-
822 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ +
D İ P N O T L A R :
1- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 388.
2- Münâzarât’ın hem diğer dillereçevrilmesi hem de akademik
çalışma-larla irdelenmesine büyük bir ihtiyaçvar. Bu bağlamda,
Michagen Üniversi-
tesi’nden Dr. Mücahit Bilici’nin “SaidNursî’nin Moral Felsefesi”
isimli Mü-nâzarât eksenli çalışması önemli birbaşlangıçtır (Bilici
(2008): ‘Said Nursi’sMoral Philosophy’, Islam and Chris-tian-Muslim
Relations, 19:1, 89 – 98).
3- Doğrusu, Türkiye’nin gelişme-sine mâni olan ve bünyesini
tahrip
eden her on yılda bir aktif hale gelensöz konusu “zorba
virüsü”dür. Top-lumun bütün katmanlarına bulaşmışbu virüsün yeniden
güç kazanması-dır. Zorba virüsünün taşıyıcıları olanaskerî ve sivil
darbecilerin, uygunşartlar oluştuğunda (veya oluşturul-duğunda),
kontrolü ele geçirip ülke-
nin gelişmesine darbe vurmasıdır.Her on senede bir nükseden bu
bula-şıcı hastalıktan kurtulmak için hasta-lığın sebebi olan “zorba
virüsü”nü iyitanımak gerekir.
4- Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2.baskı, s. 806.
5- Abdülkadir Badıllı, a.g.e., 2.baskı, s. 774.
6- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 424.
7- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 399.
8- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 424.
Elhasıl: Vilâyât-ı şarkiye ve uleması-nın istikbalini temin
etmek istiyoruz.İttihad ve Terakki mânâsındaki hisse-mizi isteriz.
Üzerinizde hafif, yanı-mızda çok azîm birşey isteriz.
Sual: Maksadını müphem bırakma,ne istersin?
Cevap: Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşiolan, Medresetü’z-Zehrâ
namıyla dârül-fünunu mutazammın pek âli bir medre-senin Bitlis’te
ve iki refikasıyla Bitlis’iniki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da
te-sisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtlerbaşkalara benzemiyoruz.
Yakînen bili-yoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerinhayat ve
saadetinden neş’et eder.
Sual: Nasıl? Ne gibi? Niçin? Cevap: Ona bazı şerait ve varidat
ve
semerat vardır. Sual: Şeraiti nedir? Cevap: Sekizdir. birincisi:
Medrese nâm melûf ve
menus ve cazibedar ve şevk-engiz iti-barı olduğu halde büyük bir
hakikatitazammun ettiğinden, rağabatı uyan-dıran o mübarek medrese
ismiyle tes-miye.
İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-umedaris ile mezc ve derc; ve
lisân-ıArabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kıl-mak.
Sual: Şu mezcde ne hikmet var ki, okadar taraftarsın, daima
söylüyorsun?
Cevap: Dört kıyas-ı fâsit ile hâsılolan safsatanın zulmünden
muha-keme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i
tufeylâneyeettiği mugalâtayı izâle etmek...
Sual: Ne gibi? Cevap: Vicdanın ziyası, ulûm-u dîni-
yedir. Aklın nuru, fünun-u medeniye-dir. İkisinin imtizacıyla
hakikat tecellîeder. O iki cenah ile talebenin him-meti pervaz
eder. İftirak ettikleri
vakit, birincisinde taassup, ikincisindehile, şüphe tevellüd
eder.
üçüncü şart: Zülcenaheyn ve Kürt-lerin ve Türklerin mutemedi
olanEkrad ulemasının veya istinâs etmekiçin lisan-ı mahallîye âşina
olanlarımüderris olarak intihap etmektir.
dördüncüsü: Ekradın istidatları ileistişare etmek, onların
sabavet ve be-satetlerini nazara almaktır. Zira çoklibas var; bir
kamete güzel, başkasınaçirkin gelir. Çocukların talimi, ya
ce-birle, ya hevesatlarını okşamakla olur.
beşinci şart: Taksimü’l-a’mâl kaide-sini bitamamihâ tatbik
etmek-tâ şube-ler birbirine medhal ve mahreçolmakla beraber, herbir
şubeden mü-tehassıs çıkabilsin.
altıncı şart: Bir mahreç bulmak vemüdavimlerin tefeyyüzünü
teminetmek; hem de mekâtib-i âliye-yi res-miyeye müsavi tutmak ve
imtihanları,onların imtihanları gibi müntiç kıl-mak, akîm
bırakmamaktır.
Yedinci şart: Dâru’l-muallimîni mu-vakkaten şu dârülfünun
dairesindemerkez kılmak, mezc etmektir. Tâ ki,intizam ve tefeyyüz
ondan buna geç-sin ve fazilet ve diyanet, bundan onageçsin; tebâdül
ile herbiri ötekine birkanat verip zülcenaheyn olsun.
Sekizinci şart: Kürdistan’da âdet-imüstemirre olan talim-i
infiradiyihalka ve daireye tebdil etmek.
Münazarat, s. 126-129.
***İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Ha-
nefî, hem Şâfiîyiz. Bir zamandan sonrao Medresetü’z-Zehrâ
İslâmiyete ve in-sâniyete göstereceği hizmetle, şüphe-siz bir kısım
zekâtı bil’istihkak kendinemünhasır edecektir. Bâhusus,
zekâtınzekâtı da olsa kâfidir.
üçüncüsü: Şu medrese neşredeceğisemeratla, tamim edeceği ziya
ile, İs-lâmiyete edeceği hizmetle ukul ya-nında en âlâ bir mektep
olduğu gibi,kulûb yanında en ekmel bir medrese,vicdanlar nazarında
en mukaddes birzaviyeyi temsil edecektir. Nasıl med-rese, öyle de
mektep, öyle de tekkeolduğundan; İslâmiyetin iânât-ı milli-yesi
olan nüzur ve sadakat kısmen onateveccüh edecektir.
dördüncüsü: Mezkûr tebâdül içindârü’l-muallimîn ile imtizaç
ettiğin-den, darü’l-muallimînin varidatı birderece tevsi ile
muvakkaten ve âriye-ten-eğer mümkünse-verilse, birzaman sonra
istiğna edecek, o âriyeyiiade edecektir.
Sual: Bunun semeratı nedir ki, on,belki elli beş seneden beri
bağırıyor-sun?
Cevap: İcmali: Kürt ve Türk uleması-nın istikbalini temin. Ve
maarifi, Kür-distan’a medrese kapısıyla sokmak.Ve meşrutiyetin ve
hürriyetin mehasi-nini göstermek ve ondan istifade
et-tirmektir.
Sual: İzah etsen fena olmaz. Cevap: Birincisi: İslâmiyeti,
onu
paslandıran hikâyat ve İsrailiyat vetaassubat-ı bârideden
kurtarmak.Evet, İslâmiyetin şe’ni metanet,sebat, iltizam-ı hak olan
salâbet-i di-niyedir. Yoksa cehilden, adem-i mu-hakemeden neş’et
eden taassupdeğildir. Bence taassubun en dehşet-lisi, bazı Avrupa
mukallitlerinde vedinsizlerinde bulunur ki, sathî şüp-helerinde
muannidane ısrar gösteri-yorlar. Burhan ile temessük edenulemânın
şânı değildir.
