1 HACİVAT-KARAGÖZ NEDEN YÜZLERCE YILDIR SEVİLEN BİR OYUN OLDU? HACİVAT KARAGÖZ OYUNU 1. PERDE Prof. Dr. Ali Demirsoy,Hacettepe Üniversitesi, 27.04.2008 Türk toplumu Karagöz-Hacivat oyununu 600 yıldan beri çok severek seyretti. Milli sahne oyunumuz olarak sunuldu. Karagöz-Hacivat oyununa benzer oyunların Uzakdoğu'da özellikle Hindistan'da
Bir şeyi anlamazlıktan gelme marifet değildir. Olsa olsa sorunlarınızı derinleştirir ve erteler...
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
1
HACİVAT-KARAGÖZ NEDEN YÜZLERCE YILDIR SEVİLEN BİR
OYUN OLDU?
HACİVAT KARAGÖZ OYUNU
1. PERDE
Prof. Dr. Ali Demirsoy,Hacettepe Üniversitesi, 27.04.2008
Türk toplumu Karagöz-Hacivat oyununu 600 yıldan beri çok severek
seyretti. Milli sahne oyunumuz olarak sunuldu. Karagöz-Hacivat oyununa
benzer oyunların Uzakdoğu'da özellikle Hindistan'da oynatıldığı
söylenmektedir. Ancak orada gölgeye dayanan bir söyleyişinin
sergilenmesi için kullanılıyormuş.
Bizde, Karagöz-Hacivat oyununun özü, söyleneni anlamama ya da
söyleneni çarpıtmaya dayalıdır. Örneğin, Karagöz Mersin der, Hacivat
Tersin diye anlar. Bu Şark kurnazlığının tipik yansımasıdır.
Anlamamazlıktan geldiğinde sorunu kendi açısından çözdüğünü zanneder
ve sonunda da zararlı çıkan kendisi olur. Bu mantığı toplumun en katmanı
olarak tanımlanan kesiminden en üst katmanına kadar herkes –aklınca-
kurnaz bir şekilde kullanır. Birileri bir tenkit yaparsa, onu duyamazlıktan
gelme, üzerine almama, sanki başkalarına söyleniyormuş gibi davranarak
geçiştirme yolunu arama tipik özelliğimiz olmuştur. Bununla ilgili bir
diyalogu vermeden geçmek istemem:
1970’li yıllarda DTCF’de bir konferansta başbakanlığımızı yapan bir
siyasetçimiz: “1960 devrimi kesinlikle siyasi erke karşı yapılmamıştır,
emekçilere ve işçilere karşı yapılmamıştır, memurlara karşı yapılmamıştır,
işverenlere karşı yapılmamıştır” diyerek kurumları saydı saydı; dinleyiciler
arasından biri dayanamamış olacak ki, zorla söz alarak: Evet başkanım
haklısın sabaha karşı yapılmıştır, dedi.
Müslüman ülkeler, 500 yıldan beri, Batıdaki gelişmeleri
görmemezlikten geliyor; devekuşu gibi, kafasını kuma sokunca,
çevredekilerin de kendisini görmediğini zannediyor.
Alta düştüğü her durumda karşısındakini yargılama ve suçlama gibi
bir eyleme girişiyor. Geri kalmışlığını, karşısındakine yüklüyor. Kendine
sormaktan kaçınıyor: Acaba ben, eski gelenek ve göreneklerimle, yaşam
tarzım ile karşımda düşman olarak nitelediğim güçler olmasaydı,
gelişebilecek miydim, düşmanlarımın bugün ulaşmış olduğu refah ve
özgürlük düzeyine ulaşabilecek miydim? Bu soruya, aklı başında, biraz
analistik düşünen hiç kimsenin evet demesi beklenemez. O halde, temel
sorun, dıştaki güçlerde değil, özellikle kendi iç dinamiğimizde, daha
doğrusu dinamiksizliğimizde yatmaktadır.
Bu davranış şekli, özellikle politikacılarımızın ruhuna işlemiştir.
