Aydınlık 28 Haziran 2013 Cuma Yıl: 2 Sayı: 70 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Ayaktalar, dimdik ayakta “Militan iyimserlik bir kez daha haklı çıktı” Ataol Behramoğlu ile röportaj GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK 66,277 Atilla Dorsay Attila Aut Bar Doster Berrin Ta Cezmi Ersöz Fatih Atila Hakan Bilginer Haydar Ergülen Kaan Arslanolu Kaya Özsezgin Mecit Ünal Mine Söüt Murtaza Demir Nesrin Kazankaya Seyyit Nezir Veysel Çolak 20. Yılında Sivas’tan Gezi Direnişi’ne...
24
Embed
KITAP Aydınlık OKURA GEÇEN ULAŞTIK - Aydınlık GazetesiAydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir. Ayaktalar, dimdik ayakta “Militan iyimserlik bir kez daha haklı çıktı”
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
2 Temmuz’da neden Sivas’taydınız? Ogün neler yaşadınız?
Barış ve Kardeşlik Şenliği için davet edil-
miştik. Türkiye’nin değişik bölgelerinden yü-
zün üzerinde sanatçı -şair, yazar, müzisyen-
Sivas’ta bir araya gelmişti. Biz “İnsancıl
Okuma Tiyatrosu”nu oluşturan gençlerle
birlikte yola çıktık. Yanımızda kızlarımız da
vardı. Sivas’a yaklaşırken akar çeşmelerin-
de yüzümüzü yıkadık. Suyunu içtik. Neşeyle
gittik Sivas’a. İlk gece TEK’in Konuk-
evi’nde kaldık. İki gün Sivas’ta kaldıktan
sonra Banaz’a gidilecekti. 2 Temmuz akşamı
zaten Buruciye Medresesi’nde okuma ti-
yatrosuyla Pir Sultan’dan Nazım Hikmet’e,
Neruda’ya, Eluard’a direnen şairlerin şiir-
leriyle biz de şenliğe katkımızı sunmuş
olacaktık. Banaz’da da bu karşılıklı etkile-
şim sürecekti. Bizlerin bu birlikteliği yaşa-
mamız istenmedi.
2 Temmuz’da saldırılar başladığında biz
Buruciye Medresesi’ndeydik. Sabah okuma
tiyatrosu provası yaptık. Sonra kitaplarımı-
zı sergiledik. Okurlarımızla söyleştik. Ar-
kadaşlarımız öğle yemeği için çıktılar. Biraz
sonra dışarıdan “Şeriat isteriz, vali istifa” di-
yen kalabalığın gürültüsü duyuldu. Ne olu-
yor ne bitiyor derken Buruciye Medrese-
si’ndeki görevliler bize çıkmayın diyerek ka-
pıları kapattılar. Masaların üzerindeki kitap
tanıtım broşürlerini toplamayı da unutma-
dılar. Yazarların kitaplarına ilişkin bilgi ve-
ren broşürleri bile, o an değil ama, daha son-
radan birçok kuşku uyandırdı. Görevliler o
gün Sivas’ta bu büyük kırımın yaşanacağını
biliyorlardı. Zaten o sabah bir çay bahçesinde
çay içerken bile asık suratlı çaycı bizi şaşırt-
mıştı. Genellikle ülkemizde başka bir kent-
ten geldiğinizi anladıklarında sizi sevecenlikle
karşılarlar. O gün bizi sevimsiz karşıladılar.
Daha çayları içmeden çay parasını aldılar.
FATURA AZ�Z NES�N’E KES�LD�Gürültü uzaklaştıktan sonra dışarı çık-
tık. Arkadaşlarımızı aramaya başladık. El-
lerinde sopalarla yürüyenleri görünce bizi ka-
bul eden bir lokantada zaman geçirdik.
Sonra kalabalığın Kültür Merkezi’ne doğru
gittiğini öğrendik. Bu arada bizi İstan-
bul’dan getiren minibüs şoförüyle karşılaş-
tık. Arkadaşlarımızı bulduk. Minibüste
gençler vardı ve onlar bize emanet edilmiş-
ti. Karakola gittik. Gençler burada dursun,
size bırakalım biz oteldeki şair, yazar arka-
daşlarımıza bakalım dedik. Polisler bize
garanti veremeyiz, burada da güvende ola-
mazlar dediler. TEK’in konukevine döndük.
Daha odalarımıza çıkmadan TEK’in girişi-
nin kalabalıklaştığını gördüm. Giren çıkan
artmıştı. Bir hareketlilik göze çarpıyordu.
Cengiz Gündoğdu Madımak Oteli’ni aradı.
O zaman cep telefonları yok. TEK’in ko-
nukevinden bağlattık telefonu. Bizi Sivas’a
davet eden kişilerden biriyle konuştu Cen-
giz Gündoğdu. “Neler oluyor, biz ne yapa-
biliriz diye sordu. Bize verilen yanıt kuşku-
ya yer bırakmayacak denli netti: “Hiçbir şey
yapamazsınız. Burası çok kötü. Hemen hız-
la Sivas’ı terk edin,” dedi. Zaten minibüsçü
arkadaş da “Bu gece burda yatamayız, he-
men yola çıkalım,” diyordu. Biz, Sivas’tan ay-
rılırken aklımız Madımak Oteli’nde kaldı.
Bugün biz -Cengiz Gündoğdu ve ben- Si-
vas’ta ölmediysek bu yalnızca bir rastlantı.
TEK’in konukevi yerine Madımak’ta kal-
saydık bugün yaşamıyor olabilirdik. Minibüs
tutup gitmemiş olsaydık, Sivas’tan ayrıl-
mak için o koşullarda araba bulabilmemiz
olanaksızdı.
Bizi Sivas’tan son hızla çıkaran mini-
büsçünün neler söylediğini çok sonra Cen-
giz Gündoğdu’dan öğrenecektim. TEK’in
konukevinde minibüsçü arkadaşa “sen bu
gece alt katta yatma, yukarıda yat” demiş-
ler. Bu durum alt katta bizlerin başına da ne-
ler gelebileceğini iyi anlatıyor.
Bu katliam sizce ne amaçla gerçekleş-tirildi?
Bu planlı bir hareketti. Kendiliğinden or-
taya çıkmış bir durum değildi. TEK’in ko-
nukevine daha yerleşmeden para istenme-
si, çayı içmeden parasını almakta acele edil-
mesi, bir arkadaşımızın erkek berberinde traş
olurken sert davranışlarla karşılaşması, Bu-
ruciye Medresesi’ndeki görevlilerin kitap bro-
şürlerini aceleyle ortadan kaldırılması kat-
letmeye koşullanmış bu sürünün neler ya-
pacağının bilindiğini gösteriyor.
Sivas Katliamı’nda amaç sol muhalefe-
ti yok etmekti. Kışkırtılmış, cahil bırakılmış
kitle bu amaç için kullanıldı. Sivas’ta Pir Sul-
tan Abdal şenlikleri için davet edilmiş yüzü
aşkın sanatçı hedef gösterildi. Faturası da
Aziz Nesin’e kesildi.
B�R ÖNYARGIYI KIRMAKCengiz Gündoğdu ara ara anımsatır, Y.
Kadri’nin “Panorama” romanında Tahin-cizade adlı bir karakter var. Şapka kanunuçıkınca evden çıkmaz, oğlunu ise CHP’ye so-kar. Mustafa Kemal ölünce evden çıkar.Türk sağındaki bu örgütlülük, bu sabırlıbekleyişi sol neden gösteremiyor?
Sorunuza iki farklı yönden bakılabilir. Bi-
rincisi şapka yerine fesi yeğleyen Tahincizade
statükonun simgesidir. Onun inadını örgütlü-
lükle, sabırlı bekleyişle ilişkilendiremiyorum.
Önyargının kırılması taşı kırmaktan daha zor-
dur. Onun inadı tutuculuğundan besleniyor.
Sol mücadele yöntemlerini yeniden göz-
den geçirmeli. Gezi direnişinin bize göster-
diği budur. Gezi direnişi sola unutulan,
unutturulan insanı yeniden anımsatmalı.
Sol, insanla ilişki kurmayı unuttu. Onun so-
runlarıyla ilgilenmeyi önemsemedi. Kendi
yöntemleriyle verdiği mücadeleyi yeterli
buldu. Ezberletilen sloganlar, yinelene yi-
nelene yalama olmuş bildik kalıp sözcükler
eskidi. Bu tür mücadele biçimi insanların ya-
şamına sokularak orada yeniden yeşeremi-
yor. Sol, insanı yönetmeye kalkışmadan
önce onu anlamak için çaba harcamalı.
Sivas davasında adaletin yerini buldu-ğunu düşünüyor musunuz?
Adalet yerini bulmadı. Dava uzatıla
uzatıla yargılamadan çıktı. Katillerin kurta-
rılması için yöntemler aranmasına dönüştü.
Katiller değil neredeyse katledilen insanla-
rımız yargılanacaktı.
Sivas Katliamı’nın edebiyat, müzik, sa-nat dünyasında yeterli karşılığını buldu-ğunu düşünüyor musunuz? Yeterli ürünverildi mi?
Tiyatroyla, şiirlerle, öykülerle Sivas
Katliamı dile geldi. Yine de bu karşılığın ye-
terli olmadığı söylenebilir. Ülkemiz ne
yana baksan sorunlarla yüklü. Sanatçının
dikkati de çoğunlukla güncelin içinde bü-
yüyen yeni sorunlara yöneliyor. Sözgelimi
şimdi sanatçıların dikkati Taksim direnişi-
ne yönelmiş durumda. Bu direnişin şiiri, ro-
manı, öyküsü yazılacak. Güncel kaçınılmaz
olarak öne çıkıyor.
20 yıl sonra devletin Alevi algısının de-ğiştiğini düşünüyor musunuz? Örneğin 3.köprüye Yavuz Sultan Selim adının veril-mesi, bir parti başkanın Alevi olduğununima edilerek eleştirilmesi…
Bu algı değişmedi. Bu algının değişmedi-
ğini iktidarın her konuşmasında görüyorum.
Yalnız bu algı değil, toplumu bölen, ayrıştıran
bir anlayış güçlenerek varlığını sürdürüyor.
Son olarak yeni Sivaslar olmaması içinneler yapılmalı?
Bu soruya yanıt vermek pek kolay değil.
Sayfalarca konuşmak gerekir. Kısaca yanıt-
layayım yine de. Toplumsal bilincin yüksel-
tilmesi gerekiyor. Bize gereken Aydınlanma
seferberliği.
BERRİN TAŞ İLE SİVAS KATLİAMI’NIN 20. YILI ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Katletmeyekoşullanmış sürü
Sol, insanla ili�ki kurmay� unuttu. Onun sorunlar�yla ilgilenmeyi önemsemedi. Kendi yöntemleriyleverdi�i mücadeleyi yeterli buldu. Ezberletilen sloganlar, yinelene yinelene yalama olmu� bildik kal�psözcükler eskidi. Bu tür mücadele biçimi insanlar�n ya�am�na sokularak orada yeniden ye�eremiyor.
Sol, insan� yönetmeye kalk��madan önce onu anlamak için çaba harcamal�
ÖZDEN ÖZÜTEMİZ
Soldan ikinci Berrin Ta�, yan�nda Cengiz Gündo�du, yelekli U�ur Kaynar, tam arkas�nda Behçet Aysan, tak�m elbiseli Metin Alt�ok. Sivas’ta Buruciye Medresesi önünde toplu pozda.
28 HAZ�RAN 2013 CUMA 5Aydınlık KİTAP
Savaşan şahin, F-16 olarak bilinen bir sa-
vaş uçağı…
Fakat savaşan şair bir uçak değil. Ama
uçmasını da bilir, sözcüklere kanat takma-
sını bildiği için…
“Uçmak” -“uçmağa varmak” biçimin-
de- eski Orta Asya ve 15. yüzyıla kadarki
eski Anadolu Türkçesinde ölmek, cenne-
te gitmek anlamında kullanılmıştır. Kav-
ramın aslı, İslâm öncesi Göktanrıcı inanç-
ta cennet anlamına gelmektedir. (Emine
Gürsoy Naskali’nin Kitabevi Yayınevi’nce
2010 yılında yayımlanan bu adda bir çalış-
ması var.)
Şairin, cennete gideceğine inansa da
inanmasa da gerektiğinde “uçmağa var-
masını” bildiğini, ölüm nedenleri ve bi-
çimleri ne denli farklı olursa olsun Seyyid
Nesimi ve Pir Sultan Abdal ile onlara kat-
mamız gereken Hasret Gültekin gibi halk
ozanlarımızdan; Metin Altıok, Uğur Kay-
nar, Behçet Aysan gibi şairlerimizden bil-
mekteyiz.
UÇMA�A VARMASINI B�LMEKUçmağa varmasını bilen Türk şairleri bu
zılan direniş şiirleri ile direniş yazılarıdır. Sey-
yit Nezir ile Hüseyin Haydar’ın yazdıkları şi-
irler ile altı şairin bir araya gelerek oluş-
turdukları “Çapul Şiir” şimdilik bildikleri-
miz. Daha çok şiir yazılacaktır elbette.
Şiirden daha somut olanı ise direnişte
yaralanan, polisçe dövülerek gözaltına alı-
nan şairlerimizdir. Mustafa Köz -ki TYS
Başkanı’dır- polisin saldırısı sırasında ba-
cağından yaralandı. Biber gazı Mustafa
Köz’ün gözlerinde uzun bir süre görme kay-
bına yol açtı. Sabri Kuşkonmaz da polis sal-
dırısında kolundan yaralandı. Salih Ayde-
mir ile Enis Akın ise feci şekilde dövülerek
gözaltına alındıktan sonra tutuksuz yargı-
lanmak üzere serbest bırakıldılar. Her iki
şair gözaltında tutuldukları sürede de dö-
vüldüler. İki şairimiz elleri plastik kelepçeli
olarak birer çuval gibi sokağa bırakıldılar.
D�RENEN �A�R POZUYukarıda ancak bir kısmının adlarını ve-
rebildiğim Taksim’e destek veren bütün bu
şairlerin tümü de iyi şairlerdir. İyi şair ol-
manın ölçütü salt iyi şiir yazmak değil, hem
iyi şiir yazmak hem de şiirleri ve hayattaki
duruşuyla halkın safında olmaktır. Şairin şii-
ri kadar hayatının da halkın hayatına dahil
olduğunu gösteren yeni bir “poz”dur Tak-
sim Gezi Direnişi’ndeki şair fotoğrafı.
Kötü şairliğin ise tek bir ölçütü olmuş-
tur her zaman: Durumdan kendisine çıkar
sağlamak!
Böyleleri de var elbet! Taksim Gezi Di-
renişi bunlardan birini de gösterdi bize.
Sırası gelir, bir gün yazarız nasılsa.
