Top Banner
KAPAK: SAL İ H TEK İ N 27 GEZİ Montaigne ile Avrupa yolculuğu Yusuf Cangüzel 34 ŞİİR-İ KADİM Yunus Emre’nin iki özelliği Ebubekir Eroğlu 04 EDEBİYAT Hür düşünen yazar: Kemal Tahir Efe Ertem 06 ROMAN Sıra dışı bir roman: Tavan Arasındaki Buda Ömer Ayhan Abdullah Aymaz, yeni kitabı nda Risale-i Nur külliyat ı ndan Ramazan, İ ktisat ve Şükür risalelerini şerh ediyor. Ramazan için en iyi kılavuz ZAMAN GAZETESÝ’NÝN ÜCRETSÝZ AYLIK KÝTAP EKÝDÝR. YIL:7 SAYI:79 6 A Ğ USTOS 2012 PAZARTESÝ SAYFA 16
36

Kitap Zamanı

Mar 15, 2016

Download

Documents

Musa Igrek

Kitap Zamanı
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Kitap Zamanı

KA

PA

K:

SA

LİH

TE

KİN

27GEZİ

Montaigne ile Avrupa yolculuğu

Yusuf Cangüzel

34ŞİİR-İ KADİM

Yunus Emre’nin iki özelliği

Ebubekir Eroğlu

04EDEBİYAT

Hür düşünen yazar: Kemal Tahir

Efe Ertem

06ROMAN

Sıra dışı bir roman: Tavan Arasındaki

Buda

Ömer Ayhan

Abdullah Aymaz, yeni kitabında Risale-i Nur külliyatından Ramazan, İktisat ve Şükür

risalelerini şerh ediyor.

Ramazan için en iyi kılavuz

Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z A Y L I K K Ý T A P E K Ý D Ý R . Y I L : 7 S A Y I : 7 9 6 A Ğ U S T O S 2 0 1 2 P A Z A R T E S Ý

SAYFA 16

Page 2: Kitap Zamanı
Page 3: Kitap Zamanı

FE ZA GA ZE TE CÝ LÝK AÞ ADI NA ÝM TÝ YAZ SA HÝ BÝ: ALÝ AK BU LUT

GE NEL YA YIN MÜ DÜ RÜ: EK REM DU MAN LI GE NEL YA YIN MÜ DÜR YAR DIM CI SI: MEH MET KA MIÞ GE NEL YA YIN EDÝ TÖ RÜ: ALÝ ÇO LAK EDÝ TÖ R: CAN BAHADIR YÜCE GÖR SEL YÖ NET MEN: FEV ZÝ YA ZI CI SAY FA

TA SA RIM: AH MET BÝ ÇER SO RUM LU MÜ DÜR VE YA YIN SA HÝ BÝ NÝN

TEM SÝL CÝ SÝ: HAY RÝ BE ÞER REK LAM GRUP BAÞ KA NI: MELİH KILIÇ REK LAM SA TIÞ DİREKTÖ RÜ: ALÝ DE MÝR HÝ SAR, REKLAM SEK TÖR

YÖ NE TÝ CÝ SÝ: EREN ENES REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ YA YIN TÜ RÜ: YAY GIN SÜ RE LÝ AD RES: ZA MAN GA ZE TE SÝ 34194

YE NÝ BOS NA-ÝS TAN BUL TEL: 0212 454 1 454 (PBX) FAKS: 0212 454 14 96 REK LAM TEL: 0212 454 82 47 BAS KI: FE ZA GA ZE TE CÝ LÝK A.Þ TE SÝS LE RÝ HTTP://KÝ TAP ZA MA NÝ.ZA MAN.COM.TRE-POSTA: KÝ TAP ZA MA NÝ@ZAMAN.COM.TRHER AYIN ÝLK PA ZAR TE SÝ GÜ NÜ YA YIM LA NIR

Prof. Nilüfer Göle Seküler ve Dins-el: Aşınan Sınır-lar adlı yeni kita-bında sekülerli-

ğin ve dindarlığın etkilerini ulus-devlet mekanizması, kamusal alan ve cinsiyet üzerinden inceliyor.

20

Mustafa İslamoğlu’nun babası Ahmed İslamoğlu hocanın, talebesi Nazif

Yılmaz’ın çabasıyla derlenen hatıraları Ahmed İslamoğlu: Hatıralar ve Mülahazalar adıyla okura sunuldu.

24Yevgeni Zamyatin’in bir kült kitap niteli-ğindeki distopya romanı Biz yeni

baskısıyla raflarda. Yazar, Bolşevik Devrimi’ni sertçe eleştirdiği eserini kendi ülke-sinde yayımlatamamıştı.

22Futbol dünyası-nın gelmiş geçmiş en büyük isimle-rinden biri olan Lefter’le ilgili

beklenen kitap çıktı. Haluk Hergün’ün hazırladığı çalışma, Lefter/Futbolun Ordinaryüsü ismini taşıyor.

33Yıldız Ramazanoğlu Görme Bahçesi adlı yeni kitabın-da, ötekini göre-

rek ilerlemeye çalışanların, aynı zamanda bir sivil top-lum inşasını sürdürenlerin hikâyelerini anlatıyor.

23

odern edebiyatın üç kurucu figürü Arthur Rimbaud, James Joyce ve Robert Musil hakkında iyi biyogra-filerin aynı günlerde dilimize kazandırılması edebiyatseverleri sevindirmiş olmalı. Richard Ellmann’ın Joyce biyografisi İngilizcede yazılmış en iyi yaşa-

möyküsü kitaplarından biri sayılmasıyla, Graham Robb’un Rimbaud biyografisi edebiyat tarihinin belki de en sıra dışı hayatını en ince ayrıntısına kadar anlatmasıyla, Herbert Kraft’ın Musil üzeri-ne kitabı ise büyük romancının dünyasına bir giriş niteliğinde olmasıyla öne çıkıyor. Üç ustanın dün-yasına açılan kitapları yan yana görünce bize de üç ismi kapağımıza taşımak düştü. Her yıl özel dosyalarla ya da bu aya ilişkin kitaplarla ramazanı selamlamayı gelenek haline getirmiştik. “Ramazanda ne okuyalım?” diye soran okurlarımız için Abdullah Aymaz’ın Ramazan-İktisat-Şükür risaleleri üzerine yaptığı şerh çalışmasını özellikle salık veriyoruz. Ahmet Kurucan’ın tanıttığı, Ahmed İslamoğlu’ndan Hatıralar da Ramazan okumaları listesine eklene-bilecek bir kitap. Julie Otsuka’nın Tavan Arasındaki Buda ve Albertine Sarrazin’in Aşık Kemiği adlı romanları, yeni imzalar tanımak isteyenler için iyi birer seçe-nek. Sezai Coşkun’un Kemal Tahir üzerine kap-samlı çalışması da ayın önemli kitaplarından. İyi okumalar…

Üç büyük usta

Fransız yazar Albertine Sar-razin’in tamamen kendi yaşam öykü-süne sadık kalarak

kaleme aldığı Aşık Kemiği yal-nızlık, aşk, suç dünyası, ısla-hevi, kaçak olma gibi konula-ra odaklanıyor.

22

Turgay Anar’ın, doktora tezine dayanan “Yeni Türk Edebiya-tı’nda Edebiyat

Mahfilleri” alt başlığıyla yayımlanan Mekândan Taşan Edebiyat adlı kitabı titiz bir literatür taraması.

28

Fransız polisiye yazarı Jean-Christophe Grangé’nin dili-mizde yayımlanan

son romanı Sisle Gelen Yolcu, okurun yine son sayfalara kadar merak içinde kalacağı bir macera.

31

M

K A PA K 0 8Esir şehrin hür düşünen insanı 4İslam’ın moderniteyle imtihanı 14İktisat, bereket sebebidir 16Mucizeleri saymakla bitmez 17

Zamanın ruhu, denizin dipleri 20 İlim kendin bilmektir 26Felsefe hayatı içerir mi? 26Montaigne ile Avrupa yolculuğu 27

Dehasını hayatına koydu 2712 Eylül’e romanla bakmak 28Keloğlan hâlâ aramızda 30Tersine bir tehcir hikâyesi 32

ÜÇ BÜYÜK HAYAT

twitter.com/kitap_zamani facebook.com/kitapzamanicom

Page 4: Kitap Zamanı

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI İNCELEME

EFE ERTEM

önemine göre marjinal fi -kirleri ve çoğu kez kahra-manları aracılığıyla dile ge-

tirdiği, topluma ilişkin “kalıba uymayan” görüşleriyle Türk romancılığında fark-lı bir yerde duran Kemal Tahir, belki de Türkiye’nin en çok tartışılan isimlerinden biridir. Romancılarımızın çoğu, belirle-nen sınırlar ölçüsünde radikal, aynı sınır-lar ölçüsünde “sıra dışı” iken, Kemal Tahir bu sınırları hiç tanımamış, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş esnasında üretilen toplumsal ve ekonomik varsayımların ço-ğunu tersyüz etmiştir. Tarihin Doğu’da Batı’dakinden daha farklı şekillendiğini sa-vunan, buna dayalı olarak Osmanlı’nın si-yasi, toplumsal ve iktisadi yapısının Mark-sist teorilerle açıklanamayacağını söyleyen Kemal Tahir’e göre en önemli sorun ken-dimizi ve bize özgü meseleleri bile Batı’dan öğrenmeye çalışıyor olmamızdı.

HANGİ KEMAL TAHİR?Kemal Tahir hakkındaki değerlendirmeler birbirine o kadar zıt olageldi ki, bu değer-lendirmelerin aynı insandan bahsettiğini ka-bul etmek, özellikle bugün daha güçtür. Onu Türk romancılığının yüz akı ilan eden Cemil Meriç bir yanda, romancılığını beğenmeyen Fethi Naci diğer yandadır. Önemli bir uyuş-mazlık da Kemal Tahir’in Anadolu (özellikle köy) insanına bakışına ve onu aktarışına iliş-kindir. Her bir mısralarına, her hikâyelerine halk övgüsü ve yüceltmesiyle başlama-yı ideolojik gereklilik sayanlar, elbette Göl İnsanları’ndaki Anadolu insanı manzarasın-dan hazzetmeyeceklerdir.

ANADOLU’YA DİL UZATAN ADAM!Anadolu insanına en iyi dışarıdan bakışı yapan ve en doğru fotoğrafı çeken Kemal Tahir, kimi sosyalist yazarlarca halkı tanı-mamakla, çarpık değerlendirmeler yap-makla suçlanır. Onlara göre kapı komşusu-na kazık atan köylülerden, hırsızlık yapan Anadolu insanından söz eden ve bunların nedenini, nasılını irdeleyen Kemal Tahir, köylüyle yalnızca hapishanelerde karşılaş-mış ve Anadolu insanını yanlış tanımıştır. Oysa Anadolu halkı, dünya üzerindeki bü-tün halklardan farklı, ahlâk, iman ve ideo-lojide hiçbir toplumla kıyaslanamayacak (!) düzeyde ileridedir. Bu ve benzeri nedenler-den ötürü de Kemal Tahir aslında Cumhu-riyet düşmanı ve Osmanlıcıdır! Eserlerinin kurgusu, diyalogları ve hikâyeleriyle Türk edebiyatının en’leri arasına girmiş Kemal Tahir, örneğin Oktay Akbal’a göre okun-ması ve tahammül edilmesi olanaksız bir yazardır. Akbal, Devlet Ana’yı iki yüz sayfa okuduktan sonra bıraktığını itiraf ederken buna imada bulunmuştur.

A’DAN Z’YE KEMAL TAHİRDoktorasını Kemal Tahir üzerine yapan akademisyen Sezai Coşkun, büyük yaza-rın hayatının ve edebiyatının tüm dönem-lerini, eserlerini ve fi kirlerini incelediği Esir Şehrin Hür İnsanı Kemal Tahir adlı kitabıyla önemli bir kaynak sunuyor bize. Esir Şehrin Hür İnsanı, Kemal Tahir’i “İnsan”, “Eserle-ri” ve “Fikirleri” olmak üzere üç ana başlık-ta derinlemesine ele alıyor. Birinci bölüm, doğumu, ilk gençliği, arkadaş çevresi ve eğitim yıllarından başlayarak gazeteciliği-ne, sosyalizmle tanışmasına, en iyi eserle-rini kaleme aldığı Çankırı, Malatya, Çorum ve Nevşehir’deki hapis yıllarına ve Meh-met Barlas’ın evinde Mete Tunçay, Ali Sir-men, İsmail Cem gibi isimlerin de yer aldığı bir tartışmayla sonuçlanan “son gecesi”ne kadar ayrıntılarıyla işleniyor. İkinci bölüm, 1940 öncesi, sonrası ve ölü-münün ardından yayımlanan hikâyeleri, ro-mancılığı, romanları ve bunlar aracılığıy-la duyurduğu tezlerinden oluşuyor. Üçüncü bölüm ise Kemal Tahir’in, imparatorluğun yıkılışını görmüş ve Cumhuriyet’in kurulu-şuna şahitlik etmiş çağdaşlarının arasında neden özel bir yere sahip olduğunu kronolo-jik biçimde aktaran ve Kemal Tahir düşünce-sini bütünsel olarak anlatmayı başaran “asıl” kısım. Yazarın düşünce dünyasının temel kavramlarıyla başlayan bu bölüm, bir kim-lik olarak Osmanlılık, Osmanlı’nın olu-şum şartları ve kuruluşu, kerim devlet-memur devleti gibi konuların ele alın-dığı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk ve dünya tarihine bakış kısmıyla sürü-yor. Marks’ın, Doğu toplumlarının ikti-sadi yapısını tanımlamak için kullandı-ğı ve Kemal Tahir’in önemle üzerin-de durduğu Asya Tipi Üretim Tar-zı (ATÜT) ve ATÜT-Osmanlı iliş-kisi de ayrıntılarıyla bu bölümde ele alınıyor. Osmanlı’nın yıkı-lış sürecinden Cumhuriyet’e geçiş, Atatürk ve Kema-lizm üzerine düşünce-leri, edebiyat ve dil hakkındaki fi kir-leri de bu bö-lümün ko-nusu.

NE SAĞ BENİMSEDİ NE DE SOLKemal Tahir’in tartışılan isim olmasının nedeni, bu ülkede tartışılagelen diğer entelektüellerin gündemden düşmeyişi-nin ana nedeninden farklı değildir: Ömrü boyunca, ilkgençliğinde tanıştığı ilk ideolojinin, ilk fi krin peşinde koşmayı reddederek araştıran, düşünen ve fi kir üreten bir isim olması, onun ne sağ ne de sol tarafından benimsenmesinin asıl

nedenidir. Osmanlı’nın toprağın tek bir elde toplanmasını engelleyen yapısını kerim devlet olarak nitelediğinde sosya-listleri, yine Osmanlı için talancı devlet tanımını yaptığında muhafazakârları karşısına almıştır. Oysa aynı Kemal Ta-hir, bir dönem sonra talancı devlet fi kri-ni değiştirebilmiş, yeni tezler üretmeye, hem kendisinin hem de okurunun ufku-nu genişletmeye devam etmiştir.

Akademisyen Sezai Coşkun, Esir Şehrin Hür İnsanı Kemal Tahir adlı kitabıyla, Türk edebiyatının en çok tartışılan yazarlarından biri hakkında önemli bir kaynak sunuyor. Kemal Tahir’in yaşamı, fikirleri ve eserleri bu kapsamlı çalışmada ayrıntılarıyla ele alınmış.

Esir şehrin hür düşünen insanı

ESİR ŞEHRİN HÜR İNSANI KEMAL TAHİR, SEZAİ COŞKUN, DERGÂH YAYINLARI, 664 SAYFA, 38 TL

4

D

Kemal Tahir

Page 5: Kitap Zamanı
Page 6: Kitap Zamanı

ÖMER AYHAN

avan Arasındaki Buda’nın tüm dünyada ilgi uyan-

dıran, okurda iz bırakan, dramatik yapısı güçlü bir

roman olduğunu önceden duymuştum. Kitabın arka kapağından öğrendikle-rimse şunlar: 2012 Pen/Faulkner Ro-man Ödülü ve Boston Globe Yılın En İyi Kitabı Ödülü sahibi. Ayrıca 2011 Natio-nal Book Award fi nalisti. Romanı oku-duktan sonra bir Servet-i Fünun öykü-sünün sayfalarına geri döneceğimi, ayrı-ca amazon.com’da kitaba ilişkin bir yo-rumdan ötekine, sabırla iz süreceğimi elbette tahmin edemezdim. Zira Julie Otsuka’nın romanı birçok problematiği kışkırtan, sıra dışı bir metin.

BİRİNCİ ÇOĞUL ANLATICI20. yüzyıl başlarında kendilerine gön-derilen fotoğraf ve mektupların cazibe-siyle Japonya’yı terk eden genç kızlar, zorlu bir yolculuktan sonra Amerika’ya ulaşır. Burada, daha önce ülkeye yerleş-miş ve kariyer sahibi olmuş, genç, yakı-şıklı memleketlileriyle evleneceklerdir. Gemiden iner inmez nikâhları kıyılan kadınların eşleri, kendilerine gönderi-len fotoğrafl ardakinden ortalama 20 yaş büyüktür. Amerika’nın, ‘ayak işlerini’ yaptıracak yabancılara ihtiyacı vardır ve kocaların da düzmece fotoğraf ve mek-tuplarla suç ortağı oldukları kumpas, birbirinden acı olaylara yol açacaktır. Bu noktada Julie Otsuka, şapka çıkarı-lacak bir hamleyle okuru şaşırtıyor. Ta-lihsiz kadınların dramını kitabın başın-dan sonuna birinci çoğul anlatıcı ağzıyla kaleme almış: “Bize yeni isimler verdi-ler. Helen dediler, Lily dediler. Marga-ret dediler. Pearl dediler. Minicik enda-mımıza, uzun, parlak siyah saçlarımıza hayret ettiler.” Kitabın büyüsü ve kanımca anlatıyı zedeleyen birtakım problemler yazarın dille kurduğu ilişkide aranmalı. Başlan-gıçta anlatımıyla beni heyecanlandıran roman, sayfalar ilerledikçe bu çarpıcılı-ğa biraz da hayal kırıklığı ekledi. Kita-bın insanları neden böylesine etkiledi-ğini anlamak güç değil. Öncelikle oku-duğunuzun, her ne kadar roman ola-rak sunulsa da, gerçek hayat hikâyeleri olduğunu biliyorsunuz. Yazar teşekkür kısmında, yararlandığı tarihsel kaynak-ların önemli bir bölümünü bizimle pay-laşıyor. Hayatları yabancı bir ülkede kö-leliğe dönüşen çaresiz kadınların başı-na gelenler, peş peşe doğurdukları ço-cuklarıyla ilişkileri, hatta kocalarının da aynı girdapta sürüklenişi, Otsuka’nın çarpıcı yöntemi ve iyi tasarlanmış kimi

cümleleriyle deyim yerindeyse yürek dağlıyor. İsyan duygusuyla yol almak zorunda bırakılıyorsunuz, bir sayfadan diğerine. Dudaklarınızın ucunda sabırla beklettiğiniz sorunun farkındayım: Ki-tapta yanlış olan nedir öyleyse?

KURMACAYA DÖNÜŞEMİYORKabaca kitabın bir türlü kurmaca-ya dönüşememesi diyeceğim ilk elde. Romanı baştan sona, hayatın karan-lık, çok karanlık bir dönemini, insa-nın tekinsiz yanını gösterdiğini ‘bile-rek’ okuyorsunuz. Otsuka, bir kurma-canın çok katmanlı koridorlarında do-laşmanıza izin vermiyor. Üstelik an-

latma biçimindeki orijinallik, yaza-rın ‘atalet’ine yenik düşüyor. Yüzler-ce, binlerce kadının dramını ‘biz’den okumak elbette çok etkileyici. Ne ya-zık ki, bu parlak yöntemi yeterli gör-müş Otsuka. Roman boyunca zaman kiplerini ve cümle kalıplarını ‘biz’in güçlü kanatlarına sığınarak sürekli yi-neliyor. Bir-iki örnek yeterli olacak-tır. Size rastgele seçtiğim bir parag-raftan, cümlelerin -hiç atlamadan- sa-dece son sözcüklerini sıralayacağım. Böylece romanın -baştan sona- na-sıl bir anlayışla yazıldığı görülecek-tir: “büyüdüler-direttiler-reddettiler-içtiler-döktüler-konuştular-dediler…”

Otsuka “biz”i zaman zaman tekile de dönüştürüyor. Örneğin Japonya’nın Pearl Harbour baskınından sonra Amerika’da yaşayan Japonlar tek tek toplama kamplarına götürülüyor. Tam 11 sayfa boyunca, Natsuko’nun koca-sı, Şizuma’nın en büyük kızı Naomi, Nobuye, Atsuko ve daha onlarca talih-siz insan farklı yerlerden “yola çıkıyor”. Kitabın son bölümünü yine “biz” kalı-bıyla Amerikalılar anlatıyor. Ne var ki, cümle kalıpları ve ritim değişmiyor.

HÜSEYİN CAHİT YALÇIN’IN ÖYKÜSÜGelelim amazon.com’a dünyanın dört bir yanından yazılan yorumlara. Ki-tabı hem bir tür büyülenmeyle okur, hem de söz ettiğim noktalarda hayıf-lanırken başka okurların metni nasıl yorumladığını belki de ilk kez bu ka-dar merak ettim. Yorum yazanların üçte ikisi kitabın bir başyapıt olduğu-nu söylerken, üçte biri -ki bunca beğe-nilen bir roman için yine de düşündü-rücü bir oran- kitabı sevemediklerini, hatta yarıda bıraktıklarını belirtmiş-ler. İşin tuhafı, kitabı sevmemelerinin nedeni romanda, alışkın olduğumuz biçimde karakterlere yer verilmeyişi. Bense tam da bu yüzden etkilendim Tavan Arasındaki Buda’dan. Yorumları okuyunca şunu düşündüm. Okur as-lında fazlasıyla bağımlı alışkanlıkları-na, yeniliklerden ürküyor. Bir de kita-bın şiirsel olduğundan söz edilmiş. Bu görüşe de katıldığımı söyleyemeyece-ğim. Baştan sona aynı kalıpla yazılan romanda o duyguyu veren, Uzakdo-ğu toplumlarının, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, hayatı şiir gibi algı-layıp yaşayabilmeleri. Kitapta sık sık karşımıza çıkan gelenek, inanç ve ritü-ellere dair cümleler sağlıyor bu yanıl-samayı. Japon nesrinde şiiri solumak için Kawabata, Mişima, Tanizaki gibi yazarlara şans vermeli. Romanı bitirdikten bir süre sonra Hüseyin Cahit Yalçın’ın bir öyküsünü hatırladım. “Biz”in anlattığı bir ütopya öyküsü: “Hayat-ı Muhayyel”. Üstelik Otsuka’nın kaçınılmaz olarak anakro-nizmin gölgesinde yazmasına karşılık, Hüseyin Cahit tamamen kurmacanın çeperlerinde dolaşmış. Yalçın’ın öykü-sünün Otsuka’nın romanı kadar çarpıcı olduğunu iddia etmeyeceğim. Ama yüz küsur yıl önce, Türk edebiyatında nesrin henüz geliştiği bir dönemde, bugün bile şaşırtıcı olan bir anlatım biçiminin kul-lanılmış olması, kuşkusuz ilginç. Şöyle bağlayacağım; okunmaya değer, deği-şik, zihinde farklı tatlar bırakan bir kitap Tavan Arasındaki Buda. Çarpıcı bir anla-tı. Ama çok iyi bir roman değil.

6

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI ROMAN

Farklı, çarpıcı, etkileyici ama...Julie Otsuka’nın Tavan Arasındaki Buda adlı romanı, ABD’de yayımlandığında çok ses getirmiş, 2012 Pen/Faulkner Roman Ödülü ile Boston Globe Yılın En İyi Kitabı Ödülü’ne değer görülmüştü. Okunmaya değer, değişik, zihinde farklı tatlar bırakan bir kitap, çarpıcı bir anlatı; ama çok iyi bir roman değil.TAVAN ARASINDAKİ BUDA, JULIE OTSUKA, ÇEV.: DUYGU AKIN, DOMİNGO YAYINEVİ, 168 SAYFA, 18 TL

Julie Otsuka

T

Page 7: Kitap Zamanı
Page 8: Kitap Zamanı

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI KAPAK

8

A. ESRA YALAZAN

eyecanlı bir fi lmi, bir sonraki sayfasında ne olacağını merak ettiği-

niz bir romanı, fi nalini henüz bilme-diğiniz bir hayat hikâyesini sondan başa doğru okuyamazsınız. Bu, oku-ma hazzını mahveder, yolculuğu an-lamsız kılar. Ama eserlerini ve yaşam biçimini az çok bildiğiniz bir yazarsa söz konusu olan, hayatının farklı dö-nemlerine bir kitapkurdu gibi sızıp bilmediklerinizi keşfetmek için daya-nılmaz bir istek duyarsınız. Hele ki ki-tap iyi yazılmışsa... Peki, bir biyografi yi en basit ifa-deyle ‘iyi’ kılan nedir? Edebiyatın di-ğer disiplinleri gibi onun da belirli öl-çütleri vardır elbette. Anlatımı, araş-tırmaların metindeki işlevi, üslup, ta-nıklıklar, alıntılar, kaynaklar, konuya yakınlık vs. ama bu nesnel yaklaşımın ötesinde kendine has atmosferi, dili, içtenliği, mesafesi ve kalıcı olma dür-tüsüyle okuru kavrayan öznel bir tav-rı da yok mudur hayat hikâyelerinin? Doğrusu ben kendi adıma roman ola-rak tasarlananları pek sevmem. On-lardan fi lm yaparlar genellikle ve pekâlâ eğlenerek seyredilir ama eğer ciddiyetle üzerine çalışılmış bir hayat-tan bahsediyorsak onu kendi gerçek-liği içinde kavramayı tercih ederim. Bu anlamda, hâlâ geçtiğimiz yüzyılın tar-tışmasız en usta biyografi yazarı Ste-fan Zweig -kendisi de bir yazar oldu-ğu için- şefkatle kucakladığı bütün sa-natçıların hayatlarını incelikli üslu-buyla romansı bir atmosfere kavuş-turmuştu ama onlardan roman yap-madı. Benim için bir biyografi yi kalı-cı ve edebi kılan ölçüt, okura hangi ni-yetle ve dille aktarıldığıdır, nasıl kur-gulandığı değil.

RICHARD ELLMANN’IN JOYCE AŞKI…Richard Ellmann’ın James Joyce (Ha-yatı ve Eserleri) başlıklı kitabını görün-ce biraz ürktüm. Daha yakın zaman-da okuduğum, ondan biraz daha ince ama klişe deyişle ‘tuğla’ Marquez bi-yografi si gibi değildi sanki. Hayatı ta-rihlerle, şehirlerle dönemlere ayıran başlıklar önce fevkalâde soğuk, an-siklopedik göründü bana. Ama Ric-hard Ellmann’ın giriş yazısını okuma-ya başlayınca korkum biraz geçer gibi oldu. Öncelikle kitapta Ellmann’ın İr-landa edebiyatı üzerine otorite ka-bul edildiğinden başka bilgi bulama-dığımı ve buna şaşırdığımı itiraf et-meliyim. Bin sayfalık dev bir biyogra-fi çalışmasını (son yüz sayfası notlar,

kaynakça ve dizin) hazırlayan yazarın kim olduğu, bir okur olarak Joyce’dan daha çok ilgimi çekiyor. Nedenini Pa-ris Review’da okuduğum bir röporta-jın girişinden alıntı yaparak anlatma-ya çalışayım. Henry James gibi pek çok bilinen ismin biyografi sini yazan Leon Edel’le ‘biyografi sanatı’ üzerine yapı-lan söyleşi şöyle başlıyordu: “Bir bi-yografi yazmaya genellikle aşka düşe-rek başlanır. Bu karasevdanın ne ka-dar süreceği belli olmaz. Nesnesi öle-ne dek tek tarafl ı bir aşk hikâyesidir. Pek çok biyografi , cazibeden ve şef-katten uzak başlar. Bir şiir duyar, şai-rinin peşine düşersiniz mesela. Hayat hikâyesini onu yazarken keşfedersiniz, değişimini görürsünüz. Gerçekler ortaya çıkar. Aşk nefrete dönü-şebilir. Bir aşk hikâyesinde olabilecek her şey başını-za gelebilir.” Buna ben-zer düşünceleri içeren uzun bir röportajdı. Bu cümleler Richard Ellmann’ın çaba-sını da özetliyor sanki.