Örneğin 25.11.2002 tarihinde, Türkiye Devleti'nin başı olan
Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Sezer, "Türban kamusal alanda
kullanılamaz; anayasamız bunu kesin olarak sonuca bağlanmıştır"
3
açıklamasını, hükümetin ve meclisin içinde olanlar bakın nasıl
yorumlamıştır: Sayın cumhurbaşkanımız, bu sözü, üniversiteler için
söylememiştir, mütedeyyin (ılımlı) inancı olanlar için söylememiştir;
esasında yasal düzenlemelerin değişmesine karşı bir şey söylememiştir
ve en önemlisi cumhurbaşkanının bu sözleri türbana karşı olduğu
anlamına gelmediğini düşünüyoruz gibi, Hacivat-Karagöz diyalogunun da
günümüzde sürdüğünü göstermektedir.
Irak'a karşı ikinci Körfez Savaşı gündeme gelince, tüm dünyada
kıyamet koptu; müdahale edilsin ya da müdahale edilmesin diye. Bu
karşıt yaklaşıma ciddi olarak taraf olanların hepsinin bir çıkar hesabı
vardı; yenidünya düzeninde etkin olarak masada yer alıp alamama ya da
dünyanın ikinci petrol stokunun bulunduğu bu bölgeden pay alıp-alamama
kaygısı ile herkesin farklı bir hesabı vardı. Bir de bazen sadece insani
duygularla, hiçbir ciddi bilgiye ya da tarihsel yargıya dayanmadan, savaşa
karşı olanlar vardı. Biz bunları, sade, saf dünya vatandaşları olarak
tanımlayarak ciddi bir eleştiri yapmıyoruz. Dünyanın her yerinde bu iyi
niyetli insanlara da gereksinme vardır. Bu grubun içine sızmış olan özel
yetiştirilmiş provokatör kişi ya da gruplar da doğal olarak her zaman
vardır. Bu, dünyayı ilgilendiren her sorunda böyledir.
Ancak Türkiye'nin tarihsel, jeopolitik, stratejik ve en azından coğrafik
konumu, bizim Irak İkinci Körfez Savaşı girişimine diğer dünya
ülkelerinden farklı bakmamızı gerektiriyordu. Çünkü bu savaşın sonucu
Türkiye'yi bir diğer dünya ülkesinden çok daha fazla etkileyecek
nitelikteydi. Böyle bir durumda karar verme çok ciddi bilgi analizinin
sonucunda olmalıydı. Hâlbuki politikacılarımız halka şöyle sesleniyordu:
Güney Amerika Ülkelerinde bugün yapılan gösteriler, bu ülkelerin de
savaşa karşı olduğunu göstermektedir. Acaba Irak Savaşı, Peru'yu ne
ölçüde etkilemiştir ya da etkileyecektir? Seçilen karşılaştırma materyali,
başında, bu çarpık mantığın ürünü olarak kendini göstermektedir.
Hiç kimse kalkıp şöyle bir analiz yapmadan, mecliste ya da
sokaklarda bağırmıştır, bağırmaktadır: Irak en az bizim tarihsel olarak
mirasımız olan ülkelerden biridir ve kültürel olarak yakın etkileşim
içerisinde bulunduğumuz (Kerkük türkülerini ve hoyratlarını anımsayınız)
açıktır ve en önemlisi buradaki ırktaşlarımıza karşı çok büyük bir
sorumluluğumuz vardır. Bu bağlamda, Irak Türkmenleri en az 6 farklı
zamanda geniş ölçüde kitlesel olarak katledilmiştir (yapmış oldukları ilk üç
anayasada güvence verilmiş olmasına karşın). En büyük katliamlardan
biri Demokrat Parti zamanında, 1959'da gerçekleşmiştir ve o dönemin
hükümeti kılını bile kıpırdatmamıştır. Keza bu partinin kurmuş olduğu
hükümetler, yani Demokrat Partisi, yine Yugoslavya'da Türk benliğini
korumak için kurulmuş olan Yücel Teşkilatını hiç dikkate almamıştır. Celal
Bayar, cumhurbaşkanı olarak bu ülkeyi ziyaret ettiğinde, Ömer Yücel, yani
teşkilatın başkanı cumhurbaşkanımızı ziyaret etmek istemiştir. Bu ziyaret
onlara önemli bir kimlik kazandırarak, diğer etnik azınlıklar gibi, bayrağı
olan bir hak kazandıracaktı. Celal Bayar, bu ziyareti reddetti ve ülkeyi terk
ettiği gün Tito'nun emri ile Ömer Yücel ve teşkilatının önde gelenleri idam
edildi. Bunun sunucu olarak 1998 yıllarında başlayan Yugoslavya
parçalanmasında, bu azınlığın kazanılmış (müktesep) yasal bir hakkı
olmadığı için, bu topluluğa kan kusturuldu; soykırımı uygulandı. Türkiye,
ülke dışındaki ırktaşlarını, yani bir anlamda köprübaşlarını yıkan, ayaklar
altına alan, onların katledilmesine bir çeşit zemin hazırlayan bu
idarecilerin mezar anıtını dikti, halkımız da bu anıtların direkleri dibinde
kurban kesti.