�yi �air olman�n ölçütü salt iyi �iir yazmak de�il, hem iyi �iir yazmak hem de �iirleri ve hayattakiduru�uyla halk�n saf�nda olmakt�r. �airin �iiri kadar hayat�n�n da halk�n hayat�na dahil oldu�unu
gösteren yeni bir “poz”dur Taksim Gezi Direni�i’ndeki �air foto�raf�
� Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Si-vas’a gelmiş müzisyen, şair, yazar, ti-yatrocu, folklorcü onlarcaaydınımızın, Madımak Oteli’nde yakı-larak katledildiği Sivas Katliamı’nınüzerinden 20 yıl geçti. 20 yıldır olan-ları da göz önünde bulundurursak,bugün, bu olayın toplumsal ve tarihselanlamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı,
uzak ve yakın tarihimizde yaşanan
Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, 31
Mart [1909], Kurtuluş Savaşı yılların-
daki gerici ayaklanmalar, Mene-
men’de asteğmen Kubilay’ın şehit
edilmesi, 1978 Maraş ve 1980 Çorum
katliamları gibi, gerici, kanlı, karanlık-
çı ayaklanmalar zincirinin halkaların-
dan biridir. Uzak ve yakın tarihimizin
bu ayaklanmalar bakımından oldukça
kabarık bir suç dosyasına sahip olduğu
görülüyor. Bilimsel devrimler çağına
çok geç katılmış olmamızın bedelini
bir de böyle ödediğimiz ve halen de
ödemekte olduğumuz söylenebilir. Si-
vas Katliamı’na bu günden bakıldığın-
da, o günlerde, daha çok, aydınlara
özgü aşırı bir kaygı gibi görülen “kök-
tendinci” tehdidin nasıl giderek büyü-
yüp canavarlaşan bir gerçeklik olduğu
daha iyi anlaşılıyor.
ABD DÜNYAYA BELA ETT�� Sivas Katliamı’nın anılması bile 20yıldır çeşitli baskılarla karşılaşıyor.Madımak Oteli’nin müze yapılmasıtalepleri uzun süre görmezden gelindi.En son katledilen aydınların adlarınınyanına katliamcılardan ölenlerin deadı yazıldı. 20 yıllık süreçte, Sivas Da-vası’nı, anma etkinliklerini, olayın an-laşılması için yapılanları nasılyorumluyorsunuz?
Katille katledenin adlarının aynı
listeye yazılmış olması bizdeki katiller
bakımından şaşırtıcı olmasa gerek.
Örneğin günümüz başbakanının ko-
nuşmalarını ben, bir cinayet işledikten
sonra “yetişin, beni öldürüyorlar” diye
haykıran birinin, şaşırtıcı, ürkütücü,
akıllara durgunluk verici saptırmacılık
ve pişkinliğinden farksız görüyorum.
Bu çevrelerden en ufak bir
insancıllık duygusu bek-
lemek boşunadır. Dinsel
fanatizm böyle bir şey-
dir. Bahtsız Afganis-
tan’da, Suudi Arabis-
tan’da, Irak’ta, yanı
başımızdaki Suriye’de
özgür Suriye ordusu
denen katil sürüsünün
yaptıklarında bunu görü-
yor, biliyoruz. Köktendinci
İslamcılık bütün dünya için
ölümcül bir tehlike olup çıktı. Başta
ABD emperyalizmi, Batı dünyası bu
belayı Sovyetler Birliği’ne karşı kendi
elleriyle besleyip büyüttü. Bu, Türkiye
için de böyledir. Tayyip Erdoğan gibi
o sırada hiçbir devlet adamlığı titri bu-
lunmayan birinin ABD başkanınca
neredeyse cumhurbaşkanıymış gibi
kabul görmesi başka nasıl açıklanır?
Bizde merkez sağ, daha 1940’larda
Köy Enstitüleri’ni kapatıp İmam Ha-
tip Liseleri’ni açmakla aydınlanma de-
ğerlerine düşmanlık kapılarını araladı.
Menderes hükümetleri bu kapıları ar-
dına kadar açtı.
Dün, “siz isterse-
niz hilafeti de geti-
rirsiniz” diyen za-
vallı kafayla, bu-
gün halka “Pence-
relerinize üç hilalli
Osmanlı bayrağı
asın” diyen küflen-
miş akıl, birbirinin
aynısıdır. Sivas Katlia-
mı’nın, bir merkez sağ -
sosyal demokrasi koalisyo-
nu döneminde gerçekleşmiş ol-
ması anlamlıdır. Merkez sağ, bu katlia-
mı engelleyememek, katliamdan ra-
hatsızlık duymamak ve sonuçta da ge-
reğini yapmamakla, AKP iktidarına gi-
decek yolu açarak kendi ekonomik ve
siyasal ölüm hükmünü de onaylamış
oldu. Sosyal demokrasinin acizliği ise
yine aynı sosyal tükenişin bir öteki yö-
nüdür. Konuya böyle bir geniş açıdan
baktığımızda, otelin müze yapılmasına
engeller çıkarılması, davanın zaman
aşımına uğraması vb. olgular ayrıntı
olarak kalır.
S�VAS YANGININDAN GEZ� D�REN���NE� Gezi Parkı’nda başlayan ve bütünülkeyi kucaklayan bir halk hareketinedönüşen direnişi bastırmak için, “bizeoy veren yüzde 50’yi evlerinde zor tu-tuyoruz” diyen başbakanın ima ettiğişey yeni Sivas katliamları mı?
SANATÇILARG�R���M� VED�REN��� Cahil bırakılmış, dini inançları sö-mürüye açık kitleleri şartlandırmakve yönlendirmek için yalanı temel po-litika araçlarından biri olarak kulla-nan ve tarihimizde kanlı katliamlaraneden olan sağ partilerin iktidarınınsarsılmasında sanatın ve sanatçınınmücadelesinin önemi nedir? Bu bağ-lamda, sözcülüğünü yürüttüğünüz Sa-natçılar Girişimi’ni ve başka çabalarıdeğerlendirir misiniz?
Sanatsal çalışma özgürlük içinde
nefes alır. Sanat, özgürlük demektir.
Muhafazacı sanat sözü kimilerine hoş
görünse bile, onun anlamı olsa olsa
taklitçiliktir. Sanatçı çalışırken yapıtı-
nın nereye evrileceğini kendisi bile
çoğu kez bilemez. Sanatçı elbette eleş-
tirilir, övülür vb. Bu arada, eleştiriler
genellikle övgülerden daha yararlıdır.
Fakat hangisi olursa olsun siyasal ikti-
darın güdümüne girmez, giremez. Sa-
natsal yaratıya enerji sağlayan dinamo,
ruhsal bağımsızlıktır, özgür arayışlar-
dır. Aslında insan olmanın temel ge-
rekleri de bunlardır.
Kaldı ki günümüz Türkiye’sindeki
gibi kapkara bir siyasal iktidara karşı
savaşım vermek, özgür bir ruha ve ki-
şiliğe sahip olmanın temel gereğidir.
Hem sanatçı, hem insan, hem yurttaş
olmanın koşuludur. Bu insanların çağ-
rılarına koşa koşa giderek onlarla el sı-
kışan, aynı sofraya oturan, aynı havayı
soluyan sanatçı, yazar vb kimlikli kim-
seleri hem küçümsüyor, hem onlara
acıyorum. Onlarla birlikte silinip gi-
decekleri için... Böyle bir sonu ne ya-
palım ki hak ediyorlar. Sanatçılar Giri-
şimi, Şubat 2012’deki “Reddediyoruz”
çıkışı ve aynı yıl Aralık ayındaki Büyük
Buluşma’yla, bu süreçlerde pek çok gi-
rişimiyle, sanatçının toplumsal duyarlı-
lığı ve görevini
anımsatıp örnek-
leyerek bu yön-
de önemli
adımlar attı.
Tevfik Fik-
ret’lerden Nâ-
zım’lara, on-
lardan günü-
müze, sanat ve
düşün tarihimiz
bu görev ve so-
rumluluk bilincinin
örnekleriyle doludur.
Sanatçının ordusu ve silahı
yoktur, fakat okurunun, izleyicisinin
ve yapıtının gücü, ordulardan ve silah-
lardan kat kat üstündür. Franco ve
Frankoculuk sonsuzca silinip gitti. Pi-
casso ve Guernica’sı sonsuzca yaşaya-
cak. Şili darbesinin lideri insanlığın al-
çaklık tarihinde en çok tek bir satır
olarak geçerken Pablo Neruda’nın di-
zeleri ölümsüzdür. Karanlığa karşı sa-
vaşımımız ödünsüzce sürecek. Gezi
Direnişi zaten bilincinde olduğumuz
haklılığımızı daha da perçinledi.
� Sivas’ta insan yakan katillerin çoksayıda avukatının şimdi AKP’de mil-letvekili olduğunu göz önünde bulun-durursak, bugün yaşadıklarımızıSivas Katliamı’yla başlayan sürecindevamı olarak değerlendirebilirmiyiz?
Hiç kuşkusuz, evet. Tayyip Erdo-
ğanlar kalben Sivas’ta Madımak Ote-
li’ne yürüyen güruhun içindeydiler.
Bugün de hiç kuşkusuz öyledirler.
P�R SULTAN’IN MAKAMI� Yazarlarımız ve sanatçılarımız SivasKatliamı’nın sonuçlarının anlaşılma-sında ve suçlularının cezalandırılma-
sında, toplumsal etkile-rinin aşılmasında
nasıl bir sınavverdi? Tepkileri veverilen mücadeleyi nasıl değerlendiri-yorsunuz? SivasKatliamı’nı konualan edebiyat ve
sanat yapıtları içinneler söyleyebilirsi-
niz?Genellikle olumlu ve
duyarlı davranıldığını düşü-
nüyorum. Elden gelen yapıl-
mıştır ve yapılmaktadır da. Sivas Kat-
liamı unutturulamadı ve toplumsal
bellekten hiçbir zaman silinmeyecek.
Bu yürek dağlayıcı konuda verilmiş
ürünleri tek tek sayamam, fakat siz
özel sayıda her alandan genişçe dökü-
münü vermelisiniz. Genco’nunki müt-
hiş bir çalışmadır. Fazıl Say’ın Metin
Altıok çalışması çok değerlidir. Ro-
manlar, öyküler, şiirler yazıldığını bili-
yoruz.
Kemal Özer’in “Temmuz İçin Yaralı
Semah”ı çağdaş şiirimizde bir başyapıt-
tır ve hiç kuşkusuz büyük bir oratoryo-
yu hak etmektedir. Orada yitirdiğimiz
Metin Altıok benim bir can yoldaşım,
Behçet Aysan çok sevdiğim bir şair kar-
deşim, Asım Bezirci sevgili bir ağabe-
yim, Nesimi Çimen yakın bir dostumdu.
Hepsini sevgiyle, saygıyla, özlemle anı-
yorum. Sivas şehitlerimizin yeri, Pir Sul-
tan Abdal’ın makamıdır. “Bu Yangın
Yerinde” adlı şiirim (Livaneli’nin beste-
siyle) onlara gönülden sunulmuş bir
ağıt, bir keder ve öfke çığlığı, bir direniş
çağrısıdır.
� Sivas Katliamı, toplumsal algıda,Aziz Nesin’i suçlu gösterecek biçimde
sunulmaya çalışıldı, bukampanyada görev üst-lenen yazarlar oldu. On-ları ve günümüzdekiyeni mürtecileri nasıldeğerlendiriyorsunuz?
O sırada böyle şey-
ler yazıldığını anımsıyo-
rum. Aziz Nesin eşsiz
bir adamdı. Onun kadar
yürekli bir kimseye rast-
lamadım. Köktendinci-
liğin nasıl büyük bir
tehlike olduğunu her-
kesten önce ve herkes-
ten çok kavradı ve ze-
hirli yılanların yuvasına
çomağını gözüpekçe
soktu. Cağaoloğlu’nda-
ki Gazeteciler Cemiye-
ti’nde düzenlediği kök-
tendincilik toplantısın-
da sadece bir avuç in-
sandık. Dünkü ve bu-
günkü mürteciler ise
hep aynı çevrelerden,
aynı kimliklerden, kor-
kak, pısırık ya da top-
lumsal olarak aydınlan-
ma değerlerinin zaten karşısındaki in-
sanlardır. İtiraf etmeliyim ki Türkiye
Yazarlar Sendikası içinde birlikte çalış-
tığımız yıllarda, her zaman duyduğum
hayranlığa rağmen, Aziz Nesin’i kimi
kez benim de yeterince anlamadığım,
haksızlık ettiğim zamanlar olmuştur...
“Aziz Nesin’li Anılar” adlı kitapçıkta
bunları açık yüreklikle yazdım. Aziz
Nesin’siz Türkiye çok eksik bir Türki-
ye’dir. Onun dostluğunu, yakınlığını,
ağabeyliğini, önderliğini çok, pek çok
özlüyorum. Sözünü ettiğiniz o zamanki
ve şimdiki mürtecilerden hiçbiri, Aziz
Nesin’in insanlığının da yazarlığının da
eline su dökemez.
� Haziran’da yaşadığımız geniş vegüçlü halk hareketi, Sivas’la başlayanve ülkeyi 20 yıllık bir karanlığa boğangerici iktidarların verdiği tahribatıortadan kaldırabilecek sonuçlar doğu-rabilir mi? Bundan sonrası için nelersöyleyebilirsiniz?
Halk kayası yerinden oynamış, al-
tında yuvalanan yılanlar ve çıyanlar
kalabalığı gün ışığının altında bütün
çirkinlikleriyle ortaya çıkmıştır. İnsa-
nın “Yaşasın!” diye haykırası geliyor...
Militan iyimserlik bir kez daha
haklı çıktı... Hiçbir zaman karamsar
olmamıştık. Fakat dalga dalga genişle-
yen bu büyük başkaldırı ve direniş,
umutlarımızın da üstüne yükseldi.
Tayyip Erdoğan’ın da, oradan buradan
toplama, derme çatma çevresinin de,
bir suç örgütüne dönüşmüş paralı mil-
islerinin de, adalet, hukuk, aydınlan-
ma ve insanlık değerleri önünde yenil-
giye, yıkılıp gitmeye mahkûm oldukla-
rı apaçık görüldü... Sadece iyimser de-
ğil, militan iyimseriz... Diktatörü ve
kötülük düzenini alaşağı edeceğiz...
AzizNesin e�siz bir
adamd�. Onun kadaryürekli bir kimseye
rastlamad�m. Köktendincili�in nas�l
büyük bir tehlike oldu�unu
herkesten önce ve herkesten
çok kavrad� ve zehirliy�lanlar�n yuvas�na
çoma��n� gözüpekçesoktu
28 HAZ�RAN 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
İlk baskısı 2003 yılında yapılan romanın
“Ölü Canlar” acısı hâlâ içimizi yakan
“Sivas Yangını”nın 20. yılı anısına, ikinci
baskısıyla yeniden okurların dikkatine
sunuluyor.
“Ölü Canlar”ı ilk okuduğumda, tümTürkiye’yi derinden etkileyen “Sivas Kı-rımı”na soğukkanlı bir bakış olarak nite-lemiştim. İlk okuduğumda da yazmıştım:“Anlattıklarıyla, kurgusuyla, anımsattık-larıyla, göndermeleriyle, oluşturduğu at-mosferle ‘Ölü Canlar’ okunmayı hak edenbir roman.” Bu söyleşi için 10 yıl sonra ye-niden okuduğumda bu kanım daha da pe-kişti. Yazarından duymak gerekirse, “ÖlüCanlar”ın yazıldığı dönemde ve şimdi, an-lamı nedir?