‘O HEM TUTSAK, HEM DE KURTARICI’Ellmann, başlangıç-ta Joyce’un hemen bütün edebiyatsever-lerce bilinen özellikle-rinden ziyade onu neden seçtiğini ve hayatının her anını edebiyat tarihine geçir-diğini şaşırtıcı bir berraklıkla an-latmış. Joyce gibi bir yazarın yaşa-mının diğerlerinden neden farklı ol-duğunu kişilik özellikleriyle değil, ya-şamını sanatına dönüştürme biçimiyle açıklıyor: “O hem tutsak hem kurta-rıcıdır. Böylece sırasıyla, deneyimleri, yeniden biçimlendirme işlemi, uyuma kalkma gibi yeknesak olaylarla iç içe onun hayatının bir parça-sı haline gelir. Biyogra-fi yazarı sanatçının aynı anda sürüp giden bu ka-

tılımının her anını ölçüp biçmelidir.” Ellmann, Joyce’un hayatından seçti-ği incelikli ayrıntılarla, alıntılarla, eser-lerinin hayatındaki izdüşümleriyle, kesişmeleriyle, mektuplarla, tanıkların hikâyeleriyle, kaynaklardan süzdük-leriyle yeniden bir James Joyce orta-ya koymuş adeta. Ancak onun da kita-bın hemen başında belirttiği gibi, deha olduğu kabul edilmişken bu kadar çok eleştirilen az yazar vardır edebiyat ta-rihinde. Hal böyleyken her toplumun, sınıfın ona dair algısı da keskin çizgi-lerle ayrılıyor. Bir de pek çok yazarda görülen gelgitler Joyce’un hayatı söz konusu olduğunda neredeyse efsane-

vi bir hal alıyor. Sanırım bu yanılsama-yı oluşturan da Ellmann’ın fevkalâde yerinde olan şu tespitinde söylediği şey: “Bugün nasıl ki Picasso sevme-mek modaya dönüşüyor, yarın da Joy-ce sevmemek moda olacaktır.” Oldu bile! İşte bu kitap tam da o moda-nın rüzgârına kapılanlara cevap olsun diye yazılmış sanki. James Joyce hak-kındaki onca yorum, analiz ve eleştiri-den sonra zihnime kazınan ironik tes-pit yine Ellmann’ınki oldu: “O, yazar-ların oklukirpisidir.” Joyce’un labiren-timsi hayatının sokaklarında dolaşır-ken onu öyle hayal ettim. Kıskanç, çe-kilmez, huysuz, kimilerine göre düpe-düz sapkın, “sıradan bir kahraman”.

İltifatlardan pek hoşlanmadığı ama bunu delicesine arzu ettiği söy-

lenen Joyce, kendisini övmek isteyen Fransız akademis-

yene, “Benden bir kahra-man yaratmaya çalışma, orta sınıftan basit bir adamım.” demiş. Ellmann, hakkında bin sayfaya yakın not tuttuğu Joyce’un ha-yat hikâyesini bunu hiç unutmadan yazmış bana kalırsa. Her dö-neminde, onun kim-lerden etkilendiği, ya-zıyla, ailesiyle, kadın-larla ilişkisinin yanı sıra toplum algısını da hiç unutmadan, sabır-la (Joyce’un onu dün-

yada meşhur eden Ulysess’i örmesi-

ne benzer bir tavırla) an-

latmış.

Yazarların oklukirpisi James Joyceİngiliz dilinde yazılmış en iyi biyografilerden biri kabul edilen, Richard Ellmann’ın James Joyce hakkındaki hacimli kitabı nihayet dilimizde. Ellmann, Joyce’un haya-tından seçtiği ayrıntılarla, alıntılarla, mektuplarla, tanıkların hikâyeleriyle, kay-naklardan süzdükleriyle yeni bir James Joyce portresi sunuyor bize.JAMES JOYCE HAYATI VE ESERLERİ, RICHARD ELLMANN, ÇEV.: ZAFER AVŞAR, KABALCI YAYINLARI, 1022 SAYFA, 75 TL

H

Page 9: Kitap Zamanı

BİNLERCE BELGEBir biyografi yazarının olup biten her şeyi görebiliyormuş, nedenle-rini anlamış gibi aktarması (bir tür ‘tanrı-yazar’lığa öykünmek de de-nebilir) kuşkusuz bazılarını rahatsız edebilir. Ancak Ellmann bunu çok uzun bir anlatıda kullandığı binlerce belgeyle o kadar ikna edici ve den-geli yapıyor ki, bir okur olarak ken-dinizi ona rahatça teslim ediyorsu-nuz. Bu anlamda, sadece bir yazarın hayatını değil, döneminin edebiyat-çılarını, şairlerini, felsefecilerini, sa-natçılarını da oradaymış gibi, onca ayrıntının içinde kaybolmadan izle-yebiliyorsunuz. Ellmann, sık sık araya girip dü-şüncelerini anlatan bir yazar de-ğil belli ki. Ancak yeri geldiğin-de, hikâyenin anlatıcısı olarak ara-ya girip size Joyce’un iç dünyası-nı göstermekten çekinmiyor. İtalya yıllarını anlattığı bölümde, olayla-rın dışına çıkıp olan biteni uzak-tan izliyor: “Nora’yla 1904’te ta-nıştığında onun sadece karısı ol-ması yeterli bir şey değildi, kraliçe-si ve hatta tanrıçası olmalıydı. Aş-kını tümüyle kazanarak mükem-mel kılmak için Nora’nın önce onu en kötü haliyle kabul etmesi şart-tı.” Nora’nın kabul ettiğini ilerle-yen sayfalarda ürpertici ayrıntılar-la izliyoruz. Tıpkı onun neredeyse her adımını, soluğunu, gün ışığı-na çıkmamış hayallerini eserleriyle buluşturan Ellmann’ın da, Joyce’u olduğu haliyle kabul ettiği gibi.

ZAHMETLİ BİR OKUMABöylesine hacimli bir kitabı sıradan bir biyografi yazarı, meraklı bir gazeteci ya da bir romancı yazsaydı daha mı kolay okunurdu bilinmez ama kitabın so-nunda Ellmann’ın cömertçe teslim et-tiği cümleler, yazının başında belirtti-ğim ‘tek tarafl ı aşkın’ derinliğini ve ta-rafsızlığını olanca berraklığıyla gösteri-yor: “Joyce’un yaşadığı hayata dışarı-dan bakarsak iğreti ve dengesiz gele-bilir. Ama özünde o, bu hayatı eserleri gibi bilinçli yaşamıştır. Kitaplarını ya-rattığı aynı hünerle dünyayı o eserle-ri okumaya zorladı. Bloom’a ve diğer başkarakterlerine verdiği sevecen gü-lüş, ailesine gösterdiği şefkatle aynıy-dı. O, sözcükler dâhil her şeyi sakına-rak kullanan burjuva geleneğine sırtı-nı dönmüş, edebiyatın en ıssız yolun-dan gitme cesareti göstererek cafcafl ı bir üslup yaratmayı başarmıştır.” Malum, Joyce’un sembollerle yüklü, destanlarla, mitolojiyle beslenen, söz-cük oyunlarının çoğu zaman hikâyenin önüne geçtiği kitaplarını okumak çok kolay değildir. Onun eserlerinde ve yaşamında ihtişamdan uzak olan yüceliği gören Richard Ellmann’ın bu dev biyografi sini de okumak epey zahmetli. Ama “okuru-nu fethetmek yerine fethedilmeyi ar-zulayan Joyce’u” sevenler, onun Joyce için söylediklerini sonunda anlaya-caklardır: “…Her şeyi kuşatıcı, aman-sız ve muhteşem olmak Joyce’un yü-celik üslubudur. Zor bir üsluptur ama Finnegan’s Wake’te olduğu gibi so-nunda ödüllendirilecektir.”

6 AĞUSTOS 2012KÝ TAP ZA MA NI KAPAK

9

Page 10: Kitap Zamanı

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI KAPAK

10

KEMÂL YANAR

airliğe heveslenmiş her gencin kendisini ikinci bir ‘Arthur Rimbaud va-

kası’ olarak düşlediği bir an vardır. Karaladığı üç beş kırık dizeyle ken-dini var ettiğini, bir ‘deha’ya dönüş-türdüğünü sanması yetmezmiş gibi, genç sanatçı geleceğe de yön vere-cek, sanata yeni ve benzersiz bir so-luk getirecektir. Oysa gerçek, bü-tün bu düşlerden uzaktır çoğu za-man. Rimbaud, her yönden, tüm çılgın aşırılığıyla tarihte tektir. He-nüz yeniyetmeliğini tamamlamadan dile ve Fransız şiirine hâkimiyeti şa-şırtıcı, yeteneği ise benzersizdir. Onu kıyaslayabileceğimiz bir ör-nekten yoksun oluşumuz, ‘kâhin’in Tanrı vergisi şiirsel gücünü yorum-lamak açısından da bizi çaresiz bı-rakır. Söz konusu Arthur Rimbaud ise, çağdaşlarının onun karşısında yaşadığı şaşkınlık bizim için de ge-çerliliğini sürdürmektedir. Rimba-ud ile ilgili anlatılan yüzlerce efsa-neden birine göre Baudelaire, genç şair henüz 17 yaşındayken kendi-siyle tanışmış ve saçlarını okşaya-rak ona “Çocuk Shakespeare” diye hitap etmiştir. Paul Valéry ise şair hakkında belki de en özlü tanımla-mayı getirir: “Bilinen edebiyatın ta-mamı ‘ortak aklın’ diliyle yazılmış-tır; Rimbaud’nunkiler hariç.”

BENZERSİZ BİR ROMAN KAHRAMANI GİBİModern dönemde sanatçı yahut şair kavramının aşırılığının oluşmasında belki de en büyük pay sahiplerin-den biri olan Rimbaud, “istenmeyen bir yük gibi geride bıraktığı” şiirle-rinin birer saatli bomba etkisi gös-termesinden çok daha önce yaşa-mıyla kendi hâlesini oluşturmuş, ar-dından gelen edebiyat tarihçilerine yüklü bir malzeme armağan etmiş-tir. Şöhret için başlı başına yeter-li olabilecek “Sarhoş Gemi”, “Ses-liler” gibi şiirlerinin, “Cehennem-de Bir Mevsim”, “Illuminations” gibi düzyazı-şiir yapıtlarının yanı sıra; büyük Fransız şairi Paul Verla-ine ile ilişkisi, yirmili yaşlarında şi-iri terk edip Kuzey Afrika’da fırtı-nalı bir hayata çekilişi onu benzer-siz bir roman kahramanına dönüş-türmüştür: “On üç ülkeye yolculuk yapmış, fabrika işçisi, öğretmen, di-lenci, liman işçisi, ücretli asker, de-nizci, kâşif, tüccar, silah kaçakçısı, sarraf ve Habeşistan’ın güneyinde-

ki bazı yerlilerin gözünde de Müslü-man bir peygamber olarak yaşamış-tı.” Hepsinden öte de yeryüzünde-ki kehanet gücünün en büyük şiir-sel temsiliydi.

RIMBAUD’NUN AYNALAR GALERİSİŞiir çevirisi konusundaki tartışmala-rı bir yana bırakırsak, yapıtları dili-mize oldukça yetkin isimler tarafın-dan aktarılan Rimbaud’nun yaşamı-na dair en kapsamlı incelemelerden biri geçtiğimiz günlerde meraklıları-nın ilgisine sunuldu. İş Bankası Kül-tür Yayınları’nın biyografi serisin-den çıkan Graham Robb’un yakla-şık 550 sayfalık çalışması, şair hak-kındaki yarı mitsel öyküleri de es geçmeden, belgelere dayanan aka-demik bir özellik taşıyor. Biyografi yazarlığının güçlüğü bir yana, yaşamı bir şimşek çakı-

mına benzeyen Rimbaud hakkında yazmanın ağır bir bedeli olduğunu kabul etmek gerek. Yazar, giriş ya-zısında bu gerçeğe şöyle değiniyor: “Söylencelerin içyüzünü açığa çıkar-mak ve yanlış anlayışları düzeltmek hoş ama sonuç olarak boş ve hatta kendini kandırmaktan öteye gitme-yen bir çaba. Rimbaud’nun ‘aynalar galerisinde’ en az Rimbaud’nun ya-pıtlarındaki karakterler kadar Rim-baud vardır. Rimbaud araştırmacıla-rının, yılda ortalama on kitap ve yet-miş sekiz makaleyle gösterdiği gibi, onun şiiri canlı bir konserin edebi eşdeğeri değil, karmaşık, neredeyse patolojik derecede muğlâk bir yapıt-lar topluluğudur.” Soyağacını barbar atalara bağla-maktan hoşlanan Jean-Nicolas Art-hur Rimbaud (1854-1891) asker bir baba ile çiftçi bir aileden gelen bir

annenin oğluydu. Dönemine göre oldukça geç yaşta evlenen bu çif-tin (annesi Vitalie yirmi yedi, baba-sı Frédéric ise otuz sekiz yaşınday-dı) aralarında sevgi ve bağlılığa ben-zer duygulardan eser yoktu. Vitalie Rimbaud’nun hırslı ve tartışmaya kapalı sert mizacının aksine, baba entelektüel çalışmalara meraklı, he-vesli bir derleyiciydi. Subaylığı sü-resince bulunduğu Afrika’da yerel halkın şakalarıyla ilgili hazırladığı bir derlemenin yanı sıra, Kur’an’ın bir çevirisini de yapmıştı. Oysa Ma-dam Rimbaud’ya göre edebiyata dair her şey saçmalık ve ikiyüzlülük-tü. Bu sert mizaç, ardı ardına dün-yaya gelen dört çocuğun ertesinde Frédéric için katlanılmaz bir hal ala-cak ve Eylül 1860’ta alayına giden yüzbaşı bir daha geri dönmeyecekti. Rimbaud üzerinde, erken sayılacak bir dönemde ailesini terk eden ba-badan ziyade, ağırlıklı olarak anne-sinin baskın kişiliği yer etmiştir. Ya-şamının büyük bölümünü annesiyle bir mücadeleye, hatta bir tür savaşa dönüştüren Rimbaud, toplumsal bir rol olarak ‘oğulluğu’ reddetmiştir: “Vitalie Cuif’in, ikinci oğlu Arthur tarafından yapılmış bir karakalem resimden başka görüntüsü muhte-melen yoktur. Bu resimde, sert kara hatlı, kederden iki büklüm olmuş ya da migren ıstırabı çeken, düğmele-ri boğazına kadar ilikli, saçı bir fi le-nin içine sıkı sıkı toplanmış, gergin, iskelet gibi biri görülür. Kendi kuşa-ğından hiç kimse Vitalie’yi tarif et-memiştir, kadın hep loş ışıkta kal-mış gibidir.”

BİR DEHANIN DOĞUŞUArthur’un despot bir annenin gö-zetiminde geçen çocukluğu tipik bir ‘dehanın doğuşu’ öyküsüdür. Okul yaşamı ardı ardına gelen başarılar-la geçen şair, Latince ve Fransız-ca gramer, tarih, coğrafya, aritme-tik gibi derslerde de öğretmenleri-nin gözdesidir. Henüz 10 yaşınday-ken ilk karalamalarını içeren defter, “Cahier des Dix Ans” (On Yaş Def-teri) daha sonra araştırmacılar için Rimbaud’nun ilk metinlerini kap-sama özelliği taşır. 1870’te, 16 ya-şındayken şiirleri dergilerde ya-yımlanmaya başlamıştır bile. Ho-cası Izambard’a yazdığı mektup-ta, “Hissediyorum, içimde bir şey var, çıkmak istiyor.” diyen şair için doğduğu kasaba kendi gelişmesi-nin önündeki en büyük engel, sa-

‘Bir şölendi yaşamım’Arthur Rimbaud’nun sıra dışı yaşamına dair en kuşatıcı biyografiler-den olan Graham Robb’un kapsamlı çalışması raflarda yerini aldı. Kitap, şair hakkındaki yarı mitsel öyküleri de es geçmeden, tamamı belgelere dayanan ayrıntılarla, titizlikle hazırlanmış.RIMBAUD, GRAHAMA ROBB, ÇEV.: SÜHA SERTABİBOĞLU, İŞ BANKASI YAYINLARI, 543 SAYFA, 48 TL

Ş

Arthur Rimbaud (1854-1891)

Page 11: Kitap Zamanı

natın ve şiirin başkenti Paris ise yaşamını sürdürebileceği tek şe-hirdir. Üçüncü sınıf bir vagonda, koltuğun altına gizlenerek yapı-lan ve polis zoruyla eve gönderil-mesiyle sonuçlanan ilk kaçış, bir kaçışlar zincirinin de ilk halkası olacaktır. Graham Robb’un tas-viriyle, şairin o yaşlardaki halini göz önüne getirmek pek de zor değil: “Rimbaud, görünüş olarak da farklı yaşların bir karışımıydı. Hâlâ küçük melon şapkasını giyi-yordu ve güya Delahaye’i etkile-mek için şapkayı bir gün ayağının altında ezinceye kadar da giyme-ye devam etti. 1870’in sonunda boyu ancak bir metre altmış iki santimdi fakat 1871’in sonlarına doğru yaklaşık on iki santim uza-mıştı ve tuhaf bir şekilde, bir om-zunu diğerinden öne çıkararak yürüyordu. Ölümünden sonra -ve beklenmedik şekilde- akro-megali (özellikle ellerin ve ayak-ların aşırı büyümesi) tanısı kon-duysa da bu tanı metaforik ola-rak onun beyni için düşünülebi-lir. Yeni biriyle tanıştığında yüzü kızarır, en ufak bir dokunmada irkilir, günlerce konuşmadan du-rur ve bazen de gergin çocuklar gibi gülme krizine girerdi.”

“ŞAİR DOĞMAK GEREK”Daha kasabasından çıkışı önce-sinde, dönemin önde gelen isim-lerinden Georges Izambard’a yaz-dığı mektuplar şairin kehanet gü-cünün işaret fi şeği olarak tüm modern edebiyatı etkileyecek; bu

belgelerde geçen “Je est un Aut-re” (Ben bir başkasıdır) denkle-mi, halen süren çözümleme giri-şimlerini kışkırtacaktır: “Şimdiler-de, olabildiğince sefi hleşiyorum. Neden mi? Şair olmak istiyorum ve görünmezi gören kâhin olma-ya çalışıyorum: Siz hiç anlamaya-caksınız bunu ve ben de size an-latmayı aşağı yukarı beceremem. Bütün duyuların karıştırılmasıyla, düzenlerinin bozulmasıyla bilin-meze ulaşmak söz konusu… Acı-lar çok büyük, ama güçlü olmak, şair doğmak gerek ve kendimi şair olarak görüyorum. Bu hiç de be-nim suçum değil.” Düşlerinde bü-yüttüğü Paris, Arthur için kısa bir sürede başka bir cehenneme dö-nüşecektir: “Günlük yaşam çok yavaş ve ilhamdan yoksundu. İn-sanlar aşırı durumlarda daha il-ginçti”. Artık Paul Verlaine gibi bir yoldaş da bulduğu bu macera engellenemez bir hız kazanacak, şairin gerçekleşmesi kaçınılmaz kaderi onu sıra dışı bir çocuktan büyük bir şaire dönüştürecektir:“Eskiden iyi anımsıyorsam eğer, bir şölendi yaşamım, bütün yüreklerin açıldığı, bütün şarapların aktığı.Güzellik’i dizlerime oturttum bir ak-şam. – Ve acı buldum onu.- Ve söv-düm ona.Önlem aldım toplumsal düzene karşı.(…) Çamurun içinde yattım. Su-çun havasında kuruttum kendimi. Ve delilik üzerine güzel numaralar yaptım.Ve bahar gerzeklerin iğrenç gülüşü-nü getirdi bana.”

6 AĞUSTOS 2012KÝ TAP ZA MA NI KAPAK

11

Page 12: Kitap Zamanı

MEHMET ÖZTUNÇ

uhu ‘ifratla’ mayalan-mışlardan Jean Paul Sartre’a, yazı uğruna sağ-

lığı ile oynadığına dair istifham yüklü bir imada bulunulunca, “Sağlık ne için veril-miştir ki insana? Sağlığı yerinde olmak-tansa -bunu hiç böbürlenmeden söylü-yorum- Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yaz-mak daha yeğlenesidir, uzun, sımsıkı, kendisi için önemli bir şey yazmak çok daha yeğlenesidir.” diye karşılık verir. Sartre’ın uğruna sağlığını verdiği yazma tutkusuna, adı James Joyce, Franz Kafka, Marcel Proust ve Herman Broch’la bir-likte 20. yüzyıl romanının kurucuları ara-sında anılan, ruhunun bir parçasını hep kuytularda saklamasını bilmiş Avustur-yalı yazar Robert Musil bütün bir hayatı-nı vermiştir. Musil, yazmanın taş döşekli inzivasına çekilirken Nazi hışmından ka-çıp sığındığı İsviçre’de 61 yaşında ‘açlık-tan’ ölmüştür. Başka bir iş yapma teklif-lerini ise sırf Niteliksiz Adam üzerine ça-lıştığı için reddetmiştir. Ölüme, başyapıtı Niteliksiz Adam’ı, tam da niteliklerine uy-gun bir biçimde, eksik bırakarak gitmiştir.

‘DÜŞÜNCELERE AİT BİYOGRAFİ’Sigmund Freud, bıçak soylu bakışlarıy-la, Musil’in büyük bir hayranlık duyduğu, çeperleri en sağlam yazarlardan biri olan Goethe’yi bile kanlar içinde bırakmış-tır. Çünkü ona göre yazmanın dip akıntı-sı çocukluktan kalan ve bir türlü aşılama-yan zaafl ardı; yani yazar sara nöbetleri ge-çiren bir hasta, yazı ise sayıklama nöbet-leriydi. Freud, psikanalizin marazi gözle-riyle, aslında her metnin özü itibarı ile bir biçimde özyaşamsal itirafl ar barındırdığı-nı savlıyordu. Ona göre edebi bir yapıt, günah çıkarma odasıydı. Robert Musil ise Flaubert’in “Madam Bovary benim” sö-zünü merkeze alarak, bu kadar yakın bir yerden değil de daha dışarıdan, kendisi-ni ‘Niteliksiz Adam Ulrich’ ile özdeşleş-tirir ve ona düşüncelerini, yaratılışındaki bazı özellikleri giydirir. Ulrich-Musil öz-deşleşmesi üzerine söz alan Ernst Fischer, Musil’in Niteliksiz Adam hakkında konu-şurken, “Asıl önemlisi: Düşüncelerime ait bir biyografi ” dediğini aktarır ve “Musil, Ulrich tipiyle kendi düşüncelerine ait böy-le bir biyografi yi vermeye çalışmıştır.” der. Niteliksiz Adam’dan (Ulrich) yola çı-kan Alman edebiyatı profesörü Herbert Kraft, Musil-Nitelikli Bir Adam adlı biyog-rafi çalışmasında Robert Musil’in eserle-ri, düşünceleri ve elbette hayatı etrafında söz alıyor. Gölgemizin büyüklüğünü be-denimiz değil, onun üzerine düşen ışık belirler. Bu yüzden biyografi yazarının

en ölümcül malzemesinin beden üzeri-ne düşecek ışık olduğuna inanıyorum. Niteliksiz Adam’ı yazmış, handiyse o kita-bın bir parçası haline gelmiş Robert Mu-sil için “Nitelikli Adam” tanımlamasını yeğleyen Kraft, ışığını hangi yönde kul-landığını da açıkça belirtmiş. Bu tespiti, Musil’in ne kadar Ulrich olduğunu gös-terse de, “Nitelikli Adam” tanımlaması-nı gölgelemez: “Hiç kimsenin Ulrich ro-lünden başka bir rolü oynarken gözlem-lemediği Robert Musil, karaktersiz insan-ların çağında, kendi buluşu olarak düşün-düğü ve yazdığı ilkesel imgeye, niteliksiz adam imgesine sıkı sıkı sarılmıştı.” Kraft, Sigmund Freud’un savına arka çıkarcası-na, “Elbette bütün yazarlar yaşamların-dan yola çıkarak yazar, fakat bunu Robert Musil kadar kapsamlı yapanı enderdir. Betimlediklerini ya yaşamış ya duymuş ya da okumuştu.” demeyi de ihmal etmez.

BİYOGRAFİ: İNŞA MI KEŞİF Mİ?Biyografi yazmak bir inşa mıdır yoksa bir keşif yolculuğu mu? Belki de her ikisi. Bir romancının en temel arayışının “iç insa-

nı keşfetmek” olduğunu söyleyen Musil, aslında bize anahtar hükmünde bir yargı da veriyor. Kitabın ilk bölümünde, “Her türlü yaşamak üzerine daha önce yaşa-ma göre bir resim çizerek” başlığını kul-lanan Kraft, her ne kadar bir yaşama yas-lanmış olsa da fotoğraf değil de bir resim çalışması yürüteceğini söyler. Yani hem keşfi n hem de inşanın uçlarına değen bir çalışma. Musil’in kendisi de elinden gel-diğince fotoğraf çektirmekten uzak du-rur. Kraft, bunu yüzünün Musil’in “hır-çın özgüvenini” taşıyacak güçten yoksun olmasına bağlıyor. Öyle ki Musil, maka-lesini basacak olan yayınevine yeni bir fotoğraf çektirip göndermektense maka-lesini geri çekmeyi yeğler. Kraft’ın yapıtının en büyük zafi yeti, ilki 1977’de Sheffi eld Üniversitesi’nde, sonun-cusu 2012’de Münster Üniversitesi’nde farklı bağlamlarda yaptığı yedi konuşma metninin bir araya getirilmiş olması. Alı-şılagelmiş bir biyografi umanlar, Musil-Nitelikli Bir Adam’ı okurken hayal kırıklı-ğı yaşayabilir. Çünkü Kraft hayattan çok yazıya odaklanmış ve Musil’in yapıtla-

rına çok yakın bir mesafeden anlatımı-nı sürdürmüş, bu da kitabın bağımsız-laşmasını engellemiş. Kraft, Hugo von Hoffmansthal’dan yaptığı alıntıda, “…ilişkiler dokusu, gitgide bir hiyerog-lif, bir yüz biçimi alır.” ifadesinin altı-nı çiziyor. Çünkü Kraft’ın yapmaya ça-lıştığı şey, o az görünen yüzü değil de daha çok görünen ‘hiyeroglif yüzü’ an-latmaktır. Kraft, her ne kadar “Öğrenci Törless’in Bunalımları”, “Yaşarken Açı-lan Miras”, “Birleşmeler”, “Hayalperest-ler”, “Başlangıçlar” ve “Notlar” gibi baş-ka başlıklar açsa da aslında yapıt boyun-ca Musil’in, ne yazarsa yazsın, özünde Niteliksiz Adam’a varan bir provalar zin-cirini sürdürdüğünü söylüyor. Yazının büyülü ikliminden dünyayı seyredenler için yapıtın en değerli bölü-mü “Üç Müneccim Kral”. Çünkü bu bö-lümde Musil’in, Thomas Mann’dan Her-man Hesse’ye, Elias Canetti’den Stefan Zweig’a, Flaubert’den Dostoyevski’ye kadar bir dizi yazar hakkındaki görüş-leri ve onlarla ilişkileri var. Takdir eder, hak verirken bir hayli ketum olan Mu-sil, kendisi dışında bir tek Kafka’yı ger-çek bir yazar olarak kabul ediyor. Tho-mas Mann, onun için, “Ölümsüzlüğün-den sizinki kadar emin olduğum bir başka Alman yazarı yok!” demişken o, Mann’ı yerden yere vuruyor.