Uzun yıllardır Irak'ı baskıcı bir yönetimle idare eden, birkaç defa
Türkmenleri (keza diğer azınlıkları, Kürtleri, Asurileri, Kaldanileri, Şiileri)
toplu olarak katleden, ekonomik olarak sıkıştıran; kendi halkından dahi
700.000; kendisine ya da ailesinin bireylerine karşı çıkan, kendi
aşiretinden dahi 200.000 insanı öldürttüren; İran'a ve halkına karşı
kimyasal silahlar kullanan; biyolojik silahlar ürettiği ve nükleer silahlar için
5
tesisleri tamamlaya çalıştığı (bu tesisler hiçbir uluslararası karar
alınmadan İsrail tarafından vurulmuştur) tahmin edilen (daha sonra bunun
doğru olmadığı anlaşılmıştır); durup dururken İran'a savaş açarak en az
1.000.000 İranlının ölümüne neden olan Saddam Hüseyin denen kanlı
katilin, şu ya da bu şekilde desteklenmesi söz konusu olamazdı. Ancak
onun dersinin verilmesi, 10.000 km uzaktan gelip de buraya tüneyecek
Amerikalılar olmamalıydı. Çünkü bir beladan kurtulalım derken çok daha
güçlü ve çıkarcı başka bir belaya komşu olmak vardı. Bunu kim
Deriden yapılan tasvirlere arkadan vuran ışığın tasvirlerin gölgesini beyaz bir perde üzerine yansıtması temeline dayanan gölge oyunu doğu kültürlerine özgü bir sanattır ve ortaya çıkışı hakkında değişik rivayetler vardır. Bir rivayete göre Çin hükümdarı Wu (M.Ö. 140-87) karısının ölümü üzerine derin bir üzüntüye kapılır. Şav Wong adlı bir Çinli, hükümdarın üzüntüsünü hafifletmek için sarayın bir odasına gerdiği beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının perde üzerine düşen gölgesini ölen kadının hayali diye sunar (Bizdeki Karagöz ve Hacivat efsanesine benzerlik dikkat çekicidir).Bir başka rivayete göre ise Hint’ten çıkmış 4. ve 5. yüzyıllarda Java’ya geçmiş ve buradan da batı dünyasına yayılmıştır.
Gölge oyunu tekniğinin Türk toplumunda ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bir görüşe göre Çinlilerden Moğollara onlardan da Türklere geçmiştir. Daha sonra da Türk akınlarının istikametine paralel olarak batıya geçmiştir. Bu tekniğin Türk halk kültüründe ortaya çıkışı ve ne zaman Karagöz ve Hacivat olarak biçimlendiği hakkında değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı Sultan Orhan devrinde (1324-1362) Ulucami’nin inşaatı sırasında Bursa’da geçmiştir. Cami inşaatında çalışan demirci ustası Kambur Bâli Çelebi ( Karagöz ) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz ( Hacivat ) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakıp onların etrafında toplanır, bu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş. Bu durumu öğrenen padişah her ikisini de idam ettirmiş.(Bir rivayete göre ise Karagöz idam edilmiş, Hacivat ise hacca giderken yolda ölmüştür). Daha sonra çok pişman olan padişahı teselli etmek isteyen Şeyh Küşterî başından beyaz sarığını çıkarıp germiş ve arkasına bir şema(ışık) yakarak ayağından çıkardığı çarıkları ile de Karagöz ve Hacivat’ın tasvirlerini canlandırıp nükteli konuşmalarını tekrar etmiş. O tarihten sonra da Karagöz oyunları değişik mekanlarda oynanır olmuş. Günümüzde de Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı denir ve Şeyh Küşterî Karagözcülüğün pîri kabul edilir.
