslar arası ticaretin önemi açısından gerçekleşen bu çekişmeler cihetinden ele alırlar. el-Cabiri, a.g.e., s. 106-108 206 el-Cabiri, el-Akl, s. 108
stratejinin değiştiğini göstermektedir. Yani hedef; Kureyş’in can damarı olan ticaretinin
vurulmasıydı.207
Bu değişiklik şunu gösteriyordu: Kureyş, hiçbir şekilde putlarına ve inançlarına önem
vermiyordu. Onlar için önemli olan sadece, bunlar vasıtasıyla elde edilen gelirlerdi.
Müslümanlar da bu strateji değişikliğinin hemen farkına vardılar. Müslümanların yeni
yurtları, Şam ticaret yolunun hemen üstündeydi. Bu da Medine’nin stratejik önemine işaret
etmektedir. Buradan hareketle; Hz. Peygamber, Medine’ye hicretinden itibaren on üç ay gibi
kısa bir zaman sürecinde, Kureyş’in Şam’a gidip gelen kervanlarını engellemek için yedi
seriyye ve gazve düzenlemiştir.208
Cabiri, hicretin üzerinden on üç ay geçmesinden sonra, iki önemli tarihi olayın
olduğunu belirtir. Birincisi; kıblenin Kabe cihetine değiştirilmesidir. Önceden Müslümanlar,
Kudüs’e yönelerek namazlarını kılıyorlardı. Şimdi bu noktada, Hz. Peygamber, iki ateş
arasında kalıyordu. Bir taraftan insanlar, onu, atalarının kıblesini bırakarak Yahudilerin
kıblesine yönelmesi açısından eleştiriyorlardı. Diğer taraftan, kıble olarak Kudüs’ün terk
edilmesi, Yahudilerle yapılan sözleşmeye zarar verebilirdi. Fakat Kabe ve Mekke, Hz.
Peygamber için Yahudilerden daha önemliydi. Mekkeli müşrikler açısından olaya bakılacak
olursa; onlar, bu vakıayı iki şekilde okuyabilirlerdi. Birincisi; kıble değişimi, hedefin, sadece
ticari kervanlar olmadığı anlamına gelir. Bu, Müslümanların Mekke’yi de ele geçirmek
istediklerini gösterir. Bu da müşrikleri tedirgin edecek bir durumdur. Çünkü Müslümanların
kıblesinin, müşriklerin elinde kalması doğru değildir. İkincisi: Müşrikler, bu değişimi bu
yorumun aksi olacak şekilde de okuyabilirlerdi: Bu durum, Mekke’nin din ve ticaret açısından
yine merkez olarak kalacağına işarettir. Eğer bu bakış açısından hareket ederek müşrikler,
Müslüman olurlarsa, ellerindeki imkanları korumaya devam edeceklerdir. Bu bakımdan
müşriklerin, bu hususa yaklaşımlarını tarih gösterecektir. Sonuç olarak; bu bağlamda inen
ayetler, bütün itirazlara cevap veriyor ve Müslümanların hareket noktalarının ne olduğunu
açıkça gösteriyordu. 209
207 el-Cabiri, a.g.e., s. 108-109 208 el-Cabiri, a.g.e., s. 109 209 “İnsanların (aşırıları) ‘Yönelip durdukları yönden kendilerini çeviren nedir?’ diyeceklerdir. De ki: ‘Doğu da batı da Allah’ındır. O, dileyeni doğru yola eriştirir.’ Böylece sizi, insanlara örnek olmanız için ortada bir önder kıldık. Elçi de size örnektir. Elçiye uyanları, topukları üzerinden döneceklerden ayırt etmek için bulunmuş olduğun yeri yönelim yeri yaptık. O, Allah’ın yola koyduğu kimselerden başkasına ağır geldi. Allah inancınızı boşa çıkaracak değildir. Doğrusu, Allah insanlara şefkatlidir, acıyandır.” Bakara 2/142-143. bkz. Hüseyin Atay, Kur’an Türkçe Çeviri, Pozitif Matb., Ankara, Kasım, 2002, s. 21; el-Cabiri, el-Akl, s. 110-111
İkinci tarihi olay, Büyük Bedir Savaşıdır. Hz. Peygamber, Ebu Süfyan’ın sorumluluğu
altındaki bir Kureyş kervanının Şam’dan döndüğünü haber alır. Bunun üzerine Ashabıyla
istişarede bulunur ve bu kervanı ele geçirmek için sefere çıkar. Bu durumu haber alan Ebu
Süfyan, Kureyş’ten yardım ister. Bu talep karşısında Kureyş, Ebu Cehil komutasındaki 950
kişilik bir orduyu, onun yardımına gönderir. Ebu Süfyan, hızlı bir manevrayla kervanını, sağ
salim Mekke’ye ulaştırır ve Ebu Cehil’e durumu bildirir. Ebu Süfyan’ın mesajı ulaşınca
müşrik ordusunda tartışmalar başlar. Çünkü hedef, kervanı kurtarmaktı ki o da kurtulmuştu.
Ayrıca ticaret ve festival mevsimi yaklaşmaktadır. Bu tartışmalar sonucunda, Ben-i Zühre
ordudan ayrılarak geri döner ve Ben-i Mahzum yalnız kalır. Diğer taraftan, ufak çapta bir
tartışma da Müslüman ordusu içerisinde yaşanır. Fakat sonuçta savaş kararı alınır. Sonunda
savaş yapılır ve Müslümanlar büyük bir zafer kazanır.210
Cabiri, bu savaşın, Kureyş ve Müslümanlar açısından önemli sonuçlar doğurduğunu
belirtir: Bu savaşla, Ben-i Mahzum’un otoritesi sarsılmış ve Kureyş’in liderliği, Hz.
Peygamber’in yakın amca oğulları olan Ebu Süfyan’ın önderliğindeki Ben-i Ümeyye’ye
geçmiştir. Bu da iki taraf açısından yeni bir sayfanın açılması demekti. Bu durum; iki taraf
arasındaki mücadelenin, asgari kayıpla ve yerine göre anlaşmaya yakın bir çerçevede
yürütülmesinin kapılarını araladı. Bunun en bariz örneğini, Uhud meydanında görmek
mümkündür. Müşrik ordusu, Müslüman ordusunu daha ağır bir hezimete uğratma imkanına
sahipken, bu insiyatifini kullanmamış ve sadece Bedir’in intikamını almakla yetinmiştir. Bu
gerçek, savaşın akabinde Ebu Süfyan’ın Müslümanlara hitaben söylediği sözlerden
anlaşılabilir. Bedir savaşının diğer önemli sonucu ise; çok miktarda ganimetin elde
edilmesidir. Böylece Muhacirlerin mağduriyeti, daha da azaltılmıştır. Bu şekilde, din
kardeşliği bağlamında yapılan sosyal düzenlemenin getirebileceği yanlış sonuçların da önüne
geçilmiştir. Bu noktada Enfal 8/75211 ayetinin nazil olmasıyla, din kardeşliğinin mirasçı
olmaya sebep teşkil etmesi durumu ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca Enfal suresi ile ganimetlerin
hakkaniyete göre dağıtımı belirlenmiş ve Müslümanlar arasında meydana gelebilecek
kavgaların önü alınmıştır.212
Cabiri, gerçekleştirilen seriyye ve gazvelerin, salt ganimet savaşları olarak
görülmesinin yanlış olacağını belirtir. Çünkü; belirtildiği gibi, bu savaşların stratejik bir arka
210 el-Cabiri, a.g.e., s. 111 211 “Sonradan inanan, göç eden ve sizinle beraber savaşan kimseler, işte bunlar da sizdendir. Akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre, birbirine varis olmaya daha uygundurlar. Doğrusu, Allah her şeyi bilir.” bkz. Atay, Kur’an Türkçe Çeviri, s. 185 212 el-Cabiri, el-Akl, s. 111-112
planı vardır. Eğer Hz. Peygamber’in amacı, mal-mülk olsaydı, Kureyş’in kendisine Mekke’de
verdiği ayrıcalıkları reddetmezdi. Yine bu bağlamda, Medine döneminde yapılan teklifleri de
geri çevirmezdi. Ama o, bunları reddetti. Bu savaşlar açısından işin aslına bakılırsa; yeni bir
devlet kurulmaktadır. Bu devletin temellerinin sağlam olması ve etkinliğinin genişleyebilmesi
için, ekonomik kaynaklara ihtiyaç vardır. İşte bu savaşları, bu yönden de değerlendirmek
gerekir.213
Bu durum, ganimetin Müslüman toplum için getirisidir. Fakat bunun, başka bir
yönden, ciddi bir tehlikesi de vardır. Bu da; Muhammedi Davetin, fertler açısından daha tam
olarak özümsenmeden, onların, tamahkarlığa kapılabilme ihtimalinin bulunmasıdır. Böyle bir
takım olaylar yaşanmıştır. Mesela: Sahabeden bir grup, koyunlarını otlatan Ben-i Süleymli bir
çobanın yanından geçerler. Çoban onlara selam verir. Onlar da bu selamı sinsice bulurlar ve
çobanı öldürürler. Koyunlarını da ganimet olarak alırlar.214 Böyle yanlış durumların
önlenmesi için, Nisa 4/94 ayeti nazil olmuştur. Başka bir örnek de şudur: Hz. Peygamber,
umreye gitmeye niyetlendiğinde bedevilere de haber gönderir ve kendisine katılmalarını ister.
Fakat onlar, bir takım bahanelerle onun çağrısını geri çevirirler. Ne var ki; Hz. Peygamber,
Hudeybiye Antlaşmasını imzalayarak geri dönüp, Ashabına Mekke’nin ganimetleri yerine
Hayber’in ganimetlerini vaat ettiğinde, bu bedeviler, Hayber seferine katılmak
istemişlerdir.215 Bu bağlamda Fetih 49/11-16. ayetler, onlara karşı cevap olarak nazil
olmuştur.216
Cabiri’ye göre, Müslümanlar artık bu aşamadan sonra, Kureyş’e olan baskılarını, daha
ağır bir şekilde hissettirmeye başladılar. Hz. Peygamber bu noktada, barışçı yolları da etkili
bir şekilde kullanıyordu. Zira bu, Kur’an’ın emriydi.217 Bu anlayıştan hareketle Hz.
Peygamber, Kabe’yi ziyaret için, 700 Müslümanla birlikte ve yanına 70 devesini de alarak
yola çıktı. O, Mekke’ye savaş için değil barış için gidiyordu. Bunu haber alan Kureyş, savaş
hazırlıklarına başladı. Diğer taraftan Hz. Peygamber, gelecek açısından yol göstericilik
anlamında, Kureyş’e mesaj veriyordu. Yani; “Kureyş’in teslim olmaktan başka çaresi yoktur”
demekteydi. Bu bakımdan, Hz. Peygamber, Kureyş’in güçsüz olduğunu bildiği halde, nasıl
savaş hazırlıklarına giriştiğine şaştığını ifade ediyordu. Artık Kureyş, Müslümanlarla
213 el-Cabiri, a.g.e., s. 112-113 214 bkz. Ebu’l-Fida İsmail b. Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Daru’l-Hadis, Kahire, 1993, C. 1, s. 510 215 bkz. İbn Kesir, a.g.e., C. 4, s. 192 216 el-Cabiri, el-Akl, s. 113 217 Enfal 8/60-61
Arapların arasından çekilmeliydi. Buradan çıkan sonuç şudur: Araplar, Kureyş’in ileri
gelenlerini bırakıp geleceğin Araplarına yöneliyorlardı.218
Hudeybiye Antlaşmasından sonra Kureyş’in müttefiki Ben-i Bekr kabilesi,
Müslümanların müttefiki Huzaa kabilesine saldırdı. Kureyş, Ben-i Bekr’e destek çıktı. Huzaa
kabilesi de Müslümanlardan yardım istedi. Bunun üzerine Kureyş, yanlış yaptığını anladı.
Çünkü bu, antlaşmanın bozulması ve Hz. Peygamber’in Mekke üzerine yürümesi anlamına
geliyordu. Bu bakımdan Kureyş, Ebu Süfyan’ı seçerek onu, Hz. Peygamber’den özür dilemesi
için gönderdi. Ebu Süfyan, bin bir zorlukla Hz. Peygamber’le görüştü. Fakat Hz. Peygamber
Ashabı’na, Mekke üzerine yürümek için hazırlık yapılmasını çoktan emretmişti. Hz.
Peygamber, ordusuyla birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekke’de Müslümanlığını gizleyen
amcası Abbas, onu karşılamak için yola çıkmıştı. Ebu Süfyan, Abbas’a yolda rast gelmiş ve o
da ona katılmıştı. Hz. Peygamber’in huzuruna çıkmışlar ve Müslümanlıklarını ilan
etmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, amcasının direktifiyle Ebu Süfyan’a bir jest
yapmış ve onun evinde bulunan kimsenin güven içinde olacağını belirtmiştir. Sonunda Hz.
Peygamber, ordusuyla birlikte Mekke’ye girdi. Oradaki insanların serbest olduklarını bildirdi,
Mekke’nin yağmalanmasını önledi ve putları kırdı. Ganimet olarak; sadece Mekkeli
tüccarların mallarından bir miktar alarak, ordusunun fakirlerine dağıttı.219
Cabiri, bu noktada, yukarıda çizilen çerçeve dahilinde ortaya çıkan beşeri zaafları
açımlar: Huneyn Gazvesi, bu zaafların, açıkça hissedildiği bir savaştı. Bu durum, savaş
sonrası olumsuzlukları sindirecek yapıyı kazanamayan her toplum için kaçınılmazdır. Bu
bakımdan Müslüman topluma bakıldığında şu tablo ortaya çıkar: Bu topluma katılımlar, çok
büyük oranlarda ve kısa bir zaman sürecinde gerçekleşmiştir. İlk başta Müslüman toplum;
Muhacirler, Ensar ve Medineli münafıklardan oluşuyordu. Daha sonra buna; bir çok fesatçı,
mütereddit ve şaşkın insan katılmıştır. Ayrıca bir çok bedevi kabile, siyasi anlamda
Müslüman olmuştu. Dolayısıyla bu baş döndüren gelişim, ganimet açısından şu olumsuz
duruma neden oluyordu: Kabile bilincinden kurtulunması ve bundan, ümmet bilincine
geçilmesi hedefleniyordu. Fakat bunun, kalplere işlenmesi için yeteri kadar zaman
geçmemişti. Sonuç olarak, bir çok olumsuzluklar ve sorunlar ortaya çıktı. Çünkü bu insanların
çoğu, savaşlara, akide açısından değil ganimet açısından katılıyordu.220
218 el-Cabiri, el-Akl, s. 116-117. İşte bu durum, Kureyş’in, kıblenin değiştirilmesinden çıkaracağı dersin önemli bir sonucu olarak kabul edilebilir. Nitekim Cabiri de bunu ima etmektedir. 219 el-Cabiri, el-Akl, s. 118-119 220 el-Cabiri, a.g.e., s. 121
Bu beşeri zaaflar, Tebuk Gazvesinde yaşanan süreçle doruk noktasına çıkmıştır.
Cabiri, bu gazvenin arka planında meydana gelenlere şu şekilde bakar: Müslümanların devleti
artık, tam bir devlet hüviyetini kazanmıştı. Bu devlet, sadece Araplar açısından önemli
değildir. Bu, aynı zamanda çevre devletler için de çok önemlidir. Çünkü Müslümanlar, uluslar
arası ticaretin aktığı önemli merkezlerden biri olan Mekke’yi, kontrolleri altında
bulundurmaktadırlar. Dolayısıyla bu durum, büyük devletleri tehdit eden bir gücü
oluşturmaktadır. Bu nedenle Bizans ve Sasani imparatorlukları, bu duruma sessiz
kalamazdılar. Buna binaen Bizans İmparatoru Herakliyus, bu yeni devleti yok etmek için,
Suriye’deki Araplardan müteşekkil bir ordu kurmuştu. Bu durumun farkında olan Hz.
Peygamber, acele davranıp, saldırıya uğramadan saldırmayı planlıyordu. Fakat insanlar, ağır
davranıyordu. Çünkü hasat mevsimiydi ve insanlar, sefere çıkmak istemiyordu. Mute Savaşı,
hala zihinlerinde canlılığını korumaktaydı. Ayrıca onlar, Bizans ve Sasani
imparatorluklarından korkuyorlardı. Hz. Peygamber, Herakliyus’a bir elçi gönderdi. Fakat bu
elçi, Suriye topraklarında kendisini karşılayan bir kabile şeyhi tarafından öldürüldü. Bu, işi
daha da katmerlendirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, hazırlıkların sürdürülmesini istedi.
İslam’a ilk girenlerden bir çoğu, ordunun hazırlanmasında büyük fedakarlıklar gösterdi. Ordu
yola çıktı. Tebuk’e varıldığında, korkakların bir çoğu, kaçmıştı. Fakat oraya varıldığında
Herakliyus, çoktan Hıms’a gitmişti. Bu bölgedeki halklarla, antlaşmalar yapıldı ve bunlar,
cizye ödemeyi kabul ettiler. Bu bağlamda Halid b. Velid, bazı seriyyelere gönderildi. Sonunda
Hz. Peygamber, Medine’ye döndü. Bu gazve, onun çıktığı son gazveydi. Şimdi; Tebuk
Gazvesini, doğru anlayabilmek için Tevbe suresini, dikkatle ele almak gerekir. Çünkü; bu
sure, sağlam rivayetlere göre, bir defada ve son kez olarak nazil olan suredir. Bu sure;
devletleşme sürecinde ortaya çıkan eksikleri, tam anlamıyla, sert ve eleştirel bir şekilde ortaya
koyan ve besmeleyle başlamayan yegane suredir. İbn Üyeyne’ye, bu surenin niçin besmelesiz
başladığı sorulunca o, şunu söylemiştir: “Allah’ın adı, barış ve güven demektir. Dışlama ve
savaşta, besmele yazılmaz.”221
Cabiri, bu açıklamaları ışığında, bu surede şu hususların işlenmesinin ön plana
çıktığını ifade eder:
1. Tebuk Savaşına hazırlık yapılırken, savaşa katılmaktan çekinenler, çok sert ve tehditkar bir
dille eleştirilir.222
221 el-Cabiri, el-Akl, s. 122-123 222 Tevbe 9/38-39
2. Rahat kazanılacak bir ganimet olduğunda koşa koşa gelip de zor bir durumla karşılaşılınca
kaçan mal sahiplerinin, tabiatından bahsedilir. Bu noktada, onlara izin verdiği için, Hz.
Peygamber eleştirilir.223
3. Hz. Peygamber’in ganimetleri dağıtım şeklini eleştiren kişi ve münafıkların durumu
hakkında belirlemeler ortaya konur.224
4. Hz. Peygamber’in, her önüne geleni dinleyip buna uyduğunu söyleyen kimseler, çok sert
bir şekilde kınanırlar.225
5. Tebuk ordusuna, cömertçe yardımda bulunan Ashabla dalga geçen ve onları kınayan
ganimet zengini münafıklar, yerden yere vurulurlar.226
6. Aşırı sıcağı bahane edip de sefere çıkmaktan kaçınan kimselere de dokundurulur. Çünkü;
bunların gözünü, mal ve hasat edilecek ürünlerin hırsı bürümüştür.227
7. Sefere çıkmaktan kaçınan Gatafan ve Esed gibi bedevi kabileler, zemmedilir. Buna karşın;
Müzeyne, Cüheyne ve Ben-i Üzre gibi fakir kabileler, cesur tavırları nedeniyle, övülür. Sefere
çıkmak isteyip de çıkamayanlar, sorumlu tutulmazlar.228
8. Tebuk’e gitmekten geri kalan, ancak, gitmemek için de yalan beyanda bulunmayanlara
değinilir. Bunlar, daha sonra pişman olmuşlar ve kendilerini, mescidin direklerine
bağlamışlardır.229
9. Tebuk’e gitmeyip tevbe etmeyen üç kişiden bahsedilir.230 Hz. Peygamber ve Ashabı,
bunlarla elli gün konuşmamışlardır. Sonunda affedildiklerini bildiren ayetler indirilmiştir.
10. Uhud günü, müşriklerle beraber savaşan bir rahibin komplosu haber verilir. Onun
yardımıyla Medineli münafıkların yaptırdığı Dırar mescidinden bahsedilir. Buranın şerrinden,
uzak durulması emredilir.231
223 Tevbe 9/42-55 224 Tevbe 9/58-60 225 Tevbe 9/61-74 226 Tevbe 9/75-80 227 Tevbe 9/81-85 228 Tevbe 9/ 90-101 229 Tevbe 9/102-103 230 Tevbe 9/106 231 Tevbe 9/107-108
11. Hz. Peygamber’in çağrısına uyup Tebuk Gazvesine katılan müminler övülür. Diğer
taraftan, müşrik ataları için bağışlanma dileyen Hz. Peygamber ve bazı Ashabı kınanır.232
Daha sonra, Tebuk Gazvesine çıkmanın önemi ve bunun stratejik şartları sunulur. Bu gazveye
katılmadıkları için protesto edilen üç kişinin affedildiği belirtilir.233 Akabinde söz, Müminlere
yöneltilir ve daima, birbirlerini dost edinmeleri telkin edilir. Medine ve çevresindeki
bedeviler, Hz. Peygamber tarafından kendilerine yapılan her çağrıda, ona, icabet etmeleri
noktasında teşvik edilirler. Bundan sonra da kafirlere karşı sert davranılmasının gerekliliği
anlatılır.234
12. Surenin sonunda, bütün bu anlatılanlar özetlenir.235
Buradan hareketle Cabiri, bu surenin; bu yeni devletin, Hz. Peygamber tarafından
bırakıldığı durumu açıkça ortaya koyduğunu söyler. Bu sureye “Beraa” suresi de denir.
Ayrıca, insanların gizli yanlarını ortaya koyduğundan dolayı buna, “Mub’asıra” suresi de
denir. Hz. Peygamber, h. 9. yılında, Medine’ye döndü. Ertesi sene, veda haccını yaptı.
Hicretin 9. senesi önemlidir. Bu sene Sakif, müttefiki Kureyş gibi, Müslüman olmuştur. Diğer
taraftan bütün Arap kabileleri de Medine’ye heyetler göndererek, Müslümanlıklarını
bildirdiler. Bundan dolayı bu seneye, “Heyetler Senesi” denildi. Bu noktada şu da gözden
kaçırılmamalıdır ki; kabilelerin Müslümanlıkları, daha önce de ifade edildiği gibi, siyasi
anlamda bir Müslümanlıktı. Nasıl ki bir kabile önderinin yapmış olduğu antlaşmaların
geçerliliği, onun ölümüne kadar sürüyor ve akabinde hükmü kalmıyor ise, bu durum, aynen
Hz. Peygamber için de geçerli olmuştur. Çünkü o, ölüm döşeğine düşünce, bir çok kabile,
yaptıkları antlaşmaları bozmaya başladılar. Bu durum, onun vefatıyla birlikte, doruk noktaya
ulaştı. Hz. Peygamber, Tevbe Suresinin inişinden bir buçuk sene sonra, h. 12 Rebiyyülevvel
10’da vefat etti.236
B. YENİ DEVLETİN YAŞAMIŞ OLDUĞU KRİZLER
B. 1. Kabile
Cabiri, yeni devletin yaşamış olduğu ilk siyasi krizin, halifenin seçimi sorunu
olduğunu belirtir. Çünkü Sahabe, böyle bir şeye hazır değildi. Bu sorunda temel nokta, Hz.
232 Tevbe 9/111-113 233 Tevbe 9/115-118 234 Tevbe 9/119-123 235 Tevbe 9/124-129; el-Cabiri, el-Akl, s. 124-127 236 el-Cabiri, el-Akl, s. 128
Peygamber’in vefatıdır. Bu vefat, Sahabe için beklenmedik bir olaydır. Bu noktada yaşanan
şok, ancak, birkaç gün sonra atlatılabilmiştir. Hatta Hz. Ömer’in başını çektiği bir grup, bu
vefatı kabullenememiştir. Ama bu durum, onların, gerçeklerle karşı karşıya gelmelerinin
gerekliliğini gösteriyordu. Buradan hareketle Cabiri’ye göre; bu vefat olayının yapmış olduğu
etkinin ve bunun sonucunda ortaya çıkan lider seçimi sorununun arka planına bakmak gerekir.
Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce, Şam ve Filistin dolaylarına gönderilmek üzere,
Usame b. Zeyd komutasında bir ordu hazırlamıştı. Usame gibi genç bir komutanın emrine,
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi ileri gelen sahabeleri de vermişti. Ordu, tam sefer için hareket
edecekken, Hz. Peygamber’in vefat haberi geldi. Bunun üzerine ordu, durum açıklığa
kavuşana kadar bekledi. Hz. Peygamber, kendisinden sonra Müslümanlara önderlik edecek
kimseyi belirlememişti. Bu da, Sahabenin, kendi önderini kendisinin seçmesi gerektiği
gerçeğine işaret ediyordu. Bu bakımdan Ensar, kendi arasından birisini seçmek için toplandı.
Bunu duyan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de bu toplantıya katılmışlardı. Bir çok münakaşa ve
çekişmeden sonra bu toplantı, Hz. Ebubekir’in seçilmesi ile bitmişti. Bu iş bittiğinde Hz. Ali,
Ben-i Haşim’in bir kısmı ve Mustazaf Sahabeler, Hz. Peygamber’in defne hazırlanmasıyla
uğraşıyorlardı.237
Bu, dahili durumun tablosudur. Bir de harici saikler vardır. Bunlar da Kureyş’in
sultasını kırmak isteyen kabilelerin faaliyetleridir. Veda Haccından sonra Hz. Peygamber’in
hastalığı duyulur duyulmaz, bu kabilelerden bazı kişiler, nübüvvet iddiasıyla ortaya çıktılar.
Yemen’de Esved el-Ansi,238 Yemame’de Müseylime el-Hanefi239 ve Esed kabilesinde
Tuleyha el-Esedi240 bunlardandır. İşte bu bağlamdan hareketle; dinden dönüş olayları hızla
yayılmakta ve bu dış tehlikeler, bir karabasan gibi Medine ve Mekke’nin üzerine
çökmekteydi.241
Cabiri, bu karmaşa ve tedirginlik ortamında, Hz. Ebubekir gibi bir insanın halife
seçilmesini yerinde bir tasarruf olarak görür. Zira o, ilk Müslüman erkek ve Hz. Peygamber’in
ilk danışmanıdır. Ayrıca siyaset bilgisi ve tecrübesi de onun, doğru bir seçim olduğunu
göstermektedir. Diğer taraftan güçler dengesinin sağlanması açısından, onun, Teym gibi
küçük bir kabileden olması totaliter bir anlayışla devletin yönetilmesi tehlikesini de
237 el-Cabiri, a.g.e., s. 129 238 bkz. Ebu Cafer et-Taberi, Tarihu’l-Ümem ve’l-Muluk, Daru’l-Kalem, Beyrut, C. 3, s. 264 v.d. 239 bkz. et-Taberi, a.g.e., C. 3, s. 244 v.d. 240 bkz. et-Taberi, a.g.e., C. 3, s. 227 v.d. 241 el-Cabiri, el-Akl, s. 130-131
engellemiştir. İşte elde olan bu veriler göstermektedir ki, o zamanın şartları açısından hilafete
en uygun kişi Hz. Ebubekir’dir. 242
Cabiri’ye göre; bu noktada konumuz açısından önemli olan, bu tarihi verilerin bizatihi
kendisi değildir. Daha ziyade öne çıkan durum, Hz. Ebubekir’in seçiminde ortaya çıkan
münakaşaların, nasıl okunduğudur. Yani; bu rivayetlerin tedvin edildiği Emevi ve Abbasi
dönemindeki insanlar, bunları nasıl okudular? Daha sonraki ve çağımızdaki insanlar, bu
rivayetleri nasıl okuyor, anlamlandırıyor ve yorumluyorlar? Daha açık bir ifadeyle; burada
önemli olan, bu rivayetlerden hareketle oluşturulan Arap-siyasi aklıdır. Yani bu durum, nasıl
teorik hale getirilmiş ve uygulanmıştır?243
Bu çerçeveden hareketle Cabiri, Ensar ve Muhacirler arasındaki hilafet tartışmasında
şu hususların dikkat çektiğini belirtir:
1. İlk halife seçimi ile ilgili rivayetler, ayrıntılı bir şekilde Abbasiler zamanında tedvin
edilmiştir. Bu bakımdan bu zamanda, Ensar ile Muhacirler arasındaki çekişme ve rekabeti
sürdürecek kimse kalmamıştır. Dolayısıyla bu bağlamdaki bütün rivayetler, bazı farklılıklar
olmasına rağmen, hemen hemen birbirini tamamlayıcı ve destekleyici niteliktedirler.
2. İmamet için; Muhacirlerden hiç biri, özellikle Ben-i Sakife’deki toplantıya katılan Hz.
Ebubekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde, Kureyşli olmayı dini bir şart olarak koşmamıştır. Fakat
Ehl-i Sünnet, özellikle Eş’ariler, bunu dini bir şart olarak öne sürmüşlerdir. Bu üç Muhacirin
imamet noktasındaki dayanakları, tamamen siyasi ortam ve menfaatlerdir. İmamların
Kureyşliliği244 formatındaki hadisler, çok sonraları tedavüle sürülmüştür. Bu, özellikle
Muaviye’yle birlikte başlar. Bu açıdan Buhari’nin rivayet ettiği hadisler, yine, imamet
noktasında rivayet ettiği diğer hadislerle çelişir. Mesela: “Başınıza Habeşli bir köle dahi geçse
onu dinleyin ve ona itaat edin.”245 Buradan hareketle, imamların Kureyşliliği formatındaki
hadisler, İslami ahlakla uyuşmaz.
242 el-Cabiri, a.g.e., s. 131 243 el-Cabiri, a.g.e., s. 132 244 Bu konuda bkz. Muhammed b. İsmail el-Buhari, Sahihu'l-Buhari, Çağrı yay., İstanbul, 1981, C. 8, s. 104-105; Ebu'l-Hüseyin Müslim, Sahih-u Müslim, Çağrı yay., İstanbul, 1981, C. 2, s. 1451; Ebu Muhammed Abdullah b. Abdirrahman ed-Darimi, Sünenu'd-Darimi, Çağrı yay. İstanbul, 1981, C. 2, s. 556-557 245 bkz. Buhari, Sahih, C. 8, s. 5 v.d.
3. Sahabe, bu sorunu tamamen siyasal bir çerçevede çözmüştür. Bu çerçevenin mantığı da
kabile mantığıdır. Dolayısıyla bu çözümlemede, ne akide ne de ganimet unsuru etkindir. Yani;
Sahabe, bu işi, o zamanın şartlarına bakarak kendi yorumlamasıyla çözümlemiştir.246
Cabiri; Ensarla Muhacirler arasında hilafet noktasında gelişen mücadelenin seyri
açısından, rivayetlerin bizi, Muhacirlerin kendi aralarındaki çekişmeye götürdüğünü belirtir.
Bu bağlamda Hz. Ali’nin konumu önemlidir. Hz. Peygamber ölüm döşeğindeyken, Abbas ile
Hz. Ali, durumu mütalaa ederler. Abbas’a göre Hz. Ali, Hz. Peygamber’in huzuruna
çıkmalıdır ve onun, bu konuya açıklık getirmesini istemelidir. Fakat Hz. Ali, böyle yaptığı
takdirde, bu işin ebediyen kendilerinden gideceğinden endişelenmektedir. Bu nedenle
amcasının bu görüşüne karşı çıkar.247 Abbas, Hz. Peygamber vefat edince bu konuyu tekrar
açar. Hz. Ali’ye, kendisine biat etmek istediğini söyler. Hz. Ali de ona, bu işi, başka birinin
isteyip istemediğini sorar. Bunun üzerine Abbas, bu konuda Hz. Peygamber’in bir
tavsiyesinin olup olmadığını, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e sorar. Onlar da Hz. Peygamber’in
her hangi bir vasiyetinin olmadığını söylerler.248
Cabiri’ye göre, Hz. Ali’nin Hz. Ebubekir’e biat etmesi noktasındaki konumu açısından
rivayetler çelişir. Kimi rivayetler, onun biat etmek için acele ettiğini belirtir. Fakat çoğu
rivayet, onun, bu işin kendisine daha uygun olduğunu düşündüğünden, biat etmeyi
geciktirdiğini zikreder. Çünkü o, Hz. Peygamber’in hem amca oğlu hem de damadıdır. Ona
soyca en yakın kimsedir. Bilindiği üzere; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde, bu
yakınlık argümanını Ensar’a karşı kullanmıştılar. Hz. Ali de bu argümanı, onlara karşı
kullandı. Hatta bu işi, Ehl-i Beyt’ten zorla aldıklarını söyledi. Hz. Ömer, bu itiraza karşı sert
bir karşılık verdi. Hz. Ebubekir ise işi güzellikle çözmeye çalıştı. Ebu Ubeyde ise en mantıklı
karşılığı verdi. O, Hz. Ali’nin genç ve tecrübesiz olduğunu belirtti. Dolayısıyla bu işin, ehli
olan ve tecrübeleriyle tebarüz eden büyükleri Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e teslim edilmesi
gerektiği şeklinde tavsiyede bulundu. Fakat Hz. Ali, bu tavsiyelere karşı sert bir şekilde cevap
verdi.249
“Siyasette işler, sonuçlarına göredir.” Cabiri, Hz. Ebubekir’in seçimi ve sonraki
gelişmeleri bu ilkeye göre değerlendirir. Ona göre; Hz. Ebubekir, devletin yeniden kurulması
246 el-Cabiri, el-Akl, s. 135-137 247 bkz. İbn Sad, et-Tabakatu’l-Kubra, Matbaat-u Lücnet-i Neşri’s-Sekafeti’l-İslamiyye, Kahire, h. 1358, C. 4, s. 61-63 248 Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim İbn-i Kuteybe, Kitabu’l-İmame ve’s-Siyase, Matbaatu’n-Nil, Mısır, 1904, C. 1-2, s. 6; İbn Sad, et-Tabakat, C. 4, s. 63; Buhari, Sahih, C. 7, s. 136-137 v.d.; el-Cabiri, el-Akl, s. 137 249 el-Cabiri, a.g.e., s. 137-138
zorunluluğuyla karşı karşıya gelmiştir. O, siyasi tecrübesini konuşturarak bu zorluğun
üstesinden gelmiş ve bütün insanların tasvibini kazanan bir otorite olmuştur. Hz. Ebubekir
halife olduğunda devletin hakimiyet alanı, Medine, Mekke ve Taif’e sıkışmıştı. Bu durumda
o; mürtetlerle savaşmış, onlara boyun eğdirmiş ve Arabistan’ı tek bir bayrak altında
toplamıştır. Böylece devleti, fetihçi bir yapıya dönüştürmenin temellerini atmış, Bizans ve
İran’ın fethedilmesine başlamıştır. Fakat hilafeti, iki sene gibi kısa bir zaman sürdü. Yerine
Hz. Ömer’i tayin ederek vefat etti. Bu tasarrufu açısından halkı ikna etmek için hiçbir zorluk
yaşamadı.250
Cabiri, Hz. Ebubekir’in Hz. Ömer’i halefi tayin etmesine halkın itiraz etmemesini
şöyle açıklar: Bu durum, kendisinin halife seçildiği durumdan farklıdır. Çünkü devlet,
tamamen Kureyşlileşmiştir. Ensar, ebediyen sahneden çekilmiştir. Kureyş, ayrılık ve dinden
dönme isyanlarını bastırmış, Rum ve İran diyarlarını fethe başlamıştır. Bu fetihlerde
komutanlar, genellikle Ben-i Ümeyye ve Ben-i Mahzum’dandır. Onlar, Hz. Peygamber
döneminin sonlarından itibaren, devletin her kademesinde, ön plana çıkmışlardır. Ayrıca Hz.
Ebubekir’in halife seçilmesiyle birlikte, Hz. Ali ve Ben-i Haşim, saygın kişiler olarak bir
köşeye çekilmişlerdir. Bu verilere, Hz. Ömer’in oturmuş kişiliği ve insanların ondan
çekinmesi gerçeği de eklenirse durum, daha net bir şekilde anlaşılır. Diğer taraftan Cabiri, Hz.
Ebubekir’in Hz. Ömer’i halefi olarak tayin ederken onun, diktatörce davranmadığını söyler.
Sonuç olarak Hz. Ebubekir, Sahabeye danışarak Hz. Ömer’i halefi tayin eder ve insanlar da
bu kararı onaylar.251
Hz. Peygamber, halefi olacak devlet başkanını vasiyyet etmedi. Çünkü o, bir
peygamberdi ve şöyle diyordu: “Biz sadakadan başka miras bırakmayız.”252 Bu bağlamda,
kendisine kabile reisiymiş gibi davranılmasını daima reddetmiştir. Diğer yandan Cabiri, halife
seçiminde verasetin yerinin, Arap geleneklerinde olmadığından bahseder. Çünkü lider olacak
kişinin, bu makama layık olduğunu ispatlaması gerekir. Ayrıca bu geleneğe göre; lider
tasavvuru, “Savaş Emiri” modeline dayanır. Buna göre lider, halefini tayin edebilir. Nitekim
bu anlayış, kendisini Mute Savaşında göstermiştir. Hz. Ebubekir’in Hz. Ömer’i halife tayin
etmesi de bu bakış açısından değerlendirilebilir. Çünkü o, ölüm döşeğindeyken Müslümanlar,
Bizans’la savaş halindedir. O da bu çizilen tabloyu göz önünde bulundurarak insiyatifini
kullanmıştır. “O halde, Hz. Ebubekir’in halefini tayin etmesi, zamanın kamuoyu temsilcileri 250 el-Cabiri, a.g.e., s. 142 251 el-Cabiri, el-Akl, s. 142-143 252 İbn-i Kuteybe, el-İmame, C. 1-2, s. 23; Buhari, Sahih, C. 4, s. 210; Müslim, Sahih, C. 2, s. 1380; Ahmed b. Hanbel, Müsned, tah. Şuayb el-Arnaut ve arkadaşları, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 1999, C. 1, s. 188
olan, Sahabenin ileri gelenleriyle yapılan istişareden sonra gerçekleşmiştir. Bu da; onun,
zamanın şart ve maslahatlarını göz önünde bulundurarak yaptığı düşünsel bir eylemdir.”253
Cabiri, Hz. Osman’ın seçilişini ise şu şekilde açıklar: Hz. Ömer, suikasta uğrar ve
ölüm döşeğine düşer. Oğlunu halefi tayin etmesi yönündeki teklifleri reddeder. Bir ara Hz.