SÜRGÜNDE ÖLDÜMusil iki dünya savaşı görmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nda katıldığı orduda, için-deki militarist coşkuyu tatmin edeme-den eve dönmenin hayal kırıklığını yaşa-yan, savaşı Alman ruhunun mihengi ola-rak gören adam, İkinci Dünya Savaşı’nda antifaşist bir tutum takınır. Zaten kitap-ları bir süre sonra ‘muzır neşriyat’ kap-samına alınır, o da Niteliksiz Adam’ı yaz-mayı Viyana’da değil, sürgüne gittiği Cenevre’de sürdürür ve bu şehirde ölür. Kraft bu bölümü, klasik biyografi nin di-liyle aktarıyor: “1942’de eşi Marta Musil, eve geldiğinde kocasını yerde ölü yatar-ken buldu. Musil’in ölü bedeni Cenevre Saint-Georges mezarlığının kremator-yumunda yakıldı.” Herbert Kraft, geleceği dünyanın, haya-tın arka planı olarak gören Musil’i bir kara-tahtaya işler gibi yazmış. Nietzsche’nin, “Uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar.” sözünü bağlamından kopa-rarak söylersek, Musil gibi tekinsiz bir uçuruma uzun süre bakmak, tutuk bir heyecan kadar umutsuz bir körlüğü de kuşanır. Kraft’ın üslubu belki tam da bu yüzden Musil soylu bir anlatım giyinmiş-tir: Kırıklı, çatlakları çok, bütünlükten yoksun, heyecanı zayıf…

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI KAPAK

12

Hiçliğin bekçisi: Robert Musil

R

Alman edebiyatı profesörü Herbert Kraft, Musil-Nitelikli Bir Adam adlı biyografisinde modern romanın kurucu figürlerinden Robert Musil’in eserlerini, düşüncelerini ve elbette hayatını anlatıyor. Kitap, yedi fark-lı konuşma metninin bir araya getirilmesiyle oluşmuş.MUSIL-NİTELİKLİ BİR ADAM, HERBERT KRAFT, ÇEV.: ALİ NALBANT, YKY, 300 SAYFA, 20 TL

Robert Musil (1880-1942)

Page 13: Kitap Zamanı
Page 14: Kitap Zamanı

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI DÜŞÜNCE

14

SAKİNE KORKMAZ

rof. Dr. Bedri Gencer’in, ilk baskısı 2008’de yapı-lan İslâm’da Modernleşme

adlı eseri gözden geçirilerek Doğu-Batı Yayınları’nca tekrar okura sunuldu. Prof. Dr. Şerif Mardin hocanın kitaba yazdı-ğı önsözde “çığır açıcı bir inceleme” ola-rak nitelediği eser, her ne kadar, özellik-le “Anadolu’daki genç akademisyenle-rin ilgileri” ve yazarının “eserle ilgili çeşit-li formatlarda katıldığı elliye yakın prog-ram” olsa da kanaatimizce daha fazla il-giyi hak ediyor. Bunu Gencer’in ele aldı-ğı konularda derin ve entelektüel bir tar-tışma ortamı yaratması bağlamında söy-lüyorum. Zira eser önemli tezlerinin ya-nında önemli sorular sorduran, entelek-tüel tartışmalara kapı aralayan bir ince-leme. Kitabın gördüğü ilgiye de değindi-ği “İkinci Yayına Önsöz”ünde gelenek-sel kültür hayatımızın “kurum ve kanal-larının tamamen kaybolduğu ülkemizde artık kültür hayatının değil cılızlığından, varlığından bile söz etmek zordur” diyen Gencer’le; “İslam’ı Bilmek” adlı yazısında “Türk entelijansiyası, bırakınız bir inanç objesi olarak alımlanmasını, bir bilgi obje-si olarak da İslam’ı kavramış, onu anlamış değildir. ‘Bilmek’le inanmak arasında-ki zihinsel sınırlar, kasıtlı bir tavırla silin-meye çalışılmış, bundan dolayı da bir bil-gi objesi olarak İslam’ı temellük etmenin, tuhaf ama anlaşılabilir bir fanatizmle ‘ge-ricilik’, ‘yobazlık’ anlamına geldiği sanıl-mıştır.” diyen Hilmi Yavuz’un haklı tes-pitleri birleşince İslâm’da Modernleşme’nin neden yeterli ilgiyi görmediği anlaşılıyor.

MODERNİZMİN İSLAM DÜŞÜNCESİNE ETKİLERİ1839’la 1939 arasındaki yüz yılı kapsayan İslâm’da Modernleşme, yaklaşık yüz say-fası geniş bir kaynakça ve bibliyografyayı kapsayan dokuz yüz sayfalık bir eser. De-ğerlendirilmesi ve eleştirilmesi bu yazının imkânlarını aşan kitabın her bölümü ayrı bir incelemeye konu olabilecek nitelikte. Gencer’in temel meselesi modernizmin İslam düşüncesi ve toplumları üzerindeki etkileri. Yazar bu etkiyi öyle derinlemesi-ne inceliyor ki, örneğin “İslam düşüncesi” kavramını kullanmanın dahi “seküleriz-min kapanına düşmek” olduğu görüşün-de. Yani modernizmin İslam toplumları-nın üzerindeki etkisini salt bir yaşam biçi-mi olarak değil, dilden düşünceye evrilen bir etki şekilde değerlendiriyor. Çalışmasının geniş hacmi Gencer’in metodoloji olarak geleneksel “ilm-i küll” (disiplinlere parçalanmayan, dünya-yı bir bütün olarak kavramaya imkân ve-ren bütüncül yaklaşım) ile sosyolojinin babası sayılan Marx Weber’in kullandı-

ğı mukayeseli-tarihî perspektifi benimse-mesinden kaynaklanıyor. Gencer’e göre İslam dünyasının modernleşme süreci Doğu ile Batı’nın akültürasyon’unun so-nucudur. Dolayısıyla Batı’nın modernizm serüveni bilinmeden Doğu modernizmi-nin kavranmasına imkân yoktur. Buna en önemli örnek, din savaşlarına son veren Westphalia Antlaşması anlaşılmadan, Er-nest Renan’ın İslam’a yönelttiği “İslam te-rakkiye manidir” ithamının anlaşılamaya-cağı iddiası. Çünkü 19. asrın ilk yarısında Avrupa’da Protestanların Katoliklere yö-nelttiği, “Katoliklik mâni-i terakkidir” tezi din savaşlarının sona ermesiyle bu kez gizli Protestan olan Cizvit Ernest Renan aracılığıyla “İslam mâni-i terakkidir” şek-linde İslam dünyasına yöneltilecektir. Gencer’in temel tezi, “Batılı kozmopo-litanizmin dönüşümü modern Batı/Doğu karşılaşmasını nasıl etkilemiştir?” soru-sundan ortaya çıkıyor. Sekülerleşmeyle birlikte din medeniyete, hak ve batıl din-ler Batı ve Doğu medeniyetlerine dönüş-türülmüştür. Artık Hıristiyanlaştırmanın mümkün olmadığını anlayan Batı bu kez medenileştirme projesine girişmiştir. Avrupa-merkeziyetçiliğin yani Batı’nın kimlik inşası için kendini merkeze koyup Doğu’yu öteki olarak seçmesinin mila-dı konusunda farklı görüşlerin öne sürül-düğü biliniyor. Gencer milat olarak (tıpkı Edward Said gibi) Napoleon’un Mısır se-ferini alıyor. Napoleon, kişiliğindeki Me-sihçilik ve “evrensel dünya düzeni kur-ma” idealiyle birlikte Doğu’yu medeni-leştirme hareketinde sıcak savaş için ge-

nelde İslam dünyasını, özelde Osmanlı Devleti’ni seçmişti. Böylelikle medenileş-tirme projesi Mısır’ı fi ziksel, Osmanlı’yı kültürel olarak etkilemiş ve İslam’ın bu iki öncü topluluğunda modernizme kar-şı iki tepki gelişmiştir. Türk ve Arap dün-yasının öncüleri olarak Namık Kemal ve Muhammed Abduh’un kolektif İslam yorumlarından yola çıkarak moderniz-min iki dünyadaki etkilerini inceliyor ya-zar. İki İslam topluluğunu ‘meşruiyet ve akliyet’ üzerinden okuduğu bölüm oku-ra ciddi sorular sorduruyor. Sunuş ya-zısında Şerif Mardin’in de bugüne ka-dar ilk kez Bedri Gencer’in tespit ettiğini söylediği, “Batı’nın kendi meşrebine uy-gun olarak benimsediği ‘medeniyet ola-rak Arap İslamı’na karşı ‘din olarak Türk İslamı’nı nasıl ötekileştirdiği” meselesi-nin argümanlarını ortaya koyarken, Arap İslamı’nın ‘medeniyet’le, Türk İslamı’nın ise ‘din’ (fıkıh) ile özdeşleştirildiği tespiti-nin tartışılması gerektiğini düşünüyorum. “Din ile imparatorluk arasındaki ilişki-yi Osmanlılar, geleneksel olarak ‘din ve devlet’in ikizliği formülüyle ifade etmiş-lerdir.” diyor Gencer. Böyle bir ikizlik söz konusuysa Osmanlı fethedip “imparator-luğuna” kattığı toprakların halklarını ne-den İslam’ı kabul etmeye zorlamamıştır? Gencer’in argümanının canlı bir kültürel ortam için tartışılmasını umuyorum.

SEKÜLERİZMİN KAPANINA DÜŞMEKGencer’in çalışmasının bir başka önem-li özelliği ise kavramların izini sürmekteki titizliği. Bu konuda Reinhart Koselleck’in

geliştirdiği begriffsgeschichte (kavram ta-rihi) metodunu geliştirerek takip edi-yor. Kavramların izini sürdüğünde orta-ya sekülerizmin ağzıyla konuşan bir İs-lam dünyası çıkıyor. Gencer’e göre “İslam medeniyetinin değerleri” ifadesini kullan-mak, “sekülerizmin farkında olmadan ka-panına düşmek” demek. Çünkü gelenek-te ne ‘medeniyet’ ne de ‘değer’ vardır. Bu iki kavram da Batı’nın icadıdır. ‘Değer’in kapitalizmin gelişmesiyle, değişim ve fi -yat kavramıyla ortaya çıkışından hareket-le, geleneksel dünyada karşılığı bulunma-yan bir kavram olduğunu söylüyor ya-zar. Fıkıh, kelam, sünnet gibi geleneksel kavramlar İslam hukuku, İslam düşünce-si, İslam felsefesi gibi seküler kavramla-ra dönüşmüştür. Gencer’in bu mukaye-sede verdiği bir örnek de modernizmdir. Ona göre modernizmin geleneksel kül-türde karşılığı bid’attır. Peki, moderniz-mi bid’at kabul etmek bizi neredeyse fun-damentalist bir yoruma sürüklemez mi? (Burada bir parantez açarak gelenekte-ki muhafazakârlığın da moderniteyle bir-likte fundamentalizme dönüştüğü tespi-tinin yine Gencer’e ait olduğunu belirte-lim.) Kavramların etimolojisinin izini sü-rerken dilin doğal değişimi teorilerini red-detmiş de olmuyor mu yazar? Sekülerizmin İslam toplumları üze-rinde meydana getirdiği değişim sadece dil düzleminde incelenmiyor eserde. Fı-kıh ve edebiyat gibi geleneksel disiplin-lerin sosyolojiye, ‘ulema’nın ‘aydın’a dö-nüşümü de yine tarihsel arka plan oku-malarıyla ortaya konuyor.

İslam’ın moderniteyle imtihanıProf. Dr. Bedri Gencer’in, ilk baskısı 2008’de yapılan İslâm’da Modernleşme adlı eseri gözden geçirilmiş yeni basımıyla okura sunuldu. 1839-1939 arasındaki yüz yılı kapsayan kitap, moderniz-min İslam düşüncesi ve toplumları üzerindeki etkilerini inceliyor.İSLÂM’DA MODERNLEŞME, BEDRİ GENCER, DOĞU BATI YAYINLARI, 895 SAYFA, 55 TL

Prof. Dr. Bedri Gencer

P

Page 15: Kitap Zamanı
Page 16: Kitap Zamanı

16

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI RİSALE-İ NUR

AHMET DOĞRU

bdullah ibni Abbas (radiyallahu anh) h a z r e t l e r i n d e n nakledilen bir ha-

tıra vardır. Saadet asrının mesut bir gü-nünde, günün en sıcak saatinde Server-i Kâinat Efendimiz (sallallahu aleyhi vesel-lem) ile iki sadık yâri, Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer (r. anhüma) mescitte kar-şılaşırlar. Böylesine sıcak bir vakitte ev-den dışarı adım atmak âdet olmadığın-dan birbirlerine bu durumun sebebini sorarlar. Üçünün de sıcağa rağmen dışa-rı çıkma sebebi aynıdır: Bastırmakta zor-lanılan açlık hissi. Kâinat Sultanı (s.a.s.) ve iki müstakbel halifesi hep birlikte Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin Mescid-i Nebevî’nin yanındaki evine yönelir. Abdullah ibni Abbas hadiseyi uzun uzun anlatmakta-dır; kısaca söylersek, Eyyûb Sultan haz-retlerinin evinde, yeryüzünün en şeref-li misafi rlerine kızartılmış ve haşlanmış et ile ekmek ikram edilir. Sofraya koruk, taze ve kuru meyvelerinin bir arada ol-duğu, yani her çeşidini üzerinde barın-dıran bir hurma dalı da konulur. Allah Resûlü’nün emriyle bir parça et ve ek-mek, günlerdir böyle yemek görmemiş olan Fatıma-ı Zehrâ (r. anha) validemi-ze gönderilir. Yemek yenildikten sonra Fahr-i Cihan Efendimiz (s.a.s.) gözlerin-den inci tanesi gibi yaşlar akıtarak, “Ek-mek, et, kuru, koruk ve taze hurma” der ve “Sonra o gün nimetlerden hesaba çe-kileceksiniz.” ayetini okurlar, ardından da eklerler: “Bu nimetler de kıyamet gü-nünde sorulacaklardandır.”

BOLLUK ARTTIKÇA ŞÜKÜR AZALIYOR MU?Sultan-ı Kevneyn Efendimiz’in (s.a.s.) na-dir zamanlarda sofrasında bulunan böyle birkaç çeşit yiyecek, bugün çoğumuz için adiyattan. “Ne güzel katıktır” buyurduğu sirke, bizim için ekmekle tek başına yeni-len bir yemek çeşidi değil, sadece yemeğe lezzet vermesi için kullandığımız bir kat-kı maddesi. Yılın hangi mevsiminde bir markete adım atacak olsak her mevsim-den, her memleketten binlerce çeşit yiye-cek, içecek önümüzde hazır. Belki de tarih boyunca hiç görülmemiş bir bolluğu ya-şıyoruz. Peki ya huzur? Kaç kişinin gön-lü mutmain? Elbette her zaman, her yer-de Hakk’ın hususi ikramına mazhar has kulları vardır, fakat dışarıdan nazar edil-diğinde çoğu insanın şükürsüzlüğün be-reketsizliğini yaşadığını görmemek müm-kün değil. Bolluk arttıkça nimetin kıyme-tini idrak, dolayısıyla şükür azalıyor. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) gözlerinden yaşlar akmasına sebep olan hakikat üze-

rinde çok tefekkür etmemiz, hayatımızı her an yeniden gözden geçirmemiz ge-rekli. Abdullah Aymaz, Risale-i Nur üze-rine kaleme aldığı şerh serisinin son ki-tabında günümüzün bu büyük hasta-lığına çare yollarını gösteriyor. Rama-zan, İktisat ve Şükür Risaleleri Üzerine’de Aymaz hoca, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin üç risalesi ile Risale-i Nur’un farklı yerlerinden konuyla il-gili kısımları bir araya getirip açıklıyor; Üstad’ın hayatından ve talebelerinin ha-tıralarından alıntılarla etrafını cami bir risale dersi yapıyor. Kitap, Cihan Yenilmez’in Bediüzza-man Hazretleri’nin Ramazan ayını na-sıl geçirdiğini anlattığı bir yazıyla başlı-yor ve “Ramazan Risalesi” ile devam edi-yor. “Ramazan Risalesi”, bu mübarek ayı Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine, nimet-lerinin şükrüne, toplum hayatına, nef-sin terbiyesine ve serkeşçe muamelele-rinden vazgeçmesine, Kur’an-ı Hakîm’in indirilmesine, insanoğlunun ahiret ka-zancına, şahsi hayatına, nefsin aczini gö-rerek kulluğunu bilmesine bakan yönle-riyle dokuz nükte halinde izah ediyor.

İKTİSAT VE BEREKETİN CİSİMLEŞMİŞ MİSALİİktisadı Kur’an-ı Kerim’in emrettiği bir hayat düsturu olarak kabul eden, âdeti dışında fazladan yumurtlayan tavuğu “Benim iktisat kaidemi bozuyor.” diye-

rek kovan, 25 sene hizmetini gören yüz paralık çay kaşığı kırıldığında atmayıp tamir ettiren Üstad Bediüzzaman’ın ha-yatı, iktisat ve bunun takipçisi olan be-reketin adeta tecessüm etmiş bir misali. Talebelerinden Süleyman Rüşdü, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî risalesinde onun bu ha-lini şöyle anlatıyor: “Üstadımızın hasta olmadığı halde bütün ramazanda yediği gıdayı hesap ettik; bir tek francala ekme-ği, yarım okka kese yoğurdu, yüz elli dir-hem pirinç idi. Biz tahmin ettik ki, yirmi dört saatte üç hurma tanesi kadar gıda ile külfetsiz idare etti. Fazlaya ihtiyacı ol-madığı için yiyemiyordu. Bu hal, rama-zandan sonra ona yazdırılacak olan İkti-sat Risalesi’nin bereketine ve mübareki-yetine ve kerametine bir işaret idi.” Üstad’ın kendisi de üzerindeki sa-koyu yedi sene evvel eski olarak aldı-ğını ve beş sene boyunca elbise, çama-şır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettiğini belirterek, “Bereket, ik-tisat ve rahmet-i ilahiye bana kâfi gel-di. İşte şu numuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i ilahiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sa-kın bunları fahr için zikrediyorum zan-netmeyiniz. Belki mecbur oldum.” diyor. Aynı şekilde, az miktarda bir balı şaban ve ramazan ayı boyunca iktisatla kullan-dığını görenlerin o vaziyetini belki hasis-lik sandıklarını belirtiyor ve “Fakat haki-

kat noktasında, o zahirî hısset [cimrilik] altında ulvî bir izzet ve büyük bir bere-ket ve yüksek bir sevap gizlendiğini gör-dük.” ifadesini kullanıyor. “Şükür Risa-lesi”nde ise insan lezzetli bir yemeği yi-yip şükrettiğinde, o nimetin şükür vası-tasıyla bir nur, uhrevî bir cennet meyve-si olacağını söylüyor.

İKTİSATLI OLMAYAN, ZİLLETE DÜŞERBediüzzaman günümüzde dünya hayatı-nı ebedî hayata, cam parçalarını bâki el-maslara değişenlere ise hayret ediyor. İk-tisatlı olmayanların zillete, mânen dilen-ciliğe ve sefalete düşmeye namzet olduk-larını söylüyor: “Bu zamanda israfâta me-dar olacak para çok pahalıdır. Mukabilin-de bazen haysiyet, namus, rüşvet alını-yor. Bazen mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus [uğursuz] bir para veriliyor. Demek manevî yüz lira zarar ile maddî yüz paralık bir mal alınır.” Hayatında iktisadın ve şükrün bere-ketini gören, kimseye yüzsuyu dökme-den, dinini dünyaya âlet etmeden, dünyalık için insanlık şerefi ne zarar vermeden, hatta hediye bile kabul et-meden Allah’tan başkasından müstağ-ni bir ömür süren Üstad bunları söylü-yor. Bir an için kendi dünyamıza nazar edelim; bu cümleler çoğu zaman etrafı-mızda yaşananların, geçmişte yaşan-mışların özeti değil mi?

Abdullah Aymaz, Risale-i Nur üzerine kaleme aldığı serinin son kitabında Ramazan, İktisat ve Şükür risalelerini şerh ediyor, günümüzün büyük hastalığı israfa ve şükürsüz-lüğe karşı çare yollarını gösteriyor. Aymaz Hoca, Risale-i Nur’un farklı yerlerinden ilgili kısımları bir araya getirip açıklamış, alıntılarla ve hatıralarla zenginleştirmiş.RAMAZAN İKTİSAT ŞÜKÜR RİSALELERİ ÜZERİNE, ABDULLAH AYMAZ, ŞAHDAMAR YAYINLARI, 150 SAYFA, 7 TL

İktisat, bereket sebebidir

FOTO

ĞRAF

: HAL

İT Ö

MER

CAM

CIA

Page 17: Kitap Zamanı

Mucizeleri saymakla bitmezUfuk Yayınları tarafından yayımlanan sadeleştirilmiş Risale-i Nurlar arasın-dan son olarak “Mucizât-ı Ahmediye” risalesi, 19. Mektup - Peygamber Efendimizin Mucizeleri adıyla okurla buluştu. Kitapta, Bediüzzaman Said Nursi, Peygamber Efendimizin üç yüzden fazla mucizesini anlatıyor. 19. MEKTUP-PEYGAMBER EFENDİMİZİN MUCİZELERİ, BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ, UFUK YAYINLARI, 331 SAYFA, 7 TL

HASAN KALECİK

fuk Yayınları tarafın-dan yayımlanan sade-leştirilmiş Risale-i Nur-

lar arasından son olarak “Mucizât-ı Ahmediye” risalesi, 19. Mektup - Peygamber Efendimizin Mucizeleri adıyla okurla buluştu. Nesiller ara-sında büyük bir dil kopukluğu oldu-ğu, dünyanın global bir köy haline gelmesiyle ana dili Türkçe olan, fa-kat farklı coğrafyalarda yaşayan veya Türkçeyi yeni öğrenen gençler için de eski metinleri okumanın nere-deyse imkânsızlaştığı bir gerçek. Hal böyle olunca bir hazine değerinde-ki Nur Risalelerini, bu eserlere gö-nül vermiş, aslından okuyan, anla-tan, hayatına rehber edinen kesim-lerin haricine de ulaştırmak için -as-lının yerine koymamak şartıyla- gü-nümüz insanına hitap eden şekilde sunmak bir zorunluluk. Gönül arzu etse de herkese “Bu eserleri oku-mak için dilini öğrenmek zorunda-sın!” diyemiyorsunuz. Öte yandan bildiklerimizi paylaşmak, güzellik-lerin, hakikatlerin tebliğini ulaşabi-leceğimiz son noktaya ulaştırmak da en önemli görevlerimizden. Yayınevinin yetkilileri de bu yol-da dile getirilen eleştiriler karşısın-da yaptıkları açıklamalarda sadeleş-tirme çalışmalarının kesinlikle Risa-leleri değiştirmek anlamına gelme-yeceğini, yayımladıkları kitapların orijinal eserlere alternatif olmadığını ısrarla vurguluyorlar. Sadeleştirme kapsamında yapılanları, “eskiden beri Risale derslerinde fi ilen yapıla-gelen izah geleneğini kitabın sayfa-larına taşımaktan ibaret bir gayret” olarak görüyor ve “Bizim Nurların maksadına hizmetin ötesinde bir ni-yetimiz yok, olamaz. ‘Hatamız, ek-siğimiz yok; en güzelini yaptık!’ de-miyoruz. Ancak diğer dillere çevri-lirken yaşanan anlam kayması ve mânâ kayıplarının burada en asgari şartlarda kaldığını, bunun için azamî titizlik gösterdiğimizi düşünüyoruz. Şunu betahsis ifade etmek isteriz ki yaptığımız işin, Risale-i Nurların al-ternatifi olduğunu asla düşünmedik, düşünemeyiz. Her birimiz onu yine aslî halinden okuyoruz ve okumaya da devam edeceğiz.” diyorlar. Sadeleştirilmiş Mucizât-ı Ahmediye’nin kapağına “Mucizât-ı Ahmediye” yerine “Peygamber Efendimizin Mucizeleri” başlığını koymaları ve çalışmayı gerçekleş-tirenlerin imzalarına yer vermeleri

de hazırlanan kitapların orijinal Ri-salelerle karışmaması için gösteri-len gayretin bir ifadesi. Zira ne ka-dar mükemmel olursa olsun hiçbir tercüme ya da sadeleştirmenin bir eserin aslının yerini tutmayacağını onlar da biliyor. Buna rağmen sa-deleştirirken Risalelerin aslına ve ruhuna sadık kalmak için azami gayreti göstermişler.

ÜÇ YÜZDEN FAZLA MUCİZE“Peygamber Efendimizin Mucize-leri”, Resûlullah Efendimiz’in (sal-lahu aleyhi vesellem) farklı alanlarda gerçekleşmiş üç yüzden fazla muci-zesini bir araya getiriyor ve izah edi-yor. Üstad Bediüzzaman, Mucizât-ı Ahmediye risalesi için, “Nakil ve ri-vayetleri aktarmakla beraber, yüz sayfayı geçtiği halde, kitaplara mü-racaat edilmeden, ezberden, dağ başlarında, bağ köşelerinde, üç dört günde, her gün iki-üç saat çalış-mak suretiyle tamamının on iki sa-atte yazılması harika bir hadisedir.” diyor. Kitapta anlatılan mucizelerin tamamı sahih kaynaklardan, ilmî kesinliğe sahip rivayetlerden nakle-diliyor. Bediüzzaman, kitabın başı-na koyduğu ihtarda bu risalede çok hadis-i şerif naklettiğini, fakat ya-zarken yanında hadis kitapları bu-lunmadığı için lafızlarda bir yanlış-lık varsa “hadis-i bi’l-mânâ” ola-rak kabul edilmesi gerektiğini ha-tırlatıyor. Sadeleştirilmiş nüshada Bediüzzaman’ın yanında kitap ol-madan yazdığını söylediği hadisle-rin kaynakları dipnotlarda tek tek belirtilmiş, ayrıca kitabın sonunda kaynakların tespitinde faydalanılan eserlerin bir listesi verilmiş. Risalede “Resûl-u Ekrem (aley-hissalâtü vesselam) peygamberlik da-vasını ilan etmiş, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve hakika-ti delilleriyle bilen tahkik ehli zâtlara göre, bine varan açık mucizeler orta-ya koymuştur. O mucizelerin –bir bütün olarak- varlığı, peygamberlik davası kadar kesindir.” denildikten sonra risalet bağında açmış mucize gülleri, gerçekleştiği alanlara göre tek tek sayılıp izah ediliyor. Risale-ye ilave olarak kaleme alınan zeyl-de de, “Ey hayalî arkadaşım! Şim-dilik yeter, geri dönmeliyiz. Zira şu zamanda, şu yarımadada yüz sene de kalsak, o zâtın hayret verici icra-atının ve vazifelerinin yüzde birini bile tamamen kavrayıp seyrine do-yamayız.” denilerek meseleye nok-ta koyuluyor.

U

6 AĞUSTOS 2012KÝ TAP ZA MA NI RİSALE-İ NUR

17

Page 18: Kitap Zamanı
Page 19: Kitap Zamanı
Page 20: Kitap Zamanı

NİHAT DAĞLI

sayısıyla yayını-na ara veren Anla-

yış dergisi, geçmiş zaman dergilerinin

soyundandı. Meselesi ve derdi olan… Kendi ifadesiyle, “İlahî düzlemde her şey Mukadder olsa da, beşerî düzlemin Muhtemelliğinin bilinciyle, Mevcut’un mahkûmu olmamak adına Muhayyel’e doğru kanat çırpıp Mümkün’ün sınırla-rını yoklayan” bir dergi… Sırtını verdi-ği ‘dağ’ın imkânlarıyla ‘mevcut’tan ge-çip ‘muhayyel’e yürüyen, böylelikle ‘mümkün’ü gerçekleştiren… Bir mede-niyet perspektifi ne sahip kadronun çı-kardığı Anlayış’tan geriye şimdilik ya-yınevleri ve kitaplar kaldı. Ve bu yazı, Anlayış’ta yayımlanan söyleşilerin oluş-turduğu bir seriye işarettir. “Türkiye Söyleşileri” başlıklı bu serinin yeni ya-yımlanan üç kitabı şöyle: Derin Dev-let, Ak Parti ve Kürtler; Cumhuriyet, Mil-liyetçilik ve İslamcılık; Küreselleşme, Din ve Medeniyet… Derginin her sayısın-da gündemin başlığında duran konuda yetkin bir isimle söyleşi yapılmış, der-gi yayına ara verdikten sonra söyleşile-rin tümü “Türkiye Söyleşileri” üst başlığı altında kitaplaştırılmış.