D.T.C.F Tiyatro kürsüsü eski başkanlarından Prof. Metin And’a göre ise, 1517 yılında Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim’in Memlük sultanı Tumanbay’ın Nil nehri üzerindeki Roda adasında asılışını hayal perdesinde canlandıran bir hayal sanatçısını, oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın da görmesini arzu ederek İstanbul’a getirmesiyle gölge oyunu Anadolu’ya girmiştir: “Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır’dan almışlardır. Mısır oyunlarında birbirinden kopuk sahneler bulunduğu için ilk başlarda Türk gölge oyunlarında da buna uyulmuştur. Ayrıca, Mısır gölge oyunlarında belirli, kalıplaşmış kişilere pek rastlanmaz. Nitekim 16. yüzyılda Karagöz ve Hacıvat’ın adını pek duymayız. Böylece, Mısır’dan alınmış olan bu yeni oyuna zamanla Türk yaratıcılığı katılmış, çok renkli, hareketli bir biçim verilmiş, kesin biçimini aldıktan sonra da Osmanlı İmparatorluğunun etki alanı çevresinde yayılmıştır. Böylece gölge oyunu Mısır’a yani geldiği yere bu yeni biçimiyle dönüp yerleşmiştir. Nitekim bir çok gezgin, 19. yüzyılda Mısır’daki gölge oyununu anlatırken, bunun karagöz olduğunu, Mısır’a Türkler tarafından sokulduğunu ve çoğunlukla Türkçe oynatıldığını belirtmişlerdir.”(1)
Sayın Prof. Metin And'ın bu görüşüne karşılık olarak ise Cevdet Kudret şöyle yanıt vermektedir; "Geleneksel tiyatromuz üzerindeki çalışmalarıyla konuya yeni belgeler ve görüşler kazandıran değerli incelemeci Metin And, Geleneksel Türk Tiyatrosu adlı büyük eserinde gölge oyununun Türkiye'ye 16. yüzyılda gelmiş olduğunu ve Türkiye'de gölge oyununun varlığını kesin olarak gösteren kaynaklara da 16. yüzyılda rastlanmakta olduğunu ileri sürmüştür. Kitabımızın ön yazısında da sözünü ettiğimiz üzere İbni İlyas adlı bir Arap tarihçinin eserinden öğrendiğimize göre (2) 1.Selim (Yavuz) Mısır'ı aldığı yıl (1517), Cize'de seyrettiği bir gölge oyununu çok beğenmiş, Memluk Sultanı 2. Tumanbay'ı nasıl idam ettirdiğini gösteren bu oyunu oğlu veliahd Süleyman (Kanuni)'ın da görüp eğlenmesi için Mısır'lı hayalciyi İstanbul'a götürmek istediğini bildirmiştir. Metin And, bu belgeyi gölge oyununun Türkiye'ye 16. yüzyılda Mısır'dan gelmiş olduğu üzerine kesin bir kanıt olarak görmekte ve Türkler 16. yüzyılın başında perde gerisinden gölge yansıtma tekniğini Mısır'dan almışlardır demekte; 13. yüzyıldaki Mısır gölge oyunlarıyla 16 yüzyıldaki Türk gölge oyunları arasında ortak noktalar bulunduğunu belirttikten ve Mısır gölge oyunu tasvirleriyle Türk gölge oyunu tasvirleri arasındaki benzerliklere de işaret ettikten sonra 16. yüzyılda Türkiye'de gölge oyunu üzerine belgelerin birden bire artmış olması ve kukla için kullanılan hayal'i gölge oyunundan ayırmak için hayal-i zıll veya zıll-i hayal deyimlerinin gene bu yüzyılda kullanılmış olmasının bu görüşü destekleyen kanıtlar olduğunu söylemektedir.
