MÛRSELÂT SÛRESİ 27/11/2012 Nüzûl : 35 Mushaf: 77 MEKKİ BİR SUREDİR 50 AYETTİR. Bu ders Kur‟an‟ın 114 burcundan yeni bir burcuna tırmanacağız inşallah. 114 sitesinden yepyeni bir sitesine gireceğiz. O sitenin pasajlardan müteşekkil olan mahallelerini, ayetlerden müteşekkil olan sokaklarını, kelimelerden müteşekkil olan evlerini, harflerden müteşekkil olan odalarını gezeceğiz, teker teker inşallah. Ve bizi ne sürprizler karşılayacak. Rabbimizin oralarda bize hazırladığı lezzetler var, bu gök sofrasına ait. Sınırsız lezzetler, dilimizin aldığı tat gibi değil, sınırsız. Bu burç Suretu‟l Mûrselât. “Gönderilenler” anlamına gelen adını ilk âyetinden alır. 'Âdiyât, Zâriyât, Nâzi'ât ve Sâffât süreleriyle isim ve giriş açısından benzerlik arzeder. İsmine ait rivayetler İbn Mes‟ud ve İbn Abbasdan geliyor. İbn Mes'ud ilk Müslümanlardan. Mekke‟de zor zaman müslümanı. Allahrasulünün yanında yetişen, ayetler indiğinde ilk duyanlardan. Sahabe hayattayken ilk hafız olan 4 kişiden biri. Dolayısıyla ilk tam Kur‟an öğretmenlerinden biri diye de düşünebiliriz. Onun içinde onun sözleri mühimdir. İbn Mes‟ud söylüyorsa orada durulur. Sahabe içinde özel biri , Kabe de ilk açıktan Kur‟an okuyan biridir, tabii sopayı yiyende. Kilo olarak cüsse olarak sahabenin en naif‟i. Ama müşrik kodamanlar karşısında her şeyi göze alarak çıkanda o. Dolayısıyla imanla cüsse arasında doğru orantı yok. Ebu Hanife‟nin silsilesinde, peygamberimize gelmeden evvelki, yani sahabeden ilk hocası Ebu Hanifenin İbn Mes‟ud‟dur. Yani Ebu Hanife bizim imamımız ya, Ebu Hanife‟nin imamı da İbn‟i Mes‟ud‟dur. Mezheb imamları sahabeden bir silsileye gelip dayanırlar, aslında O sahabinin mezhebini sürdürürler. İşte O İbn Mes‟ud şöyle diyor; "Biz Mi-na'da bir mağarada (gizlice) Rasulullah'la bir araya geliyorduk, bu sûre indi, Allahrasulü bize oracıkta okudu, daha dudakları kurumadan oradaki deliklerden bir yılan çıktı ve üzerimize kalktı. Allah rasulü uyardı, biz hemen korkut ve kalktık, yılan da korktu, kaçtı ve deliğine girdi." Böyle bir hadis var Buhârî de. Bu davetin henüz yeni olduğu döneme tekabül eder, ayrıca müminler Mekke‟de saklanıyorlarmış ve ilginç bir şey daha şehrin dışına eğitim için gidiyorlarmış. Mina‟da bir kayanın gölgesinde, kovuğunda müminler Allahrasulünün etrafında bulunuyorlar. Demek ki böyle bir vakayı da bu rivayetin içinde öğrenmiş oluyoruz. Bu rivayetin içinde surenin ismine ve'l-murselâ-ti 'urfen diyor. (Buhârî ve Müslim). Yani surenin ismi böyle geçiyor, direk Mürselat diye geçmiyor. Başka bir haber de İbn Abbas‟dan geliyor bu rivayet, Buhârî naklediyor; İbni Abbas‟ın rivayetinde de surenin adı aynı ve'l-murselâ-ti 'urfen diye ilk ayeti ile geçiyor. Bu rivayet şöyle; ibn Abbas annesi Ümmül Fadl, babası Abbas‟a da ebul Fadl derler. Demek ki ilk oğulları Fadl‟mış, Abbas (ra)‟ın. İlk oğula nispetle künyesi anılıyor. İbn Abbas; Ümmül Fadl diyor benden bu sureyi dinlediğinde ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki annem, niye ağlıyorsun dedim, şöyle dedi “Allahrasulünü hatırladım da ona ağlıyorum. Çünkü benim Allahrasulünün dudaklarından, kendi sesinden son dinlediğim sûre Mürselat sûresidir, son kıldırdığı namaz da akşam namazında dinlemiştim diyor. Buradan da anlıyoruz ki sahabe hanımları Allahrasulünün arkasındalar. Ve Rasulallah‟la olan hatıralarını unutmuyorlar. Biz yine buradan şunu da anlıyoruz, Allahrasulünün akşam namazında Mürselat suresini okuduğunu. Yani akşam namazı gibi kısa bir namazda 1,5 sayfalık bir sure okuduğunu. Yine İbn Mes'ud‟dan Ebu Davud‟dan gelen bir haberde Rasulullah'ın namazlarda bir rekatta sûreleri eşleştirerek okuduğunu, anlamları yakın, birbirlerine nazire olan sureleri, bazen bir rekatta Rahmân ile Necm'i okurdu. Diğer rekatta İkterabe (Enbiya) ile Hâkka'yı, bazen de Amme Yetesaelûn yani Nebe sûresi ile Murse-lât'ı eşleştirdiğini söyler. Şimdi zaten insanımız Elemtere‟den aşağısını biliyor insanımız. Bir ömür boyu böyle namaz kılınır mı? Yani kılınır, olur, bir beis yok ama insanın her yıl üç, beş sûreyi eklemesi lazımdır. Çünkü her sûre şahittir, şahidi çoğaltması lazım. Düşünün Rabbin huzurunuzdasınız, namaz sûreleri şahidiniz olacak topu topu gelmiş üç, beş sure en azından ayıp olur. Ayrıca İbn Mesud‟dan gelen bu rivayetlerde eşleştirilen sûreler de sıra gözetilmeden veya Mushaf sırasında öncelik sonralık gözetilmeden rivayet edilmesi aslında imamlarımızdan birinin namazlarda Kur‟an‟da ki Mushaf sırasını bozmanın mekruh olduğunu söylemesinin bir delili kalmıyor. Aksine zaten büyük çoğunluğun Mushaf sırasının sahabenin bir kısmının görüşüne göre dizildiği kanaati yaygındır. Onun için bu konuda ki mekruh olduğunu söyleyen görüşlerin bir tutarlılığı da yoktur. Aksine bir sıralama takip edilecekse Mushaf değil, iniş sıralaması takip edilmelidir. O nedenle sıralama konusunda birilerinin işgüzarlık yapmaları doğru
22
Embed
MÛRSELÂT SÛRESİ 27/11/2012 Nüzûl : 35 Mushaf: 77 MEKKİ …...Mushaf: 77 MEKKİ BİR SUREDİR 50 AYETTİR. Bu ders Kur‟an‟ın 114 burcundan yeni bir burcuna tırmanacağız
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
MÛRSELÂT SÛRESİ
27/11/2012
Nüzûl : 35
Mushaf: 77
MEKKİ BİR SUREDİR 50 AYETTİR.