SON ON YILDIR KONUŞTUKLARIMIZKitapların başlıklarında sıralanan konu-ların her biri ‘olay’dır. İçinden geçtiği-miz zamandan kalkan toz… Hem önem hem de mahiyet açısından olay… Son on yıldır yaşadığımız, konuşmaya de-vam ettiğimiz mevzular… Öyle deniyor; olaylar, zamanın tozudur. Zaman de-niz ise olay denizden kıyıya vuran dal-gadır. Böyle olduğundan, dalga deniz-den, olay da yaşanan zamandan bağım-sız okunamaz. Çünkü olay ve dalga, gel-dikleri yerde yaşanan mecaz ve şifreler-dir. Zamanda ve denizde bir şey olur, bu kendini olay ve dalga şeklinde gösterir. Mecaz ve şifrenin çözümü ise bedel is-ter. Olayın/dalganın ne söylediğini an-lamak ve neyi haber verdiğini kavramak için zamanın ve denizin künhüne vâkıf bütüncül bir bakış gerekir. Zamanın ru-hunu ve denizin diplerini bilmeden olay ve dalga anlaşılamaz. “Türkiye Söyleşileri” serisinin ki-taplarını okurken, konuların mahiye-ti ve konuşmacıların perspektifi bana bunu hissettirdi. Konu, konuyu açan so-rular ve sorulara verilen cevaplar, zama-nın ruhu ve denizin diplerinden geçen bütüncül bir bakışa işaret ediyor. Söy-leşi verenleri söyle sıralayabiliriz: Derin Devlet, Ak Parti ve Kürtler kitabı; Ahmet Turan Alkan, Avni Özgürel, Cemil Ko-

çak, Haşim Haşimi, Kazım Berzeg, Me-sut Yeğen, Metin Heper, Muhsin Yazıcı-oğlu, Mustafa Özel, Osman Can, Ömer Taşpınar, Serap Yazıcı, Ümit Fırat ve Zühtü Arslan… Cumhuriyet, Milliyetçi-lik ve İslamcılık kitabı; Ahmet Davutoğ-lu, Beşir Ayvazoğlu, Burhanettin Du-ran, Cevat Özkaya, Etyen Mahçupyan, Ferhat Kentel, Gökhan Çetinsaya, Ha-lil Berktay, Hamza Türkmen, İbrahim Kalın, Kemal Karpat, Mustafa Şentop, Ömer Çaha, Ömer Laçiner ve Taha Ak-yol… Küreselleşme, Din ve Medeniyet ki-tabı; Abdülkerim Süruş, Alper Görmüş, Bülent Aras, Bülent Yıldırım, Hayrettin Karaman, Mehmet Görmez, Muham-med Nureddin, Nezih Erdoğan, Richard Falk, Sabri Orman, Numan Kurtulmuş, Seyyid Hüseyin Nasr, Stephan M. Walt ve Şinasi Gündüz… Dikkat çekmek istediğim bir diğer husus da şu: Serideki kitapların başlık-larında sıralanan konuların tarafl arı var. Ayrıştıran, çatıştıran, tarafl arda farklı yüzler edinen meseleler… Mesela Tür-kiye son on yıldır kendi derin devletiyle hesaplaşmanın sıkıntılarını yaşıyor. Üç dönemdir iktidarını sürdüren AK Par-ti kadrosu bir yığın tartışmanın nesne-si ve öznesi. Yüzyıllık ömrü bulan Kürt meselesi ülkeyi/toplumu kilitlemiş du-rumda. Türkiye bugüne kadar hiç böyle konuşmamıştı bu meseleleri. Konuşma-ların tümü bir şekilde Cumhuriyet, Mil-liyetçilik ve İslamcılık’a geliyor. Ve ülke kendini/tarihini konuşurken küreselleş-meyi göz ardı edemiyor. Kendine gider-ken dünyayı görüyor, dünyada kendine bakıyor. Nihayette, içinden çıkıp geldi-ği ama uzunca zamandır göz ardı ettiği medeniyet ve din gerçeğine uyanıyor. Bütün bu gerçeklik, hakikatli bir bu-luşma üzerinden konuşulabilir. Kendi-ne gömülerek veya sadece kendini mer-keze koyarak yol alınamaz. Evet, ülkeler büsbütün özerk değil artık, ilk kez ‘bir dünya’da yaşadığımızı kavrıyoruz. Baş-kasıyla, benzemeyenlerimizle bir ülkeyi ve dünyayı paylaşıyor olmanın gergin-liği… Sınırların neredeyse hükümsüz-leşmesi bizi başkasına taşırken, başkası-nı da yanımıza kadar sokuyor. Kendimi-zi konuşarak ağız kesiliyoruz, ama kulak olmamız da kaçınılmaz. Yazının konusu olan serinin söyleşiler toplamı olması da bunun ifadesi gibi. Bu bana, Hölderlin’in şu dizelerini hatırlattı: “Çok şey öğrenmiş-tir insan./ Göklülerden nicesini adlandır-mıştır o,/ Biz bir söyleşi olalı/ Ve birbirimiz-den işitebileli.” İyi ki böyledir, zira insanların ve dü-şüncelerin birbirlerine söyleşi kesilerek birbirlerini işitmeleri bizi gelecek adına iyimser kılıyor.

84.

Zamanın ruhu, denizin dipleriYayınına ara veren Anlayış dergisinde yayımlanan söyleşiler, “Türkiye Söyleşileri” üst başlığıyla bir dizi kitapta toplanıyor. Derginin her sayısı için alanında yetkin bir isimle yapılan konuşmalardan oluşan dizinin yeni çıkan üç kitabı, zamanın ruhunu anlamak için birer rehber niteliğinde.DERİN DEVLET, AK PARTİ VE TÜRKLER, KOLEKTİF, KÜRE YAYINLARI, 230 SAYFA, 12 TLCUMHURİYETÇİLİK, MİLLİYETÇİLİK VE İSLAMCILIK, KOLEKTİF, KÜRE YAYINLARI, 275 SAYFA, 15 TLKÜRESELLEŞME, DİN VE MEDENİYET, KOLEKTİF, KÜRE YAYINLARI, 231 SAYFA, 12 TL

‘Medeniyet’in sınırlarıProf. Nilüfer Göle Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar adlı yeni kitabında, sekülerliğin ve dindarlığın etkilerini ulus-devlet mekanizması, kamusal alan ve cinsiyet üzerinden inceliyor. Göle, Avrupa toplumlarındaki hare-ketliliğin yargı ve siyaset tarafından doğru okunamadığı görüşünde.SEKÜLER VE DİNSEL: AŞINAN SINIRLAR, NİLÜFER GÖLE, METİS, 176 SAYFA, 14 TL

A. YAVUZ ALTUN

arklı kimliklere “alan aç-mak” Avrupa için bile yeni bir kavram. “Alan aç-

mak”: Kamusal alanda politik, ekono-mik ve sembolik/kültürel olarak varo-labilme imkânı. Modern toplumda hi-yerarşiler açısından iki tür sahne tasav-vur edilir: (1) Antik Yunan’daki “tan-rılar dağı”nı simgeleyen bir çeşit “üst tabaka”, (2) halkın içeriden ve dışarı-dan her türlü etkiye açık olabildiği, ha-liyle “üst tabaka”dan daha “çeşitli” bir kamu alanı. Birinci sahne, yasa koyu-cuları, siyaset belirleyicileri ve “kamu yararı”nı düşünürken, ikinci sahne o yasalara muhatap olacak, o siyasetin sonuçlarını yüklenecek ve “yararı” için çalışılan “kamu”yu sürekli bir devinim halinde tutacaktır. Bu zemin, Prof. Ni-lüfer Göle’nin Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar kitabında sıklıkla karşımıza çı-kan analitik işlem yapma alanını oluş-turuyor. Zira Göle, sekülerliğin ve din-darlığın etkilerini ulus-devlet mekaniz-masında (yasalar ve politikalar), kamu-sal alanda (karşılaşmalar, etkileşimler, semboller) ve nihayet cinsiyette (beden, birey, kimlik) araştırırken bu zemini bir laboratuvar olarak kullanıyor.

ALT YAPI ÜST YAPIYI BELİRLİYORMarksist teorinin meşhur fehvasınca, “alt yapı üst yapıyı belirliyor”. Haliy-le Avrupa’da bugün İslamofobi, başör-tüsü yasakları ve bağnazlık gibi mese-leler, Müslüman bireylerin Avrupa’ya “taşınması” sorununa verilen doğru/yanlış tepkiler olarak görülebilir. Yuka-rıda sıralanan üç alan içerisinde en hız-lı değişimi geçiren elbette birey; ardın-dan kamusal alana etkilerini gözlemli-yoruz ve “üst tabaka” bunlara karşı tep-kiler üretiyor. Fransa’da başörtülü kız-lar okula gidiyor, okul yönetimi (mik-ro “üst tabaka”) bunu yasaklıyor. Sonra kamusal alandaki benzer örnekler tar-tışmaya dâhil oluyor ve nihayet Fransa yargısı (makro “üst tabaka”) bir karara varıyor: Başörtüsü okullarda yasaklan-malı. Nilüfer Göle, toplumdaki bu ha-reketliliğin yargı ve siyaset tarafından doğru okunamadığı kanaatinde. Müs-lümanların Avrupa’ya göçü, hâlihazırda hikâyeye aniden dâhil olmuş bir “kur-gu” değil. Avrupa’nın sömürgeci tari-hinin “doğal” bir sonucu. Ancak “bek-lenmedik” olan, Müslümanların sos-yal mobilizasyona dâhil olma biçimle-ri. Avrupa’nın “karar alma mekanizma-sı”, “Avrupalı değerler” ve o değerlerin “bekçileri” tarafından korunmalı! Bu noktada Türkiye’nin Avrupa Bir-

liği (AB) üyeliği önemli bir kesit. Özel-likle Fransa ve Almanya’nın isteksizli-ği birtakım tarihsel gerekçelere dayanı-yor. Avrupa’nın “ne”liği tartışılıyor, te-mellerinin dayandığı kaynaklar sorgula-nıyor. Yahudi-Hıristiyan kökler canlanı-yor. Sekülerlik “olmazsa olmaz” bir ko-num olarak dayatılıyor. İslam’ın Avrupa içlerine kadar etkili olan bir kimliği bes-lemesi, bu köklerdeki ısrarı daha “an-lamlı” kılıyor. Nilüfer Göle, küreselle-şen dünyada kamusal alanın İslam’dan ve onun gündelik hayata dair verece-ği cevaplardan kaçamayacağını söylü-yor. Jürgen Habermas’ın kamusal ala-na ve özellikle medyaya yüklediği yeni anlamlar, Avrupa’ya önerdiği “çok mer-kezli ortaklık” gibi hususlar (Haber-mas, Europe: The Faltering Project) kitap-ta pek yer bulmasa da, Göle’nin “deği-şimin kaçınılmazlığı” görüşüyle örtüşü-yor. Bu açıdan Türkiye gibi seküler/de-mokratik bir devlet sistemine sahip ama kültürel açıdan güçlü İslamî referansla-rı olan bir ülkenin AB’nin varoluş atlası-na eklemlenme çabası, “Avrupa nedir?” sorusunun karşısında yer alabiliyor. Ha-liyle Avrupa’daki Müslümanların yaşa-dığı sıkıntılara ne türlü çareler üretilece-ği, Avrupa’nın kendisiyle ilgili fi kirlerini nasıl revize edeceğiyle de ilgili.

ÖTEKİ, AVRUPA’YI NASIL ALGILIYOR?Nilüfer Göle, göçmenlerin Avrupa’ya bakışıyla fazla ilgilenmemiş ancak Avrupa’nın “öteki”ni nasıl algıladığı ka-dar, “öteki”nin Avrupa hakkındaki gö-rüşleri de bu küresel karşılaşma anını anlamlandıracak. Müslüman birey(ler)in, “seküler habitus” içinde, gelenek ve modern arasındaki dengede bugüne kadar yaşadığı deneyim, AB için de yol gösterici olabilir. Zira Türkler ve Arap-lar, tepeden inmeci seküler yönetimler-le geçirdikleri yıllar boyunca, “modern/Batılı” hayat karşısında yeni bakış açı-ları üretebildi, sekülerle dinsel arasın-daki sınırları/geçişkenliği bir gündelik pratik içinde belirleyebildi. Avrupa’nın İslam’la karşılaşması bir çeşit “sınır-deneyimi” olarak okunabilir. Seküler-liğin farklı biçimlerinin yeniden düşü-nüleceğinden de kuşku yok. Ancak Avrupa’nın küreselleşen dünyaya daha önce hep iddia ettiği gibi “evren-sel bir pratik” önerebileceği kuşkulu. İslamofobi gibi konularda siyasî mer-kezin genelde sağ politikalara terk edilmesi -şimdilik- en büyük tehdit. Bu anlamda belki de Talal Asad’ın Se-külerliğin Biçimleri’nde (2006, Metis) yaptığı gibi daha felsefî, moderniteye ve aydınlanmaya da eleştiriler getiren tartışmalara ihtiyaç var.

F

20

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI GÜNCEL-DÜŞÜNCE

Page 21: Kitap Zamanı
Page 22: Kitap Zamanı

Aşık kemiğinin dinmeyen acısıFransız yazar Albertine Sarrazin’in tamamen kendi yaşam öyküsüne sadık kalarak kaleme aldığı Aşık Kemiği, yalnızlık, aşk, suç dünyası, ıslahevi, kaçak ve sürgün olma gibi konulara odaklanıyor. Roman, yayımlandığı 1960’lı yıllarda Fransa’da çok ses getirmişti.AŞIK KEMİĞİ, ALBERTINE SARRAZIN, ÇEV.: BİRSEL UZMA, EVEREST YAYINLARI, 186 SAYFA, 12,50 TL

SERDAR GÜVEN

ezayir asıllı Fran-sız yazar Albertine

Sarrazin’in kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak kaleme aldı-ğı Aşık Kemiği romanını okumaya baş-lamadan önce, gerçek yaşamöyküsü-nün yapıta aktarılması sürecinin zor-luklarına dikkat çekilmeli. Yaşanmış-lıkların ne kadarı metne aktarılabilir? Üstelik zorunlu değişiklikler, çarpıt-malar ve gerçeğin kendisine sadık kal-ma kaygıları arasında bu çaba gerçek-ten mümkün müdür? Sarrazin’in onu üne kavuşturan romanına baktığımız-da bunun mümkün olabildiğini görü-yoruz. Sanki yazar bir roman yazmak üzere yola koyulmamış, trajik yaşamı-nın öyküsünü anlatmak istemiştir ama tam da yaşananların trajikliği yüzün-den anlatılanlar etkili bir romana dö-nüşmüş gibidir. Albertine Sarrazin, küçük yaşta ai-lesi tarafından terk edilir. Bir süre son-ra doktor bir çifte evlatlık verilir. Ne bu aileye ne de gönderildiği okulun kalıp-larına sığınca kendisini henüz on beş yaşındayken önce sokaklarda, sonra da arkadaşlarıyla bir mağaza soyma-ya kalkışıp birini yaraladığı için ıslahe-vinde bulur. Bu zorlu çocukluk ve ilk-gençlik deneyimleri Sarrazin’in ıslahe-vinde yepyeni bir yaşam deneyimiyle karşılaşmasına yol açar. İsyankâr, dü-zenle bir türlü uyuşamayan, belirli ka-lıpların içine girmeyi reddeden Sar-razin için ıslahevi de çare olmaz. Ka-ranlık bir gece, yaklaşık on metrelik bir duvardan atlayarak ıslahevinden kaç-mayı başarır yazar. Ancak bu kaçış ey-leminden geriye, bütün hayatını etki-leyecek, hatta onu en sonunda ölü-me götürecek bir iz kalır. Önce ayak bileğini burktuğunu düşünür duvar-dan atlarken. Ama gerçek çok başka-dır: Aşık kemiği kırılmıştır.

FİRAR GÜNLERİFransa’da epey ses getiren Aşık Ke-miği, ıslahevinden kaçma eylemiyle açılıyor ve bu noktadan sonra yaza-rın gerçek yaşamöyküsü sıklıkla be-lirip kaybolmaya başlıyor. Romanın kahramanı Anne, aşık kemiği kırıldı-ğı için sürüne sürüne ana yola çıkma-yı başarır. Yolda önce bir kamyoncuy-la, ardından da bütün hayatını etkile-yecek, kendisi gibi bir kanun kaçağı olan Julien’le tanışır. Julien, onu önce ailesinin yanında, sonra da karanlık hayatının başka bölgelerinde gizleyip Anne’e destek olmaya çalışır. Yürüye-mez haldeki Anne, peş peşe operas-

yonlar geçirmesine rağmen bir türlü toparlanamaz, ayak bileğindeki sancı, yerini başka bir sancıya terk eder. Ha-yatı boyunca görmediği şefkati borç-lu olduğu Julien’in her ortadan kay-boluşuyla birlikte günlerini onun yo-lunu gözlemekle, geride bıraktığı ıs-lahevindeki günlerini düşünmekle ve yakalanmamak için sürekli yer değiş-tirmekle geçirir. Sarrazin, kaçmak ve sürekli yer değiştirmek için Paris’in kenar ma-hallelerinde dolaşan Anne ile onun tıpkı kendisi gibi olan kanun kaça-ğı sevgilisi Julien’in hikâyesini anla-tırken çok çeşitli insan tipleriyle ta-nıştırıyor bizi. Anne kaçmak için ye-raltına çekildikçe insanların ikiyüzlü-lüğü ve kötülük fi kri üzerine düşün-memizi istiyor. Güzel bir söz uğru-na bütün hayatını mahvetmeye hazır erkekler, geçinmek için türlü hilelere başvuran kadınlar ve o iklimde boy veren küçük çocuklarla kurulu bu dünyada yalnız başına kalan Anne için tek kurtuluş Julien’dir. Bir yan-dan iyileşmeyen aşık kemiğinin acısı, diğer yandan Julien’in yolunu bekle-mekle geçen zorlu günlerin sonun-da Julien ortadan temelli kaybolur ve izine bir cezaevinde rastlanır. Böyle-ce iki âşığın birbirlerine tam kavuşa-cakken ayrı düştüğü bir olaylar zin-ciri kurulur. Julien cezaevinden çıka-cakken bu kez Anne tutuklanır. Kırı-lan aşık kemiği gibi, yaşadıkları aşk da parçalanır. Ama Anne’in bir türlü kaynamayan kemiğine inat, aşk her seferinde bütün parçalarını toplayıp yeniden ayağa kalkma gücünü bulur.

ÜÇ ROMAN, 29 YILLIK BİR HAYATSarrazin’in tamamen yaşamöyküsü-ne sadık kalarak yazdığı ve yalnızlık, aşk, suç dünyası, ıslahevi, kaçak, sürgün olma gibi konulara odakla-nan roman, bir bakıma yazarın ha-yatında dönüm noktası olur. Çok ses getiren bu romandan sonra iki ro-man daha yazar Sarrazin. Kitapta karşımıza çıkan Julien’le evlenip yeni bir hayata başlar. Ancak belalı geçmişinden kendisine yadigâr ka-lan aşık kemiğinin acısı yeniden or-taya çıkar. Peş peşe geçirdiği ameli-yatlara rağmen bir türlü iyileşmez ayağı. Dahası, son bir operasyon için yeniden ameliyat masasına yattığın-da Sarrazin’in sonunu edebiyat değil, kaderin kendisi belirler. Fransa’nın en ünlü yazarlarından biri olmaya aday Sarrazin, geride üç roman ve yirmi dokuz yıl süren trajik bir hayat hikâyesi bırakır.

CSERDAR ÇELİK

irminci yüzyılda or-taya çıkan hegemo-nik yapının kökleri-

nin aydınlanma fel-sefesine kadar uzandığı söylenebi-lir. Aydınlanma felsefesiyle bera-ber, din ya da Tanrı merkezli top-lumsal yapı ve düzenlemelerin ye-rini akıl merkezli bir toplumsal yapı alır. Rousseau, Voltaire, Diderot, Hobbes, Hume gibi toplum mü-hendisleri tarafından ortaya konu-lan akla dayalı toplumsal yapılar, kent mimarisinin ortak yaşam alan-ları oluşturmasıyla önemli bir aşa-ma kat etmiştir. Bu toplumsal de-ğişimin öncüleri, insanları ortak bir doğrunun etrafında birleşmeleri konusunda teşvik etmiş, bunun için birtakım reçeteler sunmuştur. Nite-kim ortak eğitim, ortak vatan, or-tak dil, ortak akıl bunun bir sonu-cu olarak ortaya çıkmış ve farklı bir gelişim göstererek günümüze kadar gelmiştir. Hatta J. J. Rousseau, or-tak toplumsal bir yapı için Toplum-sal Sözleşme adlı, toplumun “devlet” eliyle nasıl eşit kılınacağı konusun-da bir eser de yazmıştır. Avrupa’da aydınlanma ile bera-ber ortaya çıkan toplumsal hareket-lerin, dünyanın hemen hemen bütü-nüne sirayet ettiği söylenebilir. Rus-ya da bu değişimden payını alan ül-kelerdendir. Birinci Petro ile başla-yan Rus aydınlanması, Lenin, Troç-ki, Kropotkin gibi önemli aktörlerle devam etmiştir. Bolşevik devriminin ortaya çıkışını da bu toplumsal de-ğişimler içerisinde ele almak yanlış olmaz. Toplumsal olayların kendini güçlü bir şekilde dayattığı on doku-zuncu yüzyıl sonu Rusya’sında, öne çıkan yalnızca ideologlar değil; Dos-toyevski, Tolstoy, Gorki, Turgenyev, Yevgeni Zamyatin gibi önemli edebi-yatçılardı aynı zamanda.

ÜLKESİNDE YAYIMLANAMADIZamyatin, Bolşevik Devrimi’nin he-men sonrasında kaleme aldığı Biz’i ülkesinde yayımlatamamıştır. Kita-bın önce İngilizce, ardından Çekçe çevirisi ülke dışında basılmıştır. Bel-ki de yazarın Biz’i yayımlatamama-sının en önemli nedeni, devrimi ol-muş bitmiş bir şey olarak değil, sü-rekliliği bulunan ve hiçbir zaman kesintiye uğramayan bir süreç şek-linde göstermesidir. Zamyatin romanında, totaliter bir yapının her şeye hâkim oldu-

ğu, insanların bürokrasiye ve devlet denen aygıta koşulsuz biat ettiği, yalnızca devletin kendilerine sun-duklarıyla yetindiği, bireysel hiçbir hakkın bulunmadığı ve elbette en önemli unsurun devlet denilen or-ganizasyon olduğu bir dünya tasav-vur eder. Romanın belki de en ilginç ta-rafı, insanların cam duvarlar içe-risinde tutulması ve hepsinin bir isim yerine koda sahip olmasıdır: D503, I-330, R-13,V-1. İnsanın ak-lına, Foucault’nun “Büyük Kapa-tılma”, “Büyük Gözetleme” dediği durum geliyor. Biz romanında ne-redeyse bütün zaman, devletin ko-mutlarıyla hareket eden insan top-luluklarının ehlileştirilmesiyle ge-çer. Dolayısıyla yazar, insan varlı-ğından bahsetmenin mümkün ol-madığını, bireyin yerine devletin geçtiğini, bireyin devlet için var ol-duğunu anlatır.

TOTALİTER BİR DÜNYANIN İŞARETLERİZamyatin, gelecekte var olacağı dü-şünülen totaliter bir dünyanın var-lığına işaret eder. Bunu D503 deni-len bir matematikçinin günlüğün-den öğreniriz. Günlüğü okurken, adım adım o dünyanın içerisine gir-diğimizi, çekildiğimizi fark ederiz. Nitekim günlüklerde beliren dev-let aklı bizi, ortak faydanın ne ol-duğu konusunda garip bir karma-şanın içine hapseder. Özel yaşa-mın kamusal yarar uğruna vazgeçi-lebilir bir şey olduğuna bizi ikna et-meye çalışan totaliter aygıt, yaptığı binaların camdan olmasını, “bütün yurttaşların faydası için” diye savu-nur. Hem kent mimarisini hem de insanı biçimlendirmeyi kendinde bir hak gören Devlet, toplumu buna uygun olarak biçimlendirir ve ardın-dan kendini dogmatikleştirir. Hat-ta bir tür ilkellik gibi gördüğü Tanrı inancını tanımaz, onun yerine ken-dini koymayı bir kurtuluş manifes-tosu gibi gösterir. Bolşevik devrimi esnasında Rusya’da birçok faaliyet yürüten yazarın romanını, devrim sonrasın-da yalnızca Bolşevik devrimi karşıtı bir metin olarak okumak doğru ol-maz sanırım. Biz’in, bir toplumsal hareketten ziyade o günün dünya-sında yaşanan bir dizi değişimin sonucunda ortaya çıktığını söyleye-biliriz. Biz, “insanın” yerine “meta”yı, ideolojiyi veya herhangi bir totaliter varlığı koyan anlayışa karşı yazılmış bir eserdir.

‘Biz’im sayısal çaresizliğimizYevgeni Zamyatin’in bir kült kitap niteliğindeki distopya romanı Biz yeni baskısıyla raflarda. Yazar, totaliter bir dünyanın belirtilerini anlattığı, “büyük kapatılma”yı haber verdiği ve Bolşevik Devrimi’ni sertçe eleştirdiği eserini kendi ülkesinde yayımlatamamıştı.BİZ, YEVGENİ ZAMYATİN, ÇEV.: FATMA-SERDAR ARIKAN, İTHAKİ YAYINLARI, 250 SAYFA, 15 TL

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI ROMAN

22

Y

Page 23: Kitap Zamanı

Empati ‘görmek’le başlarYıldız Ramazanoğlu, Görme Bahçesi adlı kitabında, ötekini görerek iler-lemeye çalışan, aynı zamanda bir sivil toplum inşasını sürdüren insanla-rın hikâyelerine odaklanıyor. Ramazanoğlu’nun ‘göz’ü, aktivist bir bakış açısıyla “devlet mağdurları” denilen kitleyi anlamlandırma çabasında.GÖRME BAHÇESİ, YILDIZ RAMAZANOĞLU, TİMAŞ YAYINLARI, 224 SAYFA, 14 TL

KEMAL SUSKUN

imlik politikaları Avru-pa’da İkinci Dünya Sa-vaşı sonrasında revaç-

taydı ve post-kolonyal düşünceyle bir-likte ‘öteki’ne dair yeni pozisyonlar, yeni bakış açıları gelişti. Bunu iki şekilde yo-rumlamak mümkün: (1) Olup bitenler Modernite’yle birlikte varılan yoldan bir geri dönüş, Avrupa medeniyetinin inşa ettiği ‘biz’ kimliğine bir karşı çıkış olacak-tı; ya da (2) Batı kendi geleneğinin için-den yeni bir damar çıkarmıştı ki, böyle-ce Modernite’yle kopukluk yaşamadan ‘öteki’ne dair bir algı geliştirebilecekti. Bu post-kolonyal söylem, Batı’dan Doğu’ya doğru yayıldıkça farklı kisvelere büründü ve Soğuk Savaş’ın da sona ermesiyle bir-likte 20. yüzyılın inşa ettiği kimlikleri ya-pısöküme uğrattı. Ancak kimlikleri ye-niden ele almak, sadece “empati” kav-ramıyla değil aynı zamanda “bilme” ar-zusuyla mümkündü, akademik bir uğraş alanı açıyordu. Türkiye’de ise 1970’leri bu kimlikleri önemsemeyerek, 1980’leri liberal dünya ekonomisine eklemlenme çabalarıyla, 1990’ları ise ‘kendi kaderini tayin hakkı’nı talep eden kimlikleri ezil-mekten koruyamayarak geçirdik. Muha-lefet, tam da bu noktada “empati” konu-sunda bir duyarlılıkla kendini gösterme-li, sivil toplum “devlet mağdurları” ola-rak kümelenmek yerine, bu mağdurlar arasında köprüler oluşturulmalıydı. Bu süreci bir miktar yaşadık.

