-
conatusmerhaba 7Devrimlerden günümüze uzanan neredeyse iki
yüzyıl, ulus devlet egemenliklerinin kuruluşu ve egemenler arası
savaşın acıları ve bedelleriyle belleklere kazınan bir “aşırılıklar
çağı” oldu. Emeğin ortak tarihi, yaşamı, belleği üstünden sınırlar
geçirildi. Topraklar devletlere, üzerinde yaşayanlar uluslara,
ırklara, halklara bölündü. Emek sermaye tarafından ulus devletin
sınırları içinde zorla çitlendi önce. Egemenler arası savaşta
taraflaştırılarak uluslaştırıldı. Ulusal sınırlar içinde
tekleştirilerek farklılaştırıldı, “başka”laştırıldı. Uluslar
ve ırklar, savaşta ve savaşla kuruldu. Emeğin yaşamın üretimindeki
elbirliğinin, kardeşliğinin üstüne savaşın, silahın, acıların
gölgesi düştü. Kaderler ayrıldı. Egemenler arası savaşın
düzenlenebilmesi için “barış”lar yapıldı sonra. Savaş, ulusal
ekonomik ve politik çıkarlar üzerinden rekabete dönüştürüldü.
Ekonomi, kültür, siyasal hayatta örgütlenen milliyetçi rekabet,
toplumsal bir güce, belleğe, hayata büründü. Aşırılıklar çağından
çıkan dünya şimdi yine bir egemenlik savaşıyla yeni bir çağa
başlıyor. Sermayenin çıkarının küreselleşmesinin önünde, ulus
devletin toprak temelli sınırları, ulusal sınırlar içindeki politik
ve ekonomik tekeller, ulus devlet egemenlik işleyişinin güvencesi
milliyetçilikler aşılması gereken engellere dönüştü. Sermayenin
çıkarının ulusal sınırlar içinde merkezileşme ve yoğunlaşmaya
dayalı olduğu aşırılıklar çağında en büyük silahı olan ulus
devletler ve milliyetçilikler artık galip gelinmesi gereken
“düşman”lardır. Toprak temelli egemenlikleri aşan küresel bir
piyasanın kuruluşu içinde özneleşmeyen ulusal egemenlikler savaşla
disiplin altına alınmalıdır. Küresel sermayenin emek üzerindeki
tahakkümü küresel olarak yeniden kurulmalıdır. Milliyetçilik, ulus
devletler arası savaş ve rekabetin diliydi. Artık iş görmüyor.
Egemenlik, emeği küresel olarak tahakkümü altına alabilmenin yeni
bir söylemine ihtiyaç duyuyor. Ulusal sınırlar altında baskılanan
diller, renkler, kültürler ulus devlet egemenliğine karşı bir silah
olarak kullanılırken, bütün yerellikler küresel piyasanın
işleyişinde özne olmaya çağrılıyor. Farklılıklar, metalaşarak
piyasa içinde eşitlenmeye davet ediliyor. Küresel piyasaya
eklemlenmeye direnen yerliliklere ise hayat hakkı tanınmıyor.
Egemenlerin kendi dilinden söyleyelim:
“Hızlı ekonomik ilerlemenin acılı bir uyum süreci yaşanmadan
imkansız oluşunun bir anlamı vardır. Eski felsefeler kenara
atılmalı, eski kurumlar çözülmeli, kast, inanç ve ırk bağları
yarılmalı. İlerlemeye ayak uyduramayan pek çok insan, rahat bir
yaşam beklentilerinde hayal
kırıklığına uğramak zorunda kalacak. Ekonomik ilerlemenin bütün
bedellerini ödemeye istekli çok az topluluk var.” (Birleşmiş
Milletler Raporu, 1951)
Küresel egemenlik işleyişinin yeni söylemi burada yatar.
Sınırları, ulus devletler arasında değil, küresel piyasanın içinde
ve dışında olmak arasında çizilen yeni bir ırkçılığın keşfidir bu.
Tekleştirerek farklılaştıran milliyetçilikler ve ırkçılıklar
karşısında, artık farklılaştırarak tekleştiren küresel bir
ırkçılığa teslim olunması isteniyor. Küresel egemenler ile ulusal
egemenler arasındaki bu savaş, milliyetçilikler üzerinden
taraflaşmaları yeniden örgütlerken bu savaşta taraf olmamayı tercih
edenler küresel sermayenin ırkçı egemenliğine karşı mücadele
veriyor. Topraksızlar, güvencesizler, göçmenler, yoksullar,
Zapatistalar, işsizler, yerliler…Emeğin ve sermayenin yeni bir
mücadelesiyle belirlenecek yeni bir yüzyıl başlıyor. Nietzsche 19.
yüzyılın başlarında Avrupa’yı saran “ulusal nevroz” hastalığından
bahsederken “buradan bir çıkış yolu bilen var mı?” sorusunu bir
yakarıştan daha ziyade bir eleştiri olarak ortaya koyuyordu.
Ardından bu hastalık tüm dünyaya yayıldı. Öyle ki bu hastalığa
karşı üretilen her anti-virüs girişimi yeni virüsler yaratıyor,
tarih sil baştan kuruluyordu. Hepimize bir diğerinin “cani, vahşi,
medenileşmemiş , asalak” olduğu telkin ediliyordu. Çocukluk
masallarımızı kirletiyor, yeni masallara inanmamızı istiyorlardı.
Oysa şair’in dediği gibi “Çocukluk taşınabilir bir şeydir / alınsa
da elinden geçmişi.” İşte Conatus’u, bu itkiden hareketle,
çocukluğumuzun gizil yerlerine ışık tutsun, geçmişimizi gün ışığına
çıkarsın, kimliğimizin, kişiliğimizin, bedenimizin devinimlerini,
kokusunu gün yüzüne çıkarsın diye bedenleştiriyoruz bugün.
Geçmişimizi aklamak ya da karalamak yerine geleceğimize umutla
bakmak, bizim olan çocukluğumuzu, emeğimizi geri istiyoruz. George
Orwell’ın deyişiyle “bugünü kontrol edenler geçmişi de kontrol
ediyor; geçmişi kontrol edenler geleceği de kontrol ediyor.”
Conatus, bu nedenle ve buna karşı, Anka kuşu misali, yeniden
küllerinden doğuyor: Bugünü kontrol edenlere karşı geçmişi
aydınlatmak, geçmişi kontrol edenlere karşı gelecek olma kudretiyle
... Bütün dostlarla yeni bir yola çıktık Conatus’ta. Kendi
öznelerini kendi yaratan mülkiyetsiz bir olanak olarak var
edebilmek için emek verdik Conatus’a. Bir mail grubundan mutfak
yaptık kendimize. Arkamıza ayları aldık, Conatus’u okuyanlarla
çevirenlerin, konuşanlarla tartışanların elbirliğiyle geldik.
Çorbada tuz oldu herkes, bir külliyatın içinden süze süze geldik
yine sayının sonuna. Bir kez daha yeni dostlar, dostluklar,
yeni gülüşler, komşuluklarla herkese merhaba...
-
CONATUS Çeviri Dergisi Kasım-Nisan 2007 Yýl 4 Sayý 7
Yayın Türü: Altı aylık yerel süreli yayın.
OTONOM YAYINCILIK
Adýna Ýmtiyaz SahibiHaşim Kılıç
Yazý Ýþleri MüdürüSinem Özer
Dizgi ve Baský Öncesi Hazýrlýk:Barış Eroğlu
Baský:Mart Matbaacılık Sanatları
Tel: 0212 321 23 00
Yönetim Adresi:Yeniçarşı Cad. No: 36/6,
Beyoğlu, İSTANBULTel: 0212 244 87 09
Faks: 0212 292 23 66e-posta: [email protected]
www.conatusdergisi.com
mail grubuna ulaşmak için:[email protected]
Fiyatý:12 YTL
Abone Koşulları:Senelik (3 Sayı): 32 YTLYurt dışı için (3 Sayı):
30 Avro
Abonelik ve eski sayılar için iletişim:
[email protected]
2
Conatus’un Önceki Sayıları
1. anti-kapitalizm2. emperyalizm - yeni emperyalizm
- imparatorluk3. avrupa birliği
4. değer teorisi ve sınıf mücadelesi5. kriz teorisi ve
öznellik6. devlet, egemenlik ve iktidar
-
3
77
19
39
51
141
151
165
175
65
Demokrasi ve Ulus DevletRudolf Rocker
Hegemonyanın Kökleri: Sınıf Uzlaşımının Mekanizmaları ve
Ulus-Halk’ın Ortaya Çıkışı
Luis M. PozoIrkçılık, Milliyetçilik ve Biyo-politika:
Foucault’nun Toplumu Savunmak Gerekir’i, 2003
Mark KellyEs Gibt Keinen Staat in Europa: Günümüz Avrupa’sında
Irkçılık ve Siyaset
Étienne BalibarŞarkiyatçılık ve Dünya Tarihi
Edmund Burke IIIEgemenliğin Sapkın Sebati
Anthony BurkeSykes-Picot Anlaşması 15-16 Mayıs 1916
İlerleme ve Ortak bir Gelecek için Geniş Orta Doğu ve Kuzey
Afrika Bölgesi ile Ortaklık
Sea Island 9 Temmuz 2004Dördüncü Dünya Savaşı
Yardımcı Komutan MarcosSınırlar, Vatandaşlık, Savaş, Sınıf:
Étienne Balibar ve Sandro Mezzadra ile Söyleşi
Kaçma HakkıSandro Mezzadra
Junius Broşürü - Yedinci BölümRosa Luxemburg
Programımızda Ulusal SorunV. I. Lenin
Ulusal Kültürün Karşılıklı Temelleri ve Özgürlük MücadelesiFranz
Fanon
conatus
79
99
103
121
109
-
6
-
conatus
7
Çeviren: Sevim ÖzdemirR u d o l f R o c k e r
Demokrasi ve UlUs Devlet
Ulus Devlet’in, ortaya çıktığı koşulları ve zamanla modern ulus
kavramını doğuran demokratik yönü benimsediğini gördük. Ancak
Avrupa’daki bu en önemli sosyal değişmenin birçok sonucuna daha
dikkatlice baktığımızda ulusun gerçek karakterine dair net bir
fikir edineceğiz. İnsanların uyandırılmış ulusal bilincini ulusçu
devletin yaratılmasına bağlayan eski görüş, ulus devlet düşüncesine
de oldukça hizmet eden bir efsaneden baksa bir şey değildir. Ulus,
devletin nedeni değil sonucudur. Ulusu yaratan devlettir, devleti
yaratan ulus değil. Aslında, böyle bakıldığında halk ile ulus ve
benzer biçimde toplum ile devlet arasında ayrım oluşur. Her
toplumsal birim, ortak ihtiyaçlar ve karşılıklı anlaşma temelinde,
genel çıkarı temin etmek ve korumak için organik olarak aşağıdan
yukarıya inşa edilmiş doğal bir yapıdır. Toplumsal kurumlar zamanla
kemikleştiğinde veya gelişme gösteremeyip güdük kaldıklarında bile
kuruluşlarındaki amaç, çoğu zaman fark edilebilir. Ne var ki her
devlet örgütü, insana bazı yönetenler tarafından yukarıdan
dayatılmış yapay bir mekanizmadır ve asla toplumda ayrıcalıklı
azınlıkların çıkarlarını savunmak ve güvence altına almak dışında
başka bir amacı gerçekleştirmeye çalışmaz. Bir halk, toplumsal
birliğin doğal sonucudur, dışsal yaşama koşullarının belirli ölçüde
benzerliği temelinde, ortak dil, iklim ve coğrafya nedeniyle var
olan özel karakterlerin oluşturduğu karşılıklı bir insan
birlikteliğidir. Bu bağlamda, birliğin her üyesinde yaşayan belirli
ortak özellikler oluşur ve birliğin toplumsal varoluşunun en önemli
parçası meydana gelir. Bu iç ilişki, yapaylıktan çok az beslenir ve
ona ancak bu derecede yapay zarar verilebilir. Öte yandan, ulus,
tıpkı asla modern devletin politik dininden başka bir şey olmamış
olan milliyetçilik gibi, siyasi iktidar mücadelesinin yapay
sonucudur. Bir ulusa aitlik, bir halka aitlik gibi, hiçbir zaman
derin doğal nedenlerle belirlenmez; o daima siyasi hesaplara
bağlıdır ve arkasına her zaman ayrıcalıklı azınlıkların
çıkarlarının gizlendiği devlet aklına dayanır. Basitçe, ayrıcalıklı
kast ve sınıfın iş temsilcileri olan küçük bir grup diplomat gayet
keyfi bir şekilde, rızaları bile alınmamış olan fakat birbirlerine
yardım edemedikleri için iktidarın
-
8
conatus
uygulamalarına boyun eğmeleri gereken belirli insan gruplarının
ulusal üyeliğine karar verir. İnsanlar ve insan grupları devlet boy
göstermeden çok önce vardı. Bugün de yine, devletin yardımı
olmaksızın var olur ve gelişirler. Onlar sadece, şiddet kullanarak
müdahale eden bir takım dışsal güçler tarafından hayatlarına
müdahale edildiğinde ve onları daha önce bilinmeyen düzenlere
girmeye zorlanıldığında doğal gelişimlerinden alıkonulurlar.