Bu ders Kur‟an‟ın 114 burcundan yeni bir burcuna tırmanacağız inşallah. 114 sitesinden yepyeni bir
sitesine gireceğiz. O sitenin pasajlardan müteşekkil olan mahallelerini, ayetlerden müteşekkil olan
sokaklarını, kelimelerden müteşekkil olan evlerini, harflerden müteşekkil olan odalarını gezeceğiz,
teker teker inşallah. Ve bizi ne sürprizler karşılayacak. Rabbimizin oralarda bize hazırladığı lezzetler
var, bu gök sofrasına ait. Sınırsız lezzetler, dilimizin aldığı tat gibi değil, sınırsız. Bu burç Suretu‟l
Mûrselât. “Gönderilenler” anlamına gelen adını ilk âyetinden alır. 'Âdiyât, Zâriyât, Nâzi'ât ve Sâffât
süreleriyle isim ve giriş açısından benzerlik arzeder. İsmine ait rivayetler İbn Mes‟ud ve İbn
Abbasdan geliyor. İbn Mes'ud ilk Müslümanlardan. Mekke‟de zor zaman müslümanı.
Allahrasulünün yanında yetişen, ayetler indiğinde ilk duyanlardan. Sahabe hayattayken ilk hafız olan
4 kişiden biri. Dolayısıyla ilk tam Kur‟an öğretmenlerinden biri diye de düşünebiliriz. Onun içinde
onun sözleri mühimdir. İbn Mes‟ud söylüyorsa orada durulur. Sahabe içinde özel biri, Kabe de ilk
açıktan Kur‟an okuyan biridir, tabii sopayı yiyende. Kilo olarak cüsse olarak sahabenin en naif‟i.
Ama müşrik kodamanlar karşısında her şeyi göze alarak çıkanda o. Dolayısıyla imanla cüsse
arasında doğru orantı yok. Ebu Hanife‟nin silsilesinde, peygamberimize gelmeden evvelki, yani
sahabeden ilk hocası Ebu Hanifenin İbn Mes‟ud‟dur. Yani Ebu Hanife bizim imamımız ya, Ebu
Hanife‟nin imamı da İbn‟i Mes‟ud‟dur. Mezheb imamları sahabeden bir silsileye gelip dayanırlar,
aslında O sahabinin mezhebini sürdürürler. İşte O İbn Mes‟ud şöyle diyor; "Biz Mi-na'da bir
mağarada (gizlice) Rasulullah'la bir araya geliyorduk, bu sûre indi, Allahrasulü bize oracıkta okudu,
daha dudakları kurumadan oradaki deliklerden bir yılan çıktı ve üzerimize kalktı. Allah rasulü
uyardı, biz hemen korkut ve kalktık, yılan da korktu, kaçtı ve deliğine girdi." Böyle bir hadis var
Buhârî de. Bu davetin henüz yeni olduğu döneme tekabül eder, ayrıca müminler Mekke‟de
saklanıyorlarmış ve ilginç bir şey daha şehrin dışına eğitim için gidiyorlarmış. Mina‟da bir kayanın
gölgesinde, kovuğunda müminler Allahrasulünün etrafında bulunuyorlar. Demek ki böyle bir vakayı
da bu rivayetin içinde öğrenmiş oluyoruz. Bu rivayetin içinde surenin ismine ve'l-murselâ-ti 'urfen
diyor. (Buhârî ve Müslim). Yani surenin ismi böyle geçiyor, direk Mürselat diye geçmiyor. Başka
bir haber de İbn Abbas‟dan geliyor bu rivayet, Buhârî naklediyor; İbni Abbas‟ın rivayetinde de
surenin adı aynı ve'l-murselâ-ti 'urfen diye ilk ayeti ile geçiyor. Bu rivayet şöyle; ibn Abbas annesi
Ümmül Fadl, babası Abbas‟a da ebul Fadl derler. Demek ki ilk oğulları Fadl‟mış, Abbas (ra)‟ın. İlk
oğula nispetle künyesi anılıyor. İbn Abbas; Ümmül Fadl diyor benden bu sureyi dinlediğinde
ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki annem, niye ağlıyorsun dedim, şöyle dedi “Allahrasulünü
hatırladım da ona ağlıyorum. Çünkü benim Allahrasulünün dudaklarından, kendi sesinden son
dinlediğim sûre Mürselat sûresidir, son kıldırdığı namaz da akşam namazında dinlemiştim diyor.
Buradan da anlıyoruz ki sahabe hanımları Allahrasulünün arkasındalar. Ve Rasulallah‟la olan
hatıralarını unutmuyorlar. Biz yine buradan şunu da anlıyoruz, Allahrasulünün akşam namazında
Mürselat suresini okuduğunu. Yani akşam namazı gibi kısa bir namazda 1,5 sayfalık bir sure
okuduğunu. Yine İbn Mes'ud‟dan Ebu Davud‟dan gelen bir haberde Rasulullah'ın namazlarda bir
rekatta sûreleri eşleştirerek okuduğunu, anlamları yakın, birbirlerine nazire olan sureleri, bazen bir
rekatta Rahmân ile Necm'i okurdu. Diğer rekatta İkterabe (Enbiya) ile Hâkka'yı, bazen de Amme
Yetesaelûn yani Nebe sûresi ile Murse-lât'ı eşleştirdiğini söyler. Şimdi zaten insanımız Elemtere‟den
aşağısını biliyor insanımız. Bir ömür boyu böyle namaz kılınır mı? Yani kılınır, olur, bir beis yok
ama insanın her yıl üç, beş sûreyi eklemesi lazımdır. Çünkü her sûre şahittir, şahidi çoğaltması lazım.