üçüncüsü: Mehâsin-i meşrutiyetineşir için bir kapı açmaktır.
Evet, aşâ-irde meşrutiyeti incitecek niyet yok-
tur. Fakat istihsan edilmezse istifadeedilmez; o daha
zararlıdır. Hasta tir-yakı zehir-alûd zannetse, elbette isti-mal
etmez.
dördüncüsü: Maarif-i cedideyi me-dârise sokmak için bir tarik ve
ehl-imedresenin nefret etmeyeceği saf birmenba-ı fünun açmaktır.
Zira, müker-reren söylemişim: Fena bir tefehhüm,meş’um bir tevehhüm
şimdiye kadarset çekmiştir.
beşincisi: Yüz defa söylemişim, yinesöyleyeceğim: Ehl-i medrese,
ehl-i mek-tep, ehl-i tekkenin musalâhalarıdır. Tâ,temayül ve
tebadül-ü efkâriyle lâakalmaksatta ittihad eylesinler.
Teessüflegörülüyor ki, onların tebâyün-ü efkârı,ittihadı tefrik
ettiği gibi; tehâlüf-ü me-şâribi de terakkiyi tevkif etmiştir.
Ziraherbiri mesleğine taassup, başkasınınmesleğine sathiyeti
itibarıyla tefrit veifrat ederek, biri diğerini tadlil, öteki
deberikini techil eyliyor.
Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessületse, bir menzili mektep, bir
hücresimedrese, bir köşesi zaviye, salonudahi mecmaü’l-küll, biri
diğerininnoksanını tekmil için bir meclis-i şûrâolarak, bir kasr-ı
meşîd-i nuranî tim-salinde arz-ı dîdar edecektir. Aynakendince
güneşi temsil ettiği gibi, şuMedresetü’z-Zehrâ dahi o kasr-ı
İlâ-hîyi haricen temsil edecektir.
Eyyühe’l-eşraf! Biz size hizmet etti-ğimiz gibi, siz de bize
hizmet ediniz.Yoksa ey bize vesayete muhtaç çocuknazarıyla bakan
ehl-i hükûmet, sizeitaat ettiğimiz gibi, saâdetimizi teminediniz.
Ve illâ, ey Kürt ve Türkün ce-miyyet-i milliye vazifesini
bil’istihkakomuzunuza alan eski İttihad ve Te-rakki! İyi ettiniz
mezc ettiniz. İyi etse-niz iyi; ve illâ…
Münazarat, s. 129-133.
MEdrESEtü’z-zEhra dÂr’üLfünun’unun tEşEKKüLünün SEKİz şartI
+
22 şubat 2014 CuMartESİ
M ü n a z a r a t Ö z E L E K İ
-
+7
22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ+222 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ
bEdİüzzaMan Said Nur-sî’nin “Azametli bahtsızbir kıt’anın, şanlı
talihsizbir devletin, değerli sahip-siz bir kavmin reçetesi”olarak
tanımladığı Münâ-zarât adlı eseri, gerek ya-zıldığı dönemin sosyal
vesiyasî problemlerine dik-kat çekerek çareler sun-ması, gerekse
döneminiaşarak günümüzün temelmeselelerine ışık tutmasıaçısından
dikkatle incelen-meyi hak etmektedir.
Münâzarât’ın ortaya çıkışöyküsü, yaşadığı toprakla-rın
dertleriyle muzdarib birdâvâ adamı olan Bediüzza-man’ın hayatı ve
dâvâsıylayakından ilgilidir. Bediüzza-man’ın İstanbul’da bulun-duğu
yıllar, Osmanlıülkesinin sosyal, siyasî, as-kerî ve kültürel
alanlarda ya-şadığı bunalımları aşmakiçin çabaladığı bir dönemedenk
gelmektedir. 1908’deilân edilen 2. Meşrûtiyet buçabaların somut
adımların-dan biri olup beraberindebir çok tartışmayı da
getir-miştir. İstibdat, hürriyet,meşrûtiyet kavramları etra-fında
şekillenen bu tartış-malarda Bediüzzaman’ınMeşrûtiyet’e din
adınasahip çıkan hürriyetçi tavrıdikkat çekicidir. Münâzarâtda
Bediüzzaman’ın 1910 yılı
başlarında Meşrûtiyet’i an-latmak için çıktığı “Şark
se-yahati”nin bir ürünüdür.
Münâzarât’ın yapısını buseyahat esnasında Bediüz-zaman’a farklı
kesimlerdenyöneltilen sosyal ve siyasîmuhtevalı sorularla bun-lara
verilen cevaplar oluştu-rur. Eserin ana muhtevasınıise; hürriyet,
Meşrûtiyet,adalet, geri kalmışlık, azın-lıklar ve Ermeni
meselesi,eğitim, milliyetçilik, Kürtmeselesi gibi
hususlaroluşturmaktadır.
Eserde, hukukun üstünlü-ğünün vurgulanması, da-ğılma tehlikesine
karşıbirleştirici fikirlerle Kur’ânîmodeller önerilmesi ve
de-mokratik bir sisteme işaretedilmesi onu dikkatle analizetmeyi
gerektirmektedir.Münâzarât, yalnızca ogünün Osmanlı coğrafya-sında
tezahür eden sosyalve siyasî problemleri teşhisetmekle kalmaz,
koskocabir kıt'aya yayılan İslâm top-lumlarının devamlılığını,
bir-likteliğini ve kalkınmasınısağlayacak ilkeleri de
Kur’ânhakikatleri çerçevesinde or-taya koyar. Bu
bağlamda,Münâzarât’ın günümüzİslâm toplumları açısındanifade ettiği
anlamın ne ol-duğu da tartışılması gere-ken noktalardandır.
MEşrutİYEt, hÂKİMİYEt-İ MİLLEttİr;
hüKûMEt hİzMEtKÂrdIr
bEn, KürtçE düşünürüM, türKçE vE arapça YazIYoruMhâmisen: Ben,
Kürtçe düşünürüm,
Türkçe ve Arapça yazıyorum. Matbaa-i ha-yaldeki mütercim acemi;
ya kalbin sözünüiyi anlamıyor veya lisânın diline âşinâ değil-dir.
Hem, Türkçenin sarf nahivini bilmedi-ğimden, mânâya giydirdiğim
üslûbundüğmeleri pek karışık oluyor. “Hattâ evet,işte, şimdi, hem
de, zîrâ, olan, şu, bu” tek-rarları, sizin gibi beni de
usandırıyor. Baş-kasının tashîhine de katiyen râzıolamıyorum. Zîrâ,
külahıma püskül takmakgibi, başkasının sözü sözlerimle hiç
münâ-sebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimdentevahhuş eder.
