Top Banner
36

Kolektif eylem 4 son

Mar 26, 2016

Download

Documents

ruken ruken

 
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Kolektif eylem 4 son
Page 2: Kolektif eylem 4 son

1

Uzun bir zamandan sonra tekrar merhaba!!!

Haziran Ayaklanmasının neredeyse birinci yılına geldik. Ama direniş kah stadyumlarda, kah kampüslerde, fabrikalarda, yoksul mahallelerde bazen bir ruh hali, bazen bir barikat, yerden alınan bir kaldırım taşı

şeklinde devam etti, ediyor.

Bu sayıdaki dosyamızda ayaklanmayı mümkün kılan Gezi Parkından ve son-rasında trilyonlara konu olan kamusal alanların peşkeş çekilmesini dikkate alarak mekanı tartışalım istedik. Cihan Baysal’la röportajımızda kenti, kent hakkını, kentsel dönüşüm adı altında nasıl rant elde edildiğini, Gezi direnişinin mekan üzerinden nasıl örgütlendiğini konuştuk.

‘Kamusal Alanlarda Kadın Varoluşu’ başlıklı yazı kadınların sesinin üniversite-deki siyasi toplantılarda nasıl ikincil hale getirildiğini sorunsallaştırarak daha eşitlikçi bir kamusal alan tartışmasını açıyor.

İsrail askerlerinin mekanları nasıl eleştirel teoriye dayanarak yorumlandığını konu ederken...” 1992’de madencilerin katledilmesi karşı devrimci öğrenciler tarafından gerçekleştirilen Boğaziçi Üniversitesi rektörlük işgali dosyadaki di-ğer içerikler arasında.

Haftalardır taşerona ve sömürüye karşı direnişe devam eden Greif işçileri diğer bir söyleşimizin konuğu oldular.

‘Eğilmek’ başlıklı bir öykü ve Gezi direnişi sonrası siyasal görünüme ilişkin diğer bir değerlendirme yazısı da bu sayımızda sizlerle.

Dayanışma ve İsyanla ;

Keyifli Okumalar!

Kolektif Eylem’den

Page 3: Kolektif eylem 4 son

2

Bir beden-mekanı statik, nötr, değişmez ya da kapsayıcı bir şey olarak değil de kolektif ilişkilenmelerin dinamik üreticisi olarak düşündüğü-

müzde ne olur? Bu soruyu sormaktaki niyetim Boğaziçi’ndeki son yıllardaki kimi mekan gaspları üzerinden kolektif varoluş siyaseti tartışmasını da açmak.

AKP için Türkiye, Tarık Ali’nin deyimi ile ‘müteahhitler sultanı’ Erdoğan öncülüğünde dev bir şantiyeye dönüştürülmüş durumda.[1] Bunun üzerinden Ali Ağaoğlu gibi karakterlerin şişirdiği bir balon ekonomiyle milyonlar yoksul-luğa sürüklenirken, yüzbinlerce insan kredilerle borçlandırılarak uzun yıllar boyunca kapitalizme bağımlı yaşamaya zorlanıyor. Ülkenin her yerinde türe-yen TOKİ konutları, örneğin Bursa’da olduğu gibi şehrin en güzel manzarasını ucube gibi bölebilmekteler. Ya da Sulukule örneğinde olduğu gibi yoksulları yerinden etmenin bir aracı haline getirebilirler. [2]

Gezi Parkının kışlaya dönüştürülmesi de aynı sermaye odaklı mantığın bir icraatına örnek olacaktı: iktidarı ve ülkeyi silkeleyen onur isyanı patlak verme-miş olsaydı.

Siyaseti somut ya da soyut mekanlar üzerindeki dağılımların düzenlenme-sine ilişkindir. Mekanın siyasette zamana göre asla ikincil bir konuma atılma-ması gerektiğini ortaya koyan siyasal coğrafya düşünürleri (Harvey, Lefevbre, Massey vb.) mekanların ne şekilde iktidar ilişkilerine paralel olarak düzenlen-diğini gösterdiler. Ancak biraz daha mikro-düzeyde ele alırsak beden ve meka-nın ilişkisini nasıl düşünmeli?

Bedenimiz ve varlığımızın dünya ile sürekli bir müzakere halinde olduğu bir alanı ifade eder mekan. Spinozacı, Feminist kuramlar için beden tenin sı-nırlarına hapsolmaz, kendisini saran dünyaya doğru genişler. Bedeni bu şekil-de düşünürsek sürekli bakım ve onarım çalışmaları, yeni inşaatlar, daraltmalar, mekanların değiştirilmesi- ING ya da Starbucks açılması- bu müzakereler ser-mayenin müdahaleleri karşısında savunmasızlığına işaret eder. Bu müzakere halinin beden düzeyinde değişikliklerine çeşitli örnekler vermek mümkün.

Sorgu ya da işkence odasını düşünelim. Elain Scarry, The Body in Pain’de bedene karşı nesneleştirilip silaha dönüştürülen sorgu odasını incelerken oda-nın günlük hayatta, bedenin genişlemiş bir haline dönüştürüldüğünü hatırla-tır. Oda ısısını bedeninize göre, odadaki eşyaları bedeninize göre ayarlarsınız.

Beden-mekanların işgali ve müşterek mücadele imkanları

Zeynel Gül

Page 4: Kolektif eylem 4 son

3

Gerektiğinde pencereyi açar ve dış dünyaya doğru bakarsınız. Ancak işkence odası dış dünya ile bağlantısı kesilmiş bir odadır. Girilmesi yasaktır, gizlidir, gözetlenir, sürekli denetlenir. Sorguda mahkumun dünyasının sınırları oda ve içindekilerle sınırlandırılmıştır [3].

Köleleri Afrika’dan Amerika’ya taşımak için kullanılan gemilerdeki tabut biçimindeki dar bölmeler kapitalizmin kuleleri olan plazalardaki boğucu oda-ların kök-tarihleridir şüphesiz. Ya da örneğin sömürgeyi ele alalım. Yeryüzü-nün Lanetlileri’nde Fanon sömürgeden kurtulmayı belli bir tür insan grubunun diğeri ile yer değiştirmesiyle açıklar. Sömürge dünyası ikiye ayrılmış bir dün-yadır. Bir tarafta esnek ve rahat beyaz bedenler, onun karşısında eğilip bükülen siyah bedenler. Klasik örneğinde, otobüste yayılarak oturabilen biz erkekler ve bunun karşısında toparlanarak beden sınırlarını içeriye doğru büken kadınlar. Bu yüzden de Siyah Deri Beyaz Maske’de , Fanon bedenin konumlanışını anla-tırken de coğrafi sözdizimine başvurur: “Duyuların sınırlanması”. “bir yer işgal ediyordum”. “Beyaz adamın bedeninden uzaklaştım” vb. Böylece sömürge ya da sömürgeden kurtulma, iki varlığın yer değiştirmesi olarak görüyor.

İktidar, hangi bedenlerin nerede, ne zaman, ne şekilde ve kimlerle dura-cağının düzenlenmesiyle meşguldür. Metal kapsüllerin içerisinden yükselen biber gazı çoğunlukla bedenlerin oradaki varlığını koşullu ve belirsiz biçimde ertelemeye esastır -yok edecek değil, çünkü meselesi ‘şimdi, burada, bu insan-larla değil’ hükmünü vermektir. (Ancak 1 Mayıslardan başlayarak Türk polisi-nin Gezi Park’ı eylemlerinde gaz fişeklerini öldürme amaçlı kullanmasını da atlamamak gerekiyor.)

Bedeni böyle düşündüğümüz takdirde yaşadığım bölgedeki bir mekana müdahale benim bedenime bir müdahale oluyor. Bir Alanın işgali bedenimin

Page 5: Kolektif eylem 4 son

4

uzantısının bir bölümünün sömürgeleştirilmesi oluyor Örneğin kampüste ve tüm İstanbul’da durmaksızın yolumu kesen, başımı ağrıtan, ‘dikkat’ yazılarıyla yönümü değiştiren sürekli inşaat halleri bedenimin sınırlarının sürekli bir mo-dülasyonunu (düzenlenmesini) mümkün kılıyor. Zincirlikuyu’da boğaz man-zarasını gasp ederek inşa edilen ürkütücü ve çirkin binaların yanındaki Zorlu Alt Geçiti’nin aynı zamanda Zorunlu olması tesadüf değil. O zaman mutlak sömürgeleştirme, sürekli bir kayıp ve değişimin düzeni olan modernizme nasıl katlanacağız?

Burada bir bedeni nasıl anlamak gerekir? Kartezyen anlayışla, medikal söylemle, ya da hukuk dili ile tene hapsolmuş liberal ‘birey’ kapsamında değil de genişleyen bir uzamda düşündüğümüzde beden kolektif direnişin imkanına işaret edebilir. Şöyle ki, benim bedenimi kesen, engelleyen, daraltan, yönünü değiştiren her mekan düzenlemesi hemen yanımdaki yoldaş beden için de aynı işgale soyunmuş demektir. O zaman dışarı doğru açılan bedenlerimizin (so-mut ve soyut) uzantılarında müşterek alanlar ve işgalin failleriyle çarpışmalar kaçınılmazdır. Bu yüzden Gezi direnişinde bizimle aynı yere bakarken, bedeni aynı yere-parka- doğru uzanırken kaybedilen gözlerin bir tarafı bizim bedenle-rimizde de kaybedilmiş olabilir.

Demek istediğim, bedeni uzam üzerinden; mekanların sermaye odaklı dö-nüşümünü de sömürge üzerinden düşünmek[4] kolektif ve uzlaşmayı redde-den bir mücadele deneyi üzerine düşünme deneyini sağlayabilir. Belki ‘modası geçmiş’ sömürge tartışmasını her tarafı gökdelenlerle ve ofislerle çevrili metro-pollerin ortasında açmak uzlaşmaya dayalı geleneksel siyasete alternatif radikal bir kopuşu da düşünmeyi beraberinde getirebilir.

Notlar[1] Yazının yazılış tarihi hükümet ve cemaat arasında patlak veren didişme ve sonrasın-

da istifalarla devam eden AKP’nin son on bir yılının en büyük krizi henüz başlama-mış idi. Mekan en önemli müştereklerden birisi olduğu, cemaat ve AKP ikilisini dip dalgası biçiminde sarsan Gezi Parkı ayaklanmasıyla zaten kanıtlamış durumdadır. 2011 dünya geneli kent meydanı işgallerini de aynı hattan düşünmeli.

[2] Diğer benzetme dev bir düğün salonu: öğrencilerin kredi borçlarının silinmesinden evlerde rahatça kalabilmelerine, belediye başkanlarının adaylığına kadar herkes ev-lilik kurumunun bir parçası olmaya davet ediliyor. Bu da mekanlarla paralel bir hattan düşünülecek kamusal alan-özel alan tartışmasına götürüyor bizi.

[3] Scarry, E. (1985) The Body In Pain. Oxford University Press. S. 41[4] Elbetteki iktidarın baskıcı ve üretken veçhelerini incelikli teknik ve teknolojilerle

harmanlayan bio-iktidarı, denetim toplumlarındaki yönetişim biçimlerini akılda tutmak gerekiyor. Burada biraz uca çekerek mekan gaspının karakterini daha iyi kavrama niyetindeyiz.

