-
ilim30. SAYI MAYIS-HAZİRAN 2018شعبان - رمضان1439 العدد 30
ISSN:2146-7781
DİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR E-DERGİSİ
Vahyin Öngördüğü İktisat Ahlakı
5 Maddede İktisat Bilinci
İslam Tarihinde İktisadi Kurumlar
İbni Haldun, Mukaddime ve İktisat
Muhammed Yazıcı Hoca ile
Beş Soruda Zekât
Global Şirket Yolunda Gençlere Düşenler
Ruhun Diriliş Mevsimi; Ramazan-ı Kerim
ilimdergisi.org
İKTİSATBİLİNCİ
-
ilimDİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR E-DERGİSİ
İmtiyaz sahibi: Muhammed Yazıcı
Editör: Mustafa Alp
İlim Dergisi, Dâru’l-İlim İslamî İlimler Merkezi ve İlimevleri
hocaları tarafından yayına hazırlanmaktadır.
Derginin tüm sayılarını online okumak için: ilimdergisi.org
Görüş ve makale gönderimi: [email protected]
Dâru’l-İlim web adresi: darulilim.com
İlimevleri web adresi: ilimevleri.com
İKTİSATBİLİNCİ
AHLAK VE İHTİYAÇ DENGESİNDE ÜRETİM VE TÜKETİM İMTİHANI
-
SERBEST YAZILAR
MASONLUĞUN DÜNÜ VE BUGÜNÜ} ADEM ÖZÇELİK
ZWEIG’LE BAŞBAŞA (1) } İBRAHİM TÜRKAN
AH MİNEL HUBB} MURAT UÇAR
RUHUN DİRİLİŞ MEVSİMİ} MUHAMMED YAZICI
DOSYA YAZILARI
VAHYİN ÖNGÖRDÜĞÜ İKTİSAT AHLAKI} FATİH YAZICI
5 MADDEDE İKTİSAT BİLİNCİ} MUSTAFA ALP
İSLAM TARİHİNDE İKTİSADİ KURUMLAR} EMRE GÜNDOĞDU
İBNİ HALDUN, MUKADDİME VE İKTİSAT} İBRAHİM TÜRKAN
MUHAMMED YAZICI İLE ZEKÂT SÖYLEŞİSİ}
İKTİSADİ EVRİMİN NİTELİĞİ ÜZERİNE} MUSTAFA SARITOSUN
GLOBAL ŞİRKET YOLUNDA GENÇLERİMİZE DÜŞENLER} İSMET CAN
BAYSAL
32
29
3436
96
12
18
20
23
26
Gelecek sayı konusu:
Çevre Bilinci.
Yazılarınızı değerlendirilmek üzere
[email protected]
adresine mail atabilirsiniz.
-
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 304
بسم اهلل الرمحن الرحيم
Selamün aleyküm kıymetli okurlar. İlim dergisinin 30. sayısı
mübarek rama-zan ayına tevafuk etti. Rabbimiz feyz u bereketinden
istifade etmeyi nasip buyursun. Bilinç serimizde bu kez iktisad
konusunu kapağa taşıdık. Para ve mal mülkle çetin imtihandan
geçtiğimiz şu ahir zaman diliminde, Müslüman-ca maddî kazanç ve
harcamanın hatırlanması büyük önem arzediyor.
Şüphesiz savurganlık ve cimrilik arasında ideal dengeyi
yakalamak anlamın-da iktisad, helal kazançtan adalete, doğru
sözlülükten şükre, cömertlikten tevekküle birçok erdemle münasebet
içinde. Bu konuda üst düzey önlem ve düzenleme sadedine devlet
makamlarına birçok sorumluluk düşse de fertle-rin maddî kazanca ve
dünyevî menfaate karşı tavrı son derece belirleyici rol
oynuyor.
Kitab-ı Mecîdimiz ne yerinde öğütler sunmuş bizlere:
“Birbirinizin mallarını haksız yollardan yemeyin. İnsanların bir
kısım mallarını günah olacak biçim-de bile bile yemek için
hâkimlere peşkeş çekmeyin.” (2/188) “Biz insanı me-şakkat, imtihan
ve çile ile içli dışlı yarattık. Yoksa o, kimsenin kendisine güç
yetiremeyeceğini mi sanıyor? Ben yığınla servet tükettim, diye
övünüp duru-yor.” (90/4) “Ey İnananlar! Mallarınız ve çocuklarınız
sizi Allah’ı anmaktan alı-koymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar
ziyana uğrayanlardır.” (63/9) “Medyen halkına kardeşleri Şuayb’ı
gönderdik. Şöyle dedi: Ey milletim! Allah’a kulluk edin; O’ndan
başka tanrınız yoktur. Ölçüyü tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben
sizi bolluk içinde görüyorum ve hakkınızda kuşatıcı bir günün
azabından korkuyorum” (11/84) “(Kraliçenin elçisi hediyelerle)
gelince Süleyman ona dedi ki; Beni mal ile mi kandıracaksınız?
Allah’ın bana bağışladığı ayrıcalıklar size verdiklerinden daha
üstündür. Siz bu hediyenizle övünebilirsiniz?” (27/36)
-
العلم5 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
“Biliniz ki, dünya hayatı oyundan, eğlenceden, süs ve
gösterişten, birbirinize karşı övünmeden, mal ve evladı çoğaltma
yarışından ibarettir. Bu hayat, ekini ve bitkisi çiftçisinin yüzünü
güldüren bol yağmura benzer. Fakat bir süre sonra kuruyan bu bitki
örtüsünün sarardığını görürsün. Arkasından da ot kırıntılarına
dönüşür. Ahirette ise bir yanda ağır bir azab, öbür yanda Allah’ın
bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir hazdan
başka bir şey değildir.” (57/20)
Bunlara benzer birçok ilahî emir ve ihtar, iktisadî hayatımızı
çepeçevre kuşatan bir içeriğe sahip. Tevhid eksenli iktisad, mümine
bir yandan ihtiyacı kadar tüketmeyi salık verirken, diğer yandan
ka-zancını diğer ihtiyaç sahipleriyle paylaşmaya yönlendirir.
Peygamber-i Zişan ve sahabe-i güzînin hayatı, bu noktada hem ilgili
Kur’an ayetlerinin canlı tefsiri hem de çeşitli gelir gruplarındaki
insanlar için örnek tablolarıdır.
Öte yandan günümüz dünyası, vahyin nazil olduğu 7. yüzyıl Hicaz
toplumundan bambaşka ekono-mik çerçeveye sahiptir. Mal, fayda,
hizmet ve emek kavramları, üretim-tüketim faktörleri, piyasa ve
fiyat teşekkülü, para teorileri ve banka muameleleri.., bütün bu
hızla değişen olgularla çok güçlü bir ahlakî altyapı ve toplumsal
dayanışma duygusu olmadan ilişki geliştirmek mümkün değildir. Dergi
yazıları bu açıdan kişisel erdemleri esas alan bakış açısıyla
ticarî hayatımızı yeniden inşa etmeyi teklif ediyor. Mutad olduğu
üzere Kur’an ve Sünnet naslarıyla başlayan makaleler, İslam
tarihinde teşekkül eden iktisadî kurumlara kadar geniş zaviyeden
Müslüman-mal ilişkisini, meşru-gayri meşru kazanç yollarını ve
tüketim çağında tükenmeden kalabilmeyi mercek altına alıyor.
Ramazan bayramımız şimdiden mübarek olsun efendim. Bir sonraki
bilinç dosyasına dek Allah’a emanet olunuz. İyi okumalar...
[email protected] ilimdergisi.org
30. sayıdan
merhaba
-
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 306
Ahlak insanı değerli kılan en önemli özelliklerden biridir.
Ahlak, en değerli miras, en güzel mücev-her, en doğru yoldur.
Yüksek makamlara, lüks araçlara ve villalara sahip olunabilir.
Mükemmel bir kıraat icra edilebilir. Fevkalade şiirler de
yazılabilir. Lakin ahlaktan yoksun olduktan sonra bunların hiç biri
bir mana ifade etmez. Temelini ahlak oluşturan her şey değerlidir.
Ah-lak her işimizin, her davranışımızın mihenk taşıdır. Her din
ahlakî nizamı sağlamak üzere gönderilmiştir. Ahlak, bir toplumun
bırakabileceği en değerli mirastır. Ahlak en güzel miras;
çocuklarımız en güzel varistir.
İslam her şeyden önce ahlaklı olmayı öğütler. Ahlak, İslam
dininin en temel özelliklerinden biridir. Allah re-sulünün; “Ben
güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderil-dim.” (Muvatta) sözüne
istinaden gönderiliş gayelerinden birinin de ahlak nizamını
sağlamak olduğunu görmekte-yiz. Ahlakın yer almadığı her yerde
adaletsizlik, yolsuz-luk, merhametsizlik gibi davranışlar ön
plandadır. Gayri ahlakî yapılan her fiiliyat, her iş, her ibadet
yansızdır. Biz bu yazımızda ahlakın konuları arasında yer alan
iktisat ahlakının vahyin gölgesinde nasıl seyrettiğini
inceleye-ceğiz.
Adalet döngüsü
Adalet, kişi neyi hak etti ise, ona o hakkı tanımaktır. Bunun
karşıtı ise zulümdür. Adaletin tesis edilmediği yerde zulmün önü
kesilemez. Güçlüler zayıfların, zen-ginler fakirlerin sırtına
basarak hayatı idame ettirirler.
Allah resulü hayatı boyunca bu döngünün önünü kesme-ye çalıştı.
Her daim mazlumun yanında oldu. O ki, ezilip hor görülen kölelerin
dostu, yetimlerin babası idi. İnsa-na sadece insan olduğu için
değer verirdi. Onları zengin fakir, güçlü zayıf ayrımına asla
sokmazdı. Üstünlüğü Allah’a karşı yapılan takvada arardı. Nitekim
Rabbimiz; “Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok
korkanınızdır.” (Hucurat, 13) buyurmaktadır.
Elbet bu ruh, bu bedenden ebedi yolculuğa çıkacak. O vakit ne
hakkı verilmeyen makam ne de hayır yolunda harcamadığımız
zenginliğimiz bize fayda sağlayacak. Fakirlik haline sabretmeyen,
isyan içerisinde olan kişile-rin de o gün kurtuluşu olmayacak.
İmtihan içerisindeyiz. Zenginliğimize şükretmeli, fakirliğimize
sabretmeliyiz ki kazananlardan olalım. Durumun vahametini iş
bitin-ce anlayacağız ama korkarım ki geç olacak. Merhame-ti sonsuz
olan Allah bizleri böyle bir günün azabından korumak için birçok
ayetinde bizleri uyarmaktadır. Gelin konuyu ayetler üzerinden
inceleyim.
Hz. İbrahim’den sonra Medyen halkı sapıklık yolunu tuttu.
Kendilerine başka ilahlar edindiler. Ölçüyü ve tar-tıyı kendi
çıkarlarına göre ayarlamaktaydılar. Bunun üze-rine Allah, adaleti
sağlayabilmesi için Hz. Şuayb’ı onlara peygamber olarak gönderdi.
Hz. Şuayb halkına; “Ey kav-mim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan
başka ilahınız yok-tur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir.
Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik
vermeyin.
Vahyin Öngördüğüİktisat AhlakıFatih Yazıcı
-
العلم7 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapma-yın. Eğer
inananlar iseniz bunlar sizin için daha hayırlı-dır.” (A’raf, 85)
şeklinde nida etti. Zenginlik başlarını öyle döndürmüş olmalı ki bu
uyarıları hiç dikkate almadılar ve Hz. Şuayb’ı beldeden
uzaklaştırmakla tehdit ettiler. Zira tartıda ve ölçüde yaptıkları
hilekârlığın getirdiği ka-zançtan vazgeçmek istemiyorlardı.
Zenginlik onlara her şeyden daha güzel geliyordu. Zenginlik onlara
ölümü unutturmuş, şu anki hayatın ebediyetine inandırmıştı.
“Bunlar, büyük bir günde tekrar dirileceklerini bilmiyorlar mı?”
(Mutaffifin, 3-4)
Alışverişte yapılan dürüstlük iki tarafı da memnun eder. Bu
memnuniyetten iki taraf da kazanır. Satıcının işi bereketlenir;
tüketicinin sofrası huzur bulur. Haksız elde edilen kazanç
bereketsizdir. Bereketi olmayan malın getireceği ferahlık ancak
geçicidir. Üç kuruş daha fazla kazanmak için ahiret hayatımızı heba
etmeye değer mi? Bu konuyla alakalı Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;
“Ölç-tüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru bir tartıyla
tartın. Bu daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha gü-zeldir.”
(İsra, 35). Süte, su katan kişinin elde ettiği kazanç, elinden
çıkandan katbekat daha azdır. Çünkü işin içinde kul hakkı vardır.
Allah ise kul hakkını affetmeyeceğini buyuruyor. Kazananların
kaybettiği, kaybedenlerin ise asıl kazananlar olduğunu fark
edemedikçe huzuru yaka-layamayız. Dünyalıklar için ahiretimizi
satışa çıkarmak bu kadar basit olmamalı.