Sâdisen: Tabiatımdaki ifrat cihetiyle dü-şündüğümden, mütercim-i
hayâlînin tercü-mesinde, hattatın imlâsında, tâbiin
tâbında,mütâliin fehminde bâzan yanlış düşmekle,güzel bir hakîkat
çirkinleşiyor.
Sâbian: Şu Saykâl-ı İslâmiyet ve Ekrâd Re-çetesi olan iki eser,
o dehşetli dağ ve dereve sahrâların kuvve-i münbitesi fevkalâdeneşv
ü nemâ vererek, kırk elli gün zarfındahem yeşillendi, hem cesîm bir
şecere oldu,hem meyve verdi. Evet, öyle bir vakitte vü-cuda geldi
ki, dağlar beni derelerin yed-i ha-şînine fırlatıyordu. Onlar da,
beni sahrâlarınyüzlerine çarpıyordu. Sonra, hamiyet-i mil-liye ve
hamiyet-i İslâmiye şu iki sınıf meyve-leri dağ başından koparıp ve
bâzan rüzgârvurup, derenin dibine düşmüş meyveleriilâç için
toplayıp, medîne-i medeniyetin çar-şısına götürdüler. Hattâ bir
kısmı Bâşid Da-ğı’nın yemişidir, bir tâifesi FerrâşînOvası’nın
meyvesidir, bir miktarı Beytüşşe-bap Deresi’nde, kırmızılanmış
semeresidir.İşte, şu iki eseri yazdığım vakit, zaman kısa,mekân
vahşî, ben seyyah, zihin müşevveş,vücut yarım hasta, yazmak acele
olduğun-dan, elbette müşevveş olur.
Ey ehl-i insaf! Mâzeretim bu. Kabul eder-seniz, insafın
şe’nidir; etmezseniz, emînolunuz, size minnet etmem, hiç de kabul
et-meyiniz. Sizin minnetiniz dağ başındaolsun. Size beğendirmek
için değil, belkihakka hizmet için yazdım, vesselâm. Şu ese-rin
nağamâtını dinlemek için, bir Kürt cese-dini giymek, bir vahşî
hayâlini başınatakmak gerektir. Yoksa ne istimâ helâl, nesemâ tatlı
olur.
Emmâ ba’d, ehl-i hamiyetin nazarına arzediyorum ki:
Vaktâ Meşrûtiyetin ikinci yaşında, İstan-bul, temsil ettiği
asırdan tarihvârî bir nazarile göçüp, kurûn-u vustâya karşı aşağıya
in-mekle, aşâir-i Ekrâdın içinde cevelân ile ba-hardan güze bir
rıhlet-i sayfiye, güzdenbahara bilâd-ı Arabiyeden bir rıhlet-i
şitâiyeettim. Dağ ve sahrâyı bir medrese ederekmeşrûtiyeti ders
verdim. Birden bana gö-ründü ki, meşrûtiyeti gâyet garip bir
sûrettetelâkkî etmişler. Her tarafın şüphe ve suâl-leri ağleb bir
dereden gelmiş gibi gördüm.İşte, teşhis-i maraz için miftâh-ı
kelâmı on-lara verdim.
Dedim: “Siz suâl ediniz, ben de ona görecevap vereyim.”
Onlar istihsan ettiler. Zîrâ Kürtlerin ta-biat-ı
meşrûtiyetperverânelerine binâen,dersi münâzara ve münâkaşa
sûretindeokuyorlar. Onun içindir ki, medreseleriküçük bir meclis-i
mebusân-ı ilmiyeyi andı-rıyor. İşte, tâmimen lilfâide, suâllerini
ce-vaplarımla musâfaha ettirerek şu kitabıyazdım; tâ birbirine
muâvenette bulunsun.Hem de, görmediğim Ekrâd ve emsâline, şukitap,
bana bilvekâle onlarla konuşarakcevap versin; hem de, lisânları
kalblerinetercümanlık edemeyenlere bedelen suâletsin. Elhâsıl, şu
kitap, tarafımdan cevap,onların cânibinden suâl etmek
vazifesiylemükelleftir. Hem de siyâset tabiblerine, teş-his-i
illete dâir hizmet ile muvazzaftır.
Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve em-sâli, fikren
meşrûtiyetperver olmuş ve olu-yorlar. Lâkin bâzı memurun
fiilenmeşrûtiyetperver olması müşküldür. Hal-buki, akılları
gözlerinde olan avâma dersveren fiildir.
İmdi, suâle ve cevaba başlıyorum. Suâl: “Ey Seydâ! İstanbul’a
gittin. Bu inkı-
lâb-ı azîmi gördün. Mühim işler içine girdin.Bize ne
getirdin?”
Cevap: Müjde getirdim. Suâl: “Müjde ne demek? Bâzılar, bize,
‘Sizin için fenalık var’ diyorlar.” Cevap: Nurdan zarar gelmez;
gelirse, huf-
fâşa gelir, murdar şeylere gelir. Size, cemîkuvvetimle, yalnız
Kürdistana değil, belkiâleme işittirecek tarzda bağırarak
müjdeveriyorum ki; ‘umum İslâmın, lâsiyyemâ Os-mânîlerin, bâhusus
Ekrâdın saadetinin fecr-i sâdıkının geldiğini, hattâ Bâşid
başındagörüyorum.
“Ümitsizlik ve karamsarlığın sembolüolan Arap filozof ve şâiri
Ebû Alâi’l-Maarrîyerağmen.”
Faraza, şu devletin yarı milleti, pahasındaverilse idi gene
erzân ve zulmetle beraberyansa idi gene ucuz!
Münazarat, s. 16-20.
bEdİüzzaMan, meşrûtiyet-imeşrûanın “ne kadarı bize gelmişve
niçin bütün gelmiyor?” soru-suna şöyle cevap veriyor: “Ancakon
kısımdan bir kısmı size gele-bilmiş. Zira sizin şu
vahşetengiz,cehaletperver husûmetefzâ (düş-manlık eseri) olan sarp
dağ ve de-relerinizdeki vahşet ayılarından,cehalet ejderhasından,
husûmetkurtlarından bîçare meşrûtiyetkorkar, kolaylıkla gelmeye
cesa-ret edemez. Eğer siz tenbel kalıpda onun yolunu
yapmazsanız,tenbellik etseniz, yüz sene sonratamamen cemâlini
(güzelliğini)göreceksiniz. Zira sizinle İstan-bul arasındaki mesafe
bir aylıktır;fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet (de-mokrat insanlar)
arasındaki me-safe bin aydan fazladır. Zira eskizamanın adamlarına
benzersiniz.O nazik meşrûtiyet, İstanbul ha-valisindeki yılanlardan
kurtulsaşu uzun mesafeden geçmekle,cehalet gibi müthiş
bataklığı,fakr (fakirlik) gibi mütevahhiş(korkunç) kıraçları,
husûmet(düşmanlık) gibi gayet keyşer(sapa) dağları katetmekle
bera-ber, eşkiyaya rast geçecektir...”