‘DEVLET MAĞDURLARI’NI ANLAMAKYıldız Ramazanoğlu’nun Görme Bahçesi, ötekini görerek ilerlemeye çalışan, aynı zamanda bir sivil toplum inşasını sürdü-ren insanların hikâyelerinden oluşuyor. Bir başka deyişle, Ramazanoğlu’nun ‘göz’ü, hatta İslamî veçhesiyle söy-lersek, ‘gören göz’ü aktivist bir kimli-ğin, “devlet mağdurları” denilen kit-leyi anlamlandırma çabası. 2000’lerin Türkiye’sinde herkes için verili bir po-zisyondan bahsetmek mümkün, zira mevcut siyasi atmosfer bu yeni kim-liklere aksiyona geçme imkânı ta-nıdı. Bu pozisyonları da sorgulaya-rak yatay bağlar kurabilmek, “empa-ti” kelimesini toplumsal manada kar-şılıyor. 1990’larda sözgelimi, Kürt me-selesi tartışılırken tutturulan “Hepi-miz kardeşiz” türkülerinin yerini, “illa kardeş olmak gerekmez, insan olmak kafi ” denilecek reel bir duruş alacaktı. Bu, Türkiye’nin Batılılaşma hikâyesinin içerisinde oldukça doğal bir “ilerleme” diye görülebilir, zira Avrupa için eski olan bir gelenekten bahsediyoruz. Hat-ta Ramazanoğlu’nun ve benzeri has-

sasiyetlere sahip “İslamcı” aktivistlerin empatiyi İslamî duyarlılığa bağlamaları açısından modernleşme ve Batılılaşma geleneğinin içinden konuştuğumuzu söyleyebiliriz. Zira söylem, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yay-gınlaşan “faşizmle mücadele” disku-ruyla paralellikler içeriyor. İlk Osman-lı modernleşmecilerinin de İslamî lite-ratürü çağıran söylemlerini hatırlaya-lım. Ancak Ramazanoğlu’nun anlattı-ğı hikâyeler, verdiği örnekler yalın bir “sivil toplum aktivizmi”nin az daha ötesinde. “Müslüman kadın aktivistler” bu-gün tüm dünyada fark edilir bir kimlik inşa ediyor. İslamî duyarlılığın ve vic-danın taşıyıcısı olma iddiasındalar. Her türlü adaletsizliğe karşı “kadınca” bir duruş sergiliyor ve “İslamcı erkek” ti-pinden ayrışıyorlar. Zayıfa şefkat gös-terme, ezilenlere merhametle muka-bele etme, yoksula aş götürme gibi ey-lemleri, “Müslüman kadın” kimliği üze-rinden geleneksel bakışı dönüştüre-rek (ama rahatsız etmeden) icra edebi-liyorlar. 1990’larda sıklıkla karşımıza çı-kan “ataerkil toplum” eleştirisi, bu yö-nüyle pratiğe aktarılmış oluyor. Erkek-lerin yapamayacağı bir dayanışma ser-gileyebiliyorlar. Mesela Uludere’de ço-cuklarını kaybetmiş annelere giderek “muhafazakâr hükümete oy vermiş kit-lenin” vicdanını köreltmediğini göstere-bilecek bir yatay hat çekebiliyorlar.

İSLAMÎ DUYARLIK VE KADIN BAKIŞIYıldız Ramazanoğlu, bize “demokra-tikleşme” maceramızın içinde yer alan önemli bir dinamiği anlatıyor/hatırlatı-yor. Tepeden inmeci modernliğin Müs-lüman bir toplumda bıraktığı izleri sil-me aşamasındaki Türkiye’de, İslamî duyarlılıkları kadın bakış açısıyla alar-ma geçiriyor. Altını çizdiği bu önemli kategori, “devlet mağduru” kitlelerin birbirinden kopukluğunu giderebilir elbette. Ancak dikkat edilmesi gereken hususu, geçenlerde Emine Uçak Erdo-ğan, Twitter’da belirtti: “Başörtülü ka-dınları tepki vermeye duyarlı matruşka robotlar sanan bir güruh var.” Toplum-sal dönüşümün taşıyıcısı olabilecek Müslüman kadınların farklı aktivist gruplar tarafından böyle bir “tepki ver-meye duyarlı robotlar”a dönüştürülme riskine karşı da uyanık olunmalı. Zira kimi pozisyonlar salt retorik üzerinden kurgulandığında hakikatle bağını yiti-rebilir ve manipülasyona kapı aralaya-bilir. Belki bundan sakınmak adına, bir kimlik empatisi düşüncesinin ötesinde, kimliklerden bağımsız bir “ötekini gör-me” eylemine ihtiyaç var.

K

6 AĞUSTOS 2012KÝ TAP ZA MA NI GÜNCEL

23

Page 24: Kitap Zamanı

AHMET KURUCAN

atıralar tarihin çöplüğün-den kurtarılan malze-melerdir. Hem öyle mal-zemeler ki, muhtevasına

göre kimi bir insana yön verir, kimi de bir millete ve devlete... Kimi “hayali cihan de-ğer” dedirtir, kimi insanı “keşke”lerle in-letir. Kimi güldürür, kimi ağlatır. Neden-dir bilmem, hatıra yazımına çok önem ver-meyiz biz. Şimdilerde, özellikle Osmanlı arşivciliği ve bürokrasisindeki düzenli, sis-temli çalışmaların keşfedilmesiyle tenkit görmeye başlayan ama daha düne kadar herkesin diline pelesenk olan “tarih yapar ama yazmaz” denilen özelliğimiz mi ağır basıyor, tembelliğimiz mi hâkim rol oynu-yor bunda, yoksa gıybete gireriz endişesi, kötü şeyleri miras bırakmayalım düşünce-si, nasıl olsa ahiret var, orada herkes he-sabını Allah’a verecek inancı mı, bilmiyo-rum. Ama gerçekten hatıra yazımında ol-mamız gereken yerde ve seviyede olduğu-muz söylenemez. Tabii herkesin hatıra yazmasına ge-rek yok. Ama yaşadıkları hayatla bugüne ve yarınlara ışık tutacak insanların yazması şart. Kaldı ki, şimdilerde sesli ve görüntü-lü kayıt cihazları ya da tanıtımını yapaca-ğımız kitapta olduğu gibi röportaj biçimin-de başkalarının kaleme alması sayesin-de bu işler çok kolaylaştı ve yukarıda ifade ettiğim mazeretlerin birçoğunu elimizden aldı. Yeter ki usül belirlensin, ilke ve pren-siplerden taviz verilmesin, manipülasyon-lara girilmesin, aydınlatacağım derken ka-rartma ameliyesinde bulunulmasın.

BİR ÖMRÜN ÖZETİMerhum Aliya İzzetbegoviç’den Ali Ulvi Kurucu’ya, Hayrettin Karaman’dan Tay-yar Altıkulaç’a kadar bazı isimlerin son birkaç yıldır okuduğum hatıra kitapları, “Keşke herkes hatıralarını yazsa, yazsa da bugünlerimizi şekillendiren dünü daha iyi bilmemizi sağlasa; böylece yarınlarımıza şekil verecek bugünü daha iyi değerlendir-sek.” dedirtti bana. Dedirtti zira ders, ibret, tecrübe, nasihat; adını ne koyarsanız ko-yun, öyle şeyler öğreniyorsunuz ki, tarihin çöplüğünden kurtarılıp arşive kaldırılan o malzemeler, sizin bir ömür boyu geçtiği-niz, geçeğiniz yollara ışık ve rehber oluyor. Kamuoyunun yakından tanıdığı Mus-tafa İslamoğlu hocamızın babası muhte-rem Ahmed İslamoğlu hocamızın, aynı za-manda talebesi olan Nazif Yılmaz’ın teşek-küre şayan bir çalışma ile derlediği hatırala-rı düşündürdü bana bunları. Ahmed İslamoğ-lu: Hatıralar ve Mülahazalar 1 ismiyle Kaynak Yayınları’ndan çıkan kitap, hâlâ devam eden -Allah müzdad ve mübarek kılsın- bir öm-rün hülâsası. Sayfaları çevirmeye başladığı-

nız anda sizi çok da uzak olmayan bir tarihin içine çekiyor eser. Bırakmak istemiyorsunuz; bir sayfa daha, bir sayfa daha derken olduk-ça mesafe aldığınızı görüyorsunuz. Sevinçle hüznün, acıyla tatlının iç içe ve peş peşe ol-duğu bir hayatın zorlukları ile nasıl mücade-le edildiğini, çıkan fırsatlara karşı nasıl bir ta-vır takınıldığını müşahede ediyorsunuz.

HATIRA OKUMAK: KÂRLI BİR TİCARETKitapta hayatı anlatılan kişinin bir din âlimi olması sebebiyle, eğer aynı inanç, aynı duygu, aynı düşünce çizgisinde bu-luşuyorsanız, aynı hayat felsefesine sa-hipseniz, daha açık bir ifadeyle belirte-yim, tıpkı Ahmed hocam gibi Kur’an ve sünnetin inşa edici özellikleri sizi de size bırakmıyorsa eserden istifadeniz daha da artacaktır. Belli bir müddet sonra Ahmed İslamoğlu siz oluyorsunuz, farkında ol-madan hikâyenin sonunu kendiniz ge-tiriyorsunuz; hoca şimdi şöyle diyecek, böyle davranacak diyor ve isabet kayde-diyorsunuz. İşte hatıra okumanın insa-na kazandırdığı şeyler tam da bu noktada başlıyor; sanki o hayatı yaşayan sizsiniz, o kitapta anlatılan 70-80 yıllık bilgi ve tec-rübeye birkaç saatte sahip oluyorsunuz. Ne kadar kârlı bir ticaret değil mi? Çok şey var kitapla alâkalı söylenecek. Sadece iki noktaya dikkati çekeceğim. Bi-rincisi, askerlik hatıraları. Geniş sayılabi-lecek ölçüde yer verilen askerlik hatırala-rını okurken, ister istemez kendi askerlik dönemime gittim. 1987’de asker ocağın-

daki dine, dindara bakış açısı ve dinî ya-şam ile kitapta anlatılan dönemdeki as-ker ocağını mukayese etme imkânı bul-dum. Kurum bir kenara; kurumu oluş-turan -rütbesi ne olursa olsun- insanla-rın dini algılayışlarını, zihnimde hâlâ can-lı olan uygulamalarıyla bir yere oturtma-ya çalıştım. Vardığım sonucu söylemeye-yim, fakat herkesin ilgili bölümü bu bakış açısıyla okuyup mukayese yapmasını ve “nereden nereye?” sorusuna cevap ara-masını hararetle tavsiye ederim. İkincisi, ismini şimdiye kadar defalar-ca duyduğum merhum Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’yi (k.s.) daha iyi tanıma imkânı buldum. O coğrafyanın insa-nı belki daha iyi tanır merhumu ama iti-raf edeyim ben kitabı okumadan önce bu kadar malumata sahip değildim. Mesela merhumun, yine merhum Mahmut Sami Ramazanoğlu (k.s.) ile münasebetlerinin anlatıldığı bazı yerler var ki, şeyh-mürit ilişkisinin nasıl olması gerektiği konu-sunda ne kadar çok şey anlatıyor insana! Bunları okuyup da bugüne ve açıkça ifa-de edeyim aynaya bakınca “edep ya hu!” demekten kendimi alamadım.

ÇARPICI BİR ANEKDOTBana çok çarpıcı gelen bir anekdotu akta-rayım. Ahmed İslamoglu hocam anlatıyor: “Şu an memur, 1960’larda Kayseri İmam Hatip ortaokul üçüncü sınıf talebesi bir Mehmed’imiz vardı. Bir gün geldi Mehmet Efendi: ‘Hocam, okuyup gidiyoruz. Birtakım

ş eyler de okuduk ama ben ş u kanaate var-dım ki, bir mürş id-i kâmile teslim olmadık-ça hakkıyla kulluk yapmanın da, kul olma-nın da imkânı yok. Beni bir Yahyalı’ya gö-türseniz.’ dedi. O sıralar on beş yaş civarın-daydı. ‘İnş allah yarın gideceğim. Sen de ha-zırlan.’ dedim. Mübarek yavru sabaha kadar uyumamış. Lisenin orada otobüs bekliyor-du. Akş am görüş tüğümüz Mehmed’i tanı-yamadım. Mehmet serâpâ [baştan aşağı] nur olmuş , müspet yönden tanınmaz hale gelmiş . Gusül almış . Bayram hazırlığ ı gibi giyinmiş . Zaten masum yavru. Büyük bir tahavvülata [değ iş ime] uğ ramış . Yahyalı’ya gittik. Büyük de bir iltifata mazhar oldu. Ayrılırken merhum Hacı Hasan Efendimiz, ‘Bu yavrunun defterinde hiçbir günah leke-si yok. Zikrullah sohbetlerine oturtmayınız, tecelli zuhur eder, kalbi çatlayabilir, teslim-i ruh edebilir.’ buyurdular.” Günümüz insanının belki de anla-makta zorlanacağı şeyler olabilir bu ve benzeri hususlar. Bu da bizim fakirliğimiz. Dün vardı, hatta sıradandı bu türlü şey-ler. Baksanıza Kozanlı Ahmet Saygılı’dan şunu aktarıyor Ahmed İslamoğlu hoca-mız: “Sabah çıkar, akşama kadar Konya’yı dolaşır, eli öpülüp dua alınacak insanla-rı bitiremezdik.” İlavesini de kendisi yapı-yor, “Fakat bugün eli öpülecek insan kal-madı.” Fakirliğimiz derken bunu söyleme-ye çalışıyorum. Celvet’te halvet’in nasıl yaşandığını görmek ve yaşamak isteyenler bu hatıra-tı okumalı.

24

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI HATIRA

Hikmet yolunda bir ömürKamuoyunun yakından tanıdığı Mustafa İslamoğlu’nun babası Ahmed İslamoğlu hocanın, talebesi Nazif Yılmaz’ın çabasıyla derlenen hatıraları Ahmed İslamoğlu: Hatıralar ve Mülahazalar 1 adıyla Kaynak Yayınları tarafından okura sunuldu. Kitap, hikmet yolunda geçen bir ömrün özeti.AHMED İSLAMOĞLU: HATIRALAR VE MÜLAHAZALAR 1, HAZ.: NAZİF YILMAZ, KAYNAK YAYINLARI, 416 SAYFA, 18 TL

Ahmed İslamoğlu hoca talebeleriyle...

H

Page 25: Kitap Zamanı
Page 26: Kitap Zamanı

İlim kendin bilmektirFurkan Aydıner’in Seküler Bilimin Tanrıları adlı kitabı, göndermelerinden dipnotlarına, dilinden içeriğine kadar Risale-i Nur’un ikliminde vücut bul-muş bir eser. Aydıner kilisede tanıştığı, Batılı bir bilim adamı olan Thomas isimli dostuyla yaptığı tartışmaları akıcı bir üslupla kaleme almış.SEKÜLER BİLİMİN TANRILARI, FURKAN AYDINER, ETKİLEŞİM YAYINLARI, 272 SAYFA, 13 TL

CEM MERT

nsanoğlu var olduğu günden beri kâinatı merak etmiş, onun sırlarını çözmeye çalışmıştır. An-

tik dönemde Yunan fi lozofl arı fi zik keli-mesinin de kökeni olan physis’i, yani eş-yanın hakiki mahiyetini bilmek istemiş-lerdi. Âlemi yaratan ve onu idare eden bir yaratıcının var olması gerektiği fi kri-ne ulaşmalarına rağmen madde ile ma-nanın ayrı alanlar olduğu hâkim dü-şünce haline gelince, yüzyıllar sürecek Ortaçağ başlamış oldu. Batı düşüncesi Rönesans’la birlikte tekrar tabiatla ilgi-lenmeye, maddi âlemi araştırmaya baş-ladı. Bu durum modern bilimin de doğu-şunu işaret ediyordu. Antik dönemde olduğu gibi Aydınlanma’da da iki ayrı dünya düşün-cesi egemen durumdaydı. Aydınlanma düşünürlerinin mekanistik dünya gö-rüşlerine göre evren büyük bir makine-yi oluşturan parçaların toplamıydı. Katı bir determinizme sıkı sıkıya bağlı olan mekanistik modelin başarıları ve bu ba-şarıların teknolojik sonuçları öyle büyük oldu ki, kâinatı oluşturan parçacıkların tümünün pozisyonlarının ve hareketle-rinin tam olarak bilinebilmesiyle kâinatın bütün sırlarının çözülebileceğine inanıl-maya başlandı. Her şeyin en azından prensip olarak bilimle izah edilebilece-ğine inanıldığından, kâinatı madde öte-si bir varlığa dayandırmaya ihtiyaç yoktu.

HER ŞEYİ DEĞİŞTİREN PARÇACIK FİZİĞİBatılı bilim adamlarının kâinatı tamamen fethettiklerini düşündükleri bir dönem-de her şeyi altüst eden bir doğum yaşan-dı. Laplace determinizmini paramparça eden bu gelişmenin adı yeni fi zik ya da parçacık fi ziğiydi. Atom altı parçacıkları-nı, bu parçacıkların birbirleriyle ilişkileri-ni inceleyen Planck, Einstein, Bohr, He-isenberg gibi fi zikçiler Newton’ın meka-nistik fi zik kavramlarının bu mikro dün-yayı anlamak için çok yetersiz olduğunu ortaya koydular. Yeni fi zik, kâinatın sa-dece kendini oluşturan parçaların anla-şılmasıyla izah edilebileceği fi krini red-detti. Evren ayrı ve birbirinden bağım-sız parçalar halinde analiz edilemez-di, her bir parçacık kâinatın bütünüyle alâkadardı ve ayrı ele alınamazdı. Peki, Batı’da bunlar olurken bizde du-rum nasıldı? 17. yüzyıldan bu yana, az sayıdaki istisnayı saymazsak, bilim ve düşünce üretemeyen ve Batı’da olan bi-tenin izleyicisi durumundaki aydınları-mızın çoğu, mekanistik evren algısına ve pozitivist bilim felsefesine sıkı sıkıya bağlı kalmıştı. Batıdan dalga dalga gelen mo-dern paradigmalara karşı kabaca üç fark-

lı tavrı benimsediğimiz söylenebilir: Ça-tışma, uyum ve aşma. Başat ve en yaygın tavır modern pozitivist bilimsel dogma-ların, olduğu gibi, sorgulanmadan kabul edilmesi, yani uyum olmuştur. Çatışmacı ve toptan reddedici yakla-şımsa toplumda karşılık görmemiş, ya-şama şansı bulamamıştır. En sağlıklı du-ruş ise toptan ret ya da kabul yerine mo-dern bilime daha soğukkanlı yaklaşmak, bilimsel teorileri belli paradigmalar çer-çevesinde değerlendirmek, bilimsel ve-rilerin değişebilir olduklarını kabul et-mekti. Burada son yüzyılın en parlak ve belki de tek özgün düşünürü diyebile-ceğimiz Bediüzzaman Said Nursi’yi an-mak gerekiyor. Bediüzzaman modern bilimle, modern evren anlayışıyla ve bu-nun felsefi yansımalarıyla yakından ilgi-liydi. Aydınlanma’yla beraber darmada-ğın olan kozmoloji tasavvurumuzu yeni-den kurmuş, modern bilimin tüm verile-rini kullanarak yazdığı, Newtoncu doğa anlayışının incelikli eleştirilerini de içeren görkemli eserleriyle Allah-kâinat-insan denklemini çözmüştür.

GERÇEK BİLİM - SEKÜLER BİLİMBediüzzaman’ın insan-evren birlikteliği bağlamında tevhid anlayışını temellen-dirdiği önemli kurucu metinlerinden biri Şualar kitabından “Ayetü’l-Kübra” baş-lıklı pasajdır. Bu risale, kâinattan yaratıcı-sını soran bir seyyahın gözlemlerini, ma-nevi miraç hükmünde olan seyahatini anlatır. Furkan Aydıner’in Seküler Bilimin Tanrıları isimli kitabını “Ayetü’l-Kübra” risalesinin şerhi olarak okudum. Gön-dermelerinden dipnotlarına, dilinden içeriğine kadar Risale-i Nur’un ikliminde vücut bulmuş bir eser Seküler Bilimin Tanrıları. Furkan Aydıner kilisede tanış-tığı, Batılı bir bilim adamı olan Thomas isimli dostuyla yaptığı çetin tartışmaları kaleme almış. Akademik bir dil yerine roman gibi okunabilecek, sorulu-cevaplı ilerleyen, okuyucuyu sıkmayan bir üslup kullanmış. Bilimi gerçek bilim ve seküler bilim olarak ikiye ayırıyor Aydıner. “Ger-çek bilim insanın Rabbini daha iyi tanı-masına vesile olur. Seküler bilim ise din-lerin kutsallarını reddeder, kendi kutsalı-nı satır aralarında telkin eder.” diyor. Ki-tabın yazılış amacını seküler bilimin söz-de tanrılarını fark etmek, ateist bilim adamlarının bize yutturmaya çalıştığı bi-limsel hurafeleri ayrıştırmak ve seküler bilimin kutsal ineklerini deşifre etmek olarak özetlemiş. Kitabın fazlasıyla di-daktik olduğu, yer yer tekrarlar içerdiği, bazı bölümlerin bilimsel kurgusunun za-yıf kaldığı gözden kaçmıyor. Ama Risale-i Nur’la irtibatı ve genç okurların ihtiyacı bağlamında okunmaya değer.

İ

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI DÜŞÜNCE-FELSEFE

26

Felsefe hayatı içerir mi?Felsefeyi hayat tarzı haline getirmek mümkün mü? Pierre Hadot Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe adlı kitabında bu sorudan hare-ketle felsefe tarihini yeniden yazmayı deniyor. Yazar, okura felsefe ile hayat arasında ilişki kurabilmenin yollarını gösterme çabasında.RUHANİ ALIŞTIRMALAR VE ANTİK FELSEFE, PIERRE HADOT, ÇEV.: KÜBRA GÜRKAN, PİNHAN YAYINLARI, 336 SAYFA, 20 TL

SÜREYYA SU

elsefe teorik bir disiplin-dir. Gündelik hayatta çok az pratik karşılığı vardır. Hat-

ta felsefe yapanların kendileri açısın-dan bile hayata çok az tatbik edilebi-lir bir içeriğe sahip olduğu söylenebi-lir. Aslında her felsefe insanların hayat-larını değiştirme konusunda çok büyük iddialar taşısa da, çoğunun, felsefecile-rin bile kişisel hayatlarını değiştirme ko-nusunda fazla başarılı olduğu söylene-mez. Peki, felsefeyi hayatla buluşturma-nın, onu hayatın içine katmanın ve te-orik bir disiplin olmanın ötesine taşıyıp bir hayat tarzı haline getirmenin imkânı yok mudur? Pierre Hadot böyle bir so-rudan hareketle felsefe tarihini yeniden yazmayı deneyerek bize felsefe ve hayat arasında uyum sağlayabilmenin, bir ha-yat tarzı olarak felsefenin yapılabilirliği-nin imkânlarını göstermeye çalışıyor.

FELSEFE TEORİDEN ÖTE BİR ŞEYDİKlasik Yunan’la başlayıp pagan antiki-tenin sonlarında noktalanan dönem bo-yunca felsefe sırf teorik bir disiplin ol-maktan daha öte bir şeydi. Onun teo-rik bir disiplin haline gelmesini sağla-yan Aristoteles bile Nikomakos’a Etik’te hâlâ felsefeye dayalı bir hayatın insan-ların sürdürebileceği en iyi hayat oldu-ğunu öne sürmekteydi. Felsefi bir ha-yat, kişinin zamanla ve ciddi bir çabay-la edindiği felsefi görüşlerinden kendi karakterini oluşturmasıyla mümkündür. Çünkü felsefi bir hayat, bu hayatı sürdü-renlerin karakterini etkiler. Teori ve pra-tik, söylem ve hayat birbirine tesir eder; insanlar en iyi insan tipi olmayı ve bir in-san için mümkün olabilecek en iyi şekil-de yaşamayı istedikleri ve bunu becere-bildikleri ölçüde gerçekten felsefeci olur-lar. Kişinin neye inandığı ile nasıl yaşa-dığı birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Saf teori söz konusu olduğunda önem taşı-yan tek konu, kişinin ortaya attığı soru-lara verdiği cevapların doğru olup olma-dığıdır. Hayatı etkileyen bir teori söz ko-nusu olduğunda ise kişinin görüşlerinin doğru olup olmadığı hâlâ önemli bir ko-nudur; ama kişinin bu görüşleri benim-semesi sonucunda inşa etmeyi başardığı kişilik tipi de ayrıca önemlidir. Bir kimsenin belli teorileri benimse-mesi sonucu oluşturduğu kişilik sadece biyografi k bir mesele değildir. Çok daha önemlisi, edebi ve felsefi bir başarıdır. Pierre Hadot’nun Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe adlı kitabında ele aldığı fel-sefeciler tarafından sunulan kişilik tipi-ne bu felsefecilerin yapıtları damgası-nı vurmuştur. Hayat tarzı olarak felsefe

geleneğinin kaynaklandığı Sokrates’in ve kendine ait hiçbir yapıt ortaya koy-mayan az sayıda felsefecinin dikkat çe-kici istisnai durumu dışında, bu gelene-ğin felsefecileri hem yapıtlarının ürettiği karakterlerdir hem de şekillendirdikleri karakterlerin var olduğu yapıtların sahi-bidirler. Bu felsefeciler hem birer sanat-çıdır hem de birer yapıt. Bu yüzden sistematik felsefeciler, hayat tarzı felsefecilerini çoğunlukla şair ya da edebiyatçı olarak görmüşlerdir. Öte yandan, hayat tarzı felsefecileri de sistematik felsefeyi savunanları sahiden kendilerine ait bir yapıt yaratamadıkla-rı için bilimsel nesnelliği isteyen ve ken-di yetersizliklerini gizlemek amacıyla çı-kar gütmeme ve taraf tutmama anlayı-şının arkasına sığınan korkak, yavan ve sıkıcı insanlar olarak nitelemişlerdir.

FELSEFECİYİ EDEBİYATÇIDAN AYIRAN NEDİR?Hayat tarzı felsefecilerinin hepsi de ben-liği verilmiş değil, inşa edilmiş bir bütün-lük olarak görür. Kişi bir benlik edinir ya da yaratır; bu malzemeyi girdiği yolda edinilen ve oluşturulan diğer malzeme-lerle bütünleştirerek birey olur. Bir ben-lik yaratmak, birey olmada, bir karakter sahibi olmada, yani alışılmadık ve ayrık-sı bir tip olmada başarılı olmaktır. Birey olmak, sıradan olmayan, kendine has bir karakter kazanmak demektir; kişiyi dünyanın geri kalanından ayıran ve yal-nızca yaptığı veya söylediği şeyden ötü-rü değil, ama yanı sıra kim olduğundan ötürü de unutulmaz kılan bir dizi özellik ve bir hayat tarzı kazanmak demektir. Gelgelelim, alışılmadık bir hayat inşa eden herkes felsefeci değildir. Bü-yük edebiyatçılar, görsel sanatçılar, bilim insanları, entelektüeller çoğunlukla ar-kalarında özenilecek hayatlar bırakmış-lardır. Peki, felsefecileri diğerlerinden ayıran şey nedir? Felsefeyi bir hayat tar-zı olarak uygulayanlar, kişiliklerini fel-sefi görüşlerinin sorgulanması, eleştiril-mesi ve üretilmesi aracılığıyla inşa eder-ler. Onlar yapıtlarının tesis ettiği haya-tı, öz-düşünümsel bir süreç içinde ku-rarlar. Felsefi bir hayat tesis etme projesi büyük ölçüde öz-düşünümseldir. Pierre Hadot, Klasik ve Antik Çağ’da bir hayat tarzı olarak görülen felsefenin, modern zamanlara gelene kadar nasıl bu anlayıştan uzaklaşarak hayattan koptuğunu, Sokrates’ten Wittgenstein ve Foucault’ya kadar felsefe tarihinde yaptığı okumalarla ortaya koymaya çalı-şıyor. Aslında Hadot da felsefe aracılı-ğıyla, ruhunu yitirmiş bir dünyanın ru-hunu arıyor. Avrupa’nın maneviyatını Antik Yunan felsefesinde bulmasının imkânlarını sınıyor.