Dolayısıyla ulus, devlet olmadan düşünülemez. Refahı ya da acıları
için buna bağlıdır ve varlığını sadece kendi mevcudiyetine
borçludur. Sonuç olarak, eğer onu devletten ayırmaya çalışırsak
ulusun gerçek doğası daima bizden kaçar ve ona asla sahip olmadığı
bir hayat bağışlar.Bir halk her zaman daha dar sınırları olan bir
topluluktur. Fakat ulus, bir kural olarak, az ya da çok şiddete
dayalı bir biçimde ortak bir devlete girmeye zorlanmış bir farklı
halklar ve halk grupları dizisini içerir. Esasen, Avrupa’nın
tümünde köken olarak farklı soydan gelen, farklı dili konuşan
insanlara sadece hanedanlığa ilişkin, ekonomik ve siyasi çıkarlar
sonucunda bir ulus biçimi verilmesiyle oluşmuş olmayan bir devlet
yoktur. Demokratik düşüncelerin gelişmesinden etkilenen, ulusal
birliği sağlamaya yönelik çabanın büyük bir halk hareketi biçimini
aldığı yerlerde bile, İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, söz konusu
çaba, iyi bir sonuca yönelemeyecek olan, gerçekten gerici bir
çekirdekten çıkmıştır. Mazzini’nin devrimci çalışmaları ve onun
birliğini sağlamış ulusçu bir devlet kurmaya olan bağlılığı, bir
yandan da gerçek amaçları ulusal ideoloji tarafından gizlenen
insanların toplumsal özgürlüğüne bir engel olarak işlev görebildi.
Mazzini ile İtalya’nın şimdiki diktatörü arasında çok büyük bir
uçurum olsa da, milliyetçi düşünce sistemi, Mazzini’nin politik
teolojisinden Mussolini’nin faşist totaliter devletine, düz bir
çizgi izler. Dünya Savaşı’nın (I.Dünya Savaşı) bir sonucu olarak
ortaya çıkan yeni kurulmuş ulus devletlere bir bakış, bize kolay
kolay yanlış anlaşılamayacak gerçek bir resim sunar. Savaştan önce
kendilerini baskı altında
tutan yabancı güçlere karşı ayaklanmadan asla vazgeçmeyen aynı
uluslar, amaçlarına ulaştıkları bugün kendilerini ulusal
azınlıkları baskı altında tutan en zalim güçler olarak gösterirler
ve kendilerinin maruz kaldığı ahlaki ve yasal baskılara karşı tam
bir hakla, tüm güçleriyle savaşmış olmalarına rağmen bu uluslara
eşit derecede sert olan aynı baskıları uygularlar. Bu, en kör
insana bile halkların bir ulus devlet çerçevesi içinde uyumlu bir
şekilde birlikte yaşamalarının imkansız olduğunu açıkça
göstermelidir. Ancak, özgürleşme adına nefret ettikleri yabancı
hakimiyetinin boyunduruğundan kurtulan bu halklar, bu yolla hiçbir
şey elde edemediler. Çoğu durumda, genellikle eskisinden daha
baskıcı olan yeni bir boyunduruk altına alındılar. Polonya,
Macaristan, Yugoslavya, Almanya ve Rusya arasındaki sınır
devletleri bunun klasik örnekleridir. İnsan gruplarının uluslara,
yani, devlet halklarına dönüşmeleri Avrupa’ya yeni bir pencere
açmadı, daha ziyade güçlü bir uluslararası tepki duvarı oluşturdu
ve bu, bugün toplumsal özgürleşmenin önündeki en tehlikeli
engellerden biridir. Bu süreç sonucunda Avrupa toplumu birbirlerini
daima şüpheyle ve genellikle nefretle karşılayan karşıt gruplara
bölündü ve her ülkede milliyetçilik bu hastalıklı durumu sürekli
kılmak için açık gözlerle takipte. Nerde halklar arasında
karşılıklı bir yakınlaşma başlasa, orada milliyetçilik tutkunları
daima ulusal karşıtlığı alevlendirirler. Çünkü ulusçu devlet bu
karşıtlıklar sayesinde yaşar ve bu yapay ayrılığı artık
sürdüremediği bir anda yok olmak zorunda kalırdı. Dolayısıyla, ulus
devlet kavramı, her ne kadar arkasında pozitif amaçlar gizlemiş
olsa da, olumsuz bir ilkeye dayanır. “Ulusal” olan her şeyin
arkasında küçük azınlıkların iktidar istenci ve devletteki kast ve
sınıfın özel çıkarları bulunur. Gerçekte “ulusun iradesini”
yönlendiren onlardır, Menger’in doğru bir biçimde belirttiği gibi,
“Olduğu haliyle devletlerin amaçları yoktur, sadece yöneticilerinin
vardır”. Fakat birkaç kişinin iradesi bütünün iradesi olabilir –ki
ancak böylece tam bir etkinlilik geliştirilebilir-, her entelektüel
ve ahlaki açılım, onu kitlelerin dini
-
conatus
9
Ulus, devletin nedeni değil sonucudur.
Ulusu yaratan devlettir,
devleti yaratan ulus değil
bilinçlerine yerleştirmeli ve bir inanç meselesi haline
getirmelidir. İnancın asıl gücü, artik rahiplerin, ortodoksiyi,
diğer herhangi bir dini cemaat taraftarlarından ayıran çizgileri
keskin biçimde çekmelerinden gelir. Şeytan’ın kötülüğü olmasaydı,
Tanrı’nın büyüklüğü beğenilemezdi. Ulus devletler siyasi kilise
örgütleridir; ulus bilinci denen şey insana doğuştan verilmez,
öğretilir. O, dini bir kavramdır; insan Katolik, Protestan veya
Yahudi olduğu gibi Alman, Fransız, İtalyan olur. Avrupa’da
demokratik düşüncelerin yayılmasıyla birlikte çeşitli ülkelerde
milliyetçiliğin yükselişi başlar. Yalnızca, en azından teoride her
yurttaşın ülkesinin siyasi hayatına katılmasını ve hükümetin
seçilmesinde taraf olmasını anayasal hak olarak güvence altına alan
yeni devletin yaratılmasıyla ulusal bilinç, kitlelerin içinde kök
salabilir ve bireyin ulusun büyük siyasi birliğinin bir üyesi
olduğu ve ayrılmaz biçimde onun içinde büyüdüğü ve onun içerik ve
amacına kendi varlığını feda ettiği inancıyla beslenir. Demokrasi
öncesi dönemde, bu tip bir inanç toplumun büyük kitlelerine tamamen
yabancı kalarak, yalnızca ayrıcalıklı sınıfların dar çevresinde
kökleşebilirdi. Oldukça haklı bir biçimde Lassale’in işaret ettiği
gibi:
“Özgür bağımsız uluslar ilkesi, genelde demokrasi kavramının
temeli, kaynağı, anası ve kökenidir. Demokrasi, kendi varlığını
ortadan kaldırmadan, kendisini her türlü kuramsal mazeretten yoksun
bırakmadan, temelde ve prensipte kendisini aldatmadan
ulusalcılıklar ilkesini ayakları altında çiğneyemez. Tekrar
ediyoruz, demokrasi ilkesinin temeli ve hayat kaynağı özgür uluslar
ilkesindedir. Bu ilke olmadan, havada kalır.”1
Bu anlamda da demokrasi özü itibariyle liberalizmden farklıdır,
liberalizmin bakış alanı tüm insanlığı bir bütün olarak ya da en
azından Avrupa-Amerika kültür alanına ait ya da aynı toplumsal
koşullar içinde gelişmiş olan kısmını kapsar. Liberalizmin bakış
açısı bireyden başladığı ve
toplumsal ortamı, kurumları insanlığın yararına veya zararına
oluşuna göre bağdaştırdığı için, ulusal sınırlamalar liberaller
için önemsizleşir ve ancak, “Dünya benim ülkemdir, bütün insanlar
kardeşimdir!” diyen Thomas Paine ile hem fikir olabilirler. Ancak
ortak iradenin müşterek kavramı üzerinde kurulan demokrasi, devlet
kavramına çok daha yakındır ve devleti ortak iradenin temsilcisi
haline getirir. Demokrasi sadece “ulusal ruhu” yeni bir hayat
olarak donatmakla kalmadı, aynı zamanda ulus devlet kavramını
mutlakıyet yönetimi altında tanımlanabileceğinden çok daha keskin
bir biçimde tanımladı. Fransız tarihinin açıkça gösterdiği gibi,
mutlakıyetçi devletin liderleri, hiç durmadan çok daha güçlü bir
biçimde ulusal güçleri birleştirmeye ve ülkenin tüm idaresini
merkeziyetçi bir yönergeye oturtmaya getirmeye çalışsalar da bunu
yaparken, her zaman hanedanın çıkarlarına öncelik verdiler, kendi
asil niyetlerini gözlediklerinde bile. Demokratik dönemin
başlamasıyla, hanedanlığa ait tüm varsayımlar ortadan kalkar ve bu
haliyle ulus siyasi olayların odak noktası haline gelir. Bu
nedenle, devlet yeni bir ifade kazanır. Artık o, sınırların içinde
yaşayan herkesi bir bütünün eşit derecede ayrıcalıklı üyeleri
olarak kapsar ve onları gerçeklikte birleştirerek bir ulus devlet
olur. Soyut bir siyasi eşitlik ilkesiyle doldurulmuş olduğundan,
demokratik ulusçuluğun temsilcileri ulus ve ulusallık arasında bir
ayrım yaptılar. Onların düşündüğü ulus, dil ve kültür
topluluğuyla
-
10
conatus
birleştirilmiş ve kendini bağımsız bir devlet organı altında
toplamış siyasi bir grup olmalıydı. Öte yandan ulusal topluluklar
olarak bu insanlar, yabancı bir devlete tabi, siyasi ve ulusal
bağımsızlığını elde etmeye çalışan halk grupları sayılırlar.
Demokratik ulusçuluk, kendilerini ulus biçimine sokmaya çalışan,
ezilen ulusların mücadelesinde göz ardı edilemez bir hak iddiası
gördü ve bu ruh üzerinden faaliyet gösterdi. Eğer bir ulusun tek
bir yurttaşı, kendisine anayasa tarafından sağlandığı gibi, bütün
hak ve özgürlüklerinden bir engel olmaksızın yararlanmak istediği
bir durumda dahi ulus, temsiliyetinde hiçbir yabancı güce tabi
olmamalı ve siyasi bağımsızlığı içinde bütün uluslar eşit
olmalıdır. Bu çabalar, siyasi veya toplumsal önemine bakılmaksızın,
her ulusun ve ulusallığın kuramsal olarak eşitlik hakkına sahip
olduğu düşüncesine dayanır. Fakat burada hak en başından
anlaşılacağı gibi siyasi iktidar amacı güden devletin çabalarıyla
uyum sağlamaya dönük eşit haklardır. Ülkelerinin demokratik
düşüncelere karşı kapatılamayacağını anlayan Avrupalı devlet
yöneticileri, sayıları arttıkça, ulusallık ilkesinin, kendi
çıkarlarını uygulamada, el altından yürütülebilecek mükemmel bir
araç olduğunu daha açık görürler. I. Napolyon’un geldiği soy,
yanlış önyargılarla meşru krallığın birçok temsilcisinden çok daha
az kurcalandığından dolayı, kendi gizli planlarını ulusalcı
ilkelerin yardımıyla nasıl uygulayacağını oldukça iyi anladı. Bu
nedenle Mayıs 1809’da Macarlar’a, Avusturyalı boyunduruğundan
kurtulmaları çağrısında bulunduğu, o iyi bilinen mesajını
Schonbrunn’dan yolladı. “Sizden hiçbir şey istemiyorum” diyordu
kraliyet mesajı. “Sadece sizi özgür ve bağımsız bir ulus olarak
görmek istiyorum.”Biz, bu bonkör ifadenin ne anlama geldiğini
biliyoruz. Napolyon için, Fransızlarin bağımsızlığı içtenlikle
umurunda olmadığı gibi, Macarların bağımsızlığının da hiçbir önemi
yoktu. Onun kalbinde yatan asıl şey, siyasi iktidarı elde etme
planlarıydı. Bunları gerçekleştirmek için, İtalyanlarla,
İliryalılarla, Polonyalılarla, on dört yıldır büyük ulusla oynamış
olduğu aynı komediyi
oynadı. Napolyon’un ulusallık ilkesinin, kendi siyasi amaçları
için ne kadar önemli olduğunun nasıl açıkça farkına vardığı,
Napolyon’un bir dostu tarafından belgelenen St. Helena üzerine bir
açıklamasında belirir: Alman prensleri arasında, Almanları belirli
bir hanedanlığın altında birleştirme bahanesiyle, halkın arasında
oldukça yaygın olan Almanya’nın ulusal bütünlüğü fikrini kullanacak
kadar cesaretli birinin neden bulunamadığını garipsemedi. O
zamandan beri, ulusallık ilkesi Avrupa siyasetinde önemli bir yer
üstlendi. Bu nedenle, Napolyon Savaşları’ndan sonra İngiltere,
sadece –İngiltere’nin siyasi ve ekonomik ilerlemesine karşı
durabilecek – kıta diplomasisi bu yolla zorluklar yarattığı için
kıtadaki baskı altındaki halkların haklarını destekledi. Ancak tabi
ki İngiliz diplomatlar bir an için bile İrlandalılara aynı hakları
vermeyi düşünmediler. Lord Palmerston bütün dış politikasını bu
yöntemle yönlendirdi, fakat ezilen ulusların en çok yardıma
ihtiyaçları olduğu vakitte onlara yardım etmek kurnaz İngiliz
devlet adamlarının akıllarına hiç gelmedi. Aksine, Palmerston, bu
ulusların özgürlük çabaları Kutsal İttifak’ın pençeleri altında can
verirken olanları en barışçıl ruhuyla seyretti. III. Napolyon da
sadece kendi hanedanının çıkarlarını göz önünde bulundururken
ezilen ulusların savunucusuymuş gibi yaparak aynı kurnaz siyaseti
izledi. İtalyan özgürlük hareketinde oynadığı, Nice ve Savoy’un
Fransa’ya katılmasıyla sonuçlanan rolü, bunun inandırıcı bir
kanıtıdır. Benzer şekilde Sardinya Kralı Carl Albert, net bir
öngörüyle kendi hanedanına ne gibi avantajlar getireceğinin farkına
vardığı için tüm gücüyle İtalya’daki özgürlük hareketini
destekledi. Devrimci milliyetçiliğin en radikal savunucularından
Mazzini ve Geribaldi, daha sonra Sardinya veliahdının, onların
demokratik bir cumhuriyet olarak tasarladıkları, Birleşik
İtalya’nın kralı olarak, kendilerinin hayatlarını vakfettikleri
eylemlerinin meyvelerini nasıl topladığına seyirci kalmak ve bunu
izlemek zorunda kaldılar.