İnsanlık tarihi binlerce yıllık bir zaman
dilimini kapsıyor, üstelik
sürekli akış halinde. Bir
gerçek olay ve hikâye var.
Sen de onların birinden
kurgusal yapıt ortaya çı-
karmaya çalışıyorsun. İz
bırakmış, unutulmayacak
bir olaydan yola çıkarak,
“Ben de bunun yanına
kendimi koyabilir miyim?”
diyorsun. Bence nafile bir
çaba ama insanoğlu ken-
dini bundan alamıyor.
“Ölü Canlar”a gelince, bu
kadar tarafgir ve sert bir
öykü ancak ondan uzakla-
şılarak evrensel bir anlatı-
ya dönüştürülebilirdi. Bunu
denedim.
“Ölü Canlar” edebiyatdünyasında nasıl karşılandı?O dönemin haber dergile-rinden Tempo’da seninle yapılan bir söy-leşide romanını “unutulmaya tepki” ola-rak nitelendirmiştin. Aradan 20 yıl geçti.“Ölü Canlar” bağlamında şimdi nelersöylemek istersin? Hâlâ “unutulmaya tep-ki” mi, yoksa bugün artık başka bakış açı-larıyla da okunabilir mi?
Geçen zamanda bu acının unutulma-
yacağı ortaya çıktı. O günlerde bundan res-
men korkmuştum. Şimdi binlerce insan bu
olayı hatırlıyor ve öldürülen aydınlarını anı-
yor. Tıpkı Pir Sultan Abdal, Kubilay Ola-
yı, Şeyh Bedrettin gibi... Mahkeme Başkanı
bile “Türklerin tarihinde görülmemiş, acı
bir olay” diyerek dipnot düşüyordu, son
mahkeme celsesinde.
Öte yandan, roman başka açılardan da
okunabilir tabii. Öncelikle yumuşak ve iyi
bir polisiye roman. Bunu kolay okunma-
sı için düşünmüştüm. İkincisi, hiç bitmeyen
derdimiz “Doğu-Batı sorunsalı” da bir öl-
çüde romanda kendini gösterir. Sonra
Anadolu ve taşra atmosferi, bu da bana hep
anlamlı, gizemli ve anlaşılması zor bir du-
rum olarak geldi.
‘YABANCI’ VE ‘REQUIEM’“Ölü Canlar” yayımlandığında gerek
adından, gerekse bölüm başlıklarındanyola çıkarak edebiyat eleştirmenleri romanboyunca göndermelere dikkat çektiler.Ben de bir yazımda romandaki gönder-meler üzerinde durmuştum. Bir bölümüburada anmak isterim: “Fatih Atila’nın ro-manına ad olarak ‘Ölü Canlar’ı seçmiş ol-ması, Gogol’ün ‘Ölü Canlar’ına gönder-
meler yaparak farklı düz-lemlerde okumalara ola-nak sağlaması bakımın-dan dikkat çekicidir. Adı-nın yanı sıra romanın bö-lüm başlıkları da gönder-melerle yüklüdür. Romanüç bölümden oluşmakta-dır. Birinci bölümde An-kara’ya gizemli bir ‘ya-bancı’ gelir. Bu yabancı,Sivas’ta ölen Hollandalıgenç kızın İngiliz nişan-lısı William’dır. Bu bö-lüm ‘yabancı’ başlığınıtaşımaktadır ve AlbertCamus’un ‘Yabancı’sı-na göndermeler içerir.İkinci bölümün başlığı‘requiem’dir ve bu bö-lüm, 2 Temmuz1993’teki ‘yangın’ın ge-
ride bıraktığı çok boyutlu derin acıları du-yumsatmaktadır. Mozart’ın ‘Requiem’ide trajedilerden geriye kalan evrensel hü-zünlerin ifade edildiği bir tür ‘ağıt’ değil mi-dir? Üçüncü ve son bölüm ‘zamanımızınbir kahramanı’ adını taşımaktadır. (…)Zamanımızın bir diğer kahramanı isefaili meçhul bir cinayete kurban giden Si-vas davası müdahil avukatlarından avu-kat Yücel’dir. Bu bölümde Fatih Atila, biranlamda, Lermantov’un ‘ZamanımızınBir Kahramanı’na selam göndermektedir.Tıpkı her yerin yabancısı şairler gibi... Tıp-kı Metin Altıok gibi William da gittiği heryerin yabacısıdır aslında. İngiliz William’ın
, yalnızca Ankara’nın değil, Milano’nunda ‘yabancı’sı olduğunu anlamak için Fa-tih Atila’nın ‘Ölü Canlar’ıyla birlikte Go-gol’ün ‘Ölü Canlar’ını, Camus’un ‘Ya-bancı’sını, Lermontov’in ‘ZamanımızınBir Kahramanı’nı da okumak, Mozart’ın‘Requiem’ini de dinlemek gerek...” Şimdi,romandaki göndermelerin ne anlama gel-diğini bir de yazarından dinlemek isterim.
1987’de ODTÜ’de öğrenciyken yayımla-mıştın. Fethi Naci bu romanını “nicedirbeklediğim romanın habercisi” diye ni-telemişti. Ardından, 1998’de “AlaturkaRapsodi”, 2003’te “Ölü Canlar”, 2008’dede “Dargeçit” yayımlandı. 87’den bugünedört roman… Bana göre edebiyat dün-yamızda yer edinen bu dört romanın da enbelirgin ortak özelliği, çeşitli dönemlerdeülkemizi derinden etkilemiş temel so-runlar odağında kurgulanmış olmaları.Bugün bu dört romanı kitabevlerinde birarada bulabilmek neredeyse imkânsız. Ne-den böyle?
Ağır bir soru. Bir defa 12 Eylül son-
rası yazarlar, şairler, romancılar toplu-
mumuzun insanımızın sorunlarından
uzaklaştırıldılar, uzaklaştılar. Dayanma
güçleri kalmadı. Yayınevleri ise moda ya-
yıncılığa kaydılar büyük ölçüde. Zaten
edebiyat eleştirmenleri de yok sayılabilirdi
ülkemizde.
Türk edebiyatı ‘50 li yıllarda da buldu-
ğu özgürlük yatağını değiştirdi, bencilleş-
ti, insanından ve yoksullardan uzaklaştı. Oc-
tavia Paz’ın dediği gibi burjuva yaşamı za-
ten malzeme vermezdi sanatçıya. Sanatçı-
lar büyük ölçüde kendi ölüm fermanları-
nı imzaladılar. Bir de postmodernizm ma-
nipülasyonu bu kez okuyucu kitlesini de
hem edebiyattan, hem de toplumsal so-
runlardan uzaklaştırdı. Halbuki bütün bü-
yük sanatçılar, romancılar son derece po-
litiktirler, toplumsal olaylara müdahildir-
ler. Bizim romancılarımız ne yazık ki gö-
rünmeyen derinliklere itildiler. Umarım bu
artık kırılır, yayınevleri özgürleşir. Benim
romanlarımda okuyuculara ulaşır.
Hep sorulur, âdettendir: Ufukta yenibir roman var mı? Bir dönem öyküler ya-zıyordun, yeni öyküler var mı?
Türkiye’nin sorunları ile yaşayan in-
sanları, yazarları, sanatçıları şu ya da bu şe-
kilde gündemden düşürüldü, alanları yok
edildi ne yazık ki. Az okunan edebiyat der-
gileri, şiirlerini yayınlayamayan şairler, öy-
kücüler, romancılar… 50’ye yakın tv ka-
nalında doğru düzgün kaç tane sanat-ede-
biyat programı yapılıyor? Bu ölüm de-
mektir. Neyse ki, gençlik siber iletişim or-
tamında bu baskıdan da kurtulacaktır
umuyorum.Konuya dönersek ben kolay yazarım
ama beni motive eden bir ortam olmalı.“Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta za-yidir!” iyi söz, büyük söz. Romanlarım ya-yımlanmayacaksa insanın içinden ne yazıkki yazmak da gelmiyor. 18-19. yüzyılın ya-zarlarından değiliz biz. O dönemde bu ta-mamen soylu ailelerin çocuklarının uğra-şıydı. Biyografi, roman, şiir yazdıkça mut-lu oluyorlardı. Ne Tolstoy gibi soylu bir ai-leden geliyoruz, ne Proust, ne de Turgen-yev’iz. Ne de Altan ya da Pamuk ailesindenailesinden geliyoruz. Yine de birkaç çalış-mam var, direniyorum.
Türk edebiyatı özgürlükyatağını değiştirdi
SİVAS YANGINI’NIN 20. YIL ANISINA “ÖLÜ CANLAR” ROMANI ÜZERİNE, FATİH ATİLA İLE SÖYLEŞİ
YAZARLAR VE �ÇER�K583 büyük sayfadan oluşan “Sivas Kita-
bı”; sırasıyla “İncelemeler”, “Tanıklıklar”,
“Belgeler”, “Yitirdiklerimiz” ve “Tepkiler”
başlıklı beş bölüm içeriyor.
Kitaptaki sunuş yazılarından biri, döne-
min Kültür Bakanı Fikri Sağlar’ın imzasını
taşıyor. Sivas olayının unutulmaması ve sü-
rekli olarak belleklerde yaşatılması gerekti-
ği belirtilen Sağlar’ın yazısı
bugün de geçerliliğini ko-
ruyor.
“İncelemeler” bölü-
münde, Prof. Dr. Cahit Tan-
yol, Prof. Dr. İlhan Arsel,
Nejat Birdoğan, Prof. Dr.
Alpaslan Işıklı, Prof. Dr.
Emre Kongar, Prof. Dr. Or-
han Öztürk, Prof. Dr. Ünsal
Oskay ve Özdemir İnce’nin,
“Sivas Olayı”nı uzmanlıkları
açısından değerlendirdik-
leri önemli makaleleri yer
alıyor.
“Tanıklıklar” bölümün-
de, Sivas’taki saldırıdan kur-
tulan yazar ve sanatçıların
yanı sıra, Cumhuriyet Üni-
versitesi Tıp Fakültesi Has-
tanesi’nde yaralılara ilk mü-
dahaleyi yapan hekimlerin tarihe tanıklık an-
lamındaki anlatımlarına da yer veriliyor.
Bu bölümde yazılanları okumaya gerçekten
yürek dayanmıyor.
Yaşananlara tanıklık eden, etkinlik ka-
tılımcıları da kitapta ihmal edilmiyor ve Aziz
Nesin’den Cahit Külebi’ye, Şükrü Günbu-
lut’tan Prof. Dr. Zafer Kars’a, Lütfiye Ay-
dın’dan Cem Cilasun’a sıralanıyor.
B�R�NC� EL BELGELERKitabın “Belgeler” bölümünde başlıca şu
metinlere yer verdik: Aziz Nesin’in Sivas’ta
yaptığı ve basında haksız yere “kışkırtıcı” diye
damgalanan doğaçlama konuşmasının bant
çözümü, TGRT muhabirinin Aziz Nesin’le
Sivas’ta yaptığı söyleşi, Asım Bezirci’nin
Madımak Oteli’nde kaleme aldığı “son
yazı”, şeriatçıların “Müslüman Kamuoyu-
na” başlıklı bildirisi, Sivas Valiliği’nin ve Em-
niyet Müdürlüğü’nün Olay Raporları,
TBMM’deki Genel Görüşme Tutanağı ve
Araştırma Komisyonu Raporu ve daha pek
çok önemli belge.
“Yitirdiklerimiz” bölümünde ise, Ma-
dımak Oteli’nde yaşamlarını yitiren yazar-
ların aileleriyle yapılmış söyleşiler ve ev or-
tamında çekilmiş çok özel fotoğraflar yer alı-
yor. Bu bölümdeki yazıları Özcan Karabu-
lut ve Gökhan Cengizhan hazırladı, fotoğ-
rafları Esin Güllüler çekti.
TAR�H�N BELLE��Kitabın son bölümü olan “Tepkiler”de,
“Ne Dediler, Ne Yazdılar?” başlığı altında
çok zengin bir seçki sunuluyor. Her eğilim-
deki gazete ve dergilerde “Sivas Kıyımı” üze-
rine yazıp çizen, yorum yapan herkesin gö-
rüşü olduğu gibi aktarılıyor.
Sivas Kıyımı’nın ardından yazılıp söy-
lenenleri derlemek, benim açımdan ayrı bir
önem taşıyordu. Çok kapsamlı bir araş-
tırma yaptım: Yaygın ve yerel basındaki ya-
zıları, haberleri derledim; çeşitli kişi ve ku-
rumların bu konudaki açıklamalarını, bil-
dirilerini topladım. Süleyman Demirel’den
Tansu Çiller’e, Refah Partisi Milletvekili
Abdüllatif Şener’e; Nurseli İdiz’den İsmet
Özel’e, bu konuda kim ne yazmış ve söy-
lemişse, hepsini tarihin sarı sayfalarına ge-
çirdim. Bugün “demokrat” geçinen pek
çok kalem, Sivas Kıyımı’ndan sonra yaz-
dıkları yazılarla gerçek kimliklerini orta-
ya koydular. Çoğunun demokrasi ve insan
hakları sınavından sınıfta kaldıklarını söy-
leyebilirim. 2 Temmuz’dan “bayram” diye
söz edebilen vicdansızlar bile çıktı ülke-
mizden! Sivas Kıyımı’nı “Yaşasın Şanlı Si-
vas Kıyamı!” diye alkışlayanlar oldu. Daha
da kötüsü, saltanatlarını sürdürebilmek
için, inanç sömürücülüğüne ve mezhep kış-
kırtıcılığına hız veren bir siyasal iktidarla
karşı karşıyayız bugün. Yalana dayalı “Ca-
milerde içki içildi!” söyleminin şu günler-
de bizzat Başbakan tarafından ısrarla dil-
lendirilmesi boşuna değildir. Dinsel du-
yarlıklar kaşınarak, kitleler bir kez daha so-
kakta vuruşturulmak isteniyor. Yeni kı-
yımlara, kırımlara çağrı çıkarılmaya çalı-
şılıyor. Bu kirli ve kanlı oyunu elbirliği ile
bozmak zorundayız.
SON SÖZKitabın basım aşamasında tüm olanak-
larını bize cömertçe açan Kurtuluş Basım-
evi’nin sahibi, gazeteci ve yazar ağabeyimiz
Baki Kurtuluş’a gönül borcumuz büyüktür.
Onu da iki yıl önce yitirdik. Anısına selam
olsun!
10 bin adet basıldığı halde kısa sürede tü-
kenmiş olan bu önemli yapıtın güncellenmiş
yeni bir baskısının yapılması, önümüzde
görev olarak duruyor.
Bir topluöldürüm öyküsü ya da ‘Sivas Kitabı’
ATTİLA AŞUT
Sivas Kitab�, Attila A�ut, Edebiyatç�lar Derne�i
Yay�n�, 583 s.
28 HAZ�RAN 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
“Ateş-i Aşk”ı yazma nedeninizi sormak is-tiyorum; kitap, Alevi-Sünni yurttaşlara vedevlete ne öneriyor, bu facianın bir dahayaşanmaması bakımından temel mesajınedir?
