Top Banner
263

Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Jan 03, 2016

Download

Documents

Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya
Page 2: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

KÜLTÜR ve TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI: 738

TUNA'DAN BATIYA

İSMAİL HABİB SEVÜK

KÜLTÜR ESERLERİ DİZİSİ : 91

Page 3: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Kapak Düzeni: Saim ONAN

ISBN 975-17 - 0043-4 (g) Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1987

Onay: 25.6.1987 tarih ve 928.1-2886 sayı Birinci baskı, 1987 Baskı sayısı: 5.000 Sevinç Matbaası — ANKARA

Page 4: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

İ Ç İ N D E K İ L E R

ÖNSÖZ VII

TUNA'DAN ÖNCE KARADENİZ BOĞAZI NDAN ÇIKARKEN :

I. Boğaziçi'ne Bakışlar 1 II. Boğaz'ın Doğuşu 4

KARADENİZ KIYISINDA:

Varna Önünde 7

BÜKREŞ :

I. Bükreş Bizdeyken 13 II. Türkçe ve Gagavuzlar 17

III. Şimdiki Bükreş 21

TUNA'DA :

Rusçuk'a Bakarken 25

TUNA YOLUNDA

TUNA:

I. Tuna'yı Takdim 31 II. Bizim Tuna 34

III. Tuna Yalılarından Hâtıralar 37 IV. Adakale'den Geçerken 41

I I I

Page 5: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BELGRAD i

I. Şehrin Görünüşü II . Kale Meydanı 51

MOHAÇ:

Mohaç

BUDAPEŞTE:

I. Şehre Bakış 59

II. Gülbaba ... 63

III. Peşte Hamamları 66

IV. Bizim Budin 69

V. tki Hıçkırık 73

VI. Kovulan Ay 78

VİYANA:

I. Viyana'ya Girerken Düşünceler 81 II. Kanatsız Kartal 84

III. Hâtıradan Hâtıraya 88 IV. Gösterişimiz 93 V. Çöküşümüzün Başı 99

TU NADAN SONRA

BERLİN :

I. Serçe! 105 II. Bir Teknik Devi 108

III. Berlin ve Tarih 112 IV. Tasasız Köşk 116 V. Berlin'de Turfan ve Babil 123

VI. Hayvanat Bahçesini Gezerken 129

IV

Page 6: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BERLİN VE PARİS :

I. «Ren»le «Marn»ı Geçerken 1 3 3

II. İkisinin Karşısında Biz 1 3 8

III. İki Şehri Karşılaştınş 1 4 2

IV. Gene Karşılaştınş 1 4 6

PARİSTE GEZİŞLER:

I. Abidelere Bakarken 1 5 3

II. Rodin'in Mâbedinde : 1 158 III. Yine Rodin'in Mâbedinde : 2 161 IV. Gülen Paris I 6 5

V. Envalid ve Panteon 169 VI. Onların ölüleri 1?6

PARİS'TEN SONRA:

Liyon'un Panoraması 180 Gôte d'Azur: 1. Marsilya'dan Nis'e 185 Gôte d'Azur : 2. Nis'ten Montekarlo 'ya 188

DÖNÜŞ

NAPOLİ:

I. Napoli ve Vezüv 195 II. Pompei 201

ATİNA:

I. Atina'yı Görüş 205 II. Akropol 210

III. Gene Akropol 214

V

Page 7: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ÇANAKKALE'DEN GİRERKEN :

I. Boğazın Tarihi 219 II. Denizin Destanı 224

III. Arıburnu 231 IV. Anafartalar 236 V. Çanakkale'nin Bilânçosu 242

MEMLEKETE GELİŞ:

İstanbul önünde ...- 248

ENDEKS (Şahıs İsimleri Cedveli) 255

VI

Page 8: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Ö N S Ö Z

Cumhuriyet gazetesinde «Avrupa yolundan notlar» adıyla bazen haftada bir iki tane, bazen daha seyrek, geçen yazdan bu yaz başına kadar hemen bir yıl uza-yarak çıkan bu yazıların yarıya yakını yollarda iken, yarıdan çoğu da geldikten sonra yazıldı. Bir yazlık ge-zi, bir yıllık yazı; bu uzun sürüş orada iken gezişten, bu-rada iken işten baş alamadığım için olacak. Bu dıştan gelen sebep yanında bir de içten gelen bir sebep var: Acele yazmamak. Yazan fazla vakit kazanmaya kalkarsa okuyanlara vakit kaybettirir!

Sonra, tuhaf görülecek amma,, vaktimi en çok emen yazılanlardan• ziyade yazılmayanlar oldu. Notlarım yaz-dıklarımdan, okuduklarım notlarımdan çoktu. Yazıya hazırlanış yazıştan ve yazılmayacakları ayırmak yazıla-cakları dizmekten daha uzun sürdü. Hattâ yazıp attık-larım bile belki yazılanlara yakındır. Bu, acı oluyor, fa-kat ölçüyü kaçırmamak için katlanılmak gerekti. Malû-mat vermenin tadıyla malûmatçı görünmenin gülünçlü-ğü : Öncekinin tadına kapılıp ikincinin gülünçlüğüne düşmemeye çalışmayı okuyana karşı saygı borcu bildim.

Yazının içine biraz öz koymak; bu, yazıyı uçup gi-den bir duman hafifliğinden kurtarır. Yazının dışına biraz hafiflik vermek; bu, yazıyı, taş gibi toprağa sap-lanmaktan esirger. Ne toprakta, ne bulutta, bunu yapa-

VII

Page 9: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

bildiğimi bilsem umduğuna, eren bir kimse gibi sevine-ceğim.

Bu çeşit gezginlik yazılarında iki yol tutulur: Ya, sadece görüleni göstermek : Fakat insan gözü fotoğraf gözgüsü değildir; ya yalnız kendi içini yazmak : İyi ama masanın başında yazılabilecek şeyler için kıt'alar gez-mek neye gerek? Yaptığım iş ikisini birleştiriş de de-ğil, kalemi kendi haline bırakıştır. Bu belki sistemlilik bakımından aksaklık olur. Ne yapalım, yazanın huyu : Olduğu gibi görünmek, bodurluk da olsa peki; göreni yanıltarak görünmek, yükseklik de olsa hayır; aldanmı-şımdır, şüphe yok, fakat aldatmadım.

Bu yazıların önce gazetede çıkması iyi oldu. Oku-yanlardan birtakımım ya söyledikleriyle, ya yazdıklarıy-la tanımış oldum. Kimisi tarih malûmatı itibarıyla do-kunduğum şeyleri kısaca geçiverişimden şikâyetçi. An-latmıyor, işaret ediyormuşum. Okuyanı, o gibi kitap ma-lûmatı bakımından, bile biliriz. Bilmeyene anlatacak kadar yaydaydım bilenin hakkım .yemiş olurdum. Yaza-nı ürküten anlamayanın kalabalığı değil, anlıyamn du-dak büküşüdür.

Kimisi üslûbu çeşitli buluyor: Yazıların bazısı iç-li, bazısı fantaziymiş; kimi yerde romantik, kimi yerde lirik, kimi yerde de didaktikmişim. Yazılan şeyler çeşit-li ise yazan aynı kalabilir mi? Görülenlerin ayrı ayrılı-ğını kendimde tekleteceğime kendimi mevzulara göre ayırmıştm demek olacak. Realiteler bize değil, biz onla-ra uymalıyız. Böyle yaptığıma değil, daha kudretim olup da daha fazla yapamadığıma yazık.

Bazıları bu yazılarda kimi örnek tuttuğumu araş-tırmak tasasına düşmüşler. Bir imaj yapsan Hâşim'i, bir tezad yakalasan Hâmid'i, bir cümleye şaklabanlık ettir-

VIII

Page 10: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

sen Cenah'ı, bir fikri koınprimeleştirsen bilmem kimi hatırlıyorlar. Bir yazıda bu kadar kalabalık varsa o ya-zıda yalnız yazan vardır galiba!

Bizden olmayanları tanıyanlardan bazıları da bu ör-neği bizim dışımızda olanlardan aramışlar: Ya Ameri-ka'yı yazan Frenk'ten, ya Fransa'ya yazan İngiliz'den, ya bilmem nereyi yazan kimden... Bunları iftira diye de-ğil, iltifat diye kabullendim : Bir yazının bize yakışma-yacağını sanmak o yazıda onlara yakışacak bir şey bu-lunduğunu anlatmak olacağı için!

Bazıları da «teşbih, tezad, akis» gibi sanat oyunları yapıldığına ilişti. Hiçbir şey kendi kendine ne iyi, ne kö-tüdür. Kullanılana değil, kullanışa bakacağız. Bir insa-na teşbih yapıyor denmez, teşbihi iyi veya kötü yapıyor denir. Onlar ya sadece kalemimizden dışarı çıkarlar, ya dışardakini yakalayıp kalemimize getirirler; tezad yap-mak başka, tezadı cavlamak başka; birinciler rolü olma-yan birer kuruluk, ikinciler yüklendikleri rolü başaran birer dirilik; onlar «mücerred», bunlar «müşahhas». Bu yazılardakiler hüngi cinstendirler?

Buna ve bütün kitaba cevap verecek üç kişi var-dır : Biri uğraşıp yazan, onu bırak; öteki nedense üzü-lüp kızan, onu da bırak; üçüncüsü okuyan... Onun elin-deki bir kefesi zevkten, öteki kefesi anlayıştan, ibresi bitaraflıktan yapılma bir terazi var, her şeyi tartacak odur. Yazan ve kızan, ikimiz çekildik; yazılanla okuyan başbaşa kalsın.

Filorya, Ağustos 1935 İsmail HABİB

NOT: Bütün bu yazılar «Cumhuriyet» gazetesinin 21 Temmuz 1934

ile 4 Temmuz 1935 tarihleri arasındaki nüshalarında çıkmıştı.

I X

Page 11: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

KARADENİZ BOOAZI'NDAN ÇIKARKEN :

I

BOĞAZİÇİNE BAKIŞLAR

Dünyanın her yerinde deniz de var, nehir de; fakat denizin nehir veya nehrin deniz olıışu yalnız buradadır. Tabiatın eli burada denizle nehri birleştirdi. Türk'ün eli de gene burada karayı deniz yapmıştı. İstanbul fethin-de yetmiş geminin, yelken açarak Dolmabahçe kıyıların-dan Nişantaşı sırtlarına tırmanışı: Biz Ortazamanı böy-le kapadık.

Ölüm ayrılığın bütünü, ayrılık ölümden parça. Ka-radeniz Boğazı'ndan çıkıp Akdeniz Boğazı'ndan girmek üzere, çemberleme bir seyahate çıkarken akşamın pembe yaldızlan içinde ilerleyen beyaz Rumen vapurunun gü-vertesinden sağa sola bakıyorum.

Beşiktaş deyince, daima gözümün önüne iki isim gelir:

Beşiktâşe yakın bir hâne-i viranımız vardır

diyen Nedim ve Beşiktaş kıyılarındaki türbesinden hâlâ sulara bakan Barbaros Hayreddin. Biri billûr, öteki tunç; biri kâğıtta şakıyış, öteki dalgada nara.

Kuzguncuğa baktım: Dökülmüş sıvalanyla boynu bükük soluyan Hüseyin Avni Paşa'nm yalısı... İçinde üç

1

Page 12: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

kafanın bir gece esrarlı görüşmesinden sonra, tam kar-şısına düşen azametli sarayın koynundaki mağrur cebe-rutu tahtından atan yalı. Ahşap bir yalının mermer bir sarayı yenmesi ne güzel şeydi.

Boğazın en dar yerine kıvrak bir taç gibi kurulan Rumelihisan'nın epçet hesabıyla «Mehmet» 92 olduğun-dan o kadar bürcü, «Han» 651 olduğundan o kadar da mazgal dişi olduğunu «Evliya» temin ediyor. İnanmayan-lar saysın; bizzat gördüğü şeyler hakkında çok dürüst olan sevimli Evliya'ya ben inanırım. Zaten işte sıra sı-ra burçlar tunç kafalarını kaldırarak, sayısız mazgallar dudaklarını gerip gülerek «doğru, doğru» diyor.

Yeniköy önünden geçerken Evliya'nın secilerini ha-tırlamamak kabil değil: «Ekmeği beyaz, ahalisi Lâz, Ya-hud'.si ehli saz, îslâmı az!»

Sağda Çubuklu : Veli Beyazıt Trabzon'dan gelen oğ-lu âsi Selim'e burada sekiz çubuk vurmuş, onun için saltanatı sekiz sene sürmüş. İyi ki on sekiz defa vurma-mış. Sekiz çubukta İranla Mısır'ı haklayan o şehsüvar on sekiz çubukta elbet Hintle Çin'i de alırdı.

«Tarabya» isminin ilk vaftiz babalığını yapan Ya-vuz'un torunu Sarı Selim'dir. Anasından İslâv kanı alan bu zevk düşkünü hükümdar, o zaman tek dalyanından başka bir şeyi olmayan, buraya balık avı için gelmiş. Tutturduğu balıkları kıyının gür yeşilli ağaçları altında pişirtip Kıbrıs şarabına meze yaparken Sokullu'ya em-retmiş : Tiz buraya bir köşk yapın ve buranın ismi «Ta-rabiyye» ulsun! Sarhoşun da kerameti oluyor demek, bu-rası hâlâ boğazın en taraplı yeri.

Sular köyü Sarıyer: Çırçır bütün dünya yüzünde «ıMikyasülma»sı sıfır olan tek şuymuş. Serçe parmak ka-

2

Page 13: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

lınlığında akan o ince su bütün cihan rekorunu elinde tutuyor. Su üzerinde bir rekor amma pek öyle sudan değil!

Elli altmış yıl önce Ziya Paşa, bütün boğazı, iki kı-yısı da baştan başa köşkler, kâşanelerle; bağlar, bahçe-lerle dolu olarak tasvir ediyor :

İki canipte zengin kâhlar kâşaneler yer yer İki sahil serapa bağ ü büstan ü gülistandır!

Namık Kemal onun bu tasviriyle alay ederek birçok yerleri yıkık dökük olan boğaz sahillerini böyle düşün-mek iç'n paşanın «Sen»,ve «Taymis» kıyılarında gördü-ğü namurelerin hayalini rüyasında sayıklayıp burasıyla karıştırdığını söyler.

O zamanlar ki boğaz çok güzelmiş, öyle iken onlar gene öyle derse bugün biz ne diyelim? Adesesi alınmış göz çukurlan gibi camsız pencereli eski konaklar bu en güzel sulara görmeden bakıyorlar. Altı tane kıvrım ya-pan boğaza altı büyük hıçkırık kenetlendi.

Yûşa Tepesi, boğaz mürtesemlerinin bu başbuğu bi-zi, yüksekten bir bakışla uğurluyor. Büyük âlim Kâtib Çelebi'nin «Cihannüma»sı oradan boğazın «üklüm bük-lüm bir yılan gibi» görüldüğünü yazar. Boğaziçi plâtin sırtlı bir yılan gibi kıvrılıyor da desen, kıyıları yeş'l ka-bartmadan mavi bir şerit gibi dolanıyor da desen, bü-tün dünya zümrütlerini eritip kaypak bir pelteklikle akı-tıyorlar da desen, nafile, boğaz için en güzel benzetiş benzersizliktir.

Dünyanın her yerinde deniz de var, nehir de; fakat denizin nehir veya nehrin deniz oluşu yalnız buradadır.

3

Page 14: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

II

BOĞAZIN DOĞUŞU

Karadeniz'deyiz : «İsimle müsemma arasında muta-bakat aranmaz» derler, eğer aransaydı iğneye diken, di-kene batan demek lâzım gelirdi. Bunu bilmeme rağmen yirmi yıl önce Karadeniz'e ilk defa çıkıp da masmavi bir su görünce «bunun neresi kara?» demiştim. Sonra kitaplardan öğrendim ki buna Karadeniz denmesinin se-bebi bulutlarının çokluğundanmış. Adını kendinden de-ğil yukardan alan bir deniz.

Ona haritada bakarsan büyük bir göl dersin, fakat b r de çatlak dalgalı fırtınasına tutuldunsa, o zaman an-" larsın ki o, Hâmid'in dediği gibi, küçülmüş ve karar-mış bir okyanustur.

Bu küçük okyanus çok eskiden çok daha büyükmüş. Çünkü, zengin milletlerin refah devirlerindeki bütçeleri gibi, varidatı masrafından fazladır. İklimi serin, tebah-huru az, buna karşılık gökten inen yağmurla yerden ge-len nehir bol.

Fakat öteki Akdeniz, sathı daha geniş, güneşi daha yakıcı, mukabilinde nehirleri daha az. İnsanlar arasında fazla bütçeler noksan bütçelerin imdadına koşmaz. Lâ-kin tabiat daha adaletli. Karadeniz birgün Akdeniz'e yardım için şahlandı : Büyük bir enerji güzel bir boğaz doğurmuştur.

4

Page 15: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Evliya Çelebi boğazın açılışına ait masalı şevkli şevkli anlatır: îskender-i Zülkarneyn bütün dünyaya hâ-kim olmak emelindedir, yalnız îzmir melikesi Kaydafe buna baş eğmiyor. O zaman kara olan Marmara filân hep onun ülkesi. Bu yerleri almak imkânsız. İskender bir gün tebdil olarak Kaydafe'nin mülküne girer, istilâ çarelerini yakından anlayacak; fakat tanınıp hapse atı-lır. Ancak melikeye karşı harbetmeyeceğine yemin ede-rek kurtulur.

Hâmid'in «Eşber»deki İskender'i cihangirlik eme-liyle Sumru'nun aşkı arasında kıvranır; aşkını dinlese cihangirlik, dinlemese aşkı gidecek. Evliya'nın İsken-der'i de cihangirlikle yemin arasında sıkıştı. Kaydafe'ye harbetse yemin var, etmese cihangirliğe veda. Hızır im-dadına yetişir: Karadeniz'i Akdeniz'e akıt, hem Kayda-fe'nin mülkünü ortadan kaldırmış, hem de yeminini boz-mamış olursun! Yedi yüz bin âmele üç sene çalışır: Ka-radeniz Akdenz'e akmıştır!