-
conatus
11
Ulusal duyguların devrim süresince Fransa’da bu kadar çabuk kök
salması ve bu denli muazzam bir büyüme elde etmesi, esasen devrimin
Fransa ve sürekli savaşların daha da yaygınlaştığı eski Avrupa
arasında büyük bir uçurum yaratmasında aranabilir. Her şeye rağmen
bütün ülkelerdeki en iyi ve en değerli beyinler “insan hakları
bildirgesini” katışıksız bir coşkuyla, Avrupa’da artık özgürlük ve
eşitlik çağının başladığına yürekten inanarak karşıladılar. Daha
sonra Napolyon’un hâkimiyetine karşı Almanya ayaklanmasında her
şeyini ateşe atarak riske giren çoğu kişi bile devrimi içten bir
sevinçle selamladı. Fichte, Gorres, Hardenberg, Schleiermacher,
Benzenberg ve diğer birçoğu, başlangıçta tamamen, Fransa’dan çıkan
devrimci düşüncelerin büyüsüne kapıldılar. Kendisini imparator ilan
etmesinden ve işgal niyetini çok daha açık bir biçimde ifade
etmesinden sonra General Bonaparte’dan vazgeçmek, önceleri General
Bonaparte’ın- onu Avrupa’da gelmekte olan toplumsal yeniden
yapılanmanın aracı olarak gördükleri için- en ateşli hayranlarından
olan Jean Paul, Beethoven ve diğer birçoğu gibi adamları harekete
geçiren özgürlük arzusu için acılı bir hayal kırıklığı
oldu.Devrimin arifesinde Almanya’da trajik bir gerçeklik olan
umutsuz siyasi koşullar göz önüne alındığında Almanya’daki iyi
beyinlerin çoğunun Fransa için duyduğu sınırsız coşku kolaylıkla
anlaşılabilir. Alman imparatorluğu artık sadece kendi pisliğinde
çürüyen bir ülkeler grubuydu; yönetici sınıfı, içten yaratıcı bir
itki meydana getirecek durumda değildi ve bu nedenle eski kurumlara
çok daha sıkı bağlıydı. Güçlükle sarılan yaraları II. Frederick’in
fetihleriyle yeniden açılan Otuz Yıl Savaşları’nın berbat talihi
şanssız ülkelerin halkını şaşmaz damgasıyla damgalamıştı.
Treitschke Alman Tarihi adlı eserinde “isimsiz acılarla dolu bir
nesil, yurttaşların cesaretini kırdı ve küçük adamı güçlünün önünde
sürünmeye alıştırdı. Bizim özgür ruhlu dilimiz alçakça boyun eğme
hilesini öğrendi ve biçimsizi olduğundan çok daha fazla değerli
gösteren sözcükler, bugün bile tamamen kurtulunamamış olan köle
gibi konuşma biçimini içermeye başladı.”
Devrimin başlangıcında nüfusun üçte ikisi ifade edilemeyecek
kadar kötü koşullarda, kölelik durumundaydı. Ülke, kalpsiz
egoizmleriyle boşalan hazinelerinin bedelini sefil varlıkların
hayatlarıyla ödenmiş kanlı paralarıyla doldurmak için kendi
tebaasını yabancı güçlere, düşmanı oyalamak amacıyla kullanılan
askerler olarak satmaktan geri durmayan sayısız küçük despotun
acımasız boyunduruğu altında inim inim inledi. Bütün düşünen
tarihçiler, bu mutsuz ülkeye içten hiçbir özgürleşmenin
gelemeyeceğinde hemfikirdiler. Fransa’ya karşı korkunç bir nefret
besleyen Ernst Morris Arndt bile bu sonucu tartışamazdı.
Dolayısıyla Fransız işgali başlangıçta önüne geleni silip süpüren
gürültülü bir kasırga etkisi yarattı. Fransız orduları bu toprağa
devrimci ruhu getirdiler ve bu toprakta yaşayan insanların
kalplerinde daha önce bilinmeyen insan haysiyeti hissini
uyandırdılar. Devrimci düşüncelerin Fransa sınırlarının ötesine
yayılması Fransız cumhuriyetinin Avrupa mutlakıyetçiliğine karşı
başarılı mücadelesinde en korkulan silahlarından biriydi; çünkü o
çoğunlukla halk amaçlı olmayı prenslerin güdümünde olmaktan ayırma
niyetindeydi. Napolyon bir an bile bu paha biçilmez silahtan
vazgeçmeyi düşünmedi. Bu nedenle, ne zaman onun muzaffer bayrağı
bir ulusun üzerinde dalgalansa, işgal edilen toprakların
yerlilerini kendine çekmek için geniş kapsamlı reformlar getirdi.
1801’deki Luneville Barışı Alman imparatorunu Ren Nehrini Almanya
ve Fransa arasında sınır olarak kabul etmeye zorladı. Anlaşmalara
göre Ren’in sol yakasında bulunan laik yöneticiler imparatorluğun
iç bölgelerine getirilmeliydi. Dolayısıyla artık, Alman
prenslerinin “kalıtsal düşmanla” yaptığı, diğerleri pahasına ve tüm
prensler birlikte düşünüldüğünde halk pahasına, kapmayı umut
ettikleri toprağın her parçası için alçakça bir takas başladı.
“Ulusun en soyluları”, anlaşmada belirtilen bölümleme yönteminde
kendilerine iltimas geçilmesi için Napolyon ve onun bakanları
önünde dövülmüş sokak köpekleri gibi yaltaklık ettiler. Tarihte
bu
-
12
conatus
soylular arasında hangisinin daha çok alçaldığını göstermek
amaçlı karşılaştırmalı bir örnek bulmak zordur. Freiherr von Stein
Rusya imparatoriçesine kendi maiyeti önünde oldukça haklı bir
biçimde Almanya’nın yıkımının nedeninin prenslerinin soysuzluğu
olduğunu söyledi. Şüphesiz Stein devrimci değildi. O, herkesin
bildiği gerçeği açıkça söyleme cesaretine sahip dürüst bir adamdı.
Dahası Alman yurtsever Ernst Morris Arndt, sert bir aşağılamayla
şöyle yazdı:
Yardım edebilenler geri döndü; diğerleri ezildi. Dolayısıyla
güçlülerin birliği düşmanla kaldı ve alçaklar açıkça ayıplanmadı;
hatta kendilerini ve kendi kendilerine ve diğerlerinin şerefi
üzerinden bu onursuz alışverişi sürdürenleri de kurtarıcı ilan
etmeye kalkıştılar. Barış hakkında pazarlık ettiler; burada Alman
prensleri hakkında söylenecek çok şey oldu; asla Alman halkı
hakkında bir şey olmadı. Prensler, hiçbir zaman ayrı bir taraf
olarak, ulustan bu kadar uzak- hatta esasen onun karşısında-
durmamışlardı ve bu prensler, ona karşı ganimetten pay almak için
yenilmiş gibi davrandıkları, büyük, erdemli ve güçlü halkın bakışı
karşısında utanmadılar. Adaletsizlik adaletsizlikten, zor zordan,
ayıp ayıptan doğar ve Moğol imparatorluğu gibi Avrupa da
harabelerin içine gömülecek....Bunun için siz, prensler, terazi
tutan yargıçlar gibi ya da kılıç tutan mareşal gibi değil tüccarlar
gibi, zengin Yahudiler gibi davrandınız ve onlar gibi olduğunuz
için böyle davranıyorsunuz.2
Austerlitz (1805) savaşından ve Ren İttifakı’nın kurulmasından
sonra İmparator Francis’e Alman İmparatorluğu’nun çözülüşünü ilan
etmek dışında bir şey kalmadı, aslında bu zaman da almadı. On altı
Alman prensi, Napolyon’un himayesi altına girdiler ve bu büyük
yurtsever tavır dolayısıyla zengin bir ganimet elde ettiler. Fakat
yurtsever tarihçiler, ulusa bu açık ihanetten sonra, artık Prusya
monarşisi bunu yabancı Fransız hakimiyetine karşı Alman
halkının son koruyucusuymuş gibi gösterdiğinde, yapılan şey,
kasti bir şekilde tarihsel gerçekleri değiştirmedir. Prusya içte
imparatorluğun diğer parçalarında olduğu gibi hastalıklı ve ahlaken
çürümüş durumdaydı. 1806 bozgunu, Prusya ordularının Jena ve
Auerstadt’taki korkunç yenilgisi, kalelerin soylu koruyucular
tarafından gerçek bir direniş göstermeye çabalamaksızın Fransa’ya
utanç verici bir şekilde teslim edilmesi, kralın Rusya sınırına
kaçışı (bu iğrenç ve feci düşünceler içinde sefil ayrıcalıklarını
korumak dışında hiçbir kaygısı olmayan) Prusya aristokrasisinin
aşağılık entrikaları, daha sonra Prusya’da yaygınlaşan koşulları
yeterince nitelendiriyor. “Yüceltilen müttefikler”, Rusya,
Avusturya ve Prusya arasındaki ilişkilerin acıklı tarihinin tümü,
tarihte benzerinin zor bulunabileceği korkakça soysuzluğun ve
alçakça ihanetin ayin günü gibidir. Sadece yurtseverlikleri sahte
bir bağlılıktan daha fazla olan küçük bir grup dürüst insan, ülkede
gizli örgütler ve açık propagandayla direnişe cesaret etti, bu
yöntem gittikçe daha kolay hale geldi; çünkü Napolyon’un askeri
yönetimi ağırlıkla, o zamanlar, oğulları savaşın Fransız ordusunda
yarattığı boşlukları doldurmaya mecbur bırakılan, sömürülen
-
conatus
13
ülkelerin halkına dayanıyordu. Ne Prusya monarşisi ne de
Prusyalı Alman-aristokrasisi bu tip bir görevi becerebilirdi.
Aksine onlar, ayrıcalıklarını tehlikeye atma tehdidi taşıyan her
çabaya karşı çıktılar ve Stein, Gneisenau, Scharnhorst, Fichte,
Arndt, Jahn, ve hatta Blucher gibi adamlara açık bir şüpheyle
davrandılar. Sadece mecbur bırakıldıklarında bunun kaçınılmazlığını
açığa vurdular ve ilk fırsatta da ihanet ettiler. III. Friedrich
Wilhelm’ın Stein’e karşı karaktersiz tutumu ve Prusya
bürokrasisinin onun aracılığıyla Alman yurtseverlerinin
çalışmalarını bozmayı istediği alçak komplo, oldukça dokunaklı bir
efsane anlatır. Böylece, Prusya monarşisi Alman prenslerin bu üzücü
efsanesinde hiç bir istisna meydana getirmez ve Seume şunları
yazdığında oldukça haklıdır:
“Ulus ne umut etmiş ya da ulus için ne umut edilmiş olursa olsun
prensler ve soylular, anlamsız ayrıcalıklarını korumak için
şüphesiz bu umutları yok eder. Napolyon’un en iyi adamları Alman
prensleri ve soylularıdır...Bizler şimdi gerçekten, Cicero gibi,
dostlarımız ya da düşmanlarımız için zafer istemeli miyiz
istememeli miyiz noktasına geldik. Burada yılanlar, daha ötede
akrepler.”
Ancak, Almanya’nın ulusal uyanışı için çalışmış ve “özgürlük
savaşı” denilen mücadelede önemli yerler almış insanlar da, her ne
kadar Prusya aristokratları tarafından yeteri kadar sıklıkta
Jakoben olmakla suçlansalar da hiçbir anlamda devrimci değillerdi.