Düşünün Rabbin huzurunuzdasınız, namaz sûreleri şahidiniz olacak topu topu gelmiş üç, beş sure en
azından ayıp olur. Ayrıca İbn Mesud‟dan gelen bu rivayetlerde eşleştirilen sûreler de sıra
gözetilmeden veya Mushaf sırasında öncelik sonralık gözetilmeden rivayet edilmesi aslında
imamlarımızdan birinin namazlarda Kur‟an‟da ki Mushaf sırasını bozmanın mekruh olduğunu
söylemesinin bir delili kalmıyor. Aksine zaten büyük çoğunluğun Mushaf sırasının sahabenin bir
kısmının görüşüne göre dizildiği kanaati yaygındır. Onun için bu konuda ki mekruh olduğunu
söyleyen görüşlerin bir tutarlılığı da yoktur. Aksine bir sıralama takip edilecekse Mushaf değil, iniş
sıralaması takip edilmelidir. O nedenle sıralama konusunda birilerinin işgüzarlık yapmaları doğru
değildir, buradan, bu rivayetten nasıl bakarsak bakalım buda çıkıyor. Bu rivayette surenin ismi
Mürselat diye anılıyor. İbn Mesud‟dan hem “ve'l-murselâ-ti 'urfen” hem de Mürselat diye geliyor.
Rivayetlerin lafzen değil de manen geldiğinin biliyoruz, ibn Mesud‟un dilinde bu ismi kazanmasa da
bu rivayetleri nakleden ravilerin dilinde Mürselat ismini kazanmış. Zaten Mushaflarla ilgili
kitaplarda da bu isimle kullanılıyor.
Mushafta insan sûresi ardından 77.sırada gelir. Gelelim zamanına; Mina‟da bir mağarada indiği
rivayetine göre de sûre Mekke'de inmiştir. Üslûp ve muhteva bunu doğrular. Takriben
peygamberliğin 4 veya 5. yılıdır. İlk tertiplerin tümünde Hümeze-Kâf arasında yer alması da
tercihimizi teyit eder.
4. Yılı unutmayalım, önemli, bir yıl. Gizli teşkilat açık davet diyoruz. Davet var ama bireysel, ama
müminlerin yapısı, teşkilatı gizli. Bu gizli dönemler de merkez Dar‟ul Erkam. Hatta hz. Ömer ne
diyor; Rasulallahı öldürmeyi kafasına koyduğunda safa taraflarında bir evde toplandıklarını duydum,
oraya gidiyorum diyor. Demek ki gizliyorlar ama kulaktan kulağa da bir söylenti yayılmış.
Dolayısıyla davetin böyle gizli bir dönemi var. İşte o dönemde indiğini tahmin ediyoruz surenin.
Surenin indiği dönemi aklımızdan çıkarmazsak manayı anlamamız daha kolaylaşır. Yani ayaklarını
bastığı yeri görürüz. Dolayısıyla ayaklarını görmeden başını anlayamayız. "Onlara Allah'ın
huzurunda eğilin denildiğinde eğilmezler" (48) âyetini namaza hamledip bunu da Medine'de indiği
yorumuna mesnet kılan rivayetler varsa da tutarlı değildir. Allahrasulü 48.ayeti namazdan muaflık
isteyen Sakif heyetine okuyor. Bu da veda Haccından sonra, Rasulallahın son yılında. Sakif heyetine
namaz kılmaları gerektiğini efendimiz söylediğinde, yiğidin alnı yere değmez diyorlar, tabi böyle
yayıyor Rahmeti yayıyor. Hepsinden önce rahmeti yayıyor. Çünkü vahiy Allah‟ın Rahmetinin bir
eseridir. Vahiy inmiş bir yürekle, inmemiş bir yüreği kıyaslasanıza. Aslında Vahiy inmiş bir hayatla
inmemiş bir hayatı kıyaslamak lazım.
(4فالفارقات ف رقا ) Felfarikati ferkan.
“PeĢinden (hak ile batılı) seçip ayıranlar!” - Birbirinden ayırdıkça ayıran, birbirinden ayrılışı düşün. Ferkan; tam bir fark ile ayrılmış olan, aslında
tekittir. Farkı tam yapma manasına geliyor. Birbirinden iyice ayrılmış olan. Ferkan; Furkan. Eğriyi
doğrudan ayıran demektir. Fark buradan geliyor. Faruk seçip ayıran demektir. Hz. Ömer‟e verilmiş
olan isimdir. İyiyi kötüden ayıran, güzeli çirkinden ayıran, dolayısıyla Kur‟an‟ın da ismi Furkan‟dır.
Hakkı batıldan ayıran, Vahiy gelirse içimizde öyle bir ayırım yapar ki vahiyden önce dost olanlar
vahiyden sonra düşmanlık safına geçerler. Vahiy gelmeden düşman olanlar vahiy geldikten sonra
dost olurlar. Vahiy imanın peşinden geliyor, iman lokomotifine takılıyor geliyor. Firavunun
sihirbazlarını hatırlamanın tam sırası; Firavun Musa‟yı mat etsinler diye sihirbazları çağırmış. Bunlar
ülkenin en değerli bilginleri. Sihirbazlar kimya bilginleri aynı zamanda. Gelmişler, onlara da büyük
şeyler vaat etmiş, makamlar, mevkiler. Onların yeneceğine kesin gözüyle baktığı içinde bayram
gününe denk getirmiş. Yani nasıl olsa ben kazanacağım, millet seyretsin, bende keyif alayım diye.
Tabii Allah yeniyor peygamberi eliyle. Fakat sihirbazlar Musa‟yı mat etsinler diye getirilen
sihirbazlar, firavunu mat ediyorlar. Ve arkasından diyorlar ki; “âmennâ bi Rabbi mûsâ ve
hârûn”(Taha 70) Biz iman ettik harun ve Musa‟nın Rabbine. Hemen oracıkta. Ama pazarlık yok.