Kitap, 2 Temmuz 1993 Sivas Katlia-
mı’nın arka planını ve bilinmeyenlerini ele
alıyor. Anımsarsınız, ülkemiz Sivas Kat-
liamı’na benzer olayları daha önceki yıl-
larda da yaşadı. En bildik örnekler Ma-
latya, Çorum, Maraş Katliamları olarak ez-
berlerdedir. Sonra 2 Temmuz Sivas facia-
sı... Ama son olmadı, arkasından 1995 yı-
lında Gazi-Ümraniye katliamları geldi ve
farklı zaman aralıklarında tekrar tekrar
sahnelendi.
Türkiye’nin bu en temel meselesine
dair adamakıllı bir gözlem yaptım; ders çı-
karılsın istedim.
Ders çıkarılacağını düşünüyor mu-sunuz?
Tespit ve yaşanmışlıklar, kimi beyinle-
ri acıtıyor, ya da var olan acısını derinleş-
tirerek kalıcı hale getiriyor, görmezden ge-
lenleri yeniden değerlendirmeye sevk edi-
yor. Şartlanmışların ise tepkisini çekiyor.
Belki de kitabın en temel özelliği ya da de-
ğeri, yazar olarak benim Alevi katliamla-
rı serisinden biri olan Sivas katliamının için-
de olmamdan öte, Pir Sultan Abdal Kül-
tür Derneği (PSAKD) Genel Başkanı sı-
fatıyla, katliamın başından sonuna değin
Madımak Oteli’nde bulunmamdır. İlaveten
yargı sürecini birebir takip etmem, Katli-
am öncesine ve sonrasına vakıf olmam, me-
rak edilen ve arka planda bulunan tüm ay-
rıntıların doğrudan muhatabı olmamdır.
Kimin ne düşündüğünden ya da tep-
kisinden öte bu vahşet yazılmalı, sonuç, ta-
rihin değerlendirmesine bırakılmalıydı.
Sistem, statüko bu derin yaranın kabuk tut-
masına izin vermiyor, tam tersine Alevi-
Sünni çelişkisini derinleştiriyor, inancı
araçsallaştırıyor, hatta katliama zemin ha-
zırlıyor. Bunlara baktım; hangi araçları-
mekânları, değerleri kullanıyordu? En
azından Sivas Katliamı özelinde de olsa
kandan beslenen zihniyet bu boyutlarıyla
deşifre edilmeliydi. “Ateş-i Aşk”la yapıl-
mak istenen budur.
Kitaba dair hangi duygular içinde-siniz?
Kitap, katliamın travmasıyla yaşama-
ya mahkûm edilen biri olarak tarafımdan
kaleme alınmasına karşın, belge, bulgu ve
gözleme dayalı bir eser ortaya çıkarmak
için azami çaba içinde oldum. Derneğin ve
anma etkinliğinin sorumlusu olmam, der-
nek boyutuyla facianın öncesinde ve son-
rasında vuku bulan bütün ayrıntıların bil-
gim dâhilinde olması nedeniyle savlarımı
belgelere dayandırarak, okuyucuyla bö-
lüşmeyi görev bildim.
Gözlemlerimi de ortaya koyarak, ders
çıkarılması en temel arzum oldu. Kapsa-
mı itibariyle benzer katliamların ayrıntı-
larını, insanları birer potansiyel katil hali-
ne getiren olguları da incelemeye çalıştım.
Özellikle de “neden” so-
rusunu yanıtlamaya gay-
ret ettim; empati yapma-
ya çalıştım. Gördüm ki,
“sorun” sanılandan çok
daha derin ve iç çatışma,
boğazlaşma isteyen, Hitler,
Mussolini ve benzeri dik-
tatörlüğe özenenler açı-
sından büyük bir potansiyel
durumunda. Değişmeyen,
kör zihniyet, bu çelişki üze-
rinden siyaset, ticaret yapı-
yor, iktidar oluyor, devleti,
beytül-malı yağmalıyor ve
çelişkinin tedavisi bir yana
derinleşmesi için çalışıyor.
Sorunumuzun bu boyut-
larına ayna tutmak istedim;
aynayı kimi zaman da kendi-
me, kurumlaşmamıza, zaaflarımıza tuttum;
özeleştiri yaptım. Bu nitelikleriyle kitap,
katliama dair ayrıntıları merak eden bi-
reyler, Aleviler-Sünniler ve kamu kurum-
ları bakımından son derece hazin, çarpı-
cı, kritik-öğretici, ibret verici tespitler ya-
pıyor. Diğer yandan kitabın toplumu, si-
yaseti, devleti ve dini sorguladığını ve çö-
zümlemeler yaptığını da eklemeliyim.
Kitabın Alevi ve Sünnilere ve elbette
bütün yurttaşlara önerisi örnekleriyle or-
taya konulurken, bu nevi katliam ve geri-
limlerin toplumu nasıl yorduğunu, de-
mokrasi ve laikliği öteleyen siyasetin top-
lumu kamplaştırmak üzere dini, camiyi ve
manevi alanımızı nasıl da acımasızca kul-
landığını en çarpıcı yönleriyle göstermek
istedim. Diyanet İşleri kamburunun de-
mokratik-laik beklentilerimize dair akıl al-
maz zararlarına bir kez daha ayrıntı ve ör-
nekleriyle yer verdim.
“Ateş-i Aşk” toplumsal, siyasal alanı-mızda hangi boşluğu dolduracak?
Bu alanda öteden beri rahatsız oldu-
ğum iki olgu gördüm; birincisi, gerekti-
ğinde Alevilerin kolaylıkla dövülüp, ko-
vulup hatta katledileceğine ve bütün bun-
ların yapanın yanına kâr kalacağına, da-
hası ödüllendirileceğine dair akıl almaz bir
algı var. Toplumun çoğunluğuna dair bir
algı… Ve Alevinin hakkını hukukunu ra-
hatlıkla gasp edileceğine dair kahrolası bu
algı bir gerçek! Somut olarak Maraş Kat-
liamı örneğini verebiliriz; yüzden fazla in-
sanın katledildiği bu faciada yargımız kaç
kişiyi mahkûm etti? Ya da
mahkûmiyet çıktı mı?
Daha çarpıcı bir soru so-
rup geçeyim; Maraş Kat-
liamı’nın esas sorumlu-
larından ödüllendirilen
hatta milletvekili yapı-
lanlar var mı?
İkinci çarpıcı tespit
de şu; periyodik kırımlar
nedeniyle Aleviler, ikin-
ci sınıf yurttaşlığı bilinç-
altında kabullenmiş gö-
rünüyorlar. Bırakın sı-
radan haklarını koru-
malarını, yaşama hakkı
gibi en temel insan hak-
kını kullanırlarken dahi
ürkek, çekingen ve ikir-
cikli bir tutum içindeler.
Cumhuriyetin bütün kazandırdıkları dahi
bu haklarımızı yeterince sahiplenmemize
yetmedi. Yakıyor, katlediyor, işkence edi-
yorlar, hak ve hukukumuzu gasp ediyorlar
ve hukuksuzluk, yapanın yanına kalıyor.
Bütün çabamıza, yüzlerce avukatımızın ko-
lektif savunma yapmalarına karşın Sivas
Katliamı’nda da sonuç aynı oldu. Şimdi; AKP’nin kurucuları, bakanları,
milletvekilleri, belediye başkanları, yüksek
bürokratları arasında bulunan yüzlerceavukat, Sivas katillerini savunmuş, sonraAKP’nin kurucusu olmuş ya da partiye ka-
tılmış ve bu görevlere getirilerek ödüllen-dirilmişlerdir.
Sizce Sivas Katliamı’nın en temel he-defi neydi?
90’lı yıllar Alevi uyanışının, bir bakıma
da Alevi Rönesansının başladığı yıllardır.
12 Eylül, solu, demokrasiyi, laikliği, Ata-
türk’ün muasır medeniyet şiarını hedef al-
mış, boğmuş ancak sonrasında da Alevi ör-
gütlenmesi diye bir “uyanış” başlamıştır.
Aleviler şimdi bambaşka bir tarz ve anla-
yışla örgütlenmektedir. Sistem eğitimi
dinselleştirirken, din eğitimini “zorunlu”
hale getirirken ve imam hatipleri çığ gibi
büyütürken, Aleviler öğretilerine sahip çık-
makta demokrasi, zorunlu din dersini,
özgürlük, eşitlik ve laiklik istemekte, ka-
musal alanda türbanı ve Alevi asimilas-
yonunu reddetmektedirler. Yani tam da sis-
temin ya da devlet aklının önerdiği insan
tasarımının karşısında konumlanmakta-
dırlar. Din devleti düşüne karşı çıkmakta,
köleliği reddetmektedirler. Sistemin hiç
hazzetmediği işlerdir bunlar… Alevilerin
tutumu, hesapları tersyüz etmektedir…
Olacak şey değildir ve devlet aklı bu uya-
nışı boğmalıdır. O halde PSAKD’nin ön-
cülük ettiği Alevi uyanışı daha körpeyken
çaresine bakılmalı, irticanın devleti ele ge-
çirme planı sekteye uğramamalıdır.
Sivas kent birimleri, belediye ve dev-
letin emniyet, jandarma-asker uzantıları
dinci militanlara “sorun” çıkarmayacaklar,
Ankara tarafından desteklenecek, hatta
ödüllendirileceklerdi. Şeriat kalkışmasına
hazırlanan, örgütlenen, camiyi kullanan mi-
litanlara kolaylık sağlanacak, zor kulla-
nılmayacak, dağıtılmayacaklardı. Devlet bi-
rimlerinden “sorun” çıkaran olursa o ma-
kam by-pass edilecek emri dinlenilmeye-
cek, olay sonrası ele geçirilen elebaşı du-
rumundaki militanlar daha gözaltı aşa-
masında salıverileceklerdi. Senaryo aynen
yazıldığı gibi sahnelendi ve oynandı…
Bugünden baktığınızda Sivas Katlia-mı’nın 20. yılında Türkiye hangi noktada?Geleceğe dair umut ya da karamsarlık-larınız nedir?
Daha düne değin milyonlarca insanın
kendi baktığı yerden yarına dair kaygı ve
umutsuzlukları vardı. Eğitim, din-mez-
hep devleti, bölünme kaygısı, demokrasi ve
laikliğin tasfiyesi, polis devleti, komşular-
la savaş gibi konulara dair kaygı duymamız
için çok nedenimiz vardı. Kişisel olarak bu
kaygılarımı halen korumakla beraber,
“Gezi Parkı” uyanışıyla birlikte bu kez da
adamakıllı bir umut belirdi. Bunu görmek,
90 gençliğinden hiç beklemediğim bir ref-
lekse şahit olmak, beni hem heyecanlan-
dırdı hem de umutlandırdı. Diktatör bakımından yolun sonu gö-
rünüyor gibi. Bir musibetten daha kurtu-lacağız. Temennim öyle de olacak… Her-kes hesabını böyle yapsın!
Bu kez adamakıllı birumut belirdi
Sivas K�y�m�’n�n 20. y�l�nda, dönemin Pir Sultan Abdal Sanat Kültür Derne�i Ba�kan� Murtaza Demir “Ate�-i A�k” adl� kitab�n� anlatt�
ELİF TEMEL
Ate�-i A�k, Murtaza Demir,
K�rm�z� Kedi Yay�nevi
28 HAZ�RAN 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP
Aydınlanma düşünürü Lessing, felsefenin dinden
ayrılma zorunluğunu yine dinsel bir imgeye baş-
vurarak şöyle açıklamıştı: “Şayet Tanrı karşıma di-
kilse ve bir elinde tüm gerçekleri tuttuğunu ve di-
ğer elinde de gerçeklere götüren aracı bulundur-
duğunu söyleyerek, bana, –Seç bunlardan birini–
dese, büyük bir tutkunlukla ben O’na, –Ey Tanrım,
gerçeklere götüren aracı ver sen bana; diğer elin-
de tuttuğun gerçekleri sakla!– derdim.”
Düşünüre göre, hakikat karşısındaki seçim; si-
yasal terimlerle konuşacak olursak, iktidarla mu-
halefet arasında yapılmak zorundadır: İktidar is-
teyen, hazır ve mutlak bilgiyi ve gücü eline alarak,
boyun eğmeyi seçer; böylece aynı eylemi başkala-
rına dayatma gerekçesini yaratır, kendine boyun eğ-
dirmeyi varlığının tek anlam ve biçimi olarak be-
nimser, ona inanır. Gerçek diye boyun eğdiği ol-
gunun zaman içinde değişime uğrayarak yalana dö-
nüşmekte oluşunu en başında yadsıyarak kendini
artık sürekli yalana başvurmakla, ilk yalanı besle-
mekle yükümlü kılar. Kullandığı araçlar korkunun,
baskı ve şiddetin araçlarıdır.
Muhalefet, gerçekliğin sürekli değişimini izle-
mek ve yakalamak tutkusuyla seçilen taraftır.
İnanmak yerine gerçekliği kavrayıp öğrenmeyi, yeni
gerçeklere ulaşma tutkusuyla bir arayış ve buluş di-
yalektiğinde yer alarak onu sürekli yitirip edinme
serüveninde aklın ve cesaretin araçlarıyla ilerlemeyi
yüklenir. Her bulgu, kişiyi bulunduğu konumdan ik-
tidara taşır; ama o, çoktan yerini değiştirmiş, yeni
bulgular için serüvene atılmıştır. Kafasındaki tek
mutlak gerçek budur –özgürlüğün yolu!
�TAAT KÜLTÜRÜNÜN ÖNÜ NASIL AÇILDI
Her iktidar, kendini olumsuzlayacak ve aşacak
araçlarla birlikte kurulur. Bu nedenle demokrasi,
yeni iktidarı seçme kurallarının yanı sıra onu ortadan
kaldırma bilincini ve kurallarını, yani muhalefete
de güvence oluşturmak, dahası asıl ona güvence
oluşturmak zorundadır. Demokrasi, mutlak iktidarı
koruma rejimi olamaz. Hele hele mutlak iktidar ce-
hennemine götüren yolu çoğunluk eliyle döşeyen
safsataların yasallık kazandığı bir rejim hiç olamaz.
Aydınlanma bilinci, diyalektik aklın sürekli yı-
kıp kurduğu praksis olarak eylem ve kuram diya-
lektiğiyle en yüksek muhalefet ve dönüşüm ola-
naklarını kazandı. Emperyalizm, insanlığı soğuk sa-
vaş gerilimiyle taşıdığı postmodernizm uğrağında
dünyanın talan edilmesini tüm teknolojik olanak-
ları kullandığı yalan bombardımanıyla başardı.
Diyalektik akıl ve gerçeklik algısı köklü bir sarsıl-
ma geçirdi. Postmodern dünyada muhalefetin
varlık nedeni, iktidara itaat olanağı sağlamak ve onu
pekiştirmek olarak anlaşıldı. Demokrasi bir tah-
terevalli olmaktan bile çıkartıldı. Her alanda, va-
hiy ve dini aklın ve felsefenin yerine koyma gayre-
ti demokrasinin hoşgörüsü olarak tanımlandı; ge-
lişmesi itaatsizliğe dayalı her kurum, kayıtsız şart-
sız itaatle kuşatıldı. Yurttaşlık hukuku günlük ya-
ken, daha otuz yıl önce geldiği son soru şudur: “Mo-
dern sisteme katılan İslâm’dan geriye ne kalır? Müs-
lüman dünyanın zihni sekülerleşmez ve bizzat İs-
lâm’ın kendisi de Protestanlaşmaz mı?” Yazar buna
olumsuz yanıt veriyor. Yani ihtilaf eden varlık, enin-
de sonunda itaat etmekle yükümlüdür.