Masal yalan değil, İskender amelesinin yedi yüz bin kazmasını kaldır, gerisi doğrudur: Boğazın iki tarafın-daki kayalar aynı, bayırlar aynı, belli ki yekpare bir top-rak kütlesi sonradan yarıldı; masalın sonuyla ilmin keş-fi burada birleş;yor. Eğer masaldaki Kaydafe Akdeniz'e sembol olarak alınmışsa bu da doğrudur, apaçık ki er-keklik Karadeniz'e, kadınlık Akdeniz'e düşüyor, besleyen o, beslenen öteki.

Masalın en yanlış yeri boğazın öyle bir ameliye ile birden açılıverdiğini söylemesidir, haibuki bu işin ne ka-dar uzun sürdüğünü Göksu'ya sorun, bu bizim çocuklu-ğumuzda bile ikbaldeyken şimdi ıssız ve sönük kalan Göksu'ya; derenin kıyısındaki basamak basamak setler, bu toprakların devir devir indiğini gösteriyor: Boğaz

5

Page 16: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

bu hale gelinceye kadar zavallı Göksu kaç defa ihtiyar-layıp kaç defa gençleşti.

Hayaıta hafif olanlar belki aşağıda kalır amma su-ların kanununda öyle değil: Tuna ağızlarındaki tuzu az sular hafifliklerinden aşağı inemeyince alttaki kalın su-lar üstünden hızla boğaza doğru akıyor: Akıntıbur-nu'nda otur, aynı zamanda Tuna'yı seyret.

Karadeniz Akidenize saniyede on bin, bazen de otuz bin metre mikâbı su veriyor. Lâkin hangi iyilik karşı-lıksızdır, o da buna tuz gönderir. Marmara'daki kesif tuzlu su yukarıya tazyik yapıyor, biraz kalkıp hafifle-yince daha hafif olan Karadeniz'e doğru akıyor, hem de delta yaparak, yelpaze gibi kol kol aynlarak, denizin koynunda gözlere görünmeyen bir nehir: Bu, boğazın metropoli tenidir!.

Yalnız alttaki bu tuzlu nehir üsttekinin yansı ka-dar, eh Karadeniz için bu da yetişir; fazla verişi Akde-niz'in masrafına yardım için, verdiğinin yarısmı alışı da kendisini tuzsuz bırakmamak için. tki denizin bu ticare-tinden Boğaziçi, altlı üstlü, akışları ters, bünyeleri ayrı iki nehir kazandı. Yalnız ikisi de bütün boğazı doldura-mayarak, ikisi de zikzaklar yapa yapa akar. Aynı boğa-zın üstü iniş, dibi yokuş mu? Hayır efendim, iniş yokuş yok, işte Boğaziçi'nin bir eşsizliği daha, bu dünya top-rağındaki bütün sular mihanikle akar, boğazın iki neh-riyse kimya ile akıyor!

6

Page 17: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

VARNA ÖNÜNDE

Sağda ve solda tümsekçe birer burunla derin bir ka-vis yapan sahilin şimalinde ve tatlı bir meyille yükse-len orta boylu bir silsilenin eteğine yaslanmış; ne ya-takta gibi sırtüstü düzde, ne ayakta gibi yamaçlara ası-lı, sanki şezlongta uzanır gibi duran bir şehir.

Şehrin sağ böğründen denize doğru uzatılmış Gala-ta köprüsü boyunda kalın bir dalgakıran. Soldan buna doğru gelen ve bundan daha ince iç mendirek; büyük dalgakırana kavuşacağı yere yakın kısmında, dört beş vapurun yan yana girebileceği genişçe bir açıklık. Deni-zi çaprazlayan bu iki kuvvetli pazı Varna'ya güvençli bir liman vermiş.

Kasabanın solunda ve düzlükte istasyon binası, yük-sekte ve daha solda kışla gibi iri bir gövde. Ortada Rus mabetleri gibi büyüklük satmaya çalışan ağır bir kilise. Yeşilliklerle karışık ve yeşilliklere kadar serpilmiş bir sürü ev: Varna'nın panoraması fena değil; kendisinde saklanmak istenen utangaç bir sünepelik yok.

Varna'ya dıştan iki şey daha eklemeli; biri, Karan-tina, geniş kavisli sahilin solundaki burun üzerinde bu-lunan mesire ve sayfiye yeri, motorlarla gidiliyor, ağaç-lık, hoş manzaralı bir varoş: Diğeri, sağda, büyük dal-gakıranın dışmda, ucuzluğuyla meşhur plâj, en büyük

7

Page 18: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Boğaziçi — Dünyanın her yerinde deniz de var, nehir de; fakat denizin nehir veya nehrin deniz oluşu yalnız buradadır. S. 1, 2

Rumelihisarı'nın burçları .zaten tunç kafalarını kaldırarak ve sayısız mazgallar dudaklarını gerip gülerek... S. 1

Page 19: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Şimdiki Bükreş — Bükreş şehrinin gövdesi Avrupalılaşmış; zaten Bükreş'e «Küçük Paris» diyorlar. S. 21

Plevne'nin İskelesi Souıovit'te Tuna — 1925 Bulgaristan seyahatinden bir hatıra (En sağda elinde şapkasıyla görülen müelliftir. Solda çömclmiş görülen

bayan da Halide Nusret Zorlutuna'dır) S. 38

Page 20: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

nimeti şehre bitişik oluşu: Hem evinden ayrılma, hem plâjda yaşa.

Rıhtımdayız. Varna her liman gibi kozmopolit. Bir sürü dil konuşuluyor. Fakat burada beynelmilel lisan Türkçedir. Arabacı, şoför; lokanta, otel; çarşı, pazar, Türkçe her ihtiyacın kilidini açan tılsımlı bir anahtar. Bulgarlar, beş asır elimizde kalan Varna'da mazinin bü-tün hâtıralarını silmişler; ne dört köşesinde dört büyük burç yükselen heybetli kalesinden bir parça, ne kırk bir camiinden bir kubbe, ne beyaz minarelerinden kalma nurlu bir sütun; fakat ne zarar, Türkçe işte altmış yıl-lık hâkim bayrağa rağmen, Bulgarcanın bile üstünde, bir âbide gibi bağdaş kurup oturuyor.

Varna'yı gezerken, bilmem nerede, zavallı Vassaf Bey'in mezarına rasladım : İkinci Mahmud'un en ikbal-de adamıydı. Tatar Pertev Paşa'nm damadı ve padişa-hın hem kâtip, hem musahibiydi. Bir dediği iki olmaz-mış. Fakat vefa insanlarda azsa padişahlarda hiç yok-tur. Akif ve Pertev Paşalar ikbal mevkiinde rekabet tah-terevallisi oynarken Pertev Paşa Edirne'ye, Vassaf Bey de Varna'ya nefyedildiler, «Âdil» denen hükümdar arka-larından birer de cellât göndererek her ikisini menfala-rında şehit ettiriyor. Altı beyitlik kitabe bu faciayı ke-kelemektedir :

Vassaf Beyefendi ah etti azm-i ukba

Menfada Varna içre ol zat genç iken ah,

Tarih-i irtihalin Rıfkıya dedi hatif

On sene evvelki Bulgaristan seyahatimizde Varna' ya geldiğimiz zaman, Rus Harbi'nde gönüllü yazılmış ak-

10

Page 21: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

pak bir Türk bize, o zamana ait bir türkü okumuştu. Geniş omuzlu, pehlivan yapılı, sesi davudi, o kara ve kanlı; fakat şerefli ve kahraman günlerin hâtırası için-den; belki de o günlerden kalmış eski bakır tabakasına parmaklarıyla tempo tuta tuta; başka bir âlemin içine perdesi gittikçe kabaran bir haşmetle, çelik tulgalara vu-rulan sadalar gibi erkek sesini yüreğinden kopararak ve dalmış gibi derin, mağaralardan fırlayan kaynaklar gibi "•'Eklerimize akıtarak söylüyor :

Saray önü sıra sıra söğütler, Oturmuş binbaşı asker öğütler, Bu kavgada ölen babayiğitler Oynaşır balıklar deniz dalgalı Bugün Varrıacığın başı belâlı.

Arap oğlu bıçağını yağlasın, Yağlasın da Pilevneyi boylasın. Bu kavgada çok analar ağlasın, Bugün Varnacığın

(Bu türküyü Varna semasında bizden kalma bir tapu senedi gibi sallanıyor sandım.

* * *

— Saatlerdir niye ovaya bakıp duruyorsun?

Orası, 15'nci asır ortasına doğru 1444'de, büyük Var-na oenginin olduğu yer. Yetmiş binlik düşman sol ce-nahını işte şu pınldıyan gölün bataklıklarına dayadı. Biz mahut sulhnameyi bir mızrağa takarak, İkinci Murad'ın otağı önünde, işte şu berideki tepeye diktik. Sağdan har-bi açan Hunyad şu uzayıp giden ovanın öteki ufkunda büyük bir çark yapıyor. Anadolu Beylerbeyi Karaca Pa-şa'nm İki misli düşmana karşı, kendi de yalınkılıç, kah-

11

Page 22: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ramanca çarpıştığını görüyor gibiyim: Çarpıştığını ve çarpışırken şehit düştüğünü...

Başsız kalan Anadolu askeri sarsıldı ve işte ona ba-karak mânevi yatı bozulan Rumeli askeri de çekiliyor. Merkez yerinde, yanlar geride. Bu haliyle cephemiz uçla-rı aşağıya çevrilmiş, ortası çıkıntılı bir hilâl şeklini an-dırmaktadır, iki yandan ilerleyen düşman da bizi orta-lamak istiyor, hilâl kıskaçlanıyor gibi.

Macar kralı cenahların davayı bitirmesiyle kendisi ne şeref payı k? İm ayacağından sabırsız, en can darbeyi bizim ordunun kalbine vurmak için birden hücuma ge-çiyor. İkinci Murad bundan memnun,, sahte ricat emri-ni vermiştir. Gururla sarhoş kral, ağır zırhlı şövalyele-riyle işte tepeye doğru ilerliyor. Yeniçeriler güya daya-namayarak iki tarafa açıldı. İlk safı yırtan düşman di-ğer safları da yanlara ata ata işte son noktaya gelmiş-tir : Muahedeyi yırıanla yırtılan muahede karşı karşıya.

Fakat ne oldu? Yeniçeriler birden çelik yaylı bir zemberek gibi düşmanı arkalıyor. Biraz önce zafer düş-manın avucundaydı, şimdi düşman Türk'ün avucunda. Hızır adlı yeniçeri bir kılıçta kralın kellesini uçurdu. Mızrağın birinde muahede kâğıdı, diğer mızrakta kralın başı. O kâğıdı on senelik sulh namına yemin ederek bu baş imzalamıştı, on ay sonra mızraktaki kâğıt mızrak-taki başı seyrediyor. Hiçbir yemin bu kadar alçalmadı, hiçbir alçaklık da cezasını bu kadar tam görmemiştir: Zafer yalnız Türk'ün değil adaletindi de.

* * *

Vapurumuz üç dört saat oturduğu, Varna'dan kal-karken öğle güneşinin keskin ışıklarıyla tutuşmuş gibi parlayan büyük kilisenin kubbesi bana utancından kızar-mış gibi göründü: Hakkı var.

12

Page 23: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BÜKREŞ:

I

BÜKREŞ BİZDEYKEN

Tarih bilen bir Macar esirinin kendisine anlattığı-na göre Evliya Çelebi, Bükreş'in nasıl kurulduğunu öğ-renmiş :

İkinci Halife Ömer zamanında Gassanî kabilesinden Cebele kendiliğinden Müslüman olduğu halde, sonra ne-dense, Hıristiyanlığı kabul ederek, Bizans Kayserliğine iltica eder ve Kudüs'te yerleşir. Ömer orayı alınca bizim Müslüman kaçkını, İspanya yolu ile geniş bir çember çe-virerek, oğullarıyla beraber Bizans'taki Ceneviz Krallı-ğına sığınır. Kral onun oğullarından her birine bir mem-leket verir, Kureyş nam oğlunu da Tuna'nın ötesine gön-dermiştir. Şehri kuran bu oğul babasına hürmeten ora-ya «Ebu Küreyş» diyor, sonra bu «Bükreş» oluyor!

Masala pek de gülmemeli. Çünkü Yıldırım zamanın-da Türkler buraları aldıkları vakit orada birçok Türkçe konuşanlar ve kendilerinden olanlar görmüşlerdi. Aşağı-dan gelen bu son Türkler, çok önceden, oraya yukardan gelmiş Türkler de bulunca Bükreş'in eski bir Müslüman şehri olduğunu anlatmak için işi Halife Ömer zamanına kadar götürmüşler: Davanın yanlışı çok ama yalanı yok.

Rumenlerle tarihimizi açan Firuz Paşa oldu : Birin-ci Kosova Harbinden sonra, bir miktar kuvvetle Eflâk'ı

13

Page 24: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

baştanbaşa çiğnemiş ve meşhur Eflâk Emiri Mirçe'ye ciz-ye vermeyi kabul ettirmişti. Sonra Niğbolu Savaşında da, Rumeli Beylerbeyliği'yle sağ cenahta harikalar yapan bu kahraman Ankara badiresinde, gene bir dev gibi çar-pışarak, şehit oldu : Herhalde Rumenler ilk hamlede en büyük bir yiğitimizle tanışmışlardı.

Bizim kitapların Mirçe, Rumenlerin «Eski Mircea» dedikleri o afacan adama karşı tarihlerimiz dört beş se-fer kaydeder; o her fırsatta başkaldırmaktan üşenmez-di; biz her başkaldınşmda ezmekten bıkmazdık. En son Çelebi Mehmed, Eflâk'a sefer açtı. Mirçe daha önce Bük-reş'te ölmüştü, bizimki Bursa'dan Edirne'ye dolaşınca kendine nüzul geldi, atından düştü, ertesi gün büyük bir gayretle tekrar küheylânına bindi, askerine göründü, bu, yağı biten lâmbanın son hamlesiymiş, öldü. Bükreş uğ-runda hükümdarların en çelebisini verdik.

Lâkin intikamının alınması hiç gecikmedi. Tuna mu-hafızı Firuz Bey, daha padişah ikinci Murad'ın gelme-sini beklemeden kendi kuvvetleriyle Tuna'yı geçti, Ef-lâk'a girdi. Drakola'yı yendi : Talihleri Firuzla açılan Ru-menler bu iki kahramanı karıştırırlar, lâkin ne zarar, Firuzlar ayrı ama eserleri aynı.

Eflâk'ı bu kadar seferlerden sonra niye böyle gene yerli beylere bırakırdık? Orası vatan değil, müstemle-keydi. Çektik, vermedik. Kendimiz istifade ettik, kendi-mize yük etmedik. Uslu dursunlar diye Kırım, arkaların-da bir kâbus gibi dikildi. Nimetini gör, külfetini gör-me . İngiliz'in müstemleke siyasetini bir iki asır önle-miş bir milletiz.

Fırka gönder, ordu boz; akıncı yolla, ülke al: Türk yiğitliğinin mucizesi. Fâtihsin, idareyi kendilerine bıra-kıyorsun; çiğnedin, seviniyor; karışıktı, topladın: Türk

14

Page 25: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

kuvvetinin adaleti. Kendi işleri kendilerinde, yalnız baş sende: Bey iyi değilse atıyorsun, hainlik ederse eziyor. Zulmederse sille, becerikli çıkarsa taltif: Madalyanın sağ tarafı ne güzel.

Bir de solunu çevirelim : On yedinci asır sonlann-dayız, artık Fener Rumlanndan da âsiler çıkmaya baş-ladığı için Eflâk Prensliğine kimi göndermeli diye dü-şünülmektedir : Bir çilingir çocuğu olduğu halde güzel-liğiyle Kenan Paşa'nın karısı Atike Sultan'm dairesine girmiş bir Rum var; yani iç oğlanlığı ediyor, kendisine Civan Çelebi denildi; orada iyi terbiye edilmiş, Türkçe ve Rumca'dan başka Farisî de bilir, mükemmel hattat-tır, şiirden anlar, sözü tatlı, sazı dokunaklı, varsa da Ci-van Çelebi, yoksa da Civan Çelebi: Eflâk Prensliği'ni buna sadaka ettik!

Bu bizim tarihlerin Mihne Bey, Rumenlerin Mihnea dedikleri kimsedir. Artık bu da bize sadık olmazsa kim olur? Nitekim işler baştan gayet iyi gidiyor. Mihne bir taraftan halkı memnun eder, her şey ucuz satılacak, her-şeye narh kor; cami yapacak, Müslümanları çoğaltacak, İstanbul memnun; verdiği emniyetle her taraftan akın akın ticaret kafileleri gelip gitmeye başlar, tüccar mem-nun; öyle iken Mihne Bey birgün birdenbire isyan eder-

en nâzik Osmanlı çelebisinden bütün Rumen tarihinin en kanlı adamı çıkmıştı.

Ne oldu? Bizim kitaplar söver sayarlar, haklıdırlar, yalnız bir de işin içyüzüne bakın : Eflâk Prensliği'nin ilk âmiri Silistre valisidir. Mihne'nin bunlardan ilk tanıdığı Fazlı Paşa oldu. Bu, yeni prensi ordusuyla götürüp Ef-lâk tahtına cülûs ettirmekle mükellef bulunuyor. Fakat Fazlı Paşa bir türlü Eflâk'a yürümek istemez. Çünkü es-

15

Page 26: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ki âsi beyden 20 bin altın almıştı: Mihne bu rüşvet uğ-runda aylarca Tuna kıyılarında bekledi durdu.

İkinci tanıdığı vali daha yamandır. Köprülü Meh-med Paşa büyük kuvvetlerle başladığı seferi, padişahın budalaca vehmiyle, yarım bırakarak avdet ediyor, serdar vekilliğine Kenan Paşayı bırakır, şu bizim prensin veli-nimeti. Ordudaki kuvvetler yerlerine gidecek, Mihne da-hi, kendi kuvvetleriyle ayrılmak zamanı gelince, serdar vekilinden müsaade ister, ondan sonra Silistre valisi As-lan Paşaya da veda için uğrar; meğer paşa alınmış, ni-ye evvelâ kendine gelmedi diye. Mihne, bütün maiyetiy-le, bütün zâbitanı arasında prens tuğuyla, içeri girince birdenbire suratına bir tokat ve gürleyen bir ses:

«— Sen Silistre valisinin kim olduğunu unuttun mu?..» Hayır unutmadı, iste derhal isyan bayrağı; bütün

Rumenler ayaklanmıştır, her tarafta Türkler kesiliyor, malları yağma ediliyor, her tarafta kan ve ateş, Rumen tarihleri bile on beş bin Türk'ün katlini itiraf ederler. Kenan Paşa'nın bir iki bin kuvveti Tuna'ya döküldü, kendisi güçbelâ Yergökü Kalesi'ne canını atabilmiştir, Mihne orayı muhasara eder, İstanbul dehşet içinde : Bak a, Civan Çelebiye bunlan o mu yapar!