Bediüzzaman, “hakikî demok-rasinin” kendiliğinden
gelemeye-ceğini ve önündeki büyükengelleri kaldırarak ona yol
ha-zırlamak gerektiğini söyler.Başka bir deyişle, demokrasi
te-peden paraşütle inmez. Eğertembellik yapıp hakikî demokra-sinin
gelmesi için gerekenleriyapmazsanız, onu bütün güzel-likleriyle;
ancak yüz sene sonragörebilirsiniz der. Bu sözlerinüzerinden
yaklaşık yüz sene ge-çerken Türkiye’nin tam demok-rasi
mücadelesinde yaşadığıgelişmeler çok manidardır. Bedi-üzzaman’a
göre hakikî demokra-sinin gelmesi önündeki büyükmânilerin
kalkmasına bağlıdır.
birincisi, “İstanbul havalisin-deki yılanlar” ifadesiyle
demok-rasi düşmanı sözde aydınlarıkastediyor. Onların,
demokratikgelişmeyi öldürebileceğine işaretediyor. Türkiye’deki
darbelerinarkasında elit kesimin olması butesbitin doğruluğunu
gösteriyor.
İkincisi, cehalet bataklığını eği-timle kurutmadan
demokrasigelmeyeceğini söylüyor.
üçüncüsü, fakirliği aşıp ekono-mik olarak gelişmeden, tam
de-mokrasiyi beklemenin hayalolduğunu ifade ediyor.
dördüncüsü, demokrasiyidoğru anlamak gerektiği, onuyanlış
yorumlayanların da de-mokrasinin gelmesine mâni ol-duğuna işaret
ediyor.
Bediüzzaman, tenbellik veümitsizlikle demokrasinin
gel-mediğinden yakınanlara, “Onunçabuk gelmesini istiyorsanız,
iştemarifet (ilim) ve faziletten demir-yolunu yapınız; ta ki
meşrûtiyet,medeniyet denilen şimendifer-ikemalata (mükemmellik
trenine)binip ve terakkiyat (ilerleme) to-humlarını bindirerek kısa
bir za-manda mânilerden kurtulupgeçerek size selâm etsin. Siz
nekadar yolu acele ile yapsanız, oda o derece acele ile
gelecek-tir....” Bediüzzaman, kısmettevarsa bize de meşrûtiyet
gelir, te-
vekkül etmek gerekmez mi, di-yenlere ise şöyle cevap verir:
“Bî-çare tâliinize (kısmetinize) siz deyardım etmelisiniz. Bağdat
tar-rarları (eşkiyaları) gibi olmayınız.Sizin atalet (tenbellik)
bahanesiolan şu teşebbüssüz tevekkülü-nüz, nizam-ı esbabı
(sebepleredayalı ilahi düzeni) reddettiğin-den, kâinatı tanzim eden
meşîete(İlâhî kanunlara) karşı temerrüddemektir (direnmektir). Şu
te-vekkül döner, nefsini nakzeder(kendini yok eder).”... Eğer
siztenbel kalıp da onun (meşrûtiye-tin) yolunu yapmazsanız,
ten-bellik etseniz, yüz sene sonratamamen cemâlini
(güzelliğini)göreceksiniz. Zira sizinle İstan-bul arasındaki mesafe
bir aylık-tır; fakat sizinle ehl-i meşrutiyet(demokrat insanlar)
arasındakimesafe bin aydan fazladır. Ziraeski zamanın adamlarına
ben-zersiniz. O nazik meşrûtiyet, İs-tanbul havalisindeki
yılanlardan(demokrasi düşmanı sözde ay-dınları kastediyor) kurtulsa
şuuzun mesafeden geçmekle, ce-halet gibi müthiş bataklığı,
fakr(fakirlik) gibi mütevahhiş (kor-kunç) kıraçları, husûmet
(düş-manlık) gibi gayet keyşer (sapa)dağları katetmekle beraber,
eş-kiyaya rast geçecektir.”
Bediüzzaman’ın bu sözlerininüzerinden yaklaşık yüz senegeçmesine
rağmen, tembelliği-mizle yolunu yapıp, eşkıyalar-dan korumadığımız
için hakikidemokrasi treni henüz bize gel-memiştir. Bütün bunlara
rağmenBediüzzaman ümitvar olmamızıtavsiye eder. Çünkü, tam
hürri-yet ve meşrû meşrûtiyet tesisedildiğinde, “(herkesin)
him-meti Süreyya kadar teali (yükse-lecek) ve ahlâkı o
derecetekemmül ve efkârı memalik-iOsmaniye kadar tevessü
edece-ğinden (genişleyeceğinden) Efla-tun’ları ve İbn-i Sina’ları
veBismark’ları ve Dekart’ları veTaftazanî’leri, inşaallah geri
bı-rakacak. Bu kuvvetli Asya ve Ru-meli tarlası çok şübban-ı
vatan(vatan gençleri) mahsulü verece-ğinden kaviyen ümitvarız.”
Meşrûtiyet-i Meşrûanın müstakbeli
Ey kardeşlerim! Kırk beşsene evvel Eski Said’in budersinden
anlaşılıyor ki, oSaid siyasetle, içtimaiyat-ı İs-lâmiye ile ziyade
alâkadardır.Fakat sakın zannetmeyinizki, o, dini siyasete âlet
veyavesile yapmak mesleğindegitmiş. Hâşâ, belki o bütünkuvvetiyle
siyaseti dine âletediyormuş. Ve derdi ki:“Dinin bir hakikatini bin
siya-sete tercih ederim.” Evet, ozamanda kırk-elli sene
evvelhissetmiş ki, bazı münafıkzındıkların siyaseti dinsizliğeâlet
etmeye teşebbüs niyet-lerine ve fikirlerine mukabil,o da bütün
kuvvetiyle siyasetiİslâmiyetin hakaikine bir hiz-metkâr, bir âlet
yapmaya ça-lışmış.
Fakat o zamandan yirmisene sonra gördü ki: O gizlimünafık
zındıkların garplılaş-mak bahanesiyle siyaseti din-sizliğe âlet
yapmalarınamukabil, bir kısım dindar ehl-isiyaset, dini siyaset-i
İslâmiyeyeâlet etmeye çalışmışlardı. İslâ-miyet güneşi yerdeki
ışıklaraâlet ve tabi olamaz. Ve âletyapmak, İslâmiyetin
kıymetinitenzil etmektir, büyük bir ci-nayettir. Hattâ, Eski Said
oçeşit siyaset tarafgirliğindengördü ki:
Bir sâlih âlim, kendi fikr-isiyasisine muvafık bir münâ-fıkı
hararetle senâ etti ve si-yasetine muhalif bir salihhocayı tenkit
ve tefsik etti.
Eski Said ona dedi: “Birşeytan senin fikrine yardımetse rahmet
okutacaksın.Senin fikr-i siyasiyene muha-lif bir melek olsa lânet
ede-ceksin.” Bunun için, Eski Saiddedi. Ve otuz beş senedenberi
siyaseti terk etti.
hutbe-i şamiye, s. 52; tarihçe-i hayat, s. 85; beya-nat ve
tenvirler, s. 111-112.
CuMhurİYEt Kİ;
adÂLEt vE MEşvErEt vE
Kanunda İnhİSar-I
KuvvEttEn İbarEttİr
Neden Münazarat?