Firavun dönüp diyor ki; benden izin almadan iman ettiniz ha. Firavunlar hep böyle, iman etmek için
izin alacaksınız, hatta %50 iman edeceksiniz derler, geçerseniz de aşırı, gerici derler. Bizim izin
verdiğimiz kadar iman edeceksiniz yani. Ve firavun şöyle devam eder; muhalefetinizden dolayı sizin
ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim ve topunuzu sallandıracağım diyor. Bu zatlarda dönüp Ey Musa
Allah elinde bu kadar kuvvet yaratan Allah, belli ki seni destekliyor. Bir rica et de, bizi de şu zalimin
elinden kurtarsın falan demiyorlar. Ne diyorlar; olsun, nasıl olsa Rabbimize dönecek değil miyiz?
İşte bu. Pazarlıksız iman budur. Kur‟an böyle farkı fark ettirir. Göz vahiy nuruyla cilalandığı zaman
gönül gözü görür; müminin ferasetinden korkunuz, çünkü o Allah‟ın nuruyla bakar. Feraset; feresten
gelir, feres at demektir. Mümin eğer vahiyle cilalanırsa, at gibi görür. At gibi görmeyenler at
gözlüğüyle görürler. At gözlüğü, atın görüşünü kısıtlamak içindir. Çünkü at gözü mucizedir, arkayı
da görür. At gözlüğü takarlar ki sadece önünü görsün diye. Yani Allah mümin‟e öyle bir görüş
kazandırır. Allah‟ın nuruyla bakınca arkadan geleni de görür. Hani şeytan onlara önlerinden ve
arkalarından yaklaşacağım diyordu ya. Böyle bir şeytan varsa, önü de, arkayı da gören bir iman var.
(5فالملقيات ذكرا ) Felmulkıyati zikren.
“derken (insanı) tarifsiz (güzellikte) bir öğütle buluĢturanlar,”
- Mulkıyat; ilga eden. Tebliğ eden demiştik yukarıda. Gerçekten de uyuyor. Zikri tebliğ edeni düşün.
Zikrin tebliğ edilmesini düşün. Nedir bu? Zikr; vahyin sıfatıdır. Diğer vahiylerde zikr olarak anılır.
Zikr öncelikle Öğüt, hatırlatma demektir. Hatırlamaktan söz edilen bir yerde, unutmaktan söz
ediliyor demektir. “El insan yurafu bi nisyan” insan unutmakla bilinir der ibni Abbas ve insan
kelimesini nisyan kökünden türetir. Aslında etimolojik bir irtibat kurmaktır. Aslında unutmak bir
zaaf değil bir lütuftur. Hele ki unutuyoruz, yaşayamazdık. Unutmak bir nimettir aynı zamanda bir
zaaftır. Bu güdümüzü terbiye etmek içinde vahiy hatırlatıyor. Bazen fıtratımızı unuturuz, fıtratımıza
yazılanları hatırlamamız lazım. Onun için vahiy zikr dir. Ve burada zikri hatırlatıyor.
( 6عذرا أو نذرا )
'Uzren ev nuzren. “(o öğütle) imana yöneleni mazur addeden ve (tevbe için) uyarıda bulunanlar...”
- Yine bir öncekine bağlı düşünmemizi gerektiren bir yapıda gelmiş. Öyle bir zikir ki bu tebliğ edilen
olsun. Küfrü terk edipte imana yöneleni mazur kılar. İslam kendinden öncekini siler süpürür, götürür.
Yani Müslüman olan biri ilk doğduğu gün gibidir. Öncesinden Allah onu sorumlu tutmaz. Hz. Ömer
onun için; ben onu bir ur gibi kestim attım, siz bana cahiliyyemi mi hatırlatmak istiyorsunuz.
Cahiliyesinden bir anı anlatmasını istedikleri zaman yüzünün rengi atar ve böyle dermiş. Bazıları da
kesip atmazlar, karıştırırlar. Küfürden imana yöneleni mazur görür, tevbe eden kurtulmuştur.
- Ev nuzra; ya yoksa, yani tevbe etmemişse, O‟na da uyarıdır. Zikr tövbe eden ve imana yönelene bir
barış vaadidir, tövbe etmeyen imana yönelmeyen için de bir uyarıdır.
اق )إن عوون ل (7ا و
Ġnnema tu'adune levakı'un. “ELBETTE, tehdit edildiğiniz Ģey mutlaka gerçekleĢecektir:”
- Yepyeni bir pasaja girdik.
- Ġnnemâ , sünnete dayalı mushaf yazımı gereği mushaf içinde birleşik yazılsa da hasr belirten, yani
yalnızca manasına gelen innemâ edatı değil, inne ve mâ'dan oluşan iki ayrı edattır ve "elbette" ve
"şey" ile karşılanmıştır. İnne tekit edatıdır, güçlendirir, ma‟da mefsuledir, yani ilgi zamiridir. Kur‟an
yazısında ayırt edemiyoruz fakat manada ayırt ediyoruz. Bu açıklamadan sonra mana verelim “hiç
şühe yok ki, elbette muhakkak ve mutlaka vaat olunduğunuz şey kesinlikle gerçekleşecektir. Vakıa
burada kıyamete, son saate atıftır. Lam ve inne bir cümlede gelmişse muhatapların inkar ettiği bir
mesele vardır o anlatılıyordur.
م طمست ) (8فإذا النج Feizennucumu tumiset.