Hemen hemen hepsi krallık istiyordu ve gerçek bir özgürlükçü
düşünceye hiç değmemişlerdi. Fakat bir şeyi açıkça fark etmişlerdi:
Eğer bir ulus hiçbir hak olmadan, serflerden ve soylulardan
oluşturulursa ve halkın büyük kitleleri yabancı hâkimiyetine karşı
savaşmak için ayaklandırılırsa, her şeyden önce soyluların aşırı
ayrıcalıklarını kaldırmakla işe başlanmalı ve halktan insanların bu
zamana kadar kendisinden esirgenmiş anayasal hakları onlara
verilmelidir. Scharnhorst şöyle der:
“Biri ulusa kendine güven hissi aşılamalı. Kendisiyle
ilgilenebilmesi için biri ona kendisiyle tanınır olma şansını
vermeli; çünkü ancak böylece kendisine saygı duymayı öğrenecek ve
diğerlerinden kendisine saygı duymalarını isteyecek.
Yapabileceğimizin tümü bunun için çalışmaktır. Önyargı bağlarını
koparmak, yeniden doğuşu sağlamak ve desteklemek ve asla özgür
gelişmeye karşı olmamak –bizim en çok etkin olduğumuz nokta bunun
ötesine geçemez.”
Yine aynı şekilde Temmuz 1807 hatırasında Gneisenau, bir Avrupa
düzeninin ancak, bir anayasa ve ulusun ulusal güçlerini
özgürleştirmek için tüm sınıfların eşitlenmesiyle Fransa’ya
benzemeye karar verebilmesiyle düşünülebileceğini belirtir:
“Eğer diğer devletler bu dengeyi yeniden kurmak istiyorlarsa,
bizzat kendileri arz kaynaklarını yeniden açmalı ve onları
kullanmalıdır. Devrimin sonuçlarını kabul etmeli ve böylece kendi
ulusal güçlerinin yabancılara karşı durabiliyor olmasının ve
devrimin tehlikelerinden kaçabiliyor olmanın çifte avantajını elde
etmeliler- devrimin tehlikeleri onlar için geçmiş değil; çünkü
onlar gönüllü bir değişiklikle şiddetli bir değişiklikten kaçınmaya
istekli değiller.”
Tilsit barışı zamanında Napolyon’un emriyle Friedrich Wilhelm
tarafından azledilmiş olan Hardenberg bunu daha açık bir biçimde
ifade eder. 12 Eylül 1807’de, Prusya Devleti’nin Yeniden
Kurulması’nın yıl dönümü anmasında, şunu söyler:
“Devrime en iyi eski kurumlara bağlı kalarak ve onun getirdiği
ilkeleri şiddetle reddederek karşı koyulabileceği yanılsaması
devrime yardımcı olmaya büyük katkı sağlamakta ve ona adım adım
büyüyen bir alan sunmaktadır. Bu ilkelerin gücü o kadar büyüktür,
onlar o derece genel kabul görmekte ve o kadar yaygınlardır ki
-
14
conatus
onları benimsemeyen devlet ya kendi yıkımına ya da bu ilkelerin
zorla kabulüne doğru gider...Monarşik bir yönetimin içinde
demokratik ilkeler, bu çağın mevcut ruhuna en uygun biçim olarak
görünmektedir.”
Dolayısıyla bunlar Alman yurtseverleri arasında var olan
düşüncelerdi. Kesinlikle Fransız sever olarak suçlanamayacak Arndt
bile, büyük devrimin Avrupa çapında öneme sahip bir olay olduğunun
farkına vardı ve şu sonuca ulaştı: “Bütün devletler, hatta henüz
demokratik rejime dönüşmemiş olanları bile, yüzyıldan yüzyıla daha
demokratik olacaklar.”Tam anlamıyla muhafazakâr bir ruh taşıyan ve
tüm devrimci hareketlere açıktan karşı çıkan biri olan, Baron von
Stein da devletin yeniden doğuşunun ve yabancı boyunduruğundan
kurtulmasının yalnızca serfliğin kaldırılmasıyla ve bir milli
meclis kurulmasıyla mümkün olduğu sonucuna varmaktan kaçamadı.
Bununla beraber, Stein, kendisi için Schon tarafından hazırlanan
“Siyasi Vasiyet/Ahit”ine şu ifadeyi ekletmeye özen gösterdi:
“Kralın hakkı ve iktidarı benim için kutsaldır ve hepimiz için de
öyle kalmalı. Fakat bu hak ve sınırsız iktidar kendisine içkin olan
iyiyi ifade etmelidir, en yüksek gücü vermek bana kralın insanların
isteklerini öğrenebilmesi ve onların amaçlarına hayat
verebilmesinin aracı olabilmesi adına zorunlu görünüyor.”Şüphesiz
bunlar devrimci düşünceler değildi, ancak yine de Stein en ılımlı
reformları yerine getirirken bile en büyük güçlükle karşılaştı. Onu
arkasından devamlı kınayan ve hatta onun yurtsever planlarını
bozmak için ülkelerine ihanetten geri durmayanların sadece “ulusun
en soyluları” olduğu iyi bilinir. Gerçek şu ki ünlü Ekim 1807
Kurtuluş kararnamesi serfliği sözde kaldırırken, bu kararnameyi
kaleme alanlar soylu toprak sahiplerine en düşük düzeyde bile
dokunmaya cesaret edemediler. Dolayısıyla, eski serfler ücretli
köleler oldular ve eğer koşulsuz biçimde efendilerinin iradesine
teslim olmamışlarsa, efendilerinin istediği zaman topraktan
atılabilir duruma geldiler.
Benzer biçimde Hardenber’in yönetiminde geliştirilen 1811
Düzenleme Kararnamesi esasında kırsal nüfusu Fransa’ya karşı
direnişe teşvik etmek için tasarlanmıştı. Mülkiyet yasasında bir
değişiklik yaparak eski serfleri toprak sahibi olabilecek hale
getirmek düşüncesi, onların yabancı hâkimiyetine karşı savaşmaya
daha istekli olmalarını sağlamaya yönelik bir çabaydı. Ancak,
Fransız orduları ülkeyi boşalttıktan sonra, hükümet utanmazca bütün
verdiği sözleri bozdu ve kırsal bölgelerdeki halkı, onlara
soyluların dayattığı yoksulluk ve sefillikle baş başa bıraktılar.
Alman prenslerini, tebaasına tüm adalet sözlerini vermeye ve
uyanmış yurttaşlığı harika şeylerin vaat edildiği bir anayasayı
bekler halde bırakmaya iten, koşulların zorlamasıydı. Prensler,
Almanya’yı Fransız egemenliğinden kurtaracak tek şeyin, Avusturya
bu düşünceye ne kadar karşı olursa olsun,“halk savaşı” olduğunun
farkına varmışlardı. İspanya’daki olaylar çok açık biçimde dile
getirildi. Böylece, soylu lordlar birden bire halkı ne kadar
içtenlikle sevdiklerinin farkına vardılar ve –gönüllerinden değil
ihtiyaçlarından hareketle- kitlelerin ayaklanmasının azalmakta olan
statülerini desteklemek için en son çare olduğunu gördüler.
Kalish’in başvurusunda Rus çarı gelecekteki özgür ve birliğini
sağlamış Almanya’nın yeminli garantörü gibi göründü ve Prusya kralı
onun sadık uyruklarına bir anayasa sözü verdi. Bu vaatler bile
sadece bir idraksizlik içinde bitki gibi büyüyen kitlelerin
üzerinde özel bir etki yaratmazdı, ama burjuvazi ve özellikle
gençlik yurtsever coşkuya ve Barbarossa’nın dirilişi ve tüm
iktidarı ve şanıyla eski imparatorluğun yeniden kuruluşu rüyasına
kapıldı.Her şeye rağmen, Friedrich Wilhelm hala tereddütlüydü ve
kendisini iki tarafa karşı da korumak istedi. Rusya’nın zaferi ve
Moskova yangını Napoleon’un büyük ordusunu yok ettiğinde ve onu
umutsuzca Fransa’ya sürdüğünde bile kral halen bir çözüme
varamamıştı, çünkü Prusya hanedanının çıkarları onun yüreğine, ne
kendisinin ne de onun Doğu-Elbian aristokrasisin anlamış olduğu
puslu bir Almanya’dan daha yakındı. Ancak gittikçe artan
-
conatus
15
Demokrasi sadece “ulusal ruhu” yeni bir
hayat olarak donatmakla kalmadı, aynı
zamanda ulus devlet kavramını mutlakıyet
yönetimi altında tanımlanabileceğinden çok
daha keskin bir biçimde tanımladı
yurtsever tutkunun baskısı altında en sonunda savaşa karar verdi
–çünkü, esasında başka hiçbir kapı ona açık değildi. Söz konusu
günlerde yurtseverlerin düşüncesi, Blacher’in Scharnhorst’a yazdığı
5 Ocak 1813 tarihli ilginç mektubunda açıkça görülebilir, bu
mektupta başka şeylerle birlikte şöyle der (onun İngilizce
bilgisizliğine rağmen anlaşılabildiği kadar):
“Şimdi (1809) 9 yılında zaten önermiş olduğumu gerçekleştirmenin
zamanı; yani tüm ulusu orduya çağırmanın ve eğer prensler gönüllü
değilse, onları Bonaparte ile birlikte ülke dışına atmanın zamanı.
Sadece Prusya için değil bütün Alman yurdu diriltilmeli ve ulus
yeniden kurulmalı.”
Fakat bu, Almanya’nın birliğini yurtsever savunucularının hayal
ettiğinden oldukça farklı sonuçlandırdı. Büyüklerin bütün vaatleri,
Napolyon yenilir yenilmez ve yeni işgal tehlikesi kalkar kalkmaz
dumanda kayboldu. Anayasa yerine Kutsal İttifak, umut edilen
yurttaşlık hakları yerine Carlsbad Kararları ve lafazan zulmü
geldi. Bu biçimsiz çocuk, “Alman İttifakı” - Jahn onu Deutscher
Bunt diye adlandırdı3- istenen birliğin bir yedeği olarak iş görmek
zorunda kaldı. Birlik sağlama düşüncesi hükümet tarafından yasa
dışı ilan edildi. Hatta Metternich “Alman halkını bir Alman
imparatorluğu altında birleştirmeyi istemekten daha lanetli bir
düşünce” olmadığını söyledi ve Mainz’de soruşturma yapan
görevliler, özellikle Jahn’a şiddetle karşıydılar; çünkü o hiç de
doğru olmayan “Alman birliğinin en tehlikeli doktrinini” ilk
savunan kişiydi. Fichte’nin Alman Ulusuna Söylevler’i yasaklandı,
büyük yurtseverler gerici fırsatçılara teslim edildi. Arndt
suçlandı ve cezalandırıldı; Schleiermacher sadece polis gözetimi
altında konuşma yapabildi; Jahn zincire vuruldu ve hapse
gönderildi; hatta beraatından sonra bile, özgürlüğüne yıllarca
sınırlamalar getirildi. Napolyon tarafından “beşinci büyük güç”
olarak adlandırılan Ren Merkurisi’nde4 Fransızlara karşı ulusal
ayaklanmaya çok büyük katkıda bulunan Gorres, kaçmak ve “kalıtsal
düşmanın” topraklarında, Prusya polisinin
muamelesine karşı korunma talep etti. Gneisenau istifa etti.
Boyen, Humboldt ve diğerleri de aynısını yaptı. Öğrenciler Birliği
dağıtıldı ve üniversiteler polisin ahlaki gözetimi altına
alındı.Bir halk hiçbir zaman bu derece utanmazca ve akıllıca
zaferinin meyvelerinden mahrum bırakılarak aldatılmamıştır. Ancak,
şu unutulmamalı ki Fransız hâkimiyetinin yıkılmasının sonuçlarına
büyük umutlar bağlayanlar sadece küçük bir azınlıktı ve onlar
yurttaşlık hakları temelinde Alman birliğinin sağlanmasının
zamanının geldiğine gerçekten inandılar. Büyük kitleler, her zaman
olduğu gibi, “kurtuluş savaşı” denen şeye zorla itildiler ve onlar
sadece vazifeşinas bir boyun eğişle soylu prenslerini izlediler. Bu
nedenle sadece halkın yükselen tepkisinin terörizmi altında
zapturapt altına alınması anlatılabilinir. Heine, “Romantik Okul”
hakkında yazdığı makalelerde şunu yazarken oldukça haklıydı:
Tanrı, kar ve Cossacks5 Napolyon’un en iyi güçlerini yendiğinde,
biz Almanlar yabancı boyunduruğunu atmak için En-Yüce emri
aldık
-
16
conatus
ve çok uzun sürmüş olan esaretin üzerine insani gazabın ateşini
alevlendirdik ve kendimizi iyi melodilerle ve Korner’in kötü
mısralarıyla coşturduk, savaştık ve özgürlüğü elde ettik; bize
prenslerimizin emrettiği her şeyi yapmak için.
Benzer biçimde, kurtuluş savaşına şahit olan ve şeyleri alaycı
Heine’den daha derinlemesine inceleyen Goethe de bu konuda aynı
düşünceye sahiptir. Ulusların Leipzig’deki kanlı savaşından kısa
bir süre sonra Luden’le girdiği bir tartışmada şöyle dedi:
“Alman halkının uyanışından, yükselişinden ve bu halkın
kendisinin bir daha başardığı ve bedelini kanıyla ve hazinesiyle
ödediği şeyden, yani özgürlükten, mahrum bırakılmasına izin
vermeyeceği düşüncesinden bahsediyorsunuz. Fakat bu halk gerçekten
uyanık mı? Ne istediğini ve neyi başarabileceğini biliyor mu? Ve
her hareket bir başkaldırı mı? Zorla yapmaya kışkırtıldığı şeyi
yapar mı? Biz burada binlerce genç ve eğitimli insandan
bahsetmiyoruz; biz burada kitlelerden, milyonlardan bahsediyoruz.