Adaleti tesis edebilmek adına, varlık sahibi kişilerin ihtiyaç
sahiplerini gözetlemeleri, ne tür ihtiyaçları varsa gidermeleri
gerekmektedir. Yukarıda dediğimiz gibi ne zenginlik onursal ne de
fakirlik yerilecek bir yaşantıdır. Yüce dinimiz bizi böyle
çıkmazlardan, bu tarz düşünce-lerden kurtarabilmek adına zekât,
fitre ve sadaka gibi bağış fonları kurmuştur. Mallarımızın manevi
huzura ka-vuşmasında ve bereketlenmesindeki yegâne yol bunlar-dır.
Ölçü ve tartıdaki adalet malların bereketlenmesine vesile iken
zekât, fitre ve sadaka da mallarımızın manen temizliğine vesiledir.
Peygamber efendimiz fıtır sada-kasının oruçluyu, sarf ettiği yersiz
ve kötü sözlerden
doğan kusurlarından arındırdığını buyurur. (Ebu Davut)
Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde zekâtı namaz ile
birlikte zikretmiş ve gücü yetenlerin ihtiyaç sahiplerine vermesini
farz kılmıştır. Zekâtı verenlerin ise ecrini bizzat Allah, kendisi
vereceğini müjdelememiş ve bu kimselerin korku ve hüzün içinde
olmayacaklarını bu-yurmuştur. (Bakara, 277) Zekât aynı zamanda
toplum ara-sında birlik ve beraberliğin pekişmesine, kişinin elinin
altındaki malı kontrol edebilmesine öncülük eder.
Tutumluluk ve bilinçli tüketim
Tutumluluk, sahip olduğun imkânları en iyi şekilde
değerlendirmek, aşırıya kaçmamaktır. İslam ibadetleri-mizde,
birbirimizle olan hukukumuzda, bireysel konular-da velhasıl
gündelik yaşantımızdaki her hususta tutumlu olmamızı öğütler.
Dinimizce ifrat ve tefrit yasaklanmış-tır. Aşırılık içerisinde olan
kişilere dünyada birtakım musibetler ve belalar da uğramaktadır.
Nitekim Pey-gamberimiz bir hadisi şerifinde; “Söz ve
davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helâk oldular.”
(Riyazu’s-Salihin) bu-yurmaktadır. Bu hadiste de olduğu gibi
Peygamberimiz önemli gördüğü konuları üç defa tekrarlardı ki
dinleyen-ler durumun ciddiyetini daha iyi kavrayabilsinler. İslam
dini kolaylık dinidir. Bunu zorlaştırmak da basite almak da doğru
değildir. Gece gündüz namaz kılmak doğru olmadığı gibi namazlara
esneklik uygulamak da doğru değil, günahtır.
Allah, her şeyi dengeli yaratmış ve kullarının da her daim
itidal üzere olmalarını istemiştir. Fatiha suresinin 6. ayetinde
“Bizi dosdoğru yola ilet” kavlini müminin du-ası kılmış ve bunu
günde beş defa huzuruna çağırarak söylenmesini istemiştir. Aşırıya
gidenlerin ise şeytanın kardeşleri olduğunu İsra suresinde
vurgulamaktadır. Şeytan sahip olduğu gücü hayır yolu yerine
insanları saptırma yolunda kullanmayı tercih etti. Varlık sahibi
kişi de sahip olduğu malı pervasızca sağa-sola harca-dığı için,
sahip olduğu gücü yanlış yerde kullanmış oldu. Aşırıya giden kişi
bu sebepten dolayı şeytanın kardeşi konumunda değerlendirilmiştir.
Dengeli kullanılmayan
-
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 308
güç ve kuvvet yaratılış gayesine ters düşmektedir. Mal sahibi
malının gücüne aldanmamalı. Sahip olduğu ma-lın hakkını vermeli. Ne
fazla ne eksik, doğru yol itidal yoludur.
Hz. Ebubekir’in Tebuk gazvesine hazırlanırken malı-nın tamamını
infak etmesi, günümüzde bir kişinin aynı şekilde bütün malını hayır
yolunda infak etmesi ile eşde-ğer değildir. Zira Hz. Ebubekir Tebuk
gazvesi gibi önem-li bir savaş hazırlığı için malını infak etmişti.
Düşman çetin, yol uzun ve güneşli. Aylardan kıtlık ayı. Bundan
dolayı Peygamber efendimiz sahabeye infakta bulun-malarını buyurdu.
Hz. Ebubekir de böyle biz zamanda malının hepsini infak etmiştir.
Yükümlü olduğumuz, ge-çimini üstlendiğimiz bir ailemizin olduğunu
unutmama-lıyız. “Elini büsbütün açıp tutarsız olma, yoksa pişman
olur, açıkta kalırsın.” (İsra, 29)
Gümümüzde israf konusunda oldukça ileride gidiyo-ruz. Çoğu zaman
bilinçsizce, daha çok kazanmak için, çoğu zaman da tembellikten
dolayı o kadar çok şeyi israf ediyoruz ki, bunu totale vurduğumuzda
ortaya korkunç sonuçlar çıkıyor. Türkiye İsrafı Önleme Vakfı
Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Aziz Akgül yılda 214 milyar liranın
israf edildiğini açıkladı. Bu da Türk milli gelirinin dörtte birine
denk düşüyor. Ürkütücü bir rakam değil mi?
Peki, israfı önlemek için nasıl bir yol izlenmeli?
Öncelikle her anımızın kayıt altında olduğunu unut-mamamız
gerekir. Hesabını veremeyeceğimiz ameller ile hayatımızı çıkmazlara
sokmamamız icap eder. Her halimize şükretmeliyiz. Bir lokma dahi
israf etmeden önce, o parçayı arzulayan nice insanlar olduğunu
düşün-meliyiz. Bir an kendimizi Afrika’da ölmek üzere olan
ço-cuğunu izleyen annenin yerine koymamız gerek. Elbette yemek
yiyeceğiz ama yediğimiz o yemeğin başkasının hakkı olduğunu
unutmadan yemeliyiz.
Bu işin teorik kısmı idi. Pratikte ise şöyle önlemler
alınabilir; alışverişe çıkmadan evvel abartıya kaçmadan bir liste
yapılmalı ve bu listeye bağlı kalınmalıdır. Alaca-ğımız ürünlerden
üçer dörder almak yerine ihtiyaç kada-rını almak gerekir. Zira
yarın ne olacağı muallak. Sahabe efendilerimiz gibi günü idare
edebilecek kadar yemek
yenmesini, alışveriş yapılmasını önersem bile bunu ben yazmama
rağmen uygulamam oldukça zor. En azından alışveriş konusunda
abartıya kaçmamak gerek. Dünyaya kazık çakacak değiliz. Ayakkabı
alınacaksa bunun sınırı en fazla ama en fazla üçtür. Bunun ötesi
dünya nimetine bağımlılık yapar. Çağımız adeta tüketim çağı
konumun-dadır. Gördüğümüz, duyduğumuz her şeye sahip olmak için
birbirimiz ile yarışır olduk. Bu konuyla alakalı Allah Ali İmran
suresinin 14. ayetinde bizleri şöyle uyarmakta-dır; “Kadınlara,
çocuklara, altın ve gümüş cinsinden birik-miş hazinelere, soylu
atlara, sığırlara ve arazilere yönelik dünyevî zevkler insanoğlu
için çekici kılınmıştır. Bütün bu zevkler bu dünya hayatında
tadılabilir, ama hedeflerin en güzeli Allah katında olanıdır.”
İsraftan bahsetmişten cimrilik kavramını anlatma-dan geçemeyiz.
İsraf, şuursuzca harcama yapmak, tu-tumluluk ise gerektiğinde
harcamak, gerektiğinde elde tutmaktır. Cimrilik ise her durumda ve
her zamanda eli sıkı tutmak ve harcama yapmaktan içtinap etmek
de-mektir.
Cimri olmak kişinin kendisine, ailesine ve çevresine zarar
verir. Ahiretini yakar, çevresi tarafından kınanır ve saygınlığını
kaybeder. Cimri kişi malının eksilmesinden endişe duyduğu için
zekâtını da vermez. Gözünden bile sakındığı malın kendisini ebedi
yaşatacağına inanır. Cimrilik bir anlamda fakirliktir. Elini hep
sıkı tuttuğu ve hiç harcamada bulunmadığı için fakire benzer. Bir
nevi insanları aldatmış olur. Peygamber efendimiz ise “Bizi aldatan
bizden değildir.” (Müslim) buyurmaktadır.
Şeytan insanı türlü oyunlarla saptırmaya çalışır. Cimrilik de
şeytanın oyunlarından bir oyundur. Kişiyi fa-kirlikle korkutur,
rızkı verenin Allah olduğunu unutturur. “Allah’ın, kendilerine
lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun kendileri
için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır, o kendileri için şerdir.
Cimrilik ettik-leri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.
Gök-lerin ve yerin mirası Allah’a aittir. Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.” (Al-i İmran, 180)
-
العلم9 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
5 Maddedeİktisat BilinciMustafa Alp
1. Bütün mülkiyet ve imtiyazlar Allah’a aittir
Bunu bilmeyen mi var, diyeceksiniz. Üstelik yaşa-yan ekonomide
ne yararı var bu ayakları yerden kesik lafın? Kesinlikle
katılıyorum. Hüküm Allah’ındır de-yip egolarını baş yargıç ilan
edenlerle mülk Allah’ındır de-yip şahsi sermayesini katlayanların
ne farkı var? Doğru! Ben işin bu faydasız retorik kısmında değilim.
Bir şeyin Allah’ın olması demek, aslında herkesin olması ya da hiç
kimsenin olmaması demektir. İkisi de belli kişi ve zümre-lerin bu
şeyi tekeline alamayacağını anlatır. Evet, bütün mülkler
Allah’ındır. Yani yeryüzü kaynakları ve toplumsal imkânlar
hepimizindir. Hiçbir tekimiz bunları diğerimiz-den kesin hatlarla
ayıramaz, diğerimize zarar verecek şekilde kullanamaz, keyfe keder
parselleyemez.
Allahımız yeryüzünde insanlığa, toplum vicdanına; bütün sosyal
tabakaları kuşatan kamu yararına -tabiri caizse- vekâlet vermiştir.
İnsanoğlu yaratılalı beri bunlar O’nun adına konuşurlar. Özel
mülkiyetler, daima bu külli maslahatın gölgesindedir. Bireyler,
sahip olduklarını bu âli menfaate ters kullanmaya kalkar ve
insanlığa zararlı bir pratiğe dönüştürürse, kamu hukuku engel olur.
Böyle-likle elimizdekiler üzerinde sınırsız tasarruf yetkisine
sa-hip değilizdir. Mülkiyet gibi ticari öncelikler ve ekonomik
yatırım yapabilme gibi imtiyazlar da Allah’ın, yani insan-lığındır.
Kimse bir ihaleye katılım ya da sermaye işletimi noktasında
-kendinden- bir ayrıcalığa sahip değildir. Bu işin birinci doğal
sonucu.
Mülkiyet ve imtiyazın gerçekte Allah’a ait olmasının diğer
tezahürü, bunları O’nun bir lütfu olarak görmektir. Servet ve
kudretimiz, yapıp ettiklerimizin -zorunlu- so-nucu değil, ilahi
bağıştır. Hepimiz çaba, yetenek ve top-lumsal rolümüze göre -fakat
zorunluluk olmadan- sonsuz hazineden nasiplenenleriz. Herkes
kendinden kaynaklı, kaçınılmaz bir eşyaya sahip olma gücüne sahip
olma-makla eşit. İşte başlığın diğer sonucu: İnsan servet
bek-çisidir. Evet, hepimiz ekonomik emanetçiyiz. Aşkın denge
(kader) gereği bir süreliğine belli mülkiyet payının başına nöbetçi
dikildik. Bizle başlayıp yine bizle biten bir süreç yok. Sadece
iktisadi yaşamın binlerce yıldır süregelen devinim rolünü dönüşümlü
olarak oynayan ve buna göre not alan müsamere öğrencileriyiz. Bütün
bunlar insanı elindekileri Allah’ın razı olacağı insanlık hayrına
harca-maya götürür. Mülkiyetin özü, mutlak Malik’ten ilhamla
dünyayı imar ve ıslahtır. İktisadi bilincin bu ontolojik nü-ansı
son derece önemli.
2. Para toplumda, vücuttaki kan gibi dolaşmalıdır
Pazar, iktisadi organizmanın nefes alan hücreleridir. Orası ne
kadar canlı olursa, ticari bünye o kadar rahat seyreder. Para
herkesin cebine girmeli, fakat kimsede uzun sure kalmamalıdır.
Bunun aksi tekelcilik ve ser-maye oligarşisidir. Öyle ya sağlıklı
dolaşım sağlamayan kan, kanserden anemiye birçok tehlikenin
habercisidir. Tröstler buradan beslenir ve ekonomik bünyeyi belli
kesimin çıkarına felç ederler. Bereket dediğimiz derin
-
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3010
maişet enerjisi, kan mesabesindeki para yoluyla top-lumun bütün
damarlarında dolaşır ve hepsine ihtiyacı olanı ulaştırır. Serbest
piyasa ekonomisi ve pazar ser-bestiyeti ancak bu düzey ve şekilde
güzeldir.