“Yıldızlar söndürüldüğü zaman,”
- Fa yine takıbiyye fası. Konu devam ediyor. İza zaman zarfı kendinden sonra geleni geleceğe
gönderir. Yıldızlar söndüğü zaman. Bu yine Allah‟tan başka bize kimsenin haber veremeyeceği bir
hadisedir. Yeryüzünün sonu hakkında bize kim konuşabilir. Bütünü gören konuşur. Yarabbi sen oluş
ve bozuluş aleminin alimisin. Kevn ve fesat‟ın alimisin. Allah bozar ve yapar. Yeniden yapar. Çekim
kuvveti ve merkez kaç kuvveti kainatı bir arada tutuyor. Allah bu kuvvetler arasına öyle yerleştirdi ki
hiçbir yıldız yörüngesini terk edemiyor. Sıratı müstakimine öyle yerleştirildi ki yörüngesinden
sapamıyor. Şu boşlukta milyarlarca yıldız bir arada duruyor. Ve hepsi hareket halinde, tavaf
halindedir. İşte bu işin sonundan bahsediyor. 15 yıl önce astrofizikçiler samanyolu galaksimizde
100milyar yıldız olduğunu söylüyorlardı. Bundan 7 sene önce 200‟e şimdi ise 400mailyara
çıkardılar. Bakalım 10 yıl sonra ne diyecekler. Ve bizim galaksimiz gibi tahmin edilen 400 milyar
galaksi. Bizim galaksimizin daha çapını bilmiyoruz, evrenler çiftliğinden bahsediyorlar. Bizim için
çok büyükte, Allah için çok küçük. İşte bu ayet bir sondan bahsediyor, önü olanın sonu olur. Mahluk
olan ölümlüdür. Aslında burada söylenen siz nasıl ölümlüyseniz dünya da ölümlüdür. Ve dünya basıl
ölecek; yıldızların ışığı söndüğü zaman. Yıldızlar söndüğü zaman da olabilir. Yıldızların ışığı daha
yeni biliniyor, daha önce güneşin ışığını yansıttığı söyleniyordu. 5 milyar ışık yılı uzakta bir yıldız
ışığını bize 5 milyar yılda getirebiliyor. Işık saniyede 300bin km yol alıyor ve 5 milyar yıl saniyede
300bin km ile giderseniz ulaşabiliyorsunuz. Yani yıldız bize bir mektup gönderiyor, risale
gönderiyor o risale bize ışık hızıyla 5 bin yılda geliyor. Bu şu demek olur; ışığı bize gelen yıldızlar
şu anda orada olmayabilirler. 5 milyar yıl diyoruz, kainatın ömrünün 14 milyar yıl olduğu
söyleniyor. Kıyamet, tehdit edildiğiniz şey ne zaman gerçekleşecektir? Yıldızlar söndüğü zaman. - Tümiset; aslında aynı zamanda kökünden silmeye de denir, “yıldızlar silindiği zaman.” Tabii
kıyamet kat kattır, tek kat değil. Onun için efendimiz (a.s) “zulmün yaygın olduğu bir toplumun
kıyametinin kopacağını söyler.” Aslında zulmün yaygın olduğu bir toplumda anarşi ve terör
toplumun kıyametidir. İnsanın ölümü kıyamettir, tabii dünyanın bir kıyameti vardır, hatta bölgesel
kıyametler vardır. Ama birde kozmik kıyamet vardır ki, kainatın kıyameti. Yani kainat teşbihinin
ipliğini bu tesbihi dizen bir koparıverirse yeniden dizeceğim diye hadi bakalım, cazibe kuvvetini bir
bırakırsa aman Allah‟ım. Kainatta çekim ve merkezkaç kuvveti gittiğinde yörünge diye bir şey
kalmaz, artık tavaf durur. Tavaftan çıkmış hacılar birbirlerine girerler. Düşünmek bile akla ziyan.
İşte kozmik kıyamettir. Bu ayetler kozmik kıyamete delalet ederse eğer tumiset‟i; yıldızlar kökten
kaydığı, söndüğü, yok olduğu zaman demek lazım. (9وإذا السماء فرجت )
Ve izessemau furicet.
“ve gök yarıldığı zaman” - İnşikak suresinde ki gibi. Bölünmesi, parçalanması. Furicet; yarık demektir, ferç oradan gelir. İki şey
arasında ki yarığa, oyuğa da denir. Sema; Kur‟an‟da üç tip kozmoloji vardır. Bir dünya seması, 2
güneş sisteminin seması, 3 kainat seması. Dünya seması 7 kattır, 7 rakamını rakam olarak değil,
katmanlı, çok katmanlı olarak anlıyoruz. Semavat derken atmosfer katmanlarını söylüyoruz. Güneş
sistemi için diyorsak eğer, gezegenleri sayıyoruz. Dünyayı Allah öyle bir yere yerleştirmiş ki diğer
gezegenler bizi koruyor. Önüne üç tane muhafız koymuş, 5 veya 6 tanede arkasına. Diğeri tüm
kainatı kaplayan semavat ki bilemiyoruz. Belki samanyolu, belki Kürsi‟ye kadar olan katlardır,
bilemiyoruz. Yani gök yarıldığı zaman açılmış bir gül gibi olur, Rahman 37.ayet Fe îzen şakkatis
semâu fe kânet verdeten keddihân. Uzayın dışından çekilen fotoğraflarda “açan bir gül gibi görünen”
süper novaları haber veren ayetler. Kimsenin haber veremeyeceği son saatten haber veriyor. Yani şu
milyarlarca yıllık göklerin ve yerin bir ömrü olsunda ey insan, ölümü olsunda ey insan, sen ölümsüz
gibi mi davranırsın? Senin ki nasıl iş? Demeye getiriyor.
- Bu ayetlerin hepsi atıf vav‟ı ile (7) Ġnnema tu'adune levakı'un ayetine döner.
01وإذا البال نسفت ) Ve izelcibalu nusifet.
“ve dağlar un ufak edildiği zaman,”
- Depremler küçük kıyametler gibidir. Bazıları 7 şiddetinde ki depremlerde gidiveriyor. 9 şiddetinde
bir depremde insan yapısı birçok bina yıkılıyor, 10 şiddetinde insan yapısı kalmıyor. 11 şiddetindeki
bir depremde yeryüzünün şekli değişiyor. 15 şiddetinde dağlar ve kıtalar yer değişiyor. 20 şiddetinde
yeryüzünün yeri değişiyor. Şiddetleri kim ayarlıyor. Kork Allah‟tan korkmayandan.
- Nusifet; kelıhnil menfuĢ diyordu ya Karia sûresi 5.ayetde. Atılmış yün, atılmış hallaç pamuğu gibi.