Gerçek şu ki, iktidarın zorbalığına karşı sivil ita-
atsizliğin örneklerini yaşadığımız şu günlerde hal-
ka hükümetten gelebilecek uzlaşma önerilerinin hiç-
bir inandırıcı yanı yoktur. 2 Temmuz’dan çıkarta-
bildiğimiz ders hiç değilse bu olmalıdır.
Zorba, insanlar�n aldat�lm�� oldu�unu öne sürerek i�in içinden ç�k�yor. Dahas�, t�pk� 2 Temmuz’da ya�and��� gibi, itaate zorlay�c� sald�r�lar�n dinselyönden hakl� ve gerekli oldu�unu ima eden aç�klamalardan geri durmuyor
Türkiye yak�n tarihine “28 May�s Gezi Direni�i” olarak geçece�ini öngördü�ümüz dönem olaylar�n�nas�l de�erlendiriyorsunuz? Bir ba�ka deyi�le neler oluyor ve bu puslu ortamda yar�nlara ili�kin ne
söyleyebilirsiniz, nas�l görüyorsunuz? Sizin bir ayd�n olarak duru�unuz, söyleminiz ne olacak?
tü. Darbe diyorlardı, asker vesayeti diyorlardı, aske-
ri şehrin içine soktular, bir sıkıyönetim ilan etmedik-
leri kaldı. Fırsatlar değerlendirilir, akılcı davranılır-
sa daha aydınlık bir Türkiye için olanaklar daha da ar-
tacaktır.
Umutlanmak içindaha çok neden var
Türkiye gibi çoğulculuk anlayışının ya-şatılması ve sürdürülmesi gereken birülkede, her dönemde “tek tip”leştir-me anlayışının egemen olması, daya-tılması kabul edilemez bir durum.Türk ve Sünni bir bakış açısının “öte-kileştirme” aracı olarak kullanılması,bu bakışı ve baskıyı doğal olarak ka-bul etmeyecek olanların yine doğaltepkisine yol açtı. Vicdan, merha-met, insaf kavramları tam da buradagerekli.
Soldan ya da seküler çevrelerdengelip de muhafazakâr çevrelere yol-culuk eden kimi yazar, edebiyatçı ve
köşe yazarı arkadaşların, “mütedey-yin” kitlenin haklarını savunurken peksık kullandıkları “vicdan” kavramı, birsüre sonra kaçınılmaz olarak iktida-rın meşruiyetini savunma ve kanıtla-mada temel kavramı oldu.
İslamcı ya da Laik, Alevi ya daSünni, Türk ya da Kürt, benim içindevletten yaralı herkes mağdur vemazlumdur. Öyleyse bol kesedenkullanılan vicdan kavramının, AKPhükümetinin özellikle 3. dönemindeSol, Alevi, Laik, Kemalist kesimdenniye esirgendiğini anlayabilmiş deği-lim. Vicdan kavramı da herhalde ki-
şiye, gruba,sınıfa, top-lumsal ke-sime özgüolamaz, ol-mamalıdır ama öyle oldu,oluyor. Bu arkadaşların dikkatiniçekmek isterim, adalet ve hukuk gibivicdan da herkese lazımdır, en çok dainsanın kendisine lazımdır.
Türkiye’nin barışı, Türkiye’nindemokratik, laik bir sosyal hukuk dev-leti olarak çoğulcu bir toplum yapı-sına ve anlayışına sahip olduğunu ka-bul etmekten geçiyor.
Haydar Ergülen:
Vicdan da herkese laz�m
Birkaç gün-
den beri ye-
niden, ilk
gençlik yıl-
larımın ken-
ti Ankara’dayım. Yaz sıcaklarının henüz
bastırmadığı bu dönemde, başkenti, çok
canlı bir akıma gönülden kapılmış in-
sanların coşku ve birlik içinde, Gezi ey-
lemlerinin yarattığı bilinç atmosferini
derinden soluyarak yaşadıklarına tanık ol-
maktan mutluyum. Evimin bulunduğu
Dikmen Caddesi üzerinden her akşam
22:00 sularında caddeyi inleten insan
selinin, ellerinde pankartlar, ağızlarında
inanç salvoları ve türkü sesleriyle akıp geç-
tiğini izliyorum. Bu anlamlı koroya, ara-
baların korna sesleri eşlik ediyor. Yol, Po-
lisevi’nin önünden geçerek başka kollar-
dan gelen insanlarla Kennedy Cadde-
si’nde birleşiyor. Biliyorum, salt Ankara’ya
özgü bir şey değil bu; başka kentlerde de
bu büyük koronun yansımaları var. Ya-
şananlar, artık yeni bir dönemin işaret-
lerini somut biçimde veriyor. Bu yeni dö-
nemi, Arap baharıyla karıştıranlar var.
Oysa Türkiye’nin geçmişte yaşadıkla-
rından bugüne tarih kayıtlarının düşül-
düğü ve bu kayıtların yeni bir sayfayı aç-
makta etkili olduğu bir gerçek. Kısaca söy-
lemek gerekirse, tekin bir ülke değil
Türkiye. İnsanını iyi anlamak ve onun tep-
kilerini iyi ölçmek gerekiyor. Kısa bir süre
önce İstanbul Gezi Parkı eylemlerinin yo-
ğunlaştığı günlerde de anlamlı tepkileri-
ni eylemleriyle dile getirenlerin arasın-
daydım. Onların etkin direnişlerinden ge-
leceğin tarihine kimbilir ne notlar düşü-
lecek.. Bekleyelim ve görelim..
Direnişin ilk gününden ayın 14’üne
kadar hemen her gün alandaydım,
Gezi Parkı’ndaydım, Beyoğlu’nun
arka sokaklarındaydım, her şeyi bi-
rebir gözlemledim. Bize yıllar son-
ra bu mücadele coşkusunu kazan-
dıran gençlere, kurumlara, sendi-
kalara ne kadar teşekkür etsek az-
dır. Görüyoruz ki, AKP iktidarı bo-
yunca çok kişi mağdur olmuş, çok
kişi inanılmaz bir nefret ve öfke duy-
gu içindeydi. Atanamayan öğret-
menlerden kentsel dönüşüm mağ-
durlarına, HES mağdurlarına, her-
kesin, toplumun ciddi bir çoğunlu-
ğu mağdur edilmiş dışlanmış, aşa-
ğılanmış, horlanmış ama herkes,
her kurum, her mağdur edilen ke-
sim bu süreçte kendi adına müca-
dele verip direnip geri çekildiği için
ve basında da çok az yer bulduğu
için bunları duyamamışlar. Öyle bir
dipten bir dalga geldi ki bütün bu sü-
reçte ezilenler, mağdur olanlar bir-
denbire kucaklaştılar.
Biz bir halk hareketi karşısın-
dayız. Yeni şeyler öğrendik, 90 ku-
şağını tanıdık, onların sergiledikle-
ri dayanışma ve direniş örnekleri
bizleri yeni okumalara, yeni dü-
şüncelere yöneltti, güven verdi biz-
lere. Şimdi bu direnişin kitabını
hazırlıyorum yoksa şu anda onların
yanında olmak isterdim.
Bu kadar halkına düşmanlık du-
yan bir yönetimin olması endişe
verici, nefretle bakan bu anlayış
ürkütücü zaten olayların bitmeme-
si, halen sürmesi insanların bunla-
rı birebir görmesinden kaynaklanı-
yor. Dün revir olarak kullanılan
Divan Oteli’ne, yaralıların taşındı-
ğı otele onlarca polis saldırdı, in-
sanlar otelin içinde havasız kaldı, bir
kadın düşük yaptı, her şey gözü-
müzün önündeydi, bir iki TV ka-
nalından izleyebildik.Ulusal Kanal,
Halk TV ve Artı 1 gerçek, örnek bir
yayıncılık örneği yaptılar, ayrıca te-
şekkür borçluyuz.
Bunlar hafızalarımızdan silin-
meyecek, ben bir Türk yazarı olarak
Recep Tayyip Erdoğan’ı başbakan
olarak görmüyorum, sonuna kadar
da takipçisi olacağız. Dilerim başka
ölümler olmaz. Kazandık, alandaki
insanlar kazandı, zihinsel bir devrim
oldu, artık yeni kazanımları koru-
malıyız ve bu dayanışma örneğini
her insan hakları ihlalinde, her
doğa tahribatında, her aşağılandı-
ğımızda bu dayanışma örneğini dev-
reye sokmalıyız.
Aydınlık gazetesine de dürüst
yayıncılığı için teşekkür ediyorum.
Kaya Özsezgin:
Bir dönü�üm a�amas�nday�z
Halk�na bu kadar dü�man olan yönetim
P�r�l p�r�l bir umutye�erdi içimizde
28 HAZ�RAN 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Korkarak izliyorum genç şairleri. “Öyle
değil, şöyle yazın” denilemeyeceğini de
unutmamak gerekiyor. Yoksa hiçbiri
kendi olamaz. Daha başlangıçta, yaz-
dıkları şiir zedelenmiş olur. Dikkatle
izlediğim birinin başka şair, yazar ve eleş-
tirmenler tarafından izlenip izlenmedi-
ği, fark edilip edilmediği önemlidir be-
nim için. Tam bu noktada, sözü Gökben
Derviş’in yazdığı şiire getirmek istiyorum:
Gökben Derviş izlenen, fark edilen
bir şair. “Kabuk” adlı kitabı yeni duyar-
lıklar getiriyor.
Derdi olan şiir. Dilsel,
biçimsel kalkışmalar var şi-
irlerde. Bu özellikleri ne-
deniyle olacak, birçok şiir
öznesi, adını anma gereği
duydu. Hülya Deniz Ünal,
“Şiir Kulesi” başlığı altında
hazırladığı köşede Gökben
Derviş’in “Gravür Konuş-
malar” adlı şiirini ayın şiiri
seçerek; “Gökben Derviş,
tiyatro okuyor ve öğrenim
gördüğü dal ile şiiri çok iyi
ilişkilendiriyor. Dizelerini bir
tiyatro sahnesi gibi kurup
canlandırmayı biliyor. Genç
şairi sevgiyle izliyoruz.” de-
ğerlendirmesini yapıyor. Doğ-
ru bir belirleme bu. Çünkü
Gökben Derviş yazdığı şiirlerin biçim ve
yapısında tiyatronun olanaklarından us-
taca yararlanmasını biliyor. Cihan Oğuz
da, ona ilişkin ilk saptamasını “Gökben
Derviş’in ‘Bukalemun Çıkmazı’ şiiri iro-
nik dizeler taşıyor.” diyerek yaparken;
bir başka yazısında “Gökben Derviş’e ga-
liba nazar değdirdik. Şiiri Özlüyorum’un
Mart-Nisan ( 2010) sayısında yayımlanan
‘Polyanna Kılıklı Adamlara’ şiiri görün-
tüde ironiye göz kırpıyor ama hayli cılız
ve basit dizelerle örülü. Yazdıklarını
cidden avangart şeyler sanıyorsa, asıl ey-
vah o zaman.” deyip bir uyarıda bulun-
ma gereği de duyuyor. Kara Kalem’de,
“Beni bir şaşırtıp bir hayal kırıklığına uğ-
ratan Gökben Derviş ‘Yasak Bilinçaltı’
şiiriyle dikkat çekiyor.” sözleri de Cihan
Oğuz’a ait.
BÖYLE KURUYOR�RON�S�N�
Olumlayan ya da olumsuzlayan ve ge-
nel olan her yaklaşım; sadece şiirin dı-
şındaki öğelere bakılarak yapılınca bizi
doğru sonuçlara götürmüyor. Elbette, bi-
linçli olarak şiirin dışında bırakılanlar da
şiire dahildir. Bu, göz önünde tutulabi-
lir, ama her şiirin bilgisi kendinde iç-
kindir. Önemli olan bu bilgileri açığa çı-
kartabilmektir. Ancak o zaman sağlıklı
bir değerlendirme yapılabilir. Cihan
Oğuz, yazılarında buna özen göstermi-
yor. Sina Akyol da böyle düşünüyor ol-
malı, ki Cihan Oğuz’un karşı çıktığı; Gök-
ben Derviş’in “Polyanna Kılıklı Adam-
lara” şiirini değerlendiriyor. Şiirin bü-
tününü yazısına alıntıladıktan sonra,
“Şair, bir olasılık elbet bu, ‘romantızm’
yönelik kendi eleştirel bakışını da dahil
etmiş olabilir şiirine,
ama sanki salt bundan
ibaret değil şiir; günü-
müzün ‘romantizm’e
yönelik eleştirel bakı-
şıyla ilgili keskin bir
eleştiriyi, batırıcı bir
eleştirellik çerçeve-
sinde de dile getiriyor,
böyle kuruyor ironi-
sini. Nereden mi bel-
li, aynı dergide ‘Şiiri
Özlüyorum’ yayım-
lanan ‘Sıkıntı Buh-
ranı’ başlıklı bir di-
ğer şiirinde yer alan
şu ikilikten: ‘dünya-
yı domaltıyor biri-
leri / yüzüm kızarı-
yor diyemiyorum, kulak
yok.’ Bir soru: ‘Polyanna Kılıklı Adam-
lara’ şiiri daha ‘güzel’, daha ‘ustaca’ ya-
zılabilir mi? Yazılabilir elbet. Ama o za-
man bu şiir olmaz yazılan. Gökben Der-
viş’in daha ‘güzel’ ve daha ‘ustaca’ bir şiir
yazmak istemediği besbelli. ‘Polyanna Kı-
lıklı Adamlara’ şiirinin tam olarak da
yazdığı şiir olmasını istemiş.” Bence de
öyle. Sağlıklı, doğru olduğunu düşün-
düğüm ve önemsediğim bir yaklaşım
biçimi var Sina Akyol’un. Şiirde içkin
olanı bulup çıkartmaya çalışıyor. Kendi
olmasına / kalmasına özen gösteriyor şai-
rin. Gökben Derviş’e ilişkin başka de-
ğerlendirmeleri de var Sina Akyol’un:
“Sunak Taşı İniltileri’nde, ‘beni diony-
so’un esrikliğinden inşalamışlar’ de-
mekten çekinmiyor Gökben Derviş.
Doğrusu, ‘inşa etmişler’ olmalıydı. (…)
‘Bukalamun Çıkmazı’nda ise ‘harlan-
dır kasap bıçaklarını’ dizesiyle belirli
bir sözcüğün farklı kullanımını da geti-
rip atıyor önümüze, iyi yapıyor.”
Sina Akyol, bu olumlayıcı tutumuy-
la şairin şiirdeki özgürlük alanını özen-
le koruyor; hatta ge-
nişletiyor. Elbette, ya-
pılması gereken de bu,
ama ‘inşalamışlar’ ve
‘harlandır’ sözcükle-
rinde olduğu gibi,
Arapça, Farsça, İngi-
lizce… sözcüklerin kök
ya da gövdelerine ya-
pım eki getirerek yeni
bir sözcük yapmak ye-
rine; Türkçe sözcükle-
rin kök ve gövdelerine
yapım ekleri getirme-
nin daha doğru olaca-
ğını söylemek, şairin
özgürlük alanını kısıt-
lamak olur mu? Bu
bağlamda yazdıkları şi-
irler üzerine düşünü-
lebilecek çok şair var
Türkiye’de. En tipik ör-
neğin ise Metin Eloğlu
olduğunu anımsamak-
ta yarar var.