Ali’yi seçmeyi düşünür. Fakat, bunun sebebiyet vereceği olayların sorumluluğunu
yüklenmekten kaçınarak, bu düşüncesinden vazgeçer. O, kamuoyunu temsil eden altı kişilik
bir şura kurulu atar. Bu kurulun kendi içinden birini halife olarak seçmesini vasiyyet ederek
ölür.254
Sonuç olarak Cabiri, bu seçim sürecinin kabile düzleminde geçtiğini vurgular. Bir
tarafta Ben-i Haşim’in adayı Hz. Ali ve diğer tarafta Ben-i Ümeyye’nin adayı Hz. Osman. Bu
noktada, Abdurrahman b. Avf’ın yaptığı kamuoyu araştırmasındaki sayısal çoğunluk da etkin
sebeplerden biridir. Ben-i Ümeyye, Cahiliyyeden beri Ben-i Haşim’den daha büyük bir kitleyi
oluşturmuştur. Kadim müttefikleri Ben-i Mahzum da onlardan yana olunca Hz. Osman’ın
seçilmesi kaçınılmaz olmuştur. Ayrıca Cabiri, şu hususu da belirtir: Devlet, Medine’ye
hicretle birlikte kurulmuştu. Fakat bu kurulum, tam anlamıyla, Mekke’nin fethiyle birlikte
tamamlanmıştır. Bu noktadan sonra; eskiden Mekke’yi yöneten Ben-i Mahzum ve Ben-i
Ümeyye, Müslüman olarak eski itibarlarını korumuşlar ve ağırlıklı olarak idari görevlere
tekrar getirilmişlerdir. Böylece “Cahiliyyedeki eşraf, İslami dönemde de eşraf
olmuştur.”255 Dolayısıyla bu durum da Hz. Osman’ın halife seçilmesinde önemli bir
etkendir.256
Bu açıklamalardan sonra Cabiri, tekrar ridde savaşlarına döner ve bu savaşlara neden
olan yapıyı tahlil etmeye başlar. Muhammedi Davetin, devlet hüviyetini kazandığı Medine
sözleşmesine bakıldığında, bünyesinde, farklı kabileleri bir arada tutan bir sisteme dayandığı
görülür. Bu da Medine sözleşmesinin, federatif bir anayasa niteliğinde olduğunu
göstermektedir. Bu durum, Mekke’nin fethinden sonra, kabilelerin ardı ardına İslam’a
girdikleri süreçte de aynen devam etmektedir. Bu kabileler, Müslüman olduklarını ve
zekatlarını ödeyeceklerini bildirerek içişlerinde serbestiyet elde ediyorlardı. Hz. Peygamber’in
bu kabilelere atadığı görevliler de zekat toplamanın ve İslami öğretimin ötesine
253 el-Cabiri, el-Akl, s. 143-144 254 el-Cabiri, el-Akl, s. 144 255 Bu sözün hadis versiyonları için bkz. Buhari, Sahih, C. 4, s. 154 v.d.; Müslim, Sahih, C. 2, s. 1846-1847; Ebu Davud Süleyman b. el-Eşas es-Sicistani, Sünen-u Ebi Davud, Çağrı yay., İstanbul, 1981, C. 5, s. 36 v.d.; Ebu İsa Muhammed b. İsa et-Tirmizi, Sünenu't-Tirmizi, Çağrı yay., İstanbul, 1981, C. 4, s. 503 256 el-Cabiri, el-Akl, s. 148-150
geçemiyorlardı. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki; bu kabilelerin reisleri, bu taahhütleri
verdikten sonra yine aynı makamlarında kalıyorlardı. Çizilen bu tabloyu daha iyi
anlayabilmek için, Hz. Peygamber’in şu mektubuna bakmak yeterli olacaktır:
“Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın Resulü Muhammed’den el-Haris b. Ebi Şemr’e.
Hidayete tabi olan, Allah’a iman eden ve onu doğrulayana selam olsun. Seni, ortağı olmayan
tek bir Allah’a inanmaya çağırıyorum. Böyle yaparsan, iktidarın sana kalacaktır.”257 Buradan
hareketle Cabiri’ye göre, Hz. Peygamber’in son günlerindeki devlet; etkinliğini sağladığı
Arap Yarımadasında, federatif bir yapı arz ediyordu. Gerek İslam’a girip zekat ödeyen
kabileler ve gerekse de Gayr-i Müslim olarak kalıp cizye ödeyen kabileler, Hz. Peygamber’i,
İslam öncesi yapıdaki bir kabile reisi olarak görüyorlardı. Yani onu; nübüvvetle büyük bir
saltanata ulaşmış, büyük bir kabile olan Kureyş’in reisi olarak görüyorlardı. Dolayısıyla
onunla kurmuş oldukları ilişkileri de İslam öncesi siyasal gelenekler çerçevesinde
gerçekleşiyordu.258
İşte bu nedenle, Hz. Peygamber’in hastalık haberi yayılınca kıpırdanmalar başladı.
Küçük kabileler, haraç olarak telakki ettikleri zekattan kurtulmaya çalışıyorlardı. Büyük
kabileler ise, bunu açıktan yaparak, eski güç ve saltanatlarına döneceklerini söylüyorlardı. Bu
yönde faaliyetlere girişiyorlardı. Dolayısıyla bu, dinden dönme anlamına geliyordu. Bu
başkaldırı ve isyanların en tehlikelisi ise, nübüvvet iddiasıyla Kureyş iktidarını devirmek
isteyen kabilelerin faaliyetleriydi. Bu nedenle Kureyş ve müttefiki Sakif, bütün dinamikleriyle
devleti yeniden kurmak zorundaydılar. Bu iki kabile, Kays b. Mudar’a dayanır. Cabiri, bu
şekilde, Emevi iktidarının ilk zamanlarında da yoğunlaşacağı gibi, mücadelenin; “Kays-
Kelb”, “Mudar-Rebia” veya daha genel bir ifadeyle, “Adnan-Kahtan” çekişmesi şeklinde
gerçekleşeceğini söyler.259
Cabiri’ye göre, Arapların bu kez İslam’a sokulmaları, Kureyş ve amca oğullarının güç
kullanmasıyla olmuştur. Bu mücadelenin tarihi altyapısına da bir göz atmak gerekir.
Geçmişten o zamana kadar Araplar, kuzeyde Mudar, doğuda Rebia ve güneyde Kahtanlılar
tarafından yönetilirlerdi. Dolayısıyla bunlar arasında, geçmişten beri gelen bir iktidar
mücadelesi vardı. Bu mücadele, Mudar-Rebia ve Adnan-Kahtan şeklinde gerçekleşiyordu.
Burada esas olan anlayış; “düşmanımın düşmanı dostumdur” şeklinde olan anlayıştır. Nitekim
bu çerçevede Rebia, her ne kadar Adnan’dan gelse de Mudar dahili düşmanı olduğundan,
257 bkz. Muhammed Hamidullah, el-Vesaiku’s-Siyasiyye, çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi, s. 140 258 el-Cabiri, el-Akl, s. 150-151 259 el-Cabiri, a.g.e., s. 152
Kahtanlılarla ittifak kurmuştur. Buradan hareketle, Rebia ve Kahtanlılar, aynı safta yer
almışlardır. Bu durum, daha sonra, Hz. Ali ve Muaviye arasında cereyan eden mücadelede de
açıkça görülecektir. Bu güç çekişmesini, şu şekilde örneklendirmek, konuya açıklık
kazandıracaktır: Bu noktada en güzel örnek, Müseylime el-Kezzab’dır. O, Rebia’dandır.
Rebia’nın anlayışı; Mudar’ın peygamberi varsa bizim de olmalıdır. Rebia, Hz. Peygamber’in
gerçek peygamber olduğunu bildiği halde, kabile asabiyetinden dolayı, “Rebia’nın yalancısı,
Mudar’ın doğrusundan bize daha sevimlidir.”260 diyerek Müseylime’nin yanında yer
almıştır.261
Bu değerlendirmelerden hareketle Cabiri, şu sonucun ortaya çıktığını söyler: Ridde
Savaşları, bir anlamda, Kureyş ve diğer Araplar arasında meydana gelen savaşlardır. Hz.
Ebubekir, dinden dönen kabilelerin isyanlarını, çok sert bir şekilde bastırmıştır. Dolayısıyla
bu durum, Arapların Kureyş’e karşı kin beslemelerine sebebiyet vermiştir. Hz. Ebubekir, bu
isyanları bastırdıktan sonra, Irak ve Şam’ın fethedilmesi faaliyetlerine girişti. Bu noktada
komutayı Kureyşlilere veriyor ve mürtetleri, bu faaliyetlere dahil etmemeye itina
gösteriyordu. Çünkü onlara güvenmiyordu. Fakat bu tasarruf, Araplar arasında hoşnutsuzluk
yaratmaya başladı. Çünkü bir kabile, diğerlerinin önlerine geçiriliyordu. Bu durumun,
tehlikeli bir gidişe gebe olduğunu sezen Hz. Ömer, hilafete geldiğinde, eşit bir şekilde
davranmaya karar verir. Bu noktada her kesimden insanı, bu fetih hareketlerine dahil eder ve
İran’ın fethine temel hazırlar.262
B. 2. Ganimet
Cabiri, bu konuyu; siyasi literatürdeki “hükümranlık orduyla, ordu da malla olur”
ilkesinden hareketle ele alır. Bu ilke, bir devletin kurulması ve devamı için şarttır. Bu açıdan
Muhammedi Davete bakılırsa o, devlet hüviyetini kazanmıştır. Bu süreç, Medine’ye hicretle
başlamış, Muhacirler ve Ensar ordu olmuş ve bu ordunun devamlılığını sağlayan ganimetler
alınmıştır. Daha sonra kurulan bu yeni devletin çerçevesi genişlemiş ve tüm Arabistan’a
hükümran olunmuştur. Bu bağlamda Arap kabileleri, bu devlete boyun eğdiklerini göstermek
için heyetler yollamışlardır. Hz. Peygamber de bunların dönüşlerinde, onlarla birlikte, İslam’ı
öğreten bir muallim, bir zekat memuru ve bir de sorunlarını çözmeleri için bir kadı
göndermiştir. Şimdi bu noktada zekat önemlidir. Çünkü zekat, devletin finansman kaynağıdır.
260 et-Taberi, Tarih, C. 2, s. 246 261 et-Taberi, a.g.e., C. 2, s. 246 v.d.; el-Cabiri, el-Akl, s. 152-154 262 el-Cabiri, a.g.e., s. 154-156
Bu çerçeveden hareketle Cabiri, kabilelerin Müslümanlıklarını, siyasi hüviyette bir
Müslümanlık olarak değerlendirir. Çünkü onlar, Hz. Peygamber’in otoritesini kabul
etmişlerdir. Bu bakımdan zekatı da eski Arap geleneklerine göre, galip kabilenin mağlup
kabileden aldığı “İtavet” olarak görüyorlardı. Çünkü itavet263, galip kabilenin hakimiyetinin
simgesiydi. Dolayısıyla Hz. Peygamber’i, galip bir kabilenin reisi olarak görüyorlardı. Ayrıca
bu duruma; çölde özgürlüğüne düşkün, başına buyruk ve kendisinin efendisi yine kendisi olan
Arabın tabiatı da eklenecek olursa, zekatın önemi bir kat daha artmaktadır. Yani, zekatın bu
ortamda oynamış olduğu rol daha da açık bir şekilde anlaşılır.264
İşte Cabiri’ye göre, Hz. Peygamber’in ölüm haberinin yayılmasıyla ortaya çıkan
dinden dönme olayları, bu çerçeveden hareketle değerlendirilmelidir. Buradan hareketle
büyük kabileler, davet devletine karşı açıktan isyan ediyor hatta, otoriteyi ele geçirmek için
Muhammedi Daveti taklit ederek nübüvvet iddiasında bulunuyorlardı. Diğer taraftan küçük
kabileler ise bu derecede etkin bir şekilde başkaldıramıyorlardı. Zekatı, Hz. Peygamberle olan
bir bağ olarak görüyorlardı. Bu nedenle zekatı, Hz. Ebubekir’e ödemekten kaçınmaya
çalışıyorlardı. Bu açıdan Medine’ye gelip, art niyetlerini gizleyerek, namazı benimsemek
karşılığında zekattan muaf tutulmayı talep ediyorlardı. Bazı Sahabeler, Medine’de yaşanan
kaos duruluncaya kadar bu isteklerin, Hz. Ebubekir tarafından kabul edilmesi gerektiği
noktasında tavsiyede bulunuyorlardı. Fakat o, bu tür tavsiyeleri kesin bir dille reddediyordu.
Çünkü o, zekattan vazgeçmenin, egemenlikten vazgeçme anlamına geldiğini çok iyi biliyordu.
Buna binaen Hz. Ebubekir, hassas güçler dengesine dayanan kabile yapısını yakından
tanıyordu. Bu bakımdan Hz. Peygamber’in hazırlamış olduğu Usame Ordusunu, dinden dönen
kabilelerin üzerine yolladı. Diğer yandan, zekattan muaf olma bahanesiyle, Medine’ye nabız
yoklamaya gelen kabilelerin ani saldırılarını önlemek için de gerekli tedbirleri aldı. Bu strateji
ile hareket ederek yeni devleti yok olmaktan kurtardı. Fakat bu iş, kolay olmadı. Dinden
dönen kabilelerin saldırıları, ani ve çok etkili oluyordu. Onların ilk hedefleri, zekat
memurlarıydı. Ancak Hz. Ebubekir, her şeye rağmen, bu isyankarlara çok sert bir şekilde
boyun eğdirdi. Aynı zamanda bir çok ganimet ve esir aldı. Devletin otoritesini, Arap
yarımadasında tekrar kurarak onu güçlendirdi ve devlete itibarını, tekrar kazandırdı.265
Bilindiği gibi bir zafer, diğer bir zaferi tetikler. Halid b. Velid, Müseylime isyanını
bastırıp Yemame’ye tekrar boyun eğdirince, Hz. Ebubekir’den ona bir mektup gelir. Bu
263 Haraç. Bu kelimenin anlamı için bkz. İbn Manzur, Lisan, C. 6, s. 221. 264 el-Cabiri, el-Akl, s. 165-166 265 el-Cabiri, el-Akl, s. 166-167
mektupta, Irak’ın fethine başlaması istenir. Şeyban kabilesinin reisi Müsenna b. Harise, bu
durumu Irak’tan Medine’ye geldiğinde öğrenir ve Hz. Ebubekir’den, İranlılarla savaşmak için
izin ister. Gerekli izin verilir. Bu olayı duyan komşu kabile Ben-i Acel’in reisi Mez’ur b. Adiy
de bu yönde talepte bulunur. Şimdi Cabiri, burada yaşanan rekabetin açıkça ganimet için
olduğunu söyler. Bu nedenle Hz. Ebubekir, Halid’i, bu iki kabilenin genel komutanlığına atar.
Çünkü bu rekabet ortamında, dengenin sağlanması ve bir uyumun oluşturulması
gerekmektedir. Halid de bu rekabetin farkındadır ve bundan nasıl faydalanacağını çok iyi
bilmektedir.266
Halid ve Müsenna, Irak’ta üst üste fetihleri gerçekleştirirken Hz. Ebubekir, Hicaz ve
Necid’deki bütün Arapları cihada çağırıyordu. Onlara Bizans’ın ganimetlerini vaat ediyordu.
Bu açıdan, büyük bir seferberlik başlatmış ve ordular kurmuştu. Bu orduların ilk başkomutanı
Yezid b. Ebi Süfyan’dır. Bunlar, Suriye’ye gönderildi. Ardından bu ordular, Filistin ve
Mısır’a oradan da çok kısa bir zaman sonrasında, Kuzey Afrika ve Endülüs’e gidecekti. Bu
noktada Hz. Ebubekir, bunları, Halid’le desteklemek zorunda kaldı. Bu tasarruf, Irak’ta
Müsenna’nın yalnız kalması demekti. Bunun için, Hz. Ebubekir’den yardım istedi. Fakat
yardım gecikti. Bunun üzerine Müsenna, bizzat Medine’ye geldi. Yapılan seferberliği gördü.
Fakat bunun, Bizans’a karşı olduğunu anladı. Bu durumda bir çıkış yolu aradı. Bu bağlamda
Hz. Ebubekir’e, dinden dönüp sonradan pişman olanlardan yardım güçleri oluşturmayı teklif
etti. Fakat Hz. Ebubekir, bu teklifi reddetti. Çünkü dinden dönme cürümünü işlemiş bu
insanlara güvenmiyordu. Dolayısıyla güvendiği ve dinden dönmeyen kabileleri bu fetihlerde
kullanıyordu.267
Müsenna, daha Medine’den ayrılmadan, Hz. Ebubekir vefat etti ve akabinde Hz. Ömer
halife oldu. Hem Hz. Ömer hem de Müsenna, teşvik edici konuşmalar yaparak Irak’a
gitmekten korkanları cesaretlendirmeye çalıştılar. Bunun üzerine Ebu Ubeyd b. Mesud es-
Sekafi başta olmak üzere Medine çevresinden 1000 kişi, İran’a gitmeye gönüllü oldu ve
Müsenna’yla birlikte yola çıktı. Hz. Ömer, Müsenna’nın teklifine uygun bularak riddetten
pişman olanları orduya aldı. Onlar da koşa koşa geldiler. Hz. Ömer, bir kısmını Suriye’ye bir
kısmını da Irak’a gönderdi. Daha sonra, Büceyle kabilesinin lideri Cerir b. Abdullah,
kabilesiyle birlikte fetih hareketlerine katılmak istedi. Hz. Ömer, onun bu teklifini kabul etti.
Cerir, Suriye’ye gitmek istiyordu. Fakat Hz. Ömer onu Irak’a yönlendirdi. Tabi böyle bir
tasarrufta bulunurken bazı ödünler verdi. Ganimetin 5/4’ünün haricindeki humusu da onlara 266 el-Cabiri, a.g.e., s. 167 267 el-Cabiri, el-Akl, s. 168
verdi. Bu noktada Cabiri, bu kabilenin üzerinde önemle durur. Çünkü bu kabilenin oynadığı
rol, iki önemli sonuç doğuracaktır. Birinci sonuç siyasidir. Bu kabile, Kadisiyye Savaşındaki
ordunun 4/1’ini oluşturuyordu. Bu kabile, Kufe’ye yerleştirilmişti ve sonraki Hz. Ali-Muaviye
çekişmesinde etkin bir şekilde rol alacaktır. İkinci sonuç ekonomiktir. Hz. Ömer’in vermiş
olduğu bu ve benzeri ödünler, servetin, belli bir azınlığın elinde toplanmasına neden
oluyordu.268
Bu fetih hareketleri konusunda, Cabiri, şu tespiti yapar: Fetihlerin, kısa bir zaman
sürecinde geniş bir coğrafyaya yayılması noktasında görüş belirten bir çok tarihçinin
kanaatleri, tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Bu tarihçilere göre bu yayılmanın temel
nedeni, Müslümanların İla-yı Kelimetullah aşkıdır. Halbuki; Bizans ve Sasani
İmparatorluklarının içinde bulundukları durum bir yana, bu noktada iki önemli etken ön plana
çıkmaktadır:
1. Şehitlik durumunda cenneti kazanmak.
2. Gazilik durumunda ganimet kazanmak.
Bu bakımdan, bu aşkın duyulmasını, ordunun tamamı için söylemek mümkün değildir. Bu
ancak, ilk Müslümanlar ve onların samimi takipçileri açısından söylenebilir. Çünkü ordunun
çoğunluğunu, münafıklar ve yeni Müslüman olan bedeviler oluşturmaktadır. Dolayısıyla
bunları, bu fetihlere katılmaya iten temel etken ganimettir. Nitekim bu durum, Hz. Peygamber
zamanında ortaya çıkmaya başlamıştı.269
Ganimetin öneminin artışı açısından tarihsel sürece bakılacak olursa bu noktada Hz.
Ömer döneminin ayrı bir önemi vardır. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi; bu kez askere
alınanlar, dinden dönen ve sonradan zorla boyun eğdirilen kimselerdir. Dolayısıyla bu
kişilerin kalplerine imanın yerleştirilmesine yeteri kadar vakit bulunamamıştı. İkincisi de; bu
seferki ganimetin Arapların alışık oldukları sıradan ganimetlerden farklı oluşuydu. Çünkü
burada söz konusu olan büyük ve köklü devletlerin hazineleriydi. Ayrıca bu gelişmelerin
önemli ve başka bir sonucu daha vardı. O da; savaşa giden askerlerin, mal-mülk ve ailelerini
de gittikleri yere götürmeleriydi. Ya Kufe ve Basra gibi kurulan ordugah şehirlere yada eski
yerleşimlerin yakınına yerleşiyorlar ve ora halkıyla kaynaşıyorlardı. Bu durumu Cabiri, İbn
268 el-Cabiri, a.g.e., s. 168-169 269 el-Cabiri, el-Akl, s. 169
Haldun’un deyimiyle Arabın ‘‘sert bedevilikten medeniyetin inceliğine’’ geçişi olarak
nitelendirir.270
Gerçekten ganimetin oranları çok fazla artmıştı. Bu çok önemli bir etkendi. Bu
ganimetten, sadece katılımcı askerler değil, devletin merkezi Medine’de çok iyi
nasipleniyordu. Kur’an’ın belirttiğine göre kamunun hakkı 5/1’dir.271 Bunun yorumu
halifeden halifeye değişebiliyordu. Bu yorum farklılıklarına rağmen İran, Irak, Şam ve
Afrika’dan gelen humuslar hiç de azımsanacak cinsten değildir. Mesela; Kadisiye savaşına
katılanların sayısı; bir yoruma göre otuz bin, diğer bir yoruma göre sekiz bindir. Bu savaş
sonunda piyadenin hesabına yedi yüz bin, atlının hesabına bir milyon dört yüz bin dirhem
düşmüştür. Diğer taraftan bu savaşlara Medine’den de bir çok sahabenin katıldığı düşünülürse
ganimetin önemi çok iyi anlaşılır.272
Cabiri, ganimetin miktarının önemine vurgu yaptığı gibi onun, toplumsal hayatta
meydana getirdiği değişikliklere de özellikle dikkatleri çeker. Şöyle ki; Hz. Peygamber ve Hz.
Ebubekir zamanında kazanılan ganimetler oldukça mütevazi idi. Hz. Ebubekir, ganimetleri
“Beytülmal” denilen devlet kasasında bırakmaz ve hemen hepsini dağıtırdı. Bu dağıtımda
hiçbir ayrım gözetmez ve eşit bir şekilde davranırdı. Bu açıdan Hz. Ebubekir ’in bu konudaki
siyasetine bakıldığında şu görülür: Onun, dinden dönen ve sonradan zorla baş eğdirilen
kesimleri askere almadığı göz önüne alınırsa, o zamanki Medine’de, gerekli olanakları olan
hemen herkes fetihlere katılıyordu. Medine’de kalanlar ise; yaşlılar, danışman niteliğindeki
devlet adamları ve kabilesi olmayan yoksullardı. Daha henüz büyük fetihlerin gelirleri
gelmeye başlamamıştı. Bir de buna Hz. Ebubekir ’in kısa süreli hilafeti eklenirse, insanların
ekonomik durumlarında olağanüstü artışlar olmamıştı. Dolayısıyla büyük artışlardan
mütevellit çatışmalar tam anlamıyla daha ortaya çıkmamıştı.273
Hz. Ömer’in hilafetiyle birlikte, büyük fetihler nedeniyle, ganimetlerde büyük bir
patlama gerçekleşti. Bu, o zamanki insanların havsalalarının alamayacağı kadar büyük bir
miktardaydı. Mesela; Bahreyn memuru Ebu Hureyre beş yüz bin dirhem getirince Hz. Ömer
çok şaşırmıştır. Diğer yandan, Cabiri, şu örnekleri vererek konunun anlaşılmasını daha da
pekiştirir: İranlıların başkenti Medain fethedildi. Bu fethe altmış bin asker katılmıştı. Burada
asker başına düşen pay, on iki bin dirhem idi. Buradan merkeze gönderilen humus, takriben
270 el-Cabiri, a.g.e., s. 169-170 271 bkz. Enfal 8/41 272 el-Cabiri, el-Akl, s. 170 273 el-Cabiri, a.g.e., s. 171-172
yüz seksen milyon idi. Dicle ve Fırat arasındaki Sevad topraklarının yıllık haracı, seksen
milyon dirhemi buluyordu. Kabil’in yıllık haracı ise, yüz yirmi milyon dirheme ulaşıyordu.
Diğer taraftan Amr b. el-As’ın, Mısır’ın fethinde topladığı ganimet, yüz kırk milyon dinardan
fazla idi. Bu açıdan bakıldığında, Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir zamanında toplanan
ganimetin miktarı ile Hz. Ömer zamanında toplanan miktar arasında dağlar kadar fark vardır.
Dolayısıyla bu fark, devletin yapısını ve insanların zihniyetlerini kökten değiştirebilecek
boyuttadır. Diğer yandan bu meblağlar, Bizans ve Sasani gibi büyük devletler için mütevazi
rakamlar olabilir. Fakat bunlar, Muhammedi Davetin devleti için çok yüksek meblağlardır.274
Cabiri, Hz. Ebubekir zamanındaki ganimetlerin, ancak insanların yaşam standardını
sağlayacak miktarda olduğunu tekrar belirterek, Hz. Ömer zamanındaki değişimin nedenlerini
açıklamaya girişir. Çünkü gelen ganimetler, yaşam standardının karşılanmasını sağlayacak
seviyeden çok çok yüksektedir. Dolayısıyla bu durum, dağıtımda değişimi ve bazı öncelikleri
getirecektir. Burada söz konusu ganimet olunca, devreye, toplumun diğer belirleyici ilkeleri
olan kabile ve akide girecektir. Hz. Ömer de buna göre hareket etmiştir. Dağıtımda, Hz.
Peygamber’e olan yakınlığı ve İslam’a girişteki zamanlamayı esas almıştır.275
Bu çerçeveden hareketle Cabiri, şu tespitlerde bulunur. Hz. Ömer, sorunu çözümlemek
ve bir sistem oluşturmak için “Divanu’l-Ata” denilen maaş veya gelir dağıtım müessesesini
kurdu. Bu divanın esin kaynağı ister Bizans ister İran olsun fark etmez. Burada önemli olan;
Hz. Ömer’in bu sistemi şekli olarak aldığıdır. Bu divanın içeriğini, kendi düşünce yapısına
göre kurgulamıştır. Şimdi bu bağlamda; ilk olarak, iktidara geliş sırası esas alınarak
düzenleme yapıldı. Buna göre; 1. Hz. Peygamber’in aşireti Ben-i Haşim. 2. Hz. Ebubekir’in
kabilesi Ben-i Teym. 3. Hz. Ömer’in kabilesi Ben-i Mahzum. Sıralama bu şekilde gidiyordu.
Fakat bu sıralamanın, nereye ve nasıl varacağı noktasında temel bir ölçüt yoktu. Bu
olumsuzluktan kurtulmak için, sıralamada ‘Hz. Peygamber’e neseben en yakın olandan en
uzak olana’ formatı denendi. Ancak bu da sorunlar doğuruyordu. Ortaya bir adaletsizlik
çıkıyordu. Mesela; Ebu Süfyan, Hz. Peygamber’e neseben daha yakın olduğu için Hz.
Ömer’den daha fazla paya sahip oluyordu. Bu esasın da ortaya çıkardığı adaletsizliği önlemek
için ‘İslam’a giriş zamanlaması’ temel alındı. Aynı zamanda burada, Hz. Peygamber’e olan
yakınlık da göz önünde bulunduruluyordu. Bu, toplum açısından daha kabul edilebilir bir
şeydi. Ayrıca şu hususa da vurgu yapmadan geçmek doğru olmaz: Hz. Ömer’in bu divan
açısından yapmış olduğu tasarrufları, gelecek nesiller bakımından çok önemliydi. Yani; 274 el-Cabiri, el-Akl, s. 172-173 275 el-Cabiri, a.g.e., s. 173-174
insanların iktisadi açıdan bir sıralamaya tabi tutulması tasarrufu… Çünkü Hz. Ömer, “Arap-
İslami ekonomik aklının” başvuru kaynağıydı.276
Hz. Ömer’in haraç alanındaki düzenlemelerine de bakmak gerekir. Irak, Suriye ve
Mısır gibi köklü medeniyetlerin toprakları, savaş sonucu ele geçirilmişti ve bunlar, ganimet
olarak görülüyordu. Ancak buraları ele geçiren bedevi Araplar, ziraattan anlamıyorlardı.
Dolayısıyla buraların onlara dağıtılması demek, bu toprakların verimliliğinin ölmesi demekti.
Çünkü buralar, ziraat kültürünün geliştiği köklü medeniyetlerin topraklarıydı. Bu durum
karşısında Hz. Ömer’in valileri, ne yapılması gerektiği noktasında, ondan bilgi istediler. Hz.
Ömer, bu konuyu danışmanlarıyla görüştü ve şu sonuca vardı: Bu toprakların mülkiyetinin
devlete, yani kamuya ait olması kaydı şartıyla, işletilmesi hakkı eski sahiplerine verilecek.
Üretimleri neticesinde elde ettikleri kazanımlarından haraç alınacak. İşte bu karar, aynı
zamanda alınan ganimetin sürekliliği anlamına geliyordu. Buna binaen Cabiri, bu
düzenlemenin çağdaş kavramsal nitelendirmesinin “rant ekonomisi” olduğunu söyler.277
Bu çerçeveden hareketle Cabiri, şu sonuçlara ulaşır: Evet, Hz. Ömer’in bu
düzenlemesinde insanlar tam anlamıyla eşit değildir. Hz. Peygamber’e yakın ve Sabıkun’dan
olmak, servetin tekelleşmesine ve belirli bir kesimin elinde toplanmasında neden oldu. Tabii
ki bu durum, Hz. Ömer’i düşündürmeye başlar ve yapmış olduğu hatadan dolayı ömrünün
sonlarına doğru rahatsızlık duyar. İnsanların bir kısmını bir kısmına üstün kılarak yapmış
olduğu bu sınıflamanın yanlış olduğunu düşünerek bunu kaldırmak ve maaşları eşitlemek
istemiştir. Fakat ömrü vefa etmemiştir. Yine de her şeye rağmen, ölümünden önce bu noktada
bazı koruyucu tedbirler almıştır. Sahabenin, özellikle de Muhacirlerin, çok gerekli haller
dışında Medine’den çıkışını yasaklamıştır. Eğer valilerinin malları, görevlerinden önceki
durumlarına nazaran, aşırı derecede artmışsa o malların yarısına el koymuştur. Yine
valilerine; kayıt dışı mal edinmelerini ve ev yapımında aşırı gitmelerini yasaklamıştır. Fethe
çıkan komutanlarına, toprak edinmeyi ve çitçilik yapmayı yasaklamıştır ki her zaman savaşa
hazır olabilsinler. Fakat bu tedbirler sorunu çözmemiştir. Çünkü bunlar şeklidir. Bu tedbirler;
insanları fazilet esasına göre sıralayıp, ganimet ve haraç taksimatını ona göre yapma
sorunsalının temeline dokunacak türden tedbirler değildir. Bunlar, lüks hayat sahiplerini
sadece baskı altında tuttu. Bu noktada Hz. Ömer, Kureyş’i usandırmış olarak vefat etti. Hatta
bu açıdan onu öldüren hançerin arkasında, Kureyş’in olduğu düşünülebilir. Nitekim Kureyş,
276 el-Cabiri, el-Akl, s. 174-177 277 el-Cabiri, a.g.e., s. 177-179
bu baskıyı hissetmemek için Hz. Osman’ı Hz. Ali’ye tercih etmiştir. Yani bu usanmışlık hali,
kendisini siyasi olarak demokratik bir yolla ifade etmiştir.278
Hz. Osman zengin bir adamdı ve zenginliğin ne demek olduğunu biliyordu. Yani,
sonradan görmüş biri değildi. Aynı zamanda eli bol bir insandı. Muhammedi Davetin
başlangıcından beri, Allah yolunda harcama yapmayı seven bir insandı. O hilafete gelince,
lüks hayatın görünümleri çokça artmaya başladı. Lüks hayatın getirmiş olduğu kötülükler
arttı. Mesela içki alımları başladı.279 Bu lüks hayatta yaşanan patlamanın sebebi, merkeze
akan haraç gelirlerinin çoğalmasıydı. Belli bir zamandan sonra fetihler durmuşsa da fethedilen
topraklardan gelen haraçlar çok çok iyiydi. Mesela, Mısır’ın yıllık tahsilatı yüz on iki milyon
dinardı. Denildiği gibi Hz.Osman zengin olduğu için mala değer vermeyen bir insandı ve
kendi malından insanlara bol bol dağıtırdı. İşte böyle bir insan yönetime gelince
Beytülmal’den de kendi malı gibi dağıtmaya başladı. Şeri durumunun vermiş olduğu yetki ve
imam olması da onun bu davranışını koruyan bir set haline gelmişti. Hz. Osman, bu
dağıtımında özellikle yakın akrabalarına daha çok öncelik veriyordu. Mesela, bir keresinde
İbn Ebi Serh’e yüz bin dinar vermişti. Ayrıca akrabalarına bu maldan verirken haksızca
veriyordu. Bunu eleştiren Sahabe’ye çıkışıyor, hatta bunların aldıkları maşları kesiyordu.
Mesela, Abdullah b. Mesud bunlardandır. Hz. Osman’ın bu noktada kendisini eleştirenlere
verdiği şu cevap gerçekten çok ilginçtir: “Tercihimde istediğim gibi davranamayacaksam
niçin imam oldum!” Diğer taraftan Hz. Ömer, servetin tekelleşmesini ve adaletsiz gelir
dağıtımını önlemek için Sahabelerin, özellikle zenginlerinin Medine’den çıkışlarını
yasaklamıştır. Aynı zamanda askerlerin, ticaret v.b. işleri yapmalarını da yasaklamıştır. İşte
Hz. Osman bu yasakları kaldırarak fitili ateşledi.280
Cabiri’ye göre; ganimet kavramı açısından iktisadi noktada yaşanan bu adaletsiz
durum, kabile kavramı çerçevesinde ortaya çıkan olumsuzluklarla birleşince Hz. Osman’ın
sonunu getirmiştir. Buradan hareketle Hz. Osman’a karşı oluşan isyan iki noktada
odaklanıyordu:
1. Merkezde Ben-i Ümeyye’ye karşı yükselen itiraz. Bunun sembolleri; Hz. Ali, Talha ve
Zübeyr’dir. Aslında Hz. Ömer halefini seçecek kurulu oluşturduğunda Hz. Osman’a karşı sert
muhalifler yaratmıştı. Hz. Ali’nin mütevazi yaşamı bir yana Talha ve Zübeyr’ in aralarında
278 el-Cabiri, el-Akl, s. 179-181 279 Burada şuna dikkat etmek lazım: Burada Cabiri zenginliği bizatihi eleştirmemektedir. Aksine O, zenginliğin doğru bir şekilde kullanılmamasını ve buna neden olan kimseleri eleştirmektedir. 280 el-Cabiri, el-Akl, s. 181-183
ekonomik bir çekişme vardı. Bu noktada Hz. Osman’da bu muhaliflerini susturacak güçlü bir
kişiliğe sahip olmadığından 5 yıl sürecek hastalıklı bir yapının oluşmasına neden olmuştur.
2. Ülke çapında Kureyş’e karşı oluşan isyan. Bilindiği gibi bu durum fitne olaylarının çıkışına
sebep olacaktır. Bu durum kabile gerçeği açısından açıklanmıştır. Bu gücü harekete geçirecek
temel etken ise ganimettir. Fakat bu, yaşanan iktisadi adaletsizlik ve servetin merkezde belli
bir kesimin elinde toplanmasından mütevellit bir durumdur. Buradan hareketle belli bir kesim
aşırı zengin olurken genişleyen halk kitlesinin fakirleşmesi, merkezi idareye karşı bir isyanın
patlamasına neden olmuştur. Sonunda bu türden isyancılar Medine’ye geldiler ve Hz.
Osman’ı öldürdüler. Hatta oluşum o kadar zirveye çıkmıştı ki Medine’deki zenginlerin
köleleri de bunlara katılmıştır. Böyle karışık bir ortamda biat edilen Hz. Ali, bunlar karşısında
çaresiz kalmıştır. Bu noktada içlerinde Talha ve Zübeyr’in de bulunduğu bir kesim Sahabe
topluluğu, Hz. Ali’den Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmasını istemişti. Fakat Hz. Ali, bu
gelen isyancı bedevilerin ve onlara katılan Medineli zenginlerin kölelerinin, artık gücü elinde
bulundurduklarını görüyordu ve bunu Sahabeye izah etmeye çalışıyordu.281
Bu değerlendirmelerden hareketle Cabiri, sorunun özüne inerek bu çatışmanın, çağdaş
anlamda bir sınıf çatışması olmadığını söyler. Çünkü, sömüren ve sömürülen sınıflar gerçeği
ortada yoktu. Burada meydana gelen fakirlik, tamamen ganimet ve haraç gelirlerinin adaletsiz
dağıtılmasından kaynaklanıyordu. Ayrıca sömürülen sınıf, yarım asır sonra Emevi iktidarında,
Mevali olarak ortaya çıkacaktı. Fakat bu isyancı fakirlerin liderleri, kendileri gibi fakir
insanlar değillerdi. Bunlar, siyasi emelleri olan Talha ve Zübeyr gibi zengin liderlerdi. Bu
liderler, bu başkaldırıyı, kendi amaçları doğrultusunda kullanıyorlardı. Yani; kendi gelirleri de
kesilmeye başlamış ve bu gelir adaletsizliğine karşı oluşan isyanla ortak bir noktada
buluşmuşlardı. Bu bakımdan, etrafı sarılmış ve çaresiz pek bir şey yapamayan Hz. Ali’nin
kendi sularına gitmeyeceğini gördüklerinde ondan ayrılmışlardır. Akabinde çıkarlarını
korumak için Hz. Osman’ın kanını istemeyi kisve edinerek ona karşı çıkmışlardır. Diğer
yandan fakir isyancılar da sorunun kökenine inmiyorlardı. Onların amacı sadece, hemen
zengin olmaktı. Buna engel olarak Hz. Osman ve Ben-i Ümeyye’ yi görüyorlardı. Bu yüzden
onları saf dışı edebilmek için muhalif kanat olan Hz. Ali, Talha ve Zübeyr’in etrafında
toplanıyorlardı. Buna neden olan diğer bir etken de; ilk yedi seneden sonra, Sahabenin
Medine dışına çıkma yasağının kaldırılmasıydı. Mesela; Talha Basra’da, Zübeyr Kufe’de
mülkler edinmişler ve oradaki muhalefetin önderi olmuşlardır. Fakat bu önderlere bağlı
281 el-Cabiri, a.g.e., s. 187-188
olanlar, değinildiği gibi, onların zenginliklerine bağlıdırlar. Bu konuyu açıklamak için şu
örnek yeterlidir: Basra’dan gelen isyancılar, Talha’nın evinin etrafında toplanmışlar, Hz.
Osman’ı ona şikayet etmişler ve onun halife olmasını istemişlerdir. Hz. Osman bunu Hz. Ali
’ye şikayet eder. Hz . Ali gider ve Beytülmal’de olanları onlara dağıtır. Bunun üzerine
isyancılar, dağılıp giderler ve Hz. Osman, Hz. Ali’ye teşekkür eder. Bu konu bağlamında
kaynaklar, Talha ve Zübeyr’in, isyancıları Hz. Osman’a karşı yönlendirdiklerini rivayet
ederler. Hatta isyancıları Medine’ye getiren mektubun ardında onların oldukları vurgulanır.
Diğer yandan Hz.Ali’nin bu husus açısından konumu farklıdır. Onun durumu, belirsiz bir yapı
arz eder. Harici kaynaklar, onun Hz. Osman’a karşı insanları kışkırttığından bahsederler.
Fakat Sünni ve Şii kaynaklar, böyle bir suçlamayı hiçbir zaman yapmazlar. Onu, Hz. Osman
ve isyancılar arasında bir arabulucu, yeri geldiğinde Hz. Osman’ın bir sığınağı olarak takdim
ederler. Bu noktada onun durumunu en güzel şu atasözü ortaya koyar: “Ne emrettim ne de
beğenmezlik ettim.”282
İşte bu durum, Cabiri’ye göre, taraflar arasındaki ayrılığın belirgin hatlarıydı. Bilindiği
gibi Hz. Ali; bedevilerin, köylülerin ve zayıfların sembolüydü. Mekke ve Medine
dönemlerinde O, aynı onlar gibi yaşamıştı. Elde ettiği gelirleri fakirlere dağıtırdı. O, hilafet
görevini üstlenir üstlenmez bu çerçevede hareket etti. O, ilk olarak, adaletsiz gelir dağıtımıyla
eleştirdiği Hz. Osman’ın valilerini görevden aldı. Hz. Osman’ın yakınlarına yaptığı ihsanlara
el koydu ve Beytülmal’e geri döndürdü. Beytülmal’de olanları halka dağıtıyor, Arapların ve
Kureyş’in ileri gelenlerini gözetmiyordu. O bir anlamda haksız dağıtıma son veriyordu. “Bu,
devrimin mantığıydı”. Fakat, gerek isyancı ve gerek de isyancı olmayan yandaşları, onun bu
mantığının getirdiği neticeleri taşımaya hazır değildiler. İbn Abbas başta olmak üzere bazı
adamları, ona, yaptığı bu işlerde dikkatli olmasını söylüyorlardı. Muaviye ve Muğire gibi
valileri, en azından güç tamamen eline geçene kadar, görevden almaması tavsiye ediliyordu.