Page 6: Kolektif eylem 4 son

5

Tarihi kendimizle başlatmak, kendimizden ibaret yazmak gibi bir so-runumuz var. Bu durum Aralık 2011’de cereyan eden Starbucks işgali

sonrasında da tekerrür etti. Mekan merkezli bir siyaset deneyimi olarak “ilk” addedilen eylem aslında yine Aralık 2008’de Ankara Üniversitesi’nde, hem de pek çok farklı siyaseti birleştiren yemekhane işgalini, bundan ilham alarak Boğaziçi’nde Kırmızı Salon’un önünü mesken tutan Çayhane tecrübesini gör-mezden gelme gafletine düştü. Boğaziçi’ne dönersek aslında bu okul tarihinin bildiğimiz ilk işgali de değildi. İşte bu yazının gayesi, Gezi’yle birlikte kronik-leşen hafızasızlaşma ve tarihi kendinden ibaret sanma sorunumuza ufak bir müdahalede bulunmaktadır.

3 Mart 1992’de sistematik tedbirsizlikler sonucunda Zonguldak Kozlu maden ocağında gelen grizu patlamalarında 263 madenci katledilir. Ocaktaki yangını kontrol altına almak için çıkış ve bacalara beton dökülmek suretiyle madenciler kömür madeninin derinliklerine gömülürler. Cenazelerine dahi ulaşılamaz. 90’lı yıllarda tekrardan canlanan işçi ve öğrenci hareketlerinin buna tepkisi gecikmez. 12 Eylül’de kadrolarını yurtdışına göndermeyip topye-kün direniş kararıyla “demir leblebi” olarak anılan TİKB’nin gençlik yapılan-ması olan Genç Komünarlar 9 Mart’ta Boğaziçi Üniversitesi rektörlük binasını işgal ederler.

Yurt Yayınları’ndan çıkan ve işgali konu edinen imzasız Boğa-ziçi İşgali Katledilen Madencinin Haykıran Haykıran Soluğu yakın tarihin tozlu yaprakları arasın-da bu vakaya ışık tutan güzel bir kaynak. İşgalcilerin tüm çaba-larına karşın diğer örgütlerden pek bir destek bulamadıkları, belki de Boğaziçi’nin kronik li-

Katledilen Madencinin Haykıran Soluğu*

M.Emin Büyükçoşkun* KEB’in bir parçası olmak, miras aldığımız geleneği buraya aktarmak, notlar düşmek ve bizden

sonra gelenlerle birkaç kelam etmek çok güzeldi, en önemlisi umut vericiydi. Yedi yıl boyunca bize iz bırakanlara, beraber eylediklerimize, kederi ve neşeyi paylaştıklarımıza bin selam, teşek-kür. Vesselam

Page 7: Kolektif eylem 4 son

6

beral koşullarında bulamayacakları açığa çıkınca nasıl yalnızlaştıkları, işgal süresince öğrenci destek ve ilgisinin azlığı, hatta bir grubun işgalcilere yönelik sözlü saldırıları manidar. Polis ablukası müdahaleye dönüşürken, arabuluculuk girişimindeki akademisyen ve idarecilerin söylemleri ise şaşırtıcı ölçüde tanı-dık: “Liberal maskesiyle işbirlikçiliğini gizlemeye çalışan rektör yardımcısı “Ta-mam artık, çıkın, yoksa polis girecek” diyor. Devrimci-demokrat olduğunu iddia eden biri de, “eyleminize saygı duyuyorum ama amacınıza ulaştınız, basın, TV geldi, artık çıkın bence” diye sesleniyor.”

9 Mart sabahı alışıldığı üzere bir forumla başlayıp yürüyüşle devam eden eylem, Komünarlar’ın rektörlük binasına girip personeli dışarı çıkardıktan sonra barikatlarını kurarak 1. Kata çıkmasıyla başka bir hal alır. Öğrenciler tertibatlarını aldıktan kısa bir süre sonra 12 kişilik bir özel harekat timi heli-kopterle Güney Meydan’ın ortasına inerken, onlar da “Biz komunist ve devrim-ci öğrenciler, bu yalan ve utanmazca surdurulen ikiyuzluluğe son verilmesini, gerçek sorumluların ve katillerin açığa çıkmasını istiyoruz, işçi sınıfı ve emekçi halkımızın ve biz gençliğin can duşmanı tekelci kapitalist duzenden kaynaklanan bu işçi cinayetine karşı acımızı, öfkemizi haykırıyor, tum halkı ve demokratik kuruluşları daha duyarlı davranmaya, protesto eylemlerini yukseltmeye çağırı-yoruz.” ifadeleriyle biten bildirilerini okurlar pencereden.

İşgalin ikinci gününde medya olaya ilgi gösterir. İçeri almasalar da işgal-ciler makinelerini pencereden iple çekerek gazetecilere fotoğraf verirler. Ertesi gün aldıkları yanıt ise ilginçtir; “Fotoğraflarda insan istiyoruz, insan fotoğrafı gönderin bize”. Bu arada binanın elektriği, suyu ve telefonu kesilir. İşgalciler ise buna hazırlıklıdır. İlk günden gaz bombalarına karşı su stoklamışlar, binada buluna yağlı maddelerden ve yanlarındaki molotof kokteyllerinden aydınlatma gereçleri imal ederler hemen. Gün geceye uzarken Güney Meydan’da toplanan bir grup öğrenci ateş yakıp halaylar çekerek marşlarıyla işgalcilere moral verir.

İşgalin üçüncü günü sabahı Güney Meydan’da devrimci öğrencilerin des-teği artıyor. Polis öğrencileri ablukaya alırken saat 11 sularında saldırı başlıyor. İlk kat çabuk düşüyor, fakat özel harekatçılar 2. kat barikatlarında zorlanıyor-lar. Bu esnada meydan hareketleniyor, Bir avukatın “Size guvence veriyorum, çıkın, poliste sadece kimlik tespiti yapılacak, ifadelerinizi savcı alacak” çağrısına, analardan biri “Çıkmayın oğlum, size işkence yaparlar” diye haykırarak cevap

veriyor. İşgalciler pencereden hay-kırıyorlar “Mesele esir duşmekte değil /Teslim olmamakta butun me-sele.” Saat 16:30 sularında 3. kat ba-rikatları zorlanıyor ve polis işgalci-lerle göğüs göğüse geliyor. Yıkılan duvarlardan söktükleri tuğlalarla direniyor işgalciler ve yoğun polis

Page 8: Kolektif eylem 4 son

7

şiddeti altında tek tek polis otobüsüne bindiriliyorlar. Bu esnada Güney Mey-dan’da “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yene-cek!” sloganlarıyla yankılanıyor.

Gayrettepe’de kaba dayak ve elekt-rik işkencesine maruz kalan işgalciler 17 Mart’ta çıkarıldıkları mahkemede tutuklanıyorlar. Medyada çıkan haberl-ni hemen hepsindeyse işgalcilerden zi-yade polis saldırısı esnasında tahrip olan tarihi eserlere yakılmış hümanist ağıt-lar yer alıyor. Taner Ay’ın Varlık dergisinin Mayıs 1992 sayısındaki yazısı hem ibretlik hem de çok tanıdık: “Boğaziçi işgali kırıldıktan sonra, işgalci 27 gence karşı Boğaziçi Üniversitesi’nin Levi’s 501’lilerinden çok daha fazla nefret duy-dum... Bu 27 genç işgal etlikleri binada eylemlerini, yuzlerce cilt kitabı ve kultur tarihimizin eşsiz elyazmalarını paramparça ederek kutlamışlardı... Korkunç bir cehennemi yaşıyorlar... Cehalet cehennemi... Hayatlarının en dinamik yaş döne-mini surduren bu insanlar niçin kitap okumuyorlar? Niçin kitaplara duşmanlar? Niçin dunyada olup bitenleri merak etmiyorlar.”

Diğer devrimci grupların da işgale karşı tavrı enteresandır. Devrimci Genç-lik polis şiddetini eleştirirken işi “Genç Komunarlar’ın, işgali, öğrenci kitlesine macera filmi gibi izlettiği ve işgalle tum öğrenci kitlesindeki duyarlılığı da bir karşı tepkiye dönuşturduğu iddiasına kadar vardırır. Polisin üniversiteyi işgal etmesiyle işgalcilerin eylemi eşit tutan bildiri, Devrimci Proleter Gençlik’in sert karşı bildirisiyle cevap bulur.

Boğaziçi rektörlük işgali, işçi sınıfının maruz kaldığı kapitalist şiddete, kampüslerden yükselen sert bir çığlık ve radikal bir hamle olarak hafızaları-mızda yerini korurken, mekan siyasetinin dinamiklerinin de toplumsal müca-delele ekseninden kopuk olmadığını bir kez daha gözler önüne seriyor.

Page 9: Kolektif eylem 4 son

8

Gezi direnişi ve tüm Tür-kiye’de mekanların gaspına karşı geliştirilen mücadelele-ri anlamak için kent, mekan, kent hakkı ve kent hakkının hukuksal boyutlarının daha iyi kavranması gerektiği ka-nısındayız. Bu niyetle Ko-lektif Eylem Dergisi olarak bu dosyamızdaki söyleşiyi Kent Hareketleri’nden Cihan Uzunçarşılı Baysal ile gerçek-leştirdik.

Cihan Uzunçarşılı Baysal  Si-yaset Bilimci. Bağımsız Araş-tırmacı Sulukule Platformu, Kent Hareketleri İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakultesi İnsan Hakları Hukuku Bölu-mu MA (2010). Birleşmiş Mil-letler İnsan Yerleşimleri HA-BITAT’a zorla ev boşaltma ve tahliyeler uzerine danışmanlık yapan AGFE’nin (Advisory Group on Forced Evictions)  yerel temsilcisi sıfatıyla İstanbul Heyetinde yer aldı. 2009 tarihli İstanbul Raporuna katkı sundu. Açık Radyo’da yayınlanan Kentin Tozu programının yapımcısı ve sunucusudur. Konut Hakkı, Kent Hakkı uzerine seminerler vermekte, yazılar yazmaktadır.

Kolektif Eylem: Gezi parkıyla beraber mekan ve politika arasındaki ilişki daha konuşulur oldu. Siz mekanın politikayla ilişkisini nasıl tanımlıyorsu-nuz?

Cihan Baysal: Gezi Parkına sadece Gezi Parkı olarak bakmamak gerektiğini, Taksim Meydanının bir bölümü olarak Gezi parkı olarak görmek gerektiğini

Baysal: İktidar anti-demokratik, kapitalist bir kent inşa ediyor

Röportaj: Yusuf Elbaşı-Mustafa Bayraktar

Page 10: Kolektif eylem 4 son

9

düşünüyorum. İlk başta, direniş de Taksim Meydanı projesine karşı kurulmuş-tu. Yani Dayanışma’nın karşı çıkış nedeni de Meydandaki projeydi.