Burada parayla sadece devletin bastığı kağıt ya da metal
nesneleri anlamak yanlış olur. Umumi manada kişisel becerilerden
kurduğumuz sosyal ilişkilere bir şekilde bize maddi kalkınma
sağlayan yahut buna ara-cılık eden her şey paraya dönüşebilir. Bu
anlamda hiçbir sanatsal, siyasal ya da ticari değeri toplumun
menfaati-ne kapamamalı, dar kesime hizmetle sınırlamamalıyız.
Fırsat tılsımı sirkülasyondadır. Adil sistemde devletin görevi,
kendine yakın sermaye grubu oluşturarak iş po-tansiyelini buraya
peşkeş çekmek değil, bütün halka ve yurt sathına yaymaktır. Elbette
bunun için devletin cazip kredilerden özel teşvik yasalarına, düşük
enflasyondan hammadde ucuzluğuna bir dizi önlem alması
gerekiyor.
3. Bir kazanç ne kadar risksiz ve bir tarafın kesin zararı
pahasına elde ediliyorsa, o kadar gayri meşru-dur
Faiz, şans oyunları ve umut tacirliği gibi pek çok ucuz kazancın
yasak oluşu bundan ileri gelir. Prensip olarak İslam, kârın reel
gerekçelere dayanmasını is-ter. Toprağı işleyip sürmek, bir
istihdam başlatmak, iş gücü oluşturmak, halkın yararına proje
üretmek, doğal kaynakları işletmek gibi sahici kazanç yollarına
başvur-malıyız. Aksi durumda bir para ne kadar doğrudan -yine
bildiğimiz- paradan ya da komisyonculuk, danışmanlık ve hizmet
sektörlerinden elde ediliyorsa, bereketsiz olma ihtimali o kadar
yüksektir. Burada hizmet sektö-rüyle doğrudan ticarete, üretime ve
kaynak işletmeye dayanmayan iş sahaları kastedilmektedir ki bir
devlette bunların fazlalığı, reel ekonomik geriliğin göstergesidir.
Adres tarif edene dahi ücret ödeyecek günleri görme-mek için sahici
kazanç yolları şartını göz ardı etmemeli-yiz. Devlet bildiğimiz
parasal zenginliğe değil, kaynak ve
mal üretimi odaklı kalkınmaya odaklanmalıdır. Ekonomi
lokomotiflerini öncelikli olarak tarım, sanayi ve ticaret
çekmelidir.
Bunun dışında madde başlığı bize iki şeyi anlatıyor. Birincisi,
kazanç risksiz olmayacak. Tarafların aynı de-recede karşılıklı
kar-zarar dengesine oturmayan ortaklık ve sözleşmeler, bu açıdan
yasal kılıfa uydurulsalar da gayri meşrudur. Dev trol ağları atarak
balık avlamak na-sıl işin bütün espri, hakkaniyet, bereketini
öldürüyor ve diğer avcıların hakkının gaspı anlamına geliyorsa, bu
tür kazançlar da aynıdır. İkinci olarak, ticari işlemler baştan bir
tarafın kesin zararı pahasına akdedilmemelidir. Bilu-mum iddia,
kumar, yarışma, eğlence ve şans oyunların-dan elde edilen gelir, bu
sebeple kirlidir. Bunlar maddi çıkarsız hobi ve salt keyiflenme
meşgalesi olarak makul ve meşrudurlar.
4. Üretim ve tüketim ilişkisi ihtiyaca göre düzen-lenmelidir
Üretim ve tüketim, iktisadın doğrudan tarifi olacak kadar önemli
bir konu. Tıpkı arz ve talep gibi toplumun bütün mal ve hizmet
ilişkisini kapsıyor. Yönelmek, amaç-lamak ve tasarruf etmek
anlamındaki Arapça “kasd” ke-limesinden türeyen iktisad, tek başına
tüketim dengesini kuruyor aslında. Savurganlık ve pintilik
arasındaki ideal alım-satım limitini yakalayan insan, haliyle
ihtiyacı olanı isteyecek (talep-üretim) ve harcayacaktır
(arz-tüketim.) Bugün üretim ve tüketim olayı, normal ihtiyaçların
çok ötesinde, kendi bakası için işleyen korkunç bir çark
diş-lisidir. Kapitalizmle birlikte başlayan çoklu seri üretim,
eşyanın kullanım mantalitesini derinden sarsarak insan-mal
ilişkisini tersyüz etmiştir. Artık hem tükettiklerimiz
ihtiyaçlarımız değil, hem de neredeyse onlar bizim sa-hibimiz.
Günümüzde üzücü ki üretim mallarına kalite standartları ve test
zorunlulukları gibi çeşitli limitler belirleniyorken, bunların
kullanıcılarına sağlıklı tüketim düzeyinden ve ihtiyaç
koşullarından hiç bahsedilmiyor.
-
العلم11 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
Gelinen süreçte tablo ortadadır: İnsanlık tüm canlı türle-rinin
%0.01’ini oluşturmasına rağmen memeli canlıların %83’ünü ve
bitkilerin yarısını yok etmiştir.
En başta insan tüketme hırsını dizginleyemez ve ihti-yacı
olmayan şeylere sahip olmayı arzularsa, artık hiçbir ekonomik,
hatta ahlaki sistem ona bir olumlu bir şey su-namaz. Bu şekilde
arzu güdüleriyle yaşamsal gereçler arasında çatışma yaşanması
kaçınılmazdır; zira doğal tüketimin mantığı arzuya göre değil,
yaşamsal gereğe göre şekillenir. Yoksa arzulamak tedarik edilebilir
bir ihtiyaç değil, önü alınamaz bir güdüdür. Modern tüketi-cilerin
trajedisi tam da burada. Hırs, özenti, tatmin gibi zevkler tabii
ihtiyaç gibi eşyayı elde etmeye itiyor insanı ve bu şekilde tüketim
kısırdöngüsünden kurtulamıyor. Bu noktayı ihmal edenlerin adı ister
Müslüman olsun, ister sosyalist fark etmez; sömürü sistemi onlardan
çok memnundur. Yoksa faizsiz bankacılık, eko-teknoloji ya-hut
organik gıda sektörü deyin bir şey değişmez. Eşya ile midemizi
değil, ruhumuzu doyurmaya kalktığımızda açlığımızın sonu gelmez.
Faizsiz bankacılık denen olay günümüz örneğinde, maalesef faizli
bankalardan sade-ce ismen farklıdır. Kağıt üstünde yapılan ucuz
hileleri ne Allah, ne maşeri vicdan yutmaz. Dolayısıyla zaruri
te-mel ihtiyaçlar ve maaş alma gibi işlemler dışında faizsiz banka
işlemlerine de tevessül etmemek lazım. İster ev ve araç kredisi,
ister banka hesabından kar payı almak; hepsi aynı derece tehlikeli
kandırmacalardır.
5. Yapay ihtiyaçlar ve sahte talepler iktisadi denge-yi tersyüz
eder
Bu kısma bir önceki başlıkta değinebilirdim; fakat gü-nümüz
marka pazarlama mantığının müstakil konuşul-ması gerekiyor. Ticari
nesnelerin üretim hammaddesi, makina, işçilik ve dağıtım gibi
gerçek maliyetlerinin çok üstünde/ya da altında piyasaya sürüldüğü
bir zamanda-yız. Reklam stratejilerinden aldatıcı pazarlama
teknik-lerine birçok faktör alım-satım dünyasını tehdit ediyor.
Bir taraftan algımızda oluşturulan yapay ihtiyaçlar so-nucu
taleplerde bulunuyor, diğer taraftan bu taleplerin birebir
karşılığı olmayan, gerçek ederinden bambaşka fiyat ve standartta
ürünlere sahip kılınıyoruz. Tüketim salt ekonomik veri olmaktan çok
öte sınıfsal, hatta ide-olojik bir gösterge. Şeyler kullanım değil,
marka değer-leri üzerinden tedavüle sokuluyor. Araba bir araç
değil, sürücünün idealize ettiği sosyal sınıf göstergesiyle bir
amaç. Cep telefonu iletişim aygıtı değil, kimlik belgemiz. Gündelik
hayatın birçok karesine yerleştirilmiş yanıltıcı imajlar yoluyla
sezonluk ihtiyaç, talep, hatta kişilik rolü değiştiren gönüllü
tüketim denekleri haline geldik.
Bu tahribatın iktisadi hayata verdiği en büyük hasar, toplumsal
sermaye ve alım gücünün bütünüyle modanın ve popüler kültürün
boyunduruğuna girmesidir. Onca tabii zenginlik ve enerji kaynağı
atıl halde dururken bir nesil sonra anlam ifade etmeyecek teknoloji
trendlerine ve reklam harikalarına sınırsız para aktarılıyor.
Elbette yapay ihtiyaçların tüketimi dengesizce tetiklemesine
karşılık üretim de yeni kurbanlar için canhıraş çalışıyor. Beden,
bilgi, imaj, aşk, aile bağı, ideoloji, hatta kutsal yeni tüketim
malları olarak teşhir reyonlarına konuluyor. İyi de iktisadın
bununla ne alakası var, diyeceksiniz. Kutsalın ticari metalaşması
dinin sorunu, bilginin böyle olması bilimin, bedeninki tıbbi etiğin
sorunu. Haklısınız; fakat mevcut durum, iktisadın da bütün o klasik
para politikalarını, gelir dağılım analizlerini, piyasa ve fiyat
teşekkülünü yıkan bir tahribe sahip. Bunlar yerine sınır-sız ve
kontrolsüz bir popüler kültür dalgası, haksız reka-bet, trendler ve
ikonlar hükmü ferma. Tükenene kadar tüketmenin geçer akçe olduğu ve
herkesin her an hem katile hem kurbana dönüşebileceği bir pazar…
Tüketim dünyasına hoş geldiniz.
-
İslam sadece insanlara iyiliği ve güzelliği öğütleyen kuru bir
din öğretisi değildir. Aynı zamanda insanlara bir felsefe, bir
hayat tarzı, bir yönetim biçimi sunan evrensel bir sistemdir.
Hayatın her alanına müdahale eden yüce İslam dini iktisadi anlamda
da bize bazı öğretiler sunacak ve ideal ekonomik/iktisadi yaşamın
anahtarını verecektir. Elbette Müslümanlar da bu öğretileri kalıcı
kılmak için kurumlar kuracak ve reel hayatı daha adil ve
yaşanabilir duruma sokacaktır.
Biz bu yazımızda tarih içerisinde Müslümanlar tarafından kurulan
bazı iktisadi kurum ve kuruluşları işlemeye çalıştık. Bu iktisadi
kurumların tarihsel süreçlerini, işlevlerini ve hangi sınıf
insanlar tarafından kurulup işletildiklerini incelemeye gayret
ettik.
Beytülmal
Kelime anlamı olarak ‘mal evi’ olan Beytülmal, terim olarak
devlete ait malların muhafaza edildiği fiziki mekânı ifade ettiği
gibi devlete ait taşınır-taşınmaz malların bütününü ve bunların
idaresiyle ilgili hukuki kurumu da ifade etmektedir. Bu geniş
anlamıyla beytülmal, devlete ait her türlü mal varlığının ve
gelirlerin toplandığı, harcamaların yapıldığı, haklara ve borçlara
ehil bağımsız bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. (DİA, Mehmet
Erkal, Beytü’l Mal, Cilt 6, S. 90)
Beytülmal müessesesinin başlangıcı bazı tarihçiler açısından Hz.
Ömer olarak belirlense de Hz. Peygamber dönemine kadar götürebilmek
mümkündür.
İslam’ın Mekke döneminde mali bir yapılanmadan bahsetmek zordur.
Bu dönemde Müslümanların birbirleri arasında sadakalaştığı bilinir
fakat bu paraların bir yerde ve devlet adına toplanması söz konusu
değildir. Bu nedenle Mekke döneminde iktisadi oluşum gözlemlenemez.
Medine dönemine gelindiğinde İslam’ın yavaş yavaş bir devlet modeli
oluşturduğunu görürüz. Hicretin ikinci yılında gerçekleşen Bedir
Savaşı ile birlikte ilk kez ganimet ödülüyle buluşuldu. Bu
ganimetten devlete pay ayrılmadan hepsi Bedir Savaşına katılan
gazilere dağıtıldı. Tercih edilen görüşe göre zekât mükellefiyeti
de aynı yıl başlamış, böylece ilk defa devlet tarafından düzenli
vergi bu yıl toplanmıştır. Bu İslam iktisadı açısından atılan ilk
adımdır denilebilir.
İslam devletinin ilk toprak geliri ise barış yoluyla alınan Beni
Nadir arazileridir. Bu araziler Haşr suresinin 6. ayetine göre
Beytülmal’a yani devlete verilmiştir. Bedir Savaşından sonra ikinci
ganimet Beni Kaynuka’dan alınmıştır. Bu ganimetin beşte biri
Beytülmal’a ayrılırken diğerleri savaşan sahabelere dağıtılmıştır.
Hicretin dokuzuncu yılında devlet gelirine cizye vergisi eklendi.
Bunun yanında normal devlet gelirlerinin ihtiyacı karşılamadığı
durumlarda Hz. Peygamber’in Beytülmal’a bağış topladığı da
bilinmektedir.