Diğer yandan Kureyş’in ve Arapların eşrafını da, iktidarının sağlamlaşması için, gözetmesi
telkin ediliyordu. Fakat Hz. Ali, bu nasihatleri dinlemiyordu. Diğer yandan Cemel’de galip
geldiğinde, karşı tarafın mallarının yağmalanmasını engellemişti. Onun tarafında savaşan
bazıları, bunları, ganimet olarak almaları gerektiğini söyleyince, O, Tevhid ehlinin malının
ganimet olmadığını söyledi. Bu yöndeki itirazları bastırıyordu. Bu da ona olan desteği
azaltıyordu.283
282 el-Cabiri, el-Akl, 189-192 283 el-Cabiri, el-Akl, s. 192-193
Hz. Ali’nin zenginlere karşı almış olduğu bu tutum, onları bir araya getirdi. Hz. Ali’ye
karşı savaş açan Talha ve Zübeyr’in ordusunu, Yala b. Müyeyne gibi Hz. Osman’ın valileri ve
Kureyş’in, yani, Ben-i Ümeyye’nin zenginleri de finanse ediyordu. Fakat ortak çıkara
dayanan bu işbirliği fazla sürmedi. Çünkü Talha ve Zübeyr, kendilerini halife olarak görmek
istiyorlardı. Diğer yandan Ben-i Ümeyye, Hz. Osman’ın oğlunu halife yapmak istiyordu.
Sonuç olarak bu ittifak, Cemel Savaşının akabinde bitti. Talha, kendi saflarında savaşan
Mervan b. Hakem tarafından öldürüldü. Zübeyr ise, Hz. Ali tarafında yer alan bir isyancı
tarafından öldürüldü. Böylece Hz. Ali, Cemel Savaşını destekleyen zenginleri alt etmişti.
Fakat, kabile kavramının içeriğini iyi kullanan dahi Muaviye’yi alt edememişti. Her şeyden
evvel Hz. Ali, Hz. Osman’a karşı akide namına muhalifti. Hz. Ali, kabile ruhunu ve ganimetin
cazibesini törpüleyerek akideyi ön plana çıkarmak ve bunu, insanların gönüllerine
yerleştirmek istiyordu. Yani; “bu, siyasette siyaset dışı bir uygulama ortaya koymaktı.” Fakat
insanların gözünü mal hırsı bürümüş ve kabile asabiyeti, zihinlerindeki hakimiyetini etkili bir
şekilde sürdürmüştü. Dolayısıyla bu çerçeveden hareket eden insanların, onun etrafından
dağılıp gitmeleri kaçınılmazdı. Nitekim onu arkasından hançerleyenler bunlardı. Yanında,
gerçekten inanarak mücadele eden çok az insan kalmıştı. Diğer taraftan ilk başta o, adalet
isteyenlerin sembolüydü. Fakat, herkesin adaletten anladığı, aynı şey değildi. Ondan adaleti
isteyenlerin, adaletten anladıkları “maaşların artırılması” idi. Sonuç olarak Cabiri’ye göre;
kabile, ganimet ve akide kavramları arasındaki bağıntıyı kurmayı beceren Muaviye bu işte
başarılı oldu.284
B. 3. Akide
Dinden dönme ve fitne olaylarında, kabile ve onun bağlamında ganimet, tek etken
değildir. Yani, kabile bağlamında Kureyş’in öne çıkarılması ve ganimetin ona has kalınması
akide bağlamında da kendisini gösterdi. Cabiri buradan hareketle, akide konusundaki
değerlendirmelerini ortaya koyar.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in ölüm hastalığı esnasında ve vefatının akabinde bir
çok kimse nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkmıştı. Bunlar, Hz. Peygamber’i taklit ediyorlardı.
Fakat bu, salt bir taklit değildi. Bilakis bu, insanların bu tür iddialara katılabileceği, sıradan
bir olaymışçasına telakki ederek dayanacakları bir mesnet gerektiriyordu. Nitekim böyle bir
284 el-Cabiri, el-Akl, s. 194-195
mesnet vardı. Bunu da Hermetizm sağlıyordu.285 Doğrusu Hermetizm, sıradan insanların da
nübüvvet iddia etmelerini mümkün kılan bir yapı sunuyordu. İşte bu yapının sağlamış olduğu
kültürel ortam, Arap yarımadasını çepeçevre sarmıştı. Mısır, Suriye ve Doğu Arabistan’daki
Hıristiyanlar hermetikleşmişti ve yeni bir peygamber bekliyorlardı. Ayrıca bilindiği gibi;
Suriye’de Afamiye ve Antakya, Hermetizm’in merkezlerindendi. Buralardan hareketle
Hermetizm’in avami yorumu Arabistan’da da yayılmıştı. Hz. İbrahim’in Hanif dinine dahi
bunun unsurları sızmış ve Arapların bir çoğu müşrikleşmişti.286
Arap yarımadası, Hz. Peygamber’den önce geniş çaplı Haniflik dini hareketine şahit
olmuştu. Bunların en önemlilerinden biri Halid b. Sinan el-Absi’dir.287 Yine Haniflerden bir
diğer meşhuru da Hz. Ömer’in amca oğlu Zeyd b. Amr’dır.288 O, Hz. İbrahim’in dinini
araştırıyordu. Putlara tapmayıp tek olan Allah’a inandığı için çok çile çekmişti.289 Yine bir
başkası Taifli Ümeyye b. Ebi Salt’dır. Tacir bir insandı. Suriye’deki, Hıristiyan din
adamlarıyla görüşür ve kitaplarını okurdu. Diğer yandan yarımadanın doğusunda da Mesihçi
Hermetik dini hareketler görülüyordu. Bu durum, genelde, Abdulkays kabilesinin Ben-i Acel
kolunda görülüyordu. Bu kabileden Hermetik ruhbanlar çıkıyordu. Bunların başlıcaları; Riab
b. el-Berra, Reyyan b. Zeyd ve Kus b. Saide el-Eyadi’dir. Şuayb b. Muhdim, Amr b. el-Hucr,
Salih b.el-Humeysi ve Hanzala b. Safvan gibi peygamberlerin Yemen’de ortaya çıktıkları
görülmektedir. Ayrıca Yemen, Yahudiliğin etkin olduğu bir yerdi. Buranın kuzeyindeki Asir
bölgesi, Ben-i İsrail’in ve Tevrat’ın tarihi çevresiydi. Buradaki Yahudilik Habeşistan ve
Perslilerle girilen ilişkiler çerçevesinde hermetikleşmişti. Yine burası putperestliğin merkezi
de olmuştu. Çünkü dini ve ticari bir merkez olan Mekke ile rekabet halindeydi.290
Cabiri; işte bu çerçeveden hareketle, Arapların, Muhammedi Daveti de aynı bu
perspektiften değerlendirdiklerini söyler. Yani onlar; kahinler, ruhbanlar v.b. gibi kimselerin
önderlik yaptığı gibi Hz. Peygamber’in davetini de sıradan bir hareket olarak gördüler.
Buradan hareketle, Hz.Peygamber’in ölüm hastalığı haberi yayılır yayılmaz onu taklit eden
bir çok sahte peygamber çıkmıştır. Hz. Peygamber’in, onu taklide yönelen Arapların
Hermetik putperest kültür merkezleriyle ilgilenmesi gerekmiştir. Çünkü bu merkezler,
285 Hermetizm; ilham, keşif ve kehanet gibi mefhumların içeriğini, en yüksek derecede nübüvvette bulmasını sağlayan bilgi konusuyla uğraşıyordu. Bu konuda geniş bilgi için bkz. el-Cabiri, Tekvin. 286 el-Cabiri, el-Akl, s. 197-198 287 Kaynaklar, Hz. Peygamber’in onun hakkında, “kavminin kaybettiği bir peygamber” dediğini rivayet ederler. bkz. Ebu’l-Fida İsmail b. Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Matbaatu’s-Saade, 1932, C. 2., s. 211 288 Zeyd b. Amr hakkında geniş bilgi için bkz. İbn-i Hişam, es-Siyre, C. 1-2, s. 222-232 289 Hz. Peygamber’in, onun için “kıyamet günü tek bir ümmet olarak diriltilecek” dediği rivayet edilir. Bu hadisin metni için bkz. İbn-i Hişam, a.g.e., s. 226 290 el-Cabiri, el-Akl, s. 198-201
Muhammedi Davet için ciddi tehditler üretmektedir. Bu tehlikelerin ağırlıklı merkezleri,
Doğu Arabistan ve Yemen’di. Bunların doğudaki önderi Müseylime el-Kezzab,291
Yemen’deki önderi Esved el-Ansi292 ve ardından Kuzeydoğu Arabistan’da Seccah et-
Temimiye293 ve Tuleyha el-Esedi294’dir.295
Cabiri, bu kimselerin akideleri hakkında şu sonuçları çıkarır:
1. Nübüvvet iddiasında bulunan bu insanlar, secileri ve akideleri açısından Hermetik
ruhbanlardan ve Haniflerden aşağı derecededirler. Fakat bununla birlikte, onların nübüvvet
iddialarını da dikkat edilmelidir. Çünkü, kabile mefhumunu aşarak insanları kendilerine
çekebilmek için akide bağlamında, bazı şeyleri kullanmak gerekiyordu. Onlar da bunun için,
nübüvvet iddiasında bulunuyorlardı. Diğer yandan, Muhammedi Davet hususunda kıt
bilgilerin insanlara ulaşması göz önüne alınırsa, akide açısından insanlar, bunların tehditlerine
açıktı.
2. Bunlar, Muhammedi Davete karşı çıkarken onu taklit ediyorlardı. Yani, onun içerisinde
düşünüyorlardı. Onlar, ne eski inançlarına dönüyorlar, ne de Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi
dinlerin akideleri türünden bir şeyleri benimsiyorlardı. Tamamen Muhammedi Davetin
argümanlarını kullanıyorlardı. Sadece onun şer’i hükümlerinde tahrife gidiyorlardı.
3. Bu hareketlerin önemi; eğer geçmiş dini hareketlerin devamıysa, yine gelecekte de benzer
hareketlere temel oluşturmasında yatar. Yani; bunlar, İslam sancağı altında, yeni görünümler
arz edecek geleceğin altyapısını oluşturmaktadırlar. Bunlar, zorla itaat altına alındılar. Bir yıl
sonra da Hz. Ömer tarafından fetihler için askere alındılar. Belli bir zaman, ganimet ve
savaşlarla uğraştılar. Kufe, Basra ve Mısır gibi bölgelere yerleştiler. Daha sonra işler yoluna
girince, yine Müseylime gibi adamlar aralarından çıktı ve aynı onun gibi hareket ettiler.296
Cabiri; Arapların Kureyş’le mücadelesinin, sadece yalancı peygamberler vasıtasıyla
olmadığını söyler. Bilakis, putperest kültürün merkezi olan Yemen Kabesi’nin de bu
mücadelede, temel bir dinamik olduğundan bahseder ve şu açıklamaları getirir:
291 bkz. et-Taberi, Tarih, C. 3, s. 243-254 292 bkz. et-Taberi, Tarih, C. 3, s. 213-226 293 bkz. et-Taberi, a.g.e., C. 3, s. 236-240 294 bkz. et-Taberi, a.g.e., C. 3, s. 227-232 295 el-Cabiri, el-Akl, s. 201-202 296 el-Cabiri, a.g.e., s. 205-206
Kabile ve ganimet mefhumundan ziyade, fitne olaylarında Yemenli kabileler, çok
önemli roller oynamışlardır. Özellikle Sünni kaynaklar bu noktada, Hz. Osman zamanındaki
fitne olaylarının baş mimarı olarak Abdullah b. Sebe adındaki Yahudi kökenli bir Yemenliyi
zikrederler. Aynı kaynaklar, bu kişiyi, Şii düşüncenin ilk kaynağı olarak zikrederler. Ayrıca
bu noktada şuna da değinmek gerekir: Hz. Hüseyin’in Emevi döneminde öldürülmesinden
sonra ortaya çıkan aşırı Şiilerin çoğu, Yemenli kabilelerdendi ve İbn Sebe’ye atfen bunlara
Sebeiyye deniyordu.297
Cabiri, konumuz açısından; Zülhalasa,298 ona tapan kabileler ve çevresi hakkında,
okuyucunun aydınlanması açısından önemli bulduğu bazı tarihi bulguları verir. Bunlar
üzerinde bir takım yorumlarda bulunur. Bu bağlamda şunları belirtir: Ezraki, Kitab-u Ahbar-i
Mekke’sinde İbn İshak’tan naklen, Arap yarımadasını putçulukla tanıştıran Amr b. Luhey’in
Zülhalasa’yı, Mekke’nin altında yer alan bir bölgeye getirip diktiğini söyler. İbn Kelbi,
Zülhalasa’nın şeklinden bahseder ve onun, Yemen istikametine doğru Mekke’ye yedi gece
uzaklıktaki Tebale’de olduğunu belirtir. Ben-i Umame’nin bu putun hizmetinde olduğunu ve
Has’am, Ezd, es-Serat, Hevazin kabileleri ve Tebale Araplarının bunu kutsal saydıklarını
ifade eder.299 Yakut, Mucem’inde, onun Devs diyarının putu olduğunu belirtir, ona Yemen
Kabesi ve Mekke’deki Kabe’ye de Şam Kabesi dendiğini söyler.300 İbn Manzur da Lisanu’l-
Arab’ında bundan bahseder.301
297 el-Cabiri, el-Akl, s. 207. Bunlardan anlaşıldığında göre; aynı Kabe’nin işlevini gören “Zülhalasa” adında bir Kabeleri vardı. Burada da putlar vardı. Yemenli kabileler, Kabe’de yapılan ibadetlerin aynısını burada da yapıyorlardı. Diğer yandan Kabe, kuzeyde, Suriye yolu üzerinde olduğu için ona, “Şam Kabesi” diyorlardı. Zülhalasa’ya da “Yemen Kabesi” diyorlardı. Burayı kutsal olarak gören kabileler; Has’am, Ezd, Kinde, Devs ve Büceyle idi. Bu açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, bu kabileler, Kureyş’le rekabet halindeydiler. Bu noktada Kahtan ismi çok önemlidir. Çünkü Yemenliler, tarihte çok büyük devletler kurmuşlar ve müreffeh bir hayat yaşamışlardı. Dolayısıyla bu şaşaalı tarihe özlem duymaktaydılar. Bu bakımdan Kahtani düşüncesi zihinlerinde yer etmiş ve bu, kendisini, Buhari’de hadis olarak göstermiştir (bkz. Buhari, Sahih, C. 8, s. 104-105). Bu noktada Kindeliler, ön plana çıkmaktadırlar. Onlar, Kahtanlının kendilerinden çıkacağını düşünmektedirler. Onlara göre bu Kahtanlı, Muhammedi Davetin üzerinden bir asır geçtikten sonra, eski saltanatlarını geri getirecektir. İleride görüleceği gibi “bu, Gulat Şianın benimsediği Mehdi’yi karşılar.” Bu konuda bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 207-208 298 Zülhalasa hakkında rivayet edilen hadisler için bkz. Buhari, Sahih, C. 5, s. 111-112; İbn Hanbel, Müsned, C. 13, s. 106 v.d.; Ebu’l-Münzir Hişam b. Muhammed b. el-Kelbi, Kitabu’l-Asnam,tah. Ahmed Zeki Paşa, Matbaatu’l-Kütübi’l-Mısriyye, Kahire, 1924, s. 36 299 İbn Kelbi’nin Zülhalasa hakkındaki değerlendirmeleri için bkz. İbn Kelbi, a.g.e., s. 34-37 300 bkz. Yakut b. Abdillah el-Hamevi, Mucemu'l-Buldan, Daru'l-Fikr, Beyrut, C. 2, s. 383 v.d. 301 el-Cabiri, el-Akl, s. 208-209. İbn Manzur Lisanu’l-Arab’da Zülhalasa’dan şöyle bahseder: “…Zülhalasa: Has’am’ın evi olduğu söylenen yerdir. Yemame Kabesi olarak isimlendirilirdi. Orada Halasa denen bir put vardı ve yok edildi… Orası Devs, Has’am Büceyle ve diğer kabilelerin putlarının bulunduğu bir evdi. Dendi ki: Zülhalasa, Yemen’de bulunan ‘Yemaniyye’ Kabesi’dir. Resulullah (SAV), Cerir b. Abdullah’ı oraya göndermiş ve orayı yıktırmıştır. Zülhalasa’nın bizatihi bir put olduğu söylenir… Onlar (Yemenli kabileler), irtidat etmişler ve Cahiliyyedeki putlara ibadet etme adetlerine geri dönmüşlerdir. Ben-i Devs’in kadınları…, Zülhalasa’nın etrafında dönerlerdi…” İbn Manzur, Lisan, C. 7, s. 29
Cabiri, bütün bu ortaya konulan verilerden söyle bir sonuca ulaşır: Yemen’deki
Zülhalasa’ya Yemen Kabesi, Mekke’deki asıl Kabe’ye de Şam Kabesi deniyordu. Bunlar
birbirleriyle kıyaslanıyordu ve aralarında bir rekabet ortaya çıkarılıyordu. Bu kıyaslama, salt
bir benzetme ve teşbih değildir. Aksine, tarihi ve medeni olarak ticari ve dini bir kıyaslamadır.
Bu nedenle Hz. Peygamber, burayla ilgilenmek zorunda kaldı. Bu bakımdan, Büceyle
kabilesinin reisi ve Hz. Peygamber’in Sahabisi olan Cerir b. Abdullah komutasında, buraya
bir seriyye yolladı ve burayı yıktırdı. Burada zuhur eden yalancı peygamberleri yok etmek
için, emirler çıkarttı ve buranın halkına heyetler yolladı. Burada yaşayan kabileler, Hz.
Peygamber’in vefatının hemen akabinde dinden döndüler. Bu nedenle zorla itaat altına
alındılar ve tekrar İslam’a sokuldular. Fakat bundan sonra da Hz. Osman’la birlikte
başlayarak Hz. Ali-Muaviye arasında meydana gelen çatışmada önemli roller oynadılar. Hatta
Emevilerin yıkılışına kadar bu kabileler ve akide alanında da Sebeiler, büyük yıkımlar getiren
olayları ateşlediler. Dolayısıyla Arap siyasi aklının oluşumunda, kurucu bir işlev gördüler. Bu
açıdan, konunun bütünün ortaya konduğu iddia edilemese de bu açıklanan verilerin, bu aklın
oluşumunda etkin bir rol oynadığına inanılmaktadır.302
3.REFERANS ÇERÇEVESİNİN İNDİRGEMECİ YANSIMALARI:
KURUMSALLAŞMA SÜRECİ
A. Devletin Siyasi Mülke Dönüşmesi: Saltanat
Cabiri, hilafetin otuz sene süreceğini belirten hadisin303 sanki saltanatı eleştirir gibi
göründüğünü fakat durumun böyle olmadığını söyler. Çünkü işin arka planı çok farklıdır.
Aslında bu hadisle yapılan; saltanatın kurucusu Muaviye, Emeviler, Abbasiler ve diğer
hükümdarların meşruiyetinin sağlanmasıdır. Muhaddis ve fakihler, her ne kadar siyasetle ilgili
hadisleri uydurma veya zayıf olarak kabul etmişlerse de bu hadisi, göz ardı etmemişlerdir.
Hatta daha da ileri gitmişlerdir. Gaipten haber vermesi yönüyle bu hadisi, Hz. Peygamber’in
nübüvvetinin delillerinden biri olarak kullanmışlardır. “…Muaviye’nin kurmuş olduğu bu
‘baskıcı saltanat’…, geçmişten Hz. Peygamber’in haber vermesiyle… meşruiyetini kazanan
bir durumdur.”304
Cabiri, Sünni kaynakların, saltanatın, hilafetten bir sapma olduğu hususunda
birleştiklerini belirtmektedir. Buna karşın Muaviye’nin saltanatını meşrulaştırmaya 302 el-Cabiri, el-Akl, s. 212 303 Bu hadisin metni için bkz. Ebu Davud, Sünen, C. 5, s. 36-37; et-Tirmizi, Sünen, C. 4, s. 503 304 el-Cabiri, el-Akl, s. 231-232
çalışmalarının nedeni ise Muaviye’nin kurduğu sistemin, Ehl-i Sünnet’in resmi ideolojisi
olmasıdır. Eğer bu bağlamda Şii ve Haricilerin eleştirileri kabul edilecek olursa, Raşid
Halifelerden beri İslam’da yönetimin meşruiyetinin de olmadığı kabul edilmek zorunda
kalınacaktır. Hakikaten bu itirazların hepsi geçerlidir. Fakat farklı bir durum daha vardır. O da
şudur: Büyük fitneyle birlikte, büyük çatışmalar ve derin bölünmeler yaşanmıştı. Dolayısıyla
yaşanan bu kargaşa, ümmetin ve bir din olarak da İslam’ın varlığını tehdit eder olmuştu.
Dolayısıyla Sünni vicdan, Muaviye’nin saltanatına, İslam’ı ve devletini kurtaran bir
sistem olarak bakar.305
Cabiri’ye göre devletin “…ilk kuruluş”u, “Hz. Peygamber tarafından, Medine’ye
yapılan hicretin akabinde gerçekleştirilmiştir. İkinci kuruluş ise, Hz. Ebubekir tarafından
gerçekleştirilmiştir. O, dinden dönenlere karşı savaşırken, din ve devlet olarak İslam’ın
hiçbir şeklinden vazgeçmeden, kararlı bir şekilde hareket etmiştir. Hz. Osman zamanında
fitne ortaya çıkmıştır. Bu fitne, devleti tehdit eden yıkıcı bir iç savaşa dönüşmüştür. Sonra
Muaviye’nin saltanatı gelmiş, bu iç savaşı bitirmiş ve devleti yeniden kurmuştur.”306
Cabiri, dikkatli okunduğu takdirde, Sünni kaynakların, Muaviye’yi Hz. Ali’den üstün
görmediklerini söyler. Bilakis onu, devleti çöküşten kurtarıp gençleştirdiği ve hatta yeniden
fetihlere başlattığı için ön plana çıkardıklarını belirtir. Onlara göre Hz. Ali, sadece Hz.
Peygamber’in amca oğlu ve damadı değildir. Bilakis o, doğru tutumlu ve nadir rastlanan
İslami bir ahlaka sahiptir. Bu nedenle o, yüceltilir. Ancak Sünni siyasi akıl, Hz. Ali’nin
tahkim olayındaki tavrı ve yaşadığı tereddütten dolayı üzüntü duyar.307 Muaviye’nin saltanatı,
Sünni vicdan tarafından böyle değerlendirilir. Diğer taraftan Muaviye’yi, Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömer’e kıyas ederek övmez. Onu, kendinden sonraki hükümdarlara kıyasla över. Sünni
kaynaklar bu bağlamda şu hadisi rivayet ederler: “Bu iş, rahmet ve nübüvvetle başladı. Sonra
rahmet ve hilafet oldu. Sonra yeryüzünde baskı, şiddet ve azgınlık olacak. İpeği, fuhşu ve
305 el-Cabiri, a.g.e., s. 232 306 el-Cabiri, a.g.e., s. 232 307 Buna örnek olarak Hasan Basri’nin şu sözleri yeter: “Zafer, Tahkim olayına kadar Emirulmüminin Hz. Ali’nin yanındaydı. Haklıyken neden hakeme gittin? Haklıyken neden bir adım daha atmadın?” Hasan Basri’nin bu sözleri ve bu konu hakkında geniş bilgi için bkz. Ebu’l-Abbas Muhammed b. Yezid el-Müberred, Kitabu’l-Kamil fi’l-Luga ve’l-Edeb, Matbaatu’l-Hayriyye, Mısır, h. 1308, C. 2, s. 136. Hatta büyük fitnede etkinliği olan Hz. Ali ve diğer Sahabe, temize çıkarılır. Hz. Ali ile Muaviye arasındaki ilişkiyi şu ilkeye göre ele alırlar: “İstediğin olmazsa olanı iste.” bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 233
içkiyi helal görecekler. Bunlarla rızıklanıp, bunlarla yaşayacaklar. Sonunda Yüce Allah’a
kavuşacaklar.”308
Cabiri’ye göre bu şekil düşünmek, Muaviye’ye iade-i itibar yapmak değildir. Her
şeyden önce devlete siyasi bir vakıa olarak bakılırsa, Muaviye’nin saltanatı, İslam’da
devlet modeli olmuştur. Onun saltanatı, kişisel becerileri ve dehasına bakılarak
değerlendirilmemelidir. Bilakis bu saltanata şöyle bakmak gerekir: Muaviye, zaman ve
zemine göre kendi becerilerini ortaya koyup mihenk taşı oluşturacak yeni bir siyasi alan
ortaya koymuştur. Tabii bu noktada, kabile ve ganimet eski güçlerini devam ettirmektedir.
Fakat farklı formlara bürünerek… Son tahlilde akide, ideolojik bir çerçeve kazanmış ve
siyaset, onun vasıtasıyla geliştirilmiştir.309
Cabiri, her şeyden önce Raşid Halifeler devletinin, bir fetih devleti olduğunu belirtir.
Bu devlet temel olarak iki gruptan oluşuyordu. Birincisi; başlarında halifenin de bulunduğu,
komutanlardı. İkincisi de; top yekun ordu olan bir halktı. Komutanlar aynı zamanda, din
adamıydılar. Bu nedenle yapılan fetihler, sırf yapılmış olmak için değil, İslam yayılsın diye
yapılıyordu. Diğer yandan asker, mesleki anlamda bir asker değildi. Bilakis o, bir bütün
olarak orduya alınan kabilenin bireyi olan bir askerdi. Yani toplum, top yekun orduyu teşkil
ediyordu. Dolayısıyla “böyle bir toplumun ne tabanında ne de zirvesinde, siyasetin siyaset
olarak uygulanması mümkün değildir.” Çünkü zirvede bulunan yöneticiler, memurundan
halifesine din adamıydılar. Onlar politikalarını, dinin adına uyguluyorlardı. Yaptıkları her
şeyin meşruiyetini ondan alıyorlardı. Burada din; “siyaseti kuran ve ona hükmedendi. Siyaset,
dinin uygulaması ve onun hizmetçisiydi.”310
Cabiri’ye göre, tabanda da durum, yukarıdaki bağlamdan farksızdır. Dinin siyasetten
ayrı olarak düşünülebileceği bir alan yoktu. Çünkü; “din ve siyaset, kabilede onun vasıtasıyla
ve kendisi için birlikte uygulanıyordu.” Dolayısıyla kabile mantığıyla hareket edilen bir yerde,
farklılıkların olması beklenemez. “…Özet bir ifadeyle Raşid Halifeler devleti, siyasi alansızdı.
Çünkü; gerek akide düzleminde ve gerekse de hukuk düzleminde, görüş ayrılıkları yoktu.
Raşid Halifeler devleti, davet devletinin direk uzantısı olarak ‘Tenzil’ devletiydi. Sınırlı
gazvelerden gerçek harplere geçildi. İlk önce dinden dönenlerle savaşıldı. Sonra büyük
fetihler başladı. Sonuçta çeşitlilik ve farklılık oluştu. Görüş ayrılığı başladı ve ‘Yorum’ geldi.”
308 el-Cabiri, a.g.e., s. 233; Burada zikredilen hadis için bkz. Muhammed b. Ebibekr ez-Zer'i, Haşiyet-u İbni'l-Kayyım, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1995, C. 9, s. 248 309 el-Cabiri, el-Akl, s. 233-234 310 el-Cabiri, el-Akl, s. 234-235
Fakat Emevilerle birlikte durum değişti. Siyaseti bilenler bilmeyenlere galip geldi. Başka
bir ifadeyle; Muaviye’nin kabile anlayışı, Hz. Ali’nin akide anlayışına galip geldi.
Semboller açısından ifade edilirse; Mervan, Ammar’a galip geldi. Böylece Muaviye’nin
şahsında yönetici, alimden ayrıldı. Yöneticiler farklı bir grup, alimler başka bir grup oldu.
Aynı zamanda tabanda böyle bir ayrımı yaşadı. Hz. Ali-Muaviye çatışmasında iki grup vardı.
Hz. Ali, Arapların; Muaviye de Kureyş’in başıydı. Muaviye zafer kazanınca onunla
savaşanlar ordu oldu. Muaviye’ye karşı savaşanlar ve bir köşeye çekilenler de halk oldu.
Böylece taban, ordu ve halk diye ikiye ayrıldı.311
Cabiri, Muaviye’nin bu ayrımı, siyasal açıdan bilinçli olarak yaptığını düşünür.
Nitekim devletinin yeni söylemi, bu boyutu ortaya koymaktadır. Muaviye, hükümranlığını
ilan ettiği h. 41 yılında Medine’ye geldi. Çünkü burası, Hz. Peygamber’in ve Sahabesinin
şehri olması hasebiyle dini referansın kalbiydi. Kureyş, Muaviye’yi sevinçle karşıladı.
Muaviye, onlarla konuşmadan minbere çıktı ve insanlara hitap etti. O, insanların isteğiyle
yönetime gelmediğini aksine kılıçla geldiğini söylüyordu. Halk, onu en hayırlı olarak görmese
de kendi deyimince, o, bu işe layık olan tek kişiydi. Orada, manifestosunu şöyle açıklıyordu:
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın metotlarını benimsemeyeceğini açıkça söylüyordu.
İnsanlara birlikte “güzel yeme ve içmeyi” teklif ediyordu. Yani; kılıçla isyana kalkışmayana
kılıçla gitmeyecekti. Sözlü eleştirileri kulak ardı edecekti. Fakat insanlar, onun verdiğini
kabul etmeliydi.312
Cabiri’ye göre, bütün tarihçiler, Emevi devletinin bir kabile devleti olduğu hususunda
birleşirler. Bu bakımdan o, Muaviye’nin ordusunun, profesyonel bir ordudan ziyade,
askerleştirilmiş kabilelerden meydana getirilmiş bir yapı olduğunu belirtir. Ona göre burada
ortaya çıkan soru şudur: Böyle kabile-asker bir toplumda, başkanlık nasıl belirlenecek ve bu
görev, nasıl yürütülecek? Bu sorunun cevabını Muaviye, Medine’ye biat almaya geldiği sırada
veriyordu. Burada devletinin temel dayanaklarını şöyle gösteriyordu: Mücadele, birlikte
yeme ve Kureyş’in meşruluğu. İşte kabile siyaseti, bu esaslara göre yönlendiriliyordu.313
Cabiri, Muaviye’nin, meşruiyetin niçin Ben-i Ümeyye’de olduğunun cevabını, oğlu
için Abadile’den biat alırken yaptığı konuşmada verdiğini söyler. Çünkü onlar, Yezid’e biat
etmekten kaçınıyorlardı. Muaviye de onları ikna etmek istiyordu. Muaviye’ye göre, hilafet,
Kureyş’in Ben-i Abd-i Menaf kolundadır. Çünkü Hz. Peygamber, bu kabiledendir. Fakat ilk 311 el-Cabiri, a.g.e., s. 235 312 el-Cabiri, el-Akl, s. 236 313 el-Cabiri, a.g.e., s. 248-250
iki halifenin durumu, farklılık arz etmektedir. Çünkü onların hilafetini, o zamanın şartları
gerektirmiştir. Sonra bu iş, Ben-i Abd-i Menaf’a geçmiştir. Bu böyle de sürecektir.
Dolayısıyla Muaviye, bu açıklamalarıyla Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr’i, bu işin
dışında bırakıyordu. Peki bu noktada, niye Ben-i Haşim değil de Ben-i Ümeyye? Muaviye, bu
soruya şöyle cevap veriyordu: Çünkü Hz. Peygamber, devlet işlerinde, bu alanda ehliyetli
olan insanları görevlendiriyordu. Bunlar da Ben-i Ümeyye’dendi. Bu nedenle Abdullah b.
Abbas ve Abdullah b. Cafer, ancak tavsiye niteliğinde konuşabilir. Daha fazla ileri gitmeye
hakları yoktur. Muaviye, bu konudaki sınırları böyle çiziyordu.314
Cabiri, “bu değirmenin suyu nereden geliyor?” sorusunun cevabını, o zamanki rantçı
devletin kendi yapısında bulduğunu belirtir. Bu devletin iki kalemden oluşan gelir kaynağı
vardır: Ganimetler, haraç v.b. gelirler. Aksi takdirde devlet ayakta duramaz. Çünkü, “her
şeyden önce kabile devleti, ganimete dayanır.” Nitekim büyük fitnenin temelinde, bu
dengenin kaybolması yatmaktaydı. Bu tecrübeden hareketle Muaviye, gerekli düzenlemeleri
yapmış ve bu noktada valilerini harekete geçirmiştir.315
Cabiri’nin belirttiğine göre, Muaviye’nin ganimet ve haraç dışında, başka gelir
kalemleri yaratma yöntemleri vardı. Şöyle ki: Amr b. el-As, ona, Mısır toprağını kendisine
vermesi şartıyla biat edeceğini söylemişti. Nitekim Muaviye, bu şartı kabul etmiş ve Amr’a
istediğini vermişti. Bu nedenle Amr, haraç ve cizye işlerini titizlikle yürütüyordu. Fakat Amr
ölünce, Muaviye, onun terekesine devlet malı diyerek el koydu. O, bu uygulamasının kaynağı
olarak Hz. Ömer’i gösterdi. Çünkü Hz. Ömer, bir valisi öldüğü veya görevinden ayrıldığı
zaman onun malının yarısına el koyuyordu. İşte Muaviye’nin bu uygulamasını, sonraki Emevi
halifeleri de benimsediler ve bunu daha da sistemleştirdiler. Bu çerçeveden hareketle, valilerin
mallarına sıkı bir takibat uyguladılar. Bu noktada, tabir yerindeyse, onların burunlarından fitil
fitil getirdiler. Uygulanan bu sisteme, istihraç veya teksif deniyordu. Hatta Emevi halifeleri,
paraya ihtiyaçları oldukları zaman, valilikleri, en çok parayı veren kimselere sattılar. Fakat bu
önlemler yeterli değildi. Bunlar, halifenin hazinesine akan istisnai gelirler olarak kalıyordu.
Çünkü, rant ekonomisine dayanan devletin asıl gelirlerini; ganimet, haraç ve cizye
oluşturuyordu. Diğer taraftan Muaviye, bir çok yerde fetihlere başlamıştı. Fakat buradan gelen
ganimetler, devletin masrafları bir yana, ordunun ihtiyaçlarını bile zor karşılıyordu. Bu
nedenle Muaviye, başka tedbirler almaya yöneldi. Cizye ve haraçları artırma yoluna gitti.
Cizye artırımında her ne kadar sorunlar çıkıyorsa da, haraç artırımında insiyatif, tamamen 314 el-Cabiri, a.g.e., s. 251-252 315 el-Cabiri, el-Akl, s. 256
halifenin ve valilerin elindeydi. Dolayısıyla haraç topraklarından elde edilen mahsulün % 25’i
hatta, %50 ve üzerinin, vergi olarak alındığı bile oluyordu. Fakat Abdulmelik b. Mervan
devrine kadar, haraçlarda fazla bir artırıma gidilmedi. Yada kaynaklar, bu hususa değinmiyor
olabilir. Ancak, haraç gelirlerinin artırımı için daha sistemli düzenlemelere gidilmesi
gerekiyordu. Bu bakımdan Ubeydullah b. Ziyad, Arap tahsildarlar yerine “dihkan” denen
İranlı tahsildarları kullanmaya başladı. Çünkü, Arap tahsildarlara kabile anlayışı açısından,
sorumluluk yüklemek sıkıntılar getiriyordu. Bu nedenle onlar, bu gelirleri azaltıyorlardı. Fakat
dihkanlar için böyle bir durum söz konusu değildi. Çünkü, onların ardında her hangi bir kabile
yoktu. Dolayısıyla bu anlayıştan hareket eden Ubeydullah ve takipçileri, haraç gelirlerinde,
belli bir zamandan sonra ciddi artışlar sağlamışlardır. Burada Cabiri, şu hususa da dikkat
çeker: Bu devletin, günümüzdeki gibi bütçenin çoğunu yutan; eğitim, sağlık v.b. kurumları
yoktu. Buradan hareketle, o zamanki rant ekonomisinin boyutları ve önemi çok daha iyi
anlaşılır.316
Bu rant ekonomisine dayanan devlet, dağıttığı paralarla, kimilerini susturup
kimilerinin de muhalefetini azaltabiliyordu. Fakat bu durum, ebediyen sürecek bir istikrar
değildi. Bu tarz bir ekonomi sistemini uygulamak, halkın öfkesini artırıyordu. Kabileler arası
çatışma ve kini körüklüyordu. Dolayısıyla isyanların ve bir iç savaşın çıkması işten bile
değildi. Böyle durumlarda devlet, ancak haraçları artırmakla ve yeni bir takım önlemler
almakla tekrar istikrarı sağlayabilirdi. Nitekim böyle bir durum, Muaviye’nin ölümünden
sonra yaşandı. Her yerde isyanlar başladı. Bu kargaşa, Abdulmelik devrine kadar devam etti.
O da yeni düzenlemelere gitti. Irak toprakları yeniden ölçüldü ve cizye, adam başı dört dinar
olarak belirlendi. Bundan başka nüfus sayımı yapıldı. Bir insanın yıllık ihtiyacı hesaplandı.
Bundan arta kalan dört dinardı. İşte bu dört dinar, kelle vergisi olarak alındı. Fakat en korkunç
önlemler, Haccac’ın aldığı önlemlerdi. O, yeni Müslümanların üzerine tekrar cizye vergisi
yüklüyordu. Araplara geçen öşür topraklarına tekrar haraç vergisi yüklüyordu. İşte devlet bu
şekilde, yaşadığı mali krizle baş edebilmişti.317
Cabiri’ye göre, “her zaman olduğu gibi, başarısızlık hissinden kurtulmanın
biricik yolu, onu yüceltmektir. Yani; onu, zamana, kaza ve kadere fatura etmektir.
Başarı halinde de bu durum geçerlidir. Kabile ferdi, tek başına kalsa bile, bireysel olarak
hareket etmez. O, daima kabilesi adına ve onun himayesi altında hareket eder. Onun
kazanımları, kabilenin kazanımlarıdır. Bu nedenle, övündüğü zaman kabilesiyle övünür, 316 el-Cabiri, el-Akl, s. 257-258 317 el-Cabiri, a.g.e., s. 258
mütevazi olduğu zaman onun adına mütevazi olur. Başarı ve zaferle yüceldiği gibi
başarısızlıkla da yücelir. Bu iki durum da yüce bir iradenin eseridir. Emevilerin
kutsallaştırdıkları Cebr İdeolojisine bu açıdan bakacak olursak, o, yalan veya nifak üzerine
gerçekleşen bir şey değildir. O, gerçek bir baskı eseridir. Yani; kabile muhayyilesinin baskıcı
görünümlerinden biridir.”318
Cabiri’ye göre Muaviye, yukarıdaki bakış açısını, gerek Sıffin meydanında ve gerekse
de oğlu Yezid’e, Kufe halkından biat alırken yapmış olduğu konuşmalarında açıkça dile
getirmiştir. Yani; bütün eylemlerimizi, biz kendi elimizle yapmadık. Bilakis bunları,
Allah kaza ve kaderiyle yaptı. Diğer taraftan Muaviye, otoritesini meşrulaştırmak için Hz.