HIRÇIN VEDUYARLI
E. Bülent Yardımcı
da Gökben Derviş’in
oluşturduğu bazı söz-
cük öbeklerine karşı çı-
kıyor. Örneğin ‘Ruh-
sal Veba’ yerine, ilgi şiirden bulduğu ‘Bo-
zuk Saatler Zamanı’ adını öneriyor ve
“Piyasada şiir diye uçuşturulan geveze-
liklerle kıyaslandığında; Türk şiiri, gür
sesli, cesur, hırçın, şaşırtıcı, duyarlı, iç-
tenlikli, kapitalizmin çürütmeye uğraştığı
insanî değerlere sahip çıkan, bu yıkıcılı-
ğa kafa tutan, başkaldıran genç bir kadın
şair daha kazanmıştır, yargısında bu-
lunmak hiç de yanlış olmayacaktır.” di-
yerek olumluyor Gökben Derviş’i. Ata-
lay Saraç ise, onun izlek ve dilsel aranı-
şını şu sözlerle ortaya koyacaktır: “Gök-
ben Derviş’in (1986) Mutluluğa Jübile şii-
rindeki ‘Reklam panosuna dönmüş ka-
dınların / kurut şelalelerini; cinsiyetsiz
kalsınlar’ dizeleri, tüketim çılgınlığı için-
deki kadınları ve onların yapaylıklarını,
öfkeli ama çarpıcı bir şekilde ilençle dile
getirirken yeni bir benzetmeye başvura-
rak şiirselliği sağlıyor çağrışıma açık di-
zelerde.”
Öte yandan Mustafa Durak’ın Gök-
ben Derviş’i fark etmesi ve onun ‘Yal-
nızlık Manifestosu’ şiirine ilişkin yaptı-
ğı ayrıntılı çözümleme, geneli ilgilendi-
ren / uyaran iletiler de içeriyor: “Diye-
ceğim şair, okurun algılama kapasitesi-
ni göz ardı etmemeli.” diyor Mustafa Du-
rak. Elbette ortaklaşa düşünülmeli bu
konu üzerine; ama hangi okurun algıla-
ma kapasitesini ölçüt alacağız? Şiir eği-
timinden geçmemiş; şiir denince, mani-
leri anımsayan okuyucu, şiir yazarken na-
sıl gözetilebilir? Yanıtlanması zor soru-
lar bunlar. Gökben Derviş’in de şiirleri-
ni kurarken okuyucuyu düşündüğü söy-
lenemez gibi. Bütüncül bir şiir yazıyor o.
Tek bir tema ile sınırlamıyor şiirlerini.
Yaşamın sunduğu bütünsellikte olsun is-
tiyor her şiiri. Eşzamanlı ve artzamanlı
olay, olgu ve durumları, her şiirinde bir
araya getiriyor. Bu nedenle şiirlerinin çok
izlekli olduğunu saptamak doğru olur.
Şiir yazarken hiçbir nedenle kendini sı-
nırlamadığı görülüyor. Alabildiğine öz-
gür. Özetleyerek söylemek gerekirse
Gökben Derviş’in bütün bütüne dile
bağımlı davranmadığı da görülüyor.
Amaçladığı şiiri ele geçirmek için bazen
kelimelerin biçimsel değerlerini öne çı-
kartıyor; bazen de kavramı öne çıkarta-
rak düşünsel olanın şiirini yazıyor. Onun
‘Kabuk’ adlı kitabıyla Türk şiirine katkı
getirdiği çok açık.
Bütüncül şiirin Derviş’iGökben Dervi�, ya�am�n sundu�u bütünsellikte olsun istiyor her �iiri.
E�zamanl� ve artzamanl� olay, olgu ve durumlar�, her �iirinde bir araya getiriyor. Bu nedenle �iirlerinin çok izlekli oldu�unu saptamak do�ru olur
VEYSEL ÇOLAK
Kabuk, Gökben Dervi�,
May�s Yay�nlar�, 72 s.
GökbenDervi�
28 HAZ�RAN 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Gerek dünya ölçeğindeki, gerek bölge-
mizdeki ve ülkemizdeki gelişmelerin kı-
zıştığı, çelişkilerin derinleştiği, Çin ve
Rusya’nın öne çıktığı, bölgesel arayışla-
rın yoğunlaştığı bir süreçte ABD’yi her za-
mankinden daha doğru, daha gerçekçi
tahlil etmek gerekir.
Bu gereksinim akademik faaliyet kap-
samında yapıldığı kadar, ideolojik ve po-
litik düzlemde emperyalizme karşı mü-
cadele yürütenler için de zorunludur.
ABD’nin kuvvetine, devlet kapasitesi-
ne, siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kül-
türel, bilimsel, teknolojik gücüne ilişkin
sağlam bilgilere dayanan nesnel, özenli ve
dikkatli tahliller yapmak şarttır. Ne
ABD’yi abartan, ne de içinde bulunduğu
zayıflama süreci nedeniyle onu küçüm-
seyen yaklaşımlara sapmadan, nesnel çı-
karımlarla bulunmak önemlidir. Zira
İran ve Suriye’nin direndiği, aynı za-
manda küresel iddia taşıyan Rusya ve Çin
gibi Avrasya güçlerinin daha fazla inisiyatif
aldığı, AB’nin iktisadi bunalımın da et-
kisiyle yapısal sorunlarını aşmakta zor-
landığı, Almanya’nın buna koşut olarak
Brüksel ve Washington’dan daha bağım-
sız hareket edip Moskova ve Pekin’le ya-
kınlaştığı bir sürecin sonuçlarını doğru ön-
görmek önemlidir.
Tam da bu dönemde ve bu nedenle
Kaynak Yayınları doğru bir iş yapmış, ül-
kemizin en yetkin uluslararası ilişkiler uz-
manlarından Prof. Dr. Haydar Çakmak’ın
yayına hazırladığı “ABD’nin Askeri Mü-
dahaleleri” adlı çalışmasını basmış. 1801
yılından bu yana ABD’nin askeri müda-
halelerini inceleyen hacimli ve iddialı
çalışmada sadece ABD emperyalizminin
işgalleri, açık-örtülü müdahaleleri yer
almıyor, aynı zamanda askeri müdahale-
lere ilişkin kuramsal yaklaşım da ortaya
konuyor. Tarihsel arka plan da veriliyor.
“Haklı savaş”, “egemenlik”, “kuvvete
başvurma”, “self determinasyon” gibi
hemen her tartışmada kullanılan kav-
ramlar da ele alınıyor. 15 farklı üniversi-
teden 34 bilim insanının makalelerinin yer
aldığı kitapta çok değişik, bir kısmına ka-
tılmadığımız görüşler de var. Kitaba kat-
kı sunan kimi yazarların kendi araların-
da da fikir ayrılıkları bulunuyor. Nitekim
bu durum yayınevinin sunuş yazısında da,
Prof. Dr. Çakmak’ın önsözünde de be-
lirtiliyor. Ancak ABD’nin askeri müda-
halelerini tek bir kitapta toplamak gibi zor
ve de ülkemizde ilk olan bir işi kotarmak,
peşinen övgüyü hak ediyor.
Uluslararası hukukta ve Birleşmiş
Milletler sisteminde askeri müdahale ol-
gusu, meşru müdafaa hakkı, kuvvet kul-
lanma yasağı, uluslararası hukukun meş-
ru saydığı hallerde kuvvet kullanma ve as-
keri müdahale gibi konu başlıkları ilk bö-
lümde işleniyor. ABD’nin
hegemonya sistemi, ordu-
nun rolü, ABD silahlı kuv-
vetlerindeki dönüşüm ve
Afganistan, Irak işgalle-
rinden alınan dersler in-
celeniyor. Kitabın ikinci,
üçüncü ve dördüncü bö-
lümlerinde ise sırasıyla
19, 20 ve 21. yüzyıllarda-
ki askeri müdahale ve
işgaller ele alınıyor.
Meksika’dan Arjantin’e,
Nikaragua’dan Japon-
ya’ya, Fiji ve Havai ada-
larından Uruguay ve
Paraguay’a, Koso-
va’dan Lübnan’a, Lib-
ya’dan Irak’a, Viet-
nam’dan Kore’ye, So-
mali’den Afganistan’a
dek ABD’nin yaptık-
ları ayrıntılı anlatılıyor.
ABD’DE ORDUNUN ROLÜBağımsızlık Bildirgesi’ni 4 Temmuz
1776’da ilan eden ABD, ordusunu 1775’te
kurmuştur (ordunun devletin kurulma-
sındaki rolünü küçümseyen, devletlerin
ordusuz da kurulabileceğini öne süren,
ordu aleyhindeki her sözü, her eylemi “de-
mokrasi”, “sivil toplum”, “insan hakları”,
“özgürlük” sayan emperyalizmin uzantı-
sı liberallerin, yetmez ama evet takımının,
özürdiliyoruz.com ekibinin kulakları çın-
lasın). ABD ordusu ilk yurtdışı savaşını
1801’de Kuzey Afrika’da Berberi Savaş-
larına katılarak yapmıştır. O günden beri
dünyanın çeşitli bölgelerinde 50’den faz-
la küçük veya büyük askeri müdahale, iş-
gal gerçekleştirmiştir. ABD ordusunun,
kuruluşundan bu yana dünyanın en iyi or-
dularından biri olması, bütçesi ve tekno-
lojik olanaklarıyla hep önde yer alması,
şüphesiz ABD’nin politik ve ekonomik gü-
cünden beslenmiş ve onları beslemiştir.
17. yüzyıldan 20. yüzyıl başına kadar
İngiltere dünyanın egemen gücü olarak
öne çıkmıştır. 1845’ten 1870’e kadar dün-
ya gayrisafi hasılasının yüzde 30’unu tek
başına sağlamıştır. Yaklaşık 35 milyon
km2 büyüklüğünde bir imparatorluk olan
Birleşik Krallık, 19. yüzyılda sanayileş-
menin ölçütü olan demir çelik üretimin-
de başı çekmiştir. 1860’ta dünya demir
üretiminin yüzde 53’ünü tek başına ger-
çekleştirmiştir. Yine 19. yüzyılda “Beş
Anahtar” olarak ad-
landırılan ve dünyayı
denetim altında tutma-
ya yarayan 5 stratejik
bölge (Cebelitarık,
Ümit Burnu, Singapur,
Dover ve İskenderiye)
İngilizlerin denetimin-
dedir. 1880’den sonra
dünyanın ekonomik ve
teknolojik gücü, Birinci
Dünya Savaşı’ndan sonra
da politik liderliği
ABD’nin eline geçmiştir.
ABD’de sadece siyaset
ve ekonomi değil, eğitim,
bilim ve teknoloji de or-
duyu besler. Ülkenin
GSMH’sinden yüksek öğ-
retime harcanan pay da
(yüzde 2.6), kişi başına düşen
mühendis oranı da (yılda 70
bin mühendis mezun olmaktadır) hep
ABD’nin askeri, siyasi, iktisadi, bilimsel,
teknolojik gücünü destekler. Aralarında
doğrudan bir ilişki, eşgüdüm ve dışsallık
bulunur. Dünyadaki en iyi 50 üniversi-
tenin yarısı ABD’dedir. Bir çalışmaya
göre; ABD’de eğitimin en zayıf halkası
orta öğretimdir ve bu da yüksek öğreti-
me olumsuz yansır. Ancak çeşitli saha-
larda yaklaşık 10 bin yüksek düzeyli bi-
lim araştırmacısına, 4 bin üst düzey ye-
tenekli yöneticiye, 6 bin ulusal, uluslar-
arası, çokuluslu şirket yöneticisine ihti-
yacı olan ABD, diğer orta ve alt kade-
melerde yüksek nitelikli çalışana gerek-
sinim duymadan, 20-25 bin çok iyi ye-
tişmiş yönetici, uzman ve bilim insanıy-
la üstünlüğünü sürdürür. ABD bu nite-
likteki kişileri, hem yılda 1 milyonun üze-
rinde mezun veren üniversitelerinden
hem de dünyada en fazla beyin göçü alan
ülke olarak gelenlerden bulur.
S�STEM VE SINIF OLARAKEMPERYAL�ZM
Kitapta sadece ABD’nin askeri et-
kinlikleri anlatılmıyor, kuvvet tahlili ve ik-
tisadi tahlil de yapılıyor. Dolayısıyla, em-
peryalizm üzerine kafa yoran, onunla
mücadeleyi kafasına koyan bir okurun işi-
ne yarayacak pek çok bilgi yer alıyor. Me-
sela şu dikkat çekici bilginin üzerinde tar-
tışmak gerekiyor:
“İleri teknoloji üretimini görmek ve in-
celemek için Çin’de bir yıl geçiren gaze-
teci James Follows, üretimle ilgili tecrü-
besini şu şekilde aktarmaktadır: Dış kay-
nak kullanımı ABD’nin rekabet gücünü
artırmaktadır. Para kazandıran aşama,
malların üretiminden ziyade onların ta-
sarlanması ve pazarlanmasından elde
edilmektedir ki bu da ABD’nin kontro-
lündedir. Bunun en iyi örneği iPod’dur.
Genellikle ABD dışında üretilir, ama
katma değerin büyük bir kısmını merke-
zi Kaliforniya’da olan Aplle şirketi kaza-
nır”. (s.27)
ABD’nin silah sanayisindeki konu-
munu da şu veriler ortaya koyuyor: 2004
-2007 arasında dünya silah ticaretinin yüz-
de 31’ini, 2008-2011 arasında yüzde
56’sını, 2011’de ise yüzde 79’unu tek ba-
şına gerçekleştirmiş. Silahların yarısını
Suudi Arabistan (33. 4 milyar dolar)
başta olmak üzere Körfez’deki zengin
Arap ülkelerine satmış.
Kaynakçası da oldukça zengin olan ki-
tabın sonunda Çakmak, ABD’nin yön-
temlerini, müdahalelerde neden bir koa-
lisyona gereksinim duyduğunu, İsrail’in çı-
karlarını nasıl gözettiğini vurguluyor.
ABD’nin gücü azalsa bile, küresel güç
olma yeteneği ve imkânlarını kaybetme-
yeceğini belirtiyor. “Bugünkü uluslar-
arası ilişkiler sisteminin, Birleşmiş Mil-
letler ve Güvenlik Konseyi’nin rolünün ve
yaptırım gücünün Amerikan emperya-
lizminin önüne geçmesi mümkün değil-
dir. Karşısında bir ülkeler grubu veya bir
blok olmadığı müddetçe pervasız bir şe-
kilde çıkarlarına ne uygunsa onu yapmaya
devam edeceği görülmektedir” diyor.
Özetle “ABD’nin Askeri Müdahale-
leri” adlı çalışma, emperyalizmin bölge-
mize ve ülkemize yönelik saldırılarının art-
tığı bir dönemde, akademik özelliğinin ya-
nında, emperyalizmle mücadele etmek is-
teyen her yurttaşın ilgisini hak ediyor.