Beytülmal’in fiziki bir yapı kazanması yine Hz. Peygamber
döneminde olmuştur. Devletin tüm paraları Peygamberimizin bizzat
kendi evinde muhafaza edilmiştir. Toplanan bu paraların uzun süre
evinde muhafaza edilmesi Hz. Peygamberi rahatsız ediyordu. Bundan
dolayı paralar beklemeksizin yoksullara dağıtılıyordu. Ayrıca bu
paralar devlet adına çalışanlara -zekât amilliği, vali, beytülmal
görevlileri gibi- maaş olarak dağıtılıyordu.
İslam Tarihinde İktisadi KurumlarEmre Gündoğdu
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3012
-
Beytülmal’ın bu işleyiş tarzı Hz. Ebu Bekir döneminde fazla
değişikliğe uğramadı. Hz. Ebu Bekir halife olduğunda geçimini
sağlamak için ticaret yapmaya başladı. Ticaret yapan halifenin
devlet işlerini aksatma riskine binaen Hz. Ömer devlet hazinesinden
maaş alması tavsiyesinde bulundu.
Hz. Ömer devrinde İslam Devletinin sınırları oldukça genişledi.
Bu genişleme ile birlikte Hz. Ömer halifeliği döneminde İslam’ın
birçok alanında reformlar gerçekleştirdi. Bu reformlardan bir de
Beytülmal müessesesini geliştirmesiydi. Bu düzenlemeler ile
birlikte Beytülmal İslam iktisat alanında en köklü kurumlardan biri
haline geldi.
Bu dönemde Beytülmal hususunda yapılan en önemli icraatlardan
bir kaçını şöyle sıralayabiliriz. Öncelikle İslam topraklarının
genişlemesiyle kazanılan tüm paraların Medine’ye gelmesi problem
teşkil ediyordu. Bundan ötürü Hz. Ömer her beldeye bir tane
Beytülmal açılmasını emretti. Açılan bu yerlerin hepsine bir tane
de Beytülmal sorumlusu tayin etti. Bu sorumlular bazen- Küfe’de
Abdullah İbn Mesud’ta olduğu gibi- belde kadısıyla aynı kişi
oluyordu. Bazen de özel Beytülmal görevlisi atanıyordu.
Hz. Ömer dönemindeki yapılanmalardan biri de gelirlerin fazla
olması hasebiyle daha sonra defterdarlık olarak anılacak sistemin
kurulmasıydı. Buna göre Beytülmal’a giren ve çıkan tüm mallar kayıt
altına alınacaktı. Bu yapılan faaliyetle beraber Beytülmal gelir ve
giderleri hep incelenebilir konumda olmuştur.
Vakıf
Vakıf, ekonomik hayat üzerinde etkili olan bir kurumdur. Maddi
bir karşılık beklemeden insanlara yardım eden vakıf müessesesi
yüzlerce yıldır faaliyet içindedir. Vakfın temelinde iyilik,
şefkat, yardımlaşma duyusu yatar. Vakıf kelimesi Kuran’da
geçmediğinden dolayı bazı tarihçiler
vakıf kurumunun başlangıcını belirlemede kararsız kalmışlardır.
Vakıf kelimesi her ne kadar Kuran’da geçmese de yapmak istediği
faaliyetlerin hepsi mevcuttur. Allah yolunda infakta bulunun.
(el-Bakara 2/195, 261), iyilik yapmakta yarışın (el-Bakara 2/148;
Âl-i İmrân 3/114). Kuran’da buna benzer yardımlaşmayı, sadaka
vermeyi, fakirleri doyurmayı emreden onlarca ayet mevcuttur. Fakat
vakıf müessesesi Hz. Peygamber döneminde mevcuttur dememiz pek
doğru olmaz. Zira yardımlaşma sadece Müslümanlara has olmayıp
İslam’dan önceki toplumlarda da mevcuttu. Bizim burada
bahsedeceğimiz, İslam devletlerinde ekonomik hayatı ve sosyal
adaleti sağlamaya büyük yardımcı olan ve kurumsallaşan iktisadi
faaliyettir.
İslam’ın ilk dönemlerinde merkezi yerler arasında olan Mekke,
Medine, Kudüs, Halep ve Şam gibi yerleşim yerlerinde insanların
kullanımı için birçok yapı inşa edilmiştir. Bunlara Kubbetü’s
Sahra, Emeviyye Camii, Halep Ulu camii gibi örnekler verilebilir.
Bu gibi yapıların birçoğunun giderleri beytülmalden karşılanıyordu.
İslam toprakları genişleyip yeni beldeler fethedilince Müslümanlar
oralara kendi paralarıyla yapılar inşa ediyorlardı. Bu faaliyet
Abbasi
döneminde iyice arttı. Mısır’da bir tarım arazisinin gerçek
hayri vakfa dönüştürülmesiyle ilgili bilinen en eski belge Abbasi
dönemine ait 307 (919) tarihli vakfiyedir. (DİA, Bahaettin
Yediyıldız, Cilt 42, S. 480)
العلم13 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
-
Vakıf müessesesi insanların ihtiyaçlarına göre gelişim
göstermiş. Bu gelişmeler neticesinde vakıf alanı dini nitelik ve
eğitimle alakalı kuruluşlar - camii, mescid, daru’l kuran, daru’l
hadis- sufiler için toplanma ve barınma yerleri –zaviye, hankah,
ribat, tekke- sağlık kuruluşları, yollar, köprüler, kervansaraylar,
su yolları, çeşmeler vb. birçok yapı inşa edilmeye başlandı.
Vakıfların en önemli özelliklerinden biri ise yapıların kendi
kendilerini idare edebilir durumda olmalarıdır. Yapılan bir
külliyede yüzlerce hatta binlerce kişi çalışmakta. Bu durum ise
oraya belli bir miktarda paranın girmesi gerektiği anlamına gelir.
Bundan dolayı bu yapılara gelir getiren gayrimenkul mallar
bağlanır. Örneğin Fatih Sultan Mehmet’in inşa ettirdiği külliyesine
bağlı tam 4250 dükkân vardı. Bu dükkânların kiraları külliyenin
ihtiyaçları için kullanılıyordu.
Bu külliyelerin içinde sosyal niteliği bakımından en dikkate
değer vakıf imarethanelerdir. İmarethaneler genelde mutfak, kiler,
ambar, misafirhane gibi bölümlerden oluşur. Bu bölümlerin asıl
gayesi külliye
çalışanlarına, talebelere, fakirlere ve yolculara yemek
hazırlamaktı. Mesela İstanbul imarethaneleri 18.y.y.’da günde
30.000’den fazla kişiye yemek yapardı. Bu sayı o zaman için
toplumdaki büyük bir açığı kapattığı anlamına geliyor.
Vakıfların idaresi
Hicri birinci asrın başından Emeviler döneminin sonuna kadar
vakıf malları, vakfedenin belirlediği bir kişi tarafından
(mütevelli) yönetilirdi. Tüm vakıfların tertip ve düzeni ise
Halife’ye aitti. Fakat vakıfları denetleyen herhangi bir denetici
kurum yoktu.
Hicri 2. ile 5. asırlar arası vakıf müessesesi büyük bir gelişme
gösterdi. Artık bu kurumların özel olarak birileri tarafından
denetlenmesi gerektiği anlaşıldı. Abbasi halifeleri bu görevi
kadılara verdi. Vakıf malları artık mütevellilerin keyfi
yönetimlerine bırakılmıyordu.
Bu sistem Karahanlı, Gazneli ve Selçuklularda aynı şekilde devam
etti. Mütevellinin vakıf malını kullanma hususunda adaletsizce
davrandığı tespit edilirse görevinden alınırdı.
Osmanlıların ilk dönemlerinde durum farklı değildi. Orhan Gazi
Bursa’da yaptırdığı caminin idaresini Sinan Paşa’ya vermişti.
Böylece Sinan Paşa’yı Osmanlı’nın ilk vakıflar müdürü sayabiliriz.
Yıldırım Bayezıd her vilayete ‘Müfettiş-i Ahkâm-ı Şeriyye’ tayin
etmiş ve vakıflardan sorumlu tutmuştu. Birçok Osmanlı padişahı bu
görevi farklı isimlerde anmıştır. En uzun kullanılan isim ‘Harameyn
Evkaf Nezareti’dir. Bu nezaret 1587 yılında 3. Murat tarafından
açıldı. 1826 yılında ‘Evkaf-ı Hümayün Nezareti’ olarak değişti.
Vakıflar Osmanlı’nın sonuna kadar bu isimle denetime tabi tutuldu.
3 Mart 1924 tarihinde çıkan kanunla ‘Vakıflar Umum Müdürlüğü’
kuruldu. Vakıfların denetimini bu müdürlük yapmaya başladı.
İhtisab
Bu teşkilatın asıl kurulma gayesi iyiliği emretmek, kötülükten
alıkoymaktır. Bu işi yapana muhtesib ya da ihtisab ağası gibi
isimler verilir. Hz. Peygamberin Medine’ye hicret ettiği dönemden
itibaren varlığı bilinen
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3014
-
hisbe, Hz. Ömer döneminde tam teşkilatlı bir müessese halini
aldı.
Muhtesibin birden fazla görevi olduğu için günümüzdeki bir
kurumla kıyaslamamız oldukça zordur. 1479 yılında Edirne şehrine
İhtisab Ağası tayininden anlaşıldığına göre -İhtisab
kanunnamelerinden anlaşılana göre- muhtesibin üç ana görevi vardır.
Bunlar ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olanlar, dini hayatla
ilgili olanlar ve adli hayatla ilgili olanlar. Konumuz gereği biz
ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olan kısmı inceleyeceğiz.
Muhtesib, halk ile esnaf arasındaki problemleri düzeltme,
esnafla ilgili olan kanunları uygulamakla görevlidir. Devlet
açısından çok önemli bir kademede bulunur. Devlet ile esnaf
arasındaki bağı temsil eder. Aynı zamanda esnafın ekonomik olarak
ne durumda olduğunu, işlerin nasıl gittiğini bildiğinden devletin
ekonomi ayağı da denilebilir.
1826 yılında birçok alanda köklü değişiklikler yapılmıştır. Bu
yılda ihtisab işini yöneten kimselerin bulunduğu kurumun ismi
İhtisab Nazırı olarak değiştirildi. 1855 yılında ise İhtisab Nazırı
kaldırılmış, yerine Şehremaneti kurulmuştur.
Divan
Kullanıldığı yere göre pek çok manaya gelse de biz divan
kelimesinin konumuzla ilgili kısmını inceleyeceğiz. Kelimenin
Farsça ve Arapça kökenli olduğu hakkında ihtilaf bulunmakla
birlikte Sasani İmparatorluğunda devlet yönetimine ait bir kavram
olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bu bakımdan divan kelimesi
devletin mali, idari ve askeri hizmetlerinin kayıt altına alındığı
deftere denir. Buradan mecaz olarak defterleri tutmakla görevli
kişilerin bulunduğu ortam için kullanılır.
İslam toplumunda başta Hz. Ömer fey arazilerini dağıtmak için
kurduğu divan teşkilatı ile divan kelimesinin kullanımı
yaygınlaştı. Emeviler döneminde devlet sınırlarının genişlemesiyle
farklı alanlar için divanlar çoğaltılmıştır. Bunların iktisadi
alanla ilgili olanları 4 tanedir; a) Ganimet ve ordu saymanlığı ile
ilgili olan divan. b) Vergiler divanı. c) Cibayet (harac)divanı. d)
Devlet gelir ve giderini kontrol eden divan.
Abbasiler döneminde bu sayı daha fazla artmıştır. Bu divanların
başında ‘Divanu’l Harac’ gelmektedir. Selçuklular döneminde
‘Divan-ı İstifa’ ve ‘Divanü’z Zimam ve’l İstifa’ adında iki büyük
divan mevcuttur. Bu divanlar günümüzdeki maliye bakanlığına
karşılık gelir. Bu divanlar devletin gelir- giderine ait ne varsa
defterlere yazarlardı.
Osmanlı devletinde bu göreve ‘Defterdarlık’ adı verildi. Bu
görev Osmanlı’nın mali işlerinin en rütbelisidir. Toprak
sınırlarının genişlemesiyle defterdar sayısı da artmıştı. 1841
yılında defterdarlık yerini ‘Maliye Nezareti’ne bıraktı.
Ahilik
Ahilik teşkilatı 13. yüzyılda Şeyh Nasiruddin Mahmut (Ahi Evran)
tarafından kurulmuştur. Kuruluşunda Alaeddin Keykubad’ın çok büyük
destekleri olmuştur. İlk defa Kırşehir’de kurulmasına rağmen çok
kısa sürede tüm Anadolu’ya yayılma imkânı buldu.
Ahi Evren’in öncülüğündeki bu teşkilat esnaf ve sanatkârı bir
birlik etrafında toplayarak sanat ve ticaret ahlakını, üretici ve
tüketici menfaatlerini güven altına almayı hedefler. Böylece
Anadolu Selçuklu Devleti’nin ekonomik açıdan kötü olduğu bu dönemde
onlara dayanma gücü verir. Ahilik teşkilatı mali ve ticari açıdan
büyük bir eksiği kapatıyor olsa da bunun yanında Anadolu’nun
Türkleşmesinde çok büyük etkisi olmuştur.