Peygamber’den bir çok hadis rivayet ede durmuştur. Mesela: “Beni bu hilafete yönlendiren
şey, Resulullah’ın şu sözüdür: İktidara geldiğinde iyilikte bulun.”319 Hatta, halası Ümm-ü
Habibe’nin odasında, Hz. Peygamber’le olan bir diyalogları vardır ki işin önemini ve
vahametini ortaya koymak için yeterlidir. Bu rivayete göre; Hz. Peygamber, vahye dayanarak,
Muaviye’yi halifelikle müjdeler.320
Gerçekleştirilen bu mülahazalardan sonra Cabiri, şu sonuçlara varır: “Muaviye,
Kureyş’in meşruluğuna dayanarak kabilevi mücadelesini yürüttü. Diğer yandan, ‘birlikte
yeme ve içme’ ilkesine dayanarak ganimet politikasını uyguladı. Son olarak, kabile cebrine
dayanarak da akide düzleminde hareket etti. İşte Muaviye, bunlar arasındaki ahengi
sağlayarak saltanatını sağlama aldı. Kabile ve ganimet krizleri arttı. Artık bunların, aralarında
bir ahenk oluşturabilecek şekilde çözümlenebilmesi için yeni yöntemlere gerek duyuldu.
Buradan hareketle de, siyasi alan gelişti. Fakat Emevi iktidarı, buna ayak uyduramadı. Diğer
taraftan da cebr akidesi delindi. O halde, bu gelişmeler karşısında Emevi devletinin
yıkılmasına şaşılmamalıdır.”321
318 el-Cabiri, el-Akl, s. 260 319 Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed el-Maverdi, A'lamu'n-Nübüvve, Daru'l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut, 1987, s. 183 320 el-Cabiri, el-Akl, s. 260. Bu diyalog için bkz. Ebubekir Ahmed b. Muhammed el-Hilal, es-Sünne, tah. Atiyye ez-Zehrani, Daru'r-Râye, Riyad, h. 1413, C. 2, s. 458 321 el-Cabiri, el-Akl, s. 261
B. Dini ve Siyasi Kutuplaşmalar
B. 1. Mezhepler Tarihi Literatürünün Metodolojisi Üzerine
Emevi döneminin olayları açısından Arap düşünce tarihini nakleden başlıca kaynaklar;
sundukları bilgileri, dağınık ve derli toplu olmayan bir şekilde aktarırlar. Yine bu bilgiler,
birbiriyle bağıntısız ve mensup olduğu siyasi çerçeveden uzaktırlar. Ayrıca bunlar, Abbasi
döneminde tedvin edildiklerinden, o dönemin kutuplaşmaları, doğru bir şekilde
yansıtılmamıştır. Bunlar, imamet konusu etrafında toplandığından, aşırılık düşüncesi
hakkında, yeterli bilgi parçacıkları elde edilebilir. Fakat Emevi devrinde ortaya çıkmaya
başlayan ilk dönem kelamcıları hakkında sistematik bir anlama mekanizması kurmak için
yeterli bilgiye ulaşmak hemen hemen imkansızdır. Dolayısıyla Cabiri’ye göre bu literatürün
herhangi bir sistematiği yoktur.322
Cabiri’ye göre, mezhepler tarihçilerinin dayandıkları ve Hz. Peygamber’e nispet
ettikleri bir hadis vardır. Bu da “Fırkay-ı Naciye” hadisidir.323 Her fırka, bu hadisi rivayet
eder. Her fırka, kendisini Fırkay-ı Naciye olarak takdim eder. Kendi fırkası, kurtulan fırkadır.
Dolayısıyla diğer sapık olan yetmiş iki fırkanın tasnif edilmesi ve açıklanması gerekir. “Dilsel
ve terminolojik324 alanda olduğu gibi içerik açısından mezhepler, din üzerinden siyaset
yapan siyasi gruplardır. Eğer bunu bilirsek; mezhepler tarihi çerçevesine giren söylemin
fakirleştirilmiş yapısını çok iyi anlarız.”325
“…Emevi devleti, kendini kabul ettirmek, yüceltmek için çalıştığı ve benimsediği
ideolojinin göz önünde bulundurulması, hasımları olan mezhep mensuplarının ideolojilerinin
anlaşılması için zorunludur. “Kader” veya “cebir-ihtiyar” meselesinin Emevi döneminde, ilk
kelami mesele olması rastlantı değildir. Bilakis Emeviler, Cebir İdeolojisini temel almışlardı.
O halde, Emevi devletinin ideolojisinin sunulması, bu asırdaki mezhep mensuplarının
sözlerinin siyasi içeriğinin anlaşılması için zorunludur. Öyle ki bu sözlerin sahipleri, bu
asırdaki gerçek aydınlanma hareketini yürüten kimselerdir. Bu hareket Abbasi devriminin
başarısı için zorunlu olan ideolojik fikri iklimin hazırlanmasında büyük rol oynamıştır…”326
B. 2. Cebriyye ideolojisi 322 el-Cabiri, el-Akl, s. 299 323 bkz. Ebu Davud, Sünen, C. 5, s. 4 v.d. 324 “Siyasi terminoloji, aynı zamanda dini terminolojidir de.” 325 el-Cabiri, el-Akl, s. 299-300 326 el-Cabiri, el-Akl, s. 300-301
Daha öncede belirtildiği gibi Muaviye, olayların, kadere bağlanarak açıklanması
yolunu benimsemişti. Böylece Cebir ideolojisinin temellerini atıyordu. Bu şekil hareket
etmeye, Sıffin meydanındayken başlamıştı ve ideolojiye kabile ikliminden eklemeler
yapmıştı.
Muaviye’nin temel argümanlarından biri de; geçmişin şu andan, şu anın gelecekten
daha iyi olduğunun vurgulanmasıydı. Bu çerçeveyi, yönetimi tamamen eline aldıktan sonra,
Medine’ye yaptığı ilk ziyaretindeki konuşmasında açıkça ortaya koymuştur. Onun valileri ve
sonraki Emevi halifeleri, bu ideolojiyi geliştirmişlerdir.327
Emeviler, ideolojilerini kabul ettirmek için sadece mektup ve hutbelerden
yararlanmıyorlardı. Bilakis, o çağdaki tüm iletişim araçlarını kullanıyorlardı. Cuma
hatiplerinin, şairlerin ve kıssacıların bunu kutsallaştırmak için kullandıkları şu sloganlar,
konunun anlaşılması için yeterlidir: “Allah’ın yeryüzündeki Halifesi”, “Allah’ın Emini” ve
“Seçilmiş İmam”. Diğer yandan, Emevilerin bu noktada, Hz. Peygamber’in hadisleriymiş gibi
nakledilen sözleri kullanmaları son derece olağan bir şeydi. Bu hadislerde; Emevi halifeleri
azaptan muaf tutuluyor ve nerdeyse peygamberler seviyesine çıkartılıyorlardı. Bunların
uydurma oldukları gün gibi ortadaydı. Bu noktada rivayet edilen birkaç hadis şöyledir:
“Eminler üçtür: Cebrail, ben ve Muaviye.”328 “Hilafeti üç gün yürüten kimse, cehennem
ateşine girmez.”329
Bu tür hadisler; Hz. Ayşe, Ebu Hureyre ve İbn Ömer gibi büyük Sahabelerden rivayet
ediliyordu. Bunları rivayet eden kaynaklar, güvenilir Ehl-i Sünnet kaynaklarıydı. Fakat
Cabiri, aynı bu koldan, aksi rivayetlerin de geldiğini söyleyerek ortadaki tenakuzu, açık bir
şekilde gösterir. Mesela: “Muaviye’yi minberimde görürseniz hemen öldürün.”330 Bu duruma
şaşılmamalıdır. Çünkü buradaki amaç çok açıktır: Hadislerin otoritesinden faydalanmak.
Yani; hadisler, siyasi çekişmelere alet edilmiştir. Muaviye ve Emevi halifelerini zemmeden
hadislere dikkat etmek gerekir. Çünkü bu tür hadisler, Ehl-i Sünnet mensuplarınca
kullanılmıştır. Bunları Şiiler veya Hariciler rivayet etmemişlerdir. Çünkü, onların kendilerine
327 el-Cabiri, a.g.e., s. 301-302 328 Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali İbnu’l-Cevzi, Kitabu’l-Mevzuat mine’l-Ehadisi’l-Merfuat, tah. Nureddin Boyacılar, Mektebet-u Advai’s-Selef, Riyad, 1997, C. 2, s. 253; Muhammed b. Ahmed ez-Zehebi, Siyer-u A’lami’n-Nubela, tah. Şuayb el-Arnaut, Müssesetu’r-Risale, Beyrut, h. 1413, C. 3, s. 130; Muhammed b. Ahmed ez-Zehebi, Mizanu’l-İtidal fi Nakdi’r-Rical, tah. Ali Muhammed Muavvıs, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, C. 2, s. 251; Ebu’l-Fadl Ahmed b. Ali el-Askalani, Lisanu’l-Mizan, tah. Dairetu’l-Me’arifi’n-Nizamiyye, Müessestü’l-A’lemi, Beyrut, 1986, C. 2, s. 219 329 el-Cabiri, el-Akl, s. 302-303 330 İbnu’l-Cevzi, Mevzuat, C. 2, s. 265 v.d.; ez-Zehebi, Mizan, C. 4, s. 45
has rivayetleri vardır. Bu nedenle Cabiri’ye göre, bu tür rivayetlerin karanlık ortamından
kurtulmak için akıl ve mantığın hakemliğine sığınılması gerekmektedir. Yine; bu rivayetlere,
İmamet Efsanesinin331 ve Haricilerin tehlikeli Tekfir İdeolojisinin rivayetleri de eklenecek
olursa, aklın aydınlatıcı yoluna, ne kadar muhtaç olunduğu ortaya çıkacaktır.332
B. 3. Hariciler
Cabiri’ye göre; Hariciler, fikir adamları değillerdir. Aksine onlar, Emevilere karşı
çıkan isyancılardır. Fakat bu isyanın da teorik bir çerçevesinin olması gerekmektedir.
Bilindiği gibi Hz. Ali, tahkimi kabul edince ona karşı kazan kaldırdılar. Çünkü o, haklı olduğu
davasında şüpheye düşmüştü. Halbuki haklı olunan bu davada şüpheye düşmek caiz değildir.
Dolayısıyla onlar, ilk başta tahkimi kabul etmekle düşmüş oldukları günahtan tevbe ettiler.
Şimdi artık, bu haklı davanın yürütülmesi gerekiyordu. Bunun için, liderleri Hz. Ali’nin de
tevbe etmesi gerekiyordu. Bu yöndeki isteklerini Hz. Ali’ye bildirdiler. Fakat Hz. Ali, bunu
kabul etmedi ve onları dar çerçevelerine sıkıştırdı. Şimdi buradan hareketle, pratik ve teorik
olmak üzere iki sonuç çıkmaktadır: “Pratik olana gelince; Hariciler, Hz. Ali’ye kazan
kaldırdılar. Çünkü o, Emevilerle tahkim çözümüne gitmeyi kabul etti. Fakat Emevilerle,
hiçbir zaman kılıç dışında bir ilişki kurulamaz. Bizim için önemli olan teorik sonuca gelince;
Hz. Ali, Muaviye ve onların taraftarlarını küfürle itham ettiklerinde ‘küfür’ meselesini
tartışmaya açtılar. ‘Küfür’, ‘imanın’ zıddı demektir. Onun için her şeyden önce imanın
anlamını belirlemek gerekir. Böylece onlar; ‘küfür ve iman’ meselesini tartışmaya açarak,
anlamlarının belirlenmesi çerçevesinde, zorunlu olarak siyasi bir tavrı içeren ihtilafların
ortaya çıkmasına neden oldular: Ya Haricilerle birliktesin ya onların karşısındasın yada…”333
Cabiri, Haricilerin bu tavırlarıyla yetinmediklerini, ayrıca; çağdaşlarına da psikolojik
bir terör de uyguladıklarını belirtir. Hariciler, haram ve helalleri imandan bir parça olarak
kabul ettiler. “Hüküm, ancak Allah’ındır” diyerek kendileri dışındaki bütün insanları kafir ilan
etmişlerdir. Böylece, insanları, ikircikli bir durum karşısında bırakmışlardır: İnsanlar, ya
Emevileri mümin kabul edip yaptıklarını onaylayacaklar. Yada onları kafir ilan edip onlarla
savaşacaklardır. İşte bütün bu grupların; siyaseti dinle yüceltmeleri, insanları, zorunlu olarak,
aklın hakemliğine başvuracak bir çıkış yolu aramaya itecektir.334
331 İmamet Efsanesi hakkında geniş bilgi için bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 263-297 332 el-Cabiri, a.g.e., s. 303-304 333 el-Cabiri, el-Akl, s. 304 334 el-Cabiri, a.g.e., s. 305-306
B. 4. Hasan Basri
Cabiri, Hasan Basri’nin zamanı ve sonrası için büyük bir ilmi otorite olduğu için hem
Ehl-i Sünnet’in hem de Mutezilenin, onu, meşruiyetleri için sahiplendiklerini söyler. Nitekim
kendisine gelip, Emevilerin, Allah’ın takdirini istismar etmelerini şikayet edenlere; “Allah
düşmanları yalan söylüyor” diyerek bu fatalizme açıkça cephe alan Hasan’ın bu görüşünü,
Ehl-i Sünnet hafifletmeye çalışarak kendisine benzetmek istemiştir.335
Cabiri, Hasan Basri’nin sözlerinde; aklı kullanmayı reddeden ve onu dışlayan cebr ve
tekfir ideolojileri ile imamet efsanesine karşı duran, aydınlanmacı bir söylemin başlangıcının
olduğunu belirtir. İşte Hasan Basri’nin, cebr ve ihtiyar meselesinde takınmış olduğu bu akılcı
tutum; silahlı mücadele ve kökten reddetme gibi muhalefetin yerine, delilleriyle konuşarak
karşı çıkmaya dayanan yeni bir muhalefet tarzı ortaya koydu. Dolayısıyla Cabiri’ye göre
“Hasan’ın dili”, Emevileri ne hoşnut ediyor ne de onlara hizmet ediyordu.336
B. 5. Kaderiyye
Cabiri, Eş’ari mezhepler tarihçilerinin, kader konusunda ilk konuşan kişinin Mabed el-
Cüheni olduğu noktasında birleştiklerini belirtir. Tarihçiler, Kaderiyye’yi her ne kadar sapık
bir fırka olarak kaydetseler de bu mezhebe mensup hadis ravileri, en güvenilir raviler olarak
kabul edilirler. Nitekim Buhari, Müslim ve İbn Hanbel gibi bir çok hadisçi onlardan rivayette
bulunmuşlardır. Şimdi, Mabed hakkında kaynaklarda çok az bir bilgi vardır. Hasan Basri’den
ders aldığı, İbnu’l-Eş’as isyanına katıldığı ve h. 80’de Haccac tarafından öldürüldüğü
kaydedilir. Diğer taraftan, kaynakların söz ettiği, ama, üzerinde fazla durmadıkları önemli bir
şahsiyet daha vardır. O da Yezid’in oğlu II. Muaviye’nin hocası Amr el-Maksus’dur.
Kaynaklar, bu kişiyi, Suriye’de kaderden bahseden ilk kişi olarak kaydederler. Rivayet
edildiğine göre, II. Muaviye’nin hilafetten çekilmesinde onun etkin olduğu bildirilir. Buna
binaen Ben-i Ümeyye, onu, II. Muaviye’nin beynini yıkayıp kafasına zararlı fikirler soktuğu
gerekçesiyle diri diri gömmüştür. II. Muaviye’nin de zehirlendiği veya vebadan öldüğü
belirtilir.337
335 el-Cabiri, a.g.e., s. 306-307 336 el-Cabiri, a.g.e., s. 311 337 el-Cabiri, el-Akl, s. 312
Cabiri’ye göre, Kaderiyye’nin ilklerinden en önemli şahsiyet, Gaylan ed-Dımeşki’dir.
“Kaynaklar, aydınlanma ideolojisinin yayılmasında ona temel bir rol biçerler.” Çünkü
çok etkin bir insandır. Kaynakların belirttiğine göre, Ben-i Mervan’ın mevlasıdır. Abdulmelik
b. Mervan, onu, oğlu Said’e mürebbi olarak tutmuştur. Ömer b. Abdulaziz de ona yakın bir
insandır. Fakat Hişam b. Abdulmelik, ona karşı kin doludur. Nitekim, onun sözlü ve fiili
muhalefetini unutmayarak kendi hilafetinde, ona pek de iyi davranmayacaktır.338
Cabiri’nin belirttiğine göre, Gaylan, Emevilere karşı yürütülen siyasi ve ideolojik
muhalefetin yönlendiricilerinden biridir. Gaylan, hilafetin Kureyş’e has kılınmasına karşı
çıkıyordu. Ona göre; bu işi, ehil olan herkes ümmetin icmasıyla üstlenebilir. O, böylece
Emevilerin temel dayanaklarını yıkıyordu. Diğer taraftan, hilafeti Hz. Ali soyuna hasreden
Şia’yı da temelden eleştiriyordu. Son olarak, bu konuda icmayı kabul etmeyen Haricilere de
karşı çıkıyordu. Cabiri’ye göre, “onun bu duruşu, gerçekten ilerici bir duruştur. Çünkü o,
iktidar meselesini kabile, veraset ve vasiyyet tekelinden çıkararak ümmetin meselesi
kılmıştır.” Gaylan’ın Emevilerin mali siyasetlerine karşı olan muhalefetine gelince; bu işi,
isyan noktasına vardıracak kadar radikaldi. Ömer b. Abdulaziz, ona, devlette bir göreve
üstlenmesini teklif edince o, “hazine satışı ve mezalim mahkemesinin idareleri”ni istedi. Bu,
gerçekten hedefi olan anlamlı bir istekti. Böylece, Emevi iktidarının zulümlerini tecil etti ve
hak sahiplerine haklarını iade etti. Ayrıca, halktan zorla toplanarak hazineye katılan mal ve
paraları da halka geri verdi. Bunları gören Hişam b. Abdulmelik’in kini bir kat daha arttı ve
şöyle yemin etti: “Beni ve atalarımı ayıplıyor. Eğer işi ele alırsam, yemin olsun, ellerini ve
ayaklarını keseceğim.” Nitekim dediğini yaptı ve Gaylan’ın ölümü, onun elinden oldu.339
Cabiri, Gaylan’a ait metinlerin şu an olmayışının nedeni olarak, Eş’ari mezhepler
tarihçilerinin, ona karşı uygulamış oldukları ambargoyu gösterir. Bu noktada İbn Nedim,
Gaylan’ın risalelerinin iki bin sayfaya ulaştığını belirtir. Fakat bu ambargo nedeniyle, elimize
sadece Ömer b. Abdulaziz’e yazdığı şu mektubu ulaşmıştır: “Araştırdım durdum ve gerçeği
gördüm ey Ömer!... Ateşe çağıran bir kimseyi asla göremeyeceksin. Çünkü bu durumda,
kimse onun ardından gitmez. Fakat ateşe çağıranlar, aynı zamanda Allah’a isyana da
çağıranlardır. Ey Ömer! Hiç yaptığını ayıplayan veya ayıpladığını yapan yada yaptığından
dolayı cezalandırılan veyahut cezalandırıldığı şeyi yapan bilge bir insan gördün mü? Hiç
doğru yola çağıran sonra da ondan saptıran aklı başında bir kimse gördün mü? Hiç kullarına
güç yetiremeyecekleri şeyi yükleyen veya itaatten dolayı cezalandıran bir merhametli gördün 338 el-Cabiri, a.g.e., s. 312-313 339 el-Cabiri, el-Akl, s. 313
mü? Hiç insanları, yalan ve kandırmacaya götüren doğru sözlü bir adam gördün mü?...”
Açıktır ki bu ifadeler, Emevi cebir ideolojisini esaslı bir şekilde eleştirmektedir. Fakat bazı
Eş’ari kaynaklar, onun bu derece kuvvetli yönünü görmezden gelmişler ve onu, düşmanlarıyla
yapmış olduğu münazaralarda, hep yenilen bir kimse olarak lanse etmişlerdir. Fakat Cabiri,
bunları yapmacık ve uydurma saptamalar olarak değerlendirir. Diğer taraftan Gaylan,
Haricilerin tekfir ideolojilerine de karşı çıkmıştır. Bu noktada, ameli imandan bir cüz olarak
kabul etmemiştir. Bu nedenle Bağdadi ve Şehristani, “Kaderiyye Mürcie”sinin lideri olarak
onu takdim ederler. Eş’ari, onun iman anlayışını nakleder ve imanın artışının veya eksilişinin
olamayacağını savunduğunu söyler. Onun, kendi adına nispet edilen Gaylaniyye diye bir
mezhebi olduğundan bahseder.340
Cabiri’ye göre, “Emevi asrında ‘iman’ meselesi siyasi içerikler taşıyordu…Hariciler,
imanı bu hale getirmişlerdi. Onlar ameli, yani; şeriatın emir ve nehiylerini, kendilerine göre
iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek çerçevesinde değerlendirerek onu, imanın bir şartı
olarak koşuyorlardı. Diğer taraftan Emevi taraftarları, imanı; sadece Allah’ı, meleklerini,
kitaplarını ve peygamberlerini ikrar etmek olarak görüyorlardı. Şeriatın emirlerinin tatbikini
ve nehiylerden kaçınmayı imandan görmüyorlardı. Müslüman, günah işleyebilir hatta büyük
günahlara dahi girebilirdi. Fakat bununla birlikte yine Mümin dairesi içerisinde kalırdı. Bu
bakış açısının amacı, zulüm ve günahkarlıkla itham edilen Emevi halifelerini iman dairesinde
tutmaktı. Dolayısıyla onlara karşı isyan caiz olmazdı. Bu nedenle Gaylan ed-Dımeşki’nin,
hem Emevilere hem de Haricilere karşı muhalif bir duruş ortaya koyması gerekiyordu. Bu
noktada, cebir ve tekfir ideolojilerine karşı yeni bir iman tarifi ortaya koymaya çalıştı… İman,
tek bir haslet değildir. Bilakis iman, onun için oluşturulan hasletlerin birleştirilmesidir. İman;
Allah’ı düşünerek ve ikna olarak ona boyun eğmektir. Kitap ve sünneti ikrar etmek ve onlara
boyun eğmektir. Böylece bu tarif, Haricilerin yaptığı gibi ‘ameli’ imanın zorunlu şartlarından
biri olarak görmez. Diğer taraftan da onu, Hz. Peygamber’in getirdiklerini soyut bir şekilde
ikrar ve tasdik olarak da görmez. Bilakis ona, gönülden ikna olarak bağlanma ve boyun
eğmektir.”341
B. 6. Mürcie
B. 6. 1. Halis Mürcie
340 el-Cabiri, el-Akl, s. 313-314 341 el-Cabiri, a.g.e., s. 314-315
“Halis Mürcie” ve “Cebriyye Mürciesi”. Buradan hareketle Cabiri, bu tasnifin
ideolojik ve düşmanca bir tasnif olduğunu vurgular. Çünkü buradaki amaç, bunları
kötülemektir. İşte bu tür ayrımlar, “son tahlilde, gerçek bir aydınlanmacı rasyonaliteyi
kuran yapının” birlikteliğini ortadan kaldırır. Şimdi Halis Mürcie ile başlanacak olursa;
bu akım, başka hiçbir konuya girmeksizin iman meselesi üzerinde duran bir akımdır. Bu
nokta, Cabiri’ye göre çok önemlidir. Çünkü iman, ümmette vatandaşlık hakkı kazanmak
demektir. Aksi takdirde, insanın, kanının helal olduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla bu
konuda farklı görüşlerin ortaya çıkması, son derece tabii ve haklı bir durumdur. Şimdi, “Halis
Mürcii” diye nitelenen insanların iman tanımlarına bakılacak olursa, hemen hemen hepsinin
birbirine yakın olduğu görülür. Genel olarak iman tanımları şöyledir: “Allah’ın birliğini ve
hiçbir şeyin onun gibi olamayacağını ikrar etmek. Onu yüceltmek ve ona karşı büyüklenmeyi
terk etmek. Akla uygun olanı yapmak. Zaten buna uygun olmayan şeyi yapmak, iman
dairesinden çıkmak olur.”342
B. 6. 2. Cebriye Mürciesi
Cabiri’ye göre, Cebriye’nin Cad b. Dirhem ve Cehm b. Safvan’ dır. Cad, Emevilerden
Muhammed b. Mervan’ın oğlunun eğitimciliğini yapmıştır. Kuran’ın yaratılmışlığı fikrini
ortaya atana kadar Şam’da kalmış ve bundan sonra Kufe’ye kaçmıştır. Burada, h. 124’te
Abdullah el-Kasri tarafından öldürülmüştür.343
Cabiri’ye göre Cehm, sistematik düşünen bir insandır. Onun fiil hakkındaki görüşleri,
sıfatlar ve Kur’an’ın yaratılmışlığı noktasındaki görüşlerini de destekler. Fakat Ehl-i Sünnet
Eş’ariler, bu görüşlere mezhepsel ve siyasal nedenlerle yanlı yaklaşmışlardır. Böyle bir
yaklaşım, bu görüşleri parçacı bir tarzda ele almayı getirmiş ve iş, mecrasından çıkarılmıştır.
Bu noktada Cabiri, Cehm’in “Eşya var olmadan önce Allah onu bilir denemez”344 sözünü
nakleder ve buradan hareketle şu sonuca varır: “O halde bu sorunun, Cehm’in Emevi cebir
ideolojisine karşı yürüttüğü muhalefetinin ışığında anlaşılması gerekir.” Çünkü onlar, daha
önce de belirtildiği gibi, iktidara gelişlerini ve fiillerini Allah’ın ezeli ilmine
dayandırıyorlardı. Bu işte, planlanana göre hareket eden belirlenmişler olduklarını
söylüyorlardı. Bu nedenle Cehm, “Allah, eşyayı yaratmadan önce bilir.” diye
söylenemeyeceğini ifade ediyordu. Eğer böyle bir şey söylenecek olursa, bu, Emevilerin
342 el-Cabiri, el-Akl, s. 315-316 343 el-Cabiri, a.g.e., s. 318 344 bkz. Adudi'd-din el-İci, Kitabu'l-Mevakıf, tah. Abdurrahman Umeyra, Daru'l-Ceyl, Kuveyt, h. 1404, C. 3, s. 712
desteklenmesi anlamına gelecektir. Cehm, bu ideolojik ve siyasi muhalefetini gizleyebilmek
için buna akidevi mesnet arıyor ve bu minval üzere hareket ediyordu.345
Yukarıdaki açıklamalardan sonra Cabiri, şu sonuçlara varır: Böylece ilk kelamcıların
görüşleri, ancak siyasi bir okuyuşla anlaşılabilir. Ne yazık ki onlar ve sonraki takipçileri
birbirlerine tahammül edemediler. Birbirlerinin görüşlerini düşmanca okudular ve o şekilde
anlamaya çalıştılar. Halbuki onlar, yaşadıkları sorunlara çözüm üretmeye çalışıyorlardı. Fakat
böyle yanlış bir yöntem seçtikleri için olmaması gereken sonuçlara gidildi. Şu an yapılması
gereken; hepsinin birer dost olarak kabul edilmesi, her birinin görüşünün yansız bir şekilde ve
aslına uygun olarak değerlendirilmesidir.346
B. 7. Mutezile
Cabiri, Mutezile’yi ele almaya, Hasan Basri’nin meclisinde yapılan iman-küfür
tartışmalarından hareketle başlar. Genel olarak Bağdadi’nin şu değerlendirmelerine yer verir:
Ezarika fitnesinin etkin olduğu zamanlarda Vasıl, Hasan Basri’nin meclisine devam eder.
İnsanlar, büyük günah işleyenin hükmü noktasında tartışmakta ve farklı görüşler çerçevesinde
gruplaşmaktadırlar. İşte böyle bir ortamda Vasıl, kendini bu gruplardan soyutladı. Ortaya yeni
bir görüş attı. Ona göre; büyük günah işleyen, ne mümindir ne de kafir. O, fasık olmuştur ve
iki menzil arasındadır. Bunu duyan Hasan Basri, onu meclisinden kovdu. Vasıl’a, arkadaşı
Amr b. Ubeyd de katıldı. Basra mescidinin başka bir köşesinde kendi meclislerini kurdular.
Bu şekilde ümmetin görüşünden ayrıldıkları için onlara, Mutezile dendi.347
Cabiri’ye göre; bu konuda Vasıl’ın durumunu gerçeğe en yakın şekilde ortaya koyan,
bir takım eksikliklerine rağmen Bağdadi’nin değerlendirmesidir. Şimdi, Hasan Basri, her ne
kadar insanın fiili noktasında Emevilere karşı sert bir muhalefet ortaya koymuşsa da büyük
günah işleyen konusunda, Ehl-i Sünnet cumhurunun görüşünü benimsemiştir. Yani; büyük
günah işleyen, asi bir mümindir. Ancak onun, bağışlanması umulur. Bu şekilde Hasan Basri,
tekfir ideolojisine karşı sert, Emevilere karşı hafif dokunan bir eleştiri ortaya koymuştur.348
345 el-Cabiri, el-Akl, s. 320-321 346 el-Cabiri, a.g.e., s. 321-322 347 el-Cabiri, a.g.e., s. 322-323 348 el-Cabiri, el-Akl, s. 323
“…Vasıl b. Ata, Mutezile mezhebinin kurucusu”dur. “…Çağında tartışılan bütün dini
meselelerde siyasi açıdan konuştu. Bunlara, kendine has bir bakış açısı getirmiştir.” Sonradan
Mutezile’nin temel kaideleri olan beş temel esası belirlemiştir.349
Cabiri’ye göre, Kaderiyye adı altında zikredilen şahsiyetler, Mutezile’nin çekirdeğini
oluşturuyorlardı.350 “Bu sözü edilen siyasi ve ilmi kişilikler, sadece fikir adamları değillerdi.”
Bilakis onlar, “iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak” prensibince hareket ederek,
Emevilere karşı yürütülen hareketlerin fiili önderleri olmuşlardır.351 Buradan hareketle Cabiri
şu kanıya varır: Mutezili düşünce, bütün imparatorluk sathında, siyasi bir muhalefeti
yansıtıyordu.352
Cabiri, bu değerlendirmelerinden sonra şu sonuçlara varır: “Milel ve nihal kitaplarının,
‘Kaderiyye’, ‘Cehmiyye’ ve ‘Mutezile’ adı altında tasnif ettiği bu kimseler, Emevi asrında,
siyasi ve dini düşüncenin gelişmesini sağlamışlardır… Cebir ve tekfir ideolojilerine, imamet
efsanesine, Maniheist ve agnostik akımlara karşı mücadele etmişlerdir. Böylece gerçek
aydınlanmacılar olmuşlardır. Her büyük devrimin kendine has bir entelijensiyası vardır. Yani;
bu devrimin projesini taşıyan ve onu müjdeleyen aydınlanmacı düşünürleri vardır. O halde,
Abbasi devriminin gerçek hazırlayıcılarının, aydınlanma hareketinin önderlerinin olduğunu
tereddüt etmeden söyleyebiliriz.” Onlar; insanları, cebri ve tekfiri reddeden, şura ve eşitliği
savunan tezler altında toplayarak kabile çatısını yıkmaya çalışmışlardır. “Böylece
rasyonaliteye dayanan aydınlanma ideolojisini yaymışlardır…” Diğer taraftan, her ne
kadar idarede yer almasalar da, Abbasi devrinin de aydınları olmuşlardır. Bu noktada, bu
derece etkin olmaları tesadüf değildir. Çünkü onlar, bu devrimin hazırlanmasında çok önemli
bir varlık göstermişlerdir.353
C. Sultanlık İdeolojisi ve Siyaset Fıkhı354 Literatürünün Şekillenişi
C. 1. Sultanlık İdeolojisi
349 el-Cabiri, a.g.e., s. 325 350 Cabiri, bir anlamda Vasıl’ı da Kaderilerden saymaktadır. Halbuki Kaderiyye, bir konu etrafında odaklanan grubun ismidir. Buna karşın Mutezile, başlı başına bir sisteme sahip olan bir mezheptir. Dolayısıyla bu mezhebin kurucusunu, Kaderiyye’den saymak yanlış bir tespittir. bkz. el-Cabiri, a.g.e., s. 323-324 351 el-Cabiri, a.g.e., s. 325 352 el-Cabiri, a.g.e., s. 327 353 el-Cabiri, el-Akl, s. 328 354 Siyasal Hukuk
Cabiri, Abbasi isyanı ve ihtilalini “tarihsel kitle” kavramını temel alarak açıklamaya
çalışır. Bu kavram, Acemlerin Araplara karşı isyanı veya Arapların toplumsal olarak yeniden
şekillenişi olarak açıklanamaz. Aksine, bu kavramın içeriğini, Emevi devletini yıkan bütün
güçler doldurur. “ ‘Tarihsel kitle; soyut bir kümelenme veya farklı sosyal güçlerin salt
birleşmesi ve mücerret bir ittifakı değildir. Bilakis bu; bir sorunun çözümü için farklı fikri
güçlerin355… kaynaşmasıdır.” Dolaysıyla Abbasi devriminin gerçekleştirilmesine iştirak
edenler; Araplar, Acemler, Mevali, tüccarlar, çiftçiler velhasıl muhalif bütün güçlerdir. Artık
kabile, ganimet ve akide kavramlarının çerçevesi değişiyordu. Kabile kavramı, Mudarlı-
Yemenli çatışması şeklinde değil, Emeviler-Muhalifler şeklinde tezahür ediyordu. Emevilerin
ekonomi politikasından zarar gören bütün Araplar ve Arap olmayan unsurlar, tek bir çatı
altında toplanıyordu. Akide noktasında da Abbasiler, tüm muhalif kampları bünyesinde
barındıracak şekilde söylemini oluşturuyordu. Siyasi ve ameli içeriği birleştirip hilafetin nebi
ailesinde olduğunu söyleyerek imamet efsanecilerini yanlarına çekiyorlardı. Diğer taraftan,
şuranın dini-siyasi içeriğini kullanarak öteki gruplara hitap ediyorlardı. Bu düşünce
doğrultusunda insanlar, istedikleri yöneticiyi seçebileceklerdi. Ayrıca, yönetimde Kitap ve
Sünnete göre hareket edilmesinin gerekliliği sloganı yükseltiliyordu. Böylece her grubun
önderi nazarındaki şüpheler kaldırılarak bu önderler de bu harekete dahil edilmeye
çalışılıyordu. Fakat devrim başarıya ulaşınca, bu tarihsel kitleyi yeniden düzenleme ihtiyacı
doğacaktı.356
Abbasi devletine kadar, iki devlet modeli biliniyordu. Bunlar; Raşid Halifeler ve
Emevi devletleri modelleriydi. Fakat Abbasi devleti, bu modellerin de içeriğini kapsayarak
sosyal yapılanma açısından yeni bir model ortaya koyuyordu: Derin ve yüzeysel yapılanma.
Derin yapılanma, eski yapılanmanın devamıydı. Fakat yüzeysel yapılanmayla birlikte iki yeni
kavram ortaya çıkmaktadır: “Seçkinler” ve “Halk”. İşte bu iki kavram, Arap siyasi aklının
yeniden kurulmasındaki gelişmelerin anlaşılmasında ve açıklanmasında, önemli bir yer işgal
edecektir.357
Cabiri, Abbasi toplumunun kabile toplumundan farklı olduğunu söyler. Kabilede
ilişkiler, dairesel bir çerçevede işler. Şöyle bir benzetmeyle durum açıklığa kavuşturulabilir:
Kabile bir çadıra benzer. Onu tutan orta direk ve çevreleyen kazıklar vardır. Ortasında da
eşyalar vardır. Orta direk, kabile şeyhidir. Kazıklar, savaşçılardır. Eşyalar ise kabilenin fertleri
355 ideolojilerin 356 el-Cabiri, el-Akl, s. 329-330 357 el-Cabiri, el-Akl, s. 331
ve mal varlıklarıdır. Bu durumda toplum, tek bir düzleme oturur. Yani; buradaki belirgin
ayrımlar, statüye göre değil aksine, görev ve sorumluluklara göredir. Dolayısıyla kabile
toplumunda, seçkinler ve halk diye statülerin olması imkansızdır.358
“Arap kabile toplumu, İslam’ın ortaya çıkışıyla birlikte parçalanmaya başladı.” Hz.
Peygamber, kabile üstü bir toplum oluşturmuştu. Hz. Peygamber, bu toplumun tepesinde
bulunuyordu. Sahabesi de seçkinlere benzer bir konumdaydı. Fakat onlar, halkın mukabili
olan seçkinleri karşılamıyordu. Onlar, bu konumlarına, ilk Müslümanlar olmaları ve İslam’a
olan hizmetleri sebebiyle kavuşmuşlardı. “İşte bu terim; sosyal, siyasi ve dini bir realite olarak
tanımlanır oldu.” Raşid Halifeler döneminde de Sahabe; ilk Müslümanlar, danışmanlar, ilim
ve din ehli olarak toplumdaki yerlerini alıyorlardı. Kabile ruhu ve anlayışı, her ne kadar
belirgin bir etkinliğe sahip olsa da, ön plana çıkamıyordu. Çünkü, Medine devletindeki
sınıflamalar, kabile değerlerine göre değil, onu aşan değerlere göre yapılıyordu: “Muhacirler,
Ensar, ilk Müslümanlar, danışmanlar v.b…” Buradan hareketle Cabiri’ye göre, idareciler ve
alimler bir grubu teşkil ediyordu. Fakat Emevilerle birlikte bu yapı dağıldı. İdareciler,
alimlerden ayrıldı. İdareciler ve askerleştirilen kabileler, bir grup oldu. Bunlar, devletin siyasi
toplumuydu. Halife, kabile şeyhini; kabile reisleri de devletin sahibi olan savaşçıları ifade
ediyordu. Dolayısıyla halk ifadesi, bu toplumda yerini bulamıyordu.359
Raşid Halifeler ve Emeviler dönemlerinde halife, seçkinlerin bir üyesi olarak
görülüyordu. Raşid Halifeler, Sahabenin müşaveresi sonucu göreve geliyorlardı. Fakat
Emevi halifesi, bir kabile şeyhi olarak telakki ediliyordu. Diğer taraftan onları, kabile
şeyhlerinden ayıran bir özellikleri vardı. O da; kabile, ganimet ve akide düzlemlerinde
edindikleri siyasi tecrübeleriydi. Fakat Abbasi halifesinin durumunu belirleyen şey ise;
bunun tam aksine imamet efsanesinin imam tasavvuruydu. Bu saptamasından
hareketle Cabiri; bu tasavvurun, Abbasi ihtilalini yapan tarihsel kitlenin ufkunda yer
edindiğini söyler. Bu noktada Abbasiler, bu tasavvurun Şii boyasını kazıyarak yerine
Sünni boyasını vurdular. Böylece halifenin konumu, seçkinlerin konumunun üzerine
çıkıyordu. Fakat bir sorun vardı. O da; seçkinler sınıfında yer alan ve gerçek rakipleri olan
Alevilerden bu işin meşruiyetini alıp, bunu, kendilerine mal etmeleri gerekiyordu. Çünkü
onlar, bu işi ele geçirmek için ilk girişimde bulunanlardı ve bu yolda, bir çok kurban
vermişlerdi. “O halde durum, yeni bir siyasi takdisi gerektiriyordu.” Emeviler,
meşruiyetlerini kaza ve kader kavramsalına dayandırıyorlardı. Bununla ve güçlerini 358 el-Cabiri, a.g.e., s. 332-333 359 el-Cabiri, el-Akl, s. 333
dayatarak, Hasan’ın Muaviye namına hilafetten çekilişini, halka kabul ettiriyorlardı. Fakat
bu, durumu kurtarmak için artık yeterli bir argüman değildi. Ayrıca bu işin asıl sahipleri olan
rakipleri yenilmemişlerdi. Hala bu işi talep etmekteydiler. Öyleyse, kendi meşruiyetlerini
ortaya koyacak ve bu işi, onlara kaptırmayacak yeni bir söyleme ihtiyaçları vardı.360
Cabiri’ye göre, “İslam’da devletin meşruiyeti, Ben-i Sakife gölgeliğinden beri, hem
‘kabile’ hem de ‘akide’yle belirleniyordu.” Hz. Ebubekir, meseleyi, Kureyş’in liyakati tezini
kullanarak çözmüştü. Muaviye, bu teze “kaza ve kader” prensibini ekleyerek, akidevi
boyutla bu işi pekiştirmişti. Şimdi, bir devletin meşruiyetini ispatlamak, kurucusuna düşerdi.