ABD emperyalizmini veordusunu anlamak içinNe ABD’yi abartan, ne de içinde bulundu�u zay�flama süreci nedeniyle onu küçümseyen
ABD’nin Askeri Müdahaleleri,Prof. Dr. Haydar Çakmak,Kaynak Yay�nlar�, , 574 s.
28 HAZ�RAN 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Yazı adamları için bir soru hep usumdan geç-
miştir: “Yaşamayı mı öne alırlar yoksa yazı
için yaşamayı ikinci plana attıkları olmuş mu-
dur?” Üretim için yazanları bir yana ko-
yarsak, gerçekten edebiyat için kafa yoran-
lar(onun gelişimi, değişimi, nasıl ve niçini-
ni sorgulayanlar) aynı zamanda hayat için
de kafa yoran ve yaşayanlar olmalı, ya da bir
okur olarak öyle olmasını düşleyebiliriz. Ede-
biyatımızın kalıplara sığdırılamayan yazar-
larından biri olarak Bilge Karasu’yu özel kı-
lan noktalardan biri de bu soruyla birlikte
ortaya çıkıyor: Yaşamaya nasıl bakardı?
YAZI DA YA�AMANIN �Ç�NDE“Halûk’a Mektuplar” adıyla kitapla-
şan ve Metis Yayınları tarafından yayınlanan
Bilge Karasu’nun şair ve eleştirmen dostu
Halûk Aker’e yazdığı mektuplar, onun yaz-
ma uğraşı ve yaşama uğraşına dair önemli
ipuçları içeriyor.
Bu mektuplarda; Karasu’nun sadece ya-
zınsal üretim süreçlerinin değil aynı zamanda
çevirileri, üniversitede ders verirken yaptı-
ğı hazırlıklar, yaşadığı maddi, manevi zor-
luklar ve sevinçleri, düşleri, istekleri ya da
en basiti bir dosta örnek verirken sözünü et-
tiği film karelerinin bile Karasu evreninin bi-
rer parçası olduğunu görebiliyoruz. Tüm bu
sayabildiklerimiz (ve daha sayamadıklarımız)
o evrenin karakteristiğine dair birer gösterge
olarak ele alınabilir. Örneğin çamaşır asar-
ken bir mandalın nasıl kullanılacağına ka-
dar ayrıntıcı olabilen birinin, yazınsal yara-
tıcılık sürecinde de bir o kadar ayrıntıcı ol-
masını garipser miyiz? Bir öğrencisiyle gir-
diği diyalogda, bir hoca olarak takındığı tu-
tumu bile kişiselleştirme ya da rastlantısal-
lıktan uzak olan Karasu’nun benzer “du-
ruş”unu yazar olarak okur, eleştirmen, çe-
virmen ya da yayıncılara yaklaşımında da gö-
rebiliyoruz.
Yazmak (insanın ürettiği herhangi bir
düzlem olarak) ile yaşamak arasındaki tu-
tarlılık bu değilse nedir? Yine de bu tutar-
lılık kavramından sert ya da katı bir “yaşa-
mak” dizgesi anlaşılmasın; buna, Karasu ve
Aker’in mektuplarındaki insanoğlunun iliş-
kiler ağlarının oluşturduğu “denge” kavra-
mı hakkındaki tartışma ışık tutabilir. Zira
Aker, Karasu’ya hitaben yazdığı sunuşta
onun hayattaki konumlanışında yazmak
ve yaşamaya nasıl bir değer verdiğini şu söz-
leriyle yorumluyor: “Sen ‘yazı’nın kalıcılı-
ğında inançlıydın. Yazıya, yaşamı önde tut-
ma koşuluyla (böyle söyleyebilir miyim?) tut-
kuyla bağlıydın.”
NEDEN MEKTUPYeni yeni tanımaya başladığınız, sevdi-
ğiniz ya da tutkuyla bağlandığınız yazarla-
rı sadece okurlarına sunduklarıyla tanı-
mak kimi zaman yetersiz kalır. Bu anlam-
da Karasu’nun Aker’e yazdığı mektuplar
edebiyat okurları ve araştırmacılar için bu-
lunmaz kaynaklar. Yazarın iletişim için kul-
landığı söz konusu araç mektup olunca,
onun yazınsal yaşamı dışındaki kimliğine dair
ipuçları barındıran dolaysız belge niteliği de
kazanıyor. Bu mektuplarda şunu da görü-
yoruz ki, evlere telefonun bağlanabildiği dö-
nemlerden sonra bile Karasu için vazgeçil-
mez bir araç olmaya devam etmiş. Bunun
nedeni de, sözel iletişimin sı-
nırlarının aksine, yazma ey-
leminin düşünsel bir sürecin
gelişebilmesine tanıdığı ola-
nak olsa gerek. Ayrıca yazı-
ya bu kadar tutkuyla yaklaşan
Karasu’nun sözel kültür ile
yazılı kültür arasındaki farkı
göz ardı etmemiş olmaması
düşünülebilir mi?
B�LGE KARASU MERAKLILARI ��N
Bu ve benzeri pek çok
soru araştırmacılar tarafın-
dan çoğaltılabilir. Kaldı ki,
Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Mer-
kezi’nde (2010) ve Mimar Sinan Güzel Sa-
natlar Üniversitesi’nde (2011) düzenle-
nen iki sempozyumda Karasu’nun metin-
lerine sadece “edebiyat değeri” açısından
bakılmadığı ortaya çıktı. Metis Yayınları,
“Halûk’a Mektuplar” ile birlikte yayınladığı
bir diğer kitapta bu iki sempozyumda su-
nulan bildirileri de toplu olarak okurlara
sundu. Doğan Yaşat tarafından hazırlanan
“Bilge Karasu’yu Okumak” adlı kitapta
Alain Mascarou, Aron Aji, Berna Yıldırım,
Deniz Göktürk, Doğan Yaşat, Ender Kes-
kin, Engin Kılıç, Fatih Özgüven, Hilmi Tez-
gör, Kıvılcım Y. Şenürkmez, Laurent Mig-
non, Levent Kavas, Mehmet Nemutlu,
Nihan Abir, Özlem Özkan, Servet Er-
dem, Süha Oğuzertem, Tansu Açık, Tür-
ker Armaner, Yıldırım Arıcı ve Zeynep
Zengin’in Karasu’nun metinlerini çeşitli açı-
lardan masaya yatırdıkları bildirileri yer alı-
yor. Her biri farklı uzmanlık alanlarında ça-
lışan bu isimler; Karasu’nun metinlerinde
edebiyat sınırlarını bile zorlayan ve müzik,
fotoğraf, sinema, resim gibi diğer sanatsal
görme (okuma) biçimlerini olduğu kadar
felsefik bakış açısını da ele almış.
OKUR VE ANLAMLANDIRMABir çevirmenin çevireceği kurmaca
metni okuyup anlamlandırmasıyla, bir fo-
toğrafçı, bir müzik adamı ya da bir ressa-
mın aynı yazarın aynı metnini anlamlan-
dırması birbiriyle benzer olabilir mi? Bir fo-
toğrafçı, Karasu’nun öykülerine bakarken
de bir fotoğrafta aradığı ışık, netlik/bula-
nıklık gibi özellikleri pekala arayabilir. Bir
ressam yazılı bir metinden yola çıkarak bir
resim çizebilir. Bir müzisyen yazılı bir met-
nin ezgisel yapısıyla ilgili kimi sonuçlara ula-
şabilir. İşte bir kitap bütünlüğünde göre-
bildiğimiz bu değerlendirmeler; aynı za-
manda önümüze şu gerçeği bir kez daha ko-
yuyor: Bir metin her okurla birlikte yeni-
den ama yeniden bir anlam kazanır. Bu da
yazar Karasu’nun (Akşit Göktürk’ü de
anmadan geçmeyelim) tartıştığı okur ve
alımlama ilişkisinin bir örneği değil mi? Bir
yazar olarak Karasu’nun metinlerinin böy-
lesi bir zemine elverişli olması da toplam-
da edebiyatımızın gelişim sürecine dikka-
te değer bir katkı olarak ekleniyor.
Karasu belgeliğine katkı
SEZA ÖZDEMİR
Yazarlar biz okurlar�n gözünde sadece sunduklar�kitaplarla var olmazlar. Ya�ama halleri ve buradanmetinlerine yans�tt�klar� her türlü görme biçimi, bizionlar� anlamaya daha da yak�nla�t�r�r. May�s ay�ndaraflarda yerini alan iki kitap bu anlamda yazar BilgeKarasu belgeli�ine önemli bir katk� sunuyor
Zeruya �alev, Can Yay�nlar�,Çev: Zehra Kurttekin, 376 s.
Ardımızda bırakamadığımız geçmiş ve
gözlerimizi kaçıramadığımız gelecek...
Eserleri onlarca dile çevrilmiş Zeruya
Şalev, fonda İsrail’in yakın geçmişinden
ve bugününden çarpıcı kesitler verdiği
“Ve Yeniden Başlar Hayat”ta, günlük ha-
yatın koşturmacasına kapılmış bizleri,
başlangıç noktasına, içine doğduğumuz
yuvaya götürüyor.
Geçmişteki sevgilerin yaralarını yeni
sevgilerle sağaltmaya çabalayan birey-
leri, yıkıntılar altında kalmayı reddeden
arzuları anlatıyor. Bütün dönemeçleri-
ni bildiğimiz halde durduramadığımız
kaderin akışına rağmen, bizi en zor
anlarımızda yaşama geri döndüren tıl-
sımın peşine takılıyor yazar.
Bir YeniçerininHat�ralar�
Konstantin Mihailoviç, Ayr�nt�Yay�nlar�, Çev: Behiç An�l
Ekim, Nuri Fudayl K�c�ro�lu, 144 s.
Mihailoviç 1463’te, bir yeniçeriyken bu
kez Macarlar tarafından ele geçirilir. Öz-
gürlüğüne kavuştuktan sonra Osmanlı
İmparatorluğu’nda bulunduğu süre zar-
fında yaşadıklarını yazdırır. Tam olarak
hangi dilde yazdırıldığı bilinmeyen bu
kroniğin bugüne kadar gelen Çek ve Leh
versiyonları mevcut olmakla birlikte
Sırpça olması gereken orijinali ortalık-
ta yoktur. Konstantin Mihailoviç hatı-
ratında, on yıl hizmetinde bulunduğu
Osmanlıların dinsel yapılarını, kurum-
larını, kuruluşundan II. Bayezid’e kadar
hanedanın tarihini, kimi ikinci elden an-
latıları, imparatorluğun gelenek ve gö-
reneklerini anlatmaktadır.
A� ToplumunuAnlamak
Albert Laszlo Barabasi, ClayShirky, Zülfü Dicleli, Optimist
Yay�n Da��t�m, 944 s.
İletişim şeklimizi değiştirdiğimizdetoplumu değiştiririz. Ama bir devrim,
e-posta ve cep telefonları gibi biravuç sıradan araca atfedilemeyecekkadar muazzam bir şeydir.
Yine de bugün herkes bir medyakanalı. Sosyal araçlarımız kamusal ifa-denin önündeki eski engelleri kaldı-rıyor ve böylece kitlesel medyanın sim-geleri olan darboğazları aşıyoruz.
Grup oluşturmanın zordan gülünçşekilde kolaya geçtiği günümüzde,bir patlamaya tanıklık ederken, sosyal
araçlarımız paylaşma, işbirliği yapmave birlikte hareket etme kabiliyetimiziciddi ölçüde geliştiriyor...
Çiğdem Gündeş’ten, baharı kucakla-
yan hayalci çocukların oyundan oyu-
na koşturduğu neşe dolu bir masal. Bu-
lutlar uçuşuyor, kuşlar cıvıldıyor, ço-
cukların coşkulu sesi rüzgârın yardı-
mıyla kulaklarda eşsiz bir şarkıya dö-
nüşüyor. Doğanın uzaklara alıp gö-
türdüğü bu melodiye kulak veren mi-
nik Bulut, çizgi çiz-
gi, satır satır ma-
viliğe seriliyor.
Gökyüzü buna
tepkisiz kalır mı
hiç! O da bir nota
defterinin sayfa-
sına dönüştürü-
yor kendini hızlı-
ca. Kuşların da
birer birer bu çiz-
gilere konmasıyla
senfoni başlıyor.
Ayda KantarAtaman, Çi�demGünde�, TudemYay�nlar�, 44 s.
28 HAZ�RAN 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP
E�lenceli NotalarHilda küçük bir çilli tavuk. Cesur ve
kararlı. Aklına bir şey koyduysa onu
kimse durduramaz!
Mısır gevreği yemeyi, itfaiye araç-
larını ve teyzesine gitmeyi çok sevi-
yor. Ama Hilda’nın hepsinden çok is-
tediği bir tek şey var...
Acaba Hilda kendi-
sine bir aile kurabi-
lecek mi? Jill Tom-
linson’un dupduru,
hem şirin hem ko-
mik öyküleri ço-
cuklar için eğlence-
li bir okuma serü-
veni sunuyor. Seri-
nin tüm kitaplarını
7-10 yaşındaki ço-
cuklar kendi başla-
rına zorlanmadan
okuyabilir.
Jill Tomlinson,Hayykitap,
Çev: Gökçe Ate�Aytu�, 112 s.
Pes Etmeyen TavukMavi tutkunu karga denize, gökyü-
züne, rengi mavi olan her şeye hay-
randır. Bu tutku ile etrafta gördüğü bü-
tün mavi eşyaları toplamaya başlar.
Böylece mahalledeki eşyalar karganın
yuvasını teker teker doldurur. Gözü
maviye bir türlü doymayan karganın,
bu tutkusundan vaz-
geçmesi gerekecek-
tir. Bazen çok sev-
diğiniz şeyler baş-
kalarına ait olabi-
lir. Mavi tutkunu
karga böyle za-
manlarda sahiple-
rine sorarak, onla-
rın iznini alarak bu
eşyalara sahip ol-
manın en doğru
yöntem olduğunu
öğrenecektir.
Aysun BerktayÖzmen,
Redhouse KidzYay�nlar�, 36 s.
Mavi Tutkunu KargaBehiç Ak, “Gülümseten Öyküler”inin
yedincisinde, kentlerde insanların
öteki canlılarla bir arada yaşayabil-
meleri, onların yaşam hakkına saygı
göstermeleri üzerine düşündürüyor.
Galata Kulesi’ni merkez alan öykü,
mahalle kültürünü yansıtırken, sosyal
sorumluluğun küçük bir toplulukta
nasıl filizlendiğini
de anlatıyor. İletişi-
mi kolaylaştıran tek-
nolojik olanakların,
bir yandan insanı
nasıl yabancılaştır-
dığına, bilgi kirlili-
ğine yol açtığına ve
sosyal paylaşım ağ-
larının “sanallığı-
na” da değinen
öykü, eşsiz bir kent
masalı.
Behiç Ak,Gün�����
Kitapl���, 92 s.