Gerçekten de, eski Mısır gölge oyunlarıyla Türk gölge oyunları arasındaki benzerlik, bu oyunun Türkiye'ye Mısır yoluyla geldiğini gösteriyor; fakat bunun 1517 de geldiği yolundaki kanıtlar yeterli görünmemektedir. Bir kere, Anadolu ile Mısır arasındaki siyaset ve askerlik ilişkileri 13. yüzyılın ikinci yarısına kadar çıkmaktadır: Mısır'da kurulan (1250) Memlûk İmparatorluğu'nun Anadolu'daki Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları beyliklerinin metbûu olduğu, hatta başka beylikler üzerinde de hak iddia ettiği; 1. baybars (hük. 1260-1277)'ın Anadolu'yu İlhanlı egemenliğinden kurtarmak üzere, bir kısım Anadolu Türk beylerinin çağrısı üzerine Anadolu'ya gittiği, İlhanlı ordusunu yedikten sonra Kayseri'ye kadar ilerlediği (1277) biliniyor. Anadolu'nun Mısır'la olan siyaset ilişkileri daha sonraki yüzyıllarda da sürmüştür. Bundan başka, Memlûkler devrinde Mısır, İslam dünyasının en büyük kültür merkezlerinden biri idi. Bütün İslam memleketlerinden, bu arada Anadolu'dan da bir çok öğrenciler Mısır'a gitmekte idi. (sözgelimi, Simavna Kadısı-oğlu Şeyh Bedrettin 1359-1417 Kahire medresesinde okumuş, sonra da Sultanın oğluna hocalık etmişti) Siyaset ve askerlik ilişkileri yanında bu kültür ilişkileri, Mısır gölge oyununun Anadolu'ya daha önceki yüzyıllarda gelme olanağı bulunduğunu gösterir. Nitekim, Mısır'la Anadolu arasındaki ilişkilerin özellikle 13.-14. yüzyıllardaki yoğunluğu ve Mısır'da gölge oyununun 13. yüzyılda varlığını bildiren belgelerin yanı sıra, Anadolu'da gölge oyununun Sultan Orhan (hük 1324-1362) devrinde meydana geldiği yolunda bir söylentinin bulunması dikkate değer. Kaldı ki, halk arasında kuşaktan kuşağa sürüp giden söylenti ve mekabelerde çoklukla bir gerçek payı vardır. Son Memlûk sultanının idamını perdeye yansıtan Mısır'lı hayalciyi Yavuz'un İstanbul'a götürmek istemesini, gölge oyununun o tarihte Türkiye'ye girdiği anlamında değil, padişahın yaptığı işleri canlandıran bir oyunu oğluna ve İstanbul seyircisine
gösterme göstermek istemesi yolunda yorumlayabiliriz. Nitekim bugün bir hükümet ya da devlet başkanının yabancı bir tiyatro topluluğunu Türkiye'ye çağırması, Türkiye'de daha önce tiyatro bulunmadığı anlamına gelmez." (3)
Evliya Çelebi’ye göre ise; Efelioğlu Hacı Eyvad, Selçuklular çağında Mekke’den Bursa’ya gidip gelen Yorkça Halil diye tanınmış biridir. Bu yolculuklardan birinde kendisini eşkıyalar öldürmüştür. Karagöz ise Bizans Tekfuru Kostantin’in seyisi olup Edirne dolaylarında Kırk Kilise’den kıptî Sofyozlu Balî Çelebidir. Yılda bir kez Tekfur kendisini Alaeddin Selçuki’ye gönderdiğinde Hacivat ile buluşup konuşurlardı. Gölge oyunu sanatçıları onların söyleşmelerini gölge oyunu olarak oynatırlardı. Ancak bilindiği gibi Anadolu Selçuklu devleti 1308-1318 yıllarında son bulmuştur, Evliya Çelebi ise 1611 yılında doğmuştur. Evliya Çelebi'nin kendi doğumundan yaklaşık 300 yıl önceki bir olay hakkındaki görüşlerinin güvenilirliği yoruma açıktır.