Neticeyi sormayın. Bir Mihne bir imparatorlukla uğ-raşacak değil. Tedip büsbütün feci oldu. Yukardan Kı-rım süvarileri, aşağıdan bizim kuvvetler, bütün Eflâk baştan başa yıkılmıştır. Yalnız Bükreş'ten 26 bin esir, 600 araba mal almdı. Zaten Bükreş'e biz kale yaptırmı-yoruz, isyan ederlerse tedibi kolay olsun diye. 12 bin evin çoğunu da onlar birer katlı yapıyor, yıkıldıktan sonra yapılması kolay olsun diye!

Yok canım, bu yerlere büyük tarafımızla gelmiştik, bu yerlerden küçük tarafımızla çekildik.

16

Page 27: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BÜKREŞ:

II

TÜRKÇE VE GAGAVUZLAR

Bükreş'te, ilkönce, kendi kendime gittiğim lokanta-da, hiçbir kelimesini bilmediğim Rumence bir listeden yemeklerimi kolayca seçtim ve Rumenceden başka bir kelime bilmeyen garsona seçtiğim yemekleri pekâlâ an-lattım. Türkçeyi burada Rumencenin içine saklamak is-temişler, fakat Türkçenin gizlisi de açığı gibi işe yarı-yor.

Gerileme zamanlarımızın mahiyeti ne olursa olsun asırlarca mukadderatına karıştığımız bir müstemleke-den de, çimento üstünde yağmur gibi geçmedik: Mimar-lıklarına girdik; Romanya'daki bütün eski kaleler hep Türk hendesesinin tunç yavrularıdır. Kendilerinde ev yoktu, dört çevre basit duvarın içinden Rumen'i çıkarıp eve koyan biziz: Bugün Rumen dilindeki eve ait Türk-çe kelimeleri çıkarınız, ellerinde oturacak ev kalmaz.

Evlerini döşeyecek eşyayı da hep bizden aldılar. Yat-tıkları «çarşaf>> bizimdir, yaslandıkları «saltea» bizim şilteden bozma. Verin eşyamızı desek evleri çıplak kala-cak. Evlerinin içinden dışarısını bile hâlâ «camcıö» de-dikleri bizim camdan seyrediyorlar.

Mutfak ki zeki midenin medeniyetidir, onları mut-fağa biz soktuk. Bugün Bükreş lokantalarının listele-

17

Page 28: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

rinden, musakka, imambayıldı, çullama, patlican, yo-ğurçiö... gibi bir sürü kelimeleri, eğer medlûlleriyle be-raber, kaldırıverirsek, Rumen yemekleri bugün bile ya-rıya iniverecek : Etlerini bile hâlâ bizim «satır»la kesi-yorlar.

Kanlarına karıştık, kimyahanede tahlilini istemiyo-ruz; uzviyetlerine sokulduk; renginizde ve teninizde biz-den de bir şey var demiyoruz; göreneklerine girdik, bağ-daşmış âdetlerimizi geri almak emelinde değiliz. Fakat dilimiz dillerindedir, bunu neye görmemezliğe geliyor-lar?

Kendi kitapları Lâtince temele kurulan Rumence-nin diğer dillerden gördüğü yardımları söyledikleri, hat-tâ birkaç yüz kelimesini aldıkları dilleri bile bu arada unutmadıkları halde Türkçeden hiç bahsetmiyorlar; iş-te bu haksızlığa göz yumamayız: Dillerinde bugün bile, Hamdullah Suphi'nin araştırılarına göre, beş bin Türk kelimesi yaşıyor; bunlar zorla atılmak istenildiği halde sökülemeyenlerdir, ne yenilmez dilimiz var.

Galiba Rumenlerin Türkçeyi; görmemezliğe gelmek istemeleri Türk hâkimiyetinde kaldıkları uzun maziyi ha-tırlatmamak içindir: Delik bir torbadan dökülür gibi isterlerse bütün asırları hafızalarından boşaltsınlar : Fa-kat dil böyle değil, uzviyete karışan dili hiçbir şey sö-kemez; kanda dönen kelime kan gibi yaşar ve kan gibi yaşatarak.

Sürülerini hâlâ bizim «çoban»la güdüyorlar ve sürü-leri hâlâ bizim Türkçenin «çayır»ında otluyor. Birbir-lerine bizim «hatır»la hal hatır sormaktadırlar; yekdiğe-rinden elân «habar»la haber alıyorlar. Neye uzatmalı, do-ğuran kadınları bile hâlâ bizim «loğusa»nın himmetiyle «lâoza» olup durmaktadır!

18

Page 29: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Bütün Bükreşlilerin en çok öğündükleri park, bizim Taksim bahçesinin üç dört misli büyüklüğündeki park, içinde kanallarla bağlı birkaç tane «Marmara havuzu» bulunan, havuzlarında yüzlerce sandal gezinen park, bu-nun da adı «Çeşmeciö»dür, verin çeşmecinin bahçesini desek ne gezecek yerleri, ne sandal sefası yapmak için havuzlan kalacak!

* * • *

Bükreş'te maziden kalma hiç bir maddî eserimiz yok. Fakat bütün Romanya'da (150) bin insan kuvveti taşıyan ölmez bir âbidemiz var : Gagavuzlar. Bunlar Hı-ristiyan Türklerdir, kiliseye gitmişler, fakat dillerini bı-rakmamışlar; bütün Hıristiyan âlemi onları eritmeye çalışmış, onlar, uzun asırlan aşarak, Türk kalmışlar; top-rak üstünde bina ve âbide nedir; insan oğlunun eseri: Yüz elli bin Gagavuz, bu, eserler üstünde bir eser.

Sefarethanedeyiz. Rumen muhitinde bıraktığı sevgi ile oraya giden her Türk'ün övündüğü Hamdullah Sup-hi yazıhanesinin gözünden büyük ve şişkin bir zarf çı-karıyor, bu, Gagavuzlar- dosyasıdır. Başının ak tacı al-tındaki ışıklı gözleri daha fazla pırıltı içinde. İlkönce dosyadan çıkardığı bir fotoğrafı gösteriyor:

Gagavuzların şefi Çakır Mihay, Türk pazan; elli se-nedir ırkına kendi soyunu anlatan adam; çehresinin çiz-gileri bile gösteriyor ki tamamen bizdendir, 84 yaşına rağmen hâlâ dinç, geçenlerde gençler kendisine büyük bir ihtilaf yapmışlar; büyük bir soyun büyük bir ada-mı; Hamdullah : «—Ne idealist, ne idealist» diyor. Evet idealist olduğu için güzel, Türk olduğu için bir daha gü-zel, Türk sesini çan içinden de duyurup durduğu için on kat daha güzel.

19

Page 30: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Gagavuzlann çoğu dört beş lisan biliyor. Romanya içinde en aydınlık ırk. Bu memlekette bu Hıristiyan Türklerden belki daha fazla Müslüman Türk de var. Fa-kat onların da çoğu, hep bildiğimiz gibi, maziye çömel-miştir. Aynı memlekette aynı Türk, minareden seslenin-ce geri, çandan ses verince ileri midir? Bilmem neden, din içimde bir burgu gibi kıvrılıyor.

* * *

Uzun istilâlardan sonra istiklâl bulmuş her yeni mil-let gibi Rumenler de ezik mazilerini kabartmakla meş-gul. Tarih kitapları Türklere karşı kazandıkları zaferler-le dolu. Meselâ Mirçe 1491'de, Beyazıt ordularını müt-hiş surette yenmiş. Halbuki işin aslı şu: Yıldırım, Kas-tamonu beyi Kötürüm Beyazıt üzerine sefere hazırlanır-ken onun müttefiki Mirçe'nin bizim topraklara geçtiği-ni işitiyor. Derhal bora gibi Tuna kıyısındadır, şimşek gibi Tuna'yı geçmiştir ve bir dağa yaslanan Eflâk ve Macar ordularını, bir anda yıldırım gibi vurmuştu : Za-ferleri bu ise mağlûbiyet bizim olsun.

Hamdullah'dan dinledik : Lise sınıflarından birinde yalnız bir Türk talebe vardır. Muallim Rumen tarihini anlatırken boyuna Türklere karşı galebelerinden bahse-diyor. Sınıftan çıkınca diğer çocuklar onun etrafını alı-yorlar: — «Gördün mü Türkleri nasıl yenmişiz!» Çocuk cevap veriyor: — «ıtyi amma biz de yenile yenile bura-lara nasıl geldik ve yenile yenile sizi asırlarca nasıl avu-mmuzda tuttuk, ben de buna şaşıyorum!»

Yavrum, mazi bizimdir, hal onların. Keşke giden on-ların olsaydı, kalan bizim. Ah çekmek bize düşüyor, oh demek onlara: Onlann «oh»unda gözümüz yok, fakat onlar da bizim «ah»ı olsun elimizden almaya kalkma-sınlar!

2 0

Page 31: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BÜKREŞ: MOHAjÇ

ŞİMDİKİ BÜKREŞ

Soldan Köstence ile Karadeniz'e, sağdan Yergökü ile Tuna'ya ve bir sürü şimendiferle de, Avrupa'nın her ye-rine bağlı olan Romanya'nın kalbi, hakikaten bir kalb gibi, Rumen gövdesinin her tarafından çekip gövdenin her tarafına boşalıyor ve tuzlu su kıyısındaki limanla tatlı su kıyısındaki iskeleyi iki tarafına birer teneffüs cihazı gibi yerleştirmiştir.

Köstence ve Bükreş treni meşhur Tuna köprülerini geçiyor : Buralara kadar son dolgunluğunu bulan nehir artık Dobrice ovasmda yatağına sığamamıştır. Yekdiğe-rinden çok uzak olan iki kol arasına geniş bir sazlık ya-parak yayıldıkça yayılmış. Ta baştan Belgrad'a kadar in-sanların çeşit çeşit köprülerle üzerinden aşıp durması-na kızan koca ırmak artık buralarda kimseyi geçirtmem diyor. Tabiat kuvvetiyle insan inadı, ne zaman karşılaştı da insan yenmedi? Trenle dahi dakikalarca ve dakika-larca bitmeyen üç köprü : Yassı yassı akan Tuna, insan oğlu ile başa çıkılamayacağını anlayarak sinmiş gibi.

Dümdüz bir ovanın ufkunda bina kabartısından uzun bir gölge. Tren ona koşmuyor da, sinema perdesi-nin koynundan o bize yaklaşıyor gibi, çizgiler gittikçe belirleşmektedir. En sağda ve en solda fabrika bacala-

21

Page 32: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

rından birer küme, bu iki küme sivriliğini bağlayan ge-ne teker teker bacalardan bir dizi: Bükreş kendini en sağlam bekçilerle çevirmiş.

îşte bir düzine direğiyle, radyoda şakrak havalarını dinlediğimiz, Bükreş telsizi, musikideki yüksekliklerini çelikten bir şehadetle haykırıyor; ve işte yan yana beş altı trenin girdiği geniş gar, belli ki çokça dolup boşa-lan bir şehirdeyiz. İndiğim otel Atina Palas, yüzlerle odalı, tuttuğum daire gibi yere bizim Perapalas ne ister bilmem, duvardaki tarifede benden yalnız (250) kuruş alacakları yazılı: Anladım, cebimdeki Türk lirası üç dört misli büyümüştür.

Şehri dolaşıyoruz: Caddeler canlı birer şiryan. Ha-yat nabzı galiba çok iyi; ağır gövdeli taş binalar; aşi-kâr ki yerine sağlamca oturmuş bir halde; boyuna ka-labalıkların girip çıktığı süslü ve büyük mağazalar,, an-laşılan burada ya alışveriş çok, ya buhran yok. Bükreş harpten muzaffer çıkmanın tadını çıkarıyora benziyor; en kibar caddesinin ismi de zafer mânasına «Viktuar» dır; çehrelerde bu ne şenlik, Bükreş gülüyor.

«Galeri Lafayyet»e uğradık. Paris'teki meşhur ma-ğazanın şubesi, fakat altı yedi katı içine bizim Beyoğlu mağazalarının hemen topunu koy. En üstteki yazlık te-rastan etrafın görünüşü oldukça güzel; bir sürü kuleler, muhteşem kubbeler, belli ki Bükreş'in gövdesi Avrupa-lılaşmış. Zaten, Rumen payitahtına «Küçük Paris» diyor-lar. Küçük Paris, lâkin nüfusu bizim İstanbul'dan iki yüz bin daha fazla: Yarım asır altı asn nasıl da geçi-vermiş.

Terası dolduran kibar Rumen halkına, bilhassa ka-dınlarının giyinişine bakıyorum : Bükreş kadını eskiden de meşhur olacak ki «Evliya» bile «başı kınalı bakire

22

Page 33: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

kızlar siyah kâküllerini dağıtıp sarı papuçlarıyla -eftar «ttikte gönüller onların zülüfleri gibi perişan olur.» de-mişti. Şimdi sırtlarda pahalı tuvalet, omuzlarda ^ mada tilkilerinin postu, Bükreş kadını güzelliğinden önce zen-ginliğini teşhir ediyor.

Bükreş'te bizim parayla bile, milyoner olarak yüz-lerle varmış; petrol, hububat, kereste... Yani toprağın altı, üstü, tümseği : Rumen zenginliğinin bellibaşlı kay-nağı kara toprağın bu üç biçiminden çıkıyor.

Şehirde deniz ve nehir yok öyle mi? Buna rağmen işte «Çeşmeciö» parkının havuzlarındaki bir sürü sa.ı-dal, istediğin kadar kürek çek. İşte «Lido», en işlek bir caddenin haşmetli binası içinde yüzlerle kişinin yıkan-dığı kibar bir plâj; ve işte daha kıyıda daha büyüğü, binlerle ve binlerle insan alan halk plâjı... Burada kuru şehir zorla su şehri olmuş, biz orada su şehrini kuru yaparken.

Bükreş sıcaktır öyle mi? İşte «Şosa» kilometrelerce uzayan, sağa sola boyuna kollar veren şose; her tarafı süslü villâlarla dolu; Ulah ruhu da apartımanı pek sev-miyor galiba; ev, ağaç, bahçe: Şosa dedikleri bu kıyı semti, otomobille uzun uzun dönüp dolaşırken kendimi, düz bir zemin üstünde ağaçlan birdenbire büyüyüver-miş yeni Ankara'dayım sandım.

Maddî Bükreş'i bırak; memleketin z€ngin membala-n var, bu beldeyi kolaylıkla yaratmış diyelim; yan dün-ya yarısıyla çarpışırken onlar kazananlar safında bulun-muşlar, talihleri var diyelim; cadde mi, her yerde açılır; bina mı, her yerde kurulur; park mı? her yerde yapılır diyelim, ve... diyelim ki milletlerin asıl kıymeti madde ile ölçülmez.

2 3

Page 34: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Peki manevî Bükreş'i buyuruft: Beş on dakikalık mesafede beş altı kütüphaneye rasladım. Herbiri beş altı kat, ker kattaki salonun bir köşesine bizim kütüp-hanelerden istediğini saklayıver; memlekette satışı yir-mi bini aşan yüzden fazla mecmua çıkıyor, «Üniversel» gibileri iki yüz bin satmaktadır; Karol irfan müessese-sinin, yüz binlerle ciltlik zengin kütüphanesinden baş-ka, dört büyük konferans salonunu gördüm, mevsimin-de hepsi ağız ağza doluymuş : Rumen okumayı da bili-yor, dinlemeyi de, yani ilerlemeyi.

Musikisi var, dünya tanıyor, artisti var, Avrupa re-vülerinde oynuyor; âlimi var, garp kürsülerinde dersini verip tatilde memleketine geliyor; şairi ve edibi var, bey-nelmilel olmuştur; medeniyete sadece kabuğundan yapı-şık değil, medeniyetin içinde, özenmiyor, özü bulmuş. Görünmeyen bir hükümetle görünen bir millet manza-rası : Bu memleket altmış yıl önce eyaletimizdi.

Bugünün Türk'ü düny-vrın hiçbir ileri görünüşü kar-şısında bıkkınlığa düşecek değildir. Bu toprak üstünde en yapılmıyacağı yaptık, yapdacağı elbet yaparız. Yen-diğimiz dünün yanında yenmeyeceğimiz hiçbir yarın yok. Fakat uzun asırların mirasına konan garbı bırak, şu yanm asırlık Bükreş'ten bile alacağımız çok dersler olsa gerek. Kendimizi güvenle görmesek ye'se kayarız, başkasını ibretle görmesek körlüğe; birinde eziliş vardır, ötekinde duraklayış; Tanrı milletimi ikisinden de esir-gesin.

2 4

Page 35: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

RUSÇUK'A BAKARKEN

Rumenlerin «Corciu» dedikleri Yergökü iskelesinden vapura bindik. Düşündüm ki henüz üç nesil evvel bura-da kaymakamımız vardı; ve bu kaymakamlardan biri terfi için Abdülâziz'e istida gönderdiği zaman, gururu büyük bir dağ, cehaleti heybetli bir âbide olan o padi-şah nasılsa lâtife yapmaya kalkarak «ben yalnız yerin hükümdarıyım, o ise yerin ve gökün kaymakamıdır» di-ye bir de nükte savurmuş.

Jübiter adını taşıyan Avusturya vapuru çok güzel. Bizim Kadıköy vapurlarını kız gibi beyazlatınız, perva-neyi yan çarklara alarak, vapura bir kat daha ilâve edi-niz; buradan kalkınca yirmi dakika sonra karşıdaki Rus-çuk'a yanaştık; kendimi köprüden kalkıp Kadıköyü'ne varmış sandım; hakikat Tuna burada deniz gibi ve iki kıyının ışıkları oradaki iki sahilin pırıltılarım andırı-yor.