Bu mevsufsuz sıfatlarla başlayan surelerin başındaki ayetler vahiyden bahsediyordu. Bu ayetlerle
“Lev enzelna hazelkur'ane 'ala cebelin lereeytehu haşi'an mutesaddi 'an min haşyetillah”; “eğer biz
bu Kur‟anı bir dağa indirmiş olsaydık, dağın vahyin ağırlığı altında ezildiğini, Allah korkusundan toz
duman olduğunu görürdün” sanki böyle bir irtibat kurmamız isteniyor. Hatta şöyle bir sonuçta
koyduğu fıtratı öldürmeyenler. Tıpkı İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun(Kaf 37) ayetine
benziyor. “muhakkak ki bunda bir öğüt vardır kesinlikle, kim için? “li men kâne lehu kalb” bir kalbi
olanlar için. Haydi buyrun. Hepsi bir kalbe sahip. Kan pompası olan kalp diye mi anlayacağız?
Akleden kalbi olanlar için diye anlayacağız. Bu ayette onun gibi. Fıtratını öldürmemiş olanlar için bir
uyarı. Onun için adam fıtratını öldürmüşse, ilahi formatına virüs sokmuşsa uyarı almıyor.
ناكم ماء ف راوا ) (12وجعلنا فيها رواسي شامات وأسقي Ve ce'alna fiyha revasiye Ģamihatin ve eskaynakum maen furaten.
“Ve baĢı yüce heybetli dağlar var ettik ve size billur gibi suları sebil ettik.” - Yine orada fiyha “ha” zamiri yeryüzüne gidiyor. El ard; müennesdir. Toprak anadır onun için.
Yağmur babadır. Allah çift çift yaratmıştır. Yani oraya gidiyor. revasiye Ģamihatin;
kalkmaz kımıldamaz dağlar var ettik. Ve ce‟alna; var ettik. Şamihatin; aslında heybetli,
azametli demektir. Revasiye; ra‟s‟in cemidir, baş demektir. Yani başı yüce, haşmetli dağlar
var ettik.
- Eskaynakum; size billur gibi sular sunduk. Aslında dağa inen sudur. Yani buluttan inen su.
Sekaytuhu"ona su sundum" anlamına gelirken, eskaytuhu "ona sudan bir pay verdim" anlamına
gelir (Furûk). Yine vahiyle bir ilişki var. Bu anlatılıyor. Yani onlara şarıl şarıl akan sular
bahşetmedik mi? Başı yüce haşmetli dağlar rahmet bulutlarının altına başını tutuyor da, şerefini
Allah'tan alan insan akleden kalbini neden vahyin rahmet bulutlarının altına tutmayıp hakikati
yalanlıyor? Dağlarda baş eğer. Vahiy bir dağa inseydi dağ haşyetten paramparça toz duman olurdu
(102/Haşr: 21). Fakat insana indiği halde insan neden vahye karşı taş kesilir? Bulut dağa nâzil olur
vahiy insana. Bulutu çeken dağ yeşile kavuşur, vahiy hakikatine yüreğini tutan insan cennete
kavuşur. Aksi halde dağ nasıl kıraç kalırsa, insan da cennetinden olur. cazibe Allah‟ın kainata
ayrıldığı gündür. Yani suyu getirenle testiyi kıranın bir tutulmadığı gündür. Dikkatinizi çekiyor mu,
Kur‟an kendisi için “kavlül fasl” der. İnnehu le kavlun fasl (Tarık 13); yani hakkı batıldan seçip
ayıran, iyiyi kötüden ayıran söz demektir. Zaten Furkan da Kur‟an‟ın kendisine verdiği bir vasıfdır.
Tüm vahiylerin sıfatıdır, Faruk olmak. Burada ikisi arasında zihni bir intikal yapalım; kavlül fasl
dünyada eğer size bu yeteneği kazandırmakta yeterli olmazsa, yevmül fasl sizi orada ayırt etmeyi
bilir. Yani siz dünyada hakkı batıldan seçip ayıran bir akliyete kavuşmazsanız Allah orada sizi seçip
ayırır ve taşların içine atar, pirinçlerin değil. Çünkü cüruf olursunuz. Dünyada cevheriniz
cürufunuzdan ayrılmaz ve cevhere seçilmezseniz ahirette cürufa seçilirsiniz, bu bu demektir.
- cema'nakum vel'evveliyne; sizi ve öncekileri bir araya topladık. Bir araya getirdik. Bu nedir? Bu
şudur; şair öyle diyordu ya; oluklar çift, birinden nur akar birinden kir; siz nur akan olukta mısınız?
Kir akan olukta mı? Yani firavun gibi yaşayıp, Musa gibi akıbete ermek yok. Nemrut gibi yaşayıp
İbrahim‟in akıbetiyle akibetlenmek yok. Hz. Muhammed (a.s.) ın akıbetine eğer ulaşmak istiyorsanız
onun yolundan yürüyün. Musanın akıbetine ulaşmak istiyorsanız firavunun değil, Musa‟nın yolundan
yürüyün. Onun için kim gibi davranıyorsanız onun akıbetini paylaşırsınız. Bizim için dedemizin
zamanı bile çok uzun geliyor. Kaldı ki daha eskilerin yaşadığı zamanlar. Peki birde Allah için bunun
ne anlama geldiğini düşünün. Değil üçbin, değil üçyüzbin, değil üçmilyon üçmilyar yıl, tüm zaman
Allah‟ın kudret avcunda dürülmüştür. Ne kıymeti var. Önce ve sonra bizim için var, Allah için böyle
bir şey yok. Onun içinde Rabbimizin gör dediği yerden bakınca insanlığın tüm tarihi akan bir ırmak
gibi gözüküyor. İki ırmak, birinden nur akıyor birinden kir. Birinden lağım akıyor, birinden kevser.
Kevser cennete dökülüyor. Onun için nereye gidip nerde kürek çektiğimizin farkında olalım.
(39فإن كان لكم كيو فكيوون ) Fein kane lekum keydun fekiydun.
“Haydi, eğer elinizde bir kurtuluĢ planı varsa hemen onu uygulayın!"”
- Keyd; tuzak demek, plan demek. Kurtuluş için yapılan düzenek demek. Hile manasına da gelir. Ama
Allah‟a atfen de Kur‟an‟da kullanıldığı için Allah için hile manasında kullanılması edebe aykırıdır.