Karagöz sanatının Hindistan’dan batıya göç eden Çingeneler yoluyla ya da İspanya'dan göç eden Yahudiler yoluyla Anadolu'ya geldiğini söyleyenler de çıkmıştır ancak bu tür görüşleri ortaya atanlar sağlam bir kanıt gösterememektedirler.
Karagöz ile Hacivat’ın gerçekten yaşayıp yaşamadıkları ise hiçbir şekilde ispat edilememiştir. Bir dönem basında köşe yazarları Karagöz ve Hacivat’ın gerçek birer kişi mi yoksa bir hayal ürünü mü olduğu hakkında uzun süreli yazılar yazmışlarsa da bu konu hiç bir zaman açıklık kazanamamıştır. Bu konuyla ilgili olarak Selim Nüzhet gerçek, Türk temâşası adlı kitabında şöyle diyor “...Tarihlerde, karagözün yaşadığına veya yaşamadığına dair kati hiç bir vesika olmadığına ve gördüğümüz veçhile mevcut malumatın indi bir takım mülahazalardan ibaret bulunduğuna göre bir hükmü birlikte vermeye çalışalım: Karagözün varlığını, yokluğunu hars noktai nazarından layık olduğu ehemmiyetle düşünürsek onun fâni bir mevcut olmadığını kabul etmek daha makul olur. O şahsi yokluğuna rağmen remzî bir varlıkla asırlarca Türk ruhunda, Türk vicdanında yaşamış mâşeri bir mevcuttur. Böyle bir mevcut ise tecelli sırrına mazhar olurken hakiki fert gibi ete, kemiğe ve sinire muhtac değildir. Buddha, İsa hatta Şekspir gibi mâşerî mevcutların şahsı daima münakaşa mevzuu olmuştur. Fakat bu yokluk iddiasından, bunların hiç birinin kıymeti ve ehemmiyeti azalmamıştır. Karagöz de renkli bir deve derisine bürünerek tecessüm ettiği zaman hakikatten daha canlı bir hayal şeklindedir. Ezelî ve ebedî bir hüviyettir. Türk, Karagözü bulmamış, almamış: onu dehasından yaratmış ve ona kendi özünden ölmez bir can vermiştir. Onu bir fanî zannetmek, ona bir mezar düşünmek onu küçültmek, onu öldürmektir.”
İslam dünyasında bu oyuna zıll-i hayâl (hayal gölgesi), hayâl-el sitare (perde hayâli) gibi adlar verilmiştir.Bazı islam tasavvufçularının eserlerinde hayâl sahnesi Dünya’ya, insanlar ve diğer varlıklar perdedeki geçici hayallere benzetilmiş,oyundaki hayaller nasıl perde arkasındaki sanatçı tarafından oynatılıyorsa, evrendeki varlıkları da görünmeyen bir yaratıcının hareket ettirdiği anlatılmıştır.
16. yüzyılda hayâl oyununun yaygınlığını ve Osmanlı eğlence sanatlarının başlıcalarından olduğunu gösteren pek çok belge vardır. Şeyhülislam Ebussuut Efendi’nin (1490-1574) hayâl oyununu ibret gözüyle seyretmenin cezayı gerektirmeyeceği yolundaki fetvası bunların en önemlisidir.Ebussuut Efendi;
Rayetu hayâl al-zılli ekbera ibrâtınLimen huva fi ilmil-hakikatı râkıŞuhusun ve eşbahun temerru ve tankadîVatefna serian vel-muhariku bakî.
(Gerçek biliminde yükselmek isteyenler için gölge oyununda büyük ibretler olduğunu gördüm. Kişiler, kalıplar gölge gibi gelip geçiyor ve çabucak yok oluyor, onları oynatan ise durucu kalıyor) demiştir.
17. yüzyılda belgeler daha da çoğalmaktadır .Evliya Çelebi, Naima gibi yerli yazarların eserlerinden ve o çağda İstanbul’da bulunmuş Avrupalıların anı ve gezi kitaplarından öğrenildiğine göre ramazan ayında kahvehanelerde, başka zamanlarda da evlenme,
doğum, sünnet düğünü vs. dolayısıyla saray, konak ve evlerde yapılan şenliklerde oynatılan bu oyunlar Osmanlı toplumunun belli başlı eğlencelerinden biriydi.