Böyle baktığımız zaman meydan ne? Bir kentin ne kadar demokratik olduğu, ne kadar geniş kamusal alanları, meydanları ve sokakları olduğuyla çok bağ-lantılı. Çünkü bunlar insanların karşılaşma, buluşma, birbirleriyle temas me-kanlarıdır. Tüm demokratik taleplerimizin de, muhalefetin de duyurulduğu, nümayişlerin de yapıldığı yerdir meydanlar. Demokratik kentlerde meydanlar o kentin agorasıdır, oradan her talep duyurulur. Aynı zaman da şenlik alanıdır, Taksim’e bakarsanız emekçiler için 1 Mayıs alanı, Kemalistler için Atatürk anıtı olmasıyla Atatürk Meydanı, taraftarlar için kutlama meydanı bir meydan. Bu meydan birdenbire bir ticari projeyle işlevinden tamamen koparılıyor bir AVM ye dönüştürülüyor ve Gezi Parkının oraya Topçu Kışlası geliyor.

Bu da neoliberal iktidarla çok uyumlu, kent yaşamında her şeyi metalaştıran, kentin her santimetrekaresini nasıl kullanırız diye değil, nasıl satar da değer-lendiririz diye yaklaşan bir girişimci, pazarlayıcı zihniyetle bakan neoliberal iktidarın oraya bir AVM yapması.

Ayrıca Tarlabaşı kentsel yenileme alanı, soylulaştırmanın girdiği bir yer. İstik-lal boyunca da başlamış durumda soylulaştırma. İstiklal’den Galata Kulesi’ne, Tophane’ye Karaköye, bütün bu mekanlar dönüşmekte şu anda; butik oteller, şık şık kafeler vs. Bu kenti üst gelir gruplarına göre tasarlayan da bir iktidar aynı zamanda. Bu kentte artık alt gelir gruplarına, hatta orta gelir gruplarına yer yok. Bu kenti pazarlaması için üst gelir gruplarına, tüketicilere, lüks tüketicilere açması lazım, AVMleştirmesi lazım, butik otelleştirmesi lazım veya bir müze kente dönüştürmesi lazım vesaire.

Masa sandalye operasyonu da aynı bunun bir parçasıydı. Yani bu neo-liberal soylulaştırmanın kentleşmenin parçası. Artık oraya üç beş kuruşa kimse gelsin istenmiyor. Ne isteniyor? Üç kuruşa değil de çayı ben 33 kuruşa içeyim. Oraya bir simit alıp da tabureye oturma mekanım olmasın, olmayacak zaten kentte buna gidiyor. Veyahut da hiçbir şey harcamadan, kentte oturup da keyfini çı-karacağım mekanım olmasın, ille de tüketeyim. Böyle baktığınız zaman topçu kışlasının son derece işlevli olduğunu görüyoruz. Vatandaşlık değerlerini ses-lendirdiğimiz bir meydanı, tüketici taleplerinin olduğu bir AVM ye dönüşüyor.

Hem bu mekanlar ehlileşiyor hem de Gezi parkı üzerinden nasıl bir kriminal-leştirme vardı? Tinercisi geliyor, evsizi geliyor, burayı şimdi biz daha emniyetli yapacağız. Kameraları koyacak, denetleyeceğiz. Aslında tam aksi son derece anti-demokratik, ayrıştığı için de emniyetsiz bir kent inşa ediliyor. O agora da muhalefetimizi yapacağımız, iktidara karşı sesimizi duyuracağımız agora da değişiyor. Orası bir ticari mekanken oturup kapüçino içmeye başladın mı başka bir şey oluyorsun, mekan da seni değiştiriyor. Böyle baktığınız zaman Bir çok yerden dokunan bir projeydi Gezi. Artık neo-liberal belediyeciliğin geldiği

Page 11: Kolektif eylem 4 son

10

açgözlülük, rant o kadar ki, üçüncü köprüyü, havalimanını yapıyor, 4 milyona yakın ağaç gidiyor, tamamen kentin ekosistemi darmadağın ediyor. Bu kent bir defa ekolojik olarak sürdürülemez olacak, gidişat kenti bir kent kırıma götür-mek. Ama sembolik olarak da şu var, 3-5 ağaca el atacak kadar aç gözlü.

‘Bu mekan bizim bu mekanı biz bu şekilde kullanacağız, dönüştüreceğiz dedi-ğiniz zaman sana dayatılan kente karşı da bir alternatif göstermiş oluyorsun ve bu işgaller önemli. Gezi bitti ama yavaş yavaş bostan işgalleri başladı. Yeldeğir-meni’ndeki işgal evleri çıktı, Don Kişot işgal evi var, Caferağa da var. Veya sizin Starbucks eyleminiz Boğaziçi’nde çok önemlidir. Bu şekilde bu neoliberal kenti kemirerek, orasından burasından alternatif mekanları özgürlük mekanlarını inşa edebilmek çok elzem.

Örneğin Cumartesi Annelerinin Her Cumartesi orada oturup eylem yapmaları o meydanı dönüştürmüştür. Bütün haksızlıklar, mağduriyetlerle ilgili eylemli-likler orada gerçekleştiriliyor. İstiklal’in başında başlayan yürüyüş orada biter veya orada başlayan yürüyüş İstiklal Caddesi başında biter.

Başka bir mekan dönüşüm örneği TEKEL işçilerinin Kızılay Meydanı işgalidir. Uzun bir süre çadırlarıyla işgal ettiler. Melih Gökçek’in kavşağa dönüştürdüğü meydana agora olmayı iade ettiler. Orası birdenbire muhalefetin örgütlendiği, sesini duyurduğu bir meydana dönüştü. Bir agoraya dönüştü. Ve sadece TEKEL işçilerinin değil, sistemle ilgili bütün çarpıklıklarında Gezi’deki gibi ortaya çık-tığı bir meydan.

K.E: Üçüncü Havalimanı projesi hakkında bir mahkemenin durdurma ka-rarı söz konusu. Ankara’daki başbakanlık konutu için de. Ancak AKP bun-lar karşısında ısrarla projelerin tamamlanması için hukuka rağmen bir ta-vır sergiliyor. Burdan doğru, hukuk ve mekan gaspı arasında nasıl bir bağ-lantı var yani?

C.B: Tabi hukuk egemenlerin hukuku. Bizim burada işgallerle ilgili olarak as-lında elimizden alınıp bizi kuvvetlendirecek hukuk uluslararası insan hakları mekanizmalarıdır. Türkiye Birleşmiş Milletler’in bir parçası. İhlaller çıkınca ihlale karşı insan hakları mekanizmalarında karşılığını bulur. BM’nin ilgili komitesi [kararlarındaki] barınma hakkını konut hakkına çevirdi. Ama konut hakkı derken de bir meta ya da mülk değil, bir kullanım hakkı tanındı. Yani şöyle dedi “Barınma dört duvar ve bir çatı olur, bir kulübe de barınmadır, ama mademki insan haklarının özü insan onuruna yakışan standardıdır, o zaman barınma değil, konut hakkı diye tanınması gerekir. Konut hakkı ille de tapulu bir hak değil, bir kullanım hakkını tanımalıdır. Bunlar kiralık ev olabilir, afet konutu olur, kooperatif olur, tapulu mülk olur ama yasadışı işgal ve iskan da bir kullanım hakkıdır.

2012 senesinde AİHM çok radikal bir karara imza attı. Bulgaristan’daki bir yerleşimi, belediye arazisini işgal eden bir roman mahallesi vardı. Senelerdir

Page 12: Kolektif eylem 4 son

11

de oradalardı. Belediye oraya bir proje yapmak istiyor. Ve yıkım kararı geliyor. Dava açıyorlar ve kaybediyorlar, iç hukuk yollarının tükenmesinin ardından AİHM’e gidiliyor. AİHM de diyor ki “Bu insanlar atalarından, dedelerinden beri 30-40 yıldır burada oturuyorlar ve artık burası onların evleri olmuştur. Yıkamazsın”

Bu eğer biz de AİHM’e gidecek olursak, bütün mahkemelerde kullanacağımız bir karar. Kaldı ki en son şu afet yasası denilen ucubeye baktığınız zaman bu-gün fezlekelerle birlikte asıl yüzleri ortaya çıkıyor.

Biz başından beri söylüyoruz. Sermaye gözünü diktiği mahalleyi dönüşüm ala-nı ilan etti. Dönüşüme sokacağız. Yakınlarda AİHM yürütmeyi durdurdu gerçi. Yürütmeyi durdurma da olmadığında mahallen elinden gidecek. Savcının fez-lekesinde açık açık bu kayıtlar var. Yani diyorlar ki biz şurayı nasıl yaparız da afet dönüşümüne, reserv alanına sokarız da o mahalleye el koyarız. Bu hukuk, hukuk değildir, gayr-ı meşru bir hukuktur. Adalet ve vicdanı temel almayan bir yasanın meşruiyeti yoktur. Onun için bizim dayanak noktalarımız, tabi ki iç hukuku kullanacağız ama dediğim gibi uluslararası hukuk mekanizmaları ama en önemlisi örgütlü birlikteliktir. Örgütlü birliktelikle hukuku da değiştirebi-lirsiniz.

K.E: O zaman kent hakkından yola çıkarak kapitalizme karşı mücadeleyi örebiliriz mi?

C.B: Kesinlikle. Kent hakkı zaten sistem karşıtı bir haktır. Bu tamamen kapita-list kente karşı alternatif bir kentin, bir sistemin inşasıdır. Dediğim gibi kenti ve mekanı değiştirdiğin zaman, Gezi komününün yarattığı yaşam alanını ortaya çıkarabilir. Gezi komününün bütün kente yayıldığını, ülke çapında böyle bir yönetim olduğunu düşün tamamıyla anti-kapitalist bir kentle karşı karşıya kal-mış olursunuz.

K.E: Gezi daha çok orta sınıf olarak mimlendi ama kentsel dönüşümden en çok çekenler orta sınıflar değil , kentsel dönüşüme tabi tutulan genel de yoksul mahalleler. Bu mahalleler Gezi’ye ne kadar eklenebildi?

C.B: Bir defa ben Gezi’nin orta sınıf olduğunu kabul etmiyorum. Şöyle bir ya-nılgıya düştüğümüzü düşünüyorum: Gezi’ye gelenler, üniversite, öğrenci, genç ağırlıklı idi ama çoğu da güvencesiz ortamda, yarınlarını garanti etmemiş, işsiz gençlerdi. Üniversite mezunu olup işsiz olanlar vardı. Böyle baktığınız zaman kim emekçi kim orta sınıf diye düşünmek çok yanılgıya götürebilir. Gezi ikisi birdendi.