On yıl önce içinde üç dört gün kaldığım Rusçuk'u yazık ki şmıdi gündüz gözüyle göremiyorum. Yalnız Tu-na boyunda kilometrelerce uzayan ışıklardan anlaşılı-yor ki on yıl içinde şehir biraz daha büyümüş olacak. Evliyanın hikâyesine göre ilk Emeviler zamanında bu şehri kuran Kral «Uruscuk», bir kış, baştan başa don-muş Tuna üzerinde zevkler safalar yaparken buzların bir-den çözülüvermesiyle boğulmuş. Böyle masallar Tuna

2 5

Page 36: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

buzlarının tekin olmayışından çıkmış olsa gerek. Nite-kim Naima'nın anlattığı vaka gösteriyor ki o buzlar, çözülmeden bile, bir Türk serdarının başını yiyebilmiş-tir.

Dramla biten vaka önce komediyle başlamıştı : Köpriilü zamanında Fazlı Paşa Eflâk seferine serdar oluyor. Rusçuk'a geldikleri zaman Tuna çoktan buz tut-muştur, ordu yürüyerek geçiyor, Rusçuk kadısı bile buz üstünde at oynatarak serdara hünerler gösterir; lâkin kumandan korku içinde, ya buzlar çözülüverirse? Gemi-nin sade suda yüzmek için yapılmadığını Fatih, İstanbul alınışında, Turgut Reis'de Cezayir kıyısında isbat etmiş-ti : Fazlı Paşa dahi buz üstünde aynı du ayeti göstere-cek!

Büyükçe bir gemi donanır; çifte çifte düzinelerle hamlacı küreklerinin başındadır. Kayığın iki tarafında, yüzlerce askerden birer dizi uzuyor, hepsi hajatlan omuz-lamışlar; kayığın gerisindeki taht gibi yere kurulan ser-dar çok heybetli, başındaki turna telli sorguç haşmetle dalgalanmaktadır: Serdar, korkaklığının bu keyfini Edirne'de, Dördüncü Mehmed'in cellâdına kellesini ve-rerek ödedi.

On yıl evvel bizi meşhur Tirsinikli oğlu İsmail Ağa' nın bahçesine götürmüşlerdi. Bu ağa üçüncü Selim za-manında Rumeli âyanlarının en nüfuzlusudur. Bütün Balkan tunasında onun hükmü geçer ve koskoca dev-let ona söz geçiremez: Rusçuk İstanbul'u dinlemiyor.

Yeni askerliği Anadolu'ya yayan meşhur «nizam-ı cedid» kahramanı Abdurrahman Paşa, bu işi Rumeli'ye de tatbik için, talimli ve muntazam ordusuyla, Meriç'e doğru ilerlerken; Tirsinikli oğlu, diğer âyanları da teş-vik ederek, Edirne'ye büyük kuvvetler toplattı. Paşa

2 6

Page 37: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

şüphesiz oraya bir gülle gibi düşecek ve âyan kuvvet-lerini çil gibi dağıtacaktı. Fakat İstanbul vehim içinde-dir, korktular, paşaya geri dönme emri verildi: Rusçuk İstanbul'u ric'at ettiriyor.

Bir devlete meydan okuyan Tirsinikli oğlu, aldığı haberlerle memnun, Rusçuk'ta çiftliğinin ağaçlarla çev-rili şu bahçesinde büyük bir cümbüş tertibetmiştir. Mehtaplı bir geceymş. Karşıda Tuna yere inmiş bir kehkeşan gibi. Ortada kıvrak bir çengi oynuyor. Apan-sız bir tabanca sesi. Kalbinden vurulan ağa yerlere se-rildi. Bu yaman nişancı, birkaç hafta evvel, hakaretle kovulan eski uşaklardan bindir, intikama yemin etmiş. Bir devletin yenemediğini bir uşağın kini yeniyor.

Tirsiniklı'nin yenne Rusçuk âyanı seçilen Mustafa Ağa ondan daha zekidir. İstanbul'a mahzar göndererek dikbaş olmadığını anlattı; ve ondan daha kahramandır, bunu o sırada patlayan Rus Harbi ile gösterdi. Ruslar, bizim Napolyon'la birleşmemize meydan vermemek için, apansız, ilânsız filân, topraklanmıza yüklenmişler, Ben-der, Hotin gibi kalelerimizi almaya başlamışlardı. İstan-bul şaşkın, ordu göndermemiz aylara muhtaç. İşte Rus-çuk tek başına Rusların karşısına dikildi, «dur» dedi, durdurdu : Bir şehir bir çarlığı mıhlıyor.

Rusçuk yalnız durdurmadı, yürüdü de. Mustafa Ağa şahlanmış bir celâdet, Mustafa Ağa köpürmüş bir zel-zele Mustafa Ağa gülleleşmiş bir iman; Yergökü'ndeki büyük Rus kuvvetlerini kuşatıp mahvediyor, ötede, ken-di adamı Pehlivan Ağa, Ismaili Cengi'nin bu harikası, dev gibi endamıyla devler gibi çarpışmaktadır. Tuna' nın bir kıyısından öteki kıyısıyla konuşan adam : Bat-tal Gazi gibi narası ile ödler kopanyor ve Hamza gibi bir vuruşta yüz deviriyor. Rusçuk ki, Türkçesi küçük Rus demek, küçük Rusçuk, büyük Rus'u yendi.

27

Page 38: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Cevdet tarihinin bu sahifeleri, ilmin kuru üslûbu-na rağmen, nurlu bir destan gibi pırıldar durur. O bü-yük bâdirede Rusçuk, düşmanı yakan ve vatanı aydın-latan bir alev olmuştu. Artık Mustafa Ağa'ya hem ve-zirlik verildi, hem «livayı şerif» seraskerliği; artık ağa, paşadır; ve paşa Alemdar. Alemdar'ın bundan sonraki işi malûm; devleti irticaın elinden kurtarmak için «Yâ-rân»ın sözüyle «Alemdar»ın özü birleşir : Rusçuk İstan-bul üzerine yürüyor.

Anadolu, İstanbul'daki «Ali Osman» idaresine karşı pek çok isyanlar yaptı. Tarihlerin «Celâlilik» diye ge-çişti ri verdiği bu feveranlarda, bazan yüz binleri bulan Anadolu kuvvetleri, devletin gönderdiği bütün orduları tepeliye tepeliye, kaç def'a, Üsküdar'a kadar geldi; fa-kat geldi ve dağıldı. İstanbul'un nasibi hep Rumeli ta-rafından alınmakmış. Fatih orayı Bizanslılardan öyle al-mıştı, şimdi Rusçuk'tan yürüyen Alemdar ordusu öyle alıyor ve ondan tam bir asır sonra da Selânik'ten kal-kan hareket ordusu öyle alacak.

* * *

Gece yansından sonra Rusçuk'tan ayrılıyoruz. Bu-rası yalnız mazisiyle Türk değil, bugün de Türklüğün kalabalık merkezlerinden biri. Düşündüm ki bu kalaba-lıktan bazılan bizim bayrağı gördü, çocuğunun babası o bayrak altında efendilik yaptı ve hemen hepsinin de-desi de Alemdâr'ın elindeki büyük sancağı seyretti.

Tarih denen şeyin göğsüme demir bir kütle gibi çök-tüğünü duyuyorum.

28

Page 39: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

TUNA YOLUNDA

TUNA — BELGRAD — MOHAÇ — PEŞTE — VİYANA

Page 40: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

TUNA :

I

TUNA'YI TAKDİM

Ne erkek tek başına bir şey, ne dişi; asıl insan ik» nin bir oluşu. Ne deniz tek başına güzel, ne kara. Uzun uzun denize çıkın, karayı özlersiniz, uzun uzun karada kalın, denize hasret çektiniz. Tabiatın asıl güzelliği de-nizle karanın birleşmesinde : Yarımlar o zaman tamam oluyor.

Derli toplu göl sonsuz denizden güzel; hem suyu, hem karası olduğu için. Fakat olgun dolgun nehir, bu hepsinden güzel. Kara durur, deniz sallanır, göl tepi-nir; halbuki nehir?.. Hareket sebatın koynundadır ve sebat hareketle oyuldu.

Deniz büyük, fakat mıhlı; göl küçük, fakat kapalı. Kâinatta hayattan daha yüksek ne var? Nehir hayatın kendi : Doğdu, aktı ve bitti. Hele Tuna, Avrupa'nın şah-damarı olan Tuna, bu yalnız hayat değil, yedi düvele hayat da veriyor.

Rusçuk'tan Viyana'ya kadar, gündüz ve gece, beş günlük bir seyahat. Tuna'nın bütün çağlarını gördüm. Rusçuk'ta kemalini bulmuş olgun bir varlıktır. Belgrad' dan sonra güçlü kuvvetli bir delikanlı, Peşte'yi geçince

31

Page 41: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

genç, Viyana'yı aşınca körpe... Sade suda seyahat de-ğil, önüne bir ömrün bütün devreleri serilidir.

Hep derler ki Tuna'da iniş seyahati çıkıştan daha güzelmiş. Hayır bu ondan iki defa daha iyi: Halden maziye gidildiği için bir, ve bu gidiş bir misli sürdüğü için iki: Güzellikte sür'at kusurdur.

Oh, bu ne manzara değişikliği ve bu ne değişme zenginliği: Şimdi karalarla muhasara edilmiş gibi ka-palı, şimdi karalan ricat ettirmiş gibi geniş; şurada kıv-rak bir göl, orada cetvelle çizilmiş bir kanal. Gündüz-se açık mavi, geceyse yere inmiş ışıklı bir gök parça-sı... Hayatın tadı heyecanındaymış; Tuna'da çeşit çeşit heyecan var.

Boğaziçi'nden bahsederken «akıntı burnunda otur, aynı zamanda Tuna'yı seyret» demiştim. Şimdi de Tu-na'da vapura bin, Boğaziçi'nde seyrana çık diyebilirim : Yalnız kıyıları daha yassı bir Boğaziçi; ve yalnız bir tane değil görünmez lehimlerle eklenmiş gibi arka ar-kaya uzayıp giden binbir Boğaziçi.

Bu ne hareket bu : Her beldeye vanrken sağda sol-da değirmenler hulyalı kanatlarını döndüre döndüre harekette; arkasına yüzer metre uzunluğunda bir sürü çelik şilepleri takarak kafile halinde giden vapurlar ha-rekette; dalyanlarda balıkçılar, plâjlarda insanlar, koy-larda küçük yelken pınltılan gibi martılar ve büyük martılar gibi yatlar harekette; ve nihayet herşeyin üs-tünde bütün bu hareketleri sırtlayan Tuna bütün göv-des'yle harekette: Heraklit, hayat akıyor demiş, hayat ki harekettir, Tuna hayat dolu.

Nehirler mademki canlıdır, onlann da bizler gibi bahtiyan ve bahtsızı var. Tuna kaç defa talihli : Ber-

32

Page 42: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

zahlan yenmek gibi çilesi yok, yatağına rahat rahat yer-leşmiş. Çölde değil kavrulmuyor; fakir değil gelirli; çıp-lak değil ağaçlı. Binlerle ve binlerle kilometre; hep ku-caklanan maviyle kucaklayan yeşil: Hiçbir tablo ken-dine bu kadar uygun bir çerçeve bulmadı.

İskelenin birinden vapura bir kız bindi. Çocuk de-ğil kadın değil, iki çağın birleştiği yerde, gergin ve gev-rek bir serpiliş. Boyu bittiği halde boy atması bitme miş gibi. Güvertede kadın erkek herkes ona bakıyor. Büyük heykeltraş Rodin (Roden) tabiat en güzel üç şey yarattı demiş : Ziyanın cümbüşü, berrak suyun görürdi-şü, ve el değmemiş bir bâkirenin gerinişi.

Bir tarafta küpeşteden etrafı seyreden kız; diğer tarafta ufka yaslanan güneşten Tuna'ya serpilen ziya demetlerinin raksı; ve açık maviliğiyle enine boyuna uzayıp giden Tuna'mn sulan... Hakkın var Rodin, bu dünyada bu üçünden daha güzel şey yok, dedim.

33

Page 43: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

T U N A :

III

BİZİM TUNA

övünmek için biz söylemiyoruz; hakikat için onla-rın kitapları söylüyor: Hiçbir millet bu dünyayı Türk kadar çalkalamadı.

Kıtaları biribirine kaynatmıştık; okyanusları yekdi-ğerine lehimledik; batıyla doğuyu, gelinle güvey gibi, kucaklaştırıyorduk. Arzın dört bucağı atlarımızın nal-larıyla şimşeklendi. Durduğumuz yer bizimdi, gideceği-miz yer gene bizim; ne durmadığımız yer kaldı, ne git-mediğimiz diyar. Neyle gittik?

Nehirler ki dünyanın en eski yol göstericileridir, nehirleri köpüklü yelelerinden dizgin gibi yakalayıp kaypak göğürlerini küheylân gibi mahmuzlayarak, dün-yanın dört tarafına akan nehirlerle, dünyanın dört ta-rafına leyezanlar gibi aktık. Bu arz üstünde bundan heybetli bir manzara yoktur.

İşte suların kendilerine sorun: Çin'in San ve Gök ırmaklarından Hind'in mukaddes Ganj'ına, Asya'nın Seyhun ve Ceyhun'undan Mısır'ın mübarek Nil'ine, Çu-kurova'nın Seyhan ve Ceyhan'ından Hazer'in gösterişli Volga'sına, ve, neye sayıp durmalı, Irak'ın Fırat ve Dic-le'sinden, Avrupa'nın şenlikli Tuna'sına kadar... Her

3 4

Page 44: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

nehrin yanında ikinci bir nehir daha var, milyonların dizilişinden doğdu; akan nehir, yürüyen nehir, akanla yürüyen birleşiyor; nehirle nehir olduk.

Hiçbir millette deniz mukaddes değil ve hiçbir din tuzlu suya tapmadı. Büyüsü olan akar sudur. Çin ve Hint ırmakları hâlâ milyonlara Tanrı şifası veriyor. İs-rail'in oğulları ve İsa çukur Şeria'nın suyunda yıkan-mıştı. Susuz Arap çölünden fırlayan İslâmlar ilk ham-lede Fırat'a ve Nil'e koşuyor ve... Asıl büyük vatanın-da suyu kuruyan Türk asıl büyük suyunu Tuna'da bul-du. Tuna yalnız Türk değil, Türk'ün kudsiyetidir.

Bugün bile, Balkanların ötesinden arasıra gelen muhacir kafilelerine bakın : Her ailenin en çok esirge-yip üzerine titrediği en kıymetli hazine ya bir desti ve-ya bir matradır. İçinde Tuna suyu olduğu için. Onu bütün ömrünce saklayacak. Tuna Türk'ün öz zemzemi. O koca nehir yalnız toprağın koynunda değil, içimizin derinliğinde akıyor; din gibi.

Tuna kıyılarında hâlâ Türk var ve o hâlâ Türkçeyi dinliyor. Lâkin biz artık Tuna'dan ayrıldık ve onu ya-dellere bıraktık, öyle mi? Hayat yalnız nefes almak de-ğil, hayat yaşanılanla vardır; geçti sandığımızla diriyiz. Nehirden yalnız su akmaz, asıl tarih akar. Tuna'dan Türk'ü alınız, Tuna kupkurudur.

Şimdi yedi düvelin içinden geçen Tuna'yı o millet-ler edebiyatlarına ve sanatlarına aldılar. Kimisi onun güzelliğini şiirin bestesine koydu. Kimisi onun sesini notanın çizgilerine sindirdi. Kimisi de fırçanın ucu ile onun renklerini avladı, lâkin baştan başa onun tarihini biz yaptık: Onu toprağın böğrüne engin bir destan gibi yazarak.

3 5

Page 45: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Onlar Tuna'yı tekniklerine de aldılar : Faydası on-larındır, kendisi bizim.

Vapurun güvertesinde ılık temmuz güneşi ile ısınan vücutlarımızı hafif hafif esen bir rüzgâr serinletiyor. Ci-ğerlerimize giren hava değil, kimyadır. Eski uzun za-manları bırak, büyük Türk kitabının son saltanat fas-lında bile, altı asır, o tarih bu havayı teneffüs etti ve halk hâlâ, o havayı gene o hava gibi temiz bir esişle anlatmayı biliyor:

Tuna gelir deli deli Kıyıları çalkar seli. Rüzgârın inilder geçer Ne güzelsin Tuna yeli!

Ya Tuna'daki savaşlar? Tuna'yı kanla aldık; canla sevdik, verirken bile şanla verdik :

Alaman dağıdır Turtanın başı Eksik olmaz serhatların savaşı. Kan ile yuğrulmuş toprağı taşı Serhatları çalkar seli Tunanın!

Kıvrak nehrin nasılsa en çok düz uzandığı bir ye-rindeyiz. Suyun bir ucuna yakut bir levha halinde asıl-mış gibi duran güneş, diğer ucuna kadar bütün Tuna' yı pembe bir pırıltı ile örtmüş. Renkler koyulaşıyor, pembe, kızıl gibi; kızıl, kan gibi. Bir an önümdeki Tu-na'yı unuttum. Ecdadın Tuna için, yakuttan selsebil gi-bi akan kanını seyrediyorum. Kandan daha yüksek han-gi tapu senedi var? Tuna bizimdir.

3 6

Page 46: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

T U N A :

III

TUNA YALILARINDAN HATIRLAYIŞLAR

Hangisini saymalı? Vapurun pervanesi suya değil, tarihin böğrüne vuruyor ve eski beldeler, yeni binaları iğreti elbiseler gibi atmış, kendilerinden eser kalmayan o heybetli burç ve bârûlarını göstererek, hale diz çök-türmüş bir mazi ağırlığıyla yükseliyorlar. Kısa «bu-gün», uzun «dün »ün ağzında bir lokma gibi kaybolmuş-tur. Göze görünen yok, hafızaya görünen var. Tarih ke-fende değilmiş. Hâtıraların diriliği içindeyiz.

işte gecenin son karaltılarında göremeden geçtiği-miz ve sabahın ilk ışıklarıyla geride kalan mavi tepele-rini seçtiğimiz Niğbolu; 14'üncü asır sonlarında, yüzbin-lik haçlı ordusuna, asıl ordumuz yetişinceye kadar, bir avuçla karşı koyan Doğan Bey'in bir gece, gökten inen bir beşaret gibi, dinlediği «Bre Doğan! Bre Doğan!» narasını ben de şimdi işitiyor gibiyim: O sesi veren Yıldırım Bâyezid ki oraya hakikaten bir yıldırım gibi gelmişti, sesi dinleyen orada granit gibi durdu.