Onun için “onlar tuzak kurdular, Allah da onların tuzağını bozdu diye çeviririz.” İşte burada da
“elinizde bir plan varsa” fekiydun; o planı hadi uygulayın. Burada zımnen şöyle bir şey var. Dünyada
düzenler, düzenekler kurdunuz. Planlar yaptınız, Allah‟ı atlatırım sandınız, Allah size o yetkiyi verdi.
O iradeyi, o gücü verdi, size aklı verdi siz bu iradeyi ve gücü alıp Allah‟ı aldatmak için kullanmaya
kalktınız. yevmeizin eynelmeferr; bu gün nereye kaçmalı? Hadi burada da kurun o tuzağı. İşte burada
böyle zımni bir meydan okuma var.
بين ) مئذ للمكذ (01ويل ي Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne.
“O gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!”
- O gün hakikati yalanlayanlara yazık, çünkü kendilerine yazık ettiler, yazıklar olsun. Hakikati
yalanlamayı hayat tarzı haline getirenlerin haline.
ن ) (32إن المتقين ف ظلل وعي
Ġnnelmuttekıyne fiy zılalin ve 'uyun.
“ġÜPHE YOK KĠ muttakiler (huzur veren) gölgeler altında ve (ebedi saadetin)
kaynağında bulunacaklar”
- Yani bir pasaja girdik.
- Muttakilere, İmanı takviyeli olup ta depremlerde yıkılmayanlar var ya, gölgelikler altında ve pınar
başlarında olacaklar. Canlarının istediği her şey onları neşe ve sevince boğacak. Muttakilere gelince;
Allah‟a karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar, Allah‟a karşı, eşyaya karşı, insana karşı, kendine
karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar fiy zılalin; işte burada da o gölge geldi, cennet gölgesi.
Cennetin gölgesinin sebebi nedir; yukarıyı göremeyecek kadar yeşilliklerle kaplı olan demektir.
Cennet örtülmüş demektir. Cennet hem tabanı, hem de tavanı güzelliklerle örtülmüş demektir.
Güzellikler her tarafı kaplamış hiçbir şey görünmüyor demektir aslında. Cenne, cin, can, cenin
bunların hepsi aynı kökten gelir, görünmeyen örtülmüş korunmuş kök anlamlarına gelirler.
- Ve „uyun; 'Aynen: "Kaynak, göz, su, casus, kuyu" anlamındaki 'ayn'dan türemiştir. Gözlerin
başındadırlar. Aslında su gözleri, belki ırmak gözleri, belki artezyen gözleri. Belki daha başka gözler.
Nur gözleri belki. Neden yani hemen aklımıza h2o gelsin ki; belki bunlar mutluluğun gözleri desek
yanılmış olur muyuz? Asla, saadetin gözleri, huzur ırmağının çıktığı yer. „Ayn; İrfan ilminde
"muhabbet", burhan ilminde "cevher", beyan ilminde "kendi cinsi" mânasına gelir. Burada "Ebedi
saadetin kaynağı" vurgusunu taşır.
ن ) اكو ما يشت ه (22وف
Ve fevakihe mimma yeĢtehun.
“ve canlarının istediği her Ģey, onları neĢe ve zevke gark edecek-”
- Fevakih; aslında kelime anlamı olarak insana neşe, huzur ve refah veren şey demek. Ama yan anlamı
meyveler demek. Niye meyve anlamı o kökten gelmiş; fevakih, refah niye meyveye böyle bir kökten
isim verilmiş? Çünkü bir sofraya ekmek önce gelir, sonra et, pilav, yemek gelir. Sonra sütlü gelir,
tatlı gelir en son meyve gelir. Fevakih Arap dilinde kuruyemişi de kapsar, aslında meyvelerin yaşını
da kurusunu da kapsar. Şimdi yemeğin üstüne meyve de kuruyemiş de geldiyse sofranın zenginliğine
delalet eder. Bu aslında Rabbimizin insana ahirette hazırladığı sofranın noksansız olacağına delalet
eder. Hazin olma gönül zinhar kerim Allah‟ımız var/ daima eyle istiğfar kerim Allah‟ımız var. Yani
cömert Allah‟ımız var. Onun içinde onun cömertliklerinden bir buket sadece sunulanlar. Min
beyaniyye olarak alınmıştır. Usanç ve can sıkıntısına neden olan bir boşluk olmayacak (42/Fâtır: 35).
Fâkihûn'un (bir okuyuşta fekihûn) türetildiği fekih, "sevinç, sürur, neşe, refah" anlamlarına gelir
(Mekâyîs). Sonradan "meyve" anlamını kazanan fâkihe, sofranın son halkasını, dolayısıyla refahın
kemal düzeyini temsil eder. Aslında burada yaşarken canlarının istediği birçok şeyden Allah için vaz
geçtiler, canları çekiyordu Allah için vazgeçiyorlardı. Allah için yedim say diyorlar, onu tasadduk
ediyorlardı. Canları çekiyordu, haram diyorlardı, Allah haram koydu. Bazen helal olmasına, canı
çekse de onu veriyor, vazgeçiyordu. Hani Allahrasulü öyle yapardı ya; “neyi severse onu bağışlardı”
özelliklede şu ayet indikten sonra Ve lâ temuddenne ayneyk ilâ mâ mettâ‟nâ bihî ezvâcen minhum
zehretel hayâtid dunyâ li neftinehum fîh…(Ta-ha 131.ayet); onlara verdiğimiz nimetlere gözünü
dikip dikip durma. Bu ayet indikten sonra diyor Hz.Aişe Allahrasulü dünyaya ait bazı şeyleri severdi,
mesela yağız atlarla, kızıl develeri çok severdi, gördüğü zamanda seyrederdi diyor. Dünyaya gözünü
dikme ayeti indikten sonra sevdiği hiçbir şeye doyası bakamadı. Bir yağı at veya kızıl deve
gördüğünde sanki ayıp işlemiş gibi gözünü yere indirirdi. Nasıl terbiye ama, değil mi? Saffan bin
ümeyye huneyn savaşından sonra bir vadideki kıpkırmızı develer sürüsüne dudaklarını ısırarak
bakarken Rasulallah bunu fark edince “ha hiye lek” der, gördüğün senindir. Adam müşrik olarak
huneyn savaşına katılmış, “müellefeyi gulup” kontenjanından. Huneyn de Saffan gibi 300 tane var,
yenerse ganimet alırız, yenilirse karşıya geçeriz diyen. Ve tabi gördüğün senindir deyince
Allahrasulü adamın rengi atıyor, nutku duruyor. Bir müddet sonra dilinin bağı çözülüyor ve ilk
söylediği cümle şu “bunu ancak bir peygamber yapabilir” bitmiştir, yüreğini almışınızdır her şeyi
sizindir artık, öylede olmuştur.