Galata’n�n Tembel Mart�s�
Bir günü diğerlerinden farklı kılan şey far-
kındalığımızdır. Yoksa her gün birbiriyle
aynı olurdu. Güneş aynı yerde, ağaç aynı
yerde, evler aynı yerde, aynı insanlar,
gece ay aynı yerinde. Oysa hayatımıza neşe
katabilecek küçücük şeyler var, böcekler
mesela. Ya da gecenin bir yarısı evlerin
önünde anıran eşekler.
Arslan Sayman’ın “Bruni’nin Avlusu”
adlı kitabını okumuştum, size de bahset-
miştim. Yaz tatilini kendilerini tiyatroya ve-
rerek değerlendiren çocukların öyküsünü
anlatan güzel bir tatil kitabıydı. Şimdi de
“Piraye’nin Bir Günü” adlı resimli kita-
bından bahsedeceğim. Ama önce kitabın
önsözünde Salinger’ın Seymour’ını gö-
rünce çok heyecanlandığımı söyleyeyim. On
aylık bebeğe kitap okuyan Seymour. “On-
ların da kulakları var, işitebilirler.”
Kitabın resimleri Deniz Üçbaşaran’a ait.
“Yıldız Cini” ve “Kırmızı Kuş” adlı masal
kitaplarının yazarı ve çizeri olan illustrator
Deniz Üçbaşaran, Arslan Sayman’ın birçok
kitabını resimlendirdi. “Limon Ağacı”,
“Barba ile Rabarba”, “Sarımsak Kasabası”,
“Şarkı Söyleyen Berber” ve “Karganın
Rengi”. Çizimlerini nerede
görseniz tanıyacağınız Üç-
başaran’ın çizgileri Mozart’ın
besteleri gibi. İnce ince do-
kunmuş, hem gerçek hem
hayal, renkli ama sade. Öyle
ki, Piraye’nin geceliklerin-
deki danteller yahut eşeğin
semerindeki desenler bile
özenle işlenmiş. Çocuk ki-
taplarını önemseyen tüm çizerlere sevgiler.
Dolunaylı geceleri çok seven Piraye, üs-
tünde işlemeli geceliğiyle odasının pence-
resinden ışıl ışıl parlayan aya bakarken, bir
eşek sesi duyuyor. Ağacın altınca acı acı anı-
ran eşeğin bir derdi olduğu belli. Piraye ya-
rın sabah erkenden gidip ne derdi olduğu-
nu sorarım düşüncesiyle yatıp uyuyor. Fakat
sabah kalktığında eşeğin yerinde olmadığı-
nı görüyor. Güzelcecik elbisesini giyip köy
meydanına iniyor. Sağa sola bakınarak yü-
rürken farkında olmadan eşeğin yanından
geçip gidiyor. Tabii eşek Piraye’nin kendi-
sini tanımamasına çok içerliyor. Fakat ne
yapsın Piraye, eşeği gece dolunayın ışığıyla
pırıl pırıl parlayan kırmızı semerinden ha-
tırlıyor, çıplak haliyle herhangi eşekten biri.
Lafı uzatmayalım, az ileride yerde semeri gö-
rünce o olduğunu anlıyor tabii. Çoban da
oracıkta oturuyor. Ona eşeğin gece acı acı
anırdığından bahsediyor ama çoban Piraye’yi
pek ciddiye almıyor. Oysaki eşeğin seme-
rinde takılı kalan bir çıban sırtını öyle acı-
tıyor ki hayvancağızın, semerin sırtına ye-
niden geçirileceği anı korkuyla bekliyor. Pi-
raye, çobanın kendisini ciddiye almaması-
na üzülüyor ama pes etmiyor, eşeği okşa-
yarak derdini anlamaya çalışırken, mesele-
nin çıban olduğunu görüyor. Sonunda eşek
de, Piraye de, çoban da mutlu. Okudukça hatırlayıp üzüldüğüm şey-
lerden bahsedip canınızı sıkmayayım, amason günlerde kaybettiğimiz ve kazandığımızçok şeyin izleri var “Piraye’nin BirGünü”nde.
Piraye’nin Bir Günü, ArslanSayman, Yap� Kredi Yay�nlar�, 36 s.
Ne varsa çocukta var
Deniz Üçba�aran’�n çizgileri Mozart’�n besteleri gibi. �nce ince dokunmu�,hem gerçek hem hayal, renkli ama sade. Öyle ki, Piraye’nin geceliklerindekidanteller yahut e�e�in semerindeki desenler bile özenle i�lenmi�
ÇOCUK - GENÇ
28 HAZ�RAN 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP
Demokrat Parti’nin Türkiye’yi
“Küçük Amerika” yapma sevdası,
toplumsal hayatımızda en çok si-
nema ve edebiyatta rüzgârını es-
tirmişti. Bu rüzgâr özellikle 1960’lı
yıllarda sinemada ağlak aşk hikâ-
yeleri üzerine kurulu, birbirine
ulaşamayan zengin-yoksul karak-
terler, fabrikatör babalar, zengin
burjuva aileleriyle birlikte değiş-
meyen, hep aynı kalıpta, kişiliğini
efendilerine göre belirleyen dadı-
lar, konaklar ve bu dünya içinde
dönen entrikalar arka arkaya çe-
kildi. Bu filmler genellikle, bu
tarzda yazılan romanlardan esin-
lenen senaryolardan kurgulanı-
yordu.
Henüz televizyonla tanışmayan
genç kızlar, kadınlar çocuklarını da
peşlerine takarak bu filmlere akın
ediyorlardı. Gündüz matinesi,
filmde zengin kızların “Bana ne,
ben her şeyi isterim” diyen şıma-
rıklığına kızan, kavuşamayan âşık-
lara ağlayan kadınlar ve aşırı de-
recede sıkılan çocukların sesleriyle
dolardı. Küçük bir kız bir gün is-
yan eder, “artislerin hiç tuvaleti
gelmiyor mu?” diye sorar. Film-
lerdeki gerçekdışılık, bilinçsiz de
olsa çok bunaltmıştır. Küçük kızı,
annesinden başka kimse duymaz
ama, bu küçük kız birkaç yıl son-
ra yoksul arabacı rolünde Yılmaz
Güney’in bir kenarda ihtiyacını gi-
derdiği sahneyi görecektir. Ger-
çekdışılığa karşı isyan başlamıştır
artık.
Geçen günlerde kaybettiğimiz
Peride Celal, tam da o günlerin
önemli yazarı olarak edebiyat ta-
rihimize biraz da talihsiz bir şe-
kilde damgasını vurdu. 1935’te
öykü yazarlığı ile başlayan Peride
Celal, ilk on-onbeş yılını daha
sonraları “utançla” andığını söy-
leyecekti. Bir yazar için dramatik
bir durumdu bu. Bu dönem yazdığı
romanlar eleştirmenlerce de yok
sayılmıştı. Yazarın kendisi de ilk
yazdıklarının yok sayılması ge-
rektiğini her fırsatta okuyucularıyla
paylaşacaktı.
Yazarlığının ikinci döneminde
daha gerçekçi, toplumsal bir ba-
kışla romanlarını yazdı. Bu ro-
manlarda kadın
ve aile ilişkileri
ön plana çıkar.
Benzer, ortak
yanların hakim
olduğu roman-
larda, büyükan-
ne-anne-kız çe-
lişkisi, kuşak ça-
tışması derinle-
mesine işlenecek
şekilde kurgula-
nır. Kadın ka-
rakterleri, eko-
nomik bağımsız-
lığını elde etmiş, varlıklı, güçlü ka-
dınlardır. Ve bu kadınların çeliş-
kilerini daha çok açığa çıkartmak
istercesine yerleştirilen dadıların
iç dünyalarındaki çatışmaları, ya-
şamı sorgulamaları, varoluş ne-
denlerini uzun uzun yazarak de-
rinlik kazandırmak ister.
Siyasi çalkalanmanın toplu-
mun her kesimini etkilediği dö-
nemdir. Ortak özellikler taşıyan
kadın karakterlerin iç dünyasını
zenginleştiren, kendileriyle he-
saplaşmasına neden olan, siyasi
donanımlı karakterler, sevgili, ak-
raba, eş olarak romanlarında yer
alacaktır. Hesaplaşma artık zen-
ginlik- yoksulluk ayrımının ger-
çekdışı yansımalarının ötesindedir,
daha gerçekçi bir düzeneğe otur-
tulur.
İlk dönem özellikle kadınların
“Acaba şimdi ne olacak?” diye me-
rakla beklediği gazetelerde tefri-
ka halinde yayımlanan romanlar-
dan, yüzeysel de olsa siyasi geliş-
melerin tartışıldığı kurguların ha-
kim olduğu romana geçiş süreci
başlar.
Peride Celal, ilk dönemlerde
yazdığı “yoksayılması” gerektiğini
söylediği romanları yazarak ken-
disine haksızlık ettiğinin farkın-
dadır. Bu yüzden özellikle son
dönemde yazdığı romanlarda, bu
haksızlığı yok etmek istercesine
kahramanlarının psikolojik yapı-
sını uzun diyaloglarla tartışmaya
açar, sorgular.
Karakterleri, hastalıklı aşk ve
tutku duygularından kurtulup,
gerçek sevgi ve nefretin toplumsal
ve bireysel etkilerini yaşamdan
örneklerle göstermeye çalışır.
“Üçyirmidörtsaat” adlı roma-
nında, Fatma, ağır ameliyat olmuş,
yaşamın her türlü tokadını yemiş,
ezik dadısının başında beklemek-
tedir. Daha önce birey yerine
koymadığı dadısına karşı şiddetli
bir vicdan sorgulamasıyla baş ba-
şadır artık. Sevgilisi Ahmet’e da-
dısının ölmesinden korktuğunu
söyler. Ahmet’ten aldığı karşılık
çok çarpıcıdır.
“Kızmıştı Ahmet.
-Yahu ne oluyorsun, yaşlı bir
kadın için! Yaprak dökümü gibi
aydınlar, sanatçılar dostlarım ölü-
yor benim. Genç çocuklar kıyım kı-
yım üniversitelerde…. Aklını ba-
şına topla kızım. Dünyaya çevir
gözlerini. Daha dün İspanya’da
beş tane gencecik adamı kurşun-
ladılar….
“Anlayışsız” diye bağırır Fat-
ma. “Bu benim Dilber’im. Öbür-
lerini tanımıyorum bile. Solcu-
yum diye yüreğimi kaybetmedim
ben senin gibi…”
Ahmet “Utan. Utan…” diye
haykırır.
Bu, sevgi ve anlayış kavramla-
rının siyasi ve insani boyutu as-
lında son dönemdeki bütün ro-
manlarında nefretle birlikte en
sorunsal mesele olarak ele alınır.
Peride Celâl, yirmiyi aşkın ro-
man, yüzlerce öykü ve çeşitli çe-
virilere imzasını atarak, edebiyat
dünyamıza büyük katkı sağlamış-
tır. İlk dönem yazdıklarının yok-
sayılması gerektiğini okuyucusuy-
la paylaşma onurunu ve yüreklili-
ğini gösteren Peride Celal’in sa-
natı, günümüzün yoksayılması
gereken, ama sistem tarafından
baş tacı edilen sahte edebiyatçıla-
rıyla kıyaslandığında daha değer-
leniyor.
BİLGE MUTLU
Peride Celal’inardından
KimlikBen de var oldum bütün bu nesneler arasında
su gibi, ağaç gibi, ot gibi gerçek.
Kimi kanatlar öptü, kimi ayaklar alnımdan,
ya sevinçten içerim pır pır; ya korkudan benzim uçuk.
Titredim karşısında dünyanın gün gün, saat saat
taşlar arasında ben yüce, düşler arasında ben küçük
Bütün değişimlerin durdum eşiğinde uykusuz
bir yüzüm gecelerden içeri, bir yüzüm tanlara açık.
Ve tenle can arasında mevsimler boyu
bir elim çöl, bir elim çiçek.
Her şeyle, her şeyle, her şeyle kardeşliğim var:
Denizle kum, yaprakla çiğ, balıkla kılçık.
Dağın arka yamacında kalanlara kör
Götüren kervan oldum bulut ve burçak
Uçsuz bucaksız evrene oğullar, oğullar saldım,
Atlar ki zor karanlığı yırtıp geçecek
Tattım denizlerin tuzunu, bal sızdırdım güneşlerden,
Yaşayanlarla öldüm, ölülerle dirildim; Ne kaldı çok
çok?
Sait Maden
Usta �air,çevirmen ve grafik sanatç�s� Sait Maden’i 19 Haziran 2013tarihinde yitirdik.Bir �iiriylean�yoruz...
28 HAZ�RAN 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACASOLDAN SA�A1. Birkaç çoban�n a�k, k�r hayat�n�n
güzellikleri vb. üzerine kar��l�kl�konu�malar� biçiminde yaz�lan,küçük bir piyesi and�ran �iir türü- Sürekli ya�murlardan veyaeriyen karlardan olu�an, geçti�iyerlere zarar veren ta�k�n su
2. Bir dilek �art eki - E�i benzeri olmayan,
mükemmel bir �eyi icat eden3. Bir geçmi� zaman eki -
Bir tembih sözü4. Bir �ngiliz biras� - Trabzon’un bir
ilçesi - Mendelevyum’un simgesi5. E�ek sesi - Ortaklar�n sorumluluk
s�n�r�n�n yat�rd�klar� ana paraylaorant�l� oldu�u ortakl�k
6. Güney Amerika’da s���rçoban�na verilen ad - “...
Gündüz Kutbay” (ney üstad�) - Afrika’da ya�ayan bir antilop türü
7. Eskrimde kullan�lan bir k�l�ç türü - “... Güler” (foto�rafç�) - Bir nota
8. Tanr� - Kalsiyum’un simgesi -Dul kalan kad�n�n sadakatinigöstermek üzere kendini kurban etmesi �eklinde bir
Hindu gelene�i9. En k�sa zaman parças�, lahza -
Bir borudan bir saniyede geçensuyun miktar� - Hararet
Yukar�dan a�a��ya1. Klasik Yunan’da bir sitenin halk
meydan� - Bir sevinç ünlemi2. Jüpiter’in bir uydusu -
Mezopotamya panteonunda tüm tanr�lar�n babas� ve kral�olan gök tanr�s�
3. Gece - Demiryolu4. �nce beyaz et ya da bal�k dilimi -
Yüksek, yüce5. Galyum’un simgesi -
Lityum’un simgesi - “... Ayhan” (�air) - Köpek
6. Bir damla gözya�� -
Araplar’la ilgili7. Kimononun üstüne tak�lan,
biçimi ve boyutu cinsiyete, ya�a, mevkiye ve bölgeye göre de�i�en, bir dü�ümlebirle�tirilen geni� ipek ku�ak -Yapma, meydana getirme -Allah’tan hay�r dileme
8. Germanyum’un simgesi -Ekonomik alanda kendineyeterli olmaya yönelik rejim -Baryum’un simgesi
9. Yüz yaprakl�k alt�n varak paketi -Bir haber ajans� - Parlak, saydamk�rm�z� renkte de�erli bir ta�
10. ��lemelerde kullan�lan, gümü�görünümünde parlak s�rma yada metal tel iplik - Tak�m (k�sa) - Genellikle uluslararas�karayolu ta��mac�l���ndakullan�lan büyük kamyon
11. Belli bir anlam� olan iz, i�aret -��yeri, büro - Çal��ma, meslek