Mahallelerin ne kadar olduğuna gelirsek, biz kent hareketleri olarak mahal-lelerle çalışıyoruz. En başından beri Taksim Dayanışması’nın kuruluşundan beri, hatta dayanışmanın kuruluşundan önce 2012 ocak ayında Gezi Parkında kent hakkı eylemini ilk biz yaptık. Ve biz orada bir kürsü kurduk. “Mahalleler

Page 13: Kolektif eylem 4 son

12

konuşuyor, İstanbul kent hakkına sahip çıkıyor”du başlığı. O kürsüde mahal-leler çıkarak sorunlarını anlattılar. Biz o zaman kürsüyü nereye kuralım diye bakarken ağaçların işaretlendiğini fark ettik. Bunu ilk kez kamuoyuna bildiren bizim eylemdir. Eylemimiz akabinde sanatçıların ağaçlara sarıldığı çok medya-tik bir eylem gerçekleştirildi. Mahalleler eylemliliğe müdahildi, sonradan tak-sim dayanışmasına bileşen olarak katıldılar. Baştan beri metro’nun çıkışında imza toplayanlar mahalle temsilcilerimizdir. Gezi’nin içinde de çadırımız vardı. Mahalleden gençler de oradaydı. Mesela Hasan Ferit, Armutlu’lu Gülsüyu Gü-lensu’da çalışıyordu. Forumlarda bütün amacı mahalleleri çok daha fazla dahil etmekti. Onun için mahalleler tabi ki içindeydi. Bu hep nedense görünür olmu-yor hep bir şey gibi geliyor: Gezi’nin hiç bir alt yapısı yoktu birden bire çıktı. Bu doğru değil. Tabi ki alt yapısı var. Bir defa örgütlülüğü olmasaydı Kemalistler yutardı Gezi’yi. Şimdi şu da var: orada en çok bağıran kimse en fazla orada olan odur demek olmuyor.

K.E: Gezi direnişinin öncesindeki 1 Mayıs’dan beri Taksim meydanının kul-lanıma kapatılmaya çalışılması, yeni adres olarak Yenikapı’nın gösterilme-si… gibi iktidarın herhangi bir muhalefet türüne yer göstermesine, iktida-rın mekanla ilişkisine dair neler söyleyebilirsiniz?

C.B: Bir muhalefet kentin en can alıcı meydanından duyurulduğu zaman, ger-çekten duyurmuş olur kendini. Herkes duyar. Kaldı ki Taksim meydanı, diğer meydanlar gibi kısa zamanda ulaşabileceğin bir mesafededir. Şimdi çepere öte-lemek istiyorlar. En başından projenin de amacı bu. Oradan el ayak çektirmek. Anti-demokratikliğini de bu mekân üzerinden, bu şekilde görüyoruz. Meydan-ları yok ettiğin zaman kalabalıkları yok ediyorsun.

K.E: Peki İstanbul’un en acil ihtiyaçları neler?

C.B: Bir projeciliğe doğru gidiyoruz. Herkes cebinden proje çıkarıyor. Sarı-gül’ün projeleri, Topbaş’ın projeleri… Biz proje filan istemiyoruz. Burada en önemli olan şudur. Önce İstanbullu’ya, kentliye, bize soracaksın. Benim ken-timde ne istediğimi bana soracaksın.

Meslek odaları, ilgili birimler bu projeyi ortaya çıkarıp tartışacak. Bu projeyi biz isteyeceğiz ama. Bizimle tartışılacak, bu kentte yaşayan insanların istediği gibi olacak. Tepeden inme olmayacak. Yani en büyük sorun demokrasi soru-nudur. Biz burada anti demokratik ve tepeden inmeci bir şekilde yönetiliyoruz. Oysa ben yaşayacağım bu kentte. Kent hakkı budur.

K.E: Yani bu meselenin tamamen bir demokrasi sorunu olduğunu söylü-yorsunuz.

C.B: Evet. Bir de şu an kentin kullanım değerinin yok edildiği bir zamanda yaşıyoruz. Artık bir meta gibi her yer alınıp satılıyor. Şimdi bu durumun ma-hallelerde yaşadığımız vahim bir boyutu da var. Mahalleli konut hakkı, yerinde

Page 14: Kolektif eylem 4 son

13

kalma hakkı mücadelesini verirken, Fikirtepe gibi ya da Bağdat caddesi gibi(or-ta sınıf da aynı şeyi düşünüyor), bu projeden, bu afet dönüşümü denilenden ben ne kazanacağım diye soruyor. Kendi yaşam alanı üzerinden pazarlığa gi-rebiliyor. Ben bu yaşam alanımı kaybetmeyeyim, burası hafıza mekânı, burası çocuklarımla yaşadığım yer, kurulu ilişkilerim var, esnaf var… Bunlar düşünül-müyor. Ne düşünülüyor? Mesela Fikirtepe’de piyango çıktı, talih kuşu başımıza kondu gibi. Aynı şey üçüncü havalimanının projesi için de geçerli. Oradaki köylerde tarlası olan insanlar aman ne güzel bizim tarlalarımız para ediyor diye düşünüyorlar.

K.E: Yoksulluğun kriminalize edilmesine değindiniz. Mahalleler yıkılarak sonucu TOKİ’lere taşınılıyor ve oradaki örgütlülük, dayanışma ilişkileri de-ğişiyor. TOKİ’lerde nasıl bir toplum tahayyülü var?

C.B: TOKİ çok büyük bir projedir. Ayazma’da, Bezirganbahçe yeniden iskan edildiğinde hep şunu duydum: biz atomik bireyler olduk. yerinden edilen bir Kürt mahallesiydi ve gerçekten radikal, siyasi bir topluluktu. onun için de PKK diye kriminalize edildiler. Teröristler, ötekiler dendi. yıkım da onun için  çok rahatlıkla yapıldı. Nasıl Sulukule’de Romanlar ‘ucube’ ilan edildi aynı şey bura-da da yapıldı.

Komşu komşuya artık yardım edemez olduk. Bir kere ekonomik olarak her ay konut kredilerini ödemek zorundalar. Aidat ödemek zorundalar. O kadar kötü duruma düşüyorlar ki bütün derdi ben nasıl bu parayı karşılarım oluyor. Ne komşusuna yardım edebiliyor ne de dayanışma sergileyebiliyor. Birdenbire Ar-mutlu’yu afet dönüşüm alanı ilan etmesi,  Gülensu-Gülsuyu üzerinde kentsel dönüşüm tehdidinin var olması kasıtlı projelerdir. Buraları dağıttığın gibi mu-halefeti de dağıtıyorsun. Biz burada hukukun ve yasaların da nasıl çarpıtıldığı-nı, araçsallaştırıldığını da görüyoruz. Tamamen muhalefeti sindirme dağıtma odaklı bir biçime bürünüyor.

K.E: Teşekkür ediyoruz.

Page 15: Kolektif eylem 4 son

14

Nisan 2002’de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) birimlerinin Nablus şeh-rine düzenledikleri saldırıyı komuta eden Tuğgeneral Aviv Kokhavi,

saldırıyı “ters geometri” kavramıyla özetlemişti, kendi açıklamasıyla; “kentteki dizilimin mikro ölçekli bir dizi taktiksel eylem yoluyla yeniden düzenlenme-si.”1 Çarpışma sırasında askerlerin şehrin içindeki hareketi, yoğun ve sıkışık kent yapısının içinden oyularak açılmış yüzlerce metrelik “yer-üstü tünelleri” ile sağlanmıştı. Şehirde eşzamanlı olarak manevra yapan binlerce asker ile Filis-tinli gerillalar kentin dokusunun içinde öyle iyi “çözünmüştü” ki bunların pek azını havadan tespit etmek mümkün oluyordu. Ayrıca, şehrin sokaklarını, cad-delerini, geçitlerini, avlularını; binaların dış kapılarını, merdiven boşluklarını ya da pencerelerini hiçbir şekilde kullanmıyorlar, duvarlardan yatay olarak, ta-van ve zeminlerde açtıkları deliklerden ise dikey olarak geçmek suretiyle hare-ket ediyorlardı. Ordunun “istila” şeklinde tarif ettiği bu hareket biçimi, dışarısı kadar içeriyi, yollar gibi mekanların içlerini de yeniden tanımlamayı amaçlar. IDF’in bu “duvarlardan geçme” stratejisi, şehrin yalnızca bir alan değil, aynı zamanda mücadele aracının ta kendisi olarak algılanmasını beraberinde getirir - son derece esnek, neredeyse akışkan olan, böylece daima olasılıklara açık ve devinim hâlinde bulunan bir araç.

Günümüzde, askeri teorisyenler kent sahasını yeniden kavramlaştırmak için çalışıyorlar. Bu uğraşlar sonucu, askeri strateji ve taktikleri belirleyen baş-lıca kavram, varsayım ve prensiplerin yeniden şekillendirilmesi söz konusu. Şehir içlerindeki askeri operasyonları yeniden değerlendirmek için kurulmuş olan askeri kent araştırmaları enstitüleri ve eğitim merkezlerinin oluşturduğu ve coğrafya uzmanı Stephen Graham tarafından uluslararası bir “gölge dünya” denilen engin fikir sahası, bir bakıma elit mimari akademilerin oluşturduğu uluslararası tabloya benzetilebilir. Ancak kent teorisyeni Simon Marvin’e göre, bu askeri-mimari “gölge dünya,” bütün bu üniversite programlarının bir araya geldiğinde ortaya koyduğu kaynaklardan çok daha iyi finanse ediliyor ve çok daha yoğun araştırma programları geliştiriyor; ayrıca, özellikle Üçüncü Dünya ve Afrika şehirleriyle ilgili olarak mimari kurumlarda yapılan avangard kent araştırmalarının da kesinlikle farkında olduğu görülüyor. Askeri akademiler ile mimari okulların temel kabul ettiği teorik metinlerin arasında dikkat çeki-

Savaş SanatıEyal Weizman

Çeviri: Deniz Gedizlioğlu

1 Alıntının yer aldığı kaynak: Hannan Greenberg, “The Limited Conflict: This Is How You Trick Ter-rorists”, Yediot Aharonot; http://www.ynet.co.il (23 March 2004 tarihinde erişildi)

Page 16: Kolektif eylem 4 son

15

ci bir örtüşme söz konusu. Şöyle ki, çağdaş askeri kurumlarda verilen okuma listelerinde 1968 döneminden (özellikle Gilles Deleuze, Félix Guattari ve Guy Debord’a vurgu yapan) metinlerin yanı sıra şehircilik, psikoloji, sibernetik, post-kolonyal teori ve post-yapısalcı teorilere ilişkin güncel metinler de bulu-nuyor. Şayet 20. yüzyıl sonlarının kapitalist kültüründe, kimi yazarların iddia ettiği gibi eleştirel düşüncenin sahası daraldıysa, günümüzün ordusu da kendi-sine gelişeceği bir alan bulmuş gibi gözüküyor.