F

Page 27: Kitap Zamanı

Montaigne ile Avrupa yolculuğuÖmer Bozkurt’un dilimize kazandırdığı Montaigne’in Yol Günlüğü, büyük denemecinin külliyatının en önemli ikinci parçası. Dilimize ancak üç asır sonra kazandırılan eser, zengin gözlem gücüyle öne çıkıyor. Montaigne’in yolculuğu Kuzey Fransa, İsviçre, Almanya ve İtalya’yı kapsıyor.YOL GÜNLÜĞÜ, MICHEL DE MONTAIGNE, ÇEV.: ÖMER BOZKURT, YKY, 328 SAYFA, 24 TL

YUSUF CANGÜZEL

ürlerin bir süre sonra ya-zarlarını da kendilerine

benzettiklerine inanırım. Ya-zar, içinde eser verdiği türü kendisi-ne doğru çekerken, o tür tarafından da çekilir. Belki de bunun için denemeci-ler hep iki kişilik yazarlar. Çünkü dene-me, doğası gereği en az iki kişilik bir yol-culuktur. İki kişilik sözü aslında çokluğu azaltıyor. Yoksa kırk kapısı da açık han-lar gibidir deneme; bir karnaval coşku-su, özgürlüğü taşır. Bir deneme içinde en az üç beş yazarın göze çapması, yazı sofrasına kurulmaları, hızını en çok bu özgürlükten alır. Başka yazarlardan çok-ça alıntı yaptığı için eleştirilen Montaig-ne, “Eğer onlardan daha iyi ifade edece-ğime inansaydım, alıntıladıklarımı ken-dim yazardım. Daha iyisi ifade edilmiş-ken, hem edebiyata hem de diğer yazar-lara haksızlık etmeyi istemedim.” der. Aslında Montaigne, bu eleştiriyi yüce gönüllülükle karşılarken denemenin doğasındaki tevazuyu da bilerek ya da bilmeyerek gizliyordu. Çünkü deneme, edebiyatın terkibi en zengin türüdür ve doğası gereği diğer türlere göre bağışık-lığı daha güçlü, daha dirençlidir.

ÜÇ ASIR SONRA DİLİMİZDEMontaigne’i Türkçeye ilk çeviren isim Sabahattin Eyuboğlu, bugünün mesafe-sinden bakıldığında yüz kızarıklığı ola-cak bir ifadeyi 1940’ta Denemeler’e yaz-dığı önsözde büyük bir rahatlıkla be-lirtmiştir: “Montaigne memleketimiz-de pek tanınmış olmamakla beraber…” Montaigne’in bugünkü tanınırlığı, onun kültürel ortamımıza hak ettiği ölçüde eklenmemiş olduğu anlamına gelmiyor. Birçok yayınevi tarafından özensizce ba-sılan Denemeler kanımca kültürel bir il-lüzyona sebep olmuştur. Ömer Bozkurt’un Montaigne’den çe-virdiği Yol Günlüğü’nü okurken içim cız etmedi değil. Çünkü Avrupa’nın anıt ya-zarlarından Montaigne’in külliyatının en önemli ikinci parçası, yazık ki dilimize 250-300 yıl sonra çevriliyor. Bu, kültürel hızımıza ve yönümüze dair bir veri olarak mutlaka çetelemize eklenmelidir. Belki Montaigne’in Yol Günlüğü’nde fazlasıy-la savruk ve kişisel bir metnin içine sıkı-şıp kalması bu gecikmenin gerekçesi ola-rak mevzi kapabilir; ama yapıtın modern Fransızca versiyonlarında ya da İngilizce basımlarında bu sorunların bir biçimde aşıldığını bizzat Ömer Bozkurt söylüyor. Aslında Yol Günlüğü bir dizi talih-sizliği mündemiç bir kaderle ortaya çı-kıyor. Montaigne’in el yazması not-ları, neredeyse yazıldıktan iki yüzyıl

sonra Rahip Joseph Prunis tarafından, Montaigne’den kalan şatoda, bir sandı-ğın içinde bulunur. Rahip, eseri üzerin-de birtakım tasarrufl arda bulunarak ya-yımlamayı tasarlar. Ancak el yazma-sının alındığı şatonun o zamanki sahi-bi hırsızlık ihbarında bulunur. Bu itiş ka-kış içinde gerçek bir hazineye konduğu-nu hisseden ve kitabın basımından bü-yük maddi kazanç uman yayıncı Le Jay bir punduna getirip eseri basar. Ne var ki umduğunu elde edemez. Bu başarısızlık üzerine söz alan Montaigne uzmanları, Montaigne’in Loreto’daki Meryem Ana Evi’ne ilişkin sergilediği sofuca tavır ve Papalık’a ilerici derecede sunduğu say-gının (Aydınlanma Çağı Fransa’sında) Montaigne imgesine zarar verdiğini ve ticari başarıyı engellediğini belirtiyor. Ki-tabın etrafındaki kara büyü bir türlü da-ğılmaz. Orijinal el yazması nüsha kra-lın kütüphanesine teslim edilmiştir an-cak bir daha bulunamaz. Sanki karanlık bir el, yapıtın gün ışığına çıkmasını ısrar-la engellemek istemektedir. Basım çalış-maları, özgün nüshadan çıkartılmış olan kopyalar üzerinden yürütülür. Bütün bunlara bir de orijinal el yazması nüsha-daki eksik ilk bölüm eklendiğinde karşı-mızda enikonu sorunlu bir yapıt vardır.

ZOR VE DEĞERLİ BİR METİNBilindiği gibi Fransız olmasına karşın Montaigne’in ‘anadili’ Fransızca değildir. Bu dili altı yaşından sonra öğrenmiştir. İlk öğrendiği dil Latincedir. Dönemin Fran-sızcasının kesinleşmemiş, billurlaşma-mış anlatım olanakları, bu fazlasıyla kişi-sel metne nüfuzu bir hayli zorlaştırmış-tır. Bu yapıtı kıymetli kılan, klasikleştiren özelliği, dönemi hakkındaki zengin göz-lem değeridir. Denemeler’in üçüncü kita-bının bu yolculuktan sonra yazılmış ol-ması da kitabı başka bir eser sarmalında değerli kılıyor. Denemeler’de Paris’i anlat-tığı bölümde Montaigne, “Sonradan baş-ka şehirler gördükçe onun güzelliğine daha derin bir sevgiyle bağlandım.” diyor. Kitabın ilk bölümü başka bir yazman tarafından yazılıyor. Ve Kuzey Fransa, İsviçre, Almanya, İtalya’yı kapsayan bö-lümleri içeriyor. İkinci bölümü Montaig-ne Fransızca kaleme almış, üçüncü bö-lüm İtalyanca, dördüncü ve son bölüm yine Montaigne’in Fransızca yazdığı sayfalar şeklinde biçimleniyor. Denemeler’in her çeviriden sonra Türkçede ulaştığı olgunlukla karşılaştı-rıldığında hayli zor bir metin var karşı-mızda. Ama Ömer Bozkurt’un bu gözü pek çabası Türkçeye çok kıymetli bir kitap kazandırmış. Has okurun mutla-ka kapısını çalacağı, bahçesinde ağırla-yacağı bir eser.

T

27

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI GEZİ-ÖYKÜ

Dehasını hayatına koyduÖzdemir Asaf’ın “O, kimseye ‘bana benzer’ demeden herkesi kendisi-ne benzetmeye çalışmışlardan biridir.” diye tanımladığı Oscar Wilde, Mürver Ağacı adıyla yayımlanan toplu hikâyeleriyle bir kez daha okur karşısında. Kitap, sıra dışı yazarı tanımak için iyi bir fırsat. MÜRVER AĞACI, OSCAR WILDE, ÇEV.: SUAT ERTÜZÜN, CAN YAYINLARI, 327 SAYFA, 24 TL

TEMEL KARATAŞ

ngiliz edebiyatının en ba-şarılı ve parlak yazarların-

dan biri kabul edilen Oscar Wilde, Anglo-Amerikan edebiyatına yön vermiş bir isim olarak da bilinir. Victoria döneminin en ünlü yazarı olmayı ve Paris’teki bir otel odasın-da sefalet içindeki ölümü aynı haya-ta sığdırmayı “başaran” sıra dışılığı, edebiyatına da yansımıştır. Kırk altı yıllık yaşamında, Kraliyet Okulu ve en iyi kolejlerde tahsil, birbirinden değerli başarı ödülleri, zaman za-man şaşalı bir yaşamın yanı sıra kü-rek mahkûmluğu ve sefaletle ge-çen yılların yan yana durması, ede-biyatını da sıra dışı kılmıştır. Özde-mir Asaf, “Etraf beyaz mıdır? Oscar Wilde kara olacaktır. Etraf kara mı-dır? O ak olacaktır. Karşısında halim selim insanlar mı vardır? O ukalâca küstah olacaktır…” derken aslında bu sıra dışılığın niteliğini tarif eder. Tıpkı Baudelaire ve Mallarmé gibi, modernist edebiyatın öncü-sü olarak anılan Wilde, yalnızca edebiyatıyla değil, sanat ve ede-biyat üzerine eleştirileriyle de 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. De-hasını hayatına kattığını, eserleri-ne yalnızca yeteneğini koyduğunu söyleyen yazarın karmaşık sanatçı kişiliği bugün de çok sayıda insa-nın ilgi alanındadır. Hikâyeleri, ro-manı, masalları, şiirleri, denemele-ri, hatipliği, esprileri ve elbette öz-deyişleriyle olduğu kadar dış görü-nüşüyle de çağının ahlâkına cesur eleştiriler getirmiştir.

HER BİRİ KLASİKLEŞMİŞ HİKÂYELERMürver Ağacı, Oscar Wilde’ın ede-biyatta nasıl bir evren ve zihin dün-yasında tur attığının izlenebilme-si için iyi bir fırsat. Ağırlıklı ola-rak hikâyelerin bir araya getirildi-ği kitapta düzyazı şiirler de yer alı-yor. Oscar Wilde’ın masal ve ro-mantik alegori alanındaki başarı-sını ortaya koyan “Mutlu Prens”, “Bülbül ve Gül”, edebi yaratıcı-lık ve üretkenlikteki benzersizliği-nin en iyi örneklerinden “Lord Art-hur Savile’in Suçu”, “Nar Evi” ve di-ğer hikâyelerinin toplu olarak bulu-nabileceği Mürver Ağacı, 1888’den 1894’e kadar altı yıllık bir üretkenli-ğin bütünsel şeması adeta. Mürver Ağacı’nda toplanan ve Wilde’ın yazar yönünü ortaya koyan hikâyeler birçok edebi üslubun örül-düğü, her biri klasikleşmiş hikâyeler.

“Mutlu Prens” ile “Bülbül ve Gül”de aşkın en sembolik halleriyle bir me-lankoli fonu oluşturulurken, “Örnek Milyoner”de dönemin toplumu-nun maddeciliği yalın bir üslup ve sivri bir mizahla eleştiriliyor. “Lord Arthur Savile’in Suçu” ve “Canter-ville Hayaleti”, Victoria döneminin ahlâkını yansıtıyor. Her biri başyapıt niteliğindeki bu hikâyeler, sıra dışı ustayı tanımak için iyi bir fırsat.

WILDE SADECE VECİZE YAZARI MI?Geçtiğimiz yıl, eserlerinden alın-tıların bir televizyon dizisinin dış seslerini süslemesi, ülkemizde ge-niş kitlelerce “aforizma tavuğu” ve “aşk vecizecisi” olarak bilinen Os-car Wilde’a ilişkin bu algıyı güçlen-dirdi. Özellikle “her insan sevdiği-ni öldürür” dizesi internet sitelerin-de büyük ilgi gördü. “Kadınlar anla-şılmak için değil, sevilmek için var-dır.” (“Sırrı Olmayan Sfenks”) gibi birçok cümlenin, aslında hikâye kahramanlarının diyaloglarından parçalar olduğu algılanamadı. Hat-ta onun gerçekçi bakışının örne-ği olarak gösterilebilecek, “Roman-tizm zenginlerin ayrıcalığıdır, işsiz-lerin harcı değil. Yoksullara gerçek-çi ve sıradan olmak düşer. Onlar için hayranlık verici olmaktan yeğ-dir kalıcı gelir sahibi olmak.” (“Ör-nek Milyoner”) cümleleri, internet sitelerinde dolaş dolaşa, “Aşk zen-ginlerin ayrıcalığıdır. Fakirler pratik zekâlı ve sıradandır. (sıradan olma-lıdır vb.)” gibi anlam yoksunu cüm-lelere dönüştürüldükten sonra, al-tına Oscar Wilde imzası atılarak bu “anlamsız” cümlelere yeniden an-lam kazandırıldı! Birçok dünya yazarının ülkemiz-de “haplaştırılarak” kullanılması, yalnızca edebiyatın yeri hakkında fi kir vermekle kalmıyor, “geleceğin okuru” hakkında da ipucu sağlıyor bize. İşin aslı, Oscar Wilde açtığı her beyaz sayfaya bir vecize konduran yazarlardan değildi. O halde, tüm zamanların yazarı, açtığı her inter-net ya da kitap sayfasında iki satırlık vecizeler görmek isteyen okur türü-nün yeşerdiği bir zamana da şahitlik ediyordu. Hal buyken, yayınevinin Oscar Wilde’ın toplu hikâyelerini Suat Ertüzün’ün, “Mutlu Prens”teki masal duygusunu, yalınlığı ve çarpı-cılığı Türkçeye kusursuz aktaran çe-virisiyle yayımlamak yerine, Oscar Wilde’dan vecizeler içeren bir cep kitabı derlemesi daha “kullanışlı” olabilirdi!

İ

Page 28: Kitap Zamanı

MEHMED

MEHMEDOĞLU

Eylül darbesi, çok çeşit-li yönlerden Türkiye’de yaşanan diğer darbeler-

den farklılık gösterir. Hiçbir darbe, ken-disinden sonraki zaman aralığı üzerin-de bu denli köklü etkiler bırakmamış-tır. Bugün hâlâ 12 Eylül mahsulü bir anayasa ile yönetildiğimiz düşünülür-se durumun vahameti daha iyi anlaşı-lacaktır. 12 Eylül’ün getirdikleri, toplu-mun hemen her katmanında gözle gö-rülür bir biçimde hissedilirken, asıl etki en çok sanatta, özellikle şiir ve roman-da gösterir kendini. Denilebilir ki, ede-biyatımızdaki dönüşüm, kendiliğin-den değil, bir müdahale sonucu yeni-den şekillenmiş, etkisini kendisinden çok sonra gelecek kuşaklara değin sür-dürmüştür. Genç akademisyen Meh-met Özger, Türk Romanında 12 Eylül adlı çalışmasında, 12 Eylül darbesinin sebep olduğu bu etkiyi, darbe dönemi-ni veya sonrasını konu alan romanlar üzerinden tartışıyor. Bilge Karasu’dan Latife Tekin’e, İbrahim Yıldırım’dan Ali Teoman’a, Zülfü Livaneli’den Oya Baydar’a kadar pek çok yazarın yapıt-larına odaklanan kitapta, darbe döne-minin bir panoramasını çıkararak çe-şitli meseleleri romanlar üzerinden in-celemeye çalışıyor yazar.

DARBE VE BELLEKMehmet Özger, kitabında öncelik-le Osmanlı’dan günümüze kadar “bi-rey” kavramını ve onun iktidar kar-şısındaki konumunu tartışmaya aça-rak 12 Eylül’e gelene değin nasıl bir “birey” tasavvuru bulunduğunu ve bu tasavvurun hangi etkenlerle ku-şatılmış olduğunu, darbe sonrasında ne tür dönüşümler geçirdiğini orta-ya koymaya çalışıyor. Kitabın hemen başında 12 Eylül 1980 öncesi Türk ro-manındaki eğilimleri belirttikten son-ra, konusunu dolaylı ya da doğrudan biçimde 12 Eylül darbe ortamından veya sonuçlarından alan romanlar üzerinden bellek meselesini tartışma-ya açıyor. Özger, 12 Eylül darbesinin asıl hedefi olan belleğin bir tür unutu-şa teslim edilmesinin Türk romanın-da nasıl şekillendiğini, oluşturulmaya çalışılan anlam haritasının hangi di-namiklerle örülü olduğunu, roman-cılığımızın bu girişime ne tür tepkiler verdiğini gözler önüne seriyor kitabın ikinci bölümünde. Tarifi yapılan “bireyin” zaman için-de çeşitli iktidar aygıtları aracılığıy-la nasıl baskı altına alındığını, iktida-

rın çok çeşitli yüzlerinin birey üzerinde nasıl bir tahakküme yol açtığını göste-ren kitap, dördüncü bölümde özellikle Türk sinemasında çokça işlenmiş olan darbe sonrası travma sürecine odakla-nıyor. Etkileri ancak yıllar sonra orta-ya çıkan ve Kemal Sayar’ın “Eylül Yor-gunluğu Sendromu” olarak adlandır-dığı durumun gerek toplumsal hayata, gerekse Türk romanına yansımalarını konu edinen bu bölümde, yaptığı bir-takım belirlemeleri romanlardan alın-mış cümlelerle destekliyor yazar. Ki-tabın (bence asıl önemli olması gere-ken fakat kısa tutulan) son bölümün-de 12 Eylül’e odaklanmış romanların poetikasına değinen akademisyen, bu romanlardaki poetik izlekleri, anlatım tekniklerini, karakterleri ve mekân ta-sarımını ele alıyor.

BİLİNEN TESPİTLERİN ÖTESİNE GEÇEMİYORMehmet Özger’in kitabı hiç şüphesiz konuyla ilgili ilk çalışma değil. 12 Eylül’ü konu alan romanlarla ilgili pek çok eleştirmenin önemli değer-lendirmelerine farklı bir pencereden bakmaya çalışıyor kitap. Edebiyat te-orileri ve roman kuramlarından çok siyaset felsefesi, sosyoloji ve felsefe-den yola çıkarak birtakım belirmeler-de bulunmaya niyetleniyor. Böyle olunca, inceleme nesnesinden kopa-rak daha çok edebiyat dışı birtakım referanslar verdikten sonra, bu refe-ransları romanlardan alınan kimi tes-pitlerle destekliyor yazar. Yer yer öz-gün tespitlere (örneğin, bu romanlar-da yer alan “öteki” algısına) rağmen kitap bilinen bazı tespitlerin ötesine geçemiyor ne yazık ki. Bu durumun bir nedeni, inceleme nesnesine doğru yöntemlerle yaklaşamamak, daha açık söylemek gerekirse edebiyat dışı birtakım referanslarla yola çıkmaksa, bir diğer nedeni de Türkiye’deki tez yazım sorunlarıyla doğrudan ilişkili kanımca. Günümüz Türkiye’sinde, akademilerde üretilen yüksek lisans ve doktora tezlerinin çoğunlukla, or-taya konulmuş bir meselenin başka kaynaklarca desteklenmesi dışında bir üretime sahne olmadığını, özgün dü-şünce ve kavramsal bir çerçeve üret-mekten uzak olduğunu söylemek ge-rek. Mehmet Özger’in kitabı, her ne kadar konusuna kendi kuramsal çer-çevesi dışından bakmaya çalışıyorsa da bu romanları edebiyat dışı bir yak-laşımla ele aldığı için zaman zaman konunun uzağına düşüyor. Böylece bir tez olarak başarılı sayılabilecek ça-lışma, bir kitaba dönüştüğünde eksik-liklerini de gözler önüne seriyor.

12 Eylül’e romanla bakmakMehmet Özger, Türk Romanında 12 Eylül adlı çalışmasında, 12 Eylül darbesi-nin edebiyatımıza etkisini romanlar üzerinden tartışıyor. Bilge Karasu’dan Latife Tekin’e, İbrahim Yıldırım’dan Ali Teoman’a kadar pek çok yazarın yapıt-larına odaklanan kitapta, darbe döneminin bir panoramasını sunuyor yazar.TÜRK ROMANINDA 12 EYLÜL, MEHMET ÖZGER, KAKNÜS YAYINLARI, 256 SAYFA, 14 TL

12

28

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI İNCELEME

Edebiyat konuşulurdu oralardaTurgay Anar’ın, “Yeni Türk Edebiyatı’nda Edebiyat Mahfilleri” alt başlığıyla yayımlanan Mekândan Taşan Edebiyat adlı kitabı ciddi bir literatür tarama-sı. Anar çalışmasını İstanbul’la sınırlamamış ve kitaba kahvehanelerin yanında paşa konaklarını, otelleri ve lokantaları da dâhil etmiş.MEKÂNDAN TAŞAN EDEBİYAT, TURGAY ANAR, KAPI YAYINLARI, ??? SAYFA, 24 TL

YUSUF GÜNDÜZ

amanın çarkına giren her şey eskiyor, unutuluyor bir köşede. Hayatımızda

mevcudiyetini canlı bir şekilde koruyan çok az şey var. Değil geçen yılların, saat-lerin bile esamisinin okunmadığını, ha-yatımızda hatırasının olmadığını düşü-nünce aslında geçmişsizliğe doğru hız-la ilerlediğimiz gerçeğiyle yüzleşmek zo-runda kalıyoruz. Böyle bir döngüyü kır-mak için üç yıl önce Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin (ES-KADER) gayretleriyle bir toplantı dü-zenlenmişti. Bir nisan ayında cumartesi günü gerçekleşen buluşmada eski ede-biyat ve kültür ortamlarından Marmara Kıraathanesi’nin son müdavimleri yani ‘Marmaratörler’ bir araya gelmişti. Beya-zıt Meydanı’nının hatıralarında gizlen-miş ve günümüzde izine rastlanmayan bu kıraathanenin hatırası dinleyicilerin zihninde oldukça derinmiş ki saatler sür-dü bu zevkli sohbet. Teşkilat Tevfi k’ten Deli Filozof’a, Necip Fazıl’dan Mükrimin Halil Yinanç’a uzanan hatıralar silsilesi-nin devamını talep etti katılımcılar. Bu toplantı sonrasında İstanbul’un bu kül-tür hazinesi benzerleriyle beraber nazara verilmeye başlandı. Bu minvalde yayım-lanan kitaplardan biri, Mekândan Taşan Edebiyat. Bu araştırma Turgay Anar’ın zahmetli çalışmasının sonucunda ortaya çıkmış. “Yeni Türk Edebiyatı’nda Edebi-yat Mahfi lleri” alt başlığıyla yayımlanan kitap, içinde ciddi bir literatür taramasını barındıran bir doktora tezi aslında. Kitabın hazırlanma sürecinin yo-ğun geçtiğini anlatıyor yazar önsözün-de. Onlarca dergi, kitap ve arşivin ta-ranmasıyla tamamlanabilmiş bu süreç. Tabi bu kültürel ortamlardan nasibini almış insanlarla, yani sözlü kaynaklarla kurulan iletişim de çalışmaya renk kat-mış. Mekândan Taşan Edebiyat’ta Tur-gay Anar alanını İstanbul’la sınırlamı-yor. Çalışmasına kahvehanelerin yanın-da paşa konaklarını, otelleri ve lokanta-ları da dâhil ediyor.

EDEBİYAT MAHFİLİ NEDİR?

Çalışmanın özellikle ilk kısımları bir kav-ramı tanımlamaya ve anlamlandırma-ya ayrılmış. Kitabın daha başında “ede-biyat mahfi li”ni tanımlamak için zemin hazırlıyor yazar. Bunu yaparken de ka-non kavramına dair farklı yaklaşımları aktarıyor. ‘Kanon’ bahsinin hemen ar-dından edebiyat mekânlarının, yahut yazarın özel bir ısrarla kullandığı şekilde ‘mahfi l’lerinin tarihçesine göz gezdiriyo-ruz. Zengin paşaların ve beylerin konak-larında sanatçıların ağırlanması ve bu

toplantılara katılanların dönemin edebi-yat âleminde prestij sahibi olması eski-lere dair bildiklerimizden. Her yazar-şair katıldığı toplantıya ve himayesini gördü-ğü zâta göre değerlendirilirmiş vaktiyle. Belli muhitlerde edebî toplantılar düzen-lenir, bunu dönemin zenginleri ve ma-kam sahipleri himaye edermiş. Böyle ev-lerin varlığını divan şairlerinden beri bi-liriz. Anar’ın kadrajı ise daha çok Tan-zimat sonrasındaki muhitleri içine alı-yor. Bu dönemde sadece konaklar ve ya-lılar yok listemizde. Yazarların takıldı-ğı mekânlar çoğalmış git gide. Kahveha-nelerde rastlıyoruz şairlere ve yazarlara, bazen lokantalarda, bazen otellerde... Bu mahfi llerden bazıları Cumhuriyet’in ilk yıllarında tek tük Ankara’ya doğru kay-sa da İstanbul edebiyatın ve edebiyatçı-ların sığınağı mekânlar açısından her za-man gözde olmaya devam etmiş. Recaizade Mahmut Ekrem’in yalı-sından Safarim Kıraathanesi’ne, hatta Lambo’nun meyhanesine geniş bir yel-pazeye yayılıyor mekânlar. Sonra edebi-yatçıların evlerine konuk oluyoruz. Ki-tapta bahsi geçen her bir ev dönemin yazar-çizer takımının uğrak yeri, yani edebiyatın bir mahfi li aynı zamanda. Sa-nat ve edebiyat bahislerinin demlendi-ği bu mekânlar eski zamanlarda bir paşa konağı, sonraları ise imkânı olan, daha doğrusu bir göz evi de olsa gönlü açık edebiyatçıların evleri oluvermiş. Bu yö-nüyle Cenap Şehabettin’in yetiştiği Şeyh Vasfi ’nin konağıyla Adalet Cimcoz’un, Sabahattin Eyüboğlu’nun evi aradan asırlar geçse de aynı amaca hizmet et-miş. Bir edebiyat mahfi line müntesip ol-mak, zannettiğimizden daha elzem bir mesele eski edebiyatçılar için. Bunu Sait Faik’in Rıfat Ilgaz’a fısıldamasından bili-yoruz: “Eğer buralara düzenli gelmezsen entelijansiya seni yazardan saymaz.” Şimdilerde devam eden iki edebi-yat mahfi linden de bahsediyor kitap. Es-kisi kadar meşhur olmasa da bir hatıra-nın tülü olarak bakabiliriz buralara. Bun-lardan biri Çiçek Pasajı’nda Cevat Ça-pan etrafında toplanan bir grup, diğeriy-se Türk Dili dergisinin kurucusu Ahmet Miskinoğlu’nun kurduğu ve 80’lerden beri Kadıköy’de toplanan Perşembeciler. Turgay Anar’ın bu meşakkatli uğraşı bizce kütüphaneleri şenlendirecek bir kültür tarihi. Edebiyatın hatıralarda kal-mış, tozlu rafl arda ve eski dergi sayfala-rında unutulmuş birçok nüktesi cımbızla seçilmiş ve okura sunulmuş. Anar’a kita-bın sonuna eklediği fotoğrafl ar için de ayrıca teşekkür etmek lazım. Bu tür çalış-maların zamana ve zemine göre çeşit-lenmesini ümit ederek sözü sonlandır-mak da bizim vazifemiz.