Ve başarılan veya kazanılan şey nedir? Siz özgürlük diyorsunuz.
Buna kurtuluş deseydiniz belki daha iyi olurdu, ki bu yabancının
boyunduruğundan değil, fakat yabancı bir boyunduruktan kurtuluştur.
Artık hiç Fransız, hiç İtalyan görmediğim doğru, ama bunun yerine
Kozanları, Başkurtları, Hırvatları, Maygarları, Cassubeleri,
Samlanderleri, esmer ve diğer renklerde süvari askerleri görüyorum.
Uzun bir süre hep batıya bakmaya alıştık ve bütün tehlikeleri
oradan bekledik, fakat dünya doğunun ötesine de uzanır.”
Goethe haklıydı. Doğudan bir devrim gelmedi, on yıllar boyunca
Avrupa halkının üstüne bir karabasan gibi çöken ve bütün dini
hayatı zaptetmekle tehdit eden Kutsal İttifak geldi. Almanya,
yabancı Fransız hâkimiyetinden olduğu kadar daha sonraki soylu
“kurtarıcıların” alçak tiranlığında da başka hiçbir yerde ve asla
görmediği kadar zarar gördü.
Rudolf Rocker, Democracy and National State, Nationalism and
Culture içinde,
http://flag.blackened.net/rocker/works.htm
1 Ferdinand Lassalle, Der Italienische Krieg und die Aufgabe
Preussens2 E. M. Arndt, Geist der Zeit: Erster Teil, Kapitel Vll.3
Jahn’ın yanlış yazımı “Deutscher Bunt,” Alman uydurması” anlamına
gelebilir (ç.n.)4 Merkuri: Zamanın Fransa’sında tüccarların kurduğu
bölgesel antlaşmalara bağlı olarak ticaret yapan küçük meslek
birlikleri (ç.n.)5 Cossacks: Doğu Avrupa ve Rusya’nın kuzey
steplerinde yasayan, güvenebilirlik, askeri beceriler ve atçılıkta
uzmanlaşmış geleneksel bir insan topluluğudur. Napolyon’un Rusya’yı
işgali sırasında en büyük destekçi grup olmuşlardır. (ç.n.)
-
“İnsanlık çok eskidir oğlum. Milyonlarca, milyarlarca insan,
milyarlarca düşünce
yaratmışlar. Milyarlarca destan, türkü, şiir yaratmışlardır. Şu
insanların birinci derdi de kendinin ve insanların gizine ulaşma
çabası
olmuştur. Bugün, insan evrende insanı bildiği kadar hiçbir şeyi
bilmez. İnsan insan olduğundan bu yana öldürmekten, savaştan
iğrenmiştir ya gene
de öldürmüştür.”
Yaşar Kemal, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Bir Ada Hikayesi 1,
Adam Yayınları, s. 245
-
18
-
conatus
19
Çeviren: Akın SarıL u i s M . P o z o
Hegemonyanın kökleri: sınıf Uzlaşımının mekanizmaları ve
UlUs-Halk’ın ortaya Çıkışı
Herhangi bir egemen grubun madun olan üzerindeki iktidarının
ortak nedeni olarak, kolektif amaçları ya da bir bütün olarak
toplumun genel çıkarlarının gerçekleştirilmesini sağlaması
gösterilir (Beetham, 1991: 46); ve Beetham’ın dikkat çektiği gibi,
egemen ve madun olanı kuşatan bir toplum düşüncesi, meşruluğu
korumak açısından merkezidir (a.g.e: 82-90). Ancak Beetham, “her
türlü kolektife farklılaştırılmamış bir bütün olarak davranmanın,
tanımlanabilir amaçlar ve çıkarlarla tek bir varlık olarak
bakmanın, bu amaçların ve çıkarların yolunun iktidarın içsel
ilişkileri yoluyla ve aracılığıyla kurulduğunu gözden kaçırmak”
(a.g.e: 47) olduğu uyarısında bulunur. Büyük çoğunlukla, belirli
kolektiflerin üyelerine güç ve kaynaklar bakımından fiili
farklılıklarına bakılmaksızın bu şekilde yaklaşılır. Uluslar ve
ulusal çıkar, halklar ve onların farazi iradeleri, muhtaçların
himayecilerinden oluşan güçlü kodaman “aileleri”, bütün bunlar
sınıfın önemini yadsımak ve egemenlerin yönetimini meşrulaştırmak
için egemen sınıflar ve onların organik entelektüelleri tarafından
yardıma çağrılır. Bu şaşırtıcı değildir. Sınıflı bir toplumun
işlevsel olabilmesi için, yani, toplumsal sömürü ilişkilerinin
uygulanabilir bir sistem olarak varlığını sürdürmesi için, bir
nebze toplumsal bağlılık gereklidir. Makul olarak, egemen
sınıfların toplum üzerindeki hegemonyasının asıl hedefi sınıfı
politik olarak idare edilebilir hale getirmek için dikkatle bu tür
bir “bütünleşme”yi sağlamaktır. Bu incelemede, sınıf yönetimini
meşrulaştırmanın ideolojik ve kurumsal ön koşullarını, hegemonyanın
politik/ kültürel temellerinin araştırmasına giriyorum. Bu
maksatla, topluluk mitlerine ve yöneten sınıfların sistemli
iktidarı tarafından biçimlendiren kapsayıcı kimliklere göndermede
bulunan “sınıf uzlaşımının mekanizmaları” düşüncesini öneriyorum.
Toplumsal bilinci sınıflara ayırmamayı, sınıf birliğini önlemeyi ve
madun sınıfların bağımsız bir politikada çıkarını örtbas etmeyi
amaçladığı için, bu kimliklerin etkisi sözüm ona egemen olan ve
egemen olunanın temel “organik”
Giriş
-
20
conatus
birliğini vurgulayarak, politik olarak alakasız sınıf ayrımları
gerçeğini dile getirmektir. Mekanizmalar, ahlaki öncelik ve özel
bağlılık gerektiren ideolojik ve kültürel olarak kurulu özdeşleşme
adına insanların mitsel bir topluluğa dahil edildiği kolektif
deneyimi ön belirleyen örgütleyici ilkeler olarak tanımlanabilir.
Bunlar –zaman ve mekânla sınırlı- farklı sınıflardan insanları
ayinsel ve sembolik pratiklerle ve ortak iyi ve toplumsal uyum
ideolojileri yoluyla birleştiren, kolektif kimliklerin
oluşturulmasını içeren, hegemonya için gerekli olan ancak yeterli
olmayan koşullardır. Bunlar gerçekte yakın bir şekilde iç içe
geçmiş, ancak analitik olarak ayrıştırılabilir olan birbirleriyle
ilişkili deyişler ve görüşler (ideolojik boyut) ile ayinsel
pratikler ve kurumlar (performansa dayalı boyut) çerçevesini
oluşturur. İdeolojik olarak, aile ve topluluğun işlevsel
metaforları yoluyla dillendirilen karşılıklı uyum, organik birlik,
sembolik eşitlik ve ortak iyi formülünde ifade edilen birkaç temel
temanın geliştirilmesinden oluşurlar. Gramsci’yi izleyerek,
ulus-halkı bu mekanizmalardan biri olarak tanımlıyorum.1 Çarpıcı
biçimde, hegemonyanın temellerinin incelemesinin öneminin
anlaşılmasına ve Gramci’nin son yıllardaki popülerliğine rağmen,
Gramscici tedrisatta ve ulus kavramı literatüründe apaçık bir
sessizlik vardır. Bunun nedeni, Gramsci’nin kendisinin ne teorik ne
de tarihsel düzeyde, hegemonyanın temeline yerleştirdiği “hegemonik
ilkeler” ve “ulus kavramı”nı (Gramsci 1975: 1236
[Quaderni-Defterler’den olan bütün alıntılar yazarın kendi
çevirisidir]) incelemekle ilgilenmemiş olması olabilir. Egemen ve
madunu bir araya getiren belirli hegemonik ilkeler –ulus bunlar
arasındadır- Gramsci’nin daha fazla ayrıntıya girmeden önerdiği
hegemonya kavramının köklerini oluşturur. Görünüşe bakılırsa, kendi
iç mantıksal ya da rasyonel niteliğinin gereği olmaktan ziyade bir
çeşit “halk din”i haline gelerek ( a.g.e: 1084, 1236) birbirinin
yerini alan bu ilkeleri olduğu gibi kabul etmiştir. Bu bir şekilde
onların tarih-aşırı, her daim kurulu özler olduğu anlamına gelir.
Ancak ulusçuluğun “popüler din” olma süreci ve
onun belirlenimleri ve koşulları –en basitinden ulusun önceden
tahayyül edilmesi ve kurulması gerektiği olgusu bile- görünüşe
bakılırsa onun aklına gelmemiştir. Bu, onun İtalyan ulusunun
birliğinin sağlanması ve sürdürülmesi kaygısıyla birleşerek,
Gramci’nin, ulus-halkın burjuva hegemonyasının karakteristiği olan
hegemonik bir ilkeyi temsil etmesi durumunda, bu halkın burjuva
olmayan hegemonik projelerin temelini oluşturamayacağını anlamasını
engellemiştir. Birbirini pekiştiren bu iki nokta, Gramsci’nin
ulus-merkezli görüşleri eleştirisiz kabullenmesinin nedeni
olabilir. Gramsci’nin yeni ufuklar açan görüşleri çok önemlidir.
Ancak yaklaşımının sınırlılıkları, bizi onun sezgilerinin
doğrulanmasını başka kaynaklarda yapmaya sevk etmektedir. Bu konuda
kendilerini kısıtlamış olsalar bile, “modernleşme okulu” ve
Marksist geleneğin literatürünün ayrı ayrı gözden geçirilmesi,
ulusun, çatışmalı sınıflar arasında bir uzlaşma ilişkisi sağlamak
işlevini yerine getirdiğini doğrular. Ulus nosyonunun oynadığı bu
işlev modern olana geçişteki temel uğrağı oluşturur. Bu literatür,
ulusun biçimlendirici aşamasındaki rolünün ne olduğuna ve daha önce
tarihsel olarak ilişkili başka hangi sınıf uzlaşım mekanizmalarının
olduğuna dair ipuçları sağlar.Eğer ulus burjuva hegemonyanın özünü
oluşturuyorsa, bu sınıf uzlaşım mekanizmasının ortaya çıktığı
tarihsel bağlamın incelenmesi, önceki teorilere nazaran ulus
devletin belirmesi hakkında daha tatmin edici bir açıklama
sağlayabilir. Burada tartışacağım ulus devlet, uzlaşımın daha eski,
parçalı örneklerinin bu devletler içersindeki bütün nüfusu kapsayan
tamamen kuşatıcı özdeşleşmelere dönüştürülme yollarının
biçimlendirildiği, toprak temelli devletler sisteminin politik
yapılanmasına ve emekçi kitlesinin himaye ve tüzel bağlardan
“özgürleşmesi”ne can alıcı şekilde dahil edilen kapitalizmin
gelişimine bağlanmalıdır. Ayrıca, bu eski örneklerin yeni olanların
gelişimini etkilediğini göstereceğim. Uzlaşımın burjuva öncesi
söylem ve pratikleri, işlevsel aile ve topluluk metaforlarının
uyumu çerçevesinde yeni uzlaşımlara imkân tanıdı.
-
conatus
21
Gramsci’nin açıklamasındaki tezatlık,
hegemonyayı, tarihsel olarak biricik burjuva
ulus-inşası projesi davasına kaçınılmaz
olarak bağlı olan ulusal-halkçı sözleşme
yoluyla kavramsallaştırmasıdır
Hayali aile haneleri ve yardımcı himaye ideoloji ve pratikleri,
çeşitli şekillerde toplu düzenlemeler ve “iyi yurttaşlığı” (kentsel
yerleşimlerde yerel yurtseverlik/vatandaşlık sözleşmesi) tanımladı.
Bunlar kapitalizmin yayılmasıyla ilişkili olarak sınıf uzlaşımının
yeni mekanizmalarının yerini aldı. Bu yeni mekanizmalar,
“ulus-halk” ve ulus-inşasının birbiriyle ilişkili yönleri,
korpotarizmin modern biçimleri ve ideolojileri ve “sosyal ortaklık”
pratikleriydi. Ticari / dini korporasyonlar ve devlet yönetim
biçimi olarak corpus mysticum, tüzel “ulus” varlığını mümkün kıldı;
hayali miras şecereleri kardeşçe, aile-benzeri burjuva ulusa yol
açtı ve kentsel iyi yurttaşlık ulusal, devlet-kapsamlı yurttaşlık
ve (ulusal) yurtseverliğin yeni bir biçimi benimsendi. Bu yazıda,
sırasıyla yukarıda özetlenen meseleleri inceliyorum. Öncelikle, hem
işe yararlılıklarına hem de sınırlılıklarına dikkat çekmek ve bunun
sonucu olarak meseleyi genişletmek için hegemonya ve ulus-halk
arasındaki ara birimde özgün Gramscici tartışmaları
değerlendiriyorum. Daha sonra Gramsci’deki sessizlik ve
belirsizliğin üstesinden gelmekte ve sınıf uzlaşımının tarihsel
modelini ana hatlarıyla belirtmekte kullanılabilecek toplumsal uyum
ve bütünleşme üzerine ilgili literatürü inceliyorum. Son olarak,
doğasında bir sınıf uzlaşım mekanizması olarak gösterilen
kapitalizmin yükselişine bağlı uzlaştırıcı aygıt olarak, yapısal
ortaya çıkış koşullarını ve tasarlandığı ve kurulduğu somut
biçimleri izledikten sonra “ulus”a odaklanıyorum.