Gazze Şeridi’ndeki yerleşimlerin boşaltılması için yapılan operasyonu yöneten, Paraşütçü Tugayı’nın komutanı Kokhavi’yle bir röportaj gerçekleş-tirdim.2 Nablus’taki çatışmaya yön veren prensibi bana açıklarken ilginç bul-duğum şey, çarpışmanın detaylarından çok, komutanın bunu söze dökme biçimiydi. Dedi ki: “baktığınız bu alan, baktığınız bu oda, sizin bunu yorum-layışınızdan başka bir şey değil. […] Peki sokak aralarını nasıl yorumlamalı? […] Sokağı içinden yurumenin, kapıyı içinden geçmenin, pencereyi ise içinden bakmanın yasak olduğu bir yer olarak yorumladık, çunku bu ara sokakta bizi bekleyen bir silah, kapıların arkasında bizim için kurulmuş bubi tuzakları var. Bunun nedeni, duşmanın mekânı geleneksel, klasik bir tarzda ele alıyor olması, ama ben bu yorumlamaya boyun eğmek ve tuzaklarına duşmek istemiyorum. […] Ben onu şaşırtmak istiyorum! Savaşın özu budur. Benim kazanmaya ihtiya-cım var […] Duvarların arasından geçme yöntemini seçmemizin sebebi bu… Yer yer ortaya çıkıp sonra tekrar gözden kaybolan, kendi yolunu kazan bir kurtçuk gibi. […] Birliklerime dedim ki, ‘Arkadaşlar! […] Eğer şimdiye dek yollardan ve kaldırımlardan ilerlemeye alıştıysanız, bunu unutun! Bu andan itibaren hepimiz duvarların arasından yuruyeceğiz!’”3 Kokhavi’nin çatışma için planı, Filistin di-renişçilerini ortadan kaldırmak üzere şehre girmek ve ardından geri çıkmaktı. Bu hedeflerin ortaya konuşundaki ürkütücü açıksözlülük, Kokhavi’nin hocası Shimon Naveh’in de bana ifade ettiği gibi, Filistin direnişini havadan ve yerden yapılan hedefi belirlenmiş suikastler yoluyla askeri düzeyde kırmak kadar, po-litik düzeyde de parçalamaya yönelik genel İsrail politikasının bir parçası.

Eğer şimdiye dek duvarlar arasından geçerek hareket etmenin, IDF’nin sizden umduğu gibi nispeten yumuşak bir müca-dele şekli olduğunu düşünüyorduysanız, şimdi anlatacağım olaylar fikrinizi değiş-tirebilir. Öncelikle, askerler bir duvarın arkasında toplanıyor ve sonra patlayıcılar, matkaplar ve çekiçler kullanarak içinden geçebilecekleri büyüklükte bir delik açı-

2 Eyal Weizman, 24 Eylül’de Tel Aviv yakınlarındaki bir askeri İsrail üssünde Aviv Kokhavi’yle gö-rüşme yaptı. İbranice’den İngilizce’ye çeviri Weizman tarafından yapıldı.

3 a.g.e.

Page 17: Kolektif eylem 4 son

16

yorlar. Bunun arkasından bazen içeri doğru ses bombası atılıyor ya da gelişi-güzel birkaç el ateş ediliyor; içerisi ise genellikle masum sivillerin bulunduğu hususi bir oturma odası oluyor. Askerler duvardan girince, mekanın sakinleri bir odaya kapatılıyor ve operasyon sonuçlanana kadar –kimi zaman günler-ce- su, tuvalet, yiyecek ya da ilaç imkânı olmaksızın burada kalmak zorunda bırakılıyorlar. Irak’ta olduğu gibi Filistin’deki siviller de savaşın evlerinin mah-remiyetine beklenmedik bir şekilde nüfuz edişini travma ve aşağılanmanın son derece yoğun bir biçimi olarak deneyimlediler. Palestine Monitor gazetesinden bir muhabirin kendisiyle söyleşi yaptığı, isminin yalnızca Aisha olduğu belirti-len Filistinli bir kadın, deneyimini şöyle anlatıyor: “Duşunun- evinizin salonun-da oturuyorsunuz, çok iyi tanıdığınız bir yer, akşam yemeğinden sonra tum aile birlikte televizyon izliyor ve birdenbire, sağır eden bir gumburtuyle şu duvar yok oluyor, oda toz ve enkazla doluyor, duvardan içeri birbiri ardına askerler yağıyor, bağırarak emirler veriyorlar. Sizin mi peşinizdeler, evinize el koymak için mi gel-diler, yoksa yalnızca eviniz onların rotasının uzerinde mi duruyor, hiçbir fikriniz yok. Çocuklar panik içinde çığlıklar atıyorlar.”4

Emekli bir tuğgeneral olan Naveh, Deleuze ve Guattari’nin çalışmalarına referans veriyor. Bu filozoflara göre, savaş makineleri polimorfik, yani çok bi-çimlidir; dönüşmek için boyutlarına göre tanımlanmış örgütlenmeleri karıştı-rır ve dağıtırlar, küçük gruplar durum ya da koşullara bağlı olarak bölünür ya da bir başkasıyla birleşir. (Deleuze ile Guattari, devletin gönüllü olarak kendi-ni bir savaş makinesine dönüştürebileceğinin farkındaydı. “Pürüzsüz mekan” [smooth space] üzerinden yaptıkları tartışmada da benzer şekilde bu fikrin ta-hakküme götürebileceği belirtilir.)

Naveh’e duvarlar arasından ilerlemenin bunun bir parçası olup olmadığını sorduğumda, “IDF, Nablus’ta kent çatışmasını uzamsal bir mesele olarak ele aldı,” diyerek açıkladı. “Duvarlar arasında gezinmek teori ile pratiği birbirine bağlayan basit bir mekanik çözüm.”5

IDF’nin Filistin’deki kentsel mekanlar arasında hareket etmek için kullan-dığı taktikleri kavrayabilmek için, “swarming” [sürüleşme] denilen –Soğuk Sa-vaş sonrası Amerikan doktrinindeki “Revolution in Military Affairs” [Askeri Alanda Devrim] olarak bilinen askeri teoride fazlasıyla rağbet gören bir terim-dir bu- ve bugün yaygın olarak bilinen prensibi nasıl yorumladıklarını anlamak gerekiyor. Sürüleşme manevrası, esasen, görece fazla gelişkin olmayan türler-deki bireylerin (karıncalar, kuşlar, arılar, askerler) etkileşim ve iletişimlerinde merkezi bir denetim bulunmadığını ya da pek az bulunduğunu varsayan, sürü zekasının Yapay Zeka prensibinden uyarlanmıştır. Sürü; uzamsal, örgütsel ve

4 Sune Segal, “What Lies Beneath: Excerpts from an Invasion”, Palestine Monitor, Kasım, 2002; http://www.palestinemonitor.org/eyewitness/Westbank/what_lies_beneath_by_sune_segal.html (9 June, 2005 tarihinde erişildi)

5 Eyal Weizman’ın Shimon Naveh ile tele-röportajı, 14 Ekim 2005

Page 18: Kolektif eylem 4 son

17

zamansal açıdan bakıldığında beliren doğrusal olmama prensibine örnek teş-kil eder. Orduya göre, basit Öklid geometrisiyle karakterize edilen geleneksel manevra paradigması, karmaşık ve fraktal benzeri [düzensiz bir bütünün ya da ayrıntılarının giderek küçülen ölçeklerde sonsuza dek yinelendiği, kar tanesi gibi doğada bulunan ya da soyut yapılar] bir geometriye doğru dönüşmüştür. Çarpışma planının anlatısı, ordunun Foucault’cu bir terim kullanarak “alet ku-tusu yaklaşımı” dediği, önceden belirlenmiş birçok durum ve senaryoyu idare etmek için birimlere ihtiyaç duyacakları araçların verildiği ancak bu olayların gerçekte nasıl bir düzende vuku bulacağını birimlerin önceden bilemedikleri bir tasarıyla yer değiştirmiş durumda.6 Naveh: “Operasyonel ve taktiksel ku-mandanlar birbirlerine bağımlı oluyor ve sorunları çarpışma anlatısını inşa et-mek yoluyla öğreniyorlar; […] eylem bilgiye, bilgi de eyleme dönüşüyor. […] Belirli bir sonuç beklentisi mümkün olmaksızın, sistemin bir sistem olarak ge-liştirilmiş olması operasyonun temel faydası oluyor.”7

Kentsel gerçekliğin karmaşıklığı ve muğlaklığı karşısında, mantıksal ola-rak kurulmuş ve tek hat üzerinden giden çarpışma planlarına beslenilen güven kayboluyor. Siviller çatışmacıya, çatışmacılar sivile dönüşüyorlar. Cinsiyetler saklanıyor, hızla kimlikler değiştirilebiliyor: Kadınlar, Arap kılığına girmiş bir İsrail askerinin ya da kamufle olmuş bir Filistin savaşçısının, giysilerinin için-den makineli tüfeğini çıkarışındaki gibi, göz açıp kapayıncaya kadar savaşçı erkeklere dönüşebiliyorlar. Mücadelenin içine düşmüş Filistinli bir savaşçıye göre, İsrailliler “sanki her yerdeymiş gibi” görünüyorlar: “arkada, etrafta, sağda, solda. Bu şekilde nasıl savaşabilirsiniz?”8

Eyal Weizman mimar, yazar ve Goldsmith’s College Mimari Araştırma-lar Merkezi’nin Direktörü. Çatışma bölgeleri ve insan haklarına ilişkin konular üzerinde çalışıyor.

6 Michel Foucault’nun teoriyi “alet kutusu” olarak tarif etmesi ilk olarak 1972’de Deleuze’le yaptığı bir tartışma sırasında gerçekleşmişti; bknz. Gilles Deleuze ve Michel Foucault, “Intellectuals and Power”, içinde Michel Foucault, “Language, Counter-Memory, Practice: Selected Essays and Interviews”, der. Donald F. Bouchard, Cornell University Press, Ithaca, 1980, s. 206

7 Weizman, Naveh’le röportajı8 Alıntının yer aldığı kaynak: Yagil Henkin, “The Best Way into Baghdad”, The New York Times, 3

Nisan 2003

Page 19: Kolektif eylem 4 son

18

Bazen kamusal bir söz söylemek, derste söz alıp konuşmak, bir toplan-tıda fikir beyan etmek bazılarımız için oldukça gergin ve zor bir iş

olabiliyor. Hele de içine doğduğumuz sistemle birtakım sıkıntılarımız varsa, her daim dilimizi hiç kimseye karşı ayrımcı veya saldırgan olmadan kurmaya çalışıyorsak daha da zor. Ama bir yandan da yirmi küsur senedir bu dil ve bu sistemle iç içe yaşamışsak; duyulmak, okunmak, izlenmek üzere ürettiğimiz her şeyin üzerine kendimizle de mücadele hali içinde defalarca düşünmemiz gerekebiliyor. Peki mesele sadece bundan mı ibaret, yoksa lafımızı dilimizin ucunda bıraktıran başka faktörler de var mı? Mesela bir toplantıda, sen tam neyi, nasıl ifade edeceğini kafanda toparladın, ağzını açıp açmamakta bir ka-rarsızlık yaşıyorsun. Ya o kararsızlık anı çok uzun sürüyor ve başka biri söyleyi-veriyor demek istediklerini ya da zaten hiç niyetine girmiyorsun ve dinlemeye devam ediyorsun öyle. İçinden “Of!” diyebiliyorsun sadece. Bu durumu kişiye özgü bir çekingenliğe, utangaçlığa indirgemek gerçekten mümkün mü? Şim-diye kadar sahip olduğumuz deneyimlerin söz söyleme özgüvenimiz üzerinde epey büyük bir etkiye sahip olduğu kanısındayım. Bunu söylemek her ne kadar beylik olacaksa bile bu deneyimlerimiz ve özgüvenimiz de içinde yaşadığımız ezme-ezilme ilişkilerinden çok bağımsız değil. Her ne kadar bu ezme-ezilme ilişkileri uzun uzun çeşitlendirilebilse de bu yazı hayatın birçok alanına etki eden toplumsal cinsiyetin kamusal alanda söz söylerken bizim deneyimlerimi-ze nasıl sirayet ettiğine odaklanacak.