العلم15 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
-
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3016
Hayat Hikâyesi
1332 yılının 28 Mayıs’ında doğmuş Abdurrahman bin Muhammed bin
Haldun bin Hasan. Serin ve mistik bir Tunus akşamında tek gözü kör,
bedevi bir he-kimin ellerinde gelmiş dünyaya. Peygamberin soyundan
olduğu için Tunus’ta çokça hürmet gören İbni Haldun, refah
içerisinde bir çocukluk geçirmiş. En büyük zevki kuş
beslemekmiş.
Eğitim gördüğü Tevbe Medresesinde çokça soru sor-ması sebebiyle
derslerden atılırmış. Böyle zamanlarda elinde kocaman kitaplarla
gül bahçelerinde vaktini ge-çirirmiş. Medreseyi bir şekilde
tamamlayan İbni Haldun babasının vesilesiyle ülkenin sultanı İbni
İshak’ın kâtip yardımcılığı görevine atanmış. Bu görev sebebiyle
sul-tanla beraber pek çok sefere çıkmış.
Bir sefer dönüşü Tunus’ta ortaya çıkan bir veba yü-zünden anne
ve babasını evlerinde vefat etmiş bir va-ziyette bulmuş. Bu ağır
kayıp sonrası İbni Haldun ilim tahsili için beyaz esvabını giyip
bedevilerin içerisine gir-miş. Ve onların hareketlerini an be an
gözlemleyerek bu gözlemlerini kaydetmiş.
Günün birinde Gırnata’yı fetheden İbni İshak, İbni Haldun’u
yanına çağırmış. Fakat İbni Haldun kendisi-ne iftira atan bir saray
görevlisini dövdüğü için görevi pek uzun sürmemiş. Üstelik ülkeden
de kovulmuş. Ar-tık sığınacak bir ülkesi bile olmayan bu büyük
düşünür
metruk ve izbe bir yer olan İbni Selame Kalesinde ya-şamaya
başlamış. Ne acıdır ki zamanının fersah fersah ötesinde olan meşhur
eseri Mukaddime’yi bu izbe yerde tamamlamış.
Mukaddime’deki bazı görüşler kendilerini Tanrının bir gölgesi
gibi gören zamanın sultanlarını epey kızdırmış. İbni Haldun’u
öldürmek istemişler. Bu suikast girişim-lerinden kurtulmak için bir
gün İskenderiye’ye giden bir geminin yük ambarına kaçak binmiş İbni
Haldun. Kırk gün içerisinde İskenderiye’ye varmış. Oradan Kahire’ye
geçmiş. Nihayet Kahire’de kıymeti bilinen büyük düşü-nür Kahire
Medresesi baş müderrisliğine getirilmiş. Hatta ününü Timur’un bile
duyduğu ve İbni Haldun’u bir ziyafette misafir ettiği bile
söylenir.
1406 yılının 19 Mart’ında bahçesinde beslediği kim-sesiz
köpeklerin, koyun ve ineklerin arasında geriye pek çok kıymetli
eser bırakarak dâr-ı bekâya irtihal etmiş.
Mukaddime
İbni Haldun’u pek çok unvan ile tavsif edebiliriz. Ta-rihçi,
kıraat ve fıkıh âlimi, siyaset bilimci, iktisatçı, sos-yolog… Bu
kadar unvana sahip çok yönlü bir düşünürün kitabının da elbette pek
çok konuyu içinde barındırması normaldir. Ana hatlarıyla bakacak
olursak Mukaddime için şunları söyleyebiliriz; asabiyet, medeniyet,
umran, ticaret, din, bilim, sanat, eğitim, siyaset, iktisat, gibi
pek çok konuyu tarihsel esasları ve sosyolojik etkenleri
İbni Haldun, Mukaddime ve İktisatİbrahim Türkan
-
العلم17 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
açısından ele alıp değerlendiren, iki cilt, altı bölümden
müteşekkil bir kitaptır.
Mukaddime kimilerine göre bir sosyoloji klasiği, ki-milerine
göre iktisat ya da başka sosyal bilim alanına ait bir klasik. Hangi
alana ait bir klasik olduğu tartış-malı olsa da Mukaddime’nin
teorik kavramlarla ilk defa kuramsal bir yapı inşa ettiği hususunda
neredeyse tüm bilim camiası ittifak halindedir.
İbni Haldun’u politik-ekonominin, tarih felsefesinin ve
sosyolojinin kurucusu olarak görenlerin yanı sıra onun Umran adında
yeni bir ilim dalı inşa ettiğini de iddia edenler vardır. Umran
İlmi iddia sahiplerine göre; tarihte daha önce olup bitenler ile
daha sonra olacak olanların anlaşılması hususunda bir bakış açısı
kazandırmaya yarar. İşte bu Umran İlmi Mukaddime’de sistemli bir
şe-kilde bulunmaktadır. Fakat daha sonra geliştirilmemiş, İbni
Haldun ile başlayıp bitmiştir.
Mukaddime tarih içerisinde pek çok düşünürü et-kilemiştir.
Nietzche gibi aykırı bir düşünürün, Che Gu-evara gibi bir hareket
adamının başucu kitabı olduğu bilinmektedir. Bu türden iki farklı
gruba hitap edebiliyor olması dikkate şayandır. Bunun yanı sıra
Mukaddime’nin kendinden sonraki sosyal bilimler çalışmalarına zaman
ve mekân üstü bir etkide bulunduğu inkâr edilemez bir gerçektir.
Biz bu yazımızda Mukaddime’nin genel an-lamda iktisat alanındaki
görüşlerini özetlemeye gayret edeceğiz.
Mukaddime’de İktisat
Halkın Refah Seviyesi Umranın Çokluğuna Bağlıdır
İbni Haldun’a göre bir şehirde yaşayan insan sayısı ne kadar
fazla olursa orada emek o kadar fazla olur. Ve bu emek fazlalığı
doğru şekilde kullanıldığında o şehre zenginlik getirir.
“Malum ve sabit bir şeydir ki, hiçbir insan maişeti itibariyle
ihtiyaç duyduğu hususları teminde müstakil değildir. Umranları
cihetinden tüm insanlar bu hususta yekdiğerine yardımcı olurlar.
İnsanlardan bir taifenin,
birbirine yardım etmek suretiyle istihsal ettikleri ihtiyaç
maddeleri, istihsale katılanların adedinden kat kat fazla insanın
zaruri (ve iptidai) ihtiyaç açığını kapatır.”
“İmdi bir kasaba veya şehir halkı, (iş bölümü yapa-rak) tüm
emeklerini, zaruri (gıda) maddeleri ve ihtiyaç-ları ölçüsünde tevzi
edince, bu hususta bahis konusu emeklerin asgarisi (zaruri
ihtiyaçlarını temin için) kâfi gelir. Geriye kalan emeklerin tümü,
zaruri ihtiyaç mad-deleri üzerine zait olarak baki kalır. Bu da,
refaha, re-fahın getirdiği adet ve itiyatlara ve diğer şehir
halkının ihtiyaç duydukları hususlara harcanır. Öbür şehirdeki halk
karşılığını ve değerini vererek (söz konusu asgari emek üzerine
zait olan emekle istihsal edilen ihtiyaç faz-lası malları) onlardan
temin ederler. Netice olarak (mal ihraç eden belde ve kavimler) bu
yoldan zenginlikten bir pay ve nasip alırlar.”
Kazanç Emeğin Değerinden İbarettir
İbni Haldun malın değerinin onda içkin olan emeğin miktarına
eşit olduğunu söyleyerek 18. yüzyıl ve sonra-sının emek-değer
kuramlarına öncülük etmiştir. Ülkenin zenginliğini, 17.-18. yüzyıl
Merkantilistlerinin aksine, paraya (altın ve gümüşe) değil, mal ve
hizmet üretimine bağlamakla daha üstün bir kavrayış
sergilemektedir.
“Kazanç emeğin değerinden ibarettir. (Mekasib, kıyem-i amaldan
başka bir şey değildir. İstihsal edilen bir malın ve hizmetin
kıymeti, onu elde etmek için harcanan emeğin değerine tekabül eder.
Harcanan emeklerin değer-leri neyse sağlanan kazançlar da
odur.)”
Malın değeri ona harcanan emekle ölçülür. Fakat çok emek
harcamakla beraber değeri artan malın topluma getirisi ne olur?
İbni Haldun bu soruyu şöyle cevaplar; “harcanan emekler artınca
bunun emek sahipleri arasın-daki değeri de artmış ve bu suretle
zaruri olarak onların kar ve kazançları da çoğalmış olacak. Refah
ve zengin-lik ahvali, onları refaha ve bunun ihtiyaç vaziyetine
getir-diği meskenlerin ve elbiselerin güzelleştirilmesi, alet ve
edevatın, kap ve kacağın iyileştirilmesi, hizmetçiler ve binekler
edinilmesi durumuna davet edecektir.”
-
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3018
Pazarda Fiyat Endeksini Belirleyen Unsur
İbni Haldun şöyle der; “bir şehir büyür, gelişir ve nüfu-su
çoğalırsa, gıda ve onun yerine kaim olan zaruri ihtiyaç
maddelerinin fiyatları düşer ve ucuzlar. Katıklık, meyve ve ona
bağlı olan lüks maddelerin fiyatları ise yükselir, pahalılaşır.
Şehrin nüfusu azalır ve umranı zayıflarsa, bu sefer de bunun tersi
bir durum ortaya çıkar.”
Bunun sebebi İbni Haldun’a göre şudur; nüfusu fazla olan
şehirlerde insanlar kendilerine yetecek kadar hatta ihtiyaçlarından
daha fazla asli gıda üretiminde bulunur-lar. Bu sebeple böyle
şehirlerde asli gıda talebi pek faz-la olmazken lüks gıda talebi
çok fazla olur. Ve bu talep fazlalığı peşi sıra lüks gıda
fiyatlarında artışı getirir. Şe-hir çok daha fazla gelişim
gösterirse o zaman hem asli hem de lüks gıda fiyatlarında düşüş
görülür.
Nüfusu az şehirlerde ise asli gıda üretimi nüfusu fazla
şehirlere göre iyi seviyede olmayacağı için, şehir insanlarının
yapacağı alış-verişte öncelik asli gıdanın olacaktır. Ve bu talep
fazlalığı peşi sıra asli gıda fiyatla-rında artışı getirecektir.
Böyle şehirlerde kimsenin lüks gıdaya ehemmiyet vermemesi de lüks
gıda fiyatlarının düşmesine sebep olacaktır.
İhtikâr
“Şehirlerdeki tecrübeli ve basiretli zevat arasında “fi-yatların
yükselme zamanını kollamak üzere hububatın ihtikârı meşum bir
hadisedir, faydası telef olur, hüsranla neticelenir” diye meşhur
olmuştur.”
İbni Haldun tecrübeli zevatın bu düşüncesine katılır ve şöyle
bir açıklamada bulunur; “en doğrusunu Allah bi-lir ama bunun sebebi
şu olsa gerektir; halk, gıdaya olan ihtiyaçları sebebiyle bu
hususta para harcamak zorun-dadır. Nefsin (istemeyerek ve mecbur
kalarak harcadığı) o paralarla olan alakası (para elden çıktıktan
sonra da) devam eder, gözü onda kalır. Nefislerle onlara ait
malla-rın arasındaki alakanın sürmesinde ve kişinin gözünün malında
olmasında büyük bir şer, (zarar, uğursuzluk) var-dır ve bu şerrin
vebali ve zararı da o malı meccanen al-mış olana aittir. Karşılığı
ödenmeden alınan mal ve para, onu alana talihsizlik getirir.”
Vergi
“Bilinmelidir ki, devletlerin ve hanedanlıkların ilk
zamanlarında vergi, tevziat (ve mükelleflerin ödedikleri miktarlar)
itibari ile az, ama hâsılat ve varidat itibari ile çok olur.
(Fertler az vergi öder ama toplanan vergi büyük bir yekûn tutar.)
Devletlerin ve hanedanlıkların son za-manlarında ise bilakis vergi,
tevziat itibari ile çok ama hâsılat itibari ile az olur.”
İbni Haldun’a göre bunun böyle olmasının sebebi sü-reç
içerisinde hanedanlıkların refah ve nüfus seviyesinin artmasıdır.
Devlet kurulduğu ilk zamanlarda bedevilik statüsündedir. Ve bu
statüde halkın ve hanedanlık men-suplarının refah seviyesi
düşüktür. Böyle bir ortamda vergiler de düşük olacaktır. Vergilerin
düşük olması ise halkı mutlu edecek ve onları çalışmaya teşvik
edecektir. Halk çalışıp emek fazlalaştıkça, refah yükselecek,
za-man geçtikçe de nüfus artacaktır.
Artık bedevilik statüsünden çıkan devlette “halk ve hanedanlık
mensupları maharet nevinden (daha iyisini arzu etme çeşidinden)
huylar edinirler. İçine gömülmüş oldukları nimetler ve refah
sebebiyle adetleri, itiyatları ve ihtiyaçları çoğalır.” Bu durum da
vergide zam yap-mayı gerekli kılar. Ve süreç içerisinde vergiler
sürekli zamlanır. Zam alan vergiler halkın motivasyonunu kırar. Ve
halk isteksiz çalışmaya başlar. Emek seviyesi düşer. Fakat refah
seviyesi aynı kalır. Bu sebeple vergilerde ar-tış devam eder.