Tuna'nın ilk büyük harbini yaptığımız yer. Macar kralı ki Yıldırıma bir sefaret heyeti göndererek ne hak-la fütuhat yapıp durduğunu sordurmuştu. Yerinde bir işaref bin sözden belâgatlidir, o afacan şehsüvar hiç bir şey söylemedi, sadece duvardaki kılıcını gösterdi. Beş

37

Page 47: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

buçuk asır evvel o kral, seksen bin askerinin naşıyla ürperip şu bulunduğumuz sulardan güçbelâ canını kur-tararak kaçarken şüphesiz anladı ki bu dünyada kılıç hakkı hakların en şimşeklisidir.

Beş asır sonra aynı sular üstünde büyük şair Yah-ya Kemal'in beytini okuyorum:

Canavarlar kaçıyormuş gibi gür bir doludan, Bir Salib ordusu bozgun kaçıyor Niğboludan.

* * *

İşte Plevne'nin iskelesi Somovit; bundan on sene önce Tuna'yı, büyük heyecan içinde, ilk defa gördüğüm yer. Bu küçük kasaba Plevne'ye ait o büyük hâtırayı bir bayrak gibi gözümün önüne dikti. Plevne artık bizim için ne bir beldedir, ne bir isim. O kandan ve şandan âbide yarım asrın öteki ucundan tarihin uçsuzluğuna bakıyor. Çürümüş saltanatın vehmiyle kaybolan o har-bin bulanık bâdireleri ortasında Plevne kendini kendi yaratan yakut bir adadır:

Pilevne dedikleri küçük kasaba Rus askeri çoktur gelmez hesaba.

Sayısız düşman saf saf dalgalar halinde saldırıyor. O küçük kasaba kale değildi. Alelâcele toprak kazıldı. Yumuşak toprak birdenbire demir gülleleri yutan tuhaf bir dev oluyor. Bütün harp tarihinde yeni bir sistem açılmıştır. O zamana kadar insanlık hep sertle çarpıştı, ilk defadır ki Türk yumuşakla dövüşüyor. Engin Tuna' yı geçtiler, yalçın kaleleri aldılar, şimdi bir çevre top-rakla yeniyoruz.

Kesilen kelleler sığmaz kaleme Arkama bakaran imdatçı gelmez!

38

Page 48: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Gelmedi. Çevrilen kırk bin Mehmetçik çeviren yüz binlerin ortasında, altı ay, bir ölüp on öldürerek savaş-tı. «Yıldız» o kadar korkak olmasa belki bütün mukad-derat değişecek, işte düşman şaşkın, dünya hayran. Çıp-lak toprağın önünde fen ezildi, mantık yuvarlandı. Kuv-vet celâdete diz çöküyor, aded inada mağlûp. Yere mıh-lı toprağın şahlanışı, dayanan mucizedir, saldıran aciz. Fakat imdatçı yok :

Pilevnenin içinde ordu kuruldu Osman Paşa sol yanından vuruldu!

Düşen bir gövde değil bir küreydi. Hiçbir yaralı esir, galibine o kadar büyük görünmedi. Yenenler ye-nilenden utanıyor. Yenen, yenilen yok, yendiren var. Plevne en yapılamayacağı yaptı, Beşiktaş Tepesi en ya-pılacağı yapmadı. Bulgarların, Plevne'de Osman Paş^'ya karargâhlık yapan küçük ve beyaz evi niye dikkatle sak-ladıklarını anlıyorum. Bütün Bulgaristan o evden doğ-muştur, esirgedikleri bir hâtıra değil, kendi beşikleri. O ev düşmeseydi Tuna hâlâ bizimdi. Beyaz ev beyazlaş-mış bir kor gibi içimi yakıyor.

* * *

Gurup vakti Vidin'e geldik. Ortada bizim eski hü-kümet konaklarını andıran hantal bir bina. Beride ka-vun kubbeli iri bir kilise ve yakınmda inoe bir minare. İskeleden sonra daha ilerde başka bir kilise, onun önün-de ve kıyıda bir liman feneri gibi duran, diğer bir mi-nare. Belli ki ezanlar çana sığınmıştır, fakat yine belli ki bu minareler, şehadet parmaklan gibi, bir şey isbat ediyorlar. Vardık, bütün mazi haykınyor : Vanz, onla-ra sor. Minare bana hiç bu kadar nurdan bir dua gibi

3 9

Page 49: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

görünmedi; gurbette minare, yalnız din değil, millet-miş de.

* * *

Semen di redeyiz. Akıncılarıyla Mohaç ta düşmanı çe-viren Bali Bey'in beldesi. Diğer yerlerde mazi hâtıra-dır, burada madde. Dünü gözünle de görüyorsun. Kı-yıda ve baştaki burç, Piza Kulesi gibi eğri. Meğer son harblerin birinde temeline bir gülle düşmüş. Türk'ün hendesesi: Güllelersin, sallanır; fakat yıkılmaz; iğril-miştir, fakat devrilmiyor. Çarpıldı, çürümedi; çürük durduruyorsun, gene sağlam: Bu iğri kuleye vaktiyle bütün Orta Avrupa asırlarca boyun eğmişti.

Bir yaz günü geçtik Tunadan kafilelerle

Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

Yahya Kemal

Onlar öyle geçti, ben böyle gidiyorum. Tuna, Tuna, insan olarak verdiğin zevkler ne kadar sonsuz, fakat Türk olarak... Sen o kadar güzel olmasan hâtıraların bu kadar yakıcı olmayacaktı. Bırakmanın azabı görme-nin zevkinden çok üstün. Gözlerimde en haşmetli gü-zelliğe bakmanın pırıltısı var; fakat içimde kıvrılan bu hıçkırık niye?

40

Page 50: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

T U N A :

III

ADAKALEDEN GEÇERKEN

Altmış yıl önce, Rus Harbi'nde, bütün Tuna'yı kay-bettiğimiz zaman Berlin muahedesi yapılırken nasılsa Adakale unutuluyor. Bu nisyan sayesinde kırk yıl o kü-çük ada bizde kaldı. Orada, istanbul'dan gönderilen, nahiye müdürümüz vardı ve kırk yıl oraya bayrağımızı diktik. Nisyan ki Hâmid'in tabirince makberlerin en se-filidir, her şeyi ölümden üstün öldüren nisyan bu sefer en haklı bir hayır yapıyor; bir avuç toprakla Tuna'ya mıhlıyız.

Büyük harpten sonra sanki o kırk yıllık yanlışı dü-zelttiler. Hiçbir düzeltme bundan yanlış olamaz. Kırk yılın bir ucunda mukaddes bir unutma, diğer ucunda melun bir düzeltme. Cihan Harbinden iki misli büyüye-rek çıkan şişman Romanya'ya o üç harmanlık ada ne verdi? O dünya savaşında coğrafyasının yarısı giden biz, Arap kıtalarından çok, o adacığa yandık. Onların kazan-cı hiç, bizim kaybımız derin. Türkte kalmayan Tuna, Tuna'da kalan o ada ile bize bağlıydı. Etten ve kandan bir bağ. Sızımızda kesilen bir damar acılığı var.

Rusçuk'tan iki gün sonra kavuşacağımız Adakale'yi görmeden iki gün evvel Adakaleliye kavuştum. Tuna va-purlarının güzel bir âdet i : Alaturka kahve satmak im-

41

Page 51: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

tiyazı Adakalelilere verilmiş. Bizim vapurda bu vazifeyi Aziz Ağa görüyor. Geniş omuzlu, pos bıyıklı, pehlivan yapılı; kahve getirmeye giderken sanıyorsun ki kispe-tini alıp gelecek; ellilik gövdesini dinç adımlarla yürü-ten şu efendi adama bak, bu kahveci, insana öyle geli-yor ki, yalnız bu vapurun değil bütün bu suların da sa-hibidir. Bir adamda bir vatan buldum.

Adakale Tuna'nın bütün ömrünce gördüğü en bü-yük iki bâdirenin arasındadır. Yukarda Kazanlar berza-hı, aşağıda Demirkapı kayalığı, ikisinin ortasında bizim güzel ada. Bu sarp ve çetin mıntakada vapur kendi kap-tanlanyla değil mütehassıs yedekçilerle götürülüyor. Mıntaka içinde vapuru, bunlar ellerine aldılar. Adakale' ye yukardan inerken de, aşağıdan çıkarken de delilsiz varamazsın. Güzel mi? emek ister; emek mi çektin? da-ha güzel. Güç kavuşulan adanın kıymeti bir misli artı-yor. İki tehlikenin ortasında selâmet durağı.

Kazanlar berzahı, bu, boğaz değil, Tuna'nın boğaz-lanması. Üstte ve altta, iki kıyısını iki ufka atan o um-manii gövde burada karaların hışmına uğradı. Birkaç yüz metre yüksekliğinde ve beş altı kilometre uzunlu-ğunda kayadan iki pençe Tuna'yı yakalamış, sıkıyor; an-cak kırk elli metre genişlik; nehir kopacak ve ikiye bö-lünecek gibi. Rabbim, yatağına sığmayan o koca su bu darlığa nasıl sığdı? Su karadan zekidir, sathını veren nehir; derinlikten aldı; önce yatıyordu, şimdi dikiliyor. İnatçı kaya üzdüyse usta su oydu. Zafer Tuna'nın.

Nehirlerin de benlikçi tarafı var. Kendi Kazanlar-dan çok zor geçtiği için o da Demirkapı'da insanlan geçirtmemeye kalkıyor. İsmine aldanarak Demirkapı'yı Tuna'nın en dar yeri sanırdım. Halbuki burada epeyce geniş. Yalnız nehrin yer yer köpüklü rakıslanndan belli

4 2

Page 52: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ki yatak kayalıktır ve geçmek imkânsız. İnsanlarla uğ-raşılır mı? Yorarsın, peki; yenilirsin, muhakkak. Neh-rin sağ böğrüne bir iki kilometrelik bir duvar uzatarak orayı kanal haline getirmişler; kıyıda bir lokomotif kendi pervanesiyle gidemeyen gemileri çekiyor, ötede Tuna kimseyi geçirtmem diye homurdana dursun.

Adakale Tuna'nın en hendeseli eseri. Düzgün bir mustatil şeklinde. Adayı su değil, mühendis çizmiş, öy-le yassı ki, sudan fırlamış bir ada yerine suya yatırıl-mış bir tablo görüyorum. Çok yeşil, uzununa kesilmiş bir çini gibi. Beyaz gövdeli evlerin kırmızı benekli üst-leri çininin işlemeleridir. Vapur üç boy ilerleyince ada bitti. Aziz Ağa geride kalan memleketine bakıp, kimse-ye işittirmemek için, dua eder gibi mırıldanarak, ada-nın türküsünü söylüyor :

Şu adadan gelip geçtim Acı tatlı suyun içtim. Ben yârımdan ayrı düştüm Selâmet kal şirin ada!

Yârından ayrı düşen ada, bayraksız vatan parçası. Ne yapalım, artık adın bayrağındır, tki yüz evdeki bin Türk, hâlâ aralarında bir yabancı yok; biri binken bini bir gibi; lâkin gurbette millet. Hâfızalarımız bu adayı Tuna gibi kucaklasın. Burası orasıdır. Ağyâr unuttuğu-nu hatırladı, yâr unutacak mı? Nisyan ki makberlerin en sefilidir.

4 3

Page 53: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Niğbolu Yakınında Tuna — Sabahın ilk ışıklariyle geride kalan mavi tepelerini seçtiğimiz Niğbolu. S. 37

Kazanlar Boğazına Girerken — Kazanlar boğazı, bu, boğaz değil Tuna'nın boğazlanması. S. 43

Page 54: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Kazanlar Boğazının Havadan Görünüşü — Bir kaç yüz metre yüksekliğinde beş altı kilometre uzunluğunda kayadan iki pençe Tuna'yı sıkıyor.

Ancak kırk elli metre genişlik, nehir kopacak gibi. S. 43

Tuna'da Adakale — Adakale Tuna'mn en hendeseli eseri; öyle yassı ki sudan fırlamış bir ada yerine suya yatırılmış bir tablo görüyorsun. S. 43

Page 55: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BELGRAD:

I

ŞEHRİN GÖRÜNÜŞÜ

Akıntıya karşı doğudan batıya giden Tuna vapuru-na ilkönce sağ profilini gösteriyor. Cenup'tan Tuna'ya amut gelen timsah kafalı ve çizgileri çetin bir tepe, su görmüş bir timsah gibi, Tuna'ya atılınca nehir bu asa-bi hamlenin zoruyla tatlı bir kavis yaparak şimale bü-külür. Belgrad timsahın burnu ucundan sırtına doğru, meyilli tutulan beyaz işlemeli bir tablo letafetiyle seri-lip serpilmiştir.

Son kıvrımı dönünce, geniş yedi gözünün çelik as-ma kavislerini suyun üstüne, çemberli hörgüçler halin-de sıralayarak, başını kâgir yedi sekiz gözle sağa, kuy-ruğunu gene kâgir beş altı gözle sola bağlayıp. Tuna' ya, iki ucu taştan, gövdesi demirden, acayip ve heyulâî bir mahlûk heybetiyle abanan fil ayaklı büyük köprü-nün en orta gözünden direğimizi ve bacamızı indire-rek yassılaşmış gibi geçiyoruz.

Tuna'ya bakan şehir Tuna'ya inmemiş. Asıl Belgrad, burnu dolaşıp da, şehrin sol böğrünü kavisleyen Sava' ya girilince görülüyor.. Bütün vapur kımıldanışı ve bü-tün şehir gösterişi burada. Şehre tatlı bir büküntü ile sokulan Sava'yı şehir endamlı bir sarılışla kucaklamış.

4 6

Page 56: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Akan Tuna'da Belgrad'ı selâmlayarak geçen bir yaban-cılık, durgun Sava'da beldeye mal olan bir yerlilik. öte-de Belgrad, Tuna'nın temaşasına bir tablo, beride Bel-grad Savanın tablosuna haşmetli bir çerçeve. Şehir ora-ya döküntüsüyle indi, burayı mamuresiyle kuşatıyor: Sava Tuna'nmdır, fakat Belgrad Sava'nın.

Hendek yerine nehir atlayan çelik zemberekli bir küheylân gibi bir hamlede Sava'yı kucaklayan yeni bit-miş tek gözlü güzel köprü arka ayaklarını Belgrad'ın böğrüne, ön kollarını karşı kıyıya dayayarak, karnını içine çekmiş, dinç bir âbide gerginliğiyle duruyor. Ne-hir kıvrımının daha ötesindeki eski köprü ise uzun za-manlar tek başına Balkanları Avrupa'ya bağlamakla ve iki ucunda iki devlet bulundurmakla övünürken şimdi, şehlevent rakibler karşısında pörsüklüğün dan utanıyor gibi, siyah kavislerinin çizgilerini göstermekten çekine-rek büzülmektedir.

Çok kalamayacağımız Belgrad'ın içini otomobille acele geziyorum. Şehrin en çok görülecek dillere des-tan iki şerefi var : Kale meydanı ve Teraziya. Biri ma-zinin bağdaş kurup tarihin soluduğu hâtıralar deposu, diğeri hai n en tazla canlanıp hayatın en kalabalık ak-tığı cadde. Şehrin birinde yaşı, ötekinde yaşayışı görü-lüyor. Her ikisinin adı Türkçedir. Sırp şivesi birincinin «Kalemeydan» diye son hecesini atmış ve «Terazi»ye de bir «a» eklemiş. Beldeden Türk gitti Türkçe kaldı. Ha-zin de olsa tesellinin avutan tarafı oluyor.

Şehrin sırtında beldeyi iki maileye ayırıp belkemi-ği gibi uzayarak fıskiyeli havuzlanyla nazarları serinle-ten bu geniş caddenin her yerinde ve etrafında her şe-yin hem eskisi, hem yenisi var. Solda eski kral sarayı, yeni kral sarayı; sağda eski üniversite, yeni üniversite;

4 7

Page 57: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ötede eski istasyon, beride hakikaten gösterişli yeni is-tasyon ... Ve yeniler eskilerden büyük. Tuna'ya bakan yeni kilise yanında eskiler yavru gibi ve eski parlâmen-toya mukabil yenisi dev gibi. Eski Sırp şehrine yeni bir hız gelmiş. Eski şaraba yeni maya, Belgrad tahammür içinde.

Kalemeydam'nda askerî kulüp, eski kale bedenleri-nin üstünde yeni bir kale gibi; Teraziya'da ordu evi, iki tarafındaki binalara biraz çekil diyor gibi; Sava tarafı-na inerken Harbiye Nezareti, iri gövdeli eski bir Alman generali gibi; binalar bile askerlikleriyle övünüyor. Bel-li Belgrad pazısına güvenmektedir.

Diyorlar ki beş on sene önce Belgrad berbatmış. Çetin Sırb'a zengin Hırvat eklendi. Yürekle kese, yum-rukla kafa, kuvvetle bilgi birleşiyor. Tuna ile Sava ara-sında şimdi durmadan büyüyen bir belde var. Bahçesin-de reislerinin vurulduğu eski parlâmentoya Hırvatlar bir daha ayak basmadıkları için çok büyük yeni bir bina yapılıyor. Yapı büyüklüğüyle koca Avusturya İmpara-torluğu duramadı. Biz saray yaptıkça yıkıldık. Yugos-lavya ancak Hırvat kalbinin kaynaşmasıyla perçinleşe-cek : Duası bizden, başarmak onlardan.