Kadınların kamusal alanlardaki varoluşları ve bu kamusal alanların (aksi sahiplenilmeye niyetli olunsa bile) sosyal eşitsizlikleri ne kadar içinde barındı-rıyor olduğu feministlerin senelerdir tartıştığı ve gündemleştirdiği bir mesele. Yasal olarak kadınların bulunabileceği ve bulunamayacağı mekanlara/alanlara dair bir yasak olmasa dahi, bu yasağın olmayışı gerçeği kadınların her kamusal alana katılımını beraberinde getirmiyor. İlaveten, kadınların fiziksel olarak o alana girebiliyor olmaları da fikir beyan edebilme noktasında erkeklerle eşit özgüvene sahip olarak oraya geldikleri anlamına gelmiyor. Bu eşitsizliklerin bu şekilde kurulmasında ve sürekli yeniden üretilmesinde etkili olan birçok faktör var tabii ve kendi hayatımıza çok değen örnekler de verebiliriz. Boğaziçi Üni-versitesi’nde siyaset yapmak, bir meseleyi gündemleştirmek için bir video çekip sosyal medyada yaygınlaştırmak bir süredir kullanılan bir yöntem. En günceli

Kamusal Alanlarda Kadın Varoluşu

Tuna Mutlu

Page 20: Kolektif eylem 4 son

19

de Kuzey Kampüs’te bir banka kurulması ihtimaline karşı üretildi. İnternette gelen geri dönüşleri, eleştirileri okurken fikre karşı çıkan, katılmayan yorum-lardan çok daha fazla videoda yer alan kadınları ne söylediklerinden bağlamsız olarak hedef alan yorumlar görüyoruz. “Bu kadınlar da ne kadar çirkinmiş.”, “Bunlar kesin koca bulamaz.”, “Allah gelecekteki kocalarına şimdiden sabır ver-sin.” minvalinde söylemler birbirini izliyor. Kadınların söyledikleri sözdense kadın oluşları çoğunlukla daha büyük bir gündem yaratıyor. Kamusal alanların erkeğin söylediklerine daha çok itibar eden bir yerden kurulması eşitsiz ilişki-lenmeleri beraberinde getiriyor. Mesela, Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşen herhangi bir açık toplantıda, inisiyatif toplantısında, forumda, panelde, söyle-şide; birbirini veya kendini tekrar etmekten çekinmeyen, büyük büyük laflar edip ahkam kesen, “-dır, -dir” ile sonlandırdığı cümleleriyle net yargılar akta-ran, gerektiğinde söz kesmekten kaçınmayan erkeklerle defalarca karşılaşıyor olmamız tesadüf değil gibi hissediyorum. Diğer yandan da en azından dinle-diğim deneyimlerden biliyorum ki ağzını açmadan önce ne söyleyeceği üzeri-ne, söylediği şeylerin nerelere gidebileceği üzerine düşünme ihtiyacı hisseden; belki söylemekten vazgeçen ama konuşmaya karar verirse de dilini yargıdan zi-yade öneri veya fikir beyan etme üzerinden kurmaya çalışan tek kadın değilim.

Bir yandan da “Ama kadınlar da söz kesmiyor mu?”, “Kadınlar da bazen yargı cümleleri kuruyor.”, “Böyle davranmayan erkekler de var.” karşı çıkışlarını şimdiden duyar gibiyim. Elbette ki bazen kadınlar da söz kesiyor, kadınlar da yargı cümleleri kuruyor ve böyle davranmayan erkekler de var. Zaten bu davra-nış biçimlerinin kadınlığın veya erkekliğin doğasından geldiği gibi bir iddiam yok. Ama kamusal alanların eril bir diskurla kuruluyor oluşu, bu diskurun er-keklere ve kadınlara biçtiği rollerin farklılaşması bu süreçlerin ürettiği bireyler olarak bizi belirli yönlere doğru itiyor ister istemez. Ayrıca, kadınlar olarak her-hangi bir argümanımızın “Kadın olduğun için böyle düşünmen normal.” diye savuşturulabildiği bir dünyada yaşadığımız için genellikle rağbet gören yargı cümlelerini benimsememiz veya söylediğimiz sözün dikkate alınması için refe-ranslı konuşma ihtiyacı hissetmemiz çok da şaşırtıcı değil.

Diğer yandan da çizdiğim tablonun “doğru” şekilde sosyalleşmiş erkekler ve toplum yüzünden “eksik” kalmış “mağdur” kadınlar olarak anlaşılması ihti-malinden endişeliyim. Erkeğe ve kadına biçtiği roller itibariyle eril kurgulanan bu alanlarda kadınların var ola-bilmek için mevcut dili benimse-mek durumunda kaldıkları olsa bile; feminist kadınlar olarak hiç-bir zaman erilleşerek var olmayı idealize etmedik. İçinde yaşadığı-mız sistem kadınları güçsüzleşti-ren söylemleri, pratikleri sürekli karşımıza çıkardığı için kendimi-

Page 21: Kolektif eylem 4 son

20

zi ve birbirimizi güçlendiren ortamlar kurarak örgütlenmeye çalışıyoruz. Ama artık belki de erkeklerin kendilerini, erkekliklerini, özgüvenlerinin kaynağını sorgulamaya başlamalarının vakti gelmiştir. “Kadın olduğun için böyle düşün-men normal” diyen arkadaşla aynı dili kurmaya, birbirimizi anlamaya başla-mamıza belki daha vakit var. Ama en azından alternatif ortamlarda feminizmle “feminizme saygı duyarak” ilişkilenen erkeklerin belki de kendi pozisyonlarını bir kere daha düşünmeleri; kadın kotası uygulamalarının, cinsiyet eşitlikçi ve pozitif ayrımcı bir tavırla bildiriyi bir kadına okutmanın dünyayı değiştirmeye yetmeyeceğini görmeleri gerekiyordur. Kamusal alanlardaki kadın varoluşu-nu ve görünürlüğünü artırmaya yönelik olan bu hamleleri sahiplenmek veya apaçık şekilde cinsiyetçi olan bir söyleme, kadına yönelik şiddete, tacize öfke duymak kesinlikle azımsanamayacak çok önemli aşamalar. Ama bu yolu en azından daha alternatif olarak kurguladığımız alanlardaki insanlar olarak kat etmişken bunun bir adım ötesine bakmak gerekmiyor mu? Şu anda bulundu-ğumuz noktadan erkeklerin feminizmle kurduğu ilişki iki uç arasında sıkışmış gibi görünüyor. Bir yanda sadece kadınlara açık alanları yadırgayan ve feminist mücadeleye katılmak için bu alanlara dahil olmak isteyen “iyi niyetli” erkekler görüyoruz. Diğer uçta ise kamusal bir alanın cinsiyetçi kurulmamasının bütün inisiyatifini feminist kadınlara bırakan, “feminist kadınların koyduğu kuralla-ra” dikkat eden, eleştiri alınca özür dileyen veya özeleştirisini veren, ama o or-tamın cinsiyetçi kurulmamasını sağlamak adına “feminizme saygı duymaktan” bir adım daha fazlasını yapmaya doğru hamle yapmayan bir ilişkilenme var. bell hooks “Feminizm herkes içindir” derken bence tam da bunu kastediyor as-lında. 8 Mart yürüyüşlerine gelmeyi zorlamaya ve kadın toplantılarına girmeye çalışmaya alternatif olan üçüncü bir yol öneriyor ve cinsiyetçiliği dert edinme-ye, bununla savaşmaya dair herkese bir çağrı yapıyor, üçüncü bir yol öneriyor. Toplumsal cinsiyet rolleriyle, ataerkiyle, cinsiyet eşitsizlikleriyle mücadele yo-lunun bir kısmı da kendinle mücadele etmekten geçiyorsa eğer belki bunu bi-raz da hep beraber yapmaya ihtiyacımız vardır. İktidarın dilini kullanmayı hep beraber bıraktığımız vakit ezilenin sözü kamusal alana sirayet edebilir.

Page 22: Kolektif eylem 4 son

21

Gezi Türkiye’nin tamamında farklı öznelerle, farklı usüllerle var olmuş bir süreçti. Nedenlerine ve etkilerine dair yazılan birbirinden son de-

rece farklı binlerce yazı çıkması eylemlerin farklı tekilliklere imkan tanıması ve bu tekilliklerin kendi motivasyonlarıyla eylemlerin sebeplerini, sonuçlarını ve bizatihi kendilerini değiştirip genişletmesiyle çok alakalı. Getirdikleri ve hatırlattıklarından ötürü belki, dokuz ay oldu Haziran Direnişi başlayalı fakat ne zaman bittiği veya biteceği net değil.

Halbuki noktayı koyduğumuz bir cümle hatalarımızı görebileceğimiz, ders çıkarabileceğimiz bir örnek, aynı zamanda yeni cümlelerimize bir başlangıçtır. Belki nostaljiden, belki hesap vermek, hatalarını kabul etmek istememekten Gezi’ye dair sloganlar hala pankartlarda yerini koruyor, aynı ruh yaşatılmaya çalışılıyor, hatalara bakmadan, öz eleştiri vermeden.

Çok farklı öznelerin ortak amaçlarla devlet aygıtlarına tam anlamıyla is-yan etmesi bugüne kadar bu ölçekte deneyimlemediğimiz bir şeydi. Meydanla-ra doluşan ve isyan eden halk Grup Yorum’un şarkılarının bir mısrası olmanın ötesinde bir hayalin gerçeğe dönüşmesinin ilk izi, devrimin ilk adımıydı. Bu sürecin sonlandığının reddi siyasamızın dönüşümünü ve zor bir özeleştiriyi ge-rektirecek başarısızlığın reddidir zira gerçeğe inanmışlığımızdan biraz sıyrılıp bakabilirsek göreceğimiz, iki kelam ile sonlanabilen bir isyan sürecinin taşıyı-cıları olduğumuz ya da olamadığımızdır.

Gezi olaylarının örgütsüz kitlesi birçok örgütün başaramadığını başardı. Mevcut devlet hegemonyasının karşı söylemlerine karşı eylemlilikler gösterdi: Müminler oruç tuttu, namaz kıldı, inanmayanlar ise arkadaşlarını korudu, sof-rasını paylaştı. Farklılıkları yan yana getirmeyi denedi ve deneyimledi. Yine de tüm bunlara rağmen hükümetin “camiye ayakkabıyla girdiniz” iddiası, ülkenin gezi eylemlerinin bileşenleriyle aynı dertlerden muzdarip ciddi bir kısmının Gezi protestolarını kendi varlıklarına karşı bir tehdit olarak görmesine yetti. Camiye ayakkabıyla girmek bizatihi fıkhi muhtevasının ve gelenek karşıtlığı-nın ötesinde TC tarihi boyunca yaşananları ve soğuk savaşın yarattığı, sınırları keskin kimlikleri hatırlatan bir performans. Bugüne kadar başkasına yapılan zulme tepkisini dile getirmemiş devlet aygıtının ürettiği kimlikleri kolayca be-nimsemiş ve Gezi’nin katılımcılarının çoğunluğu olan kesimlerin Gezi’de bir araya geldiği başkalarla farklı tekilliklere ve farklı ilişkilenmelere ne kadar talip orası belirsiz. Ama ne yazık ki tablo iç karartıcı.