ا ىنيئا با كنتم و ع ا واشرب ن )كل (22مل
Kulu veĢrebu heniy'en bima kuntum ta'melun.
“(onlara) "Yaptıklarınıza karĢılık olarak yiyin, için, afiyet olsun!" (deriz).”
- Yiyin için, afiyet olsun. Bu Allah‟ın bir ödülüdür denilecek. Yaptıklarınızın karşılığı değil,
yaptıklarınıza karşılık bir ödül olarak. Çünkü bir sonraki ayeti unutmadan buraya meal vermemiz
gerekiyor. Çünkü cennet yaptıklarının bedeli değil, insanın yaptıklarının ödülüdür.
(44إنا كذلك نزي المحسنين ) Ġnna kezalike necziylmuhsiniyn.
“Elbet Biz iyileri iĢte böyle ödüllendiririz!”
- İşte biz Allah‟ı görür gibi yaşayanları böyle ödüllendiririz. Muhsinleri böyle ödüllendiririz. Mel
ihsan sorusuna Allahrasulünun verdiği cevaptan yola çıkarak muhsiniyn‟i; ihsana ermiş olanlar, iyi
olanlar, iyiliğe ulaşmış olanlar, iyiliği hayat tarzı haline getirmiş olanlar. Burada muhsiniyn tam
olarak mukezzibiyn‟in zıttıdır. Mükezzibiyn Yalanı, günahı hayat tarzı getirenlere karşı, iyiliği,
hakikati, doğruyu, sevabı hayat tarzı getirenler muhsiniyn. İki hayat tarzı farklı bu doğru. Kavga
hayat tarzı kavgası bu doğru. Ama kimin hayat tarzını örnekleyeceğiz? Kim gibi yaşayacağız? Benim
gibi yaşa, benim gibi yaşamazsan öl diyenlere niye sizin gibi yaşayalım demek hakkımız değil mi?
Siz tek dünyalısınız, ben çift dünyalıyım demek hakkımız değil mi? Niye tek dünyalı gibi yaşayalım.
Sen hiç ömründe Allah rızası için bir şey verdin mi? Paylaştın mı? Benim servetimin içinde Allah
rızası için 40 ta bir var. Sen bunu bilebilir misin? Birde beni verirken görünce kırk yalan
uyduruyorsun, nerden geldi bu paralar falan. Vermemden neden rahatsızsın. Müslüman olmak baştan
aşağıya insanlık için sebil olmaktır. Ha değilsek o bizim kusurumuz onu söyleyelim. Baştan aşağıya
bizim görevimiz katma değer olmaktır.
بين ) مئذ للمكذ (45ويل ي Veylun yevmeizin lilmukezzibiyn.
“(Ne ki) o gün vay haline (bu) hakikati yalanlayanların!”
- Bir tarafta ihsan, iyiliği hayat tarzı haline getirenler dururken, kötülerden olmayı tercih edenlere
yazıklar olsun denilecek.
ن ) ا قليل إنكم مرم ا وتت ع (04كل Kulu ve temette'u kaliylen innekum mucrimune.
“SĠZ de (dünyada) yiyip için ve geçici hazların sefasını sürün (ey yalanlayanlar)! Çünkü
siz, günahı hayat tarzı haline getirdiniz.”
- Temette‟u; aslında meta kökünden gelir. Kur‟an‟da sık geçen bir kavram. Geçtiği her yerde de
olumsuz manada gelir. Metâun kalîl bu az, aslında geçici, anlık, tadımlık lezzet demektir. Hayra
meta denmez. Ancak hazza meta denir. Meta‟nın üç olumsuz vasfı vardır; 1) kamil olmayandır, 2)
sabit olmayandır 3) daim olmayandır. Kamil olmayan, sabit olmayan, daim olmayana meta denir.
Meta tam değildir, noksandır. Bakın dünyada ne tamdır? Bir şey elde ettiğiniz zaman mutlaka
yanında bir dikeni olur, gülünüz olsa bile. Mal elde edersiniz ne yapacağım diye uykularınız kaçar.
Adam üç kuruş olsun diye uykuları kaçar, üç kuruşu olunca da ne yapacağım diye uykuları kaçar.
Nakısdır çünkü, kamil değildir. Geldi mi yanında problemini getirir. Sabit değildir gelip geçicidir.
Yeryüzünde çıplak gelip, Karun gibi olup sonrada tekrar çıplak gidenler yok mu? Elden ele döner
durur. Mal devlete benzer, elden ele döner. Daim de değildir, kim götürebiliyor ki? Fakat ahiret
nimeti naim; kamildir, sabittir, daimdir. Neyi öncelediğimizi iyi bilelim. - Kulu ve temette'u kaliylen; yiyin, az bir tadımlık lezzet tadın bakalım. Sizde tadın. Kaliylen birde azı
arkasından getirmiş, bu tekit içindir. Aslında temetteu‟nun içinde kaliyl vardır. Ama kaliylen tekit
için gelmiş, azında azı. innekum mucrimune; eninde geçinde siz mücrimsiniz. Mücrim; aslında kök
manası kesmek idi. El mücrim aslında kesilmiş demek. Neden kesilmiş? Hakikatten kesilmiş.
Allah‟ın rahmetinden kesilmiş, mağfiretten kesilmiş, fıtrattan kesilmiş. Yani siz belanızı
bulmuşsunuz. Geçici hazların peşindesiniz. Onun için efendimize Al-i imran suresinin sonunda 196.