Hegemonya “belirli bir ahlaki yaşam sistemi demektir” (Gramsci,
1975: 1084) ve “mutabakat” ile politik, ahlaki ve kültürel liderlik
arasında ilişki kurar (a.ge: 1222 -4). Hegemonya, toplumsal düzenin
meşrulaştırılmasında bir önkoşul olarak kitlelerin rızasını
bütünleştirici bir temelde sınıf siyasetine kazandıran
mekanizmaları bularak ilerler. Bu Gramsci’nin düsturunda bir çeşit
“halk dini”ne benzeyen “yurtseverlik” ve “ulusçuluk”
biçiminde “liderleri ve lideri etkileyen bağ” olan “hegemonik
ilke” ile şifrelenir (a.g.e: 1084, 1236-7). Hegemonya düşüncesi,
Gramsci’nin Sorel yoluyla miras aldığı Durkheimcı tonlamalara
rağmen, sınıf mücadelesinin rolünü muhafaza ederek rıza ve sosyal
bağlayıcı yönleriyle birlikte, Durkheimcı-Weberci yapısal
işlevselciliğin icat ettiği toplumsal bütünleşme tarzlarını önceden
tasarlar (Buci-Glucksmann, 1978: 78). İronik bir şekilde, bu
enternasyonalist komünisti, İtalya’daki Pareto, Mosca, Croce ya da
Gentile gibi sağ kanat şahısların yanında, “ulusal gündemin klasik
bir meselesine katkı sunar” gibi gösteren şey, çatışma yerine
toplumsal bütünleşme yönündeki bu kaygıdır (Szporluk, 1988: vii).
Bu yüzden, Gramsci’nin hegemonya üzerine araştırması “İtalyan
devletini meydana getiren farklı sınıf ve kültürlerin nasıl bir
araya getirileceğini işleyen –birleşmeden bu yana İtalyan
seçkinlerinin son derece önemli bir teması- karakteristik bir
İtalyan teması” olarak okunabilir (Bellamy, 1987: 115). Bu anlamda,
Gramsci kendi
Hegemonya ve Ulus-halk
-
22
conatus
zamanının bir İtalyan çocuğuydu ve bu, neden ulus-halk kavramını
sorunsallaştıramadığı ya da bunda gönülsüz olduğu konusunda bize
bir ipucu verebilir.2 Gramsci’ye göre, yöneten ve yönetilenler
arasındaki bütünleştirici “etik-politik bağ” köylüler arasında
“anavatan ve ulus kavramını kişileştirmiş” otorite ilkesini temsil
eden “imparator ya da kralın şahsı”nda değişmişti (1975: 1236-7).
Bütün sorun Gramsci’nin kendisinin işaret ettiği genişletilmiş
patronlar ve müşteriler ve ticari/dini korporasyonlar silsilesi
biçimindeki, hegemonik ilkeler bakımından kitlelerin krallara sözde
bağlılığından daha önemli olan hayali hısımlık ve korporatizm
konusunda sonuç çıkarmasına yol açacak bu hegemonik ilkelerin
tarihsel ortaya çıkışına dair bir tartışmadan sakınmış olmasıdır
(Pozo, yakında). Aynı şekilde, proletarya hegemonyasının koşulları
için burjuva hegemonyası koşullarının devralınmasını (ayrılmamış
bir toplumsal oluşum olarak bir kimliğin ve onun temsiliyetinin
kurulması) yanlış anlayarak ulus-halkı tarihselleştirmekte tamamen
başarısız oldu. İronik bir şekilde, hegemonya kavramının
aydınlattığı bir ulus incelemesi, güya Luxemburg’un ulusun tam
rolüne ilişkin Marksist izahatıyla çeliştiğini kanıtlar. Luxemburg,
sınıflı bir toplumda, “ulusun tekdüze bir toplumsal ve politik
bütün olarak aslında var olmadığını” iddia etse de, Gramsci, üretim
sistemi –toplumsal zenginlik mirası- farklı sınıflar arasında bir
ortak çıkar alanını temsil ettiği için, ulusal birliğin değerli
olduğuna inandı. Yine de, madun sınıfların devrimci faaliyetinden
bahsederken, kendini “ulusal-popüler” olanı “tamamen halkçı” ve
“radikal bir şekilde ulusal” gibi ifadelerle tanımlamak zorunda
hissetti. Bu da bize Gramci’nin, ulus-halkın üzerinden oluşacak bir
proletarya hegemonyasının, sınıf baskısını sonlandırmaya yeterli
olacağından kuşku duyduğunu sezdirmektedir (Gramsci, 1975: 1220).
Gramsci’nin belirsizliği, burjuva hegemonyasına ilişkin olan bir
ilkenin proletarya hegemonyasına çelişkili bir biçimde
uygulanmasından, gerçek bir ulusal birlik elde etmek ve sürdürmek
için, “ulusal sınıf” olarak
burjuvazinin yerini proletaryanın almasına dair sözde
zorunluluktan kaynaklanır. Gramsci’nin açıklamasındaki tezatlık,
hegemonyayı, tarihsel olarak biricik burjuva ulus-inşası projesi
davasına kaçınılmaz olarak bağlı olan ulusal-halkçı sözleşme
yoluyla kavramsallaştırmasıdır. “Ulusal-halkçılık”ı bir “Jakoben”
içerme süreci ve madun sınıfların, özellikle köylülüğün
seferberliğini doğrudan Fransız Devrimi’nden çıkma olarak kavradı
(a.g.e: 951-3); ancak daha sonra halen görünmeyen ve tasarlaması
güç olan “ulusal-halkçılık”ı gelecekteki bir proletarya
hegemonyasına atfetti. Muhtemelen, Fransız kitlelerinin
burjuvazinin oluşturduğu tarihsel blokta yer alarak ancien régime’i
(eski rejimi) feshetmekte çıkarı vardı. Ancak bu sonsuza dek
burjuvazinin evrensel olarak kendi çıkarlarını temsil ettiği bir
mahiyetin içersinde kapalı kalmak anlamına gelmiyordu. Eğer daha
önceki hegemonik bloğa karşı “ulusal-halkçı kavramda kolektif bir
irade oluşturmak için tek bir merkezin önderliğinde sınıf
ittifaklarının inşasını içeren hegemonyanın kuruluşu tehlikedeyse”
(Forgacs, 1988: 94), o zaman ulus-halk yoluyla kurulacak hegemonya
burjuva hegemonyasından başka bir şey değildir. Marx Fransız
burjuva devrimleri -yani, “sivil toplumun bir bölümünün kendisini
özgürleştirdiği ve evrensel hakimiyet kazandığı kısmi ve sadece
siyasal olan devrimler”- üzerine fikirlerinde bu tür kolektif bir
öznenin oluşumu için gerekli koşulları kavramıştı:
“Bir halk devrimi ile sivil toplumun belirli bir sınıfının
özgürleşmesinin çakışması için, bir sınıfın toplumun bütününü
temsil etmesi için, bir başka sınıfın toplumdaki bütün kötülükleri
kendinde toplamış olması gerekir… Belirli bir toplumsal alan, bütün
toplumun adı çıkmış cürümü olmalıdır ki, bu alandan gelen bir
özgürleşme genel bir özgürleşme olarak ortaya çıkabilsin. Bir
sınıfın özgürleştirici sınıf olması için, bir başka sınıfın açık
bir şekilde ezen sınıf olması par excellence3 gerekir. Fransız
soylular
-
conatus
23
ve rahipler sınıfının negatif önemi burjuvazinin pozitif önemini
ortaya çıkarmıştır” (Szporluk’tan alıntılandı, 1988: 26).
Marx Alman İdeolojisi’nde burjuvazi ve soylular sınıfı
arasındaki çekişmeleri tartışırken şunda ısrar eder:
“Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni
sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarlarını
toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarları olarak göstermek
zorundadır ... kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermelidir
... Devrim yapan sınıf en başından itibaren, bir sınıfa karşı
çıkması yüzünden, bir sınıf olarak ortaya çıkmak yerine bütün
toplumun temsilcisi olarak ortaya çıkar.” (Marx, 1964: 61-62).
Gramsci hiçbir zaman ulus-halkı, konjektürel olarak anlamlı ve
kaçınılmaz biçimde (Marx’ın anladığı gibi) tarihsel bakımdan özel
koşullar içinde burjuvazinin himayesi altında kısa vadeli çıkar
birlikteliği olan bir ad hoc4 olarak göstermedi; ulus-halkı burjuva
topluma geçişi etkilemek için maddi çıkarları ve egemen bir dünya
görüşünü birleştiren tarihsel bir bloğun oluşumu olarak düşündü. Bu
yüzden belirli bir tarzın hegemonik burjuva müdahalesini proletarya
meselelerine aktardı. Sonuç olarak, Gramsci’nin takipçileri, teorik
bakımdan taban tabana zıt ve pratik bakımdan talihsiz çok farklı
tarihsel bir konjektürde, İkinci Dünya Savaş’ndan sonra ulus-halk
aracılığıyla, burjuvaziyle birlikte bir uzlaşmayı destekleme
hatasında bulundu. Bu uzlaşma aslında “Hıristiyan Demokratların
politik önderliğindeki burjuva hegemonyasının yeniden gruplaşmasını
önlemekten acizdi ve kuvvetle ihtimaldir ki bunun oluşmasına
yardımcı oldu” (Forgacs, 1988: 96). Faşizmin yükselişi,
“dönüştürücü” oybirliği ve kitle desteğinin sağlanması yoluyla
“pasif” ya da savunmacı bir devrimi yeniden etkileyerek, bir
şekilde Risorgimento’yu5 yeniden harekete
geçirmişti. Gramsci Risorgimento’dan beri İtalya koşullarında
elverişli olduğunu düşündüğü işçilerin, köylülerin ve küçük burjuva
entelijansiyanın benzer stratejik ittifakına karşı çıktı. Bu
strateji savaştan önce ses getirebilirdi, ancak Gramsci’nin onu
“ulusal-halkçı” olarak nitelendirmesi oldukça sorunluydu. Halen
ulusal-halkçı olmasına karşın bu ittifakın nasıl burjuva karşıtı
olabileceği ve İtalyan devletini çözmek ve ulusal birliğin
patlamasını nasıl engelleyebileceği, sanırım Gramsci’nin
yanıtlamaya hazır olmadığı bir sorudur. Faşistlerin tamamen –on
dokuzuncu yüzyıldan bu yana sağ kanat siyasetin temeli olan- halka
ve ulusa başvurarak kitle rızasını muhafaza ettiği unutulmamalıdır.
Savaş boyunca, Komünistler anti-faşist “bütün ulus-halk”
girişiminde burjuva güçleri dahil etti, böylece farkında olmadan
savaş sonrası dönemde, şartların –Risorgimento’nunkiler bir yana-
faşistlerin yönetimi ele geçirmesinden daha farklı olduğu ve
burjuvazinin halihazırda kendi kurucu ulusal rolüne yeniden
giriştiği bir zamanda, burjuvazinin yeniden güçlendirilmesi ve
yeniden meşrulaştırılmasına katkıda bulundu. Gramsci –ve
dolayısıyla onun takipçileri- görünüşe bakılırsa bir ulus-halkın,
bizzat kendi doğasının belirlediği, ulusal çıkar adına hareket
ettiği iddiasındaki bir burjuvazi tarafından (yeniden)
sömürgeleştirmeye açık olma tehlikesini görmekten acizdi. Bu
yüzden, son tahlilde, hegemonya kavramı, Luxemburg’un belirttiği ve
Marx’ın üstü kapalı şekilde söylediği “ulus-halk” düşüncesinin
merkezindeki temel çelişkinin altını çizer. Sonuç olarak,
Gramsci’nin incelemeleri karakteristik olarak tamamlanmamıştır.