Gezi’den Sonra

Yusuf Elbaşı

Page 23: Kolektif eylem 4 son

22

Mısır devrimini kendi siyasi çizgisine devşirmeye talip muhafazakar ide-olojinin Mısır darbesiyle iç siyasette ürettiği karşı söylemin hedef kitlesi Gezi protestocuları, ne yazık ki Mısırdaki katliama tepkisini yeterince, en azından karşı söylemi boşa çıkaracak kadar, dile getirmedi. Bu tercih Mısır’daki cuntay-la siyasal bir ortaklık olmasa dahi başkalarının mazlumiyetine kayıtsızlık ola-rak zihinlere kodlandı. Suriye’deki kirli savaşın taraflarından olan Hükümetin bu savaşı mezhep çatışmasına dönüştürmesine karşı çıkılacakken birçok örgüt bu tuzağa düştü ve sünni-şii savaşında saf tutmayı tercih etti.

Madalyonun öteki yüzünde ise Gezi çok daha derin sorgulamalara kapı aralıyor. Asrı saadeti bugüne taşıma sorunsalı üzerinden tüm tartışmasını yü-rüten İslami mücadele bugüne kadar tüm birikimini başka bir dünyanın tahay-yülünü mümkün kılmaya yoğunlaştırmıştı. Kolonyalist projelerden muzdarip mücadele 1500 yıllık tecrübeyi yok sayan tarihi yeniden yazarak, unutturul-muş kavramlardan yeni bir dil yaratarak ve bugünün tecrübelerini, sıkıntıla-rını, sorunlarını yeniden anlamlandırarak tüm tartışmaları farklı bir düzleme çekmeyi amaç edinmişti. Mülkiyet, cinsiyet, iktidar, aile, milliyet, bilgi üretimi gibi binlerce meselenin bugün sahip olduğumuz araçlarla çözülemeyeceğini iddia eden islamcılar sorunun çok daha temelde olduğunu her seferinde dile getirdiler. Haftanın her günü okumalar, dersler, tartışmalar yürütüp dünyaya ve hayata dair her soruya cevaplar arayanlar ne yazık ki bu mücadelenin salahiye-tini, cevabını vermedikleri sorulardan müteşekkil bu rejimin fethinde gördüler. İktidar pratiği zaruri kılınca başkalarının sorularına başkalarının cevaplarıyla mukabele ettiler.

Geçtiğimiz Ramazan’da misafir olduğum bir iftar sofrasında İslamcı arka-daşlarımız Gezi’yi tartışırken eski bir HAS Partili sofradaki komplocu söylemi bıçak gibi kesen bir çift laf etti: “Bugün İslamcılık, sistemi başka bir düzleme çeken bir mücadele değil sistemin oyuncularında biri olmak haline geldi. İster beğenin ister beğenmeyin, ister katılın ister küfredin ama Gezi bizi başka bir dünyaya başka tartışmalara çağırıyor.”

Nereden nereye. Eylemlerde “ne sağ, ne sol”, “ne doğu ne batı” gibi slo-ganlarla bagajımızdaki kavramların yetersizliğine, başka bir muhalefete ve mücadele biçimine çağrıda bulunan adanmışlar bugün istikrar ve refah odaklı, pragmatik bir siyasete şükreder haldeler. İçine düşülen şizofrenik halin yarat-tığı ideolojik boşluk “mazlumiyetin sonsuz rövanşıyla” ötelendikçe öteleniyor.

Nasılını bilmediğimiz farklı bir dünyayı beraber inşa etmek mesai isteyen bir çaba ile mümkün. Bize giydirilen deli gömlekleriyle yetinip yetinmeyece-ğimiz hali hazırda hiçbirimizin cevabını vermediği bir soru. Tablo umut verici olmayabilir ama kendi mücadele biçimini mümkün kıldığı da bir gerçek. Gezi kimi için bir darbe teşebbüsü kimi için bir devrim pratiği olabilir ama Gezi sonrası hepimiz için yeniye ve ortak bir varoluşa dair talebimizin şekillendire-ceği bir süreç.

Page 24: Kolektif eylem 4 son

23

Demir kapının gürültülü uğurlaması uzun merdivenlerin her birinde duyulduğunda gözlerini dikmiş beni beklediğini biliyorum. Rüzgara

inat bir merdiven daha inmek şiarı ile seyirtirken merdivenleri yavaş yavaş, hangi köşede karşılaşacağımızı düşünüyorum. “Green-piyiz”ci duyarlı semt gençlerinin gece takıldıkları köşe olabilir yada üç köpeği bilmem kaç kedi-siyle evdeki hamam böceklerini bile beslemeyi iş edinmiş, çorap içine pijama sokma geleneğinin son temsilcisi İbrahim abinin orası olabilir. Son ihtimal merdivenlerin sonundaki Ermeni teyze. Rengini dahi kestiremediğim şekilsiz gözleriyle sahip olduğum duygusal sermayenin tümüyle oynamayı nasıl başa-rıyor acaba? Hem de bakmaktan başka hiç bir şey yapma gereği duymadan. Tüm bunların önünden geçtiğim bir kaç saniye içinde olabiliyor olması beni eziyor. Dünyadan sakladığım her şeyin farkında bu it. Tanrının karşısındaki kadar çıplak! En pervasızca ezildiğin hallerde bile kendine ait bir köşe yarata-bildiğim halde bu uyuza karşı sahip olduğum hiç bir mevzi yok. Belki ruhum biraz huzur bulur inancıyla yakınlaşmaya çalıştım. Önüne su böreği dahil bu-labildiğim tüm yemekleri atan aciz çabalarımı acıyan, soğuk gözlerle izliyor. Siyah çirkin burnuyla sonsuz barışık özgüveni yerdeki canım su böreğini “ al k..na sok!” der gibi kısa bi kokladıktan sonra dönüp arkasını hiç acele etmeden gidiyor. Benden nefret mi ediyor? Niye ki? Dünyaya bir köpek olarak gelmiş olmasında bir payım olduğunu düşünüyor olabilir mi? Gözlerinde bugüne ka-dar şikayet eden bir şey görmedim. Sakin ve acıyan. Tabiatı gereği yere attığım şeyin üstüne var gücüyle atlayıp parçalayan sokak köpeğinin daha sonra min-nettar gözlerle daha yok mu diye bana bakması, kuyruk sallayıp ne bileyim işte kendini duvardan duvara vurması gerekiyor. Yüzyıllardır yürürlükte olan iş bu sözleşme neden ikimizin arasında işlemiyor? Ye lan şu böreği! Sevmek için biraz sokulmaya gayret ettim geçen, yaklaşmaya hiç bir koşulda müsade yok. Sanırım önceden hesapladığı mesafeyi bozmadan kaçıyor, o önde ben arkada bi süre koşuyoruz merdiven iniyoruz ya da merdiven çıkıyoruz. Ben durduğumda o da duruyor dö-nüp arkasına bir süre baktıktan sonra ağır ağır yürümeye devam ediyor. Böreği bi yese kesin sevdirir kendini gibi ucuz fantezilerin bir kar-şılığı olmadığına ikna oldum artık. İnsanın kibriyle çok karşılaşmamış anlaşılan, hasımlık

Eğilmek

Firdevs Ulubağlı

Page 25: Kolektif eylem 4 son

24

hukukunun gerekleri neyse oydu artık. Taşladım! Elime geçirdiğim kırmızı vi-leda sopasıyla kovaladım çarşıya kadar. Kendime geldiğimde kalabalığın için-de dilim dışarda yarı büklüm vileda sopasına yaslanmış soluklanıyordum. Bir daha yeltendim, etrafa bakıp durdum. Yine aynı mesafede durdu-döndü-baktı:

“ Seni izleyen gözler senin için ne kadar çok şeye karar verebiliyor değil mi? Senin adına seni yaşayan ne çok şey var.” der gibi...

Utandım, vileda sopasını arnavut kaldırımlarına sürte sürte döndüm. Ge-çen bir plan yaptım. Merdivenin kuytu bir köşesine onun olmadığı bir saatte pusu kuracağım o geldiğinde de birden önüne çıkıp “ Z...m senin mesafeni” diye var gücümle bağırdıktan sonra ikimizde gerisin geri kaçacağız. Gerekli malzemeleri tedarik ederek kilise duvarının orada esaslı bir sote buldum ken-dime. Uzun bekledim, şarap içtim o gelmedi, daha çok şarap içtim o daha çok gelmedi. Sırtımı kilise duvarının manevi saadetine vermiş şekilde sarhoş ol-duktan sonra, duvardan çıkmış demir parçasını bayrak sopası edasıyla kavrayıp önce dizlerimin bir süre bekledikten sonra da ayaklarımın üstüne kalktım. Bu homo-safiyen zaferimi kutlamak için şişenin dibindeki son yudumu aldıktan sonra onu hemen üstümdeki kilise arazisine uzanmış kaşınırken gördüm. Dur-du-döndü-baktı. Ama ben önce davrandım!

“Ne boka yararsın? Bir şekilde bulunmuş olmanın sonuçlarını yaşıyorsun işte.”

“Yaşamak olmakla başlıyor zaten. Zaman senin için ne kadar da tüketilen bir şey değil mi? Senin için herşey sahip olmakla başlıyor paraya, bilgiye, ge-rekli zamana.” der gibi.

“Seninle uğraşamayacağım bu saatte.” diye bağırıp sırtımı döndüm ve du-vara dayalı omzumun itici kuvvetiyle kendimi eve doğru sürüklemeye başla-dım. Fırsatını buldu ya peşimden bağırıyordu yattığı yerden.

“ Sahip olmakla kazanmak mümkün mü? Ben doğam gereği eğilerek yiyo-rum ya sen?”

“S..r git!”

“Hadi git yat sabah işe geç kalacaksın!”

Page 26: Kolektif eylem 4 son

25

Kolektif Eylem, taşeronlaşmayla gasp edilen haklarını geri almak için dire-nen Greif işçileriyle görüştü. 10 Şubat 2014’te taşeronun kaldırılması, ikra-

miyeler, sosyal haklar ve ücretlerin düzeltilmesi talepleriyle yola çıkan işçilerin direnişi Türkiye’de geniş yankı uyandırdı.

İşçiler önce taşeronlaşma ve güvencesizlik sorunları temelinde bir araya gelip bir işçi örgütlenmesi kurdular. Akabinde DİSK Tekstil ile yolları kesişen işçiler sendikayla da bazı sorunlar yaşadılar ancak iş mekânlarında kurdukları direniş komiteleri ile geniş çaplı bir mücadele örgütlemeyi başardılar.