Z

Page 29: Kitap Zamanı
Page 30: Kitap Zamanı

MUSA GÜNER

asal dünyamız kar-makarışık. İyi kötü,

bizden olan olmayan bir yığın kahraman, çocukların zihninde ci-rit atıyor. Masalın çocukların olmazsa ol-mazı kabul edilmesi, her çocuğun mutlaka masal okuması gerektiği ön kabulü ve ma-sal kelimesinin çocukla özdeşleşen masu-miyeti yol açıyor bu duruma biraz da. Ger-çekte masal ne çocukların olmazsa olmazı-dır, ne de bir çocuk kadar masumdur. Kar-şısında çok dikkatli olunması gereken, bir bilgisayar virüsü gibi zihinlere girip orada yer eden bir olgudur neticede. Masalların çocuk zihinlerinde geçiş üstünlüğü var, bi-zim tarafımızdan kurulan. Bu düşünceler ışığında baktığımız-da masal dünyasında uçuşan çoğu kah-ramanın belli bir yaşa gelmemiş çocuk-larda olumsuz etkiler yaptığını görme-mek imkânsız. Özellikle kültürümüze ya-bancı birtakım kahramanlar, çocuklar için sakıncalı sayabileceğimiz davranışları da pervasızca sergileyerek zihinlerde birer örnek oluşturuyor. Sözün tam da burasın-da akla hemen şu soru geliyor: Neden bi-zim milli bir masal kahramanımız yok? Bu soruya verilen hiçbir cevap yoktur ki için-de Keloğlan geçmesin. Keloğlan ‘milli’ olmaya en yakın du-ran masal kahramanımızdır. Bu potan-siyeli taşıyor, ancak bugüne kadar onun hakkında bizim masalımızın en kahraman kişisi budur diyemedik. Çünkü Cumhuri-yet döneminde yapılan derlemelerde kar-şımıza çıkan Keloğlan, bu milletin karak-terinden süzülüp gelmiş, onun zekâsını, inceliklerini ortaya koyan bir tip değildi. Daha çok bir ideolojinin temsilcisi, ama-cına ulaşmak için her yolu mübah sayan, sık sık hilelere başvuran biriydi o. Şimdilerde yazarlar Keloğlan konu-suna yeniden dönmüşe benziyor. Kahra-manı Keloğlan olan özgün masallar yazı-lıyor. Gonca Yayınları’ndan çıkan Özgün

Keloğlan Ma-salları Serisi’nin ilk kitabı, daha önce yayımlanan Erdoğan Tücan imzalı Keloğlan’ın Kemeri’ydi. Ya-yınevi şimdi masalların ikincisini de ya-yımladı. Keloğlan Aramızda-İksir adını taşıyan kitabı Erol Ergün kaleme almış. Ergün’ün kitabı ‘milli ve yerli’ olma yo-lunda bir Keloğlan tipi ortaya koyuyor. Buradaki Keloğlan ideolojik kisveye bü-ründürülen sözlü masallardakinden bir hayli farklı. Aslında yine cin gibi, cesur, sorunlara hemen kendince çözüm bulan biri. Fark bunları iyilik ve insanlık adına yapıyor olması. Keloğlan Aramızda-İksir, Keloğlan’ı “bir düşüncenin alması”yla başlıyor. Bu durum anasının gözünden kaçmıyor ve “A be-nim güzel oğlum, kel kafalım selvi boylum, iyi kalpli güzel huylum. Senin bir derdin var. Düşünürüm bulamam, çekinirim so-ramam. Sen de anlatmazsın derdini. Söyle bana keleş oğlum, bu bir gönül işi mi, hangi padişahın kızına âşık oldun? Hangi prenses için sararıp soldun?” diyor. Keloğlan’ın bu seferki derdi ne padişahtır ne de prenses. Keleş oğlanın anasına cevabı şöyle: “Benim masallarımı okuyan, onları dinleyerek bü-yüyen çocuklar var ya… Onları merak edi-yorum ana. Onların yaşadığı çağa gitmek,

onlarla bera-ber olmak istiyorum.

Onları yakından inceleyip benden öğrendikleri güzellikleri mi yaşıyorlar, yok-sa doğru yoldan mı şaşıyorlar görmek isti-yorum. Lakin bu arzumun gerçekleşme-si zor. Hatta Kafdağı’na gitmekten, padişa-hın sarayına gizlice girmekten bile zor. Be-nim derdimin çaresi yoktur güzel anam.” Çözüm anadadır. Keloğlan’ın ve eşe-ğinin bugüne gelmesinin iksiri onda-dır. Evladının acısına dayanamaz ve on-dan ayrılma pahasına iksiri ona verir, geri dönüşü olmadığını da ekleyerek. Keloğ-lan iksir sayesinde kendini İstanbul’da Eminönü meydanında, kalabalığın için-de bulur. Ve Keloğlan’ın günümüzdeki macerası böylece başlar. Bundan sonrası Keloğlan’a aşina çocukların “Keloğlan bu devirde yaşasaydı, nasıl biri olurdu?” so-rusuna cevap vereceği şekilde gelişir. Ergün’ün kitabı akıcı bir dille kurgulan-mış. Günümüzdeki sosyal sorunları çözme potansiyelindeki Keloğlan tipinin bir örne-ğini ortaya koymuş. Akıcı bir dil, sürükleyi-ci bir üslupla… Kitabın başında verilen kla-sik masal tekerlemesi ve içeride yer yer başvurulan tekerlemeler de çocukların ge-leneksel masalı hatırlamasını sağlayan gü-zellikler. Yeni Keloğlan tipi Abdussamed Başer tarafından görselleştirilmiş.

M

KÝ TAP ZA MA NI ÇOCUK 6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝ

Gonca Yayınları, Erdoğan Tücan imzalı Keloğlan’ın Kemeri adlı kitap-la başladığı, kahramanı Keloğlan olan özgün masallar serisine bir yenisini ekledi: Keloğlan Aramızda-İksir. Erol Ergün’ün kaleme aldığı kitap, “milli ve yerli” bir Keloğlan tipi ortaya koyma amacında.

Keloğlan hâlâ aramızda Dünyada renkler olma-saydı ne olurdu? Mavi-bulut Yayınları, çocuk okura tabiat ve çevrey-le ilgili bir tefekkür kapı-

sı açıyor bu kitabıyla. Renkleri İcat Eden Profesör, yayınevinin eğlenceli öyküler serisindeki altıncı kitabı; okurken eğ-lendiren ve eğlendirdiği için de oku-mayı sevdiren bir eser. Kitap, üç öykü-den oluşuyor: “Renkleri İcat Eden Pro-fesör”, “Park, Peri ve Belediye Başka-nı”, “Gökten Üç Elma Düşmüş”… İlk öykü, çılgın profesörün sevimli köpe-ğiyle birlikte dünyayı nasıl rengarenk yaptığını anlatıyor.

Renkleri kim icat etti, bilen var mı?RENKLERİ İCAT EDEN PROFESÖR, DİLEK AYKUL BİSHKU, MAVİBULUT, 88 SAYFA, 7 TL

Müge İplikçi imzalı kitap, 360 Derece Tarih Araştır-maları Derneği’nin deniz arkeolojisi çalışmalarından biri olan “Foça-Marsilya

Tarihe Yolculuk” projesini çocuklara ta-nıtmak için hazırlanmış. Antik Çağ ba-tıklarından yola çıkılarak inşa edilen gemi, Kibele’nin yolculuğundan esinle-niyor. “Alerjisi yüzünden aşıdan korkan Kerem’in kâbusu gerçek olur: Okulda aşı günüdür! Çocukların hepsi de o kadar çok, o kadar çok ağlarlar ki, sıradan bir aşı günü, ancak çok eski çağlarda yaşanacak bir serüvene dönüşüverir.”

Aşı korkusuyla eski çağlara...ACAYİP BİR DENİZ YOLCULUĞU, MÜGE İPLİKÇİ, GÜNIŞIĞI KİTAPLIĞI, 100 SAYFA, 13 TL

KELOĞLAN ARAMIZDA-İKSİR, EROL ERGÜN, GONCA YAYINLARI, 186 SAYFA, 9,90 TL

30

İstanbul hakkında çocuk-lar için yazılmış kitaplara bir yenisi eklendi. Han-gi şehirde yaşıyor olur-sak olalım İstanbul hepi-

mizin İstanbul’udur. Binlerce yıl öteye uzanan bir tarihin mesajlarıyla dolu bir şehirdir orası. Ama o mesajları okuya-bilmek ve şehrin dilini çözmek gerek. İşte Zehra Aydüz’ün kaleme aldığı ki-tap, okuru Osmanlı Devleti’ne asırlar-ca başkentlik yapmış güzel İstanbul’un, taşı toprağı tarih dolu sokaklarında dolaştırmayı ve tarihin dilini çözmeyi amaçlıyor. Kitap Sevgi İçigen’in resim-leriyle görselleşmiş.

İstanbul’un taşı toprağı tarih TAŞI TOPRAĞI TARİH İSTANBUL, ZEHRA AYDÜZ, UĞURBÖCEĞİ YAYINLARI, 142 SAYFA, 6,50 TL

Meraklı dedektif Ines, yeni maceralar peşinde. Oto-büsteki yolculardan biri öldürülür. Polis teşkila-tı hemen olayla ilgili so-

ruşturma başlatır. Araştırmaların sonu-cunda birçok farklı ülkeden kullanıcıla-rın, internet üzerinden oynadığı bir bil-gisayar oyunu ile karşılaşılır. Ancak so-run bununla çözülmez. Asıl suçlu diğer oyunculardan nasıl ayırt edilecek? Bazı önemli ayrıntılar meraklı dedektifi n gö-zünden kaçmaz. Bakalım, heyecan ve gi-zem dolu bu olay nasıl açığa kavuşacak?

Hikâyeci Şemsettin Yapar bu kez çocuklar için maceralı bir roman kaleme almış. Zambak Ya-yınları etiketiyle çıkan Müthiş Dedektif isimli ki-tap, biraz sakar, biraz evhamlı bir dedektifi n, Rüştü Çakmak’ın maceralarını anlatıyor. Çak-mak, kendince kuralları olan, gözü kara, acar

bir dedektif. Hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkıyor ve en karmaşık olayları kolayca çözüyor! Veya öyle düşünüyor, çün-kü ne olay onun gördüğü gibi karmaşıktır, ne de ortada dedek-tifl ik bir durum vardır. Çoğu girişiminde ortalığı karıştırıp em-niyet görevlilerinin işini zorlaştırsa da onun bu maceraları sos-yal birtakım çarpıklıkları gözler önüne serdiği için önemlidir.

Kısa, nükteli ve şaşırtıcı metinler, farklı bir an-latım tarzı. Yer yer hikâye, yer yer deneme. Or-han Bilir’in kaleme aldığı Ekmek Arası Köfte kla-sik bir hikâye kitabı gibi başlıyor. Ama ilerleyen sayfalarda yazar okurunu şaşırtıcı ve eğlenceli bir dünyaya doğru çekiyor. Sokak isimlerine, sayıla-

ra, kelimelere, her gün kullandığımız ama ayrıntılarını çok fark etmediğimiz eşyalara her zamankinden farklı bir gözle bakma-yı öneriyor. Matematikten, ren geyiğinden, gözyaşı kutusundan ve musluklardan söz açıyor. Kimi zaman yer sofrası ile yemek masasını konuşturuyor, kimi zaman da okuru peribacaları ile il-gili bir proje ödevinin hazırlanma aşamalarına misafi r ediyor.

Dedektif Ines, macera peşinde

Kolombo’nun vârisi müthiş dedektif Rüştü ÇakmakEkmek arası biraz iyilik biraz eğlence KATİLİN OYUNU, JEAN-LUC LUCIANI, CARPE DIEM, 173 SAYFA, 9,50 TL

MÜTHİŞ DEDEKTİF, ŞEMSETTİN YAPAR, ZAMBAK YAYINLARI, 96 SAYFA, 5 TLEKMEK ARASI KÖFTE, ORHAN BİLİR, MUŞTU YAYINLARI, 82 SAYFA, 4,50 TL

Page 31: Kitap Zamanı

YAVUZ ULUTÜRK

ransız polisiye yazarı Jean-Christophe Grangé’yi, Türk

okurlar ilk kez Kızıl Nehir-ler adlı romanıyla tanıdı. Yazarın ikin-ci kitabı olmasına rağmen, Türkiye’de yayımlanan ilk eseriydi. Ardından Taş Meclisi geldi ve sonra yazarın yayımla-nan ilk kitabı Leyleklerin Uçuşu… Son-ra diğerleri: Kurtlar İmparatorluğu, Siyah Kan, Şeytan Yemini, Koloni ve Ölü Ruhlar Ormanı. Her birini bir çırpıda okuduğu-mu hatırlıyorum. Sadece son kitabı Ölü Ruhlar Ormanı’nı, askerde botlarla uy-gun adım yürümekle meşgul olduğum günlerde yayımlandığı için temin ede-memiş, okuyamamıştım. Ta ki Sisle Ge-len Yolcu yayımlanana kadar. Bilen bilir, yazarımızın mitolojiye hay-li merakı var. Sisle Gelen Yolcu’da Grangé yine seri cinayetlerin peşinden sürüklü-yor okuru. Fransa’nın değişik şehirlerin-de gerçekleşen bu cinayetlerin her biri mi-tolojik bir efsaneden esinle işleniyor. Ro-man, hafızasını kaybetmiş, kimliksiz, dev cüsseli bir adamın Saint-Jean tren garında baygın halde bulunmasıyla başlıyor.

İLK KEZ BİR KADIN POLİS…Sisle Gelen Yolcu yazarın diğer kitapla-rında olduğu gibi iki ana karakter üze-rinden ilerliyor. Grangé iki karakter ara-sındaki geçişleri birkaç sayfalık kısa bö-lümlerle sağlamış. Fakat bu iki karakte-re ait iki ana hikâyeden bahsetmek pek mümkün değil. Romanımızın esas oğ-lanı Mathias Freire isimli bir psikiyatr. Garda bulunan adam, Freire’in çalıştığı hastaneye getirilmiştir. Freire, tedavi sü-recinde adamın bir çeşit amnezi hastası olduğunu ve psikolojik bir kaçış yaşadı-ğını teşhis eder. Fakat kimliği belirlene-meyen bu dev adamın baygın bulundu-ğu garda, kafasına boğa başı geçirilmiş bir de ceset bulunmuştur. Böylece başka bir seyre giren soruşturmanın başında, başkomiser olarak ilk cinayet dosyasını araştıran Anaïs Chatelet yer almaktadır. Belirtmekte fayda var, Grangé romanla-rında ilk kez bir kadın kahramana tes-lim ediyor cinayet vakalarını. Genç po-lisimiz üstelik çok da hırslı. Çünkü yıl-lar önce babasının iki yüzden fazla siya-si tutuklunun katili kabul edilen bir iş-kenceci olduğunu öğrenmiş ve polis ol-maya karar vermiştir. Gelelim psikiyatr Freire’e… Hikâyenin ana çizgisi onun üzerinden ilerliyor. Arka kapak yazısını okuyunca anlamakta zor-lanıyorsunuz önce. Kıvrak zekâsı ve sağ-lam polisiye kurgusuyla tanıdığınız bir yazarın kitabını elinizde tuttuğunuzu bi-liyor olsanız bile… “Ben gölgeyim. Ben avım. Ben Katilim. Ben hedefi m. Kurtul-

mak için tek çarem var: Diğerinden kaç-mak. Peki ya diğeri de bensem.” Biraz kafa karıştırıcı gelebilir ama 677 sayfa-lık roman ilerledikçe düğüm yavaş yavaş çözülüyor ve okur gerçekten iyi bir fi na-le hazırlanıyor. Daha romanın ilk cüm-lelerinde ipuçlarını vermeye başlıyor ya-zar. Gelgelelim bu ipuçları, ilerleyen say-falarda bir pazılın parçaları gibi birbirini tamamladığı zaman bütün resmi göste-riyor okura. Tabii payınıza ne düşeceğini, polisiye kurguya ve yazarın tarzına aşi-nalığınız belirleyecek. Burada konuyu biraz açmakta fayda var. Daha doğrusu matruşkaları… Bilin-diği gibi bu Rus bebekler bir tane gibi gö-rünse de içlerini açtıkça, bir tane daha, bir tane daha çıkar… Romanda Grangé bu metaforu kullanıyor. Başkahramanımız Freire, roman ilerledikçe tıpkı matruş-ka bebekleri birbirinin içinden çıkarır gibi bazen geçmişine bazen geleceğe yolculuk yapıyor. Ve her seferinde yeni bir isim ve yeni bir hayat çıkıyor karşısına. Freire ro-manda matruşka bebekleri bir bir açtıkça değişik karakterlerle karşılaşıyoruz: Vik-tor Janusz, Narcisse, Nono lâkaplı Arno-ud Chaplain ve François Kubiela. Elbet-te, her şeyi anlatıp romanın sırrını ortaya dökecek değiliz… Sadece roman boyun-ca bavulsuz bir yolcuya eşlik edeceğimizi söyleyip gerisini sadık ve meraklı okurlar için kitaba havale edelim. Romanda Fransa, şehirleri sokakla-rı ve mimarisiyle hayli yer tutuyor. Ki-

tabı okurken bir yandan da Paris’i, Bordeaux’yu, Nice’i, Marsilya’yı geziyor; köprüleri, otogarları, tren garlarını do-laşıyorsunuz. Ayrıca işlenen cinayetlerin mistik arka planları bir bir ortaya çıkar-ken Yunan mitolojisinin içinde buluyor-sunuz kendinizi. Resim sanatına dair pek çok ayrıntıya vâkıf oluyorsunuz. Müzik ise başkomiser Anaïs’in vazgeçilmezi…

SİSLE GELEN YOLCU MU?Sisle Gelen Yolcu’nun kapağını beğen-mediğimi belirtmeliyim. Kanlar ve ateşler içinde kalmış bir gözün mitolo-jik merakları olan katilimizle, hele hele sisle gelen yolcuyla pek alâkası yok. Zaten romanın orijinal adı Le Passager yani sadece “Yolcu”. Yazarın diğer ro-manlarında genelde kitap adını birebir kapağa taşıyan Doğan Kitap bu sefer başka bir isim tercih etmiş. Yazar muh-temelen olaya bir gizem katmak için romanın başlarında sis imgesini kulla-nıyor. Fakat bu, bavulsuz yolcunun ne-den sisle geldiğini açıklayacak kadar önemli bir ayrıntı değil. Romanın fi nali yine Grangé’ye yakı-şır şekilde. Okuru iyi bir giriş ve gelişme ile fi nale hazırlayan yazar, diğer kitapla-rında olduğu gibi son otuz sayfaya ka-dar merak içinde bırakıyor bizi. Ve tah-min edilmesi zor bir sonla karşı karşıya kalıyoruz. Son olarak: Grangé kitapları-nın başarılı çevirmeni Tankut Gökçe yine güzel iş çıkarmış.

KÝ TAP ZA MA NI POLİSİYE 6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝ

Sisle Gelen Yolcu ünlü Fransız polisiye yazarı Jean-Christophe Grangé’nin dilimizde yayımlanan son romanı. Grangé bu kitabında ilk kez bir kadın kahra-mana teslim ediyor cinayet vakalarını. Okuru yine son sayfalara kadar merak içinde kalacağı bir macera ve tahmin edilmesi zor bir final bekliyor.

Bavulsuz bir yolcu…

Batılılaşma yanlısı Ziya Paşa, Endülüs Tarihi isim-li kitabını, Müslümanların Endülüs’teki mühim bi-rikimlerinin o ana kadar

hiçbir esere konu edilmemesi sebebiyle kaleme almış. Zamanında dört cilt ola-rak basılan bu eser, yayımladığı dönem-de çoğu yazar ve şairin dikkatini çekmiş, Endülüs medeniyetine ilgiyi canlandır-mıştır. Ziya Paşa’nın çeşitli Fransızca ve Arapça tarih kitaplarından derleyerek döneminin edebi zevkiyle yoğurduğu eser, sadeleştirilerek yayımlandı.

Yazar Yusuf Ömeroğlu’na göre “Kur’ân Âşıkları” ifadesinin açılımı şöy-le: “Kur’ân’a gönül-den bağlı olanlara,

O’nu İslam’ın bir sancağı gibi haya-tının her alanına taşıyanlara, böyle-ce ona hizmeti hayatının gayesi yap-mış kimseler.” Ömeroğlu, Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) sahabilere, İs-lam tarihi boyunca Kur’an’ı hayatla-rına rehber yapmış olan Hak dostla-rından günümüzde Kur’an hizmet-leri ile anılan onun hâdimlerine ka-dar pek çok şahsiyetin Kur’an’a nasıl muhatap olduklarını ele alıyor.

Ziya Paşa’nın Endülüs’ü

Kur’an sevdalıları

ENDÜLÜS TARİHİ, ZİYA PAŞA, TİMAŞ YAYINLARI, 528 SAYFA, 20 TL

KUR’AN ÂŞIKLARI, YUSUF ÖMEROĞLU, IŞIK YAYINLARI, 207 SAYFA, 5.90 TL

Şair Mehmet Aycı, ‘biblo’da sakladığı yazıları sayfalara taşıdı. Bakmayın öyle dediğimize, Aycı’nın 2007 sonrasında yazdı-

ğı, bazıları dergilerde yayımlanan ya-zıları bunlar. “Bir şeyden çekiniyorum: Kendimle göz göze gelmekten…” di-yen şair, yazılarından anladığımız kada-rıyla yine de kendiyle yüzleşmekten çe-kinmiyor. ‘Söylenmeyecek şeyler’i söy-leyen Aycı, okura sormadan edemiyor: “Bütün bunları ifşa ettikten sonra siz hâlâ benim Mehmet oğlu Mehmet Aycı olduğuma mı inanıyorsunuz?”

‘Biblo’da biriken yazılar BİBLO, MEHMET AYCI, KURGAN EDEBİYAT, 94 SAYFA, 6 TL

SİSLE GELEN YOLCU, JEAN-CHRISTOPHE GRANGÉ, ÇEV.: TANKUT GÖKÇE, DOĞAN YAYINCILIK, 677 SAYFA, 33 TL

F

31

Sokak sokak gezdi-ği, satır satır araştırdı-ğı İstanbul’un dili olan Haldun Hürel, Bura-sı İstanbul’da bu muhte-

şem ve talihsiz şehrin bugününü anla-tıyor. Çarpık yapılaşma yüzünden ye-rinde yellerin bile esemediği, yok edi-len yüzlerce medrese, kilise, han, ha-mam... Yeniden yapılan tarihi camiler! Ve belleri bükülmüş de olsa hâlâ inat-la ayakta duran daha birçok tarihi eser. Yazar, “tarihin incisi bu şehir nasıl kat-ledildi?” sorusunu Burası İstanbul’da yaşanmış örnekleriyle cevaplıyor.

İstanbul kültürüne dair BURASI İSTANBUL, HALDUN HÜREL, KAPI YAYINLARI, 490 SAYFA, 29 TL

Page 32: Kitap Zamanı

Bir süre önce hararetli tar-tışmalar eşliğinde günde-me gelen sezaryen ve kür-taj tartışmaları, ardında faz-la bir şey bırakmadan geldi

geçti. Dr. Arif Aslan, tartışmaların harare-ti geçtikten sonra İslam’ın ışığında mese-leye bakıyor. Yazar, sosyal etkenlerin, psi-kolojik unsurların, ailevi ve İslami konula-rın etkisi altında konuya geniş bir açıdan bakmanın kalıcı ve doğru bir yaklaşım ola-cağını anlatıyor. Kur’an ve sünnet ışığında aile hayatının yanı sıra, doğum kontrolü-nü, kürtajı ve sezaryeni ele alıyor.

Çiğdem Balım ve Ayşe-gül Aydıngün’ün editörlü-ğünde hazırlanan Bağım-sızlıklarının Yirminci Yı-

lında Orta Asya Cumhuriyetleri Türk Dil-li Halklar - Türkiye ile İlişkiler adlı kitap-ta Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’daki siya-sal, kültürel, toplumsal ve ekonomik dö-nüşüm kapsamlı bir şekilde ele alınıyor. Kitap, Türk dilli toplulukların bu dönü-şümden nasıl etkilendiklerini irdelemek, Türkiye’nin bu süreçte izlediği politikala-rı değerlendirmek isteyenler için kapsam-lı ve önemli bir çalışma.

Yakın tarihimiz birbirin-den acı ‘gurbet’ hatırala-rıyla dolu. Her dönemin-den ciltler dolusu sayfa-lar devşirilebilir. Tahsin

Gülen, kendi ailesinden yola çıkarak geçtiğimiz yılın en önemli olaylarından mübadeleye birinci elden ışık tutuyor. İbretlik olaylardan, dönemin değer-lendirilmelerinden oluşan kitapta ya-zarın babasıyla mektuplaşmaları, aynı zamanda son yarım asırlık yakın tari-himize düşülmüş notlar olması dolayı-sıyla da önem arz ediyor.

Şeyh Tosun Bekir Bayraktaroğlu’nun ha-yat hikâyesini birkaç cüm-leyle özetlemek gerçekten çok zor. Robert Kolej’de ge-

çen gençlik yıllarında sosyalist; Batı’da ge-çen sanat dolu döneminde bohem ve anar-şist; Fas’ta geçen ticaret döneminde zengin ve aristokrat; İstanbul’daki Cerrahî tekkesin-deyken derviş; New York yıllarında ise şeyh. Şeyh Tosun Efendi, kendi kaleminden çı-kan bu hatıratında, bizi sadece kendi haya-tını okumaya değil, Cumhuriyet döneminin tamamını gözden geçirmeye çağırıyor.

Kürtaj mı doğum mu?

Tarihin sayfalarında…

Babadan mektuplarAmerika’da bir TürkDOĞUM KONTROLÜ VE KÜRTAJ, DR. ARİF ARSLAN, ANATOLİA KİTAP, 160 SAYFA, 12 TL

BAĞIMSIZLIKLARININ YİRMİNCİ YILINDA ORTA ASYA CUMHURİYETLERİ, EDT.: A. AYDINGÜN, Ç.BALIM, ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ YAY., 683 SAYFA

BİR MÜBADİLİN MEKTUPLARI, TAHSİN GÜLEN, TÜRK EDEBİYATI VAKFI, 568 SAYFA, 22 TL

AMERİKA’DA BİR TÜRK, TOSUN BEKİR BAYRAK-TAROĞLU, SUFİ KİTAP, 224 SAYFA, 13.50 TL

SELAHATTİN SEVİ

azeteci-yazar İbrahim Ka-rahan’ın, hüzünlü bir göç

hikâyesi anlattığı Sarı Gelin adlı romanı Paraf Yayınları’ndan çıktı. “Sarı Gelin” türküsünden esinlenen ve Anadolu muhacirlerinin dramına dikka-ti çeken romanda canlı tanıklıkların yanı sıra tarihi belgelere ve zengin kaynaklara da referanslar var. 93 Harbi ve 1915 olayları sırasında tehcire zorlanan insanları anlatan kitap, savaşlara, kaosa, çekişmelere sahne olan Doğu Anadolu topraklarını kasıp kavu-ran o ünlü “seferberlik” yıllarında unu-tulup giden acıları dile getiriyor. Karahan kitabı hakkında, “Yaşanan talihsiz olay-lar, kuşakları da etkiliyor. Özgüven kaybı nesilden nesle devamlılığını sürdürüyor. İnsanlar topraklarını, yurtlarını, ailelerini kaybetme korkusuyla yetişiyor. Muha-cirlik hatıraları dinleyerek büyüyen ana-lar, babalar, evlatlarının dizlerinin dibin-den ayrılmasını istemiyorlar. Aynı evde, aynı binada yaşamayı tercih ediyorlar. Çünkü yüreklerindeki o muhacirlik kor-kusu hep canlılığını koruyor.” diyor. Sa-vaş ve karmaşanın yöre insanları arasın-da hiçbir ayrım yapmadığına dikkati çe-ken Karahan şöyle konuşuyor: “Olayla-rın sonunda Ermeniler yaşadıkları top-raklardan zorunlu göç ile uzaklaşıp git-tiler. Ardından Rus işgali ve Ermeni ted-hiş hareketleri sonrası Türkler donduru-cu soğuğa rağmen her şeylerini bırakıp batıya doğru yola düştüler. Anadolu’da yakılan fi tne ateşi sonucu Ermeni ko-mitacılar bölgeyi yaşanmaz hale ge-tirdi. Hikâye Sarıkamış felaketi sonra-sı Rus işgali ile başlıyor. Bu süre içeri-sinde Rusların göz yummasıyla çılgınla-şan Ermeni komitacılar yöredeki insan-lara büyük zarar verdiler. Burada dik-

kat edilmesi gereken göç olgusudur. Bu kaos hiç kimseye yaramadı. Hem Erme-niler hem Türkler, topraklarını terk et-mek zorunda kaldı. Yani, savaş ve ted-hiş hareketleri sonucu esen fırtına böl-gede ayrım yapmadı. Sonuçta muhacir-liği Ermenilerle birlikte Türkler de yaşa-dı. Yüklendikleri kısıtlı yiyeceklerle yol-lara düşen insanlar, geride evlerini, mal-larını ve hayallerini bıraktı. Dondurucu soğuğa rağmen yol almaya çalışan mu-hacirlerin başı beladan kurtulmadı. Aç-lık, hastalık ve aralarında asker kaçakla-rının da bulunduğu gözü dönmüş hay-dutların saldırıları onları bekliyordu.”