Bediüzzaman, “hakikî demokrasinin”kendiliğinden gelemeyeceğini
veönündeki büyük engellerikaldırarak ona yol hazırlamak
gerektiğinisöyler. Başka bir deyişle,demokrasi tepeden paraşütle
inmez. Eğertembellik yapıp hakikîdemokrasinin gelmesiiçin
gerekenleri yapmazsanız, onubütün güzellikleriyle;ancak yüz sene
sonragörebilirsiniz der.
‘‘B e d i ü z z a m a n S a i d N u r s î :
-
bEdİüzzaMan’In, parçalanmayayüz tutmuş Osmanlı Devleti’nin
sondemlerinde istibdat, hürriyet, meş-rutiyet kavramları etrafında
şekille-nen tartışmalarda hürriyetçitavrıyla öne çıkması ve bu
tavrınıMeşrutiyet’i anlatmak için çıktığıŞark seyahatiyle bir
demokrasi ma-nifestosu sayılabilecek verimli birürüne dönüştürmesi
dikkat çekici-dir. Münazarat; İslam’ın hak ve hür-riyetler
karşısındaki duruşunutemsil eden ve istibdat, hürriyet,adalet,
azınlık meseleleleri, milli-yetçilik vb. hususlarda Kur'ânî
birbakışın ipuçlarını sunan gerçek birdemokrasi bildirisidir.
Bediüzzaman’ın eserinde en çokeleştirdiği kavramlardan biri olan
is-tibdadın çeşitli şekillerdeki tezahür-lerinin bugün de devam
ediyorolması, istibdata karşı “hürriyet”çiargümanlar geliştirilen
Münâzarât’ıilgi çekici hâle getirmektedir. Bedi-üzzaman’ın istibdad
ve hürriyeti yal-nız siyasî ve hukukî kavramlarolarak ele almayıp
ferdin iç dünyasıile ilişkilendirmesi, buradan başla-
yarak toplumsal hayatla irtibatlan-dırması da dikkate değerdir.
İslâmtoplumlarının istibdat, hürriyet vecumhuriyet-demokrasi gibi
kavram-lara yaklaşımlarının nasıl olması ge-rektiğine dair önemli
ipuçları sunanMünâzarât, toplumumuzdaki kro-nikleşmiş problemleri
de çözebile-cek kabiliyettedir. Eser, bugüntartıştığımız Kürt
sorunu, demokra-tikleşme, anayasa, devlet-siyaset-ferd
ilişkilerinin genel çerçevesi ileilgili ipuçları sunmakta; İslâm
âle-minde son ayaklanmalarla tartışılanistibdat ve rejimleri,
ittihad-ı İslâmvb. meselelerde de önemli açılımlargetirmektedir. Bu
açılımların nelerolduğunun ortaya konulması günü-müz
tartışmalarında da yol göstericiolacaktır.
Münâzarât’ı önemli kılan hususlar-dan biri, sosyal ve siyasî
meseleleriniman merkezli yorumlanmasıdır.Odak noktası iman olan bu
yorum-lama biçimi, günümüzün siyasî vesosyal çalkantıları
karşısında ferdinnasıl bir tavır takınacağını göster-mesi açısından
ayrıca önemlidir.
+3
22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ+622 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ
MuhaLİ taLEpEtMEK, KEndİnE
fEnaLIKtIr
MuhaLİ talep etmek, ken-dine fenalık etmektir. Zer-râtı
günahkârlardanmürekkep bir hükûmet ta-mamıyla mâsum olamaz.Demek,
nokta-i nazar, hü-kûmetin hasenâtı, seyyiâ-tına tereccuhudur.
Yoksaseyyiesiz hükûmet muhal-iâdidir. Ben öyle adamlaraanarşist
nazarıyla bakıyo-rum. Zira onlardan birisi-Allah etmesin-bin
seneyaşayacak olsa, âdetâ müm-kün hükûmetin hangi sure-tini görse,
hülya ile yine razıolmayacak. ?u hülyanın ne-ticesi olan
meylü’t-tahrip ileo sureti bozmaya çalışacak.Şu halde, böylelerin
fenazannettikleri Jön Türkler na-zarlarında dahi, mel’un,anarşist
ve iğtişaşcı fırkasın-dan addolunurlar. Meslek-leri ihtilâl ve
fesattır.
Sual: Belki onlar eski haliistiyorlar?
Cevap: Size kısa bir sözsöyleyeceğim; ezber edebi-lirsiniz:
İşte, eski hal muhal;ya yeni hal veya izmihlâl...
Suâl: “Acaba daha SultanHamid gibi padişah tahtaçıkmayacak
mıdır? Eski halolmayacak mıdır?”
Cevap: Acaba sizin şusiyah çadırmız parça parçaedilip
yandırılırsa havayasavrulursa o külden yenidençadır edip içinde
oturmakkâbil midir?
Suâl: “Neden?” Cevap: Zîrâ eskiden bin
adamdan yalnız onu müte-nebbih iken, istibdat o deh-şetli
kuvvetiyle karşısmdaduramadı, parçalandı.Şimdi, istibdâdın
kuvvetibinden bire indi; tenebbühve iltihâb-ı ezhân birdenbine
çıktı.
Münazarat, s. 51-53.
Suâl: “Şu pis istibdat ne vakit-ten beri başlamış, geliyor?”
Cevap: İnsanlar hayvanlıktançıkıp geldiği vakit, nasılsa bunuda
beraber getirmiştir.
Suâl: “Demek istibdat hayva-niyetten gelmedir?”
Cevap: Evet... Müstebit birkurt, bîçare bir koyunu parçaparça
etmek, dâimâ kavî, za-yıfı ezmek, hayvanların birincidüstur ve
kavânîn-i esâsiyesin-dendir.
Suâl: “Sonra?” Cevap: Şeriat-ı Garrâ zemine
nüzûl etti; tâ ki; zeminin yü-zünü temiz ve insanın yüzünüak
etsin, şu insâniyetten siyahlekesini izâle etsin; hem de,izâle
etti. Fakat vâesefâ ki,muhît-i zamânî ve mekânînintesiriyle,
hilâfet saltanâta inkı-lâp edip, istibdat bir parça ha-yatlandı. Tâ
Yezid zamanında,bir derece kuvvet bularak, ba-şını kaldırdığından,
İmam Hü-seyin Hazretleri hürriyet-işer’iye kılıncını çekti, başına
ha-vâle eyledi. Fakat ne çare ki, is-tibdâdın kuvveti olan cehil
ve
vahşet, cevânib-i âlemde zey-nâb gibi Yezid’in istibdâdınakuvvet
verdi.
Suâl: “Şimdiki meşrûtiyet, is-tibdat nerede? Onların
harekâtınerede? Hilâfet, saltanat ne-rede? Nasıl tatbik
ediyorsun?Yekdiğerine musâfaha ve temasettiriyorsun, aralarında
karnlarve asırlar var?”