7 yıldır taşeron işçi olarak çalışan Emel, “Pes etmemekte kararlıyız” diyor. 2 yıldır çalışan Ahmet ise taşeron sistemine karşı çıktığı için işten atılıp, sendika-laşma süreci ile tekrar işe girmiş. Son görüştüğümüz işçi Ünal, 5 yıldır Greif ’ta kesimhane bölümünde çalışıyor. 3 yıl taşeronda çalışıp son iki yılda kadroya geçen Ünal “kölelik şartları” nedeniyle zaman zaman işyerinden ayrılmayı dü-şünmüş; ta ki grev başlayana kadar...

Kolektif Eylem: Direnişiniz nasıl başladı?

Emel: Bizler, dünyanın önde gelen firmalarına çuval üretimi yapan Ame-rikan tekeli Greif ’ın (Sunjüt) Hadımköy ve Dudullu’daki fabrikalarında ta-şeron köleliğine başkaldıran, sefalet ücretleriyle çalışmayı reddeden, sos-yal haklardan yoksun biçimde yaşamayı kabul etmeyen işçileriz. Greif ’ın iki fabrikasında taşeronu ve kadrolusuyla beraber toplam 1500 kişiyiz. Geçtiğimiz yıl sendikalaşma ve örgütlenme yolunu seçtik. İlk olarak, tüm fabri-ka ve bölümlerimizde işçi komiteleri kurarak işe giriştik. Bir yandan da DİSK/TEKSTİL Sendikası’na üye olduk. Fabrika yönetimi sendikalaşma çalışmasını fark etti ve 8 Kasım 2013 tarihinde öncü bir arkadaşımızı işten attı. Arkadaşı-mızın işe geri alınması talebiyle üretimi durdurduk ve çalıştığımız fabrikayı işgal ettik. Bu eylemden hemen sonra patron temsilcileri özür dileyip arkada-şımızı geri almak zorunda kaldı. Böylece sendikayı fabrikaya işgalle soktuk. Bugün haklı taleplerimiz için sürdürdüğümüz Toplu İş Sözleşmesi (TİS) süreci tıkandı. Patron; taşeronun kaldırılması, ikramiyeler, sosyal haklarımız ve ücret

Greif Direniş İşçileri: Kimseden fazladan bir şey değil, hakkımızı

istiyoruz*

Kolektif Eylem

Page 27: Kolektif eylem 4 son

26

Page 28: Kolektif eylem 4 son

27

Page 29: Kolektif eylem 4 son

28

zammı taleplerimize kulaklarını tıkadı. Bunun üzerine biz de 10 Şubat 2014 tarihinde her iki fabrikada da makinaları kapatıp işgal eylemi başlattık.

Ünal: Ben kendim bir kadrolu olarak taşeron işçilerin de haklarını almasını istiyorum tabi ki. Bugün zaten çoğu taşeron arkadaşımız da gelip sendikamı-za üye oluyor. Ayrıca Dudullu’da da benzer bir işgal, çok büyük bir coşku var. Orda da bir taşeron sendikalaşması var. Çok yoğun programlarımız var, önce-likle sendikayla konuşuyoruz.

Ahmet: Bugün baktığınız zaman, sanki fitil herkesin önünde duruyordu biz fitili ateşledik. Türkiye’nin her tarafında taşerona karşı sesler çıkmaya başladı. Greve başladığımız zaman 330 kişiydik bir baktık taşeron arkadaşlarımız da bizi görerek, bizden aldıkları güvenle greve katıldılar. Bugün 600 kişiyiz. Git-gide artmaya başladı. İnsanların direncinde de değişen bir şey yok. Bu ülkede niye hep hakkı yenilenler, sömürülenler biz olalım? Biz kimsenin hakkını ye-mek istemiyoruz, kimseden fazla bir şey de istemiyoruz. Biz sadece hakkımız olanı istiyoruz ve alacağız. Pes etmeyeceğiz.

K.E: Sendikanın size mesafeli olduğu bir durum söz konusu. DİSK’le yaşa-dığınız sıkıntılardan biraz bahseder misiniz?

Emel: 10 Şubat’ta direnişe başladığımız zaman DİSK’in internet sitesi üzerin-den bir açıklama yayınlanmış; “Bu grev bizim bilgimiz dışında olan bir şeydir” diye. Bunun üzerine 50 kadar arkadaşımızla yereldeki DİSK bürosuna gittik konuşmak için. Geleceğimizi duydukları için sendikayı kapatmış, hatta tabelayı bile içeri almışlar. Bunun üzerine Şişli’deki DİSK merkezine gittik. DİSK’tekiler açıklamayı üslenmeyerek sorumluluğu merkezde çalışan bir kişinin üzerine at-tılar. Bize destek olmalarını söyledik. Ancak hala bir faaliyet göremedik. Bizim yanımıza da 10. gün geldiler. Onlar gelene kadar biz de boş durmadık, Dudul-lu’ya gittik, Taksim’de açıklama yaptık. Tekrar Şişli Disk önünde açıklama ya-pıp pankartımızı oraya astık. Ondan bir gün sonra kaçış olmadığını anlayınca geldiler. Ellerinden geleni yapacaklarını söylediler ama hiç bir şekilde onlardan destek göremiyoruz.

K.E: Şu anda ne aşamadasınız? Patronla görüşmeler oluyor mu? Bu direniş nereye evrilecek sizin bir öngörünüz var mı?

Ahmet: Şimdilik sendika ile işveren görüşüyor sadece. Ufak tefek teklifleri geli-yor, siz de bunu pek kale almıyorsunuz. Çünkü zaten yarısı iş sözleşmenizde var.

Ünal: Onlar hala grevi kırmaya çalışıyorlar. Sendikaya da aslında pek güven-miyoruz. İşverenler bir yönden esnemeye başlıyorlar ama hala bir yönden bu kırma çabaları devam ediyor. Hala da tehditler geliyor bize. Çevik kuvvet ge-

Page 30: Kolektif eylem 4 son

29

lecek fabrikayı boşaltacak, tazminatsız işten atılacaksınız diye. Ama esnemeye başladıklarının da duyumunu alıyoruz.

K.E: Taşeron işçi ve kadrolu işçi arasında çalışma koşulları ve haklar bakı-mından ne gibi farklılıklar söz konusu?

Ahmet: Biz maaşlarımızı banka üzerinden alırken taşeronlar elden alıyorlar, geri kalan mesai paralarını elden alıyorlar. Kadrolulara 3 ayda bir verdikleri 100 TL erzak parasını taşeronlara vermiyorlar.

Ünal: Taşeronda çalışırken 8 saat 3 vardiya olarak çalışıyorduk ama mesai ko-nusuna gelince 1 vardiya daha çalışıyorduk, 8 saat daha çalışıyorduk. Bu mec-buri kılınıyordu. Kadroya geçtiğimizde bu mesai süresi 4 saate indi. Ben beş yıldır buradayım ve maaşım 924 TL. Kadrolu bir çalışanım. Ama on – on beş yıllık taşeron elemanlar en fazla 1000 TL maaş alıyorlar. Taşeronken cumartesi ve pazarları da sıklıkla çalışırdım.

Hepimiz aynı yerde çalışıyoruz ama taşeronların gördüğü baskı daha ağır. Şu anki yasalara göre üretim alanlarında taşeron çalıştırmak yasak ancak bu yasa-ya riayet edilmiyor.

K.E: Grevin örgütlenmesi ne şekilde gerçekleşiyor? Nasıl organize oluyor-sunuz?

Ünal: İşçi komiteleri var. Her bölümden birer kişi bu komitelerde yer alıyor. Kırk dört bölüm var. Kararlar bölüm komitesinde alınır. Daha sonra işçiler bu kararları oylar. Faaliyetleri de bu şekilde karar alarak yürütüyoruz. Sadece tem-silcilerin değil bütün bölüm çalışanlarının katılımıyla karar alıyoruz. Direniş komitesiyle (grev) kararı aldık. Daha sora işçilerle paylaştık. Oylama yaptık. Yasal sürecin sonuçlanmasını bekleseydik bölünürdük. Zaten yasal süreç bek-lenseydi, patronlar bizi işten çıkaracak ve taşeronlarla üretime devam edecekti. Biz de bunu önlemek için greve başladık ve fabrikayı işgal ettik.

K.E: Bildiğiniz üzere Kazova işçileri fabrikada üretime başladılar, patron-suz üretim yapıyorlar. Greif işçilerinin Kazova’ya benzer bir üretim planı var mı?

Ünal: Oradaki tutum da gerçekten çok güzel. Ancak alan gerçekten çok farklı. Bizim yaptığımız çuval işi, fabrikamız çok büyük ve fabrikanın içinde birçok şey yapılıyor. Sıfırdan başlanıp üretime geçiliyor. Ama sonuçta her şey işçilerin elinde, eğer sonu oraya giderse mutlaka onu da yaparız. Olabilir.

K.E: Gezi ayaklanmasının direnişinizde bir etkisi oldu mu? İşçilerin direniş sürecindeki politik tutumlarında ne gibi değişimlere şahit olundu?

Page 31: Kolektif eylem 4 son

30

Emel: Gezi direnişiyle ilgili ben aslında şunu söyleyebilirim. Şu an içimizde bulunan çoğu arkadaşımız bu tür olayları bilmeyen veya bunların farkında ol-mayan dışarıdan duyduklarında bunlar ortalığı karıştırıyor diyebilen arkadaş-larımızdı. Şu an içine girildiğinde ne kadar olsa haklarının yenildiğinin farkına vardılar. Birçoğunun düşüncesinin değiştiğini düşünüyorum ama hani bu ne kadar yansımıştır bilemiyorum, ondan emin değilim.

Ahmet: Ben örnek veriyim kendimden. Direniş olsun, başka bir şey olsun ka-tılmadım, görmedim de; ama kendim şu an bir direnişin içindeyim, bundan sonraki direnişlere en önden gideceğimi düşünüyorum. Hak veriyorum artık işçilere.

Ünal: Fabrikada da zaten yüzde 60-70 sağcıdır. Grevle birlikte sağcı arkadaşla-rımızın da düşüncesi değişmeye başladı bunu görüyoruz, katılımları da var bu konuda.

Ahmet: 650 kişinin çalıştığı bir fabrikada ben kendi adıma bizim bölüm dışın-da çalışan kimseyi tanımıyordum. Greve başladıktan sonra tanıştık. Sohbet ediyoruz, tartışıyoruz. Çünkü çalışırken bir araya gelme imkânımız ve alanımız yoktu. Yarım saatlik bir yemek molası vardı sadece. Bunun dışında servislerde geçirdiğimiz on, on beş dakika…

Ünal: Dediğim gibi grev sayesinde tanıştık. Sıkıntılarımız ortak. Bu sayede ör-gütlendik. Direnişimizi sürdürüyoruz. Zaferle sonuçlanacağına da inanıyoruz. Başaracağız bunu.

K.E: Teşekkür ediyoruz söyleşimize katıldığınız için...

*Söyleşinin bir kısmı Odak Dergisi’nden arkadaşlarımızın düzenlediği Greif işçileri panelinden derlenmiştir.

Page 32: Kolektif eylem 4 son
Page 33: Kolektif eylem 4 son
Page 34: Kolektif eylem 4 son
Page 35: Kolektif eylem 4 son
Page 36: Kolektif eylem 4 son