Devlet yıkılıncaya kadar bu döngüden kurtulamaz.
Hazine/Gömü
“Bilinmelidir ki, şehirlerdeki aklı zayıf kişilerden bir-çoğu
toprağın altından mal ve para çıkarmak için hırsla çalışmakta. Bu
yoldan kazanç (ve servet) sahibi olma-yı istemekle, evvelki
milletlere ait malların (ve kıymetli eşyanın) tümünün yer altında
saklı olduğuna, hepsinin üzerlerinin sihirli tılsımla mühürlü
olduğuna, onun ilmi-ne vakıf olan ve onu çözmek için yanında buhur,
dua ve kurban bulunduran bir kimseden başka hiçbir kimsenin o mührü
bozamayacağına itikat etmektedirler.”
Bu uzun cümlenin ardından İbni Haldun beş sayfa boyunca define
arayanların başvurdukları yöntemleri ve bu çabalarının
gereksizliğini uzun uzun anlatıyor.
-
العلم19 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
Define ile geçim sağlamanın bir tür acizlik olduğunu ve kısa
yoldan para kazanmak isteyen kurnaz kimsele-rin, doyumsuz
arzularını tatmin edebilmelerini sağlayan tekinsiz bir kaynak
olduğundan dem vuruyor. Örnekler veriyor, kasidelerle bu türden
kimseleri zammediyor.
Fakat kolay yoldan zenginlik getiren definenin top-lumun
ekonomik yapısına ne gibi zararlar vereceğini işlemiyor. Sadece bu
yolun sahtekârlıktan öte bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyor ve
çalışmaya teşvik ediyor. İbni Haldun’un ülkenin refahını artırmada
gerek-li olduğunu düşündüğü ana etkeni hatırlarsak niçin bu bölümü
fazlaca uzattığını ve definecileri neden bu kadar zemmettiğini
anlarız.
İbni Haldun’a göre devletin refahını artıran en önemli etken
emektir. Ne kadar emek o kadar zenginlik. Hatta yukarıda gördüğümüz
gibi İbni Haldun’a göre kazanç, emeğin değerinden ibaret. Yani ülke
insanlarının ada-letli bir şekilde zenginleşebilmesi ve ülkenin
nominal seviyede büyüme gösterebilmesi için gerekli olan şey emeğin
fazlalığıdır. Defineciler ise emeksiz kazancın peşindedirler. Hal
böyle olunca definecilik ülkenin eko-nomik dişlilerinin işleyişini
etkileyecek bir unsur olup insanlar arasındaki eşitliği bozabilecek
tehlikeli bir ka-zanç türü. Belki de define yoluyla zengin olan bir
takım kurnaz kimseler ülkenin diğer insanlarını da emeksiz kazanca
teşvik etmiş olacak ve ülkeyi ayakta tutan, iler-letip, geliştiren
halk emeğine zarar vermiş olacak. Tabii bunlar İbni Haldun adına
yapılmış tahminler. Mukaddi-me üzerinden İbni Haldun’un niçin
definecilere sert bir şekilde karşı çıktığını anlayamıyoruz.
Makam/Mevki Servet Getirir
“Görüyoruz ki, makam ve iti-bar sahibi olan bir kişi maişet
çe-şitlerinin tümünde makam sahibi olmayan bir kimseden zenginlik
ve servet bakımından daha fazla-dır. Bunun sebebi şudur; (siyasi ve
idari itibar ve) makam sahibi olan bir şahsa (çeşit çeşit)
amellerle (ve emekler harcanarak) hizmet edilir. Yaranma (ve himaye
cihetinden) makamına ihtiyaç duyma sebe-biyle amellerle ona
yaklaşılır. İmdi
halk, ister zaruri, ister haci, ister kemali olsun, bütün
ih-tiyaçlarında amel (ve emekleri) ile ona yardımcı olur. Bu
suretle söz konusu tüm amellerin karşılığı olan (yüksek) kıymetler
onun kazancına olur. Böylece o, karşılığında bir bedel (ve para)
sarf edilmesi hususiyetine sahip olan tüm işlerde, halkı bedelsiz
(ve bedava) çalıştırır. Bu su-retle bahis konusu amellerin (ve
emeklerin karşılığı olan iktisadi) kıymetler onun kucağına yığılmış
olur.”
Sonuç
Mukaddime yazıldığı günden bugüne pek çok alana ve pek çok
düşünüre kaynaklık etmiş büyük bir eser. Ta-rihi olayları olduğu
gibi ele almakla kalmayıp o olayların içsel sebeplerini psikolojik,
sosyolojik, ekonomik ve po-litik açıdan değerlendirerek geçmişi
sistemli bir bakış açısıyla gözden geçiren, geleceğe temkinli bir
şekilde bakan büyük bir kitap. Diğer sosyal bilimler alanlarında
olduğu gibi iktisat alanında da söyledikleri kendisinden
sonrakilere yeni ufuklar açmış. Adam Smith, William Petty, Saint
Simon, Karl Marx, Thomas Robert Malthus, Micheal Porter gibi pek
çok iktisatçıyı etkilemiş ve uzun yıllar pek çok iktisatçı için
ulaşılması ve aşılması zor bir zirve olarak kalmış. Biz bu
yazımızda Mukaddime’nin muhtelif yerlerine serpiştirilmiş iktisat
metinlerini top-layıp özetlemeye çalıştık. Dolaylı olarak iktisatla
alakalı bazı metinleri çalışmamızın dışında bıraktık.
-
Üstadım, zekâta geçmeden önümüzdeki bayramı sorarak başlamak
istiyorum. Ramazan bayramı Müs-lümanın zaman algısında nereye
oturur? Bizim için bayram nedir ve nasıl geçmelidir?
Kelimenin kökeni üzerinden bir tespitle söze başla-yalım.
Bayramın orijinal ifadesi “îd” Arapça “avd (iade)” kökünden gelir.
Bu günlerdeki ilahî lütfun artış sebe-bi, geride bıraktıkları yoğun
ibadet mesaisidir. Dikkat edersek, Müslümanların üç bayramı olan
cuma, fıtır ve kurban, İslam’ın üç temel rüknünün adeta finalidir.
Cuma, bölgenin en büyük camisinde, diğer namazlar-da görülmemiş bir
kalabalıkla tek vücut içinde namaz rüknünün, Fıtır bayramı ramazan
orucunun, kurban bayramı ise hac rüknünün muhteşem finalidir. Bu üç
bayramı, öncesinde sarfettiğimiz yoğun kulluk mesa-isinin Allah
tarafından benzersiz bir lütuf ve ikramla iadesi olarak görmeliyiz.
Zekât, malın üzerinden bir yıl geçme şartı herkese göre
değişeceğinden bu ortak bütünlüğe girmez.
Bayramın bizim için nasıl geçmesi gerektiği kıs-mına gelince,
söz konusu bayram âdâb ve erkânını peygamberî beyan ve
uygulamalardan öğreniyoruz. Bunları kısaca fıtır bayramı için
bayram namazına gi-dişte, kurban bayramı için Arefe günü sabah
namazın-dan dördüncü teşrik günü ikindi namazına kadar bol bol
tekbir getirme, en güzel elbiseleri giyinip en güzel kokuları
sürünme, yine fıtır bayramı için namaza çık-madan birkaç lokma
(mümkünse hurma) yeme, kur-banda yemeği namaz sonrası kurban etine
bırakma, bayram namazına gidiş ve geliş yollarını farklı tutma ve
meşru çerçevede eğlence ve neşe içinde olma şek-linde
sıralayabiliriz. Bu bildik bayramlar dışında gerçek bayram ve
kurtuluş Allah Rasülü Efendimizin de beyan buyurduğu üzere, “nimet
(ve lütfun) en son hali, ce-hennemden kurtuluş ve cennete
giriştir.” (Tirmizi, Ahmed bin
Hanbel) Yoksa Hasen-i Basri’nin dediği gibi, Allah’a isyan
edilmeyen her gün bayramdır. Ömer bin Abdulaziz’in kıssasında bu
nokta daha gerçekçi şekilde ortaya çı-kar. Bir devlet başkanının
kızı olarak bayrama giyecek elbisesi olmayan ve beytü’l mâlden bir
elbise isteyen kızına şunu der büyük lider: “Kızım, bayram yeni
elbise giyene değil ki! Bayram (îd) azap (vaîd) gününden kor-kan
kimseye.”
Evet, teşekkür ediyorum. Esas konuya şu soruy-la başlamak
herhalde isabetli olacak: Genel olarak İslam’ın sadaka anlayışı,
yardım ve iyilik yorumu ne-dir? Birine sadece mali olarak mı, yoksa
diğer hangi yollarla sadaka vermiş oluruz?
İslam, Allah rızası düşüncesiyle iyilik ve paylaşma duygusunu
yaşatmaya dönük her şeyi sadaka sayar. “Kim zerre kadar hayır
işlerse karşılığını görecektir.” (Zilzal, 7) İyilik duygusunu
yaşatma ve paylaşmaya dönük her şey bir sadaka ve iyiliktir. Hatta
“Müslüman karde-şinin yüzüne tebessümle bakman bile sadakadır.”
(Tir-mizi) “Müslüman, bir ağaç diker veya bir tohum ekerse, ondan
bir insan veya hayvan yediği müddetçe o Müs-lümana sadaka sevabı
yazılır” (Müslim) Buradan sorunun ikinci kısmı cevabını bulmuş
oluyor. Birine sadece malî olarak değil, başka bir çok yoldan
iyilik yapmış oluruz. Herhalde Hazreti Ebu Zerr’in Allah Rasülü
Efendimize sorduğu sorular ve aldığı yanıtlar bu konuda başka
iza-ha ihtiyaç bırakmayacak kadar açık.
Ebu Zerr der ki, “ey Allah’ın Rasülü, amellerin en faziletlisi
hangisidir?” Efendimiz cevap verir: “Allah’a iman ve O’nun yolunda
cihad.” “Peki, hangi köleyi azad etmek daha faziletli?” “Sahipleri
yanında en kıymetli ve fiyatı en pahalı olanı.” “Ya buna gücüm
yetmezse?” Efendimiz bunun üzerine “bir iş yapana yardım eder veya
kendi yapamayacak birinin işini sen yaparsın”
BEŞ SORUDA
ZEKÂT
Muhammed Yazıcı Hoca ile SöyleşiSorular ve Düzenleme: Adem
Özçelik
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3020
-
buyurur. Ebu Zerr “ey Allah’ın Rasülü, birazcık bir şey
yapmaktan da aciz kalırsam ne dersin?” diye sorar son defa.
Efendimiz “o zaman şerrini insanlardan uzak tu-tarsın. Bu da
kendine verdiğin bir sadakadır” der. (Buhari ve Müslim)
Bu hadisten herkesin kendi konum ve imkânına göre iyilik
duygusunu yaşatması gerektiğini anlıyoruz. Bu öylesine zengin bir
sadaka yelpazesidir ki fakir olan kendini umutsuzluğa itemez. Maddî
durumu iyi olanların tekelinde bir sakada ve iyilik anlayışı değil,
herkesin aktif katılımına açık bir iyilik birliği teklif eder bize
İslam. Burada önemli olan iyiliğin matematiksel boyutu değil,
taşıdığı Allah rızasıdır. Neticede iyiliği iş-leyip ona bir değer
biçecek olan insanların bakış açısı değil, Rabbimiz Teâlâ’dır.
“Mallarını Allah yolunda har-cayanların durumu, yedi başak verip
her birinde yüz tane bulunan bir başağın haline benzer. Allah
dilediği-ne kat kat fazlasını da verir. Allah’ın lütfu geniştir,
ilmi her şeyi kaplar. (Bakara, 261)
Kritik bir soru: Zekât zenginin kendi mülkü olan bir maldan
vererek fakire yaptığı bir iyilik midir, yok-sa Yüce Allah’ın
ihtiyaç sahiplerine dağıtsın diye zen-gine emanet ettiği bir şey
midir? Ya da şöyle sorayım: Mal zengine vakfedilmiş midir, yoksa
ihtiyaç sahiple-riyle birlikte tüm toplumun mudur?
Önce şunu tespit edelim: Bütün üst mülkiyetler Allah’a aittir.
Ayeti yeniden hatırlayalım. “De ki: Ey mül-kün sahibi Allah’ım! Sen
mülkü dilediğine verirsin, di-lediğinden de onu çeker alırsın,
dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayr Senin
elindedir. Muhakkak ki Sen her şeye kâdirsin.” (Âli İmrân, 26)
İkinci husus şu: Ko-nuya sadece zenginin fakire yardımı olarak
bakarsak bu kısır bir yaklaşım olur. Mesele, az önce dediğimiz gibi
kendinde olanı paylaşmak ve iyilik duygusunu
yaşatmaktır. Kuran-ı Kerim her birimize “Allah sana verdiği
gibi, sen de insanlara ver, iyilik yap” buyurur. (Kasas, 77) Sade
zengin değil, elinde paylaştığında insan-lığın menfaatine olacak
herhangi bir şey bulunduran, onu kendine sakladığında o şeyi
kirletmiş olur.