Cevap: Meşrûtiyetin sırrı,kuvvet kanundadır, şahıs
hiçtir.İstibdâdın esâsı, kuvvet şahıstaolur, kânunu kendi keyfine
tâbîedebilir, hak kuvvetin mağlûbu.Fakat, bu iki ruh her
zamandabirer şekle girer, birer libasgiyer. Bu zamanın modasıböyle
giydiriyor. Zannolunma-sın, istibdat galebe ettiğizaman tamamen
hükmünü icrâetmiş, meşrûtiyet mağlup ol-duğu vakit mahvolmuş.
Kellâ!Kâinatta gâlib-i mutlak hayır ol-duğundan, pekçok envâ ve
şuu-bât-ı heyet-i içtimâiyedemeşrûtiyet hükümfermâ ol-muştur. Cidâl
berdevam, harbise seccâldir.
Münazarat, s. 37-38.
Suâl: “Ermeniler zimmîdir-ler. Ehl-i zimmet, zimmettar-larıyla
nasıl müsâvi olur?”
Cevap: Kendimizi dev ayna-sında görmemeliyiz. Kabahatbizde.
Tamamen zimmeti-mize alamadık, bihakkın adâ-let-i şeriatı
gösteremedik.Şeriat dairesinde, hukuklarınıistibdâdın sünnet-i
seyyie-siyle muhâfaza edemedik;sonra da istedik, kuvvetimizkalmadı.
Ben şimdi Ermeni-lere bir nevi zimmî-i muâhidnazarıyla
bakıyorum.
Suâl: “Ermeniler bize düş-manlık edip, hile ve hıyânetediyorlar.
Nasıl dostluk üze-rinde ittifak edeceğiz?”
Cevap: Düşmanlığın sebebiolan istibdat öldü. İstibdâdınzevâliyle
dostluk hayat bula-
cak. Size bunu katiyen söylü-yorum ki, şu milletin saadetive
selâmeti Ermenilerle ittifakve dost olmaya vâbestedir.Fakat
mütezellilâne dostolmak değil, belki izzet-i mil-liyeyi muhâfaza
ederek, musâ-laha elini uzatmaktır.
Birşey söyleyeceğim: Eğermümkündür, Ermeniler bir-den sahîfe-i
vücuttan silinsin.Olabilir. Yalnız, size husume-tin bir faydası
olsun. Yoksamutlaka husumet zarardır.Hâlbuki, Adem zamanındanyolda
arkadaşlık eden bizimlegelmiş büyük bir unsurun ze-vâli değil,
belki küçük bir kav-min mahvı dahi “Önünde,dikenli bir ağacın
kabuğunusoymak kadar güç engellervar”dır.(Arap atasözü)
İStİbdat haYvanİYEttEn gELMEdİr
İStİbdÂdIn zEvÂLİYLE
doStLuK haYat buLaCaK
bEdİüzzaMan, “meşrû/hakikîhürriyet”e zemin hazırladığı
içinmeşrûtiyete sahip çıkar. “Hürriye-tin şe’ni odur ki ne nefsine,
ne gay-rıya zararı dokunmasın. Tam vemükemmel hürriyet, kişinin
fira-vunlaşmaması ve başkasının hürri-yeti ile alay etmemesidir.”
Başkabir deyişle, Bediüzzaman, dışarı-dan gelen her türlü
dayatmayı, in-sanın özgür iradesine müdahale vehürriyete kısıtlama
olarak gördüğügibi, içerden nefis ve şeytan cani-binden gelen
isteklere boyun eğ-meyi de hürriyete aykırı görüyor.Birincisi,
insana köle olmak iseikincisi de nefse köle olmaktır. Ha-kiki
hürriyet, hem başkasının hemde nefsin esaretinden kurtulmaklamümkün
olur. Hür insan, ne başka-sına ne de kendine zarar vermeksi-zin,
istediğini yapan insandır.Bediüzzaman, meşrûtî bir sis-temde,
hakikî hürriyetin nasıl ol-ması gerektiğini şöyle ifade
eder:“Kanun-u adalet (adalet kanunları)ve tedipten (edepten) başka,
hiçkimse, kimseye tahakküm etme-sin. Herkesin hukuku mahfuz kal-sın
(korunsun), herkes harekât-ımeşrûasında (meşrû hareketle-rinde)
şahane serbest olsun.”
Hürriyeti kâfirlik vasfı görüp karşıçıkanlara, Bediüzzaman
hürriyetiimanın bir gereği olarak tarif eder:“Hürriyet Rahmân’ın
ihsanıdır, zirao imanın bir hassasıdır.” Bediüzza-man, iman ile
hürriyet arasındakibağlantıyı iki gerekçeyle açıklıyor:Birincisi,
imanlı biri, sadeceAllah’a köle olmakla her şeyin veherkesin
köleliğinden kurtulur.Çünkü her şeyin doğrudan doğ-ruya İlâhî
kudretin tasarrufundaolduğunu bilir. Başkalarına kulolmaz.
İkincisi, Allah’a iman edenbiri imanın verdiği şefkatle
kendi-sinden zayıf gördüklerine kuvvetkullanmak yerine, onlara
acıyıpyardım eder. İlâhî rahmetin insan-lara ihsan ettiği sınırlı
iradeyi elle-rinden almaya kalkışmaz.
Meşrû hürriyet ve Meşrûtiyet
-
+5
22 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ+422 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ
bEdİüzzaMan, meşrûtiyet muhalifle-rini tarif ederken onları
besleyen un-surların cehalet, inat, düşmanlık,intikam ve
taliklikçilik unsurlarına dik-katimizi çekiyor. Bu unsurların
oluş-turduğu bataklıktan meşrûtiyetdüşmanlarının beslendiğini
söylüyor.Halkın demokratik yollarla kendiniidare etmesini
istemeyenlerin, mevcutotoriter durumdanmenfaat elde edenbir cemiyet
veya elitgrup olduğuna dik-kat çekiyor: “Cehaletağanın, inat
efendi-nin, garaz beyin, in-tikam paşanın, taklith a z r e t l e r
i n i n ,mösyö gevezeliğintaht-ı riyasetlerinde( b a ş k a n l ı ğ
ı n d a )insan milletindenmenba-ı saadetimiz(huzur kaynağımız)olan
meşvereti inci-ten bir cemiyettir.”Söz konusu cemiye-tin, demokrasi
ilekaybedecekleri bir liralık zararı mil-letin bin liralık
menfaatine feda etme-diğini; hatta kendi menfaatlerinimilletin
zararında gördüğünü; kavram-
lara dengesiz ve muhakemesiz manalarvererek karmaşa çıkardığını;
şahsî düş-manlık ve intikam hisleriyle hareket et-tikleri halde,
millet namına fedakârlıkiddiasında bulunduklarını; istibdadıbaşka
isimler altında devam ettirmekistediklerini ve millete garazları
ol-duğu için onların rahata kavuşmasınıarzulamadıklarını söylüyor.
Türki-
ye’de demokratik reji-min gelişmesine çomaksokanları bundan
dahakapsamlı ve beliğ bir şe-kilde izah etmek müm-kün mü acaba?