Hegemonyanın temeline yerleştirdiği kavramın toplumsal ve tarihsel
köklerini hiçbir zaman sistematik olarak tartışmadı. İtalyan
ulus-halkı halihazırda Orta Çağlarda görülebilir tarih üstü bir
özmüş gibi yazarak bir şekilde bunu mutlak bir doğru olarak kabul
etti (Gramsci, 1975: 640-653). Ticari oligarşilerin öngörüsüzlüğünü
ve Rönesans entelektüellerinin (belki de Machiavelli hariç) tam
hegemonya elde etmek ve ülkeyi birleştirme konusunda bir
ulusal-
-
24
conatus
halkçı tarihsel blok oluşturmak için köylülükle kendilerini
birleştirememesine hayıflandı. Bu anakronikti, zira Rönesans’ta
uzaktan yakından bir “İtalyan ulusu”nu andıran hiçbir şey yoktu ve
bir ulus inşa etmek için gerekli olacak kaynaklar, o zamanlar
egemen sınıfların elinde bulunanların, bunu anlaşılabilir bir görev
olarak düşünseler bile, çok ötesindeydi. Gramsci haklı olarak
ulusal-halkçı birliğin başarılı bir burjuva devrimi gerçekleştirmek
için gerekli olduğunu ima ederek, ki bu İtalya’da burjuva devrimin
tamamlanmamış doğasını açıklar, ulusal olmayan eski seçkinlere
karşı burjuvazinin “halkın” programatik çıkar birliğini
oluşturmaktaki başarısızlığıyla ortaya çıkan Risorgimento’yu “pasif
bir devrim” olarak gördü. Gramsci aynı zamanda bu birliği önleyen
İtalya’nın teritoryal ve ekonomik bölünmesini yansıtan toplumsal
düzenleme biçimlerini vurgulamakta da haklıydı (Gramsci, 1978:
17-9, 92-93). Burjuvazi, köylülükle ittifakı içeren Jakoben bir
“kolektif irade”, akabinde birliğin “pasif” ve savunmacı doğasını,
yaratmayı başaramadı. Bununla birlikte köylülüğü dışarıda bırakan
proletarya, toprak sahipleri ve orta tabaka ile ittifak yapan
alternatif bir “kolektif irade” yaratıyordu. Bu elbette İtalyan
ulusunun inşa sürecinin bir şekilde yetersiz olduğu anlamına
geliyordu: “pasif”, özellikle seçkinlerin başını çektiği bir süreç.
Ancak köylülerin katılmamasına rağmen, ön varsayımları ve
yöntemleri bakımından, özellikle nüfusun içersinde daha önceden
eksik olan bir ulusal kimlik hissini yayma girişiminde, diğer
herhangi bir Avrupalı ulus-inşası süreci kadar ulusal-halkçıydı.
Ancak İtalya örneğinde, sadece kuzeyli kitleler dahil edilmişti.
İnişe geçen feodalizmin ve yükselen piyasalaşmanın karışımı
yarı-feodal, himaye-bağımlılık ilişkileriyle perçinlenen Güney
İtalya bir sömürge olarak kabul edilmişti. Burjuvazinin
desteklediği ulusal bilinç ancak bu minvalde anlaşıldı.6
Dolayısıyla, Giolittizm ile birlikte doruğa çıkan, proletarya ve
burjuvaziyi yeniden bir araya getiren bütünleştirici ideolojiler ve
maddi pratiklerden meydana gelen tarihsel bir blok oluşturuldu.
Aynı zamanda, işçilerle ittifaklarını
önlemek için güneyli köylü kitleleri “geri” ve ulusal birlik ile
ilerlemenin önünde engel olarak tanımlandı. “Kiliseden,
gazetelerden, burjuva geleneği ve propagandadan etkilenen” Kuzeyli
kitleler güneyli köylüleri “biyolojik bakımdan aşağı”, “tembel”,
“vahşi” ve “barbar” olarak gördü; bu yüzden karşılıklı “sert
düşmanlık” teşvik edildi (a.g.e: 94, 1023, 117).7 Gramsci doğru bir
şekilde ulusal ideolojinin bölücü, savunmacı yönüne dikkat
çekmesine rağmen, bölücü stratejilerin başarılı olması için bir ön
koşul olarak nihai amaçlar ve ahlaki ölçütler dayatan toplumsal
bağlılık ideolojileri ve pratiklerinin oluşumuna ilgisiz kaldı.
Yani, bu nitelikteki bir ulus-inşası süreciyle ilgilenmedi.
Burjuvazi kendi “Jakoben” işlevini tamamlamadığı için, Gramsci
proletaryayı bu işlevi tamamlamakla mükellef kıldı; ancak Jakoben
momenti, daha önce varlığı olmayan bir ulus oluşumunun başlangıç
noktası olarak kavramsallaştıramadığı için, proletaryanın kendi
başına ulus-inşası görevini üstlenmesini talep ettiğini fark
etmedi. Burjuvaziyi marjinalleştiren bir ulus-inşası sürecinin
“ulusal” olup olamayacağını soramadı. Ayrıca her ne kadar yetersiz
de olsa burjuvazinin fiilen görevi üstlendiği gerçeğini gözden
kaçırdı. Massimo D’Azeglio’nun ünlü deyişi çok açıktır: “İtalya’yı
kurduk, şimdi İtalyanları oluşturmalıyız.” Toprağa dayalı bir
devlet oluşturmak, bir ulus inşa etmekle aynı şey değildi: bunun
inşa edilmesi gerekliydi –ve de toplumsal bütünleşme ihtiyacına
Gramci’den çok daha duyarlı olan ve buna uygun olarak hareket eden
burjuvaziydi.8
-
conatus
25
“Bütünleşme” ArayışıGramsci sonradan egemen ile madunu
birleştiren etik-politik dünya görüşleri meselesiyle uğraşmak
konusunda bir parça kararsız ve muğlak –ya da sadece sessiz- kaldı.
Toplumsal bütünleşmeye ilgi, Gramscici gelenek içersinde yer alan
Marksistlerin yanı sıra, yapısal-işlevselci ve modernleşme
kuramcıları tarafından da ele alındı. Bu bölümde, akademinin farklı
köşelerindeki daha eski içerme ya da özdeşleşme biçimlerine yapılan
göndermeleri ve ulusa atfedilen kapsayıcı ve işlevsel rolü dikkate
alarak, Gramsci’nin temel sezgilerini teyit etmek için bütünleşme /
birleşme temasını inceleyen literatürü gözden geçireceğim. Daha
önceki sınıf uzlaşım mekanizmaları bir yana, hegemonyayla ilişkili
ulus-halk üzerine odaklı herhangi bir araştırma olmadığı ve
bütünleştirici mekanizmalar incelemesinin şimdiye kadar plansız ve
parçalı olduğu vurgulanmalıdır. Bu yüzden bu girişimin doğası da
deneyseldir. İşçi sınıflarının tarihsel olarak “içerilmesinin
krizleri”nden esinlenerek istikrar ve uyumun işlevsel bir politik
sistemde nasıl geliştirilebileceğini ele alan en kapsamlı
incelemeler, modernleşme üzerine yazılan literatürden gelir. Bu
literatür değişen derecelerde, toplumsal bütünleşmeye dair
Durkheimci ilgiyi, meşruluk üzerine Weberci odaklanmayla
birleştiren yapısal işlevselciliğe dayanır. Bu çalışmalar,
“geleneksel”den “modern” toplumlara hızlı yapısal değişim
koşullarında dengeyi sürdürmek için gerekli olan politik evrimi
izlediler. Modernleşme krizlerine “çözüm” olarak görülen
endüstriyel işçi sınıfının “içerilişi”, resmi yurttaşlık yoluyla
politik toplumdaki içerme temasıyla ilişkili olarak (Bendix, 1996;
Lipset 1973; Marshall 1992) ya da “katılım patlaması”nı massetmek
için ihtiyaç duyulan kurumsal tamponlar bakımından (Huntington,
1968) veya “bütünleşme”nin akabinde seferberlik sürecinin bir
uzantısı olarak icat edildi (Germani, 1964). Paradigmatik bir
çalışmada, Waisman (1980: 24) işçi sınıfının “içerilmesi”nin
modernleşme ve kapitalizmin meşruluğu arasındaki ilişkinin en
önemli değişkeni olduğu sonucuna varır. Bu ön varsayım, tutarlı
politik yönetimlerin başarısıyla ilgili Batılı kaygıları
destekleyen, Soğuk Savaş mücadeleleri bağlamında doğan ulus
devletlere kapitalizmin nüfuz etmesine bağlanıyordu. Bu durum,
“siyasal gelişim doktrini”nin –kapitalist modernleşme sürecindeki
bir siyaset teorisi ve kapitalist değişim yönünü garantilemeyi
amaçlayan bir doktrin- tasarlanmasını gerektirdi (Cammack, 1997;
karşılaştırın Tilly, 1975: 38-43; Robinson, 196: 44-8): Yani
gelişen ülkelerde kapitalist rejimlerin yerleştirilmesi ve
güçlendirilmesi doktirinini (Cammack, 1997: 1). Kapitalist organik
entelektüeller, ulus-inşasını emperyalist seçkinlere ve onların
sömürgeci müttefiklerine karşı bir siyaset formülü olarak önerdi.
Açıkçası, sınıf idaresinin meşrulaştırılmasına kararlı bir şekilde
iştirak eden politik katılımın genişletilmesi sürecinde ulusal
kimliğin pekiştirilmesine inanarak, ulusu sınıf çatışmasının
bastırılabileceği bir araç olarak gördüler (a.g.e: 57, 159).
Verba’nın belirttiği gibi, ulusun kimliği düşüncesi “ulusal
seçkinlerin etkinliklerini meşrulaştırır ve takipçilerinin desteği
ve bağlılığını seferber etmelerini mümkün kılar” (alıntı
Cammack’tan, 1997: 135). Bu literatürdeki temel kaygı, politik
kurumları toplumsal baskıdan kurtarmak ve “sorumlu” seçkinlerin
yönetiminde istikrar elde etmek için kitlelerin katılımını kontrol
etmekti (a.g.e: 202). Asıl soru kitle siyasetine ilişkindi:
Kitleler “katılım patlaması” kontrol edilerek nasıl zararsız bir
şekilde politik topluluğa dahil edilir? (a.g.e: 45,49) Toplumsal
bütünleşme, sosyal uyumun korunmasının kaçınılmaz olarak
düşünüldüğü, mütemadiyen ulus-inşasının muntazam sürecine ve
“siyasal gelişim” ya da “modernleşme”yle (a.g.e: 56)
özdeşleştirilen bir ulusal kimlik hissinin kazanılmasına (a.g.e:
39, 42, 119, 156) bağlanmıştı. Kimlik ve meşruluk krizinin
üstesinden gelinmesindeki ilerleme “hem bireysel hem de kolektif
kimlik hislerinin açıklığa kavuşturulmasına ve kitleler üzerinde
uygun bir ortak kimlik ve elit özerkliği ve otoritesi
oluşturulması”na dayandırılan, kitlelerin politik
-
26
conatus
hamlesiyle meydana geldi (a.g.e: 119, 154).Bu yüzden reçete,
kitle iletişim medyası, eğitim sistemleri vb. ile “sorumlu bir orta
sınıf”ın yaratılması aracılığıyla ve gerektiğinde geleneksel
kişiler arası aidiyet ilişkilerinin (himaye-bağımlı ilişkileri)
muhafaza edilmesi yoluyla ulusal bir aidiyet hissini vurgulayan bir
biçimde, geniş bir toplumsal mühendisliği gerektirdi (a.g.e:
128-9). “Başarı” öyküleri “başarısızlık” öyküleriyle çatıştırıldı:
Japonlar yurttaşlık haklarının manipülasyonu, ulusal sembollerin
geliştirilmesi ve politik beyin yıkama için okul sisteminin
kullanımı yoluyla başarılı oldu. Latin Amerika sözde kitle
partilerinin ulusal bütünleşmeden yoksun olması nedeniyle başarısız
oldu (a.g.e: 136, 156-7, 184-6). Sanayi ve Fransız Devrimleri’nden
sonra Avrupa’ya özgü sosyal yapıların modernleşme seyri boyunca,
Mouzelis’in derinlikli anlatımında –ulusal piyasalara, eğitim
sistemlerine ve idari ağlara maruz kalan- daha aşağı sınıflar,
politik olarak üç yoldan birine “dahil edilmişti”:
- Kuzeybatı Avrupa’da “bütünleştirici tarz”: ancient rejimin
corps intermédiaires’i 9 ve mutlakıyetçi monarşilerin
merkezileştirici çıkarsamaları arasındaki etkileşime dayalı bir
“yatay” içerme biçimi.
- Yunanistan gibi yarı çevre bölgelerin “kaynaştırıcı himayeci
tarz”ı: halihazırda var olan himaye ağları ve örgütlerinin
yayılması ve merkezileşmesi yoluyla politik içerme.
- Balkanlar gibi bölgelerde kullanılan “kaynaştırıcı halkçı
tarz”: kitlelerin popülist bir lidere bağlılığı yoluyla içerme.