19. yüzyılda da yine sarayın ve halk toplantılarının gözde eğlencelerinden olan olduğunu yerli ve yabancı kaynaklardan öğreniyoruz. Söz konusu yerli kaynaklara göre, II. Mahmut devrinde şehzadelerin sünnet düğününde geceleri on bir ayrı yerde Karagöz oynatılmıştır. Abdülaziz ve II. Abdülhamit devirlerinde bazı Karagöz sanatçıları Mızıkayı Hümayun himayesine alınmışlardır. Bu dönemde yetişen karagöz sanatçılarının kimisinin tekkelerden (Şeyh Fehmi efendi, Müştak Baba), kimisinin medreseden (Darphaneli Hafız efendi, Hafız Mehmet efendi). Kimisinin Enderundan (Enderunlu Hakkı bey, Enderunlu Tevfik efendi), kimisinin katiplikten (Katip Salih efendi), kimisinin cerrahlıktan (Cerrah Salih efendi), pek çoğunun da esnaflıktan (Yorgancı Abdullah Efendi, Püskülcü Hüsnü Efendi, Kantarcı Hakkı Efendi, Hamamcı Süleyman Efendi, Yemenici Andon Efendi, Çilingir Ohannes Efendi) olduğu görülür.
Esnek yapısı itibariyle doğaçlamaya ve güncel olayların işlenmesine son derece açık olan Karagöz perdesi, zamanının en önemli toplumsal yergi vasıtasıydı. Halkın beğenmediği hükümet kararlarını eleştirdiği ve kamuoyunu temsil ettiği dönemler vardır. Osmanlı’nın son dönemlerinde Karagöz sanatçıları devlet ileri gelenlerinden bazılarının hırsızlığını, rüşvetçiliğini vs. perdede canlandırdıkları için bu taşlamalar çok keskin bulunmuş, oyunlar yasaklanmış, devlet ileri gelenlerinin perdeye yansıtılmaları ağır cezalara bağlanmış, bu yasaklamalardan sonra Karagöz sıradan, kaba saba bir güldürü durumuna düşmüştür. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bir süre daha yaşayan Karagöz, zaman içinde tiyatronun, sinemanın daha sonra da televizyonun hayata girmesiyle tamamen etkisini kaybetmiştir. Ancak Karagöz oyunlarının etkisini kaybetmesindeki sebep sadece teknoloji alanındaki gelişmeler olmamıştır. 17. yüzyılda başlayan batılılaşma çabaları yirminci yüzyılın başlarında etkisini göstermeye başlamış, geleneksel Türk tiyatrosunun en önemli özelliği olan doğaçlama geleneği terk edilmiş bunun yerini batı tiyatrolarında olduğu gibi yazılı metinler almıştır. Yazılı metne bağlı kalarak oynatılan Karagöz oyunları, yeni oyunlar yazılamadığı için çağa ve insanların kültürel gelişimlerine ayak uyduramamış, eskiden oynatılan oyunların aynısının tekrar tekrar perdeye getirilmesi insanların ilgisini çekmez olmuştur. Ancak doğaçlama geleneğine geri dönülmesi durumunda Karagöz eskiden olduğu gibi saygın ve yaygın bir duruma gelebilecektir, aksi takdirde önümüzdeki on yıllar içinde Karagöz sanatımız tarih kitaplarının arasında kalıp yok olmaya mahkumdur. Ne yazık ki günümüzde artık bir avuç gönüllü tarafından yaşatılmaya çalışılmaktadır.
Umuyoruz ki devletimiz kültür politikalarını yeniden gözden geçirir ve ölmek üzere olan Karagöz sanatımızın yaşaması için gerekli yasal düzenlemeleri yapar.
(1) Geleneksel Türk Tiyatrosu .s.278.Metin And..İnkilap Kitabevi 1985(2) Bedâyi-el-Zuhûr fi Vakaayi-el-Dühûr İbni İlyas Kahire 1311 s 125-134(3) Karagöz Cevdet Kudret Bilgi Yayınevi 1970 Cilt 3 s 543