İskeleden kalkan vapurumuz geri geriye burnu do-laşarak ana Tuna'ya girdi. Biraz ilerleyince güvertenin gerisinden Belgrad'ın cephesine bakıyorum. Hiçbir bel-de böyle görünemez : İki nehrin kavisleri arasında git-tikçe daralarak uzayan şehir iki nehirle çevrilmiş gibi değil de, iki taraftan kollarını açarak tunç burunlu siv-ri göğsüyle, tıpkı yan bordaları şişkin bir gemi gibi su-lan itiyor ve iki tarafına sulan akıtarak yürüyor gibi. Bizimle beraber şehir de arkamızdan gelmektedir. San-ki vapurumuz duruverse Belgrad bize yetişiverecek. Du-ruşuna bile yürüyüş veren bu beldeyi çok sevdim.

4 8

Page 58: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Belgrad'a Girerken Pancevo Köprüsü — Son kıvrımı dönünce, geniş yedi gözünün çelik asma kavisferini sıralıyan fil ayaklı büyük köprünün

orta gözünden direğimizi ve bacamızı indirerek... S. 46

Belgrad ın Sava'dan Görünüşü — Şehre tatlı bir büküntü ile sokulan Sava yı şehir endamlı bir sarılışla kucaklamış, S. 46

Page 59: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Eski Belgrad ve Şimdiki Adakale — (Üstteki resim XVII inci asırda Belgrad'ı gösteriyor) Belgrad ki dokuz katlı kalesinin sarplığına

güveniyordu. S. 54.

Yalnız ismiyle değil, cismiyle de kendi malımız olan Kalemeydanı. Vakıa şurada yeni bir müze, beride yeni bir heykel, fakat.. S. 51

Page 60: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BELGRAD:

II

KALEMEYDANI

Yalnız ismiyle değil cismiyle de kendi malımız. Va-kıâ oraya çiçekli hendese halinde yeni bir park yapmış-lar, toparlak bir burç üstünde Cermen âbidesi gibi ye-ni bir bina oturtmuşlar; ötede yeni bir müze, beride yeni bir heykel; fakat ben kendi eski evimdeyim. Şu yo-sunlu duvarlarla dört yüz sene konuştuk. Derin bir göz gibi bakan şu yan gömülü kalın kapı yirmi Türk nes-linin doğup büyüdüğünü gördü. İçi topraktan çok hâ-tırayla dolu şu hendek dört asırlık bir uçurumdur. Ma-zi, serin bir hava esişiyle ciğerlerimi şişiriyor ve tarih sıcak bir kucak gibi.

İstanbul surları nasıl iki yan duvarları iki denizle çevrili ve kaidesi iki katlı bir duvara dayalı bir müsel-lesse Belgrad kalesi de iki yanı iki nehre güvenen daha küçük bir müsellesti. Yalnız suyu tuzlu büyük müsel-lesin içine bütün orta zaman çömelip çevrelenmiştik Suyu tatlı küçük müselles de Avrupa'ya bir kilit gibi takılıdır. İstanbul'u alan üç yıl sonra burayı da alma-ya geldi. Bin yılı kapayan kılıç Avrupa'nın kapısını aça-cak.

Sahi; Belgrad'ın İstanbul'a ne tuhaf bir benzeyişi var : Yeşil ağaçlar arasından yükselen kuleleri ve burç-

5 1

Page 61: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

lanyla şu Kalemeydam'nın uzanışı Sarayburnu'dur. Sol-daki durgun Sava Haliç g;bi. Yukardan akıp gelen Tu-na Boğaziçi'dir. Birleşen iki nehrin sağdaki geniş bü-küntüsüne daralmış Marmara diyebilirsin. Karşıdaki Je-mun birdenbire mamurlaşıvermiş bir Üsküdar'ı andırı-yor. Hattâ aradaki şu küçük ada, binası kaldırılmış ve yeri genişletilmiş bir Kızkulesi'dir. Mademki her şey her şeye benziyor, hani Beyoğlu deme, iyi ki yok.

Üç yıllık bir ara ile kuşattığımız bu iki beldenin birincisinde havan topunu icadetmiştik. İkincisinde uzun menzilli topu yarattık. Orada karanın kamburunu dolanan Türk güllesi, burada iki nehrin genişliğini aşı-yor. Orada kalabalık donanmamız dört gemiyi yeneme-mişti. Burada iki yüzlük filomuz düşmanın ona denk donanmasma yenildi. Orada atını denize süren delikan-lı Fâtih'in burada hiddetten dudağı çatlıyor.

Ne yapalım yiğit Türk kaypak suya henüz alışama-mıştır. Tekne ağır, yürümüyor; dümen hantal, çevirmi-yor; yelken oynak, ele sığmıyor. Kımıldıyan su ile esen yel arasında şaşırıyoruz. Karanın kurdu, gemide koyu-na döndü. Lâkin ne zarar, yalnız iki nesil; Barbaros za-manında gemiye küheylân gibi bineceğiz. Fırtınalar cüm-büşümüz, denizler sahramızdır. Yelkeni yele, rüzgârı kamçı, dalgayı mahmuz gibi kullanış : Ezelden karayla karaydık, iki nesilde denizle deniziz.

Su tarafı kapa tılamayınca, İstanbul gibi, burası da karadan hücumla alınacak. Orada Yeniçeri Hasan bur-ca şafak gibi bayrak dikti, burada Yeniçeriağası Hasan kanlı şafak gibi burç dibine seriliyor. Yüz bin saranla seksen bin dayanan. Fakat içteki bir, beştir; dıştaki beş de bir gibi. Yüksek ve yalçın duvar, geleni on defa kü-çültüp iteni on defa büyültüyor. Seksen binin ok ve kur-

5 2

Page 62: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

şun yağmuru. Dirinin üstüne ölüm sağnak halinde in-mektedir ve tabaka tabaka ölüm dirinin altına basamak basamak seriliyor. Diri, ölümü merdiven yaparak tırman-dı : Belgrad alınmıştır.

Fakat ne oldu? Dış beriden içe dolup iç öteden dı-şa boşalırken; bayraklarımız burçlarda, Yeniçerilerimiz sokaklarda, zafer avuçlarımızda ve herşey bitmişken, bir-denbire, arka kapıdan bir papaz, başına topladığı bü-yük kalabalıkla delirmiş bir cüret gibi, kaleyi alanlara saldırıyor. Bizans papazı Ayasofya'ya sığınmıştı. Belgrad papazı yaradana sığındı. Dolambaçlı sokakları doldu-ran Yeniçeriler sokaklarla birbirinden ayrıdır. Sokak dar mahpes gibi, Yeniçeri kafeste yakalanmış gibi, bö-lümlü sokak bölüyor, denizi geçenler derede boğulacak, ölümü yendik, kaleyi yendik, düşmanı yendik, fakat so-kağa yenildik.

Fâtih İstanbul'u aldığı zaman huzuruna giren ule-ma «bu şanlı muvaffakiyete sulehâ duası sebeboldu» diye kendilerine aslan payı çıkarmaya kalkmışlar. O lâ-yik kafalı genç hükümdar, kılıcını göstererek «bu âlet sizin dualarınızdan keskin çıktı» demiş. Şimdi Belgrad' ın alınamayışını o ulema efendiler o zaman dualarına karşı gösterilen kibrin bir cezan olarak karşılıyorlar. Dua kılıca küstü, kılıç tersine döndü. Dua kılıca bed-duacıdır. Belgrad'daki papaz kurtardım diye sevinirken İstanbul'daki sarık almadık diye öğünüyor. O beyaz bez ne kefen şeymiş.

* * *

— Allah bana taç ve taht nasibederse derhal Bel-grad'a sefer edem!

Bunu söyleyen şehzade hem Yavuz'dan kalan kuv-vetli tahta, hem kendine kalacak uzun bahta kondu ve

5 3

Page 63: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ilk iş olarak Belgrad'ı alıyor. Artık ne gemimize karşı gelecek gemi, ne ordumuza karşı koyacak kuvvet var. Belgrad ki dokuz katlı kalesinin sarplığına güvenmek-tedir, halbuki kale değil, kıta ve ülke değil, Türk şimdi dünya ile güreşiyor ve güreşip yenerek. Belgrad'a üç asır kalacağımız Avrupa malikânesinin kilidini açar gi-bi girdik.

İstanbul Belgrad'ı alınca şehrin bir kısım halkını Boğaziçi kıyılarına gönderdi. Boğazın Rumeli tarafında-ki Belgrad köyüyle Belgrad ormanı o gidişin beş asır-lık duruşudur. Buradaki Kalemeydanı burayı bırakan Türk'ten burada bırakılan biziz. Kalenin duvarlarını ya-layan Tuna suyu, biraz tuzlulaşarak, Boğaziçi'nden ge-çer. Bu meydan burada, Belgrad'm adı orada ve bura-dan geçen su oradan akıyor: İstanbul'la Belgrad, bir-birine çok benzeyen bu iki belde, hâlâ tatlı ve tuzlu su-larını birbirine karıştırarak görüşmektedir.

101

Page 64: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

M O H A J Ç

Vapurumuzun kömür almak için üç dört saat ka-dar Mohaç'ta kalacağını öğrenince çok sevindim. 0 bü-yük dünya cengin'n yapıldığı yerleri göreceğim. Harp-lerin ehemmiyeti ne ile ölçülür? Çarpışanların miktan ile mi? Yedi yüz binle Ankara'ya gelen cihangir Timur' un kazandığı gürültülü zaferden doğan bütün eserler on senede siliniverdi. Etrafında dünyanın en büyük edebi-yatı yapılan Vaterlo kısır bir.şatafat değil de nedir? Na-polyon orada galip gelseydi Fransa birkaç sene sonra gene mağlûptu. Olan çengin olmayışında bir şey yoksa oluşunda kıymet yok. Doğurmayan zafer doğduğu yer-de söner. Puvatye gebeydi, Hıristiyanlığın kurtuluşunu doğurdu ve Mohaç? Bütün Hıristiyan Avrupa Türk'e, belini bükerek, iki asır eğilecek.

Kasaba köyden az büyük ve şehirden çok küçük, is-keleye çıktıktan sonra Cenup'a bükülüyoruz. Solumuz-da Tuna kıyısına gerilmiş beton bir duvar korkuluğu; sağımızda teker teker sıralanmış dükkânlarla evlerin bi-rer katlık bodurluğu; altımızda bulunduğu yeri yadır-gayan asfalt caddenin suyu yeni çekilmiş ırmak yatağı nemliliğiyle uzanışı, o duvarla bu bina dizisinin arasın-da on beş dakika yürüdükten sonra birdenbire geniş-leyiveren asıl merkez kısmına gelince anladım ki kasa-ba uzun saplı bir tava gibidir.

5 5

Page 65: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Yük arabalarına koşulu haşmetli at lar: Kimisi iki mandanın çekebileceği ağırlığı kolaylıkla göğüslemiş, bastığı yeri kaza kaza gidiyor, bacakları balyoz balyoz. Kimisi, serpilen endamıyla arkasındaki arabayı göster-miyor, yeleli bir dev gibi. Kimisinde süslü koşumlarını pırıldatarak sıçrayan bir ceylânlık; boyun bükmeyi ku-ğulardan öğrenmiş sanki. Kişneyişinde sesin gevrek şeh-vetini madenîleştiren sevgili at; o ki insandan sonra fıt-ratın en özenli eseridir, belli güzel atın en çok güzel-leştiği Macar topraklarındayız.

Atın dincini yüklüye koşup iskeletini binek araba-sına bırakan Mohaç köylüsünün külüstür üç dört pay-tonu içinden nasılsa iyi atlı birini bularak, kaldırımsız yollarda sarsıla sarsıla, batıya doğru içine daldığımız Mohaç sahrasının, dörtnal hızı alan tırısa rağmen, tü-kenmek bilmeyen düzlüğü ortasında durdum. Belirsiz bir tümsekten etrafa bakıyorum :

îşte Avrupa imtihanının verildiği meydan. Tam dört asır ve sekiz sene evvel, böyle bir temmuz gününde biz, batıdaki ufka hörgüçlerinin gölgesini sıralayan, şu te-peciklere yaslandık. Bütün Avrupa'yı eline almış «Mu-kaddes Cermen İmparatorluğu»na karşı bütün Avrupa' yı bir tekne gibi sallamaya gelmiştik. O gece on binler-ce meşalenin kızıl çalkantılı alaca aydınlığı içinde büs-bütün tunçlaşan yüz yirmi bin Türk bütün bu sonsuz meydanı uğuldatan bir bülbank ile andiçti: Ölümü ha-yat gibi tatlılaştınp hayatı ölüm gibi heybetleştiren and : Yarının zaferi daha geceden bu «and»a bir çelenk gibi takılmıştır.

Dönmeyeceğimiz; gerideki Tuna köprüsünü yıkışı-mızdan belliydi; düşmanı döndürmeyeceğimiz de yaptı-ğımız plandan belli oldu. Biz biliyoruz, düşman orta-

101

Page 66: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

mızdan yaracak; düşman bilmiyor, ortamızda kapana-cak. îrade bizimdir, aydınlık bizde; düşman karanlıkta-dır, üstünlük bizim. Klasik cenah tabiyesini kaldırdık, iki yan iki kol gibi göğsün önüne çaprazlı: Yarın Mo-haç sahrasında yalnız pazının değil kafanın da bayramı var.

Yüz binin ortasından kalkan altmış binlik Macar ve Alman şövalyesi; dev gibi atlar baştan başa zırhlı, iri yarı süvariler tepeden tırnağa zırhlı, yeri çökerecek gi-bi ağır altmış bin zırhın harekete geçmiş çelik zelzele halinde saldırışı... Bizim en öndeki sağ kol dayanama-mış gibi büküldü, sol kol durulamazmış gibi açıldı ve merkez yarılır gibi davranırken altmış binlik zırh bir-denbire üç yüz topla otuz bin Yeniçeri kurşununun kar-şısındadır: Ağır hız iyi hesabın önünde, gövdeyle ilim çarpışıyor, atın göğsü medeniyetimizin güllesiyle uğra-şacak; yalnız insanla insan değil, insanla fennin çengi-ni seyret.

Çarhlan istenildiği gibi açılıp, manivelâları istenil-diği gibi kapanan canlı kanlı bir makine işte birden ha-rekete başladı. Bataryalar yanardağlarını fışkırtırken, demin yanlara açılan iki kol, makine düğmesine basıl-mış gibi, demir iki kıskaç halinde kavuşuyor ve tam zamanında sihirbaz zembereğinden fırlarcasına tepele-rin ardından çıkıveren Bali Bey akıncıları, şimşekli bir tırpan kıvraklığiyle yüz binin airkasındadır: Düşmam yenmedik yok ettik.

İlâve:

Yahya Kemal «Mohaç Türküsü» ismiyle, son yıl-lardaki şiirleri arasında, çok güzel bir manzume de ya-rattı. Mohaç'ın yüz atlılık ilk şehit kafilesi ağzından

101

Page 67: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

söylenen bu manzumeyi buraya aynen nakletmeyi bir şeref bi ldik:

Bizdik o hücumun bütün aşkiyle kanadlı, Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı. Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle. Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü, Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü. Gül yüzlü bir âfetti ki her pusesi lâle, Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle. Dünyaya veda ettik, atıldık dolu dizgin, En son koşumuzdur bu, asırlarca bilinsin. Bir bir açılırken göğe, son defa yarıştık, Allaha giden yolda meleklerle karıştık. Geçtik hepimiz dörtnala cennet kapısından, Gördük ebedî cetleri bir anda yakından. Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber, Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle beraber. Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden, Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden.

101

Page 68: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BUDAPEŞTE :

III

ŞEHRE BAKIŞ

Tuna'nın öz beldesi. Avrupa'nın en büyük suyu bu-rada kavisleri açık bir (S) harfi gibi ferah bir kıvrak-lıkla uzanıyor. Koca nehir hiçbir şehre böyle göğsünü gererek ve belini bükerek neşeli neşeli sokulmadı ve hiçbir şehir de burası gibi onu candan kucaklamamış-tır. Tuna Belgrad'ı görür, fakat Belgrad Sava'ya bakar; Tuna Viyana'yı dolanır, fakat Viyana Tuna'ya sadece eteğini iliştirmiştir Halbuki Peşte, nehirle şehir âşıkla maşuk gibi sarmaş dolaş.

Bir buçuk milyonluk bir gövdeyi ikiye bölen Tuna, şehri ayırmıyor, şehrin bağrında yatıyor gibi. Arka ar-kaya altı çelik köprüyle Tuna'yı perçinleyen şehir, neh-ri bağlamıyor, kollarını dolayarak sarılıyor gibi. Su bel-deye tabiatın, belde suya medeniyetin hediyesi. Hiçbiri borçlu kalmak istemiyor. Bu ona su cümbüşünün bü-tün güzelliklerini verdiyse o buna insan bilgisinin bü-tün nimetlerini serdi. Avrupa edebiyatı Peşte'ye «Tuna kraliçesi» der. Ortada zümrüt bir gerdanlıkla pırlanta bir taç var. Tunasız Peşte, belli, bağrı kupkurudur, fa-kat Peştesiz Tuna, yazık taçsız kalana.

5 9

Page 69: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Rusçuk'tan Viyana'ya kadar, beldelerin kimisi iki kıyıdan birine bırakılmış tek sayfalı kitabı andırır, br.-kıp geçiver; kimisi Belgrad gibi balıksırtlı bir rahle-nin iki tarafına sarkmış iki yaprak, iki bakışta okuyu-ver. Fakat Peşte'ye vapurla giriş, heyecanı gittikçe ar-tan bir piyes seyrediştir; her köprü bir perde gibi, al-tıncı köprüye kadar beş perdelik ve bilmem ne kadar tabloluk bir piyes; en sondaki Margrit Adası'yla piyes bitti deme, geriye dönüp tekrar başlıyacaksın, madem-ki güzel demek seyrine doyulmayan demektir.

İlkönce sağdaki düzlüğe serilmiş fabrikalar ve gar-lar, soldaki dalgalı tepelere serpilmiş villâlar ve köşk-ler; bunlar sahnenin kalabalık figüranları gibi. İşte pi-yesin ilk mühim şahsiyeti, ikinci köprüyü geçince, sol-da; bütün gövdesiyle Tuna'ya bakıp düşünen üniversi-te, şehir yolcuyu evvelâ irfanla selâmlıyor. Ve işte sah-nenin en haşmetli tablosu, üç yüz metreden daha ge-niş Tuna'ya tek gözle abanan Elizabet köprüsü : Kavis rekorunun kendinde olduğunu biliyormuşçasına, nehrin kehkeşanı üstüne nefti pırıltısının basık kemerli «kav-si kuzah»ını gururla gerip, iki başındaki yüksek iki ku-leyi fennin zaferine dört âbide halinde dikerek hende-seden de şiir çıkacağını haykırıp duran köprü.