Oxhorn, kontrollü politik katılımın hiyerarşik örneklerinden
bahsederek, Latin Amerika’daki “kontrollü içermenin sınırlı
süreçleri”ni anlatır: himayeci ve halkçı yollara dayalı bir devlet
korporatizmi.Marksizm, bu literatüre karşı çıkarak, Gramsci’nin
kayıtsızlığını daha da derinleştirmek için ulusun işlevsel
olarak kapsayıcı boyutunun, nadiren teorileştirilen ya da
geliştirilen gelişi güzel referanslardan anlam çıkarılarak bir
klişe haline getirildiği ve üstelik rakipleriyle açık bir benzerlik
sergileyen karşı açıklamalar geliştirdi. Burada Gramscici “ahlaki
yaşam sistemi” ya da “halk dini” bir “yurttaşlık” (ya da “medeni”),
“dünyevi” din olarak yeniden şekillendirilmiştir. Ulusun bütün
kapsayıcı kapasitesi, muhafazakâr amaçlara uydurarak, ulusçuluğun
potansiyelini bir “dünyevi din” olarak vurgular: “en bütünleştirici
ve dengeleyici” güç; par excellence “işlevsel inanç” (Miliband,
1969: 206). Ulus kolektif özdeşleşmenin daha eski biçimlerinin
ölümüne ve kitle politikasının ortaya çıkışını destekleyen ve
özneleri yurttaşlara dönüştüren değişimlere bağlanır (Hobsbawm,
1983: 263-8, 303, 307). Yeni kimlikler inşa etmek için başvurulan
araçlar; çoğunlukla krallığın sembolik bakımdan insanların birliği
için araç olarak sunduğu “ulus”u bir topluluk olarak sunan (a.g.e:
272-6, 282) politik sembollerin ve bir “yurttaşlık dini”nin oluşumu
anlamına gelen ritüel, seremoni ve mitin yaratılmasıydı (a.g.e:
283, 304).10 Bu “yurttaşlık dini”nin yaratılmasının ardındaki öykü
en iyi, Hobsbwam’ın “hegemonik sızma” olarak değerlendirdiği, temel
bir moment ya da hegemonik bir süreçteki bir ön koşul olarak egemen
ve madun olanı taklit ederek benimseyen bir politik / kültürel
kimliğin inşası olarak açıklanır. Hegemonya, -mücadele biçimlerini
şekillendiren sınırlamaları, madun sınıfların egemenlik sürecinin
kendisinin biçimlendirdiği kurumlar, imgeler ve semboller yoluyla
egemenliği anlama ve ona direnme biçimlerini kuşatması itibariyle
(Roseberry, 1994: 361)- “doğallaştırılan bir egemen ideolojinin
parçası”nı meydana getirdiği için (Comaroff & Comaroff, 1992:
28)– bir millet olma duygusunun oluşumu önemlidir. Ulus bir kere
insanların kimliğinin ve bilincinin köşe taşı olarak inşa
edildiğinde, “halihazırda olası politik etkinlik ve inanç
biçimlerini belirleyen ... uçsuz bucaksız iktidarın ideolojik ve
kurumsal bir yapısı”nı temsil
-
conatus
27
Toprağa dayalı bir devlet oluşturmak, bir
ulus inşa etmekle aynı şey değildi: bunun
inşa edilmesi gerekliydi –ve de toplumsal
bütünleşme ihtiyacına Gramci’den çok daha
duyarlı olan ve buna uygun olarak hareket
eden burjuvaziydi
eder (Eley, 1981: 104). Ulusla bağlantılı olarak, devlet
kendisini ulus-halkın politik birliği olarak sunarak sınıf
mücadelesi olgusunu kamuoyundan gizler (Poulantzas, 1968: 239-40;
Balibar, 1991: 149-50; Miliband, 1969: 72). Bundan dolayı, devlet
iktidarını elde etmeye veya kullanmaya çalışan politik güçler,
Solun güçleri bile, Nairn’in (1977) “sınıfın uluslaştırılması”
olarak adlandırdığı şeyin araçları olurlar. Örneğin, Britanya İşçi
Partisi ulus ve sınıf arasında aracılık ederek, “politik
toplumsallaşma ve toplumsal denetimin” bir aracı haline gelir:
Doğrudan eylem, devrim ya da “bölgesel” çıkarlar karşısında ...
ulusun değerlerini destekleyerek mevcut toplumu meşrulaştırır ve
işçi sınıfından yana devrimci politik bir bilincin gelişimine karşı
etkili olur. İşçi sınıfının halihazırda maruz kaldığı ve genellikle
de aile, eğitim sistemi, kilise, medya ve hatta Muhafazakar Parti
gibi diğer politik toplumsallaşma kurumlarında massedilen değerleri
korumaya çalışır (Panitch, 1976: 235-36).
Politik partiler işçi sınıfının talep ve çıkarlarını bir bütün
olarak ulusunkilerle tarihsel birleştirme rolüne biçim veren ulusal
partiler haline gelir; yani, “ayrıştırılmaktan daha ziyade asıl
olarak birleştirilen bir toplumsal düzen kavramıyla kafası dolu
olan ve “ulusal çıkar” politikaları aracılığıyla ... çeşitli
sınıfların çıkarları ... arasında bir uzlaşma gerçekleştiren
“bütünleştirici” partiler (a.g.e: 1). Bu tür politikalar “sermaye
ve emek arasında güya toplumsal sınıfları aşan bir çıkar olması
adına işçi sınıfı rızasını daha fazla sömürüye tabi kılmaya
çalışır” (Foa, a.g.e’den alıntılanmıştır: 4).11 Benzer şekilde,
faşist hareketler ulusu sınıfsız birlik olarak, bir mazlum-sınıf
gerçekliğini yeniden yorumlamak için kullanmışlardır. Marcuse’a
göre, faşizm “bütün sınıfları birleştiren bir birlik ... sunar.
Mevcut sınıflı toplumun temelinde ve çerçevesinde ... sınıfsız bir
toplum” (alıntı Neocleous’dan, 1997: 40). Völkisch12 düşüncesi
“işçi sınıfını birleştirmenin yanı sıra aynı zamanda onu zapt etmek
için bir mekanizmadır da” (a.g.e: 40-1). Ulus, burjuva politik
rejiminin
türü her ne olursa olsun, bu işlemleri mümkün kılar; zira
ulus-halk toplumun birliğini, politik pratik düzeyinde sınıf
ayrımlarının üstesinden gelinmesini temsil eder ve devlet kendisini
meşrulaştırır ve bu birliğe başvurarak kendi amaçlarını
gerçekleştirir. Açıkçası, o halde, iki karşıt düşünce okulu
–muhafazakar ve radikal- ulusun rolünü belirlerken neredeyse
birbirini tamamlar. Her ikisi de ulusu kapitalist modernleşmede
görülen toplumlardaki temel bağ olarak görür: Gramsci’nin “halk
dini” sözünü hatırlamak gerekirse, kapitalist toplumsal formasyonda
bütün sınıfları bir araya getiren bir “yurttaşlık dini”. Her ikisi
de, farklı nedenlerle de olsa, toplumsal birleşmeyle ilgilenir ve
her ikisi de esas olarak aynı sonuçlara varır. Bu tesadüf olamaz.
Kendi tarzlarında, her ikisi de ulus-halkın temel mülkiyetini bir
tarihsel fenomen olarak algılar. Himaye / bağımlılığa yapılan
dağınık göndermeler ve tüzel kategoriler kapitalizmin
olgunlaşmasından önce sınıf uzlaşım mekanizmalarının sistematik
-
28
conatus
bir araştırmasına nereden başlanacağına dair bize bazı ip uçları
verir. Bunu başka bir yerde yapmaya çalışmıştım (Pozo, yakında
çıkacak). Gelecek bölümde, ulus devletlerin toprak temelli
devletlerden doğuşunun yapısal belirlenimlerini ve ulus-halkın
burjuva hegemonyasındaki her türlü girişimin temeli olarak
gösterildiği somut biçimleri inceliyorum. Cemaatleri Hayal Etmek:
Ulus ve UzlaşımYeni sınıf uzlaşım mekanizmalarının modern
biçimlerini, bütünü kuşatan bir biçimi neden ve nasıl benimsediğini
anlamak için kapitalizmin gelişiminin sosyo-politik örgütlenmelerin
uzamsal kümelenmesini nasıl etkilediğini ve toplumsal ilişkileri
yeniden nasıl düzenlediğini düşünmeliyiz. Üretken güçlerin düşük
gelişim düzeyi ve sanayi öncesi Avrupa’da üretim araçlarına görece
yaygın erişim; yakın kişisel ilişki, sınırlı sosyal ve uzamsal
hareketlilik, yaygın okuma yazma bilmeme, sınırlı ideolojik
koşullandırma araçları ve parçalı egemenlikler koşulları altında,
artı değer fazlasının aşırı ekonomik niteliğini destekledi. Bu
bağlamda, hegemonik ilkeler, “dikey” cemaatleri oluşturan,
toplumsal yapıdaki kısımlar biçiminde ortaya çıktı: aile hanesi
metaforuna dayandırılan genişletilmiş lordlar ve bağımlılar soyu.
Kent yerleşimlerinde, ailevi ve bedensel metaforlardan sonra
oluşturulan patron sistemleri ve şirket düzenlemeleri arasında
dinamik bir etkileşim vardı. Her ikisi de iyi yurttaş olmayla
rekabet etti: zanaatkâr üretim ve ticari sermayenin yoğunlaşmasının
getirdiği yurtsever yurttaşlığın “evrenselci” fikirleri (Pozo,
yakında). Bunlara, büyük ölçüde kendine hayrı olan, elit
ideolojileriyle sınırlı, daha sonra ulus kavramını on sekizinci ve
on dokuzuncu yüzyıllarda etkileyecek olan, ancak güç bela bir
özdeşleşme hissi yaratabilen birbirinden uzak varlıkların
mevcudiyeti eklenebilir. Bunlar bir corpus mysticum olarak, soylu
bir baş / baba figürüyle birlikte –Gramsci’nin kapitalizm öncesi
toplumlarda toplumsal çimento olarak gördüğü figür- hanedan
devletlerdi (Bendix, 1996; Cohen, 1988: 7-9; Pitkin, 1989: 138-139;
Manicas, 1988: 177-83). Birleşme modellerinde parçalı ve / veya
yerel olandan bütün devlet nüfusunu kuşatan
evrensel nosyonlara geçişi hangi şartlar belirledi? Gerek
toprağa dayalı devletler gerekse de ulus biçimi kapitalizmin
yükselişine çok şey borçludur. Devlet ve ulus, dünya kapitalist
sisteminin politik yapılaşmasından yükselen karşılıklı olgulardır
(Wallerstein, 1991: 126-27; Hobsbawm, 1990: 18; Patterson, 1988:
346, 349). Ancak bir dizi toprağa dayalı devlet ulusların ortaya
çıkması için kronolojik ve örgütsel ön koşulu oluşturmuştur
(Balibar, 1991: 137-8; Calhoun, 1997: 378-80; Tilly, 1975). Politik
iktidarın uzamsal yayılımı için başka olanaklar da vardı: politik
federasyon ya da imparatorluk; teokratik federasyon;
kent-devletlerin ticari ağları vb. (Balibar, 1991: 140; Tilly,
1975: 26; ve erken modern devlet-biçiminde “teritoryalizm” ve
kapitalizm arasındaki ikilik hakkında bakınız Arrighi, 1994). Ne
var ki, kapitalizm ve toprağa dayalı devlet, karşılıklı olarak
birbirini pekiştiren özellikler geliştirdi. Kapitalizm devlet
oluşumu için kaynaklar yarattı ve aynı zamanda çeşitli toprağa
dayalı devletlerin varlığı özel sermayenin işlemlerine el koymak ya
da boğmak amacıyla hükümetlerin gücünü azalttı. Gerçek ekonomik
büyüme ve güç, kapitalist üretimin yayılması için zemin hazırlayan
ve bütünlüklü bir ekonominin işlemlerini düzenleyen ve koruyan
“ticari” devletlere dayandı (Tilly, 1975: 30, 45, 72-73; Hobsbawm,
1990: 34 ve sonrası). Böylece çoğunlukla kapitalist toplumsal
ilişkileri sağlamlaştırabilen ve destekleyebilen großstaaten13
olarak (küçük devletlerin yaşamayacağı düşünülüyordu) tahayyül
edilen katı sınırlarla çizili toprağa dayalı devletler için güçlü
dürtüler oluştu. Bu bağlamda, politik-ekonomik değişimler,
kapitalizmin yayılması için gerekli resmen özgür işçi kitlesini
yaratmak için kitleleri himaye ve tüzel bağlarından
“özgürleştirdi.” Daha sonra nüfuzlu burjuvazinin eski düzenden
kalan çıkarlara karşı kendi çıkarlarını bir nüfusun özel ya da
tüzel yargı yetkilerinden “muaf” gibi sunmakta ısrar etmesinden
ötürü daha kapsayıcı, devletin bütününü teşkil eden kimliklerin
oluşumu başladı (Balibar, 1991: 154-5; Hobsbawm, 1990: 29). “Ulus”
ve “halk” kelimeleri burjuvazinin yükselişi üstünlük sağlayana
kadar politik yetkileri
-
conatus
29
olan kolektif bir kimliği tanımlamadı.14 Bu yüzden ulusal
bilincin kitle karakteri, dört dörtlük ulus devletleri on dokuzuncu
yüzyıla konumlandıran, başlangıcı belirsiz bir süreci takiben
oluştu (Connor, 1990: 92-100).15 Bu çetin sınamada oluşturulan
ulusalcılık16, “bireysel kimliğin kaynağını, bağlılığın merkezi
objesi ve kolektif dayanışmanın temeli, egemenliğin taşıyıcısı
olarak görülen bir ‘halk’ın içersine yerleştirir” (Greenfeld, 1992:
3). Modern ulusal kimlik anlayışı, “bir ulus olarak tanımlanan ...
bir ‘halk’a olan katılımdan türer. Bu şekilde tanımlanan ‘halk’ın
her üyesi, onun üstün seçkin niteliğinden pay alır ve buna göre
tabakala