Abbasilerin elinde, Kureyş meşruiyeti vardı. Geriye sadece, rakipleri olan Alevilerden, bu
işe daha layık olduklarını ispatlamaları gerekliliği kalıyordu. Bunu da ilk halifeler başardı.
Muaviye’den beri idare, verasete dayanıyordu. Dolayısıyla onlar da bunu esas aldılar.
Böylece Alevilerin itirazlarını da ortadan kaldırmış olacaklardı. Çünkü onların da teorileri,
verasete dayanıyordu. Ebu’l-Abbas es-Seffah, devletin ilk kurucusuydu. Fakat hilafeti, dört
sene gibi kısa bir zaman sürünce asıl kuruluşu, “kardeşi ve sağ kolu” Ebu Cafer el-Mansur
tamamlamıştır. Fakat Seffah, devletin meşruiyet manifestosunu hazırlamıştı. Bu da; Hz.
Peygamber’e olan yakınlıkları, bu nedene binaen bu işe en liyakatli kişiler olup Allah’ın
onları seçmesiydi. Bu çerçeve; söylev ve mektuplarından anlaşılır. Bu savını desteklemek
için ayetleri de kullanıyordu.361
“Açıkçası; ‘kabile’ ve ‘akide’ kavramlarını; Nebi’ye yakınlığı ve ilahi ‘irade’yi
birleştiren yeni bir söylemin karşısındayız.” Burada şu soruyu sormak gerekir: Seçilen
“Ehl-i Beyt, niçin Aleviler değil de Abbasiler?” Seffah, cevabı şöyle verir: “Sebeiler362,
bizim dışımızdakilerin363; riyasete, siyasete ve hilafete bizden daha layık olduklarını
söyleyerek sapıttılar. Sonuçta onlar, bu işi, ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Niçin ey insanlar!
Allah, insanları sapkınlıktan bizimle kurtardı… Hakkı bizimle ortaya çıkardı. Batılı bizimle
çürüttü.” Böylece Seffah, ilahi iradeyi kendisine dayanak ediniyordu. Bu meselede son 360 el-Cabiri, a.g.e., s. 334-335 361 “… Allah sade(ce) şunu istiyor: Sizden kiri uzaklaştırsın da ey ehl-i beyt, sizi tertemiz/pampak etsin.” (Ahzab 33/33). bkz. M. Hamdi Yazır, Kur’ân-ı Kerîm ve Meâl-i Şerîfi,haz. ve not. Ertuğrul Özalp, İşaret yay., Ekim, 2000, s. 423. Görüldüğü gibi Abbasiler de Ehl-i Beyt kavramını aslından çıkararak istismar etmektedirler. “… (Ey Muhammed) De ki: ‘Buna karşı(lık) sizden yakınlıkta sevgiden başka bir ecir (ücret) istemem…” (Şura 42/23). bkz. Yazır, a.g.e., s. 487 “Yakın akrabanı uyar.” (Şuara 26/214) “Allah’ın, Resulü’ne kurâ (belde) ahalisinden tahvil buyurduğu (verdiği) feyde Allah için ve Resulü için ve (ona) karabet sahibi (akrabalığı bulunanlar) …içindir ki:…” (Haşr 59/7). bkz. Yazır, Meal, s. 547 “Şunu iyi bilin ki; ganimet olarak aldığınız şeyin beşte biri; Allah’ın, Resulünün, yakınlarının….” (Enfal 8/41). el-Cabiri, el-Akl, s. 335-336 362 Alevi taraftarlar 363 Alevilerin
noktayı, Ebu Cafer koyuyordu. O; Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve diğerlerinin bu işi
başaramadıklarını, dolayısıyla bu işe layık olmadıklarını söylüyordu. Sonra, Horasan halkına
şöyle sesleniyordu: “… Allah, sizi bize yardımcılar olarak gönderdi. Böylece şerefimizi
diriltti ve sizinle bizi yüceltti. Horasan halkı! Allah, sayenizde batıl taraftarlarını defetti ve
hakkımızı ortaya çıkardı. Nebimizden mirasımızı bize ulaştırdı. Hak yerini buldu. Işığı
ortaya çıktı. Yardımcılarını yüceltti.”364
Bu çerçeveden hareketle Cabiri, şu sonuca varır: “ ‘Kabile’ ve ‘akide’yi farklı alanlar
üzerine kuran yeni bir söylem. Birinciyi ikinciye ‘ilahi irade’ aracılığıyla yerleştiriyor:
Nebi’ye yakınlıktan dolayı ilahi irade, Ehl-i Beyt’i pisliklerden temizliyor. Diğerlerini dışta
tutup fey ve ganimeti onlara has kılıyor. Abbasiler, Ehl-i Beyt’in diğer kanadı olmaksızın,
Horasan halkının yardımıyla hilafeti hak ediyorlar. Allah, bunları; miraslarını Abbasiler
vermesi noktasında, sadece iradesini uygulamak için onlara gönderiyor. Bu miras, Nebi’nin
hilafet mirasıdır. Dolayısıyla Alevilerin, bu mirastan hak almaya çalışmaları abesle
iştigaldir.” Çünkü onlar, Hz. Peygamber’in kızının çocuklarıdırlar. Böylece “Abbasiler,
İslami Hukuk’taki miras kanununa sarılıyorlar.” Yani; mirasta en büyük hak, kızın değil
amcanındır. “O halde burada, Nebi’ye akraba olmaya dayanan meşruiyet meselesinin,
yeniden inşa edilmesi işlemi karşısındayız. Fakat bu, imamet efsanesinin dayandığı
‘vasiyyet’ veya ‘gizli ilim’ mefhumlarının aracılığı olmaksızın gerçekleşmektedir. Burada
ilişkiyi kuran, ‘Allah’ın iradesi’dir. Allah, Hz. Muhammed’in peygamber; amcası
Abbas’ın da varisi olmasını istemiştir. O ölmüştür, fakat amcası yaşamaktadır. Fatma’dan
başka da çocuğu yoktur. Dolayısıyla kız, kendisi için belirlenen miktarla yetinir. Allah, Ehl-i
Beyt’in hakkının geri alınması için yapılan girişimlerde, Hz. Ali ve oğullarının başarısız
olmalarını istemiştir. Fakat bu işte, Abbas ve oğullarının başarılı olmalarını istemiştir.
Çünkü onlara, Horasan halkını yardımcı kılmış, onlarla haklarını ortaya çıkarmış ve onların
aracılığıyla bu haklarını Abbasilere vermiştir. Açıkçası Allah’ın iradesine dayanan bu tür bir
anlayış, Emevi cebir anlayışından tamamen farklıdır.” Bu noktada Ebu Cafer, “Allah’ın
iradesine ve kendisini seçmesine dayanıyordu. Sonuç olarak, onun iradesi Allah’ın iradesini
yansıtır. Yada Allah’ın iradesi, onun vasıtasıyla ortaya çıkar. Fark etmez.” Böylece Ebu
Cafer, Arafat’taki söylevine, “ey insanlar! Ben, Allah’ın yeryüzündeki sultanıyım”
diyerek başlıyordu. Bu, şu anlama geliyordu: “… Sultan, güç demektir. O halde halife,
Allah’ın yeryüzündeki uygulayıcı gücüdür. O, zorlanan değil bilakis, hür iradesiyle hareket
364 el-Cabiri, el-Akl, s. 336-337
edendir. Çünkü onun iradesi, Allah’ın iradesindendir.365 Onun irade hürriyeti, Allah’ın
irade hürriyetinin yansımasıdır. Onun iradesi, Allah’ın iradesinin kulları arasında
somutlaşmasıdır. Halifeden kim, bir şey isterse Allah’a dua etsin.”366
Şimdi, bu noktada Cabiri, Abbasilerin, cebir ideolojisini dayanak edinmemelerinin
bir nedeni daha olduğunu söyler. O da; zaferden önce, insanın kudret ve sorumluluğunu
savunan aydınlanma hareketinin içerisinde yer almış olmalarıydı. Fakat yönetime gelinince,
devrim mantığı terk ediliyor ve devlet mantığı devreye giriyordu. Dolayısıyla bu mantık,
sorumluluğu kabullenemezdi. Bunun için Ebu Cafer, bu tezi kullanmıştır. Diğer taraftan
bunu, kendisini seçkinlerden ve Al-i Beyt’ten ayırıp üstün bir konuma çıkarmak için de
kullanıyordu. “O halde halifenin statüsü, seçkinlerin yerine Allah’ın statüsüne
uzanıyordu.”367
Cabiri, sultanlık ideolojisinin Arap-İslami kültürüne aktarımında, İbnu’l-
Mukaffa368’nın başat bir rol oynadığını düşünür. İbn Mukaffa, Arap-İslami kültüründe bu
ideolojiden bahseden ilk kişidir. Müslüman olunca Abdullah ismini ve Ebu Amra künyesini
almıştır. Abbasilerde bir çok devlet adamının katipliğini yapmıştır. Siyasete alanında
uzmanlaşmış ve bu konuda, Farsça’dan bir çok tercüme yapmıştır.369
Cabiri’nin belirttiğine göre, İbn Mukaffa, Risaletu’s-Sahabe isimli eserinde kabile
konusuna değinir. Fakat bunu, askeri açıdan ele alır. O, ordunun yeniden düzenlenmesi
gerektiğini söyler. Asker, sadece askerlikle ilgilenmelidir. Halifeyle ordunun ilişkisini, aslana
binen bir adam örneğiyle ortaya koyar. Bu ilişkide, korkuda olan binicidir. Dolayısıyla
aslandan emin olmak gerekir. Bu nedenle askerlerin iyi bir şekilde eğitilmeleri gerekir. Buna
binaen, bu noktada getirilen teklif, devletin yapısını tamamen değiştirmektedir. Emevi devleti,
kabile temeline dayanıyordu. Mudarlı-Yemenli çatışmasını kullanarak bunu istismar ediyor ve
düzeni sağlıyordu. Fakat devlet, artık bir imparatorluktu ve bu kabile siyasetinin kaldırılması
gerekiyordu. Bu nedenle ordu, itaatten başka bir şeyi düşünmeyen nizami bir şekle
dönüştürülmeliydi. Bunun için askeri, bu hedeften saptıracak amiller ortadan kaldırılmalıydı.
Asker, kamu görevlerinden, özellikle de haraç toplama vazifesinden uzak tutulmalıydı. Diğer
taraftan askerler, ahlaklı bir şekilde yetiştirilmeliydi. Genel olarak çağdaş ifadesiyle;
365 Burada; sıfatlar konusunda, Allah ile insan arasında kurulan ilişkinin kaygan zemininden dolayı, siyasi bir istismar, kendisini açığa vurmaktadır. 366 el-Cabiri, el-Akl, s. 337-338 367 el-Cabiri, a.g.e., s. 338-339 368 h. 106-142 369 el-Cabiri, el-Akl, s. 341
askerlerin ‘beyinleri yıkanarak’, halifeye sadakatten ve bağlılıktan başka hiçbir şey
düşünmemeliydiler. Bununla da yetinilmemelidir. Mesela, maaşları zamanında verilmeli ki
kendilerini, işlerine adayabilsinler. Ayrıca ordu içinde, güçlü bir istihbarat teşkilatı
kurulmalıdır. Böylece ordu, daima gözaltında tutulabilir ve yanlış yönelimleri önlenebilir.370
“Kabile düzleminde meydana gelen bu şekildeki bir köklü değişim, zorunlu olarak,
ganimet düzleminde de benzer bir değişimi getirecektir.” İbn Mukaffa, eski vergi sistemini
sert bir şekilde eleştirir ve bunun adaletsiz olduğunu savunur. Çünkü belli bir düzen ve denge
yoktur. Bu nedenle, vergi sistemi kökten değişmeli ve herkese eşit bir vergi yükü
getirilmelidir. Bu da fetihçi ekonomiden Asya tipi rantçı ekonomiye geçiştir. Yani;
örgütlenmenin ve denetimin merkezi olması ve verginin, hiçbir fark gözetilmeden herkese eşit
yüklenmesi anlamına gelen sisteme geçiş.371
Cabiri, şu sonuca varır: “ ‘kabile’ askerliğe, ‘ganimet’ belirli bir vergi yükümlülüğüne
ve ‘akide’ de imama itaate dönüştürülmüştür. Bütün bunlar; İbn Mukaffa’nın yüzeysel sosyal
piramidin yapısı ve derin yapılanması arasındaki ilişkiyi düzenlemek için yaptığı
tekliflerdir.”372 “İbn Mukaffa, ‘erdemli devletin’ yasalarını koymuyordu.” O, kuruluşundan
beri bir gelişim içerisinde olan İslami devletin tarihsel sürecini dikkate alarak, bu devletin,
yendiği İran imparatorluğunun geleneğinin modelini, bu İslami devlete aktarıyordu. “Bu
model; müstebit, kimi zaman da adil kral/imparator şeklinde belirginleşen, halkının ve
kendisinin, hükümdarı ilah statüsüne koydukları bir modeldir. O, bizatihi Allah olmasa
da halkı ve kendisi, zatını, Allah’ın sultanı ve yeryüzündeki temsilcisi373 olarak
görüyorlardı. Allah ile kral/imparator, ilahi devlet ile beşeri devlet arasında benzerlik
kurma, insanlık tarihinde din ve siyaset kadar eskidir. Firavun, bunlardan sadece bir
tanesidir.” Halbuki Kur’an, böyle bir şeyi reddeder.374 Hz. Peygamber’i dahi, vahiy alan bir
beşer olarak sunar.375 Raşid Halifeler de bu anlayışa riayet etmişlerdir. Kendilerini
Resulullah’ın halifesi olarak takdim etmişlerdir. Emeviler bile sınırı aşmalarına rağmen, böyle
bir iddiada bulunmamışlardır. Fakat Abbasiler bu anlayışı kullanmışlardır. Sonuç olarak
Cabiri, şu tespiti yapar: Bu anlayış; İsmaililer, hatta Mutezile, Eş’ariler ve Ehl-i Sünnet’in dini
ve siyasi muhayyilesinde yer edindi. Tabii bu şekil bir benimseme; hem dış kaynaklarla hem
370 el-Cabiri, el-Akl, s. 346-347 371 el-Cabiri, a.g.e., s. 347-348 372 el-Cabiri, a.g.e., s. 350-351 373 “halifesi” 374 “…Hiçbir şey, ona benzemez…” (Şura 42/11) 375 “Deki: ‘Ben sırf sizin gibi bir beşerim, ancak bana şöyle vahyolunuyor’: “İlahınız ancak bir tek ilahtır…” (Kehf 18/110). bkz. Yazır, Meal, s. 305
de içteki çabalarla gerçekleşti. Her şeye rağmen buna, İslami bir dayanak bulunmaya
çalışıldı.376
Cabiri, bu benimsemenin temeline dikkat çekerek bunun, bizzat Tevhid
kapısından girdiğini vurgular. Diğer taraftan, Emevi devrinde halifenin zalim idaresini
eleştirmek için kullanılan aydınlanma hareketinin tezleri, bu sefer, idarecinin
zalimliğinin takdisi ve dini meşruiyeti için kullanılmaktadır. Bu, gerçekten anlaşılması zor
bir çelişkidir.377
Cabiri’ye göre Ebu’l-Hasan el-Maverdi, Allah’ın alemle olan ilişkisi ile sultanın
seçkinleri ve halkıyla olan ilişkisi arasında benzerlik kurar. Ona göre; sultan, bu
ilişkisinde Allah’ı örnek almalı ve işinde ona benzemelidir. Ayrıca Cabiri, bu bağlamda
Tartuşi’nin görüşlerini şöyle nakleder: “İnsanların sultansız hali, büyüğün küçüğü yuttuğu
denizdeki balıkların hali gibidir. Ne zaman ki insanların güçlü bir sultanları olmazsa, işlerinin
düzeni olmaz. Maişetlerinin istikrarı bozulur. Bunun için bazı büyükler şöyle demişlerdir:
Yeryüzünde sultan olmasaydı, Allah’ın , insanlara ihtiyacı olmazdı… Nasıl ki bir belde de iki
sultanla düzen sağlanamazsa, alemde de iki ilahın olmasıyla düzen sağlanamaz. Yüce Allah’ın
alemdeki otoritesi, yeryüzü sultanının elindeki bir toprak parçası gibidir.” Aynı zamanda:
“Sultanın en hafif görevi; Allah’ın yanındaki konumunu, valilerinin konumu karşısında
göstermesidir… İşte bu; tabiatın meşru yolu ve şamil literatür anlamıyla, siyasettir… bilindiği
gibi Farabi’nin siyaset felsefesi de; başında Allah’ın378 olduğu tabiat alemi ile başında
Nebi’nin veya filozofun bulunduğu erdemli devlet arasındaki benzerliğe dayanır. Dolayısıyla
ona göre; erdemli devletin düzeni, varoluşun düzenine benzer.” Şii İsmaili düşüncede bu
minval üzere hareket eder. Bütün bu açıklamalardan hareketle, Cabiri’nin kanıtlamaya
çalıştığı şey şudur: Tanrı ile hükümdar arasında benzeşme ilişkisi kurularak “adil zorba”
modelinin siyasi şuuraltına yerleşmesi ve en güzel model olarak Arap siyasi aklını
cezbetmesidir. Bu anlayış; Şii, Sünni, Mutezili, Eş’ari velhasıl bütün İslami mezhep ve
akımlarda benimsenmiştir. Aralarında bazı farklılıklar olsa da esas yapı, aynı hüviyetini
korumaktadır.379
376 el-Cabiri, el-Akl, s. 351 377 el-Cabiri, a.g.e., s. 352 378 ilke 379 el-Cabiri, el-Akl, s. 355-356
C. 2. Siyaset Fıkhı Literatürü380
Cabiri, konuyu irdelemeye şu belirlemeyle başlar: “Siyaset fıkhı da diğer fıkıh dalları
gibi Nebevi hadisle başlamıştır.” Kur’an-ı Kerim, bu noktada açık ve sarih bir şekilde
konuşmamış ve herhangi bir modeli ortaya koymamıştı. Dolayısıyla bu noktada meşruiyeti
sağlamanın biricik kaynağı hadisti. Bilindiği gibi bu durum, Hz. Peygamber’in vefatının
akabinde ortaya çıkmıştı. Bundan sonra bir çok anlaşmazlık ve fitneler çıkmıştı. Her eğilimin
önderi veya mensubu; savunduğu kişiyi öven ve düşmanına söven rivayetlerde bulunmuştu.
Bu noktada, işin uzmanları ortaya çıkmış, sahih ve mevzu hadisleri birbirinden ayırmak için
belli kurallar ortaya koymuşlardır. Ne var ki bu da, bu yönelimin önünü kesememiştir. Bu
hususta bir çok kıssacı, vaiz, propagandacı ve benzerleri, senetli veya senetsiz bir çok hadis
rivayet etmişlerdir. “Çünkü onlara göre önemli olan, siyasi amaçlarına ulaşmak için,
bunları kullanmaktır.” Hatta iş o dereceye varmıştır ki mevzu hadisin kullanımı, sahih
hadisin saptırılarak kullanılmasından daha etkin olmuştur. Cabiri’nin belirttiğine göre,
“İmamın mevcudiyeti” ve “ona itaat edilmesinin gerekliliği” eğilimi, “İslami vicdan”da,
özellikle Ehli Sünnet kanadında daha etkindir. Çünkü devlet olmadan din olmaz. İmam
olmadan farzların yerine getirilmesi mümkün değildir. Bu nedenle imam, Allah’a isyan
noktasında hareket etse bile zahiren Müslüman görünüyorsa, ona itaat etmek gerekir. Bu
minval üzere, Buhari ve Müslim’de bir çok hadis rivayeti vardır. Mesela; “idarecisinde hoş
olmayan bir davranış gören sabretsin. Çünkü sultandan bir karış ayrılan Cahiliyye
ölümü üzerine ölür.”381 “Bazı olaylar olacak. Birlik halinde olan ümmetin işini kim
bölmek isterse, kim olursa olsun ona kılıçla vurun.”382 Şimdi bunlara, en önemli hadisi
eklemek gerekir: “Ümmetim arasında hilafet otuz sene sürecek. Ondan sonra saltanat
gelecektir.”383 Bunu, genellikle Ehl-i Sünnet kabul eder. Diğer taraftan bazıları, bu hadisi,
Hz. Peygamber’in nübüvvetinin bir alameti olarak sunarlar. Şimdi, bu hadisten hareketle
Cabiri’ye göre; siyaset fıkhı, şu üç sabiteye mahkumdur:
1. “İmamın384 zorunluluğu.
2. Allah’a isyanı emretmedikçe imama itaatin gerekliliği.
380 Siyasal Hukuk Literatürü 381 bkz. Buhari, Sahih, C. 8, s. 105; Müslim, Sahih, C. 2, s. 1476-1477; Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesai, Sünenu'n-Nesai, Çağrı yay., İstanbul, 1981, C. 7, s. 123. 382 Müslim, Sahih, C. 2, s. 1479 383 et-Tirmizi, Sünen, C. 4, s. 503. Ayrıca bkz. Ebu Davud, Sünen, C. 5, s. 36-37 384 “devletin”
3. Raşid Halifelerden sonra idare biçiminin dünyevi saltanat olacağı.”
Dolayısıyla bu çerçeve herhangi bir İslami siyaset teorisinin üretilmesinin önünü
kapatmaktadır. Bu bakımdan Ehl-i Sünnet’in “hilafet teorisi”, isimden öteye geçememektedir.
Diğer taraftan ümmet, saltanata mahkum edilmektedir.385
Cabiri’ye göre; “İslam hem din hem de devlettir.” Fakat İslam, dini noktada yaptığı
gibi siyaset alanında düzenlemeler yapmamıştır. Çünkü bu alandaki düzenlemeleri,
Müslümanların içtihatlarına bırakmıştır. Nitekim Sahabe, var olan devletin yeni idarecisini
seçmek için Ben-i Saide gölgeliğinde toplanmış, tartışmış ve Hz. Ebubekir’i seçmiştir. Eğer
bu noktada Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in belirlemeleri olsaydı, Müslümanlar görüş
ayrılıklarına düşmezlerdi. Şimdi bu bağlamda, iki kesim öne çıkar: Ehl-i Sünnet ve Şia. Şia,
imametin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu söyler ve diğer Raşid Halifeleri reddeder. Bu nedenle
Ehl-i Sünnet, savunmaya geçer ve bu üç Raşid Halifenin meşruiyetini ispatlamaya girişir. Bu
açıdan herhangi bir nass olmadığı için Raşid Halifelerinin tarihine başvururlar. Sahabe, bir
şekilde bu halifeleri seçmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet, onların bu tavrını icma olarak kabul
eder ve meşruiyet kaynağı olarak bunu temel alır.386
“Şia’nın aksine; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilafetinin ispatı. Raşid
Halifelerden sonra gelen ve Müslüman ülkelere veya bir kısmına hükmeden idarecilerin
meşruiyetlerinin ortaya konması. İşte Cabiri’ye göre bu iki konu, Siyaset Fıkhı’nın temel
konuları olmuştur.” Bu konuda, her hangi bir fakihin yada bir kelamcının teorisini
benimsemek, ütopyadan öteye geçmeyecektir. Çünkü bu noktadaki her teori, zaman ve
zemine, diğer yandan; kişiden kişiye veya cemaatten cemaate değişmektedir. Zira idarecinin
vasıfları, görev süresi, görevlerinin mahiyeti v.b. konularda her hangi bir nass yoktur.
Dolayısıyla bu teorilerden her hangi birinin, tam anlamıyla, herkese hitap eden İslami bir teori
olması imkansızdır. Çünkü bu bağlamdaki bir teorinin, ümmetin teorisi olabilmesi için bütün
Müslüman alimlerin icma etmesi gerekir. Nitekim ümmetin icmaı, hukuki bir kaynaktır. Fakat
böyle bir şey hiç olmadı. Olması da mümkün gözükmüyor. Kimileri, bu noktada
“Maverdi”yi387 öne sürebilirler. Fakat o, ancak çağının perspektifini sunmaktan öteye
geçemez. Dolayısıyla bunun, evrensel bir bakış açısı olması imkansızdır. Maverdi’nin yaptığı
ancak; başta Bakıllani ve Bağdadi olmak üzere kelamcıların imamet hakkındaki görüşlerini,
fıkhi forma aktarmasından başka bir şey değildir. Diğer taraftan da fıkıhçıların, dini görevler 385 el-Cabiri, el-Akl, s. 356-358 386 el-Cabiri, el-Akl, s. 358 387 ö. h. 450
noktasındaki görüşlerini özetlemesi ve çağındaki vakıayı meşrulaştırmaktan başka bir şey
yapmamıştır. Ayrıca, kitabına imamet bahsiyle başlaması, metodik bir zorunluluktan
kaynaklanmaktadır. Çünkü o, imameti maziye ait bir şey olarak görmektedir. Fakat vakıa,
meşruiyetini imametten aldığı için bu konuda konuşmak zorunda kalmıştır.388
Cabiri, bu genel açıklamalarından sonra Maverdi’nin görüşlerini irdelemeye geçer.
Çünkü bunlar, sonraki büyük fakihlerin değerlendirmelerinde önemli bir yer edinecektir.
“Dediğimiz gibi Maverdi, bu bölümdeki görüş ve yargıları, seleflerinden, özellikle de
Bakıllani389 ve Bağdadi’den390 nakletmiştir. Bunları, ‘kelami’ orijininden, özellikle de Rafizi
muhaliflere yazılan reddiyelerin orijininden soyutlamıştır. Sonra bunları, özet ve yoğunlaşan
bir şekilde fıkhi kalıba dökmüştür.”391
Maliki fakihler, imamet noktasındaki sözü şöyle özetlerler: “Kim güçlüyse ona itaat
etmek gerekir.” Cabiri, bütün değerlendirmelerinden sonra şu sonuca ulaşır: “İslami düşünce;
siyaset alanında imamet efsanesi ve sultanlık ideolojisinden başka bir şey görmemiştir.” Bu
noktada Ehl-i Sünnet, sultanlık ideolojisini sahiplenmiş, hali hazırdaki vakıayı meşrulaştırmış
ve imamet efsanesini reddetmekle uğraşmıştır. Fakat, bugüne kadar, Ehl-i Sünnet’in
savunduğu görüşlere karşı çıkan bir ekol olmamıştır. O halde, “Arap siyasi aklının eleştirisi,
imamet efsanesini tenkit etmek ve ‘vakıayı meşrulaştırma’ ilkesini reddetme noktasından
başlamalıdır.”392
388 el-Cabiri, el-Akl, s. 359-360 389 ö. h. 403 390 ö. h. 429 391 el-Cabiri, el-Akl, s. 360 392 el-Cabiri, a.g.e., s. 362
II. BÖLÜM
CABİRİ’NİN GÜNÜMÜZÜ DEĞERLENDİRMESİ VE ÇÖZÜM
ÖNERİLERİ
Cabiri, tarihsel süreç çerçevesinde oluşturulan “Arap siyasi aklı”nın daha eleştirilmeye
başlanmadığını söylemektedir. Çünkü günümüzün siyasi yapısı, bu aklın hakimiyetinden ve
kavramlarıyla konuşmaktan kurtulamamıştır. Dolayısıyla hala geçmişin kuru bir tekrarı olarak
durmaktadır. Bu nedenle Cabiri, bu aklın hegemonyasından kurtulmak ve sağlıklı eleştiriler
getirebilmek için bazı siyasi kavramları kullanmıştır.393 Ona göre, Arap siyasi aklını
eleştirebilmek için bu aklın ortaya koyduğu yapıları eleştirmek gerekir. Bunlar; “İmamet
Efsanesi”, “Emevi Cebir İdeolojisi” ve “Sultanlık İdeolojisi”dir. Sultanlık ideolojisi, özellikle
yaygınlık kazanmıştır. Bu çerçevede ortaya çıkan “Siyaset Fıkhı” çok önemlidir. Çünkü bu
fıkıh, sosyal hayatın dinamikliğini reddeden ve hali hazırdaki vakıayı meşrulaştırmaktan öteye
gidemeyen bir fıkıhtır.394
Cabiri, tarihsel süreci değerlendirirken bütün siyasi düşünceleri ele almamıştır.
Mesela, Zenc ve Karamıta hareketleri gibi. Çünkü bu gibi hareketler, bugünün siyasal
yapısında hiçbir etkinliğe sahip olamamıştır. Ayrıca ona göre; konu, siyasal düşünceler tarihi
yazmak da değildir. Bu nedenle o, bugünün yapısını etkileyen düşünceleri ele almış ve kritik
etmiştir. Diğer taraftan Cabiri’ye göre; mesele, şu ibarede özetlenir: “Siyaset bağlamındaki
her yazım, taraflı bir yazımdır. Biz de demokrasinin taraftarıyız.” Bu bakımdan demokrasiyi
ön plana çıkarmak isteyenler, şu iki yoldan birini tercih edebilirler:
- Geçmişin parlaklığını ortaya çıkarmaya çalışarak kendisine dayanak aramak.
- Geçmişin yapısını ve dayanaklarını saptayarak eleştirmek ve istibdadı gün yüzüne
çıkarmak.395
O, ikinci yolu seçerek bu yapının anlaşılmasını sağlamak istemiş ve bundan sonra,
nasıl bir demokratik anlayışa sahip olunması noktasında bir takım mütalaalarda bulunmuştur.
Yani; eğer demokrat olunacaksa ilk önce buna engel olan zihinsel yapının bütün yönleriyle
anlaşılması gerekmektedir. Bu nedenle, tarihsel sürecin ortaya konması önemlidir.
393 “Siyasi şuuraltı, sosyal muhayyile ve siyasi alan” 394 el-Cabiri, el-Akl, s. 363-365 395 el-Cabiri, a.g.e., s. 365
Şimdi, çizilen bu çerçeveden sonra yapılması gereken şudur: Yönetim açısından
günümüzün yaşadığı sorun, tüm hatlarıyla ele alınmalı ve bu bağlamda doğru bir teşhis
yapılmalıdır.
1. Yönetim Sorunsalının Doğru Belirlenmesi
1. 1. Kültürel Referans Açısından
Bir sorunun yapısı, hareket noktası ve amacı çok önemlidir. Bazı sorular vardır ki;
bunlar, gerçeği yansıtmayan, tamamen hayallerden ve soyut düşüncelerden ibaret olan sahte
sorulardır. Bu açıdan Cabiri, “İslam, din midir devlet midir?” yada “İslam, sadece din
midir?” gibi soruları sahte sorular olarak değerlendirir. Çünkü bu tür sorular, iki kavramı
birbirine zıtmış gibi yansıtırlar. Fakat İslam’ın zuhurundan itibaren geçen asrın başlarına
kadar bunlar, İslami düşüncede hiç sorulmamıştır. Bu tür sorular, Arapların içinde
bulundukları kötü durumu değiştirmek ve ilerleme sağlayarak yeni bir değişim elde etmek
için, Avrupa medeniyetinden ilham alınarak ortaya atılan sorulardır. Fakat bir sorunun, bir
yerden başka bir yere taşınabilmesi için, taşınan çevrede içsel bir hazırlığın olması gerekir.
Böyle olsa bile yine de bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Ancak bu bağlamda Arap dünyasına
bakıldığında, böyle bir hazırlığın olmadığı görülecektir. Buradan hareketle Cabiri, kültürel
referans çerçevesini, çağdaş uyanışçı hareketlerin düşünce yapılarını velhasıl bütün yönleriyle
Arap İslami düşüncesini ele alarak sorunu ortaya koymaya çalışacağını söyler. Yani,
kendisini, bu konuda fikir üreten her yapının yerine koyarak bu soruna nasıl baktıklarını
görecek ve sonuç olarak her birinin çıkmazlarını gözler önüne sermeye çalışacaktır.396
“Kültürel referans; İslam’ın ortaya çıkışından şu geçen asrın başlarına kadar, özel bir
nitelikle, resmi, fikri ve siyasi İslami tarihten oluşmaktadır. Bu dönem; İslam’ın, kendi
kendisine yeten bir medeni dünya olarak teşekkül ettiği bir dönemdi. Bu dönem; İslam’ın,
hiçbir çözüm bulunamayan sorunlarla karşılaşmadığı bir dönemdi. Kendi sorunlarını
çözebilen bu kapalı ve bağımsız dünya, Arap yurdunun kendi aydınlarının çoğunluğunun
kendi verileri dahilinde düşündükleri bir dünyaydı. Bu aydınların arasında, sadece şeyhler ve
alimler değil, aynı zamanda gençler de bulunuyordu. Bu referansı kuran ve onu yönlendiren
temel ilke; ‘İslam’ın karşısına konan her şey İslam’dan değildir’ idi.” Cabiri, bu referans
çerçevesinde düşünen kimseye ön yargılı bir şekilde yaklaşmanın hatalı olacağını söyler.
396 M. A. el-Cabiri, Vichet-u Nazar (Nahv-u İadeti’l-Kadaya’l-Fikri’l-Arabiyyi’l-Muasır), el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1992, s. 83-84
Çünkü bu tarz bir yaklaşım, o kimseyi anlamak bir yana, bir çok zararlara sebebiyet
verecektir. Bu nedenle, bu ikilemin, bu referansta nasıl anlaşıldığına bakmak gerekir.
Cabiri’ye göre; bu referans, böyle bir ikilemi içermemektedir. “Çünkü, İslami tarihte,
devletten ayrılmayı kabul eden bir din yoktur. Aynen devletin dinden ayrılmayı kabul
etmediği gibi… Fiili olarak yöneticiler, cihat ve bidatlerle mücadele gibi din işlerini ihmal
etmekle suçlanmışlardır. Fakat hiçbir yönetici, dine olan bağlılığını açıklamaktan
kaçınmamıştır veya buna imkan bulamamıştır. Çünkü hiçbiri, dine hizmet ve onun şanını
yüceltmek meşruiyetinden başka bir meşruiyet kaynağı bulamamıştır.”397
“Diğer taraftan, bu tarihin hiçbir döneminde, dinin devletten ayrı bir kurum olduğu
düşünülmemiştir. Ayrıca fakihler, bir kurumu temsil etmiyorlardı. Bilakis onlar, dinde
bireysel olarak içtihat ediyorlardı. Kendilerine sunulan ve toplumsal gelişmeyle ortaya çıkan
sorunların çözümü için fetva veriyorlardı.” Buna binaen dinin devletten ayrılması; ya dini
olmayan bir devlet veya yürütme mekanizmasından dinin soyutlanması olarak anlaşılacaktır.
Çünkü, bu çerçevede düşünen kişiye göre; devlet, İslami hükümleri uygulayan bir otoritedir.
Dolayısıyla bu ikisinin birbirinden ayrılmasına razı olmayacaktır. O halde, Cabiri’ye göre bu
bağlamdaki temel hareket noktası, “İslam, hem din hem de devlet midir?” sorusu
olmalıdır.398
Cabiri’nin çizdiği bu kültürel referans çerçevesindeki tabloda, maddi ve manevi otorite
kavramları eleştirilmektedir. Çünkü, din dünyadan soyutlanamaz. Bu bakımdan, dinin
devletten ayrılmasının anlamsızlığı vurgulanmaktadır. Fakat burada, şu gerçek göz ardı
edilmektedir: İslami düşünce de Hıristiyan düşüncesi gibi din ile dünyayı ayırmıştır. Kur’an
ve hadislerin belirlediği şeyler dini, bunun dışındakiler dünyevi olarak nitelendirilmiştir.
Dolayısıyla böyle bir soru karşısında bir çelişki yaşanmıştır. Halbuki din, bizatihi dünyadır.
Din, bireyin dünyaya bakışını belirler. Çünkü o, bireyseldir. Ne yazık ki kültürel referans, dini
bu bağlamından çıkarmıştır. Böylece seküler anlayış, İslami düşüncenin karakteristik yapısına
dahil olmuştur. Nitekim dini ilimler-dünyevi ilimler ayrımı bunun en bariz örneğidir. Bu
nedenle laiklik, alan ayrımı olarak anlaşılacağına seküler bir ayrım olarak anlaşılmıştır.
“Kültürel referansta, din-devlet arasındaki ilişki, şu tarihsel gerçeklik çerçevesinde
belirlenmiştir: İslam, devleti olmayan bir toplumda ortaya çıkmıştır. Arap-İslami devleti, hızla
akan bir süreç içerisinde, tedrici bir şekilde doğmuştur. İlk önce davet, yayılmış ve Hz.
397 el-Cabiri, Viche, s. 85 398 el-Cabiri, a.g.e., s. 85-86
Peygamber zaferler, özellikle de zaferini kazanmıştır. Sonra fetihler, yayılmış ve Araplar,
büyük bir başarı kazanarak global bir güç haline gelmişlerdir. Dolayısıyla geniş bir uluslar
arası ilişkiler ağına girilmiştir.” Buradan hareketle Cabiri’ye göre; bu süreçler, tartışmasız
birer gerçektirler. Fakat bunlardan tek düze hukuki sonuçlar çıkarılamaz. Çünkü bu tarz
çıkarımlar, farklı sonuçları da beraberlerinde getirebilirler.399
Cabiri, bu süreçleri karşılaştırmalı olarak düşünür ve şu şekilde ele alır:
a. 1. Davetin ilk yıllarında, Hz. Peygamber’in devlet kurma amacında olduğuna dair hiçbir
rivayet yoktur. Çünkü o, daveti bırakması karşılığında Mekke’nin reisliğinin kendisine
verilmesi tekliflerini kesin bir dille reddetmiştir.
a. 2. Kur’an-ı Kerim’de de bu bağlamda değerlendirilebilecek her hangi bir ifade yoktur.
Diğer taraftan olayın şu iki veçhesinin de olduğu gözden kaçırılmamalıdır:
b. 2. Kur’an, bazı hükümlerin uygulanmasını ister. Bunlar da bir otoritenin varlığını gerektirir.
b. 2. Cihat gibi hükümlerin uygulanması ve bu bağlamda ortaya çıkan gelişmeler örgütlenmiş
bir yapıyı zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla bu durum, devletin ortaya çıkışını getirmiştir.
Sonuç olarak birbirini dengeleyen bu karşılaştırmalar açısından kesin bir sonuca ulaşmak
mümkün değildir. Ayrıca bu duruma ilaveten bu tarihsel tecrübeyi yansıtan fıkhi bir bakış
açısı da vardır. Bu bakımdan konu irdelenecek olursa şu gerçek ortaya çıkacaktır:
Müslümanların yaşadığı ilk tehlikeli sorun, Hz. Peygamber’den sonra devlet başkanının kim
olacağı sorunuydu. Bu konuda, Muhacirler ve Ensar arasında çok çetin tartışmalar olmuştu.
Rivayetlerden anlaşıldığına göre, iki tarafın da akli ve nakli delilleri eşitti. Fakat bu konuda
son noktayı koyan, güçler dengesiydi. Bu denge çok önemlidir. Buradan hareketle Muhacirler,
şu gerekçeyi ortaya koyarak bu dengeyi kendi lehlerine bozmuşlardır: Araplar, ancak
Kureyş’e itaat ederler.400
İşte bu olay, Cabiri’ye göre, fakihlerin hilafet teorileri için referans kaynağı olmuştur.
Sonraki buna benzer gelişmeler, bu asla kıyas edilir hale gelmiştir. Yani; bu, yöneticilerin
meşruiyetlerini dayandırdıkları İslami bir asıl olmuştur. Cabiri, bu aslın şu üç temel
unsurdan teşekkül ettiğini belirtir:
399 el-Cabiri, Viche, s. 87 400 el-Cabiri, Viche, s. 87-88
1. Sünni düşünce; devletin şekli, kurumları ve işleyişinden ziyade halifenin kimliğiyle
ilgilenmiştir. Çünkü halife, Kur’an ve sünnetle hükmedecek kişidir. Böylece toplum, devletin
şekli ve organları ile ilgili düzenlemeleri ona tevdi etmiş olmaktadır. Bu noktada, toplumun
halifeyi denetleme hakkı yoktur. Çünkü verilen biat, halifeyi topluma karşı değil Allah’a karşı
sorumlu kılmaktadır. Sonuç olarak, halife Allah’a isyanın emretmedikçe ona itaat edilmelidir.