Bediüzzaman, de-mokrasi düşmanlarınınmünafıkâne hareketedip
kendilerini gizle-diklerini söyler: “Hiçbirmüfsid (fesatçı)
benmüfsidim (fesatçıyım)demez. Daima suret-ihaktan (doğrudanyana)
görünür. Yahutbatılı hak görür. Evet,kimse demez ayranımekşidir.”
Başka bir de-
yişle, sözlerine değil, icraatlarına ba-karak söz konusu
demokrasidüşmanlarını teşhis etmenin müm-kün olduğuna işaret
eder.
bEdİüzzaMan, Meşrûtiyet’le mer-keziyetçi istibdadî yönetimlerin
far-kını, hükümeti hekime ve halkıhastaya benzeterek izah eder.
Has-tasının hastalığını bilmeden, reçeteyazan bir hekimin şifa
dağıtmasımümkün olmadığı gibi, halkın so-runlarını bilmeyen merkezî
yöne-timlerin de halkın derdine devaolması mümkün değildir.
Çünkü,yerel sorunları bilmeden merkez-den yazılan reçeteler şifa
değil,zehir hükmüne geçer.
Bediüzzaman, Meşrûtiyet’inmahiyetini, hastasının derdinidinleyen
ve o derde hangi ilâcıniyi geldiğini bilen doktorun ver-diği
reçeteye benzetiyor. Böylebir hekim, hastalarına şifa dağıt-tığı
gibi, hakikî demokrasi detoplumun dertlerine deva olacakreçeteler
üretir: “Farz ediniz benbir hekimim. Şu çadır dahi ecza-hanedir;
içindeyim. Umum köy-lerde veyahut evlerde çeşit çeşithastalıkları
teşhis etmiş, reçete-sini yazmış bir müntehap (seçil-miş) adam,
yanıma geliyor,reçetesini ibraz ediyor (sunuyor)ki: ‘Dâü’l-cehl
(cehalet hastalığı)ile baş ağrısı var’ yazılıdır. Bendahi, fen
afyonunu (bilim denilenağrı kesiciyi) iptida (öncelikle)onların
lisanlarının zarfında (an-layacağı dille), sonra da
lisan-ıresmiyeye (resmî dile) ifrağ ede-rek (çevirerek) veriyorum.
Birbaşkasının reçetesini gösteriyorki kalb hastalığı olan zaaf-ı
diyâ-net (din zayıflığı) var. Ben de fü-nunu maarif-i İslâmiye
(bilimselhakikatleri İslâm’ın ilimleri) ilemezc ederek
(birleştirerek) birmâcun yapıyorum, müderrislerin(öğretmenlerin)
ellerine veriyo-rum, gönderiyorum. Diğerinde
dâü’l-husûmet (düşmanlık hasta-lığı) ile ihtilâl sıtması var.
Ben defikr-i milliyeti uyandırarak ışık-landırarak tiryak-misal
(ilâç gibi)adalet ve muhabbeti o nur ilemezc ettirerek
(karıştırarak), sul-fato-misal (sıtma ilâcı gibi) birilâç
veriyorum. İşte böyle bir he-kimdir ki vatan hastahanesinde,bîçare
etfali (çocukları) helâktan(ölmekten) halâs eder (kurtarır).”
Bediüzzaman, Meşrûtiyet’in sa-dece devlet yönetimiyle sınırlı
ol-madığını, herkesin kendimahiyetindekilere karşı demokra-tik
davranması gerektiği söyler:“Ha, hükümet-i meşrûtanın timsal-i
nuranîsi ‘Hepiniz çobansınız veidareniz altındakilerden
mesulsü-nüz’ (Müslim, İmâre: 20.) sırrınca,her bir büyük adam, bu
düsturunazara almak gerektir. Öyle iseona bir yol veyahut bir balon
yapı-nız.” Yani, demokrasi devlet idare-siyle sınırlı değildir.
Evde anne vebabanın, okulda öğretmenin, üni-versitede hocanın,
bürokrasideamirin demokratik prensiplereuygun hareket etmesi
gerekir.
Bediüzzaman, her şeyi devlettenbeklemenin ve her suçu devlete
at-manın merkezîyetçi ve monarşiksistemde meşrû olduğunu,
ancakmeşrûtî sistemde makul olmadığınıçok beliğ bir örnekle izah
eder. Es-kiden, her şey merkezden geldiğiiçin şikâyete hakkınız
vardı. Oysameşrûtî sistemde, hükümet bir göl,her bir bölge ise bir
pınar hükmünegeçti. Pınarlar temiz olduktan sonragöl eninde sonunda
temiz olacak-tır. Önemli olan, merkezden birşeyler beklemek yerine,
yerel ola-rak fazilet ve marifet pınarları aç-maktır. Aksi halde,
halk hükümetindilencisi hükmüne geçer.
Sual: Biz Türkler ve Kürtler,bizde kalbimizin dolusu, belki
ce-sedimiz mâlâmâl, belki inbisat edipşu derelerde dağ olarak
tahaccüretmiş kalemiz olan bir şecaat var-dır. Ve başımızın dolusu
zekâveti-miz var. Ve sinemizi mâlâmâledecek gayret vardır. Ve
bedeni-mizi ve âzâlarımızı dolduracakitaat vardır. Ve dereleri
hayatlandı-racak ve dağları müzeyyen edecekefradımız var.3 Neden
böyle sefilve müflis ve zelil kaldık ki, hem yolüstünde de kaldık.
Terakkiye bi-nenler bizi çiğneyip istikbaledoğru koşup gidiyorlar.
Komşu-muz olan milletler bizden az iken,kuvvetleri bizden çok kısa
iken,üzerimize tetavül ediyorlar? “İster-sen dikkat et. O zaman
Ermenimeb’usu Vartakis ve Hakkârimeb’usu Seyyid Molla Tâhir’e
işa-ret eder. Onların kirlileri, bizim te-mizlerimize galebe etti.
“
Cevap: Hîn-i meşrutiyette tevbe-nin kapısı açıktır ve tevbe
edenlerçoktur. Şimdiki rüesâya tevbih veta’nifte hakkım yoktur. Ben
taşımısabıka atıyorum. Bazılarının hatırıkırılsa da mâzur tutulsun.
Yalnızhakkın hatırı kırılmasın. Zira mille-tin hatırı, onların
hatırından dahaâli, daha galîdir.
İşte o tedennînin mühim bir se-bebi: Bazı rüesâ ile haksız
olarakmillete fedakârlık iddia eden sah-tekâr hamiyet-furuşlar veya
velâ-yeti dâvâ eden ehliyetsiz bazımüteşeyyihlerdir. Fakat
sünnet-iseniyeye muhalif olan bu sünnet-iseyyie, yine istibdadın
seyyiatın-dandır.
Sual: Nasıl? Cevap: Zira herbir millet için, o
milletin cesaret-i milliyesini teşkileden ve namus-u milliyesini
muha-faza eden ve kuvveti onda toplana-cak bir mânevî havuz vardır.