Solda iki yüz elli daireli Gellert hamamının oteli, kıymetli şeyler saklayan iri bir mücevher kutusunu an-dırıyor. Karşı tarafta, boylan aynı, büyük binalar Tu-na'ya hürmetle nizam safında dizilmişler. Solda ve yük-sekte, Avrupa'nın bile en muhteşem yapılanndan kral sarayı, rütbesi gibi kendi büyük ve kendi gibi mevkii yüksek, herkesi görüp herkese görünecek, bütün şehri, tebaasına bakar gibi süzüyor; sağda ve onun karşısın-da, sivri ehramlanyla semayı tırmalayarak cüretli bir mimarî emeğinin yarattığı parlâmento : Tuna'nın beri

101

Page 70: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

tepesinden yüksekteyim diyen devlete karşı Tuna'nın öte kıyısından ben de varım diyen millet.

Elizabet köprüsünün garp tarafındaki sırtta, elin-deki büyük haçı bütün şehre uzatarak beldeyi din na-mına himayesine alan, tabiî gövdesi beş altı defa bü-yütülmüş dev karaltılı Sen Etyen heykeline doğru tır-manırken Tuna'nın son kıvrımından ucu görünen Mar-grit Adası'na baktım: Direklerini kaybederek güvertesi bahçe haline konmuş yayvan bordalı bir dretnotu an-dıran ada neredeyse önündeki koca köprüyü itiverecek-miş gibi duruyor.

Heykeli çaprazlavan güzel iki yolun solundakinden en başında modası geçmiş bir taç gibi eski Avusturya kalesi bulunan, tepeye çıkıyorum. Tuna'nın batı tarafı-na birer panorama kürsüsü gibi sıralanan üç tepenin en yükseği burası. Tuna, gözün alabildiğine uzanıp kıv-randığından mı, ne yan yanya daralmış gibi. îçinde yüzlerle insan yıkanan Gellertin meşhur dalgalı havuzu bir tekne maviliktir ve terastaki beyaz örtülü masalar birer tabak kadar: Herşeyi küçülten tepe yalnız şehri bütün büyüklüğüyle gösteriyor.

Bir edibimiz, rahmetli Cenap, der ki : Aşk tepeye benzer, manzarası iyidir amma tırmanması olmasa. Fa-kat burada hem tırmanış kolay, hem görünüşe doyum yok. însan ne çıkmaktan yoruluyor, ne bakmaktan. Yol, yeşil bir helezondur, dolanırken farkında olmadan te-pedesin ve tepe? Yalnız şehri değil Macaristan'ı kucak-la. Karşıya bak. Peşte, düzlüğün sonsuzluğuna kadar görmeden görünen bir seriliş; yanlara ve geriye bak, dal-ga dalga serpilen Buda hem görüp hem görünüyor. Oh, bu ne aydınlık belde, dört taraftan pancurlan açılıver-miş gibi pırıl pınl.

101

Page 71: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Tuna'nın ayırdığı Buda ile Peşte, Haliç'in ayırdığı istanbul'la Beyoğlu'na birçok taraflardan benziyor: Bu-da garpta, Peşte şarkta; Buda eskidir, Peşte yeni; biri asaletli, biri mazisiz, şeref Buda'da servet Peşte'de; mâ-betle tarih Buda'ya bağdaştı, bankayla banker Peşte' de kaynaşıyor, hep İstanbul'la Beyoğlu gibi.

Yalnız tepeleriyle dahi istanbul'a benzeyen Buda' ya mukabil dümdüz Peşte Beyoğlu'na hiç benzemiyor. Zaten, istanbul ki âbidelerinde mermeri şiir yaptı. Bu-da ona benzemekle öğündüğü halde Beyoğlu'na benze-tilen Peşte hiddet içindedir ve haklı da: Orası yapı yı-ğını, burası bina mahşeri; orası karışık, burası hende-se; orası biz değiliz, burası kendidir.

101

Page 72: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

B U D A P E Ş T E :

III

GÜLBABA

Fransızca kelimeleri ağzının içinden iki madenî lev-haya çarpar gibi çıkaran nara konuşuşlu iriyan Macar rehberim otomobili boyuna Peşte'nin satrançlı caddele-rinde gezdirip dururken, postaneye bıraktığım kartlar-dan İstanbul yolcusu olduğumu anlar anlamaz, artık bana sormaya bile lüzum görmeksizin, şoföre doğruca «Gülbaba» kumandasını verdi: Asırlardır buralarda bi-zim hâtıramızı tek başına diri tutan ölüye gidiyoruz.

Merzifonlu bir Bektaşi fakiri: Fâtih zamanından beri her gazaya gönüllü girdi. Başına taktığı gülden, beline takındığı kılıçtan başka malı yok. Mohaç gecesi-nin binbir meşaleli kızıl alacasında göbeğine kadar inen bembeyaz sakalı bir kat daha heybetleşerek o da dua etti. Avrupa'yı yenen orduya Budin, kapılarını açı-vermişti. Fethiye adı verilerek camiye çevrilen büyük kilisede ilk cuma namazı kılınmaktadır. Cami dolu, ka-leiçi dolu, karşı tepelere kadar bütün asker dolu. Bir-den Gülbaba ayağa kalktı. Ey cemaat ben gidiyorum, dedi ve... yere serilerek gidiverdi.

Onun gibi fakir yaşayan çoktu, fakat onun gibi şa-hane gömülen görülmemiştir. Bütün Frenk dünyasının

6 3

Page 73: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

«Muhteşem» dediği Süleyman tabutunu taşıyor; cenaze-sinin imamı Ebüssüuttur, cemaatı bir iki yüz binlik as-ker. Bir ölü toprağa girerken bir mahşer toprağa çık-mış gibi. Kaleye yüzlerce top ve on binlerce kuvvet bı-rakan padişah Budin vezirine verdiği fermana ilâve ediyor: «Gülbaba, Budin gözcüsü olup himmetleri hâ-zır ve nâzır ola!» Macarların da hâlâ Gültepe dedikleri o sırta yalnız bir ölü gömmüş değil, sanki bir kale dik-miştik.

Margrit köprüsünün doğusundaki garplı Peşte'den batısındaki şarklı Gülbaba tepesinin dar sokaklarına ge-çip de, biraz dolandıktan sonra, bir türbe yerine, dört köşesinde dört kule yükselen haşmetli bir orta zaman şatosu görünce şaşırakaldım. Meğer Gülbaba türbesini Macarlar saray gibi bir çerçeve içine almışlar. Üstü açık iki katlı yapının sütunlar ve heykellerle süslü koridor-larını dolaşarak son merdivenden avlunun ortasına ini-lince Bektaşi başlığı biçiminde kurşunî renkte yekpare taştan yontulmuş gibi bir türbe toparlağı görülüyor. O kabarık çerçeve içinde yumruk kadar kalmasına rağ-men gene kurumunu kaybetmemiş : Alafranga büyük bir mahfazanın derin kadife çukurluğuna özenişle yer-leştirilen alaturka bir taş pırıltısı gibi durmaktadır.

0 türbenin etrafına, şimdi metruk ve ıssız kalan, bu ağır şatoyu Macarlar mescit olarak yapmışlar. Re-vaklarına direk yerine heykel dikilen bir mescit! İçeri girilince binanın ilk heykeli bronzdan dökülmüş pembe renkli bir kızdır: Başında gülden bir çelenk, elinde gül dolu bir tabak, gergin bir körpeliğin işvesiyle Gülba-ba'ya canlı gibi gülüp duruyor. Burada sofuya namaz, hiç yakışık almaz, fakat gül seven o Bektaşi kocasına karşı gül taşıyan bu körpe : Bektaşilik ki dünyayı ha-

101

Page 74: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ram eden ibadete haramı ibadet yapan bir şetaretti, helâl olsun!

Asırlarca ziihtün katılığını, Türklüğü katıksız, Bek-taşilikle yumuşattık. O, darlığa ufuk, çatıklığa rakıs ve aptallığa kahkaha idi. Hâlâ her Bektaşi fıkrası sofulu-ğun kabalığını neşterleyen bir inceliktir. Zevki âyin, nağmeyi dua, gülmeyi sevap kıldılar. Zühtün zındık, medresenin sapkın ve tekkenin bile karanlık gördüğü bir Bektaşi babasından öyle bir veli nasıl çıktı? Kera-met ölüde değil ölüştedir.

İmparatorluğu çelik bir bel kemiği gibi tutan yeni-çeri sertliğini savaştan, içliliğini bektaştan almıştı. Gülbaba bütün ordu önünde, fitilini kendi eliyle kısmış gibi sönüverince, derhal bütün muhayyilelerde nurlu bir keramet gibi parlayıverdi. O oraya orduyla gelmişti; or-du orada onunla kalıyorum sandı. Gövdeye can gibi in-sana avunmak lâzım. Gülbaba aldatan bir yalan değil, o artık iki asır hastaya şifa, korkağa cesaret, tasaya te-sellidir.

Kırklık Macar madamı çıkardığı anahtarla türbeyi açtı. İçeride alelâde sanduka ve bir köşesinde bir tes-pih asılı çırçıplak duvarlar. Hâtıra yazmak için ziya-ret defterini uzatıyorlar. Ne çıkar? vaktiyle o duvarlar fakirinden vezirine, meçhulünden meşhur Evliya Çele-biye kadar yazılarla ve beyitlerle doluydu. Veliden me-det uman evliya oraya üç çeşit manzume yazdı ve bi-rinde «Merzifon'dan gelerek tuttu vatan» diyordu. Evet iki asır vatan tuttu ve iki asırdır vatansız kalarak : Ya-rısı tutulmuş ay gibi dört asrın bir taraf: haşmette, di-ğer tarafı gurbettedir. Gurbette diri bir defa garip, fa-kat gurbette ölü; vatanında ölmeyen iki defa ölür. Ya ölümünden sonra vatanı giden? Gülbaba on defa aziz ol!

101

Page 75: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

B U D A P E Ş T E :

III

PEŞTE HAMAMLARI

Gülbaba tepesinin tam karşısında Margrit Adası var. Toptan bakılınca iki yanı şişkin bir mekiğe benzi-yor. Oynaklık yapmasın diye mekiği Margrit köprüsü-nün böğründen uzanan kısa bir kolla ilmikleyivermiş-ler : Köprü, karaya; ada köprüye ve zevkini seven Peş-teliler de adaya bağlı.

Her çeşit eğlence, gül oyna; her türlü konfor, yat dinlen; beride kızların atlı sporu, binenler binilen gibi güzel. Ötede kadını daha çok bir plaj, yüzenler yüzü-len su gibi kaypak. Ortada alev renkli bir çiçek tarlası, toprak kahkahalarla gülüyor.

Peşte'de Tuna'nın Margrit'ini gezerken Edirne'deki Tunca'nın Sarayiçi'ni nasıl hatırlamazsın? Tunca Tuna' dan çok küçük, fakat bizim adanın duruşu bundan çok güzel. Tunca Sarayiçi'ni yere yatırılmış 8 rakamı gibi işledi. Biri iki yapan ince belli bir ada. Lâkin neye ya-rar, orası yalnız ağaçla, burası aynı zamanda emekle dolu.

Peşte kaplıcaları ve Peşte hamamları; yazlık kışlık, açık kapalı, soğuk sıcak; eskisi de var yenisi de, kur-nalısı da var banyolusu da, hattâ durgunu da var dal-

6 6

Page 76: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

galisi da. Dokuz tane büyük sıcak su kaplıcası ve 80 ta-ne kaynak. Avrupa'nın en büyük suyu Peşte'den akar, meğer en zengin kaynaklan da buradan çıkarmış: Üst-ten Tuna'yı geçirtip dipten şifayı fışkırt.

îşte Peste'nin doğu tarafındaki büyük hamam; ge-niş mermer merdivenlerden sanki azametli bir saraya giriyorsun. Havuzlu ve plâjlı yazlık avlu bizim Sul-tanahmet meydanı kadar; karşıda ve yanda, kademe ka-deme yükselen mermer sütunlu şehnişinler Roma tari-hinden birer kanat gibi' gerilip kurulmuşlar. Denizsiz karaya bu ne deniz himmeti? Bizim Florya kıyısını ora-ya götürmek imkânsız, bari oranm himmeti bizim kıyı-ya gelse.

işte Buda'nm cenubunda Gellert'in dalgalı havuzu, hani bir bardak suda fırtına çıkarmak diye bir tâbiri-miz vardır. Macarlar bunu bir harmanlık havuzda ba-şarmışlar. Müstakil biçiminde billûr gibi bir havuz. Elektriğin büyülü üfürüğü karşı duvarın şeffaflığına Karadeniz'in çatlak dalgalarını şaklatıyor. Dalganın şa-man vücuda masaj mış ve yalnız yüzmek değil suyla dövüşmek gerekmiş. Bir halk türkümüz «deniz dalgasız, gönül sevdasız olmaz» der. Sahi gönül umman ve sev-da dalga gibi. Macarlar coğrafyadan denizi alamayınca fenden dalgayı almışlar. Ortada gönül yok, sevdası var.

Alafrangalan, sadece görüp seçerek, yıkanmak için bizim Sokullu'dan kalma hamama gidiyorum. Ünlü bir Frenk edibi «suyun şiirini hiçbir millet Türk kadar çı-karmadı» der. Suyu fıskiyeli şınltı halinde odalarımızın içine de koyduk. Bir darbımeselimiz yalnız üç sesi be-ğenir: Su sesi, kız sesi, altın sesi! Dünya üçüncü sesi kaldırdı, diğer ikisinden daha üstün bir üçüncüsü yok-

101

Page 77: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

tur. Biz güzel bir kıza bile «bir içim su» deriz. Türk. kıza su gibi baktı ve suyu kız gibi severek.

Kafasından, Donla Volga'yı birleştirip ana vatana yol açmak gibi, tarihimin en yüksek fikri doğan büyük Sokullu, İstanbul'dan orta Avrupa'ya kadar şahdamarı gibi uzanan fetih yolunun her kor ak yerinde her çeşit hayır yapılan kurdururken Peşte'de dahi sulann en şi-falısından hamamlann bu en faydalısını yarattı. Dört asırdır uğultulu bir kafatası gibi yükselen kubbesiyle, Tuna kıyısına bağdaş kurar gibi oturan yapı yalnız bir hâtıra değil; sadece kuru bir âbide değil; kendine za-man da dokunmadı, Macar da; düne şeref, güne fayda, yanna gene şifadır, kurnalannda üç zaman yıkanıyor.

Eski yapıya yeni ruh, dünün hakkıyla günün icabı, mazinin âbidesiyle fennin dileği nasıl da birleşmiş. Bi-zim halvetler camekânlı bölmelerle serinden kaynara ka-dar derece derece; terlemiyeceksen şurada yıkan, yağ eriteceksen orada; havuzda yüz, idmandır; banyoda uzan, rahattır; masaja uğra, devadır. Evliya'nın «pâk ve saf, ehlidil ve ziidrak!» diye öğdüğü tellâklar yerine güçlü kuvvetli yıkayıcılar; ilim vücudunu oğup fen göv-deni yuğuruyor; çıkınca, tamirhaneden çıkmış makine gibisin. Hamam bizim, yıkanış bizim değil. Biz kalarak garbı alış: Bu alış olmasa küflülük, o kalış olmasa kök-süzlüktür; kafalanmız da bu hamam gibi olsa dedim.

101

Page 78: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

B U D A P E Ş T E :

IV

BİZİM BUDİN

Tuna'nın sağına, yani şehrin batısına sıralanan üç yükseklikten ortadaki, saraylar ve kaleler tepesi; bin yıllık Buda ile iki asırlık Budin'in asıl gövdesi... Bu-da'nm Macarı'yla Budin'in Türk'ü, çok daha eskiden do-ğuda beraberdiler. Küçük kardeş Karadeniz'in yukarı-larından dolanıp inerek o tepeye kilisesini kurdu, bü-yük kardeş aynı denizin altından bükülüp uzayarak ay-nı tepeye minaresini dikti. Doğuda bir kan, batıda bir-birine düşman bin yıllık çanın ortasına iki asırlık ezan bağdaşıyor. İki Viyana kuşatmamız var; Buda'yı birin-ciden önce Budin yapmıştık, Budin ikinciden sonra tek-rar Buda oldu, şimdi seyrine çıkacağım tepe, bu iki Vi-yana arasının Müslümanıdır.

Sağda kale, ortada taç giyme kilisesi, solda kral sa-rayı ve şurada burada diğer, maziden akıp gelen yapı-larıyla bin yılın vakalarını yüklenen bu tepe sanki sır-tında taşıdığı asırlar daha iyi görünsün diye kabardı ve bin yılın üstüne yığılışı da onu bir kat daha yüksek gösteriyor. Taşıyan dağ dona kalmış bir tarih ve taşı-nan tarih gözü dolduran bir dağ gibi.

Karşıdan beyaz bedenleri ve beyaz kuleleriyle iyi esirgenmiş güleç yüzlü bir şatoyu andıran kale bu ge-

69

Page 79: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

niş tepenin şimdi ancak bir parçasını süslüyor. Eski-den mermer bir ay kuşağı gibi bütün tepeyi çevirip mermer bir taht gibi bütün tepeye kurulduğu zaman kimbilir neymiş. Evliya Çelebi «otuz beş senelik seya-hatimde böyle bir kal'a-i bâlâ görmedim» der ve «hamd ü senâ ile secde ettiğini» söyler. O ki on yedinci asır-da görmedik yer bırakmadı, Budin kalesini görüş, Tan-n'ya şükür için onu yerlere kapandırıyor, kubbe gittiy-se mihrap durmakta, biz ki parçayı görüyoruz, bütünü görenin yaptığını yapacağım geldi.