2. Her ne şekilde olursa olsun Müslüman dünyada tek bir halife olmalıdır. Fakat tarihsel
tecrübe aksi durumu göstermiştir. Nitekim rekabet halinde olan halifeler her zaman ortaya
çıkmıştır. Ancak her tebaa, kendi halifesini meşru olarak kabul etmiş ve hiç kimsenin
Müslümanlığına da halel gelmemiştir.
3. Şia’nın aksine halifenin nassla değil seçimle iş başına geldiği vurgulanmıştır. Nitekim Hz.
Peygamber, kendisinden sonra hiçbir kimseyi halefi olarak tayin etmemiştir. Sahabe de buna
binaen tartışmış ve bazı tasarruflarda bulunmuştur. Fakat bu, bir durum tespiti olmaktan öteye
geçememiştir. Çünkü, halifenin iş başına gelişi güçler dengesi çerçevesinde gerçekleşmiştir.
Sonuç olarak, kim güçlüyse halife de o olmuştur. Dolayısıyla biat, fiili durumu kabul etmek
anlamına gelir olmuştur.401
Bu çerçeveden hareketle Cabiri, özet olarak şu neticeye ulaşır: “Hz. Peygamber,
kendinden sonra bu işi Ashabına bırakmıştır. Dolayısıyla Ashabın, sonraki halifelerin ve
fakihlerin hilafet noktasındaki sözleri v.b. her şey, bu işin içtihada göre yorumlanacağını
göstermektedir. Müslümanların içtihadına bırakılmış bir meselede, zorunlu olarak, zaman ve
şartların değişmesiyle birlikte ihtilaflar ortaya çıkacaktır. Belirttiğimiz gibi şer’i olarak
değişmeyen tek şey; uygulanmasının ‘veliyyu’l-emr’i gerektirdiği şer’i hükümlerin var
olmasıdır. İslami devlet ise; Ben-i Sakife toplantısından beri, Müslümanların işlerini, maddi
ve manevi güçler dengesine göre tayin ederek belirledikleri bir devlettir. Bu devletin
yöneticilerinin, en azından Müslüman sıfatıyla hareket etmeleri nedeniyle din-devlet ilişkisi
gündeme gelmemiştir. Zira bu, üzerinde düşünülmesi imkan dahilinde olmayan
meselelerdendi. Çünkü Müslüman toplumda, her şey İslam’dı. Müslümanları belirli bir idare
şekliyle sınırlandıracak her hangi bir nass yoktu. Aynı şekilde, onları her hangi bir idare
şeklinden men edecek bir nass da yoktu. Bu durum, İslami gruplara mensup bazı kimselerin
halifeye, dolayısıyla devlete gerek olmadığı sözünü söylemelerine neden olmuştur. Eğer
toplumun her bir ferdi, dini olarak lehine ve aleyhine olan şeyleri göz önünde bulundurursa
401 el-Cabiri, Viche, s. 88-89
hiç kimsenin yöneticiye ihtiyacı da kalmayacaktır.”402 Bu değerlendirmelerden anlaşıldığına
göre; Cabiri, eleştirmiş olduğu kültürel referansın düşmüş olduğu hataya bizatihi kendisi de
düşmüştür. Çünkü o, Avrupa tecrübesindeki maddi-manevi otorite ayrımını eleştiriyordu. Bu
eleştiri, din-dünya ayrımını kabul etmemek anlamına gelmektedir. Fakat Cabiri, dini-gayri
dini ve maddi-manevi ayrımını yaparak bu hatayı tekrarlamıştır.
Cabiri, konumuz açısından önemli bir noktaya daha dikkat çeker. Bu da şudur:
İnsanlar, çağın getirmiş olduğu sorunlar üzerinde ciddi bir şekilde durmak yerine işi yüzeysel
sloganlarla geçiştirmektedirler. Mesela, her kesimden insan “tek yol İslam” demekle kalır ve
sorunların kökenine inmez. Bununla kastettiği şey; siyasal ve ideolojik bir çerçevedir.
Halbuki, böyle bir slogan atılıyorsa bunun, alt yapısının da gerçekçi bir şekilde ortaya
konması gerekir. Bu sloganla amaçladıkları siyasi sistem nedir? Bunun açıklanması gerekir.
Aksi takdirde insan, bu slogan karşısında kendisini bir boşlukta bulacaktır. Bu noktada “şura”,
“adalet” ve “kardeşlik” gibi kavramları söylemek yetmez. Çünkü bütün dinler, toplumsal ve
siyasi hareketler bu kavramları kullanmaktadır. Ayrıca Kur’an ve Sünnette yönetim
meselesini düzenleyen her hangi bir nass yoktur. Bu nedenle Hz. Peygamber, kendinden
sonraki yöneticiyi, görevlerini, seçim şeklini v.s. belirlemeden bu dünyadan göçüp gitmiştir.
Dolayısıyla bu sorun onun şu hadisi gereği çözülecek bir mesele olarak kalmıştır: “Siz dünya
işlerinizi daha iyi bilirsiniz.”403 Bu bakımdan bu sorun, “akıl”a ve “içtihat”a göre
çözülmelidir.404 İşte “tek yol İslam” diyen kişi, bu çerçevede hareket etmedikçe iddiasında
yüzeysel olarak kalacaktır.405 Bu açıklamalara göre; Cabiri, hakkında nass olan şeyleri din işi,
nass olmayan şeyleri de dünya işi olarak görmektedir. Bu nedenle, sorunun düğümlendiği
noktada “İslam, hem din hem de devlettir” demek zorunda kalmaktadır. Dolayısıyla bir yanlış
anlamanın tehlikesine yol açılmaktadır. Bu tehlike de; diğer alanlarda çok rahat yapılabildiği
gibi, din, siyasi alana hasredilmektedir. Halbuki din, bireysel; siyaset ise toplumsaldır.
Cabiri, bu noktada içtihadın mahiyetini ortaya koyarken bu olumsuz durumu giderir
gibidir: “Diğer din ve mezheplerde olduğu gibi İslam’da da içtihat, boşluktan ve hiçlikten
hareket etmez. Çünkü bir şey, hiçlik üzerine bina edilmez. İslam’da içtihat, iki tür meselede
olur:
- Hakkında nass bulunan şer’i bir hükmün altına derç edilebilecek meselelerde.
402 el-Cabiri, a.g.e., s. 90 403 İbn Hazm, el-İhkam, C. 1, s. 66 404 el-Cabiri, Viche, s. 91-92; Hanefi, el-Cabiri, Hıvar, s. 49; el-Cabiri, el-Akl, s. 366 v.d. 405 el-Cabiri, Viche, s. 92
- Ya da hakkında nass olmayan meselelerde.
Bu durumda, zamanın şartlarının gerektirdiği genel maslahat, referans noktası olur. Bu
noktada yönlendirici olan şey, İslami karakterdir. Bu bakımdan ümmetin tarihsel tecrübesi,
ibret alınması ve düşünülmesi gereken bir husustur.” Burada Cabiri’nin yönetim açısından
çıkardığı temel realitik ders, “hilafetin saltanata dönüşmesi”dir. Bu nedenle bu gerçeğin
temelleri irdelenmeli, kritik edilmeli ve Hz. Osman zamanında ortaya çıkan fitnenin hangi
yasal boşluklardan kaynaklandığı ele alınmalıdır.406
“Eğer Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yılında patlak veren ‘büyük fitne’
hadiselerinden çıkardığımız siyasi dersleri özetlemek istersek şunu söylememiz gerekir:”
1. “Halifenin tayini noktasında kanuni bir yolun belirsizliği.”
Hz. Ebubekir’in halife seçilmesi, alelacele gerçekleşmiş bir seçimdi. Hz. Ömer’in tabiriyle
“oldu bitti”yle seçim yapılmıştı. Çünkü ortam, çok hassastı. Ben-i Saide gölgeliğindeki
tartışmalar had safhaya varmıştı. Eğer Hz. Ömer, hemen kalkıp Hz. Ebubekir’e biat etmemiş
ve oradaki Sahabe de onu izlememiş olsaydı çok kötü gelişmeler yaşanacaktı. Hz. Ebubekir,
halkın rızasını alıp Hz. Ömer’i tayin ederek bu oldu bittinin tekrarının önlemiştir. Hz. Ömer
de altı kişilik şura heyetini seçerek hem Hz. Ebubekir’in hem de kendinin seçilmesi esnasında
ortaya çıkan eksiklikleri telafi etmeye çalıştı. Sonuçta Hz. Osman seçildi. Fakat eksikler, hala
mevcut olduğu için Hz. Osman ve Hz. Ali taraftarları arasındaki gerginlik sürmeye devam
etti.
2. “Halifenin görev süresinin belirlenmeyişi.”
Bu durumu anlayabilmek için eski Arap geleneklerindeki “emir” tasavvuruna gitmek gerekir.
Çünkü idarecinin belirlenmesi, görev süresinin tayini v.b. konularda her hangi bir nass yoktu.
Dolayısıyla Müslümanlar, halifelerine bu tasavvur çerçevesinden baktılar. Buna göre; emir,
savaşta ordu komutanıdır. Bu nedenle, savaş bitene kadar onun görev süresini belirlemek
makul değildir. Ancak savaşta ölürse yerine başka birisi tayin edilir. Savaş bittikten sonra
ordu komutanı olan emirin görevi biter ve normal yaşantısına geri dönerdi. Bu açıdan
bakıldığında; Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber’den devletin idaresi ve Müslümanların
muhafazası görevini devraldı. Müslümanlar, onun devrinde, riddet harplerini yapıyorlardı.
Dolayısıyla Hz. Ebubekir, onların komutanıydı ve bu nedenle görev süresi belirlenmedi. Fakat
406 el-Cabiri, Viche, s. 92
Hz. Ebubekir, iki sene sonra öldü ve yerine “emirülmüminin” sıfatıyla Hz. Ömer getirildi. O
da aynı Hz. Ebubekir gibi Müslümanların komutanıydı. Müslümanlar, onun devrinde, Rumlar
ve Farisiler ile savaş halindeydiler. Benzer sebepten dolayı onun da görev süresi belirlenmedi.
O, bir suikasta kurban gidince yerine Hz. Osman getirildi. Fakat Hz. Osman zamanında yeni
bir durum ortaya çıkmıştı. Çünkü o, yetmiş yaşındaydı ve hilafeti, “insanları bıktıracak
derecede” uzamıştı. Bu bağlamda, onun bazı zaafları vardı ve yakınları etrafını kuşatarak bu
zaaflardan faydalanıyorlardı. Bu kimseler, bu açıdan çıkan olumsuzluklar karşısında bunları
izale etme sözü veren Hz. Osman’ı, verdiği sözlerden nasıl döndüreceklerini çok iyi
biliyorlardı. Bu kötü durumdan çıkışın tek yolu kalmıştı: Halifenin istifaya zorlanması. Fakat
bu noktada da bu istifanın nasıl gerçekleşeceği hakkında belirli bir teamül yoktu. İşte bu
bakımdan yasal bir boşluk vardı. Sonuç olarak kanunun olmadığı yerde “kılıç konuşuyordu.”
3. “Halifenin görev ve yetkilerinin belirlenmeyişi.”
Böyle bir tasarruf, ne Hz. Ebubekir ne Hz. Ömer ne de Hz. Osman’a biat edilirken yapılmıştır.
Çünkü, o dönemde Arap siyasi aklına hakim olan model, “emirlik” modeliydi. Buna binaen,
onların görev ve yetkilerini belirlemek mümkün olmuyordu. Ayrıca böyle bir belirleme,
akıllara dahi gelmemişti. Çünkü devlet, savaşlar yapıyor, genişliyor ve ganimetler alıyordu.
Fakat, ne zaman ki belli bir doyuma ulaşılıp; ganimet ve kabile kavramları bağlamında
anlaşmazlıklar ve akide kavramı bağlamında da sallantılar ortaya çıkmaya başladı, o zaman
itiraz sesleri yükselir oldu. İtiraz edilen hususlar; Hz. Osman’ın idari görevlere yakınlarını
getirmesi ve humusta istediği gibi tasarrufta bulunmasıydı. Bu noktada Hz. Osman, itirazları
dikkate almadı. Kapılarına dayanan isyancılara direndi ve onların isteklerini kabul etmedi.
Çünkü, ona göre; bu istekleri yerine getirmesi, yönetimin onlara devredilmesi anlamına
geliyordu. Eğer istediği gibi tasarrufta bulunamayacaksa neden halife olmuştu ki. İşte üçüncü
anayasal boşluk, Hz. Osman’ın penceresinden böyle yansıyordu. Sonunda iki taraf zıtlaştı ve
ipler koptu. İş, Hz. Osman’ın öldürülmesiyle sonuçlandı.407
Bu tespitlerden hareketle Cabiri, şöyle bir sonuca varır: “İslam’ın belirlediği her hangi
bir yönetim biçimi yoktur. Ancak Muhammedi Davetin gelişmesiyle birlikte, başlangıçta ve
Hz. Peygamber’in vefatının akabinde ‘savaş emiri’ modeline dayanıldı. Şartların gerektirdiği
şekliyle bu, o zaman, ihtiyaca cevap verebiliyordu. Arap-İslami devleti, fetih ve ganimetlerle
birlikte gelişti ve İslam yayıldı. İşte bu noktada, ‘savaş emiri’ modeli, ortaya çıkan gelişmeler
karşısında yetersiz kaldı. Böylece, açıkladığımız üç gedik çerçevesinde anayasal bir boşluk 407 el-Cabiri, Viche, s. 92-95; el-Cabiri, el-Akl, s. 369-371
ortaya çıktı. Sorun, hukuki ve barışçı bir teşhisle çözülemedi ve sözü belirlemek kılıca kaldı.
Sonuç olarak bu şekilde, ‘hilafet, saltanata dönüştü.’ ”408
Tarihten alınması gereken yegane ders, Hz. Osman zamanında açıkça ortaya çıkan
fitne ve anayasal boşluk değildir. Bilakis, bu noktada ders alınması gereken bir çok olay
vardır. Bunlardan birisi de; Muaviye’nin saltanatının temellerini atarak kendi meşruiyetini
sağlamaya çalışmasıdır. Bu bağlamda Muaviye, yönetimi zorla ele aldığının farkındaydı. Bu
nedenle Muaviye, Hz. Ebubekir’den beri cari olan şura meşruiyetini aramıştır.409 Bu
bakımdan o, yönetime en layık insan olduğunu temellendirmek için “kaza ve kader”
çerçevesini ortaya koymuştur. Dolayısıyla yönetiminin meşruiyetini, Allah’ın ezeli ilmine
dayandırdığını çok kere ifade etmiştir. Valileri ve sonraki halifeler de onun izinden
gitmişlerdir. Diğer taraftan, mal ve parayı kullanarak halkın hoşnutluğunu kazanmaya
çalışmıştır. İşte bu şekilde Muaviye ve sonraki halifeler, reel-politik gereğince hareket ederek
emr-i vakilerini halka kabul ettirmeye çalışmışlardır. Meşruiyetlerini, bu iki esas üzerine bina
etmişlerdir.410
Fakat Abbasi devrimi başarıya ulaşınca iş değişmişti. Çünkü, bu devrimi yapan
kitlenin içinde, Emevi cebir ideolojisini kökten eleştiren ve bunu reddeden lider konumunda
insanlar vardı. Dolayısıyla bu ideoloji, meşruiyetin zemini olarak kullanılamazdı. Bu nedenle
Abbasiler, meşruiyet zemini olarak “Allah’ın iradesi ve dilemesi”ni kullandılar. Onlara göre;
kendileri, Allah’ın iradesiyle yönetiyorlar ve dilemesiyle tasarrufta bulunuyorlardı. Bu
anlayışı, kurucu halife Ebu Cafer, açıkça dile getiriyordu. İşte bu şekilde; Nebi’nin halifesi
veya onun halifesinin halifesi olan idareci, Allah’ın halifesi olmuştur. “İşte, İslam’la yakından
uzaktan alakası olmayan bu temel, yani; İbnu’l-Mukaffa ve diğer ‘sultanlar kitabı’
yazarlarının, zalim-zorba idareci ile Allah arasında kurulan ve kimi zamanda idareciyi, ilah
konumuna yükselten İran ve benzeri kültürlerin sultanlık ideolojisinden naklettikleri bu temel,
oturaklı bir şekilde Arap siyasi aklında yer edindi.”411
408 el-Cabiri, Viche, s. 95; Ayrıca bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 371-372 409 Cabiri, şurayı Hz. Ömer’den itibaren değil Hz. Ebubekir’den itibaren başlatır. Bu genel kabulün dışında bir yaklaşımdır. (Şuranın Hz. Ömer'le başlaması hakkında bkz. Ebubekir Muhammed el-Bakıllani, Kitabu't-Temhidi'l-Evail ve Telhisi'd-Delail, tah. İmaduddin Ahmed Haydar, Müessesetu'l-Kütübi's-Sekafiyye, Beyrut, 1987, s. 496.) Onun bu yargıya varması, şu değerlendirmeleri sonucu olmuştur: Ben-i Saide gölgeliğinde yapılan tartışmalar, şura prensibinin Sahabe arasında işlerlik kazandığının işaretidir. Bu konuda bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 131-137. Hz. Ebubekir, idari işlerde, özellikle Hz. Ömer’i halefi tayin ederken Sahabenin büyüklerine danışmıştır. Bu konuda bkz. el-Cabiri, a.g.e., s. 143. 410 el-Cabiri, Viche, s. 96-97; Ayrıca bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 231-261 411 el-Cabiri, Viche, s. 97
Diğer taraftan siyaset fıkhı, geç dönemlerde Maverdi’yle birlikte ortaya çıkmıştır.
Bundan önce yapılan ise şuydu: Kelamcılar, Şii ve Batıni fırkaların vasi fikirlerini çürütmek
için reddiyeler yazmışlardır. Bu bakımdan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın
hilafetlerinin meşru olduklarını ispatlamaya çalışmışlardır. Ayrıca bu halifeler devrindeki
uygulamaları, sonraki uygulamaların meşruiyetlerine emsal teşkil edecek şekilde temel
almışlardır. Bu çerçeveden hareketle Maverdi de kendi devri için bazı kıstaslar koymaya
çalışmıştır. Fakat onun çabaları, devrini realitesini ortaya koymak ve buradaki yönetimin
hukuki meşruiyetini göstermekten öteye geçememiştir. Ondan sonra, imametle ilgili koyduğu
bazı şartlar düşürülmüştür. Bunda da en büyük rolü Gazzali oynamıştır. Sonuç olarak kabul
gören anlayış şu olmuştur: Kaba kuvvetle iktidara gelen meşrudur ve ona itaat etmek
gerekir.412
Bu anlatılanlar, Cabiri’nin tarihsel tecrübeden çıkardığı derslerdir. Dolayısıyla temel
eleştirileri bu noktalarda toplanmaktadır. Diğer taraftan Cabiri, tarihi bunlardan ibaret görmez.
Nitekim ona göre; bugüne ışık tutacak ve yapılacak referanslarda temel alınması gereken ve
Hz. Peygamber zamanında uygulanan ilkeler vardır. Bu ilkeler, İslami karakter413 denen
kavramsalı ifade etmektedir. Bunlar şunlardır:
1. “Şura”:
Kur’an, bu kavramı Allah’a iman, namaz, tevekkül v.b. konularla birlikte zikrederek önemini
ortaya koymuştur.414 Ayrıca Kur’an, Hz. Peygamber’in Ashabıyla olan ilişkilerini
düzenlemesinde bu ilkeyi temel edinmesini istemiştir.415
2. “Mesuliyet”:
Bu, “toplumun bünyesinde, sorumluluğun paylaştırılması demektir.” Eski Mısır, Babil, İbrani
ve İran medeniyetlerinde siyasi düşünce, “çoban-sürü” kavramsalına dayanır. Buna göre;
Allah, varlığın çobanıdır. Buradan hareketle, hükümdar, bu çobana benzetilmiş ve beşer de
onun sürüsü olarak kabul edilmiştir. Fakat Hz. Peygamber’in şu hadisi, bu ilişkiyi bu
bağlamından alarak daha farklı bir bağlama taşımıştır: “Unutmayın! Hepiniz çobansınız ve
sürünüzden sorumlusunuz. Halkın imamı, çobandır ve ondan sorumludur. Kişi, ailesinin
çobanıdır ve ondan sorumludur. Kadın, kocasının evinin ve çocuğunun çobanıdır ve onlardan
412 el-Cabiri, a.g.e., s. 97-99; Ayrıca bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 323-362 413 “İslami ahlak” 414 Şura 42/36-39 415 Al-i İmran 3/159
sorumludur. Köle, efendisinin malının çobanıdır ve ondan sorumludur. Dikkat! Hepiniz
çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz.”416 “Açıktır ki buradaki çobanlık; emanetin
korunması ve sorumluluğun taşınması anlamındadır. Bu iş, bir kişinin nevi şahsına münhasır
değildir. Aksine, en altından en üstüne toplumun bütün fertleri arasında paylaştırılmıştır.”417
3. “Dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.”418
Bu söz, meşhur hurma aşılaması olayının neticesinde, Hz. Peygamber tarafından söylenmiştir.
O, kendinden sonra gelecek olan yöneticiyi, görevlerini v.s. belirlemeden vefat etmiştir.
Dolayısıyla hakkında nass olmayan bu v.b. şeyleri, bu hadis çerçevesinde değerlendirmekten
başka çare yoktur. Zira Hz. Ebubekir, kendisine biat edildiğinde bu gerçeği vurgulayarak
şöyle demiştir: “Ey insanlar! Ben, en hayırlınız olmadığım halde yönetiminize geldim. Eğer
doğruluk üzere hareket ettiğimi görürseniz beni destekleyin. Yok eğer yanlış üzere hareket
ettiğimi görürseniz beni engelleyin.”419
Buradan hareketle Cabiri, şu sonuca varır: “Bize göre bunlar; yönetim ve siyaset
işlerinde ‘İslami karakter’in bina edildiği temellerdir. Burada, karakter kelimesini kullandık.
Çünkü, bu ilkelerin belirlediği şeyler hukuki nasslar değildir. En azından bu şekilde kabul
edilmektedir. İşte bu; İslam’ın belirlediği yüce sınırlar dışında, yönetim işlerinde yapılacak
olan içtihat alanına sınırsız bir genişlik açar... Buradan hareketle açıkça ortaya çıkmaktadır ki;
İslam’da siyasal düşüncenin inşasının bu çerçeveden yola çıkması gerekir. Maverdi ve onun
gibilerin görüşlerine dönülmemelidir. Çünkü bunlar, ancak, kendilerinin zamanının şartlarının
dayattığı görüşlerdir. Bunun aksine, çağdaş İslami siyasi düşüncenin inşa ameliyesi, yukarıda
dikkat çektiğimiz… üç ilke temel alınaraktan gerçekleştirilmelidir. Bu da, çağımızın talep ve
ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yapıda olmalıdır:
- Hür demokratik bir seçimle ‘şura’nın420 uygulanış yolunun belirlenmesi.
416 bkz. Buhari, Sahih, C. 8, s. 104 v.d.; Müslim, Sahih, C. 2, s. 1459; et-Tirmizi, Sünen, C. 4, s. 208; Ebu Davud, Sünen, C. 3, s. 342 417 el-Cabiri, Viche, s. 98 418 İbn Hazm, el-İhkam, C. 1, s. 66 419 el-Cabiri, Viche, s. 98-99; Ayrıca bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 366-368. Hz. Ebubekir’in kendisine biat edildiği zaman yaptığı konuşma için bkz. İbn Kuteybe, el-İmame, C. 1-2, s. 27-28; et-Taberi, Tarih, C. 3, s. 211 420 Buraya kadar yapılan açıklamalar, Cabiri'nin şura kavramını siyasal bir içerikle ele aldığını göstermektedir. O, bu kavramın siyaset fıkhı yazarları tarafından gerçek anlam çerçevesinden çıkarıldığını düşünmektedir. Bu nedenle bu kavramın anlam çerçevesini yeniden belirleme gayreti içerisine girmiştir. Sonuç olarak Cabiri, bu kavramı demokrasiyle birlikte ele almak istemektedir. bkz. el-Cabiri, el-Akl, s. 371-373
- İster cumhuriyetle isterse de krallıkla yönetilen bir ülkede olsun, parlamento önünde
sorumlu bir hükümetin yürütme görevine dayanaraktan devlet başkanının görev süresinin
belirlenmesi.
- Parlamentonun tek yetke kaynağı olmasıyla birlikte devlet başkanının, hükümetin ve
parlamentonun görevlerinin belirlenmesi v.s…
İşte bu ilkeler, kabul edilip uygulamaya geçirilmeksizin çağımızda, ‘şura’nın uygulanmasının
mümkün olmayacağı ilkelerdir. Hz. Osman’ın son yıllarında ortaya çıkan ve ‘hilafetin
iğneleyici saltanata dönüşmesine’ neden olan anayasal boşlukları, bu ilkeler kapatacaktır.”
İşte bu temel mentaliteden hareketle Cabiri, bu tarz bir uygulamanın, ancak, demokratik bir
düzende mümkün olacağını söyler. Bu nedenle bazı siyasal İslami hareketlerin, demokrasiye
karşı soğuk duruşlarını eleştirir.421
1. 2. Uyanışçı Referans Açısından
Cabiri, bu bağlamdaki değerlendirmelerine; çağdaş Arap siyasi söyleminin liberal
kanadını oluşturan ve temel çıkış noktası olarak, çağdaş Avrupa tecrübesini alan422 akımın ilk
öncülerinden Butros Bustani’nin, “Nefir-i Suriye” gazetesindeki bir yazısını ele alarak başlar.
Bustani, Lübnan ve Suriye’de ortaya çıkan grupçuluk olaylarının önüne geçilmesi için seküler
laiklik anlayışının benimsenmesini savunmaktadır. Ona göre; toplumun istikrarı, huzuru ve
mutluluğu için manevi ve siyasi otoritelerin ayrılması gerekir. Çünkü manevi otorite,
değişmeyen içsel tabiattaki işlerle ilgili alanda etkindir. Siyasi otorite ise, değişken bir
karaktere sahip dışsal tabiattaki işlerle ilgili alanda etkindir. Dolayısıyla bu iki otoritenin
birbirinden ayrılması gerekir. Cabiri; bu değerlendirmelerdeki metnin bağlamının, söyleyenin
durumunun ve söylenilenin bağlamının, çağdaş uyanışçı Arap referansının “din-devlet”
meselesini belirlediği unsurlarla aynilik arz ettiğini belirtir.423 Buradan hareketle, Bustani’nin
ifadelerini değerlendirmeye şu şekilde devam eder: “… Bustani’nin çağrısı; dini devletten
ayırmaya, dinler ile medeniyetler arasına ayırıcı bir sınır koymaya açık bir çağrıdır: Ruhani
otorite ile siyasi otoritenin arasına, engelleyici bir duvar koymanın gerekliliği: Meşhur
ifadesiyle: Allah’ın hakkını Allah’a, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek. Bu ilerlemenin ve
421 el-Cabiri, Viche, s. 98, 100; el-Cabiri, el-Akl, s. 372-373 422 M. A. el-Cabiri, el-Hıtabu’l-Arabiyyi’l-Muasır, Daru’t-Talia, Beyrut, 1988, s. 59 423 el-Cabiri, a.g.e., s. 61. Bu noktada Cabiri; çağdaş Arap siyasi söyleminin iki önemli kanadının, yani; liberal ve selefi kanatların getirdikleri bakış açılarını irdeler. Ona göre; liberal kanat, Avrupa tecrübesinden; selefi kanat da, kendi geçmişinden hareket eder ve realiteden uzaklaşırlar. Bu konuda geniş bilgi için bkz. el-Cabiri, a.g.e., s. 60-67
uyanışın şartıdır.” Buradan hareketle Cabiri, bu ayrımın ancak Avrupa için bir anlamı
olduğunu söyler. Çünkü Avrupa, Allah’ı bir yana, Sezar’ı bir yana koymuştur. İkisini; kimi
zaman birbirine düşman, kimi zaman da iki müttefik olarak sunmuştur. Dolayısıyla bu,
bölgesel bir sorundur ve bunun genelleştirilmesi yanlıştır.424
Şimdi bu noktada Cabiri, Hıristiyan Avrupa tecrübesini şu şekilde tahlil eder: Ona
göre bu tecrübe, üç önemli aşama olarak gerçekleşmiştir:
1. Hıristiyanlık’ın ortaya çıktığı zamandaki durum.
Bir yanda, her hangi bir dine mensup olmayan Roma imparatoru. Diğer yanda, Hz. İsa ve
Hıristiyanlık’ı yaymak isteyen kilise babaları. Burada din-devlet arasındaki ilişki, düşmanlık
ilişkisidir. Roma, dini tehlikeli bir güç olarak görmüş ve onu yok etmeye çalışmıştır.
2. M. S. 312 yılında büyük bir zafer kazanan imparator I. Konstantin’in Hıristiyanlık’ı resmi
bir din olarak kabul etmesiyle başlayan süreç.
Böylece dinin ruhani bir otorite olarak, devlet içinde bir devlet olmasının önündeki kapılar
açılmıştır. Hatta öyle bir duruma gelinmiştir ki; bu bağlamda Katolik kilisesi, devleti de aşmış
ve uzun yıllar Avrupa’da siyasal, sosyal ve ekonomik hayatta egemenliğini dayatmıştır.
3. Avrupa uyanışının ve getirdiği şartların sonucu olarak, laiklik anlayışıyla sonuçlanan süreç.
Burada laiklik, din düşmanlığı değildir. Bu, sadece, dinin kamusal alan ve otoriteden
soyutlanmasıdır. Yani; kamusal alandaki işlevselliğin ve otoritenin tarafsız kişilere verilmesi
demektir. Dolayısıyla, dünyevi ve uhrevi alanın ayrılması demektir.425
Sonuç olarak; bu üç aşamada, birbirine düşman veya dost olarak yahut da tamamen ayrılmış
din ve devlet kavramları vardır. Ayrıca burada, toplum içindeki etkinlik bakımından dini
temsil eden kilise kurumu ve diğer yanda devlet kurumu vardır. Buradan hareketle Cabiri,
Bustani’nin söylediklerinin Avrupa tecrübesiyle ilişkili olduğunu ve onun, bu tecrübeyi temel
referans olarak aldığını belirtir.426
Cabiri, bu vargılardan sonra, Bustani’nin kendisinin ve yaşadığı ortamın
değerlendirilmesine geçer. Bustani, diğer Arap beldeleri gibi Osmanlı’nın eyaleti olan 424 el-Cabiri, Viche, s. 101-102 425 Cabiri, laikliği din-dünya ayrımı şeklinde düşünür. Dolayısıyla böyle bir ayrımın, din-dünya ayrımına dayanan Hıristiyanlık'ta anlamının olabileceğini savunmaktadır. bkz. el-Cabiri, a.g.e, s. 102 426 el-Cabiri, Viche, s. 102; el-Cabiri, Hıtab, s. 61-62
Lübnan’da yaşayan Hıristiyan bir düşünürdür. Osmanlı devleti, Hıristiyan Araplara ve diğer
Araplara zulmünü dayatmakta ve istibdadını onların üzerinde hissettirmektedir. Dolayısıyla
Bustani, diğer Hıristiyan düşünürler gibi uyanışın, din-devlet ayrımında olduğunu
söylemektedir. Bunun da iki nedeni vardır:
- Onların temel referans çerçevelerinin Avrupa uyanışının olması.
- Hilafet adına hükmeden Türklerin, onlara göre, Arapların geri kalmışlığında temel etken
olmaları. Bu nedenle Türklerden bağımsız olmak gerekir. Bu da; hilafetten ayrılmakla,
dolayısıyla dinin devletten ayrılmasıyla gerçekleşebilir.427
Bu vargılar, açıkça şunu göstermektedir: Cabiri’nin laikliğin, özelde Arapların genelde
Müslümanların asıl sorunu olmadığını göstermek için ortaya koyduğu tarihsel saptama, onun
açık ve önemli bir yanılgısını gözler önüne sermiştir. Bu da; Hıristiyan Arapların Osmanlı
zulüm ve istibdadından kurtulmaları için laikliği savunmalarıdır. Bu, tarihi tam olarak
bilmemekten veya tarafgir bir tutumdan kaynaklanan mesnetsiz bir değerlendirmedir.428 Evet,
Osmanlı devleti, monarşik bir devlettir.429 Bir takım haksız uygulamaları olmuştur. Ama
onun, özellikle gayr-i Müslimlere gösterdiği müsamahakar tutumu hiçbir devlet
göstermemiştir.430 Hatta Müslümanlara, özellikle Türklere daha baskıcı olmuştur.431
Osmanlı’nın gayr-i Müslimlere gösterdiği bu müsamahakarlık o dereceye varmıştır ki,
devletin ticari fonksiyonunu ve ekonomisini neredeyse gayr-i Müslimler ele geçirmiştir.432
Öyle ki; Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra yapılan nüfus mübadelesinde Türkiye’de,
neredeyse hiçbir meslek erbabı ve müteşebbis kalmamıştır.433 Avrupalı devletlerin baskısıyla,
Tanzimat Fermanı’ndan sonra gayr-i Müslimlere tanınan haklar noktasında aşırı gidilmiş ve
bunlar, devletin asli tebaası olan Müslümanların da önüne geçerek birinci sınıf vatandaş
olmuşlardır. Dolayısıyla bu durum, gayr-i Müslimlerin refah seviyelerinin yükselmesine,
Müslümanların ise, bu seviyelerinin düşmesine neden olmuştur.434 Diğer taraftan Osmanlı
devleti, kültürel baskı ve şiddet de uygulamamıştır. Eğer böyle bir baskı ve şiddet 427 el-Cabiri, Viche, s. 102-103. Ayrıca Cabiri, bu önemli hususu, çağdaş Arap siyasi söyleminin Arapçı bir yapıya dönüşmesinin açıklanmasında temel hareket noktası olarak alır. Bu konuda geniş bilgi için bkz. el-Cabiri, Hıtab, s. 68-70; Hanefi, el-Cabiri, Hıvar, s. 45-46 428 bkz. Lapidus, İslam, C. 1, s. 493 v.d. 429 bkz. Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1970, s. 2 430 bkz. Mevlüt Uyanık, Üç Tarz-ı Siyaset (Bir Üst Kimlik Tasarımı Olarak Türkiyelilik), Metropol yay., Ekim, 2003, s. 73 v.d. 431 bkz. Ziya Paşa, Ziya Paşa’nın Arzuhali, Dersaadet Yay., İstanbul, 1327, s. 29 v.d. 432 bkz. Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, yay. haz. Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi yay., İstanbul, Mart, 2004, s. 227 v.d. 433 krş. Lewis, Modern, s. 282 434 bkz. Lapidus, İslam, C. 1, s. 494
uygulasaydı, Cabiri’nin memleketi olan Fas da dahil olmak üzere Osmanlı’nın hakimiyetini
ulaştırdığı bütün topraklarda konuşulan dil Türkçe’den başkası olmaz ve lokal kültürel
organizmalar, büyük darbeler alırdı.435 Nitekim Avrupa sömürgeciliği, siyasal ve ekonomik
baskı ve şiddet uyguladığı gibi kültürel asimilasyon faaliyetlerine de girişmiştir. Mesela;
Fransa, Cezayir’de 130 yıl gibi kısa bir süre kalmasına rağmen oranın dilini dumura
uğratmıştır. Zira halk, doğru düzgün Arapça konuşamamaktadır. Buna başka bir örnekte
Fas’tır. Burası da kısa bir süre için Fransa’nın sömürgesinde kalmıştır ve bugün Fransızca,
etkin bir şekilde kullanılmaktadır.436 Dolayısıyla böyle bir durum ortadayken, çağdaş Arap
siyasi söyleminde laikliğin yer bulmasının temelinde Osmanlı’nın gayr-i Müslim Araplara
zulüm uygulamasını aramak abesle iştigalden başka bir şey değildir.437
Cabiri’nin, Bustani’nin bu konudaki ifadelerinin metni bağlamında yaptığı
değerlendirmeleri daha gerçekçi ve yerindedir. Belirttiğine göre; 1860 yılında Lübnan’da,
Dürziler ve Hıristiyanlar arasında hizipsel çatışmalar ve karışıklıklar çıkmıştır. Dolayısıyla bu
durum, dini nefreti tahrik etmiştir. Bu nedenle Bustani, bu sorunun çözümünü din-devlet
ayrımında görmüştür.438
Bu açıklamalardan sonra Cabiri, “din-devlet ikilemi” diye kavramsallaştırdığı
meselenin, uyanışçı referansta üç temel etken çerçevesinde odaklandığını söyler:
1. “Avrupa dini tecrübesinden esinlenmek.”
2. “Dini grupçuluk sorunu.”
3. “Avrupa uyanışından esinlenerek Arap uyanışının din-devlet ayrımı ile ilişkilendirilmesi.”
Cabiri’ye göre; işte bu etkenler, kültürel referanstaki din-devlet ayrımı bağlamında ortaya
çıkan etkenlerden farklılık arz etmektedir. Dolayısıyla bu durum, bu çerçevede düşünen ile
kültürel referans çerçevesinde düşünen439 arasında, birbirini anlama zorluğuna sebebiyet
verecektir. Çünkü liberal akım, uyanışın şartı olarak din-devlet ayrımını öne sürmektedir.
Buna karşın diğer akım, uyanışın şartı olarak dine sımsıkı bağlanmayı görür. Çünkü ona göre;
Araplar, gerçek anlamda İslam’la uyanmışlar, ülkeler fethetmişler, devletler kurmuşlar ve 435 bkz. Lewis, Modern, s. 2 v.d. 436 bkz. www.odci.gov/cia. 437 bkz. Lapidus, İslam, C. 1, s. 493 v.d.; Lewis, Modern, s. 14-15 v.d. 438 el-Cabiri, Viche, s. 103 439 Burada kastedilen Selefi akımdır. Bu akım; bu sorunu, liberal akımın tam tersine, geçmişin doneleri ve çözümleri çerçevesinde ele alır ve gerçek realiteden kopuk bir şekilde düşünür. Bu konuda geniş bilgi için bkz. el-Cabiri, Hıtab, s. 59, 62-66
medeniyetler oluşturmuşlardır. Dolayısıyla bu çerçeve, kültürel referans çerçevesinde
düşünen kimsenin zihninde yer edinmiştir. Bu noktada Cabiri göre; din-devlet ikileminde
ortaya çıkan yanlış ve çarpık anlayışlar, her iki akımın da kendi çözümlerini yegane çözümler
olarak sunmalarından kaynaklanmaktadır. Halbuki uyanışın çerçevesi, zaman ve getirdiği
koşullara göre değişebilir ve çözümler farklılaşabilir. Zira bir dönemde uyanışın koşulu olan
bir durum, başka bir dönem için uyanışı engelleyen bir duruma dönüşebilir. Bu açıdan
Cabiri’ye göre; din-devlet ikilemini yaratmak, Arap dünyasının gerçek sorunlarını kamufle
etmek olur. Hatta bu, yeni bir takım sorunlar da doğurabilir. Bu nedenle bu ikilem, sahte bir
sorundur. Sonuç olarak Cabiri, bu ikilemin yarattığı sahtelikten ve karmaşıklıktan
kurtulmanın yegane yolunu; din-devlet, uyanış ve ilerleme sorunlarının birbirinden bağımsız
olarak ele alınmalarının gerekliliğinde görür. Yani; “… din-devlet arasındaki ilişki sorunu,
tam anlamıyla, her Arap ülkesinin kendine has olgusal verileri ışığında ele alınmalıdır.”