Bu noktada zekât malı temizlerse, mesela amel de ilmi temizler.
Zengin gibi âlim ve hoca da kendinde olan bilgiyi gizlediğinde
yanlış yapar. Yine Kur’an’ın ih-tarı bu noktada ürperticidir:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayet yolunu -kitapta onu
insanlara apaçık göster-memizden sonra- gizleyenler yok mu! İşte
onlara hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder.” (Bakara,
159) Hadiste ilmi gizlemenin acı sonu daha net tasvir edilir: “Kime
ilmi olduğu bir konudan sorulur da bunu gizler-se, Allah kıyamet
günü onu ateşten bir gemle gemler.” (Ebu Davud) Ellerindekini
gizlediklerinde topluma verdik-leri kayıp noktasında zengin de âlim
de doğruyu bilip onu gizleyen de aynıdır.
Zekât özeline dönersek, Kuran’ın seksen küsur yerinde zekâtın
namazla bir arada zikredilmesinin herhalde büyük hikmeti, toplumun,
yani kulların hak-kını içeriyor olmasıdır. İnsan namazla Allah’ın
hakkını, zekâtla kulların hakkını öder. Bir toplumun kalkınması
için en temelde bu hakların eksiksiz ödenmesi gerekir. Ayrıca
“onların mallarında isteyenler ve (isteyemediği için) mahrum
kalmışlar için bir hak vardır” (Meâric, 24-25) ayeti kerimesi
açıkça şahsi mülkiyetteki bu toplumsal payı vurgular.
Gelelim konunun alıcı muhataplarına. Kendisine zekât verilen
sekiz sınıf üzerinden kısaca İslam’ın toplumun hangi kesimlerini
kalkındırmak istediğini açıklar mısınız?
Tövbe suresi 60. ayetteki sıralama fakirler, miskin-ler zekât
toplamakla görevli memurlar, kalpleri İslam’a
العلم21 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
-
ısındırılmak istenenler, sözleşmeli köleler, borçlular, Al-lah
yolunda çalışanlar ve yarı yolda kalanlar şeklinde. Aslında sadece
fakirin değil, İslam devletinin ihtiyacı-nın büyük kısmı zekâtla
karşılanmış oluyor. Dolayısıy-la zekât başlı başına devletin bir
sosyal güvenlik, bir maliye kurumudur. Zekâtın fakir ve miskinler
ayağıyla bir taraftan ekonomik kalkınma amaçlanıyorsa, zekât
memurları ayağıyla bürokratik düzen, kalpleri İslam’a ısındırılması
hedeflenen kişilerle siyasî destek, söz-leşmeli kölelerin azadıyla
hukukî eşitlik, Allah yolunda gazi ve mücahitlerin desteklenmesiyle
askerî gelişim sağlanmış oluyor. Zengin de olsalar borçlu ve yolda
kalmış kimselere zekât verilmesi ise, İslam devletinin kredi kurumu
açığını kapatıyor. Bugün kapitalist ban-kaların yapamadığı karz-ı
hasen, yani darda kalmışa Allah için, ucu açık finansal destek,
zekâtla mükem-mel bir işleyişe kavuşur.
Zekâtı sadece zenginin fakire verdiği ekonomik destek şeklinde
dar bir çerçevede değil de, İslam dev-letinin siyasî, hukukî,
bürokratik, askerî ve finansal her tür kalkınma projesi olarak
anlarsak, İslam’ın bize kazandırmaya çalıştığı geniş yönetim
ufkuna, strate-jik liderlik becerisine kavuşmuş oluruz. Aslında
ikinci sorunun cevabında öne çıkardığımız paylaşım ahlakını İslam
zekâtla en güzel şekliyle hayata geçirir. Çünkü zekât yoluyla sekiz
sınıftan her birine aktarılan devlet fonunun birçok açıdan geri
dönüşümü vardır. Zekât memurlarına ayrılan fon, devlet
hizmetlerinde sadakat olarak geri döner. Bugün kapitalist
bürokrasilerdeki rüşvet ve adam kayırmanın devlete yol açtığı
hasarı bir düşünün! Yine zekâtla desteklenen gazi ve mücahitler,
savaşlarda elde ettikleri ganimetlerle geri dönerler ki ganimet ve
yine ordunun ön ayak olduğu cizye, dev-letinin zekât dışındaki iki
büyük geliridir. İslam dev-leti böylelikle bütün devlet giderlerini
kapatmış olur. Tek başına kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenlere
zekâttan fon ayrılması bile İslam’ın muhteşem strate-jik hamlesini
yansıtmaya yeterlidir.
Orijinal ifadesiyle müellefe-i kulûp, beraberindeki güçlerle
İslam’a girmesi umulanlar, zayıf olan İslamî konumları
güçlendirilmek istenenler ve Müslümanlar-dan şerleri bertaraf
edilmesi amaçlananlar şeklinde üç alt sınıfı kapsar. Şu ileri
görüşlülüğe bakar mısınız; zekâtın ucu nasıl zengin bir maslahat
ufkuna açılıyor! Safvan bin Umeyye’nin dediğine kulak verelim:
“Allah Rasülü benim için ilk başta insanların en sevimsizi idi.
Bana o kadar (zekât malından) verdi ki sonunda benim için
insanların en sevimlisi haline geldi.” (Camiu’l-Beyan, İbn Cerir)
Hazreti Ömer’in bu sınıfı zekât fonundan kaldırdığı yönündeki güçlü
kanaat, bir dönemle alakalı devlet başkanının inisiyatifine bağlı
durumdur. Yoksa İmam Zührî’nin de belirttiği üzere, Kuran ve
Sünnet’te bu kısmın hükmünü kaldıran bir şey yoktur. Bir dönem
kendisine ihtiyaç duyulmaması (tıpkı köle azadı gibi) hükmün
büsbütün kaldırıldığın göstermez. İhtiyaç ha-linde tekrar devlet
başkanı belli kesimlere inisiyatifini kullanır. (el-Muğni, İbn
Kudâme) Cevabı daha fazla uzatmamak için bu kadarıyla
yetinelim.
Şununla kapatalım: Parası olanın zekât vermekle işi biter mi?
Varsa diğer hangi işler kendisini bekler?
Az önceki cevabın uzunluğunu dengelemek adına burayı kısa
tutalım. Hem sanıyorum, göstermeye çalış-tığımız geniş zekât
ufkunda ve genel olarak sadakanın her tür iyilik ve paylaşım
duygusunu kapsadığı gerçe-ğinde bu soru da yanıtını bulmuş oluyor.
Parası olanın zekât vermekle işi biter mi, dediğinizde zekâtın da
için de yer aldığı bir üst sadaka çatısına geçmiş oluruz. Zekâtını
ödeyen sadakayla sorumludur artık. Ki Allah Rasülü’nün beyanıyla
“her iyilik sadakadır.” (Buhari ve Müs-lim) Sadakanın geniş
sınırları için ikinci cevapta naklet-tiğimiz hadisler herhalde
sadra şifa olacaktır.
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3022
-
العلم23 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
Yunanca “ev yönetimi” anlamına gelen ekonomi (oikia: ev, nomos:
kurallar) genel anlamıyla insanların tüketim ve üretim
faaliyetlerini nasıl organize ettikleri-nin incelenmesidir. Ortaçağ
ve öncesinde tarıma dayalı ekonomik yapı, nüfusun dağınık olması,
şehirleşmenin yoğun olmaması, ulaşım imkanlarının yetersizliği
küçük ve lokal ölçekte bir ekonomik faaliyet sürdürülmesine neden
oluyordu. Dünya modern ekonomik sisteme geç-tiğinden beri sistemi
oluşturanlarla sisteme sonradan dâhil olanlar arasında hiçbir zaman
fırsat eşitliği olma-dı. Tüm ekonomik temaslar sonradan dâhil
olanların aleyhine işledi. Bu durumun anlaşılabilmesi için sistemi
doğuran sebepler ve geçirdiği evrimlerin iyi analiz edil-mesi
gerekir.
Avrupa devletlerinin ekonomik evrimi
Bugün var olan ekonomik sistemin ilk temelleri Haçlı
Seferleri’nde atılmış, gasp edilen malların satılması ile Avrupa’da
büyük çaplı ticaret yapılmaya başlanmıştır.
Sonrasında coğrafi keşiflerin gerçekleşmesi, ticaretin büyük
denizlere açılması, en önemlisi Avrupa’nın büyük sömürgeler elde
etmesi neticesinde ekonominin yöne-tilmesi ve yönlendirilmesinde
önceki basit ekonomik sistem yetersiz kalmıştır.
16. yüzyılda Avrupa’da ulus devletlerin oluşması ve sömürge
rekabetine girişmeleri farklı iktisadi düşünce anlayışlarının
doğmasına sebep olmuştur. Devletin eko-nomiye müdahalesi vergi
usulleri ve kamu harcamaları gibi konularda farklı düşünseler de bu
dönemin iktisat-çıları servet biriktirmek ve sürekli arttırmak
konusunda hemfikirdir. Belki de ilk kez bir ideal olarak servet
artırımı formülize edilmiştir. Ulusların gücünün ve zenginliğinin
sahip oldukları metal miktarıyla ölçüldüğü bu dönemde Afrika ve
Amerika’dan elde edilen altın ve gümüş ma-denleri Avrupa
ülkelerinin diğer ülkelere göre zenginleş-mesine sebep olmuştur. Bu
dönemde ithalat engellenip servet artırımı korunmuştur.
İktisadi Evrimin Niteliği ÜzerineMustafa Sarıtosun
Kapitalizm Niye Bizde Doğmadı?
-
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3024
17. ve 18. yüzyılda ise ekonomik büyüklük reel fak-törlere
bağlanmış ve ithalat kısıtlamasının olmadığı ser-best piyasa
ekonomisine geçilmiştir. Bu usul değişikliği sömürgecilik konusunda
emek ve kaynak transferine dönüşmüştür. Nihayet Sanayi Devrimi ile
ucuz emek, gasp yolu ile elde edilmiş hammadde ve sömürü ürünü
muazzam servet Batı’nın dünyada egemenliğini ilan et-mesine yol
açmıştır. Bu evrimler geçirilip günümüz kapi-talizmi oluşturulurken
kavramları ve teorileri ile modern iktisat bilimi de formülize
edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik yapısı
Avrupa’da bunlar olurken Osmanlı Devleti tarımda Selçuklulardan
aldığı ve geliştirdiği tımar sistemini, ti-carette ise mutlak
devlet kontrolünün olduğu bölgesel denge fikrine dayanan bir
sistemi devam ettirmekteydi.
Modern iktisada göre, geçim ekonomisi yerli refe-ranslarla
incelendiğinde refah ekonomisi olan Osmanlı ekonomik yapısı durumu
muhafaza etmeye yönelik bir yapıdır. Devletin ekonomiye müdahale
sebebi büyütmek ya da zenginleştirmek değil, dengeyi korumak
üzeri-nedir. Kârlılık serbest bırakılmamış, devlet tarafından emek
yoğunluğuna göre belirlenmiştir. Örneğin toptan-cı ya da
imalatçısının söylediği fiyatı çok bulan esnaf kadıya şikâyette
bulunur. Bunun üzerine kadı o malın üretilmesinde harcanan emeği
gözlemleyerek kâr oranı belirler. Malların serbest dolaşım hakkı
yoktur. Üretilen mal bulunduğu bölgeye göre üretilir. İstisnai
şartlarda ancak izin alarak başka bölgelere transfer
edilebilir.
İhracat ise en son tercihtir. Devlet ekonominin her safhasına
müdahildir. Onu piyasanın insafına bırakmaz. Merkezi otorite tek
egemendir. Taşra yönetimi kuralları uygular. Tarımda ise toprak
Müslüman halk adına padi-şahtadır. Halk zirai toprakların mülküne
sahip değildir, ama ürününü yetiştirip satar, vergisini verip
toprağı iş-leme hakkı miras bırakılabilir. Ayrıca zirai olmayan bağ
ve bahçe mülk edilebilir. Sipahiler eliyle nizama sokulan topraklar
feodalite oluşmaması için uzun süre aynı gö-revlilerce
yönetilemez.
Bunun dışında vergi sistemi keyfi değil kurala bağ-lanmıştır.
İstisnai şartlarda değişir, ama herkesten vergi alınır. Özellikle
taşrada en uzak noktalara kadar ulaşıl-mıştır. En az vergi kendi
kendine yeten toprak sahibinden alınmış, emekten alınan vergi ise
yok denilecek kadar az olmuştur. Vergi toplamadaki başarıya rağmen
devletin servet artırımı Batı ile mukayese edilemeyecek ölçüde
küçüktür. Fakat savaş kaybetmeler başlayıp düzen sar-sılınca vergi
toplamalarda sıkıntılar yaşanarak mali yapı bozulmuştur. Kaybedilen
savaşların bütçeye getirdiği yük özellikle gayri müslimlerin yoğun
olduğu yerlerde toplanamayan vergiler, kapitülasyonların kontrolden
çık-ması ve merkezi yönetimin uzak bölgelerde etkinliğini
kaybetmesi sonucu taşra yönetiminin keyfi uygulamala-rı içinden
çıkılamaz bir kısır döngü oluşturmuştur. Buna paralel olarak
Batı’nın yukarıda sayılan nedenlerden gü-cünü artırması müdahale
sahasının gelişmesine neden teşkil etmiştir.