Vesehâvet-i milliyesini teşkil eden vemenâfi-i umumiyesini temin
edenve fazla kalan malları onda tahaz-zün edecek bir hazine-i
mâneviyesivardır. İşte o iki kısım reisler, bile-rek veya
bilmeyerek, o havuzun veo hazinenin etrafında delik-melikaçtılar.
Mâye-i bekayı ve madde-ihayatı çektiler. Havuzu kurutup ha-zineyi
boş bıraktılar. Böyle gitse,devlet milyarlar borç altında
kalıpdüşecek. Nasıl bir adamın kuvve-igadabiyesi olan dâfiası ve
kuvve-işeheviye olan cazibesi olmazsa,
ölmüş olmuş olur ve hayy ikenmeyyittir. Hem de, bir
şimendiferinbuhar kazanı delik-melik olsa, pe-rişan ve hareketten
muattal kalır.Hem de bir tesbihin ipi kırılsa dağı-lır. Öyle de,
bir şahs-ı mânevî olanbr milletin kuvvet ve malının ha-vuzu ve
hazinesini boşaltan başlar,o milleti serseri, perişan ve
mevcu-diyetsiz edip, fikr-i milliyetin ipinikesip, parça parça
ederler. Evet,Bazı avâmın hâtırı için hakikatınhâtırını
kırmayacağım.
Sual: Şu makam, nihayet dere-cede tafsile değer bir
makamdır.Mücmel ve müphem bırakma.
Cevap: Zaman-ı sabık, vahşet vecehaletinizi istihdam ederek pis
birtarik ile ve müheyyâ ettiği plânlarla,bir kısım büyükler cebir
kuvvetiyle omenbaı ve o mâdeni delip, zülâl-i ha-yatı kumistan ve
şûristan sahrasınaakıttılar. Bazı tembel ve cerrarlar ye-şillendi.
Hatta onlar servet-i dünya-dan tenfir yolunda pençesini küçükbir
sayd’a (av) atan biçarelerin hassasve zayıf damarlarını tutarlardı.
Tâpençeleri o sayddan açılsın, onlar oavı kaçırsınlar. Evet, her
milletin,-omilletin menfaatı için bir miktar malıile fedakârlık
edip-bir sehâveti var-dır. İşte, bizdeki sehâvet-i milliye su-i
istimal edildi. Başka milletinsehâvet-i milliyesi zeynâb
(havuz)gibi içine girer, milletin cevfinde ha-zine tutar. Ulûm ve
maarif, altına suverir. Hem de zaman-ı sabıkta birkısım büyükler
namus-u milleti mu-hafaza eden cesaret-i milliyeyi su-iistimal
edip, zemin-i ihtilâf olan ku-mistana atıp kaybettiler. Herbiri
okuvvetin bir zarfını başkasının boy-nuna vurup kırdılar ve
kırıldı. Hattâbeş yüz bin kahraman ile namus-umilleti muhafaza
etmeye müstaidolan bir kuvvet-i azîmeyi mâbeynle-rinde sarf edip
ihtilâfat zeminindemahvettiklerinden, kendilerini ter-biyeye
müstahak ederlerdi. Eğermeşrutiyetten ve hürriyet-i şer’iye-den
istifade edip, o delikleri kapatıpveya zeynâb suretine çevirseniz,
okıymettar kuvveti harice sarf etmekiçin devletimizin eline
verseniz, ba-hasına merhamet ve adalet ve mede-niyet
kazanacaksınız.
Eğer isterseniz sizinle becayişolacağım. Ben sorayım siz
cevapveriniz.
Cevap: “Sor. Fakat ondan haber-dâr olanı bulamazsın.”
Münazarat, s. 94-98.
tEdEnnînİn MühİM bİr SEbEbİ
Sual: Şimdi Ermeniler kay-makam ve vali oluyorlar.
Nasılolur?
Cevap: Saatçi ve makinecive süpürgeci oldukları gibi...Zira,
meşrutiyet, hâkimiyet-imillettir. Hükûmet hizmet-kârdır. Meşrutiyet
doğruolursa, kaymakam ve vâli, reisdeğiller, belki ücretli
hizmet-kârlardır. Gayr-ı müslim reisolamaz, fakat hizmetkâr
olur.Farz ediniz ki, memuriyet birnevi riyaset ve bir
ağalıktır.Gayr-ı müslimlerden üç binadamı ağalığımıza,
riyaseti-mize şerik ettiğimiz vakitte,millet-i İslâmiyeden
aktâr-ıâlemde üç yüz bin adamın ri-yasetine yol açılıyor. Biri
zayiedip bini kazanan, zararetmez.
Münazarat, s. 79
“şİMdİ ErMEnİLEr KaYMaKaM vE
vaLİ oLuYorLar; naSIL oLur?”
Merkeziyet ve Meşrûtiyetin mukayesesi
bEdİüzzaMan, devlet yö-netimindeki bütün kötü-lükleri istibdat
karanlığınaatfederken iyilikleri deMeşrûtiyet’in
aydınlığınaveriyor: “Ne kadar iyilik var,Meşrûtiyetin
ziyasındandır(ışığındandır); ne kadar fe-nalık var, ya eski
istibdadınzulmetinden (karanlığın-dan), yahut Meşrûtiyet na-mıyla
yeni bir istibdadınzulmündendir.”
Bediüzzaman, demokra-tik bir yönetim şeklinin çokönemli olduğunu
çünküdevletin demokratik ol-ması beraberinde her kesi-min, her
bireyin dedemokratik olmasını teminedeceğini söyler.
Özellikle,bilim adamları, din adam-ları ve öğrencilerin de
zor-balığı bırakıp demokratikdeğerleri benimseyeceğinisöyler. Yani
yetkili olanla-rın kendi düşüncesini da-yatmak yerine
meşveretlediğerlerinin görüşüne baş-vuracağını beyan eder.
Be-diüzzaman, Meşrûtiyeteolan sevgisini, meşveretiher alanda
yeniden canlan-dırmaya bağlar: “Meşrûti-yet hükümete düştüğüvakit,
fikr-i hürriyet Meşrû-tiyet’i her vecihle (açıdan)uyandırır. Her
nevide, hertaifede onun sanatına aitbir nevi meşrûtiyeti tevlideder
(doğurur). Hatta ule-mada, medariste (medre-sede), talebede bir
nevimeşrûtiyeti intac eder (ne-tice verir). Evet, her taifeyeona
mahsus bir meşrûtiyet,bir teceddüd (yenilik) ilhamolunuyor. İşte şu
arkasındaşems-i saadeti (mutlulukgüneşi) telvih eden (göste-ren) ve
temayül (yönelişe)ve incizap (cezbetmeye) veimtizaca (birleşmeye)
yüztutan (başlayan) lemeat-ımeşverettir (meşveret pa-rıltılarıdır)
ki bana meşrûti-yet hükümetini bu kadarsevdirmiştir.”
Meşrûtiyet muhalifleri
Bediüzzaman, devlet yönetimindekibütün kötülükleri istibdat
karanlığınaatfederken, iyilikleri de Meşrûtiyet’in aydınlığına
veriyor.
‘‘
Meşrûtiyetin meyveleri