Buradan hareketle Cabiri’ye göre, Arap dünyasının tek bir toplum olmadığı gerçeği göz
önünde bulundurulmalıdır. Bu gerçekten hareketle din-devlet sorunu, bölgesel sorunların
genelleştirilmesi çerçevesinden uzak bir şekilde ele alınmalıdır. Dolayısıyla bu sorun, ulusal
değil bölgesel bir sorundur.440
Cabiri, bu tespitiyle birlikte bu sorununun bölgeselliğini dikkate alarak, bunun, bir
bütün olarak Arap ulusunun çıkarlarına nasıl hizmet edebileceğinin kritiğini yapar. Bu
bağlamda yaptığı şu tespitiyle geniş bir düşünce alanının ortaya çıkacağını söyler: “Bugünkü
Arap ülkelerinin realitelerine, genel ve hızlı bir şekilde göz atarsak, şu durumu müşahede
ederiz: Din-devlet arasındaki ilişki, ne fikri ne toplum ne de iktidar düzleminde, kendisini bir
sorun olarak dayatmaktadır. Ancak bu sorun, toplumun temel parçalarından biri olarak ortaya
çıkan dini gruplaşmanın olduğu ülkelerde kendisini gösterir. Bu ülkeler, şunlardır: Lübnan,
Suriye, Mısır ve Sudan. Geriye kalan Arap ülkelerinde ise, yani; Fas441, Moritanya, Cezayir,
440 el-Cabiri, Viche, s. 103-104 441 Cabiri, kendi memleketi olan bu Arap ülkesinin toplumsal, siyasi ve ekonomik yapısını, özel olarak “el-Mağribu’l-Muasır” isimli eserinde ele almıştır. Burada, konumuz açısından Fas’ın yaşamış olduğu sorunlar ve yapılması gerekenler irdelenmiştir. Fas’ı, dini-siyasi arasındaki ilişki bakımından diğer Arap ülkelerinden farklılaştıran ve hatta Cabiri’ye göre, ona avantajlar kazandıran bazı durumlar vardır. Bunlar, genel olarak şu maddelerde özetlenebilir: 1. İslam, Fas’a köklü bir şekilde yerleşmiştir. Dolayısıyla dini azınlıklar, burada kalmamıştır. Ayrıca Arap ve Müslüman hüviyeti birlikte benimsenmiştir. 2. Fas’ın iki temel unsuru; Araplar ve Berberilerdir. Bunlar, ayrışmak ve farklılaşmak bir yana daha da sıkı bağlarla birbirleriyle kaynaşmışlardır. Köklü ilişkiler kurarak ayrılmaz bir bütün haline gelmişlerdir. Dolayısıyla Araplık ve Müslümanlık bilinci, onların zihinlerine güçlü bir şekilde yerleşmiştir. Fransızlar, bu yapıyı parçalamaya çalışmışlar ama başaramamışlardır. 3. Buradaki İslami anlayış, Ehl-i Sünnet’in temeli olan Selef-i Salihinin yerleştirmiş olduğu anlayıştır. Bu noktada bir çok girişimlere rağmen tek bir mezhepsel anlayış hakim olmuştur. Fas; fıkıhta Maliki, itikatta Eş’ari mezhebindendir. Dolayısıyla diğer Müslüman ülkelerin yaşamış oldukları mezhepsel sorunları yaşamamıştır.
Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Irak dini grupçuluk sorununu
yaşamamaktadır. Yada dini azınlıklar, toplumsal ve siyasal olarak, dini grupçuluk sorununu
doğuracak bir oranı temsil edebilecek bir yapıya ulaşamamıştırlar.”442
Cabiri, dini grupçuluk sorunu yaşayan Arap ülkelerinin bu durumlarının, az yada çok
birbirinden farklılık arz ettiğini söyler. Mesela; Lübnan için sunulan çözüm önerileri Sudan
için sunulamaz. Çünkü iki ülkenin de farklı şartları vardır. Böyle bir durumda bir ülkenin
yaşadığı bir sorun başka bir ülkeye transfer edilemez. Bu tutum, yanlıştır. Halbuki bunun
yerine yapılması gereken şudur: Her ülkenin halkı, kendi sorunlarını kendisi çözmelidir. Buna
binaen, bir Arap düşünürün, kendisini başka bir ülkenin insanının yerine koyup o ülke için
çözümler üretmeye kalkışması, hatalı bir davranış olacaktır. Çünkü o, üzerinde düşündüğü
ülkenin nev-i şahsına münhasır realitesini bilmemekte ve dolayısıyla o ülke için yerinde
4. Fas’ta din ve siyaset birlikte yürütülmüştür. İdrisilerden Sadilere kadar bütün yönetimler, Hıristiyanlarla mücadele etmişler ve bu mücadele de onlara, dini bir meşruiyet kazandırmıştır. Diğer yandan ulema ve yöneticiler, dengeli bir şekilde, süreğen ve karşılıklı anlayış çerçevesinde bir ilişkide bulunmuşlardır.
Cabiri’ye göre; işte bu durumlar, Fas’ın dini-siyasi arasındaki ilişki bakımından kendine has özelliğini ve avantajlarını ortaya koymaktadır. (bkz. el-Cabiri, Mağrib, s. 46-50). Ayrıca ona göre; Fas’ta meydana gelen değişimler, diğer Arap ülkelerindeki değişimlerden farklı bir boyutta gerçekleşmiştir. Yani; Fransız işgaliyle başlayan batı orijinli etkenlerin ve kurumların gelmesi, diğer taraftan da doğudaki İslami hareketlerin burada etkinliğinin artmasıyla birlikte bütün bunlar, Fas’ın kendi siyasi, ekonomik ve kültürel yapılarıyla karşılaşmıştır. Bu şekilde bir değişim ve gelişim yaşanmıştır. Sonuç itibariyle, bu iki zıt yapı çakışmış ve Fas’ın sorunları bu durumdan kaynaklanmıştır. (el-Cabiri, a.g.e., s. 50-74). Cabiri’nin bu değerlendirmelerini, bir çok kaynak da aşağı yukarı doğrulamaktadır. Bu konuda geniş bilgi için bkz. www.arab.de (Arabic German Consulting); www.sas.upenn.edu/African_studies; www.odci.gov/cia.
Açıktır ki Cabiri, özelde Fas toplumu ve genelde Arap dünyası açısından görüşlerini ortaya koymaktadır. Fakat bu noktada, Türkiye’nin Fas’ın da ötesinde olan belirgin bir özelliğini zikretmek faydalı olacaktır. Fas da dahil bütün Müslüman ülkeler, işgale uğramıştır. Dolayısıyla buralarda gerçekleşen değişimler ve gelişimlerde, sömürgeci ülkelerin etkinliği büyük orandadır. Fakat Türkiye, bu durumun dışındadır. Çünkü o, işgal görmeyen yegane Müslüman ülkedir. (bkz. Lewis, Modern, s. 241, 476 v.d.; krş. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enst., Maarif Bas., İstanbul, 1960, C. II, s. 434-435; Atatürk, a.g.e., C. III, s. 928 v.d.; Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, D. E. Ü. H. F., A.Ü. Bas., Ankara, 1998, C. 1, s. 366 v.d.) Evet, bazı değişim ve gelişimlerde sömürgeci Batılı ülkelerin etkisi olmuştur. Fakat bu etki, diğer Müslüman ülkelere nazaran daha az bir ölçüdedir. Her şeye rağmen özgünlüğünü koruyabilmiştir. (bkz. Lewis, Modern, s. 7 v.d.) Dolayısıyla Türkiye’de gerçekleşen değişim ve gelişimler kendi iradesiyle başlatılmıştır. (bkz. Lewis, a.g.e., s. 256 v.d.) Ancak onun yaşadığı sıkıntılar, tarihsel ve kültürel zihin yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü o, çoğulculuğu kabul etmeyen bir kültüre mensuptur. Sonuç olarak Türkiye, istenilen düzeyde olmasa da, bütün Müslüman ülkeler arasında en büyük atılımı gerçekleştiren yegane ülkedir.
Cabiri’nin Fas realitesi bağlamında yaptığı değerlendirmelere tekrar dönülecek olursa onun, şu tespitleri de yaptığı görülür: O, belirtildiği gibi, laikliği Sekülerizm olarak anlıyordu. Yada onu, sadece Fransız laisizmi olarak değerlendiriyordu. (Laikliğin tarihçesi noktasında doyurucu bilgi için bkz. Sami Selçuk, Özlenen Demokratik Türkiye, Ankara, 2000, s. 71-97. Selçuk, laiklik noktasında meydana gelen ayrımı şöyle özetler: "Son çözümlemede, laiklik ile laisizm ayrı ayrı kavramlardır ve ayrı kurumsallaşma ve uygulamalara yol açmışlardır. Laisizm, 'rejime göre din' ister ve dini belirler ve güdümler. O yüzden çatışmalara gebedir. Oysa, laiklik 'dine göre rejimi' ve rejime göre dini' reddeder." Selçuk, a.g.e., s. 81) Buradan hareketle şunu söylemektedir: Fas’ın yaşadığı sorunlara çözüm önerilerinde bulunan kişi, bunları, dinden referans alarak sunmuyorsa onun görüşleri, toplum tarafından kabul edilmez. Diğer taraftan, getirilen çözüm önerilerinin dini içerikli olması; toplumun sosyal, siyasal ve ekonomik ihtiyaçlarına cevap verebilecek düzeyde kendini göstermelidir. (bkz. el-Cabiri, Mağrib, s. 72-73). Yani; dini söylem, çağın getirdiği toplumsal ihtiyaçlara, dinamik olarak kendisini yenileyebilen bir çerçevede cevap verebilmelidir. 442 el-Cabiri, Viche, s. 105-106
çözüm önerileri sunma şansına sahip olamamaktadır. Bu nedenle olumsuz bazı durumlar
ortaya çıkacaktır. Sonuç olarak bu durum, bölgesel çıkarlar çerçevesinden çıkıp ulusal çıkarlar
çerçevesinde gedikler açan bir hataya dönüşecektir. Çünkü, Arap düşünürlere bakılırsa şu
durum ortaya çıkacaktır: Her hangi bir Arap düşünür, kendi ülkesine ait bir sorunu
düşünürken bunu Arap dünyasının bir sorunu olarak düşünür. Dolayısıyla kendi ülkesinin
sorununu genelleştirerek indirgemeci bir yaklaşıma varacaktır. Mesela bu noktada; Lübnanlı
bir düşünür, laikliğin tek çözüm olduğunu söylediğinde, Faslı düşünür bundan başka bir
anlam çıkaracak ve netice itibariyle ortaya, kavram kargaşasından başka bir şey
çıkmayacaktır.443
Cabiri, bu şekilde bölgesel sorun kavramsalının içeriğini, yani; özel olanın içeriğini
ortaya koymuştur. Fakat özel olanın içeriği genel olanın içeriğinden soyutlanamaz. Çünkü
özel, genelin bir parçasıdır ve onun karakteristiğini kendi bünyesinde barındırır. Bu nedenle,
özelin ardındaki geneli de göz ardı etmemek gerekir. “Eğer Arap dünyasındaki grupçuluk
sorununa ‘genel’in penceresinden bakacak olursak; şüphesiz bunun, toplumsal ve tarihsel bir
realite olduğunu görürüz.” Fakat bu grupçuluk realitesinin ardında, özel oluşunun da ötesinde
yaşanan genel bir sıkıntının realitesi vardır. O da; “körfezden Atlas okyanusuna, siyasi ve
sosyal boyutlarıyla bir bütün olarak Arap realitesinin yaşamış olduğu bir sorun olan
‘demokrasi sorunu’dur. Bu sorunu göz önüne alırsak, grupçuluk ve din-devlet arasındaki ilişki
meselesinin bu genel sorunun bir neticesi olduğunu görürüz.”444
Bu noktada Cabiri, 1985 yılında Lübnan hakkında yazdıklarını örnek alarak meseleyi
ortaya koyar. Burada, kırklı yıllardan itibaren, dini gruplar ve siyaset arasındaki ilişki,
zamanın şartları gözetilerek düzenlenmişti. Burada Maruniler, çoğunluğu oluşturduğu için
yönetimde aslan payı onlara düşmüştü. Diğer gruplar, her ne kadar bir takım baskılara maruz
kalsalar da, nisbi bir demokrasi işliyordu. Fakat yılların geçmesiyle birlikte “Lübnan
Demokrasi”si kendi gerçekliğinin gelişmesine ayak uyduramamıştır. Bu demokrasi,
başlangıçtaki şekline hapsolup kalmıştır. Marunilerin sosyal, ekonomik v.s. noktalarda
gösterdiği gelişmeleri, diğer dini gruplar da göstermiştir. Fakat bununla birlikte Marunilerin
hegemonyası ve baskısı da artmıştır. Artık Lübnanlılık bilincini, Marunilik bilincine
indirgemeye başlamışlardır. Bu noktada Lübnan’ın demokrasisi ve laikliği, bu duruma,
insanları ikna etmeye çalışan bir baskı aracına dönüşmüştür. Sonuçta bu anlayış, gelişmelerle
ortaya çıkan eksiklikleri, kapatacak bir yapı olarak devam etmemiştir. Akabinde, kırklarda 443 el-Cabiri, a.g.e., s. 106-107 444 el-Cabiri, Viche, s. 107
giydirilen demokrasi gömleği, Lübnan’a küçük gelmeye başlamış ve sonunda yırtılarak bir
grubun diğer gruplara zulüm ve baskı uyguladığı hastalıklı bir yapıya dönüşmüştür. Eğer
Lübnanlılar, farklı dini grupların gelişimine ayak uyduracak bir demokrasi geliştirmezlerse
oradaki iç savaş devam edecektir.445
Bu örnekten hareketle Cabiri, şu sonuca varır: “Lübnan gerçeği, top atışları gibi,
demokrasinin yokluğunu haykıran Arap grupçuluğunun örneğidir.” Bir kısım Arap ülkeleri de
buna benzer veya başka şekillerde bu sorunu yaşamaktadır. “Fakat dini grupçuluğun
sıkıntısını çekmeyen diğer Arap ülkelerinin çocukları, toplumun demokrasiye ve sosyal
adalete olan ihtiyacını farklı sloganlarla dile getirmektedirler: Kimisi bizatihi demokrasi,
kimisi şeriatın tatbiki kimisi de azınlıkların hakları sloganını yükseltir…” Cabiri bu
belirlemesinden sonra önceden yaptığı bir saptamayı buna dayanarak daha açık bir şekilde
ortaya koyar: “Çağdaş Arap düşüncesindeki din-devlet ikilemi, sahte bir ikilemdir.” Çünkü
bu, bazı Arap ülkelerindeki dini grupçuluk sorununu örtmektedir. Böylece dini grupçuluğun
yaşanmadığı diğer ülkelerin de sorunun, bu sorun, olduğu lanse edilmektedir. Halbuki,
körfezden Atlas okyanusuna kadar bütün Arap dünyasının yaşamış olduğu gerçek sorun;
siyasal ve toplumsal alanda, demokrasinin yokluğudur.446
Cabiri, laikliğin anlaşılması zor ve karışık bir kavram olduğunu söyler. Ona göre;
çağdaş Arap düşüncesindeki bu sloganın, bu yapısını, hala muhafaza ettiğini belirtir. “
‘Laiklik’, Fransızca aslına uygun olarak tercüme edilmemiş bir kelimedir. ‘Laik’ kelimesinin,
türev olarak ‘ilim’ kelimesiyle hiçbir ilgisi yoktur.447 Bu kelimenin aslı, Yunanca ‘laikos’dur.
Bunun anlamı; halka mensup olan kişi demektir. Bunun mukabili ‘clerius’ ise ruhbanlık
demektir: Özel bir grup olarak din adamları.448 Öyleyse laik olan kimse, kilise ruhbanlarından
olmayan kimse demektir.” İşte bu, kelimenin asıl anlamıdır. Sonraları bu kelime, kiliseye
karşı düşmanlığı ifade eden bir anlam çerçevesinde kullanıldı. Akabinde bunun eğitimle de
ilişkisi kuruldu. Din öğretimi kilisede, bilimin öğretimi ise kilise dışındaki okullarda verilir
oldu.449 Bu bağlamda Cabiri, Jean Lacroix’nun düşüncelerine yer verir. O, laikliğin din
düşmanlığı olmadığını söyler. Fakat ona göre; insanın yaşamının profan bir yanı da vardır.
445 el-Cabiri, a.g.e., s. 107-108 446 el-Cabiri, Viche, s. 108; Ayrıca bu bağlamda Cabiri, çağdaş Arap siyasi söylemini oluşturan akımların, demokrasi açısından gösterdikleri başarısızlıkları geniş bir şekilde işler. Bu konuda geniş bilgi için bkz. el-Cabiri, Hıtab, s.77-90 447 Cabiri, burada, laikliğin Arapça karşılığı olarak “ilmaniyye” kelimesinin kullanılmasını eleştirmektedir. 448 “Bunun Hıristiyanlık’taki karşılığı kilisedir.” 449 Bu noktada Cabiri, benzer bir yapının İslami düşüncede de olduğunu dikkate almalıdır. Dini ilimler-dünyevi ilimler böyle bir anlayışın neticesidir. Hatta bu anlayış, Osmanlı eğitiminde ikilik doğurmuştur. Bu anlayış için bkz. Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, s. 183 v.d.
Yani; yaşamın belli bir alanından din adamları soyutlanmalıdır. Buradan hareketle Cabiri, bu
alanın kamusal alan olduğunu belirtir. Bu çerçevedeki bir anlayış, ancak bir kurum olarak
dinin devletle çekiştiği bir toplumda anlamlıdır.450 Sonuç olarak burada; “devlet,
insanların bedenlerini; kilise de ruhlarını sahiplenir.” O halde bu düşünce, özel bir
durumla ilgilidir. Çünkü; bu düşüncenin hakim olduğu bir toplumda, manevi otorite vasfıyla
kanun koyucu bir kurum olarak kilise, birey ile Allah arasında girmiştir. Halbuki Müslüman
bir toplumda böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla “İslam dini; birey ile Allah
arasına giren aracı bir kurum olarak manevi otorite grubu ile siyasi otoriteyi tekeline alan
başka bir grubu ifade eden ayrımı kabul etmez. O halde laiklik sloganının Müslüman bir
toplumda yükseltilmesi meşru değildir.451
Önceden de ifade edildiği gibi; laiklik sloganı, Türklerden bağımsızlığı kazanmayı
hedefleyen Suriyeli Hıristiyanlar tarafından yükseltilmişti. Bu kullanım, bağımsızlığı açıkça
ifade eden bir söylemin aksine çekingen bir söylem tarzıydı. Fakat, daha sonra bu iki akım,
tek bir slogan üzerinde birleşti: Araplık. Böylece Osmanlı devletinin hakimiyetindeki Arap
topraklarında, tek bir Arap devletinin kurulması hedeflendi. Dolayısıyla laiklik sloganı, bu
şekilde, bağımsızlık ve birlik kavramlarıyla yapısal bir ilişkiye girdi. Buna karşın başka bir
akım da, Osmanlı’nın yardım ve yönlendirmesi ile Türklerin önderliğinde bir İslami birliği
kurmayı amaçlıyordu. Sonuç itibariyle bu akımlar arasındaki çatışma belirginleşmeye başladı.
Aslında “ ‘Araplık’ fikrinin propagandasını yapanlar, bununla İslam’dan uzaklaşmayı
kastetmemişlerdir. Esasen bilindiği gibi ‘Araplık’ sloganı, Osmanlı’nın ‘Türkleştirme’
siyasetine karşı yükseltilmiş bir slogandır.”452
İşte Cabiri’ye göre, laiklik sloganının Suriye bölgesinde yükseltilmesinin özeti budur.
Bu slogan, ne Arabistan yarımadasında ne de Batı Arap ülkelerinde yükseltilmiş bir slogandır.
450 Cabiri, bu bağlamda Hasan Hanefi ile tartışır. Hanefi, bu konuda yapılan yanlışlığın, batılı anlamda bir laikliğin Arap dünyasına nakledilmesinden kaynaklandığını belirtir. Buna sebep olan şey de şudur: Çağdaş Arap düşüncesinde ilerleme ve gelişme bağlamında kullanılan kavramlar, batılı kavramlardır. Bu kavramların nakledilmesiyle birlikte onların Müslüman topluma uymayan içerikleri de aktarılmıştır. Bu nedenle ona göre yapılması gereken; kendi içsel dinamiklerinden hareket eden bir kavramsallaştırma sürecinin işletilmesidir. Buna binaen Hanefi, saf aklın hedefleri ile dinin hedeflerinin aynı ayniyet arz ettiğini söyler. Dolayısıyla bu bağlamda bir ayrıma gitmenin anlamsız olduğunu vurgular. Buradan hareketle ona göre; “İslam, özünde laik bir dindir.”
Cabiri, sorunun ortaya konuluşunda Hanefi ile müttefiktir. Ancak onun, İslam’ı laik olarak nitelendirmesini eleştirir. Çünkü laiklik, dinin kamusal alandan tamamen soyutlanması demektir. Diğer taraftan, “İslam, laik bir dindir” veya “İslam, sosyalist bir dindir” demek arasında fark yoktur. Çünkü bu yargılar, anlamsız ve indirgemeci yargılardır. Ayrıca Cabiri’ye göre; İslam’da kilise gibi bir kurumun olmaması nedeniyle, dinin devletten ayrılmasını savunmak, gerçek anlam çerçevesini Müslüman bir toplumda bulamayacaktır. Eğer bu ayrımdan kasıt, “ulema”nın “umera”dan ayrılması ise, bu, zaten Muaviye’den beri vaki olan bir şeydir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Hanefi, el-Cabiri, Hıvar, s. 42-49 451 el-Cabiri, Viche, s. 109-110 452 el-Cabiri, Viche, s. 110; el-Cabiri, Hıtab, s. 68-74
Hatta bu bakımdan, önemli bir Hıristiyan azınlığı barındıran Mısır’da dahi bu denli ileri
gidilmemiştir. Şimdi, Arap ülkeleri, bağımsızlıklarını kazanınca milliyetçilik düşüncesi,
yeniden temellendirilmeye başladı. Bu noktada, bünyelerinde azınlıkları barındıran Arap
ülkelerinde, laiklik sloganı tekrar gündeme geldi. Çünkü bu azınlıklar, Osmanlı devrindeki bir
anlayışın tekrar hakim olmasından korkuyorlardı. Zira çoğunluğu, Müslümanlar
oluşturuyordu. Bu açıdan laiklik, bu azınlıkların haklarının korunması ve onların, çoğunluğun
dinine mahkum edilmemesi için kullanılmaya başladı. “… bu itibarla laiklik; devletin, dini
hegemonya esası üzerine değil, demokratik rasyonalite esası üzerine kurulması anlamına gelir
oldu.” Fikri ve ideolojik karmaşa yaşayan bazı kimseler, bunu, “dinin devletten ayrılması
olarak” nitelendirdiler. Halbuki, İslami bir toplum açısından böyle bir tespitte bulunmak
yanlıştır. “Çünkü İslam’da, din-devlet arasında bir çatışma yoktur.” Bu nedenle laiklik
anlayışı, böyle bir çatışmanın yaşandığı toplumlar için bir anlam ifade eder. Sonuç olarak
laiklik, içerikleriyle örtüşmediği şu ihtiyaçları dile getirmesi anlamında sahte bir sorundur:
1. “Tek bir ulusal kimlik çerçevesinde bağımsızlığa olan ihtiyaç.
2. Azınlıkların haklarına saygı gösteren bir demokrasiye olan ihtiyaç.
3. Siyasetin rasyonel bir şekilde uygulanmasına olan ihtiyaç.
Yukarıda sayılanlar, fiili olarak nesnel ihtiyaçlardır. Bunlar, Arap dünyamızda makul ve
zaruri isteklerdir. Fakat bunlar, ‘laiklik’ gibi anlaşılmaz bir sloganla tanımlanırsa makuliyet,
zaruriyet hatta meşruiyetlerini kaybedeceklerdir.”453 Bu noktada, Cabiri’nin varmak istediği
sonuç şudur: “… Arap düşüncesinin; refere kavramlarını esaslı bir şekilde inceleyerek, ortaya
konulan nesnel ihtiyaçlara uygun bir içerikle, bunların altını doldurması gerekir. Bana göre;
‘laiklik’ kavramı, Arap düşünce sözlüğünden çıkarılmalı, yerine ‘demokrasi’ ve ‘rasyonalite’
kavramları koyulmalıdır. Bu iki kavram, Arap toplumunun ihtiyaçlarını en uygun şekilde
ifade eder: Demokrasi, birey ve grupların haklarının korunması anlamına gelir. Rasyonalite
ise; siyasi uygulamada, aklın mantıki ve ahlaki ölçülerinden hareket etmeyi ifade eder. Bu;
keyfilik, tutuculuk ve karaktersizliğin hareket noktaları olarak alınmasının önünü kapatır.”454
Diğer taraftan, Cabiri’ye göre; demokrasi ve rasyonalite, laiklik gibi İslam’dan uzaklaşmak
değildir. Çünkü, Araplar ile İslam, ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır.455
453 el-Cabiri, Viche, s. 110-111; el-Cabiri, Hıtab, s. 76 454 el-Cabiri, Viche, s. 111; Hanefi, el-Cabiri, Hıvar, s. 45-46 455 el-Cabiri, Viche, s. 111-112
Cabiri’ye göre; “çağdaş Arap siyasi realitesine damgasını vuran şey, dinin
siyasete alet edilmesidir.” Bu durumla ilgili olarak, meydana gelen iç savaşların kısa bir
analizini yapar. O, okuyucuyu kendi penceresinden baktırabilmek ve yanlış anlaşılmalara
meydan vermemek için şu bakış açısının önemini vurgular: “Biz, dinin devletten ayrılması
anlamındaki laiklik ile ezici çoğunluğu Müslüman bireylerden oluşan bir toplumdaki
şeriat ve ahlak olarak İslam’ın varlığını kesin bir şekilde ayırıyoruz.” Çünkü, tekrar
belirtmek gerekir ki, laiklik, dinin, bir kurum olarak, siyasi otoriteyle çekişen bir güç haline
geldiği bir toplum için anlamlıdır. Bu durumda, bu iki otoritenin alanlarının ayrılması ve
belirlenmesi gerekir. Avrupa’da gerçekleşen budur ve yerindedir. Fakat, “bünyesinde dini bir
kurum bulunmayan ve halkı Müslüman olan bir toplumda böyle bir ayrıma ihtiyaç yoktur.
Çünkü İslam’a göre din, ancak bireyin işidir. Onunla Allah arasındaki ilişki, aracısız ve direk
bir ilişkidir. Böyle bir toplumun ihtiyacı olan şey ise, dinin siyasetten ayrılmasıdır. Yani;
siyasi hedefleri gerçekleştirmek için dini kullanmaktan kaçınmak gerekir… Siyaseti harekete
geçiren çıkarlardır. Bu çıkarların elde edilmesi için çalışılır. Dinin ise bundan uzak tutulması
gerekir. Aksi takdirde, özünü ve canlılığını kaybeder.”456
Cabiri’ye göre, “dinin özü ve işlevi, ayırmak değil birleştirmektir. İslam dini, kesin
olarak ‘Tevhid’ dinidir: Akide düzleminde Tevhid.457 Toplum düzleminde Tevhid.458 Dini
anlamda ve uygulamada Tevhid.459 Siyasetin özü ve işlevi ise ayırmaktır: Siyaset, ihtilafın
olduğu veya onun muhtemel olduğu yerde ortaya çıkar. Dolayısıyla siyaset, ‘farklılıkları idare
etme sanatı’dır. Burada idare veya yürütme; ya var olan ihtilafı yönetmek yada yeni bir ihtilafı
ortaya çıkarmak için çalışmak anlamına gelir. Buradan hareketle, dinin siyasetle
ilişkilendirilmesi460, zorunlu olarak ihtilaf mikrobunun dine sokulmasına neden
olacaktır. Eğer dindeki ihtilafın kaynağı siyasi olursa, bu, zorunlu olarak grupçuluğa
sebebiyet verecektir. Ardın da iç savaşı getirecektir… Geçmiş ve bugün olarak tarih buna
şahittir: Müslüman toplumda, dinin siyasete alet edilerek kullanılmaya başlandığı Hz. Osman
zamanından beri, ihtilaf varola gelmiş ve her iç savaş, bir yenisini tetiklemiştir. Bu yada şu
şekilde, din, her zaman siyasete alet edile gelmiştir.”461 Cabiri, işte bu şekilde bir vargıya
ulaşarak tarihsel süreci tahlilinden ortaya çıkan temel sonucu vermiştir. Ayrıca, din işi-dünya
işi ayrımı yaparak düştüğü hatayı da bu şekilde ortadan kaldırır gibidir.
456 el-Cabiri, a.g.e., s. 113-114 457 “Tek ilah” 458 “Tek ümmet” 459 “Gruplar halinde dinlerini bölük pörçük edenlerle senin hiçbir işin olmaz.” En’am 6/159 460 “bu ilişkinin türü ve derecesi ne olursa olsun” 461 el-Cabiri, Viche, s. 114
Cabiri, dinin siyasete alet edilmesinin nasıl bir iç savaşa sebebiyet verdiğini
açıklamaya çalışır. Belirtildiği gibi, özünde birleştirici olan din, siyasallaştırılınca ayırıcı bir
unsur haline gelmektedir. Bu bağlamda işin özü şudur: “Sosyo-ekonomik bakımdan
menfaatlerini açık ve uygun bir üslupla dile getiremeyen bir grubun ‘siyasi aklı’, bu noktada
çareyi, ancak dini siyasete alet etmekte bulur. Yada sosyo-ekonomik bakımdan sorunlarını
ortaya koyabilecek seviyeye ulaşamamış ve bunun neticesinde zaafa uğramış bir grup böyle
bir yola başvurur. Bu iki durumda da dinin siyasete alet edilmesi; eski bir anlaşmazlığı,
ideolojik sembol ve içeriğiyle tekrar hortlatacak bir yapıda hizipçi ve mezhepçi bir kisveye
bürünür. Bu ise sonuç olarak, böyle bir grubun ‘manevi bir kabile’ye dönüşmesine neden
olacaktır. Bu, kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü, bu grubun sosyal şartları, onun ‘içtimai bir
tabaka’ seviyesinde ortaya çıkmasını önler.” Bu bakımdan, Lübnan’da meydana gelen olaylar,
bu durumu çok güzel bir şekilde özetler. Maruniler, ilk baştaki avantajlarını çok iyi
kullanmışlar, siyasal ve ekonomik sahaları tekellerine almışlardır. Sonunda bu avantajlarını
korumak ve bunları diğer gruplara kaptırmamak için dini siyasete alet etmişlerdir. Kendilerini,
sosyal bir sınıf olarak sunmak yerine dini bir grup olarak takdim etmişlerdir. Dolayısıyla diğer
gruplar, kendilerini sosyo-ekonomik platformlarda ifade etme olanağını bulamadıkları içindir
ki onlar da böyle bir yola sapmışlardır. Bu şekilde Lübnan’daki çatışma, sınıfsal çatışma
karakteristiğinden çıkarak, dini grupçuluğun, bunun üzerini örttüğü bir iç savaşa
dönüşmüştür.462
Bu konuda Cabiri, saptamalarını şu şekilde noktalar: “Lübnan’da siyasi bir ihtiyaç
olarak dinin siyasete alet edilmesi bakımından gerçekleşen şey, biricik örnek değildir. Bu
altyapıyı barındıran bir çok ülkede, böyle bir durumun ortaya çıkması mümkündür. Genel
olarak Arap ülkeleri, bir şekilde, bu tehlikeli ‘ihtiyaç’ın sıkıntısını çekmeye namzettirler.
Onun için bugün, ‘İslami yönelim’ veya ‘kökten dincilik’ yahut da ‘siyasal İslam’ diye
nitelendirilen akımların sorumluluğu çok büyük ve ağırdır. Çünkü, dini bir çağrının, ayırıcı bir
çağrıya dönüşmesi kadar kolay bir şey yoktur. Böylece din, birliğin ve kaynaştırmanın unsuru
olarak kalmak yerine; ayırmanın ve parçalanmanın unsuru olarak ön plana çıkar. Bugün,
tarihsel varlığı itibariyle ‘siyasal İslam’ın mevcudiyetini haklılaştıran şey şudur: Otoriteyi
elinde bulunduran devlet ve elit tabakanın karakteristik olarak uygulamış olduğu zulüm ve
istibdat. Bir bütün olarak köylü ve kentli fakir halk…, maddi ve psikolojik olarak bu zulüm ve
istibdadın sıkıntısını çekmiştir. Arap ülkelerindeki çağdaş ideolojik akımlar, bu iki etkenin
karşısında duramamış ve bunların yerine demokrasiyi getirme bakımından başarısız
462 el-Cabiri, Viche, s. 114-115
olmuşlardır. ‘Siyasal İslam’a bu pencereden bakarsak; bugün onun, bir grubun diğer bir gruba
karşı olan mücadelesini temsil ettiği görülecektir: Bir yanda, en azından teorik olarak, genel
itibariyle ezilenlerin oluşturduğu milletin kahir ekseriyeti. Diğer yanda; teorik ve pratik
olarak, hakim grup ve ondan faydalananların oluşturduğu elit tabaka. Birinci grup, aslında
hizipçi değildir. Çünkü, nesnel olarak ezici çoğunluğu temsil etmektedir. Bununla birlikte
onun yapısı, her zaman hizipçi bir şekle dönüşmeye müsaittir. Bu nedenle bunun tehlikesi
altındadır: Çünkü, siyasette ihtilaftan kaçınmak olanaksızdır. Bu ihtilaf da; çıkarların farklılık
arz etmesi, bunların çatışması ve benzeridir. Buradan hareketle bu, dini siyasete alet eden
grupların benimsediği müzmin bir hastalıktır. Bu bölücü hastalık, insanların birbirini tekfir
ettiği bir hastalıktır. Bu durum ise, bu gruplara gerçek düşmanlarını unutturur ve onlar,
böylece iç bölünmeyle uğraşır dururlar.”463
“O halde ‘siyasal İslam’, tarihsel varlığını haklılaştıran hedeflerini gerçekleştirmek
için, kendisini, bu hedeflerin seviyesine çıkarmalıdır. Zulüm ve istibdatla ilişkili olan veya
bunların düzeninin ortaya çıkardığı siyasi, sosyal ve ekonomik sorunları, açık bir siyasi
saptama ve söylemle ortaya koymalıdır. Ayrıca siyasete; onun legal, çağdaş ve geniş
kapısından girmelidir. Aksi takdirde, başarılı olması mümkün değildir. Ancak; İslam’ın,
‘örtü’, ‘hırsızın elinin kesilmesi’ v.b. konulara indirgenmesi; gerçek siyasi sorunların ortaya
konmasından ve bunu gerçekleştirebilecek bir yapılanmadan kaçışın ve acziyetin ifadesi
olacaktır. Dolayısıyla bu, En’am 6/159’da ifade edilenlerin durumuna düşmeye ve iç savaşa
doğru sürüklenmeye neden olacaktır. O halde; özünde olduğu gibi; Tevhidin ve birliğin
unsuru olan dini, siyasete alet ederek, ayrımcılığın bir amili haline getirmekten
kaçınmak gerekir.”464
Sonuç olarak Cabiri, laiklik kavramını bütünüyle sekülerleşme olarak
değerlendirmektedir. Bu kavramın Avrupa tecrübesinde oturduğu çerçeveyi, haklı ve yerinde
bulmaktadır. Çünkü, Avrupa toplumundaki iki devlet karmaşasına bir son vermiştir. Nihai
olarak, böyle bir aksiyonla; insanların manevi dünyasına kilise, maddi dünyasına tarafsız
kimselerin oluşturduğu devlet hitap eder olmuştur. Fakat böyle bir kavramın, Müslüman bir
toplumda dile getirilmesi uygun değildir. Meşru da değildir. Çünkü bu toplumda, maddi ve
manevi otorite ayrımı yoktur. Sadece bir otorite vardır. O da devlettir. Diğer taraftan, aynı
Avrupa’da olduğu gibi, kul ile rabbi arasına giren ve bu bağlamdaki ilişkileri düzenleyen
kilise benzeri bir kurum da yoktur. Dolayısıyla bazı nesnel ihtiyaçları cevap karşılayabilmek 463 el-Cabiri, Viche, s. 115-116 464 el-Cabiri, a.g.e., s. 116
için laikliğin örtü olarak kullanılması yanlıştır. Bunlar, karşılığını, İslam’ın da yabancı
olmadığı demokraside bulur. Buna binaen Müslüman toplumun temel ihtiyacı;
çoğulculuğun önünü tıkayan engelleri kaldırabilecek demokratik bir anlayışa ve ortak
akla, yani, rasyonaliteye dayanan bir söylemin geliştirilmesidir.
2. Çağdaş Arap Siyasi Söyleminin Genel Yapısı ve Çıkmazları
Cabiri, yeni bir söylemin oluşturulması noktasında, bütün akımların başarısız
olduklarını söyler.465 Arap dünyasının bugünkü geldiği nokta, bu gerçeği açıkça
göstermektedir. Çünkü bu akımların hareket noktaları, yaşanan gerçeklik değildir. Dolayısıyla
sunmuş oldukları çözüm önerileri, bu gerçeğin kalıplarına oturmamış ve olumsuz sonuçlara
doğru gidilmiştir. Şimdi, bu konu daha da açımlanacak olursa; Cabiri, her şeyden önce,
çağdaş Arap siyasi söyleminin tabiatının ve araçlarının, her türlü ideolojik çatışmadan uzak
bir şekilde tahlil edilmesinin gerekliliği üzerinde ısrarla durur. İlk olarak, bu söylemin temel
araçları; demokrasi ve laiklik kavramlarıdır. Bu kavramlar, esasında, Avrupa tecrübesinden
Arap dünyasına nakledilmiştir. Fakat bu kavramlar, Arap dünyasının yaşamış olduğu gerçek
sorunları hakikaten ifade edebiliyor mu? Burada önemli olan, bu sorunun doğru bir şekilde
cevaplandırılmasıdır. Bu bağlamdaki sorunlar şunlardır: “Fiili eşitlik”, “eski ve yeni yapıların,
birlikte hoşgörü içerisinde yaşamalarının sağlanması” ve “gerçek bir akli ve fikri bir
konsensüse ulaşmak”tır. Bu açıdan bakıldığında, bu sorunları en güzel şekilde ifade
edebilecek ve çözüm önerileri sunabilecek yegane kavram demokrasi kavramıdır. Çünkü Arap
dünyasının gerçek sorunsalı, demokratikleşmedir.466 Diğer taraftan; bu söylemin, bu
bağlamda çizilen çerçevede bir sonuca ulaşmasının temelinde yatan şey, kendi siyasi
literatürünü oluşturamamasıdır.467 Çünkü, Arap dünyasındaki devlet yapısı, çoğulculuğun
yerine tek adamcılığı ve baskıyı barındırır. Zira buna göre, nasıl ki alemde bir tek Allah var
ise aynen toplumda da tek bir otorite olmalıdır. Yani; rububiyette ortaklığın olmadığı gibi
siyasette de ortaklık olmaz. Devlet başkanı, Batıda gerçekleşen vakıanın tersine, hiçbir şekilde
sorgulanamaz. Ona ancak itaat edilir. O, dini vecibelerin yerine getirilmesini yasaklamadığı
sürece, boyun eğilecek yegane şahsiyettir. Bu noktada yapılması gereken, sadece, bağlayıcı
nitelikte olmayan bir şekilde nasihatte bulunmaktır. Sonuç olarak, siyasi fıkıhta şu ilkeye
465 el-Cabiri, Hıtab, s. 90-91 466 el-Cabiri, a.g.e., s. 91-92 467 el-Cabiri, a.g.e., s. 59-61
varılmıştır: “Zalim idarecinin varlığı, hiçbir idarecinin olmamasından daha iyidir.”