Sürece dâhil olma girişimleri
Söz konusu gelişmeler gayrimüslimler ve yaban-cı tüccarların
ayrıcalıklar elde etmesine sebep olmuş, bunun neticesinde
geleneksel ekonomik yapı dağılarak toplumsal çözülme ve işsizliğe
kapı aralanmıştır. Döne-min devlet elitleri askeri ve siyasi
alandaki Batılılaşma kompleksini ekonomik alanda da göstermiş,
1838’de İn-gilizlerle yapılan ticaret antlaşması diğer Avrupa
Devlet-leriyle de imzalanarak Osmanlı İmparatorluğu resmen serbest
ticaret bölgesi durumuna getirilmiştir.
Görüldüğü gibi sömürge politikasının olmadığı, ser-vet
artırımının idealize edilmediği ve kârın emeğe göre belirlendiği,
Batı’daki feodaliteye benzemeyen toprak sistemi sayesinde oluşmayan
burjuva sınıfı, Osmanlı’nın sanayiye geçişinde kapitalist sisteme
dâhil olmasını da engellemiştir.
Batı’daki kirli evrimleri geçirmeyen hiçbir ülke zaten bu
sürecin başlangıcında yer alamazdı. Türkiye’nin iler-leyen
dönemlerde sürece dâhil olma girişimleri de aynı şekilde
sömürülmekten başka netice vermemiştir.
-
EkonomiBeslemek zorunda oldu-ğunuz ve gün boyu sınırsız miktarda
et tüketebilen bir ejderha düşü-nün. Et stoku-nuz sınırlı. Bu
durumda et stokunuzu yok etmeden ejder-hayı nasıl
do-yurabilirsiniz? İşte ekonomi bu problemi çözmede size yardımcı
ola-cak sistemin adıdır.
Tasarruf“Sakla samanı gelir zamanı” atasözünün anlatmaya
çalıştığı şey.
BonoKabile üyesi-nin, fazlasıyla geri almak üzere kabile reisine
verdiği borcun dekon-tu ya da riskiz yatırımın diğer adı.
SermayeAmbarda kul-lanılmayı bek-leyen buğday yığını…
FaizKomşuya ödünç verilen boş tabağın, dolu dönme-sini istemek
ya da emeksiz kazancın Arap-çası.
DövizÜlke seyahati-ne çıktığınızda yanınızda bulundurmanız
gereken önemli şeylerin ilkidir.
KapitalizmÖnce çözüm üretip sonra o çözüme problem ya da
problemler yaratan, motto-su; “tüket tüket ve tüket” olan
algoritmanın adı.
EnflasyonOltanı deni-ze on kere fırlattığında normalde sekiz
balık tutuyor-ken, dört balık tutmaya başla-mandır.
ParaEkonomik yaşamın da-marlarında dolanan kan ya da kimilerince
uğruna sunak-lar sunulan totem.
Merkantilizm“Zenginliğin yolu stoktan geçer” felsefe-si ile
hareket eden, 16. yüz-yılda doğup 18. yüzyılda ölen, Batı Avrupa
kaynaklı bir yaşam müca-delesi tipinin adıdır.
Dibsİmparator Justinyanus’un Bizans hal-kından aldığı borçları
yazdığı defterin adı.
BütçeBir çiftlikte sene içerisinde ölebilecek ve doğabilecek
tavukların sa-yısını gösteren tahmin cetveli.
LikiditeTaşı kısa yoldan altına çevirebilme olanaklarının
tümü.
DeflâsyonBakkaldan aldığın ekmeği daha düşük fiyatla almaya
başlamandır.
VergiCanını sıkan devlet memu-runa “senin maaşını ben veriyorum”
diye atar ya-pabilmen için devlet hazine-sine koyman gereken katkı
payı.
İktİsatça
العلم25 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
-
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3026
Global Şirket YolundaGençlerimize DüşenlerGlobal Şirket
YolundaGençlerimize Düşenlerİsmet Can Baysal
İnsan kaç yıl yaşar? Evrende her şeyin bir ömrü var mıdır?
Maddelerin ömürlerini ne belirler? Bugün var olan büyük veya küçük
şirketlerin de ömürleri var mıdır? Var ise bu ömrü ne belirler? Bu
sorunun cevabı şirketin kurulduğu yerden kurulduğu yere değişse de
Türkiye’de cevabı aşikâr; Yahudiler.
Öncelikle yazıma şirket yönetme ve krizlerle başa çıkma
teknikleriyle başlamak istiyorum. Şirket yönetir-ken başarılı çoğu
işadamının benimsemiş olduğu bazı olgular vardır. Bu her ne kadar
şirket stratejisi, amacı ve hedefine göre değişse de başarılı
şirketlerin stratejilerini bir küme olarak düşünürsek bu kümenin
kesiştiği yerler şöyle sıralanabilir: Patron masada değil sahada
olur… Demirbaş kadroyu oluşturmak… Krizlerden şirketi en az zararla
çıkarmak…
Her ülkenin stratejik noktaları olduğu gibi her şirketin
stratejik noktaları mevcuttur. Bu stratejik noktalar sek-törden
sektöre değişse de her sektörde aynı olan nokta pazarlama ağıdır.
Pazarlama ağında yeni bir akım olan network marketingden (pazarlama
ağı) bahsedilecek olursa, bu sistemde ürün pazarlama reklam ile
değil, direkt olarak tavsiye ile satılmaktadır. Böylece hem rek-lam
maliyetinden kaçınılmış hem de zamandan tasarruf edilmiş hem de
şirkete ait olan reklam departmanında bulunan personel ve gerekli
materyal masraflarından ka-çınılmış olur.
Şirketlerin başarılı olmasına vesile olmuş bir diğer sistem de
‘onluk sistem.’ Bu sistemde yönetici iş saha-sında gözüne
kestirdiği lider vasıflı 10 kişiyi seçer ve onlara ayrıcalıklı
olduğunu söyler. Büyük bir çalışan takı-mına sahip şirketlerde bu
sistemde seçilen on kişinin de kendisine on kişilik bir takım
oluşturması istenir. Böyle-ce üretimde veya pazarlamada herkes
aktif olarak şirket lehine çalışmış olur ve verim en üst safhaya
çıkar.
Bugün okullarda duyduğumuz rehberlik servisi veya PDR
departmanları bulunmaktadır. Geç de olsa corpo-rate (kurumsal)
şirketler bu departmanın gerekliliğinin farkına varmış ve sadece
çalışanlarının problemleri ile ilgilenmek üzere psikologlar ve
psikolojik danışmanlık ve rehberlik (PDR) uzmanları çalıştırmaya
başlamıştır.
Verimi artırmada gerekli olan başka altın kural ise şudur: Ayın
çalışanı seçme. Bu sistemde o ay lideri veya şefi tarafından
gerçekten objektif bir gözlemle en verimli çalışan seçilir ve bu
çalışana herkesin farkına varabile-ceği bir şekilde bir ödül takdim
edilir. Bu ödüllendirme sistemi verimi artırma sistemleri arasında
en kullanışlı olanıdır, fakat gözlem objektif bir şekilde yapılmaz
ve ayın çalışanı yolsuzluk ile belirlenirse bu şirket içinde tam
bir kaos olabilir. Bu şekilde haksız yere ödüllendiri-len
çalışanları protesto amacıyla üretimin durdurulduğu şirketler yok
değildir.
-
العلم27 شعبان - رمضان 1439 العدد 30
Verimi artırmanın bir diğer kuralı ise şudur: Çalışana değer
vermek. Eğer şirketinizde veya küçük işletmenizde çalışan bir kişi
kendine değer verildiğini anlar ise şirketin her türlü sorununu
kendi çabasıyla dahi çözmeye çalıştı-ğı gözlemlenmiştir. Siz
aslında çalışanınıza değer verip onunla gerçekten güzel ilişkiler
kurarak disiplini yitirmiş olmaz, şirketin var olan sorunlarına bir
ortak almış olur-sunuz ki bu da üzerinizdeki yükün hafiflemesi
demektir.
Şirketimizde oluşan herhangi bir krizde en çok ya-pılan
hatalardan birisi de olay anında krizin sorumlusunu aramaktır.
Yapılması gereken krizin sorumlusunu ara-mak yerine, şirketimizi en
az zararla krizden çıkarmak, kriz esnasında oluşan yaraları sarmak,
ardından sorum-luyu araştırmaktır. Sonuç olarak çalıştırdığınız
veya sa-hip olduğunuz şirketin bekası şahsi kızgınlık, kırgınlık ve
alınganlıklarımızdan çok daha önemlidir.
Bekası ile sorumlu olduğumuz şirketlerde izlenmesi gereken
stratejiden ve çalışanlara karşı hangi tutumla yaklaşmamızın
faydalı olacağından söz ettikten sonra şimdi asıl konumuza
dönebiliriz: Neden global bir şir-ketimiz yok? Neden dünya
pazarında kendinden çokça söz ettiren bir şirketimiz yok? Bugün
Avrupa’da neredey-se devletlerin kasasında bulundurduğu nakit para
kadar değeri olan şirketler varken Türkiye neden bu sahanın
dışında?
Cevabı aşikârdır, hatta cevabı görmek için tüm tarihe değil,
arkamıza dönüp bakmamız yeterledir. Geçtiğimiz aylarda Akdeniz,
Karadeniz ve boğazlarda otoritesi çok güçlü, Türk asıllı lojistik
şirketi, ayrıca gelişmeye çok açık ve otoritesini çok kısada sürede
sağlamış, güçlü temelleri olan bir şirket Yahudilere satıldı.
Türkiye’de herhangi bir şirket en ufak şekilde başkaldırdığında
Ya-hudiler anında değerinin üstünde bir ödeme ile bu şirket-ten ya
yutulmayacak derecede bir hisse ya da şirketin tamamını
almaktadırlar. Bu her ne kadar basit görünen bir ticaret olarak
gözükse de aslında Yahudilerin birlik olarak yürüttükleri,
milliyetçi şekilde uyguladıkları büyük bir taktiktir.
Bu olayın köklerine inecek olursak, bunun nedenlerin-den birisi
ülkemizde bulunan yüksek vergilerdir ve yerli üreticilerin,
özellikle küçük firmaların bunlara dayanması hayli güçtür. Resmi
olarak açıklaması yapılmış olmasa da yabancı yatırımcının ödeyeceği
verginin daha da dü-şürülmesi beklenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti sonsuza kadar domates veya şeftali üretecek değildir.
Elbette bugün biz genç girişimciler bunun önünü almaz-sak, bu boyun
eğmek anlamına gelmektedir. Bu olay stratejiden ziyade artık gurur
meselesi olmuştur. Aslında düşünüldüğünde hazmedilmesi o kadar
kolay değildir. Türkiye Cumhuriyeti girişimci gençlerin önünü açma
ko-nusunda bazı ülkelerin yanında biraz yetersiz kalsa da yinede bu
konuda adım atmış bulunmamaktadır. Genç girişimcilere diğer bir
çağrım, kesinlikle yabancı yatı-rımcılardan uzak durmalarıdır.
Kariyer açısından her ne kadar hızlı tırmanma olanağı sağlasa da
ileride başarılı olduktan sonra yatırımcının en az %49’nun hak
iddia et-mesi kaçınılmazdır.
Buradan genç kardeşlerime sesleniyorum: Ülkede artık
üniversiteye girmek çok zor değil. Mühendis, mi-mar olmak bir o
kadar kolay, fakat ülkenin ihtiyacı olan kesinlikle yeni, inovatif
fikirlerdir ve yapılan girişimler ile kurulan şirketlerdir. Bu
yazıyı okuyan kardeşlerim ve ağa-beylerim, bir adım atmaya cesaret
edelim. Bu boyundu-ruğa ne kadar katlanabiliriz? Oturup bir
mukayese etmek gereklidir. O yamyam Avrupa şirketleri Müslümanlar
üze-rine kurşun yağdırırken bizimkiler neden gül serpmesin? Devleti
ayakta tutan ve onu temsil eden şirketlerdir ve Türkiye ne yazık ki
global alanda çok yetersiz kalmak-tadır. Hep beraber bir adım
atalım. Elbet bir gün olacak, umutlu değilim, eminim. Başarılı
olursak başarı, başarı-sız olursak tecrübe sahip oluruz. Ne olursak
olalım, en iyisi olalım. Bu yazı aslında birkaç tüyo içeren çağrı
nite-liğindedir. Esen kalın.
-
ilim MAYIS-HAZİRAN 2018 Sayı: 3028
-
Tapınakçılar Tarikatı
Resmi olarak 18. yüzyılın başında İngiltere’de kurul-muş ve
tanımlanmış olmasına rağmen araştırmacı-ların çoğuna göre
masonluğun kökeni 12. yüzyıldaki haçlı seferleriyle ortaya çıkan ve
‘Tapınak şövalyeleri’ ya da kısaca ‘Tapınakçılar’ diye bilinen
haçlı örgütüne dayanır.
Papa II. Urban’ın yönlendirmesi ve kutsal toprakların
Müslümanların elinden kurtarılması amacıyla