ÖLÜME YOLCULUK“Sarı Gelin” Alis de muhacirler ara-sındaydı. Ermeni bir ailenin kızı ola-rak Türk aileye gelin giden Alis, genç yaşta eşini çetecilerin saldırısında kay-

bedecekti. Annesi ve babası da taciz ve tehditlerden bıkarak Kafkaslar’a doğ-ru ölüm yolculuğuna çıktı. Kendisi de eşinin babası, annesi ve minik kızı ile Kayseri’ye doğru yola çıkan Türk muha-cirlerin arasına katılacaktı. Artık mem-leketleri Erzurum’un Hasankale (Pa-sinler) kasabasındaki topraklarda ya-şamak imkânsızdı onlar için. Romanda Alis’in öyküsüne, İtibar Ağa ve eşi Mü-hide Hanım ile torunları Goncagül’ün acıklı hikâyesi de eşlik ediyor. Yaşlı, ço-cuk ve kadınlarla hastaların da bulun-duğu ölüm yolculuğunda biçare insan-ların hayata tutunmak için verdikleri mücadeleyi görmek mümkün. Yazarın deyişiyle, “Palandöken dağı-nın üzerine düşen yoğun sis perdesinin örttüğü gibi, zaman denen gerçek de geç-mişte kalan bu acıların üzerine örtü ört-tü... Belki bir daha açılmamak üzere...”

KÝ TAP ZA MA NI ROMAN 6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝ

Gazeteci-yazar İbrahim Karahan’ın hüzünlü bir göç hikâyesi anlattığı Sarı Gelin, aynı adlı türküden esinlenen bir roman. Anadolu muhacirlerinin dramına dikkati çeken kitapta canlı tanıklıkların yanı sıra tarihi belgelere de referanslar var.

Tersine bir tehcir hikâyesi: Sarı Gelin

SARI GELİN-DOĞUDAN BATTI GÜNEŞ, İBRAHİM KARAHAN, PARAF YAYINLARI, 368 SAYFA, 20 TL

G

32

Nar Yayınları, büyük bir kıymetbilirlik örne-ği göstererek şair Baha-ettin Karakoç’un şiir ki-taplarını “Bütün Eserle-

ri” üstbaşlığıyla yayımlıyor. İlk kitap Seyran. Fazla söze gerek yok. İlerleyen yaşına rağmen şiire emek vermeyi bı-rakmayan Bahaettin Karakoç, pergelin bir ucunu yüreğine koyup diğer ucuy-la yüce dağları aşıyor; ırmak olup coşu-yor ve yorulmak bilmeyen arı duru su-lar gibi şiir okyanusuna akıyor.

Şiirin kakülünü taramak SEYRAN, BAHAETTİN KARAKOÇ, NAR YAYINLARI, 512 SAYFA, 30 TL

Yaşı kemale erenlerden olup da, ‘Kırk yaş duası’ ile Allah’a yakaran var mı ara-nızda? Ya da çocuk bek-lerken eşinizle beraber Hz.

Âdem ile Hz. Havva’nın duasını okudu-nuz mu? Sorular uzayabilir. Günlük ha-yatımızda belki yer etmese de bu dualar, Kur’an-ı Kerim’de mevcut. Dolayısıyla, hiç olmazsa içinde bulunduğumuz Ramazan ayında hatim indirenler bu duaları da et-miş oluyor; belki bilerek belki bilmeyerek. İbrahim Ünal, dua pınarının kaynağına gi-derek Kur’an ve sünnetten dualar devşiri-yor. Dillere pelesenk olması dileğiyle…

Kur’andan dualarKUR’AN VE SÜNNETTEN DUALAR, İBRAHİM ÜNAL, NESİL YAYINLARI, 216 SAYFA, 6.50 TL

Hemen her kalem erba-bının ‘Montaigne’in ünlü ‘Denemeler’ine atıfta bu-lunduğu vakidir, ancak kaçı gerçekten de onunla

hemhaldir. Fransız yazar, “Benimle dü-şüp kalkanlar ‘Denemeler’deki gibi ko-nuşuyorlar, ama aynı şekilde düşünüp düşünmediklerini bilmiyorum.” der-ken belki de bunu kastediyordu. Kendi ifadesiyle, Nurullah Ataç’ın ‘eşiğinden’ geçip Montaigne’e ulaşan Feridun An-daç, ‘Deneme Zamanı’ serisinin ilkinde “Kalemimin ucuna gölgesi düştü” dedi-ği usta yazara selam gönderiyor. Seri-nin diğer iki kitabı Elias Canetti ve Italo Calvino’nun izinde devam edecek.

Montaigne’in izindeGÖLGESİ KALEMİMİN UCUNDA MONTAIGNE, FERİDUN ANDAÇ, KAVİS KİTAP, 256 S., 17 TL

İbrahim Karahan

Page 33: Kitap Zamanı

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI FUTBOL

33

Prof. Zeki Tez bugün sof-ralarımızı süsleyen birçok gıda ve içeceğin tarihin-de yolculuğa götürüyor okuru. Haliyle bu uzun

yolculukta birbirinden şaşırtıcı bilgile-rin yanı sıra, olmadık soruların cevap-ları da çıkıyor karşımıza. Sorulardan ba-zıları şöyle: Tarihte ilk yemek nasıl pi-şirildi? Tereyağını kutsal ayinlerde kul-lanan uygarlık hangisiydi? Yezidîler ni-çin lahana, marul ve ebegümeci yemez? Muzu dünyaya tanıtan imparator kim? Umberto Eco’ya göre 10. yüzyılda en sevilen et yemeği hangisidir?

Lezzetin tarihçesi LEZZETİN TARİHİ, PROF. DR. ZEKİ TEZ, HAYY KİTAP, 368 SAYFA, 25 TL

AHMET ÇAKIR

por dünyamızın en zayıf yanlarından birinin bu tür

yayınlar olduğunu hemen her ay yinelemek zorunda kalıyoruz. Bu alanda belli bir uygarlık çizgisine ulaşmış ülkelerde hakkında belki de 100 kitap ya-zılabilecek bir efsane sporcunun kitabı da vefatından birkaç ay sonra gün yüzüne çı-kabildi. Buna da şükür, diyebilmek pek kolay değil. Hemen söyleyelim ki, Lefter/Futbolun Ordinaryüsü kitabının yazarı Ha-luk Hergün bu işi iyi kotarmış. Böyle ki-taplarla ilgili olarak “bunca yıllık bekleme-nin ardından bu mu gelecekti?” endişesi her zaman vardır. Hergün de bu endişeyi duyarak çalışmış ve iyi bir iş çıkarmış. Ki-tabın eki olarak Nebil Özgentürk’ün bel-geseli de harika bir armağan. NTV Yayınları’ndan çıkan kitap-ta Lefter’le ilgili olması gereken her şey var. Özellikle futbol yaşantısıyla ilgili bütün bilgiler derli toplu verilmiş.

FUTBOLU 40 YAŞINDA BIRAKTI AMA…Kolay değil, Lefter Küçükandonyadis futbolu 40 yaşında bırakırken (1924 do-ğumu, 1964 bırakışı, ikisi de tartışılır ol-duğundan özellikle belirtmekte yarar var) sonraki yıllarda teknik adam olarak görev yaptığı takımlarda da oynadı. Ör-neğin, Metin Oktay kitabını yazarken yaptığım araştırma sırasında 1968 yı-lında teknik adam olarak görev yaptığı Boluspor’da oynadığı maçların kadrola-rında adına rastlamıştım. Oyun zekâsı, kıvraklığı ve becerisiy-le kendini kısa sürede kabul ettiren ve rekor süre sahalarda kalarak Türk fut-bolunun gelmiş geçmiş en büyük yıldı-zı unvanına layık görülen Küçükandon-yadis, Fenerbahçe ve milli takımda attı-ğı goller nedeniyle “Ver Lefter’e/ Yazsın deftere” şeklindeki sloganın üretilmesi-ne yol açan bir verimliliğin adı olmuştu. Gerçekte futbolu 1963’te bırak-ması ancak Fenerbahçe’nin çağrı-sı üzerine sonra yine oynaması, arada Yunanistan’a antrenör futbolcu ola-rak gitmiş olması epeyce kafa karıştı-rıcı durumlardır. Aynı özelliği taşıyan bir de Güney Afrika serüveni vardır Lefter’in. Hep söylenir ama ne olduğu hakkında tam bir bilgi bulabilmek ne-redeyse olanaksızdır. Kitapta bu bilgi-ler tam olarak var. Lefter’in doğum tarihi 1925 olarak geçiyor pek çok yerde ama kendisinin 1924 dediğini biliyorum. Bunu kendi-siyle yaptığım röportajda (Hürriyet’in Kelebek eki, 16 Mart 1988) bana da söy-lemişti. O yıllardaki nüfus kayıt işlerinin durumu malum, yani çok da üzerinde durulacak bir nokta değil.

İTALYA VE FRANSA’DA OYNADIFenerbahçe’ye transferi, bütün ha-yatını belirleyecek önemdeki geliş-medir. Birkaç yıl sonra önce İtalya’da Fiorentina’da oynar (1951). Ardından Fransa’nın Nice takımına geçer (1952). Yani bu işin pek de yaygın olmadığı bir dönemde iki büyük futbol ülkesinde top koşturur. Fiorentina’da iken 5-0 ka-zandıkları maçın 2 golünü atıp 3’ünün de pasını vermesi gibi olağanüstü işle-ri vardır. Ancak Metin Oktay gibi o da son derece duygusal biridir ve en az Fe-nerbahçe kadar bağlı olduğu Büyükada gözünde tüter. O nedenle Avrupa serü-veni uzun sürmez ve Fenerbahçe’ye dö-ner. Dönüşü sırasında transfer için dev-reye Galatasaray’ın girmiş olması, bu iş-lerin o günden bu yana pek değişmedi-ğini gösteriyor. Oynadığı harika futbol ve attığı gol-lerle bir döneme damgasını vurmuş sü-per yıldızdır Lefter. O kadar ki kendi-sine Ordinaryüs unvanı verilir. Ger-çi veren bir Fenerbahçe taraftarıdır ama buna itiraz etmek kimsenin aklının kıyı-sından bile geçmez. Tarafl ı tarafsız her-kes onun bu unvanı sonuna kadar hak ettiğini bilir. Doğrusunu isterseniz Lefter, yıllardır konuşturulması pek de kolay olmayan, biraz da bu nedenle kendisiyle ilgili ki-tap yazılamayan, fi lm ve benzeri belge-sel çalışmalar yapılamayan biri olmuş-tur. Bunda Lefter’in futbol dışında ya-şadığı bazı tatsızlıkların payının bulun-duğu kabul edilir. 1940’lı yılların Var-lık Vergisi faciası, onun yoksul bir balık-çı olan babasını ve dolayısıyla aileyi pek etkilemiş değildir ama 6/7 Eylül (1955) olayları sırasında evine saldıran çapulcu sürüsüne karşı eline tüfeğini almak zo-

runda kalacaktır. Neyse ki karşıdan mo-torla yetişen bir grup Fenerbahçe taraf-tarı onu ve ailesini bu badireden kurta-racak, sonrasında yetkililer de onlara sa-hip çıkacaktır. Ne çare ki Lefter’in yüre-ği yaralanmıştır. Uzun yıllar bu yarayı içinden atamadığı da bir sır değildir. Kitapta bunun gibi konular da gör-mezden gelinmemiş, Lefter’le ilgili acı-tatlı her türlü olay gerektiği gibi yer bul-muş. Oynadığı dönemin gazetecilerinin tanıklıkları elbette ki önemli. Özellikle rahmetli İslam Çupi’nin Lefter’i bir baş-ka keyifl e anlattığı sır değil. Doğal ola-rak kitapta gerekli yeri bulmuş. Bir baş-ka spor yazarı ağabeyimizin daha çok şehir efsanesi kıvamındaki anlatımları da kitabın şakacı yanını oluşturmuş, de-mekle yetinelim.

MİLLİ TAKIMDA KAÇ GOLÜ VAR?Lefter’le ilgili çok açık ve kesin olma-sı gereken bazı bilgilerdeki karışıklıklar, milli takımla ilgili kitapları hazırlarken beni de çok yormuştu. Ülkemizde milli takım formasını 50 kez giyen ve bunun için madalya alan ilk futbolcu olan Lef-ter aynı zamanda Ay Yıldızlı forma al-tında en çok gol atan futbolcu unvanı-nı da uzun yıllar taşıdı (şimdi bu rekor 51 golle Hakan Şükür’de ve pek yanına yaklaşabilen de yok.) Ancak Lefter’in milli takımda attığı gol sayısı çeşitli kaynaklarda 20, 21 ve 22 olarak yer alabiliyor. Kitapta da 22 sayı-sına itibar edilmiş ama sıkıntı ümit milli düzeyinde oynandığı belirtilen bir maç-ta atmış olduğu golden kaynaklanıyor. 2 Ağustos 1948’de Londra’daki olimpiyat oyunlarında Çin Halk Cumhuriyeti ta-kımına attığı gol, bu nedenle çeşitli kay-naklarda sayılmıyor. Her kitapta ille eksik-aksak bir yan bulma derdinden değil, sadece dilek olarak söyleyeceğim: Kitaptaki fotoğ-rafl ar biraz ziyan edilmiş. Daha büyük kullanılması gereken belge değerin-deki fotolar çoğu yerde minik kalmış. Bunlar kitap içinde ayrı bir albüm ola-rak da verilebilirdi. İki minik yazım yanlışı gördüm: 50. sayfada Osman İncil denilmiş, İncili olacak (Galatasaray’ın ‘Kova’ unvanlı kalecisi). 91. sayfada da Hideguti yazıl-mış, Hidegkuti’dir. Bir de yakın yıllarda Fenerbahçe’de oynayan Müjdat Yetkiner’le (doğumu 1961) aynı ad ve soyadı taşıyan geçmişin ünlü Fener-bahçeli futbolcusunun adının Müjdat değil de Müzdat (1922 doğumlu) oldu-ğunu bu kitaptan öğreniyoruz. Başka görebildiğimiz bütün kaynaklarda Müj-dat deniliyor ama kitapta o kadar çok Müzdat var ki hepsi dizgi yanlışı ola-maz, kanısına varıyoruz.

Futbol dünyasının gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri, hatta başta geleni olarak gösterilen Lefter Küçükandonyadis’le ilgili beklenen kitap nihayet çıktı. Haluk Hergün’ün hazırladığı büyük boy çalışma, efsane yıldızı gerektiği gibi anlatıyor. Ekinde de Nebil Özgentürk’ün Lefter belgeseli var.

Futbolun ordinaryüsüne yakışmış

LEFTER - FUTBOLUN ORDİNARYÜSÜ, HALUK HERGÜN, NTV YAYINLARI, 392 SAYFA, 30 TL

Türkiye’deki tarih tartış-malarında henüz aşıla-mayan bir durum söz ko-nusu: Resmi ve gayrires-mi okumalardan doğan

zıtlıklar. Resmi tarihin ‘bu böyle biline’ dediği, sadece demekle kalmayıp ge-niş kitlelere ‘onun öyle olduğunu gös-terdiği, anlattığı ve aynı zamanda bellet-tiği’ şeye direnmek kolay değil ama her şey bir adımla başlar. Muhsin Öztürk, bu adımlara bir yenisini ekliyor. Taksim anı-tındaki gizli Rus’un kimliği, Sinan’ın ka-fatasının yeri, Fatih’in Hristiyan askerle-ri, kitaptaki konu başlıklarından bazıları.

Tarihin efsanesiz hali EFSANE TARİH, MUHSİN ÖZTÜRK, KAYNAK KİTAPLIĞI, 192 SAYFA, 9 TL

1960’lı ve 70’li yılların yazı hayatının ‘sağ’ cenahın-da yer alan önemli isim-lerden Galip Erdem, yakın arkadaşları arasında çalış-

tığı her gazeteden kovulması ile meşhur-du. Fakat bu mizahi takılmanın arkapla-nında bâbıaliye dair acı bir durum da ya-tıyordu. Çünkü Erdem, “İnandıklarının tamamını yazamasa da, inanmadıklarını katiyen yazmayan” bir yazardı. Haliyle o dönemin bâbıalisinde kalıcı olması zor-du. Kitap, Erdem’in az ama öz gazete ya-zılarından bir seçki sunuyor.

Çileli bir yazı yolculuğu GALİP ERDEM, ÜLKÜCÜNÜN ÇİLESİ, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 251 SAYFA, 14 TL

Bilim tutkunu genç öğren-ci Victor Frankenstein “ya-rattığı” varlığı gördüğü anda tüm çabasının boşa gittiğini anlamış, fakat iş işten geç-

mişti. Shelley’nin Frankenstein ya da Mo-dern Prometheus’u, 18. yüzyıl Avrupası’nın Aydınlanmacı tutkularının kültür açısın-dan korkunç sonuçlarını hayal eder. Bilim-den yararlanarak “doğanın sırlarına nüfuz etmeye” yönelirken, insan doğası ve bede-ni dahil olmak üzere her şeyi birer nesneye çeviren Aydınlanmacı arzu, Frankenstein’ı pişmanlıkla son bulacak bir serüvene sü-rükler: Frankenstein’ın canavarı, aslında ak-lın kendi canavarıdır ve şimdi sadece bu ca-navardan değil, onu meydana getiren aklın kendisinden de korkulması gerekmektedir.

Ancak Tanrı yaratabilir! FRANKENSTEIN, MARY SHELLEY, CAN YAYINLARI, 272 SAYFA, 20 TL

S

Page 34: Kitap Zamanı

Yunus Emre, en-telektüel olu-şumların Fars dili çevresinde dö-nüp durduğu, or-tak bilinci besle-

yen çok sayıda eserin (klasiklerin) Farsça ola-rak yazılmış ya da bu dile çevrilmiş olduğu 13. yüzyıl Anadolu’sunda, Türkçe şiir söyle-mede ulaşılan ilk büyük aşamanın timsalidir. Yunus’un yaşadığı devir, yazılı kültür ile sözlü kültür arasında düzensiz geçişlerin bulundu-ğu, çoğu yerde sözlü kültürün ağır bastığı bir devirdir. Sözlü şiirde, şarkı sözündeki duru-mun bir benzeri olarak insanların ortak algısı-na uyarlanacak bir ritmi tutturmak önem taşı-yor. Konuşmakta olan herkesi kapsayan sözel algı, tek tipleşmeye eğilimli görünse de hare-ketli ve değişime açık olmasıyla zaman için-de başkalaşmaya yatkındır. Yunus Emre’nin sözlü şiirin işlerliğe sahip olduğu dönemde ve alanlarda etkili bir kişilik olduğu besbelli. Kendisi, tekil insan olarak ne yapması gerek-tiğini düşünmektedir ve topluluk içindeki ko-numunun, söylem alanına ilişkin sorumlulu-ğunun farkındandır. İnsanı erdemden uzak-laştıracak alışkanlıkların eleştirisi ve bir insa-nı erdemli kılacak nitelikler üzerindeki vurgu-su ile bunların kazanılması yönündeki has-sasiyet, Yunus Emre’nin bütün eserine yayıl-mıştır. Siyasi çevre ve çerçevelerin konu dışı olduğu bu söylemin dokusunda halkın sağ-duyusuna sinmiş olan Allah’ın inayetine du-yulan inanç vardır. Bu inanış, üzerinde devlet şemsiyesinin varlığını hissetmeyen toplum-larda rastlanan, barbar dünya kalıntılarına yer bırakmamıştır. İçsel disiplin taşkınlık eğilim-lerini ehlileştirir, insanda davranışları düzene sokar. Aşk bahsinde, bağlılık derecesinin cen-neti bile feda edecek ölçülere vardığını söyle-yen Yunus Emre, cennetsi bir “bu dünya”nın, insanın iç âleminde oluşmasını sağlayacak anahtarları vermiştir. “N’idem demek, ırak oldu bunlardan” diyerek toplum içinde so-rumlu olması beklenenlerin bu duyguyu sa-hiplenmesi gereğine göndermede bulunduk-tan ve manevî gıda sahiplerinin “Her dem ye-niden kısmet alır” olduğunu belirttikten son-ra da: “Yunus cümle sözün sana ferîde / Çün iş sana düşüptür, kim iş ide” şeklindeki beyti ya-zarak, yapılacak işin başkalarından önce ken-disine düştüğünü söylüyor. Bu söylemin sahi-binde, şair kişiliğine ilişkin, özerk bir bilincin bulunduğu çok açık.

YUNUS’TAKİ İKİ NİTELİKYazma ve söyleme bireysel eylemlerdir, an-cak bireysel verimler topluca paylaşılan bir algı dünyasında şekillenir. İnsanlığın kayıtla-ra geçmiş tarihinde genelleyici bakışı dile ge-tiren, ortak noktalara vurgu yapan, paylaşıma ve yakınlaşmaya göndermede bulunan söy-lemlerin, bireysel ifade biçimlerinden önce ortaya çıktığı biliniyor. Bir topluluktaki müş-

terek dünyanın algıyla kurulmasında değişik alanlara ait etmenlerin payı var, ancak şairle-rin bireysel çıkışları algı dünyasının inşasında en önemli yere sahiptir. Yunus Emre’nin dün-yasında, algının ortak dünyasının inşasına ya-pılan katkıyı ve seçilebilir şair kişiliğinden ya-yılan sesi bir arada buluyoruz. Bu iki nite-lik belirgindir Yunus’ta. Yapılacak işi başkası-na bıraktığına dair hiçbir imâda bulunmadan kendisinin üstlenmesi de sorumlu ve özerk bir kişiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteri-yor. İşin özünde, çok kullanışlı olması için içi boşaltılmış değil, gerçekten insan sıcaklığının ve yakınlığın belirticisi olan ve şiirdeki söyle-me tarzı “karşı çıkma” biçiminde olduğunda dahi şairlerin bağlı kaldığı, “sevgi” vardır. Gü-nümüzün kavramlarına yansıtırsak; bu sevgi-nin hem bireysel olarak sahip olunan hem de toplumsallığın mayasında yer alan, entelek-tüellere has bir nitelik olduğunu söyleyeceğiz. Neyi sever isen imânın oldur Nice sevmeyesin sultânın oldur Bu beyitte geçen “iman”ı, bilinen şekliyle dinî bir terim olarak değil de (bu anlamıyla çelişen bir yola girmeksizin) insanî yakınlık ve sıcak-lık olarak, “sultan”ı da yine insanî yakınlığın ve bağlılığın dile getirilme biçimi olarak aldığı-mız zaman, kişilik bütünlüğüne sahip tekil in-sanın o günden bugüne, her zaman sınandı-ğı bir tabloyu önümüzde buluruz. İman, tıp-

kı beyitte geçen sevgi gibi, kalpte bulunan, gö-nülle ve zihinle ilgili bir durumdur. Tablonun içinde sınanan ise, adı sanı belli insanlar (ki-şiler) değil, insan gerçekliği olarak anlaşılma-lı. Aynı zamanda derviş olan bir şairi tanıtma-ya çalışırken özerk kişiliği ve bireyliği çağrış-tıran nitelemelere başvurduğumuza göre, şu açıklamayı da yapmamız gerekiyor: Çağımız-da tercih edilen görüş, kendisini kurtarma pe-şinde olmayı bireyleşmenin parçası saymakta-dır. Buna göre son derecede hayatî ve insanî olduğu kadar herkesi kapsayan bir konuda kendisini sağlama almış birinin, ulaşabileceği kadar yakınındaki birine bile aynı konuda, “o senin sorunun” diyerek onu yalnız bırakması normal sayılır. Bunun yanında, hayat enerji-sinin bazı insanlarda bireysel olmayan tutkuya dönüşerek herkese hitap edeceği, kucaklayıcı insan olgunluğu halinde görünürlük kazana-cağı hesaba katılmıyor. Şair, kozmik evrenin-de sönmesini istemediği anlamsal genişleme-nin peşindedir; bunun, toplum içinde kendi-sini kurtarmaya çalışmakla alâkası yok. Çıktı-ğı yolculukta tutkusunun yoğunluğu, bağım-sız bir anlam bütününün özerk taşıyıcısı kı-lar onu, aynı tutkuya sahip olanlar aklının al-tındadır hep; tek başına ama onlarla dolu ola-rak yürür şair. Kendisini kurtarma peşinde ko-şan ve bu koşuyu birey olmanın meşru aşa-ması sayanlara yer bulunmaz bu akılda. Şai-rin, anlamlar denizinde attığı her kulaç, aştı-ğı her dalga onun özerkliğini derinleştirir, aynı

anda anlamlar dünyasını bir parça daha görü-nür kılar. Anlamlar dünyasının kazandığı gö-rünürlük derecesi, aynı tutkuyu paylaşanların her biri için kazanımdır, kozmik dünyaya mu-hataplığının farkında olan herkesin yararına-dır. Başkalarını başkalaştırma ihtiyacı duyma-yan bir özerkleşme, ancak anlamlar dünyasın-da olabilir, genişleyen anlam alanı ise olgun-laşmanın yolu üstünde bulunan, arzu ve tutku sahibi herkesi kucaklar.

‘Kİ SEVDÜĞÜNDEN ÖTE MENZİLÜN YOK’Bu beyit okunduğu zaman, “Kişi sevdiğiyle birliktedir” anlamındaki hadis-i şerifi n hatır-lanması doğaldır. Algımızı, dinî bilgilerin de-nizine salarak tefsir yapmaya girişmeyip insa-nı etki altında tutan sevgi öğesine onun doğal bir durumu olarak baktığımız zaman, insanî gerçeğin eskimeyen bir niteliğinin bu beyit-te dile geldiğini hissederiz. Bu, insanoğlu-nun sahip olduğu ve sahipliğini şiirle olgun-laştırmak istediği bir gerçektir. Bu gerçeği ba-riz hale getirmek için, dediğimiz gibi; iman’ı bir hukuk (fıkıh) terimi, sultan’ı da siyasi te-rim olarak almayacağız. Yunus Emre’nin söy-leyişi, bu terimlerin anlamsal bağlamını dışla-mıyor ve büsbütün dışlanmasına imkân ver-miyor ama belirli bir disipline açıkça gönder-mede bulunmamakla, söylediğimiz biçimde, insan duygusuna odaklanmış olarak anlaşıl-maya müsaittir. İnsanın, “boyandım rengine” diyeceği ölçüde yakınlık duyup sevdiği var-lık ile barışık olma halini dile getiren bu beyit, Risaletu’n-Nushiyye’de anahtar sözlerden biri olarak yer almıştır. Yunus Emre’nin bir mısra halinde söylediği “Ki sevdüğünden öte men-zilün yok” sözüyle ve başka yerlerde, başka ifadelerle desteklenen o beyitteki anlam, şai-rin deyişlerinin özündendir. Bu aynı zamanda bireyi geleneklerden, toplumsal bağ ve bağ-lantılarından ayrı, tek başına düşünmemize imkân veren insanî bir özdür. Tekkelerde, nüktelerle ve söz sanatlarıyla buluşmaya meyilli ve dinlemeye hazır bir top-luluk her zaman hazır oldu. Sözel şiirin tekke ortamında sürüp gitmesinin, tekkelerden çı-karak insanlar arasında yayılmasının başlıca nedeni, bir tanıma bağlanmış dinî ilkelerle in-san hayatının değişkenliği arasında, iktidarın hiyerarşisi ile insanının kendi dilemesine göre bağlanması ya da serpilmesi arasında ve genel bilgi ile bilginin duyumsanması arasındaki dalgalanmayı yaşayan bu toplulukların varlı-ğıdır. Dalgalanmadaki bireşim (çokluk içinde birlik) arayışı hem tutkulu bağlılığa ve hem terk etmeye (dünyaya boş vermeye) dönüşe-bilirdi. Dervişlerin üzerinde cisimleşen bu hal-ler, tekke ortamında bir söyleme ve edaya yüklenmiş olarak korundu, kuşaktan kuşağa aktarıldı. Onların söylemi, bütün bir kültürü içermiştir. Edaları liriktir. Çünkü algının ve di-lin ilk biçimi şiirseldir, insanın başlangıcı ile sonu arasındaki yolculuğu, bu nedenle, lirik bir atmosferden yansımıştır.

6 AĞUSTOS 2012 PA ZAR TE SÝKÝ TAP ZA MA NI

Yunus Emre, entelektüel oluşumların Fars dili çevresinde dönüp durduğu, ortak bilinci besleyen çok sayıda eserin (klasiklerin) Farsça olarak yazılmış ya da bu dile çevrilmiş olduğu 13. yüzyıl Anadolu’sunda, Türkçe şiir söylemede ulaşılan ilk büyük aşamanın timsalidir.

İnsanî öze bir ad

34

Page 35: Kitap Zamanı
Page 36: Kitap Zamanı