Dolayısıyla, böyle bir tabiata sahip olan Arap siyasi aklı, çağdaş olarak siyasi
literatürünü oluşturamamıştır.468 Nihai olarak çağdaş Arap siyasi söylemi, kendi realitesini
bırakarak, başka realitelerin siyasetiyle ilgilenir olmuştur. Bu söylemin liberal kanadı, Avrupa
tecrübesinden; selefi kanadı ise, geçmişinden hareket etmiş ve onun siyasetini gütmüştür.469
Cabiri; selefi kanadın, “hilafet” veya “İslami hükümet” sloganlarını kullanmasındaki
amacını açıklar. Ardından, liberal kanadın, “dinin devletten ayrılması” sloganından ne
anladığını ortaya koyar. Bu iki akımın, ayrıldığı ve birleştiği noktaları belirtir: “Gerek geçen
asırdaki Osmanlı’nın ve gerekse de bugünkü otoritenin hakimiyeti altında yaşayan selefinin
düşüncesi şudur: Onun zihninin ve söyleminin içeriğinde; hükmü altında yaşadığı yönetim,
İslam’a inanmayan bir yönetim değildir. Aynı zamanda, İslam’ı uygulamayan veya ona savaş
açan ‘gayr-i İslami’ bir yönetim de değildir. Aksine bu yönetim, İslam’a mensup olduğunu
ikrar etmektedir. Fakat selefi, bu noktada itiraz eder ve mevcut yönetimi reddeder. Çünkü o,
istediği evsafta bir yönetim değildir. Aynen Arap liberal de, dün ve bugün, ‘laiklik’i isterken,
dini bir devletin gölgesi altında yaşadığını hissetmez. Bilakis o; bu devlet, İslami olmakla
isimlendirilse bile, kendi ruhunun derinliklerinde, onun, laik bir devlet olduğuna inanır.
Bununla birlikte bu devlet, onun da istediği evsafta bir devlet değildir. Böylece selefi ve
liberal; simgesel bağlamda ihtilafa düştükleri ve hasım oldukları şeyin, kavramsal düzleminde
birleşirler. Yani, ikisinin de birleştiği temel eksen şudur: ‘Kurulu olan hükümette’
aradıkları özellikler yoktur.”470
Cabiri, bu saptamasından sonra konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, liberal ve
selefinin, asıl amaçlarını ve hareket noktalarını ortaya koymaya çalışır. Bu bakımdan, liberali
daha iyi tanıyabilmek için 1850’li yıllara gider. Çağdaş Arap siyasi söyleminin liberal
kanadını temsil eden kimseler, ağırlıklı olarak dini azınlıklardan, özellikle, Hıristiyan
azınlıktan çıkmışlardır. Onların, Osmanlı zamanında yaşadıkları temel sorun şuydu: Osmanlı,
bütün azınlıklara zulmediyor ve onlara baskı uyguluyordu. Dolayısıyla onların “laiklik”le
istedikleri şey, Avrupa tecrübesindeki gelişim değildi. Çünkü, İslam’da, kilise gibi bir
kurumun olmadığını çok iyi biliyorlardı. Buna binaen, istedikleri şey, nihai olarak şuydu:
“Azınlıkların siyasi haklarının tanınması ve bunlara saygı gösterilmesi.” Halbuki bu haklar,
ancak, demokrasinin gölgesi altında kazanılabilecek haklardır. Buradan hareketle onlar,
468 el-Cabiri, Viche, s. 130-131 469 el-Cabiri, Hıtab, s. 60-67 v.d. 470 el-Cabiri, a.g.e., s. 92-93
bunları elde edebilmek için, demokrasi yerine laiklik sloganına sarılmışlardır. Çünkü, bu
şekilde, Türklerden bağımsız kalmayı amaçlamışlardır. Bu bakımdan, esasında, demokrasiyi
tercih etmeyişlerinin temel sebebi şuydu: “Demokrasi, çoğunluğun yönetimi demektir.”
Dolayısıyla bu durum, azınlıkların baskı altına alınmaları anlamına gelmektedir.471
Selefiye gelince; o, hilafet yönetimini tekrar ihya etmek isterken, ortaçağ Avrupa’sının
şahit olduğu türden bir yönetim kurmayı amaçlamıyordu. Çünkü o, İslam’ın ruhbanlığı
reddetmesiyle övünüyordu. Onun düşüncesindeki sistem, Hz. Ömer’de somutlaşarak “şura”
ve “adalet” prensiplerine dayanan sistemdi. Çünkü bu sistem, onun referans çerçevesini
oluşturuyordu. Ona göre; en mükemmel idare modeli buydu. Yani, Ehlu’l-hal ve’l-akd’e
dayanan şura modeli. Bu açıdan demokrasiye bakılınca, ona göre, şu gerçek kendisini ortaya
koyuyordu: Demokrasi, Avrupa kökenlidir. Dolayısıyla bu sistemin hayata geçirilmesi,
yönetimin, çağdaş elit tabakanın eline verilmesi demektir. Çünkü bu tabaka, selefiye
yabancıdır. Bu noktada yönetimin bu tabakanın elinde olması, karar organının daralması
anlamına gelir. Bu ortaya konulan iki çerçeveden hareketle Cabiri; din-devlet arasındaki ilişki
sorunsalının, “Batıdan nakledilmiş bir sorunsal” olmadığı sonucuna ulaşır. Aslında Arap
siyasi söyleminin sorunsalı, “demokrasi”yi gerçek anlamıyla ortaya koyamamaktır.472
Cabiri’ye göre; Osmanlı’nın yıkılışından sonra, Arap siyasi söylemine hakim olan
düşünce milliyetçiliktir. Bu düşünceyle amaçlanan şey, “Arap birliği”ni kurmaktır.473 Bu
düşünce de demokrasi sloganını kullanmaktan kaçınır. Çünkü, demokrasinin, birliğin aleyhine
işleyip onu yok etmesinden korkar. Zira demokrasi, “azınlıkların hakları”, “yönetimde adem-i
merkeziyet”, “self determinasyon” v.s. anlamına gelmektedir. Buradan hareketle bu söylem,
ona, parçalanmaya hizmet eden bir şeymiş gibi bakacaktır. Dolayısıyla bu, “milliyetçi
hedefleri” ürküten bir şeydir. İşte bu durum, Arap dünyasında demokrasinin gerçek anlamıyla
ortaya konulamamasının temel sebebidir. Bu nedenle, siyasal demokrasi ile sosyal
demokrasinin metotlarını harmanlayarak yeni bir sistem kurma bağlamında bocalamıştır.
Yani; siyasal demokraside burjuva, sosyalist demokraside proletarya ön plana çıkmaktadır.
Halbuki ön plana çıkarılması gereken, bütün olarak Arap ulusudur. İşte milliyetçi düşünce, bu
ikilem arasında gidip gelmektedir.474
471 el-Cabiri, Hıtab, s. 73-74 v.d. 472 el-Cabiri, a.g.e., s. 94 473 el-Cabiri, a.g.e., s. 68-72 474 el-Cabiri, Hıtab, s. 84-90 v.d.
Cabiri, demokrasinin Arap dünyasına hayat vermesi bakımından, bir çok yazarın bu
bağlamda fikir beyan etmesinin ümit verici bir şey olduğunu söyler. Fakat bunların,
demokrasinin yüceltilmesi noktasında sessiz kalmalarını eleştirir. Ona göre; böyle bir duruma
sebep olan şey, bizatihi çağdaş Arap söyleminin demokrasiyi engelleyen bir yapıya sahip
olmasıdır. “Çünkü, bir yönetim şekli olarak demokrasi hakkında konuşmak, iktidarın kaynağı
ve devletin şekli hakkında da konuşmayı gerektirir.” Fakat Arap-İslami tasavvurundaki en
mükemmel sistem, “adil zorba” sistemidir. “Gerçekten selefi lider475…, ‘doğu, ancak adil
bir zorbayla uyanır’ derken yalnız değildir. Aslında o; bununla, bütün Arapların, en
mükemmel yönetim şekli olarak tasavvur ettikleri şeyi tanımlar.”476
Cabiri, bu genellemeyle, rasgele bir iş yapmadığını söyler. Çünkü, “ ‘adil zorba’
düşüncesi, Arap siyasi söylemine kök salmıştır. Bu, bir yönetim şekli olarak demokrasi
hakkında konuşmayı yasaklayan bir düşüncedir. Aynı zamanda bu düşünce; tıpkı Arap
toplumunda olduğu gibi, çeşitli azınlıkların bulunması anlamına gelmesi itibariyle, toplumsal
bir düzeni niteleyen yapısıyla da demokrasiden bahsedilmesini engeller. Demokrasi,
kesinlikle adem-i merkeziyetin düzenidir. Fakat Arap siyasi söylemi, adem-i merkeziyet
ilkesini kabul etmez. Çünkü o; milliyetçi hitap tarzına, birlik ve sosyalizm sorunsalına
mahkumdur.” Sonuç olarak Cabiri; bu söylemin, grupçuluk ve azınlıklar sorunlarını
görmezden gelerek reddettiğini belirtir. Evet, bu söylem, üstü kapalı olarak adem-i
merkeziyeti kabul ettiğini söyler gibidir. Fakat bu kabulünün gerçekleşebilmesinin şartı olarak
şu cümleyi söyler: Toplumun bütün fertleri, milli bir konsensüsle merkezi otoriteye boyun
eğmeli ve bu şekilde yönetime katılmalıdırlar. Ancak bu durum, “adil zorba” veya “kahraman
önder” fikrinden başka bir şey değildir.477
3. Genel Bir Değerlendirme ve Yapılması Gerekenler
“Sonuç olarak İslam’ın belirlediği bir yönetim biçimi yoktur. Başlangıçta;
Muhammedi Davetin gelişimiyle birlikte ve Hz. Peygamber’in vefatının akabinde, ‘savaş
emirliği’ modeli dayanılan devlet sistemi idi. Bu model, o zamanki ihtiyaç ve şartların
gereklerine uygun bir modeldi. Arap-İslami devleti; fetihler, ganimetler ve İslam mesajının
yayılmasıyla birlikte gelişince, ‘savaş emirliği’ modeli; sosyal ve medeniyetsel gelişmelere
ayak uyduramaz oldu. Böylece, açıkladığımız üzere, kendisini açığa vuran üç gedik
475 “Muhammed Abduh”. Bu noktada bkz. el-Cabiri, a.g.e., s. 82 476 el-Cabiri, a.g.e., s. 95 477 el-Cabiri, Hıtab, s. 96
çerçevesinde, anayasal bir boşluk meydana geldi. Bu soruna barışçı ve fıkhi bir çözüm
bulunamadığı için söz, kılıca kaldı.” Bu şekilde Muaviye, yönetimi ele geçirdi. Artık şura ve
halkın rızasına dayalı olan beşeri demokratik meşruiyet zemini kaybolmuştu. Bu noktada
Muaviye, “ilahi meşruiyet”e sığındı. İktidarının temelini Allah’ın kaza ve kaderine bağladı.
Yani; o, Allah’ın ezeli ilmiyle iktidara geldiğini söylüyordu. Daha sonra Abbasiler iktidara
geldiler. Onlar da ilahi meşruiyeti Allah’ın ezeli ilminden aldılar ve O’nun irade ve isteğine
bağladılar. Yani; Allah, onların yönetici olmalarını ve kendi iradesiyle insanları yönetmelerini
istemişti. İşte Abbasilerin söyledikleri buydu. Bu anlayış da; kadim Mısır, Babil ve İran
medeniyetlerinin dayandığı sultanlık ideolojisi literatürünün kutsanmasına geniş bir alan açtı.
Bu çerçeve, İslam’daki siyasi düşüncenin “akli” yanını temsil eder oldu. Onun nakli yanı
olan siyaset fıkhı ise, statükocu bir yapıya bürünüp, mevcut durumu meşrulaştıran bir yapıya
dönüştü. Sonunda, “siyasi sorunu tamamen ortadan kaldıran şu ilkeye varıldı: “Güçlü olan
kim ise, ona itaat edilir.”478
Cabiri, bu çerçeveden hareketle şu sonuca varır: Muhammedi Davet esnasında ortaya
konulan şu ilkeler İslam’da siyasi düşüncenin yeniden kurulmasında temel alınmalıdır:
1. “İşleri aralarında şura iledir.”479
2. “İşinde onlara danış.”480
3. “Siz, dünya işinizi daha iyi bilirsiniz.”481
4. “Hepiniz çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz.”482
İşte bu ilkelerden hareket etmek, Hz. Osman’ın son zamanlarında ortaya çıkan anayasal
boşlukları doldurmak için atılacak ilk adım olacaktır. Cabiri, bu noktada ısrarlıdır. Çünkü,
siyasi düşünce alanında kalem oynatan bir çok düşünür, Maverdi ve benzeri fıkıhçılar ile
kelamcıların çizdiği çerçevede konuşup yazmaktadırlar. Halbuki bu alimler, kendi zamanları
ve yaşadıkları tecrübeler bağlamında düşüncelerini ortaya koyuyorlardı. Bu noktada üretilen
düşünceler, İslami ahlaka uygun olsun veya olmasın, hakikat böyleydi. Dolayısıyla bu
düşüncelerin, bugün bağlayıcılığı yoktur. Çünkü, bu bağlamda, her hangi bir Kur’ani ve
478 el-Cabiri, el-Akl, s. 371-372 479 Şura 42/38 480 Al-i İmran 3/159 481 İbn Hazm, el-İhkam, C. 1, s. 66 482 bkz. Buhari, Sahih, C. 8, s. 104 v.d.; Müslim, Sahih, C. 2, s. 1459; et-Tirmizi, Sünen, C. 4, s. 208; Ebu Davud, Sünen, C. 3, s. 342
Nebevi bir yasa koyucu metin yoktur. Zira bu noktada ortaya konulacak olan çözümler;
tamamen her asrın şart ve ihtiyaçlarına göre, şura kurumunun hayata geçirilerek üretilecek
içtihadi yorumlara bırakılmıştır.483
“Asrımızda, bütün insanlığın mirası olan çağdaş demokratik usullerden başka
usuller yoktur.” Bu bağlamda şuranın uygulanması, ancak şu kriterlerin belirlenmesiyle
mümkün olabilir:
1. Demokratik ve özgür bir seçim.
2. Devlet başkanının görev süresinin belirlenmesi. Bu noktada, hem cumhuriyet hem de
krallık-cumhuriyet düzenlerinde yürütme yetkesi, parlamento önünde sorumlu olan bir
hükümete verilmelidir.
3. Devlet başkanı, hükümet ve meclisin görevlerinin belirlenmesi. Bu noktada meclis, tek
otorite kaynağı olmalıdır.
Böyle bir çözümün dışında başka hiçbir çözüm yoktur. Buna karşın; bazı hamasi İslami siyasi
hareketlerin, demokrasiyi dışlayarak, üç beş kişinin biatiyle halife seçip bu husustaki sorunları
çözmeleri mümkün değildir. Bu anlayışlarını, Kur’an ve Sünnete dayandırmaları da aklen ve
naklen hiçbir temel bulamaz. Bunların yaptıkları, sadece, Maverdi ve benzerlerinin
görüşlerinin tekrarlamaktan ibarettir.484
Cabiri, İslami siyasal hukukta, temellerin yeniden kurulmasının zorunlu olduğunu
söyler. Fakat bununla birlikte, sadece Arap siyasi aklının yenilenmesinin yeterli olmayacağını
vurgular. “Organize, çağdaş ve demokratik bir anayasanın kabulü, fiili olarak siyasi bir
yenilenmenin yeşermesini ve bunun kök salmasını sağlayacaktır. Ancak Arap siyasi aklı,
sadece, yönetim sistemin şekline ve anayasal bentlerine bağlı değildir. Arap siyasi aklı
bakımından üç belirleyicini yenilenmesi;485 günümüzdeki uyanışın ve ilerlemenin taleplerine
cevap verecek bir seviyeye yükselmesi için zorunlu bir şarttır. Bu belirleyicilerin yenilenmesi,
ancak bunların tarihselliklerinin reddedilmesiyle mümkün olabilir. Bu da; onların yerine,
çağdaş alternatiflerinin geçirilmesiyle olasıdır. Buradan hareketle, geçmişle bugün birlikte
eleştirilmelidir. Bugün; geçmişin kalıntılarını taşıdığı için, onun eleştirilmesi, gelecekle ilgili
483 el-Cabiri, el-Akl, s. 372 484 el-Cabiri, el-Akl, s. 372-373 485 “Kabile, ganimet ve akide.”
her projede atılması gereken ilk adım olmalıdır. Geçmiş ve bugün, gerek bilincimiz gerekse
de realitemiz düzleminde, bize göre ayrılamaz.”486
Cabiri, geçmişin bu üç belirleyicisinin etkinliğini bugün de, bu yada şu şekilde
sürdürdüğünü söyler. Evet, modernlik, yüzyıldan beri Müslümanların hayatına girmiştir.
Nitekim bu bağlamda; selefiye, liberalizm, laiklik, sosyalizm v.b. akımlar ortaya çıktı. Bunlar,
bir şekilde bu belirleyicileri hayattan dışlamaya çalışarak bir çok kurumları getirdiler. Ne var
ki bu akımlar, amaçlarında başarılı olamadılar. Çünkü, sömürgecilik gibi dış etkenler ve dahili
saikler, bu başarısızlığı ortaya çıkardı. “Böylece kabilecilik, grupçuluk ve dini-akidevi
bağnazlık, önceden hiç kimsenin ummayacağı bir şekilde Arap dünyasına hakim oldu.
‘Bastırılmışlık’ geri dönerek bugünü geçmişe benzetti. Çağımızın uyanışçı ve milliyetçi
ideolojisini, tarih zincirimizdeki istisnai bir halkaya çevirdi. ‘Kabile’, siyaseti yönlendirir
oldu. Ekonominin özü, ‘rant’ oldu. Akide ise, meşrulaştırıcı bir rantiyecilik yada haricilik487
oldu.”488
Bu durumda Cabiri, Arap siyasi aklının misyonlarının reforme edilmesinin gerektiğini
şöyle belirtir:
1- Kabilenin, kabile dışı bir yapıya dönüştürülmesi. Yani, yeni bir siyasi örgütlenme gerekir:
“partiler, sendikalar, özgür dernekler, anayasal kurumlar…” Yani, devlet ile halkın kurmuş
olduğu örgütlenmeler arasında sağlam bir ayrım olmalıdır. Bu ikisi arasındaki ilişkileri
düzenleyen gerçek bir siyasi alan belirlenmelidir. Bu dönüşüm de ancak toplumsal, siyasal,
ekonomik ve kültürel bir gelişmeyle sağlanabilir.
2- Ganimeti, vergiye dayanan ekonomik bir sisteme dönüştürmek. Yani, rantçı bir
ekonomiden üretici bir ekonomiye geçmek. Bu, gerçekleştirilmesi zor bir dönüşümdür.
Çünkü, Arap dünyasındaki rantçılık, müzmin sorunlar yumağıdır. Bu da ancak, bütün Arap
bölgelerinin, ekonomik bir olgunluğa erişerek aralarında kuracakları ekonomik bir birlikle
aşılabilir.
3- “Akide’nin salt bir düşünceye dönüştürülmesi. Hakikati sahiplendiğini iddia eden
mezhepçi, grupçu ve fanatik düşünce yerine fikir hürriyetine yani, muhalif düşünebilmeye
alan açmak gerekir. Dolayısıyla gerek partizanlık ve gerekse de etnisiteden kaynaklanan
486 el-Cabiri, el-Akl, s. 373 487 “Militarizm” 488 el-Cabiri, el-Akl, s. 373-374
kapalı dini grupların sultasından kurtulunacaktır. ‘Akide’nin düşünceye dönüştürülmesinin
anlamı şudur: Gerek dini ve gerekse de laik, dogmatik ve grupçu aklın sultasından kurtulmak.
Dolayısıyla dinamik ve eleştirel bir akılla hareket etmek.” Bu bağlamda Cabiri, kendi yaptığı
eleştirinin bir başlangıç olduğunu belirterek, sözlerini şöyle noktalar: “O halde çağdaş Arap
düşüncesi; toplumu, ekonomiyi ve aklı yani; ‘soyut’ ve siyasi aklı eleştirmekle sorumludur…
Bu eleştiriler, objektif bir ruhla ortaya konulmadıkça, Arap dünyasında; uyanıştan,
ilerlemeden ve birlikten bahsetmek rüya ve hayalden öteye geçmeyecektir.”489
489 el-Cabiri, a.g.e., s. 374
SONUÇ
Din ve siyaset insan yaşamının en önemli iki kavramıdır. Bilindiği gibi siyasetin en
önemli meselesi “meşruiyet”tir. Konumuzun önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Çünkü din, bu çerçevede çok istismar edilmiş ve çağlar boyunca siyasi meşruiyet için
kullanılmıştır. Hala kullanılmaktadır. Bu da zulme, sömürüye ve adaletsizliğe neden
olmaktadır. Bunun için dinin ve siyasetin kavramsal boyutu tüm yönleriyle açık bir şekilde
ortaya konmalı ve siyasetin elinden muzdarip olan din, onun tasallutundan kurtarılmalıdır.
Zira bu araştırmada bu gerçek, gözler önüne serilmeye çalışılmış ve çözüm önerileri
noktasında yeni ufukların açılmasına gayret edilmiştir.
Cabiri, günümüzün sorunlarının yerinde tespit edilmesi ve bunlara çözüm önerilerinin
getirilebilmesi için tarihi tekrar okumaya girmiştir. Bu bakımdan Müslümanların tarihini üçe
ayırmıştır:
1. Referans çerçevesi olan; Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler dönemi.
2. Referans çerçevesinin indirgemeci yansıması olan Emeviler ve Abbasiler dönemi.
3. Bu iki dönemde çağının meşruiyetini arayan ve bu noktadaki statükoyu korumaya çalışan
siyasal anlayış dönemi.
Cabiri’nin yapmış olduğu bu ayrım önemlidir. Buradan hareketle o, bu dönemleri daha
iyi anlayabilmek ve düşünce çerçevelerini açık bir şekilde ortaya koyabilmek için bazı
terimler kullanmıştır. Bunlar; kabile, ganimet ve akidedir. Nitekim bu terimler, Arap-İslami
kültürünün siyasi açıdan doğru bir şekilde tahlil edilmesini sağlayan terimlerdir. Diğer
taraftan bu tahlilin kuvvetlendirilmesi için bazı batılı kavramlar da kullanmıştır. Bunlar; siyasi
akıl, siyasi şuuraltı, sosyal muhayyile ve siyasi alandır.
Cabiri, çizilen bu çerçeve dışında Batılı toplumlar ile Doğulu toplumların siyasi
tasavvurlarını da karşılaştırmış ve bu şekilde Müslüman dünyanın, diğer kültür çevreleriyle
olan ilişkisini de daha net bir şekilde ortaya koymaya çalışmıştır. Ayrıca bu bağlamda,
karşılıklı etkileşimlerin tarihsel kökenleri ve altyapıları da açıklanarak bunların, yerinde olup
olmadıklarını tartışmıştır.
Bu yerinde tespitlere rağmen Cabiri’nin bir çok yanlış tespitleri de olmuştur.
Bunlardan en önemlisi, Müslüman kültür tarihini tamamen Araplara mal etmeye çalışmasıdır.
Eğer bu tarihi, tamamen Araplar yapmış olsalardı bu bağlamdaki otoriteleri, h. III. asırdan
itibaren ellerinden gitmezdi. Nitekim bu noktadan sonra hakimiyet, mevali diye tabir edilen
Türk, Farisi v.d. Müslümanların ellerine geçmiştir. Zira onların kültürel altyapıları,
Araplarınkinden daha köklü ve kuvvetlidir. Fakat onların da büyük bir hataları olmuştur. Bu
da, bu kültür tarihini Arapça ile oluşturmaya devam etmeleridir.
Cabiri’nin ikinci yanlışı, din ile siyaseti ayrı düşünememesidir. Buna sebep olan temel
etken de Hz. Peygamber’in mücadelesindeki metotsal yapıyı tam olarak ayıramamasıdır. O,
Muhammedi Davetin, bidayetinden beri siyasi bir projesi olduğunu söylemektedir. Halbuki
bu, doğru değildir. Çünkü, Hz. Peygamber’in böyle bir amacı olsaydı, en başta müşriklerin
tekliflerini kabul eder ve fırsat bulunca da amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırdı. Fakat o,
böyle yapmadı. Zira onun için önemli olan şey, davetin tam anlamıyla insanlara
ulaştırılmasıydı. Bu noktayı Cabiri de kabul etmekle beraber, dinin siyasetin tasallutundan
nasıl kurtarılacağı noktasında açık ve seçik bir şekilde konuşmamaktadır. Dolayısıyla
sorunların tespiti bağlamında gösterdiği dikkati, çözümleri noktasında tam anlamıyla ortaya
koyamamaktadır.
Diğer taraftan, dini-dünyevi ayrımını yapması da bir diğer hatadır. Zira böyle bir
ayrımın yeri, İslami bir anlayış değil, aksine, Hıristiyanlık orijinli bir anlayıştır. Çünkü İslam,
böyle bir ayrıma kesinlikle karşı çıkmaktadır. Cabiri de böyle bir yanlışın farkında olması ve
bunu yermesine rağmen, bundan, kendisini kurtaramamıştır.
Cabiri, dinin siyasallaştırılmasından şikayet etmektedir. Fakat bunun önüne geçilmesi
noktasında getirmiş olduğu bakış açısı, bu olumsuzluğu giderici bir tarzda değildir. Zira o, bu
noktada, İslami düşüncede çoğulculuğun esas alınmasını önermektedir. Fakat bunun nasıl
gerçekleştirileceği noktasında tutarlı bir öneri getirememektedir. Bu çoğulculuk, sadece
demokrasiyle gerçekleşebilecek bir şey değildir. Zira İslami düşünce, böyle bir yapıya hazır
değildir. Cabiri, bu durumu da göz önünde bulundurur. Fakat bu çoğulculuk, istismardan nasıl
soyutlanacak? Bu noktada onun düşünceleri, açık değildir. Bu altyapının hazırlanmasındaki
diğer önemli saç ayağı olan laikliği görmezden gelmektedir. O, bu kavrama taraflı
yaklaşmakta ve bunu yanlış yorumlamaktadır. Laikliği, ülkesinin derin etkisinde kaldığı
Fransa’nın ilk laisizm tecrübesindeki şekliyle anlamaktadır. Zira bu, tam anlamıyla bir
sekülerizmdir.
Laiklik, tam anlamıyla Sekülerizmi ifade eden bir bağlamda başlamıştır. Dini bir
kurum olan Kilisenin baskı ve zulmünden bunalan devrimciler, bu anlamda dini, hayattan
tamamen kovmuşlardır. Dolayısıyla bu içeriğe takılarak, laikliği tanımlamak ve sonraki
aşamaları göz ardı etmek hatalı bir tavır olacaktır. Sonraki aşamalar itibariyle bu kavram
olgunlaştırılmış ve “laisite” belirlemesine ulaşılmıştır. Bu; “rejime göre din” ve “dine yada
dini anlayışa göre rejim” anlayışlarını reddetmektir. Yani; dinin, siyasetin tasallutundan
kurtarılması demektir.
Laiklik kavramının içeriği noktasında, bilimsel veriler ışığında saptamaların yapılması
gerekir. Aksi takdirde, kavram kargaşasına yol açılır ve indirgemeci bir yaklaşıma girilmiş
olur. Buradan hareketle; laiklik, Cabiri’nin yaptığı gibi Sekülerizm olarak yorumlanamaz.
Çünkü laiklik, Sekülerizm değildir. Zira laiklik, din-dünya ayrımı değil, sistematik bir alan
ayrımıdır. Yani; siyasi ve hukuki alanda dini referansta bulunmayarak, dinin istismardan
kurtarılması demektir. Dolayısıyla bu çerçeve, sıkıntısı çekilen dışlayıcılıktan kurtularak
çoğulculuğa ulaşmanın temelidir. Bu nedenle; laiklik ve demokrasi birlikte benimsenmediği
müddetçe, siyasi ve düşünsel alandaki sıkıntılardan kurtulmak mümkün değildir.
KAYNAKÇA
AKBULUT, Ahmet, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Pozitif Matb., Ankara, 2001.
________ , “Kur’an-ı Kerim Açısından Egemenlik Meselesi”, İslami Araştırmalar Dergisi,
1995.
ATATÜRK, Kemal, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enst., Maarif Bas., İstanbul, 1960.
ATAY, Hüseyin, Arapça-Türkçe Büyük Lügat, Hilal Matb., Ankara.
________ , Kur’an Türkçe Çeviri, Pozitif Matb., Ankara, Kasım, 2002.
AYBARS, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, D. E. Ü. H. F., A.Ü. Bas., Ankara, 1998.
BERKES, Niyazi, Türkiye'de Çağdaşlaşma, yay. haz. Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi yay.,
İstanbul, Mart, 2004.
ÇAM, Esat, Siyaset Bilimine Giriş, Der yay., İstanbul, 2000.
DAVER, Bülent, Siyaset Bilimine Giriş.
EBENSTEIN, William, Siyasi Düşüncenin Büyük Düşünürleri, çev. İsmet Özel, Şule yay.,
İstanbul, 1996.
ED-DARİMİ, Ebu Muhammed Abdullah b. Abdirrahman, Sünenu'd-Darimi, Çağrı yay.
İstanbul, 1981.
ELIADE, Mircea, The Encyclopedia of Religion, Macmillan Publishing Com., New York.
EL-ASKALANİ, Ebu’l-Fadl Ahmed b. Ali, Lisanu’l-Mizan, tah. Dairetu’l-Me’arifi’n-
Nizamiyye, Müessestü’l-A’lemi, Beyrut, 1986.
EL-BAKILLANİ, Ebubekir Muhammed, Kitabu't-Temhidi'l-Evail ve Telhisi'd-Delail, tah.
İmaduddin Ahmed Haydar, Müessesetu'l-Kütübi's-Sekafiyye, Beyrut, 1987.
EL-BUHARİ, Muhammed b. İsmail, Sahihu'l-Buhari, Çağrı yay., İstanbul, 1981.
EL-CABİRİ, Muhammed Abid, Tekvinu’l-Akli’l-Arabi, el-Merkezu’s-Sekafiyyi’l-Arabi,
Beyrut, 1991.
________ , Nahnu ve’t-Turas, el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1993.
________ , Bünyetü’l-Akli’l-Arabi, el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1991.
________ , el-Mağribu’l-Muasır, ed-Daru’l-Beyda, 1998.
________ , Islamic Philosophy A Contemporary Critique, The Center for Middle Eastern
Studies-The University of Texas, Austin.
________ , et-Turas ve’l-Hadase, el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1991.
________ , el-Aklu’s-Siyasiyyu’l-Arabi, el-Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1991.
________ , “el-Akd ve’l-Ahd… Ve’s-Sıraatu’d-Diniyye”, el-Vasat, 1999.
________ , Fikru’b-ni Haldun el-Asabiyye ve’d-Devle, ed-Daru’l-Beyda, 1984.
________ , Vichet-u Nazar Nahv-u İadet-i Kadaya’l-Fikri’l-Arabiyyi’l-Muasır, el-
Merkezu’s-Sekafiyyu’l-Arabi, Beyrut, 1992.
________ , el-Hıtabu’l-Arabiyyu’l-Muasır, Daru’t-Talia, Beyrut, 1988.
EL-CEVHERİ, İbn-i Hammad, es-Sıhah, tah. Ahmed Abdulgafur Attar, Daru'l-Kitabi'l-Arabi,
Mısır.
EL-EZHERİ, Ebu Mansur, Tehzibu’l-Lüga, tah. Yakup Abdunnebi, Daru’l-Masdariyye,
Kahire.
EL-HAMEVİ, Yakut b. Abdillah, Mucemu'l-Buldan, Daru'l-Fikr, Beyrut.
EL-HİLAL, Ebubekir Ahmed b. Muhammed, es-Sünne, tah. Atiyye ez-Zehrani, Daru'r-Râye,
Riyad, h. 1413.
EL-İCİ, Adudi'd-din, Kitabu'l-Mevakıf, tah. Abdurrahman Umeyra, Daru'l-Ceyl, Kuveyt, h.
1404.
EL-MAVERDİ, Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed, A'lamu'n-Nübüvve, Daru'l-Kütübi'l-Arabi,
Beyrut, 1987.
EL-MÜBERRED, Ebu’l-Abbas Muhammed, Kitabu’l-Kamil fi’l-Lüga ve’l-Edeb, Mısır, h.
1308.
EN-NESAİ, Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb, Sünenu'n-Nesai, Çağrı yay., İstanbul,
1981.
ERDOĞAN, Mustafa, “Sekülerizm, Laiklik ve Din”, İslami Araştırmalar Dergisi, 1995.
ES-SİCİSTANİ, Ebu Davud Süleyman, Sünen-ü Ebi Davud, Çağrı yay., İstanbul, 1981.
ET-TABERİ, Ebu Cafer, Tarihu’l-Ümem ve’l-Muluk, Daru’l-Kalem, Beyrut.
ET-TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed b. İsa, Sahihu’t-Tirmizi, Çağrı yay., İstanbul, 1981.
EZ-ZEHEBİ, Muhammed b. Ahmed, Siyer-u A’lami’n-Nubela, tah. Şuayb el-Arnaut,
Müssesetu’r-Risale, Beyrut, h. 1413.
________ , Mizanu’l-İtidal fi Nakdi’r-Rical, tah. Ali Muhammed Muavvıs, Daru’l-
Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995.
EZ-ZERİ, Muhammed b. Ebibekr, Haşiyet-u İbni'l-Kayyım, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye,
Beyrut, 1995.
HAMİDULLAH, Muhammed, el-Vesaiku’s-Siyasiyye, çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi.
HANEFİ, Hasan; EL-CABİRİ, Muhammed Abid, Hıvaru’l-Meşrık ve’l-Mağrib, Madbouli
Bookshop, Kahire, 1990.
İBNU'L-CEVZİ, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali, Kitabu’l-Mevzuat mine’l-Ehadisi’l-
Merfuat, tah. Nureddin Boyacılar, Mektebet-u Advai’s-Selef, Riyad, 1997.
İBNU'L-ESİR, Ebu'l-Hasan Ali, el-Kamil fi't-Tarih, İdaretu’t-Tıbâ’ati’l-Mizaniyye, Mısır, h.
1349.
İBN HANBEL, Ahmed, Müsned, tah. Şuayb el-Arnaut, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 1999.
İBN HAZM, Ebu Muhammed Ali, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam, Matbaatu’s-Saade, Mısır, h.
1345.
İBN HİŞAM, es-Siyretu’n-Nebeviyye, tah. Mustafa es-Seka, Turasu’l-İslam.
İBNU’L-KELBİ, Ebu’l-Münzir Hişam b. Muhammed, Kitabu’l-Asnam, tah. Ahmed Zeki
Paşa, Matbaatu’l-Kütübi’l-Mısriyye, Kahire, 1924.
İBN KESİR, Ebu’l-Fida İsmail, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Matbaatu’s-Saade, 1932.
________ , Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Daru’l-Hadis, Kahire, 1993.
İBN KUTEYBE, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim, Kitabu’l-İmame ve’s-Siyase,
Matbaatu’n-Nil, Mısır, 1904.
İBN MANZUR, Lisanu’l-Arab, Dar-u Sadır-Dar-u Beyrut, Beyrut, 1956.
İBNU'N-NEDİM, el-Fihrist, Mektebet-u Hayyat, Beyrut.
İBN SAD, et-Tabakatu’l-Kubra, Matbaat-u Lücnet-i Neşri’s-Sekafeti’l-İslamiyye, Kahire,
h. 1358.
Kur’an-ı Kerim.
LANE, Edward William, an Arabic-English Lexicon, Librairie du Liban, Beyrut, 1997.
LAPIDUS, Ira M., İslam Toplumları Tarihi, çev. Yasin Aktay, İletişim yay., İstanbul, 2002.
LEWİS, Bernard, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1970.
LOCKE, John, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, çev. Melih Yürüşen, Liberte yay., Nisan, 2004.
MACHIAVELLI, Hükümdar, çev. S. Bağdatlı, Sosyal yay., İstanbul, 2000.
MALUF, Louis, el-Müncid, el-Matbaa el-Katolikiyye, Beyrut, 1949.
MUSTAFA, İbrahim, el-Mucemu’l-Vasit, Çağrı yay., İstanbul, 1992.
MÜSLİM, Ebu'l-Hüseyin, Sahih-u Müslim, Çağrı yay., İstanbul, 1981.
ÖZÖN, Mustafa Nihat, Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük, gen. 3. bas., İnkılap Kit.,
İstanbul, Ekim, 1959.
ROUSSEAU, Jean-Jacques, Toplumsal Sözleşme, çev. Alpagut Erenuluğ, Öteki yay., Kasım,
1999.
SANDER, Oral, Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e), İmge yay., Ankara, Nisan, 2002.
SELÇUK, Sami, Özlenen Demokratik Türkiye, Ankara, 2000.
ŞENEL, Alâeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat yay., Ankara, 1996.
Tacu’l-Arus min Şerhi’l-Kamusi’l-Müsemma, 1306, A.Ü.İ.F.K.
TOKU, Neşet, John Locke ve Siyaset Felsefesi, Liberte yay., 2003.
UYANIK, Mevlüt, Üç Tarz-ı Siyaset (Bir Üst Kimlik Tasarımı Olarak Türkiyelilik),
Metropol yay., Ekim, 2003.
YAZIR, M. Hamdi, Kur’ân-ı Kerîm ve Meâl-i Şerîfi, haz. ve not. Ertuğrul Özalp, İşaret
yay., Ekim, 2000.
YEĞİN, Abdullah, Osmanlıca-Türkçe Büyük Lügat, Türdav, İstanbul, Aralık, 1978.
ZİYA PAŞA, Ziya Paşa’nın Arzuhali, Dersaadet Yay., İstanbul, 1327.
www.arab.de (Arabic German Consulting)
www.odci.gov/cia
www.sas.upenn.edu/African studies
ÖZET
YILMAZ, Mustafa Selim, “Muhammed Abid el-Cabiri’nin Eserlerinde Din-Siyaset
İlişkisi”, Yüksek Lisans Tezi, Danışmanı: Prof. Dr. Ahmet Akbulut, 164 s.
Din ve siyaset insan yaşamının en önemli iki kavramıdır. Bilindiği gibi siyasetin en
önemli meselesi “meşruiyet”tir. Konumuzun önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Çünkü din, bu çerçevede çok istismar edilmiş ve çağlar boyunca siyasi meşruiyet için
kullanılmıştır. Hala da kullanılmaktadır. Bu durum da çarpık anlayışlar doğurmakta ve
adaletsizliği getirmektedir. Bu nedenle bu hususun çok iyi bir şekilde araştırılması
gerekmektedir. Bu bağlamda Muhammed Abid el-Cabiri'nin görüşleri araştırılmıştır.
Tezimiz iki bölümden oluşmaktadır. I. Bölümde Cabiri, bu konuyu irdelemeye
Müslüman tarihini yeniden okumayla başlamış ve bu çerçevedeki sorunsalın temellerini
belirlemeye çalışmıştır. Bu noktada, Batı ve doğu tecrübelerini karşılaştırmıştır. Gerek Batı
siyaset literatüründen gerekse de Doğu siyaset literatüründen kavramları ele almıştır.
Buradan hareketle Müslüman siyasal tarihinin anlam çerçevesini ortaya koyan kavramları
üretmiştir. Bunlar; “kabile”, “akide” ve “ganimet”tir.
İkinci bölümde Cabiri, yukarıda çizilen çerçeveden hareketle günümüz Müslüman
dünyasının siyasi anlayışının bu kavramlara mahkum olduğu sonucuna varmıştır. Sonuç
olarak o, bu kavramların tasallutundan kurtulmanın gerekliliği üzerinde durmuştur. Bu
bağlamda çözüm önerisi olarak demokrasinin kesinlikle benimsenmesini teklif etmiştir.