Numune aslın tamı değildir, fakat «Balıkçılar Ku-lesi» denen şu kız gibi görünüş bile ana kalenin ne ol-duğunu göstermeye yeter. Mermer merdivenlerin çapraz kıvraklıklarını dolanarak çıktığımız bu kuleler kümesi, toparlak burçlar üstünde yükselen sivri ehramları ve bir dantel işlemesi gibi emekli mazgal delikleriyle, in-sanlar için bir yapı değil, saklambsfçlı bir hendesenin dönemeçli âhengi içinde, sanki periler padişahının kız-ları için kurulmuş büyülü bir yerdir; bak, ehramlann şeytan külâhları altından binbir oyuk ecinni gözleri gi-bi bakıp duruyor!

Kalenin diğer taraflarına gidiyoruz. îşte süttmlu koridor; uzun kubbenin sağlam basıklığı altında, her biri ayrı üslûpta işlenmiş, kısa boylu mermer direk di-zisinin karşısına sıralanan kalın mazgallardan Tuna'yla Peşte'nin panoramalarına bakarken insan anlıyor ki bu kale yalnız korunmak için değil, güzellik için de yapıl-mıştır; hem asker hem artist; hem sert, hem şiir; sağ lamlıkla sanatı, pazile duyguyu birleştiren bir kale ki çehresindeki tuvalet pırıltısına rağmen içi dimdinç bir erkektir. 101

Page 80: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

İşte içinde kralların taç giyinip duvarlarında bütün Ortazaman Hıristiyanlığının süsünü taşıyan kilise. Mo-haç'ı kazanan, Budin'i kan dökmeksizin alıp da, bu ki-lise camiye çevrildiği zaman, yan kapısının dış merme-rindeki büyük kabartma resmi gören Ebüssüud Efendi "kavuğunu sallayıp parmağını uzatarak «haramdır, kı-rılsın» dedi. İlk adımda, güvercine tırnaklı bir pençe uzanır gibi, fetva güzel bir sanat eserini tehdidediyor.

Zebercet tuğlu genç hükümdar, Frenklerin kendisi-ne verdiği «büyük» lâkabını haklı gösterircesine, bir, hiddetle kızarmış beyaz sarığa; bir de, kanatlı bir me-leğin uzun mızrakla ejderhayı tepelemesini canlandıran mermer levhaya baktı, boynundan kişmiri şalmı çıka-rıp resmin üstüne örterek «müslim olanlar bu tasvire nazar etmiye» dedi. Tırnaklı fetva, çelik mengeneyle bi-leği sıkılmış gibi, avmı bırakmıştı.

Saray avlusundayız. Geniş bahçenin özenilmiş tarh-larını dolaşıyoruz. Padişah, Macar tahtını Mohaç'ta ölen kralm oğluna verecek. Çocuk henüz memededir. Vasi-liği anası ele alacağı için dessas Ferdinand, çocuk kra-liçenin değil diye, fırıldaklar çevirtiyor : Kraliçe hiç do-ğurmadığından emzikli bile değilmiş! Tahkik için bir ça-vuş gönderdik. İzabellâ çavuşu bu bahçeye kadar ine-rek karşılad: ve merasimle salona çıkardı. Yalnız Ma-car tahtının değil, u zamanki güzellerin de kraliçesi ol ah genç anne, sütninenin elinden çocuğu alarak mer-mer gibi göğsünü açıp, çavuşun önünde emzirmeye baş-ladı; göğüs dolgun dolgun; hakikat ay gibi meydanda; çocuk kral olmuştur!

Şimdiki saray çok büyük, fakat her kubbesine bir altın top asılı olduğu için bizim «Kızılelma sarayı» de-diğimiz ve kırmızı somaki sütunlarla süslü divanhane-

101

Page 81: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

sine seksen basamaklı geniş merdivenlerden girilen es-ki saray da, ne haşmetli şeymiş ki «muhteşem Süley-man» bile tam yedi saat temaşadan sonra «ah nolay-dı, bu saray Sarayburnu'nda olaydı» dedi. Ele geçen hazine altın dolu. imrendiği sarayı unuttu : «Ahdim ol-sun ki bu gaza malile kemerler kurarak istanbul'a su getirtem.» Peşte'nin fethinde kazandığını istanbul'un su bendine harca : Bizim dört asırlık Kırkçeşme suları, dış görünüşüyle sandığımız gibi Kâğıthane'den değil, Buda-peşte'den geliyor.

72

I

Page 82: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

B U D A P E Ş T E : III

İKİ HIÇKIRIK

Budin tepesinin Tuna tarafı fethimiz, kara tarafı şehadetimizdir.

Şehre kan dökmeden girdik, fakat şehirliden de kimsenin burnu kanamadı. Şehirden devlet hazinesini aldık, fakat kimsenin habbesine dokunulmadı. Görül-meden korkunçtuk; görülünce sevildik. Kuvvetle giri-yoruz, kalble tutarak. Hükümdar, vezire verdiği ferman-da «halkı sev, herkesle iyi geçin, inayetin bol olsun» dedi ve Kızılelma sarayının duvarına kendi eliyle yaz-dığı kendi nazmının son mısraı şudur :

Bunda zulmeyliyenin akıbeti hayr olmaz

Altına da şu peygamber sözünü ekliyor : «Bir saat-lik adalet, yetmiş senelik ibadetten hayırlıdır». Budin bizim yalnız fethimiz değil adaletimizdi.

Bu tepenin Tuna'ya bakan kale bedenleri üstünde, balkonlarının her biri kayaya oturmuş kartal göğsü gi-bi duran ve pencereleri kartal gözü gibi uzakları gören iki yüz odalı bir saray vardı. Bütün Macaristan'ı, iki asra yakın, bu paşa sarayından idare ettik. Yerimiz mertliğimiz gibi yüksektir ve Budin'i verişimiz. Şim-şekleme inen bir kartal gibi düştük.

7 3

Page 83: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Tepenin batı tarafında, son Türk vezirinin şehit ol-duğu yerde Macarlar bir âbide yapmışlar. Çıplak ve şahlanmış bir at üstünde bir borazan, ufuklara iki asır önceki zaferi haykırıyor. İkinci Viyana muhasarasın-dan sonra, yâni en bitik zamanımızda geldiler, salta-nat batakta, fakat Türk buradadır. Bütün Avusturya imparatorluğunun kuvvetleri Budin'i kuşattı. Bir tepe bir devletle cenkleşiyor.

Kumandan Kara Mehmed Paşa, Köprülüler devrin-den kalma bu erkek vezir, şimdi açılan bir gedik önün-de bir nara gibi heybetli, şimdi bir nefer gibi hendek-tedir; kumandan nefer olunca nefer oldu olur; günler, haftalar geçiyor; işte bir gülle, patlıyan parçalarla ve-zirin elleri kan içinde; eller sarıldı; o gene ya gediğin önünde, ya hendeğin böğründedir; haftalar aylar geçi-yor; işte bir humbara, müthiş bir toz sütunu; göz gözü görmüyor; keşke görmeseydi, göz gözü görünce baktılar ki kumandanın yan belinden aşağısı yoktur.

Yarım gövde, etrafındaki erkâna, son emirlerini ve-riyor. Kır sakalı pıhtılanmış kırmızı beneklerle alacalı ve parlak gözleri son enerjiyle kızıl şule halinde; ya-rım gövde, kaleyi vermeyin dedi, kendini Allah'a verdi. Ahdettiler, vermeyecekler. Haftalar aylar değil, 'yanm yıla yaklaşıyoruz, tam yüz yirmi gün; dayananın ahdi saldıranın inadından üstün; düşman kaçıyor. Yarım göv-denin vasiyeti bütün Avusturya'yı yendi.

İki yıl sonra; bu sefer yüz binle geliyorlar. İstan-bul büsbütün batak, serhat Türk'ü büsbütün gurbette. Budin artık denizde ada gibi. Bir kalelik Türk'ü bir ura-manlık Nemse sardı. Tam yetmiş sekiz gün, dayanış art-tıkça dayanan azalıyor. Son gün, seksenini geçkin ku-mandan Abdi Paşa, elinde kılıç, yirmisini yeni geçen

101

Page 84: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

bir dinç, süt gibi bir sakalla çelik gibi bir bilek, son kapıda son cenk; hepsi şehit, seksenlik sakal yakuta batmış nur gibi: Düşman girdi, kale düştü; fakat biz vermedik, verildiğini gören yoktur.

Aldı Nemse bizim nazlı Budini!

İki asırlık halk türküsünün vermedik demesi doğ-ru, fakat aldılar demesi değil. Verilmeyen alınamaz; ölen vermeyendir; can verdik, kale değil; alamadılar, alınacak diri yoktu; sadece girdiler. Nazlı Budin düş-mesin diye toprağa düşmüştük. Girdikleri yer kale de-ğil şehitliktir.

* * *

Budin'den Peşte'ye geçtik. Büyük Borsa binasının önündeki Hürriyet meydanındayız. Burası Macar'ın ma-tem yeridir. Büyük harpten sonra vatanlarının dört ta-rafından dört vilâyet kaybettiler. Cihetleri bildiren pusu-la ibreleri gibi meydanın dört tarafında dört heykel; şimalle cenupta, Çek'le Sırb'a; doğuyla batıda Rumen-le Avusturya'ya gidenleri gösteriyor ve ortada bir har-manlık toprak kabartması. Üzerine çiçeklerle içiçe bir harita işlenmiş, eski Macaristan ortasında küçülen va-tanı görüyorsun. Bu kabartma, ayrılan dört vilâyetten almma topraklarla yapıldı. Yanandan bir avuç kül gibi gidenden bir tutam hâtıra. Ben dünkü Budin'de hıçkır-mıştım, burada bugünkü Macar hıçkırıyor.

Büyük Harpten sonra iki hıçkırık beraber düşmüş-tük. Ondan dört parça ayırdılar, beni parçaladılardı. Birinde bölünüş, birinde ölüş; ölü sanılan öldürdü, me-ğer yatakta değil ayaktaymış; son Budin vezirinin şe-hit düştüğü yerde iki asır önceye şahlanan at benim bugünümdür: Günümde dünü unuttum, çiçek haritalı toprakta hıçkırana acımayı unutmayarak.

101

Page 85: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Budapeşte'nin Orta Kısmı — Nehirle şehir, âşıkla mâşuk gibi, sarmaş dolaş... Tuna, şehri ayırmıyor, şehrin bağrında yatıyor gibi. S. 59

Peşte Tunası'nda Gece — Tuna'ya altın kuşaklar halinde abanmış sıra sıra köprülerin nehre boyuna ampul dökerek cömertlik yapıp duruşları.. S. 78

Page 86: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Peşte'de Parlâmento Binası - Tuna'ınn öte kıyısından, yüksekteyim, diyen devlete karşı, beri kıyısından, ben de varım diyen millet. S. 63

Budada Kral Sarayı - Avrupa'nın bile en muhteşem yapılarından kral sarayı., bütün şehri tebaasına bakar gibi süzüyor. S. 63

Page 87: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

B U D A P E Ş T E :

III

KOVULAN AY

Vapurumuz Budapeşte'den iyi ki gece ayrıldı. Dört gün gezdiğim şehrin Tuna'daki gecesini görmemek ne büyük boşluk olacakmış. Edebiyatlarda gece arzın üs-tüne bazen siyah bir manto gibi çöktürülür, bazen bü-yük bir kilisenin kapısı ağır ağır kapanır gibi tasvir edilir, bazen de... Halbuki Peşte'nin Tuna'daki gecesi; ya nehir pırıltılı bir gelin tuvaleti giydi, ya şehir halı yerine ayna döşenmiş kıvrak koridorlu bir salona dön-dü; burası gece değil, nehirle şehrin düğünü var.

Karşılıklı iki rıhtımın bitişik gibi sık ve tutuşmuş gibi gür ışıkları... Tuna'ya altın kuşaklar halinde aban-mış sıra sıra köprülerin nehre boyuna ampul dökerek cömertlik yapıp duruşları... Ziya parçaları su üstünde yakut mekikler gibi bir şeyler dokuyor ve ziya salkım-ları, diplere kadar uzanarak, peri parmakları inceliğiy-le bir şeyler aramaktadır. Şehir nehre ışığı bir yerine on verdiyse, nehir şehre on yerine yüz iade ediyor. Zi-yaların su gibi akıp suların ziya gibi kaynaştığı bir gece.

Ne Berlin, ne Paris; bu dört beş milyonluk mamu-reler gecenin karanlığına kimbilir kaç milyonluk volt serpiyor; onların üzerindeki gök, toz haline getirilmiş

7 8

Page 88: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

güneşin zerreleriyle örülü gibi kızıldır ve beldenin üs-tüne uğrayan gece pembe bir kubbeden kayar gibi uzak-lara kaçtı. Fakat onların gecesinde de buradaki cümbü-şü göremedim. Tuna, biri on yapan ayna, onlarda bu yok.

Geçen sene onuncu yıl bayramımızda Şüleymaniye' nin aldığı pırlanta kıyafeti hatırlıyorum. Çekilen güne-şi en son bırakıp, gelen güneşi en önce karşılayan o dört asırlık kubbe ilk defa iki güneşin arasındaki ka-ranlıkta kendini gündüzden daha aydınlık gösterdi. O gece o, bir insan yapısı değil; Haliç'in donuk platinli-ğini çerçeveleyen büyük karaltı ortasında nurlarla işlen-miş kafes şekilli bir âhenk, görülmez kanatlarla, sanki gökten birdenbire indirilivermişti. Sadece faydalı oldu-ğunu bildiğim elektrik o gece bana güzellik yaratan bir büyü gibi göründüydü.

Meğer bizim ancak onuncu yılımızda bir defa gör-düğümüz o büyülü işi burada her gece yapıyorlarmış. Şudin tepesinin balıkçılar kulesiyle kalesi ve büyük ki-lise, diplerine gizlenmiş kimbilir ne kadar projektörle, gecenin koynunda unutulmuş birer gündüzdür ve Haliç' in yanında gökten inmiş gibi görünen şeffaf gövdeye karşılık, mermer kuleleri ve sivri ehramlanyla bu âbi-deler yerden göğe çıkıyorlar gibi tepenin karaltısını kat kat tırmanıp gecenin karanlığını ince ince tırmalıyor-lar.

Margrit Adasına dönerken, arkamızda boylu boyu-na bir şehrayin gibi serilen, bu hakikaten eşsiz geceye son defa baktığım zaman düşündüm ki herşeyi olan bu Tuna gecelerinin yalnız mehtabı yoktur. Mehtap kara-nın değil, karanın bakın ay ışığını donuk bir kalay ya-par; mehtap denizin değil, denizde ay sonsuzlukta tit-

101

Page 89: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

reşen bir izdir. Mehtap asıl nehrin malı; ay bütün en-damıyla suda cilalandı ve nehir bütün ayla gümüş bir ürpermedir. Fakat Peşte Tunası'nda mehtap; nehrin üs-tüne elektrikle işlenmiş altın pırıltılı bir tente gerili, gökte öğünen utandı, gösteren ay görünmüyor bile.

Peşte Tunası'nda kaybolan ayı Ova Tunası'nda bul-dum. Beldelerden kaçan sahralara düşmüş. Hâşim'in Al-man gecesindeki «Firari karnem aklıma geldi. Onların şehrinden eskimiş bir âşık gibi uzaklaşan ay eski bir aşina gibi karşımdadır. Her yer dumanla işlenip doku-nulmuş hülyalı bir tülle örtülü. Tuna murakabeye var-mış gibi. Eski felsefelerin mistik düşünceleriyle sarılı-yız. Ay bizi batılar diyarından doğular ülkesine götür-dü. Onların gecesinden sonra bizim gece. Anladım, garp-la şarkı ayıran, gündüzün iki ucu değil geceymiş.

Ne düşündüğümü bilmeyen ay ablak bir neşeyle gü-lüyor. Garpta sıkıl, şarkta öğün. Orada istikal, beride ikbal. Onu beldelerinden sürgüne gönderenler üstürtse beldelerinde ondan ışık bekleyenler düşkündür. Artık gecesi gündüz olmayanın gündüzü de gece gibi. Güzel ve hülyalı ay, ey çok eski dost, bizim beldelerimizden de sürüleceksin!

101

Page 90: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

V İ Y A N A :

I

VİYANA'YA GİRERKEN DÜŞÜNCELER

Peşte ile Viyana arası için vapurun pervanesi gece-li gündüzlü bütün bir gün çalıştı. Bazen kıyılarda, ba-zen uzak tepelerde orta zamanlardan kalma kalelere rastlıyoruz. Şatoların yuvarlak tunç gövdeleri tarih de-nen varlığı bakır renkli muşamba topu gibi dolayıp asırlara teşhir ederek hâlâ dimdik ayakta tutarken ha-vaya sert çizgilerle gerilen mazgallı kuleler taş yont-ması kalemler gibi yerle gök ortasında bir şeyler yazı-yorlar. Bütün bu orta Avrupa kalelerini meyve toplar gibi devşirmiştik.

Geçirmekçün ele hoş bir nigârı Hurûş ile alırlardı hisarı

Kanunî zamanında yazılmış bir kitaptan aklıma ge-len bir beyit ki bir katralık nazmında bir ummanlık destan sesleniyor. Bir güzeli ele geçirmek için bir kale alış; kahramanlığa aşkımızı bütün dünya bilir, aşktaki kahramanlığımızı bildirmeye de o tek beyit yetse gerek. Bir dilber uğruna en çetin kaleleri bir mukavva gibi devirmek. Kimbilir ne kadar dağ parçası gövde, kanlar içinde yakutlaşmış gibi yere serildi. Sert Türk'ün içi, çelik içinde gülşen; can ki her şeyden üstün, fakat câ-nân candan aziz; can değil canlar feda; aşk ölümün üs-

81

Page 91: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

tünde bir taht gibi; ölümü basamaklayarak kalbe baht arayış, güzele böyle çıkıp yükselirdik.

Şemşir gibi rûy-u zemine taraf taraf Saldın demir kuşakh cihan pehlivanları

Yalın kılıç gibi kamaştırıcı cihan pehlivanları; bu pehlivanlar sadece 12 yılın içinde Çaldıran'ı kazanıp Tebriz'e, Merci dabık'ı kazanıp Kahire'ye, Mohaç'ı kaza-nıp Peşte'ye girdi. Sadece on iki yıl. Yarım nesil içinde İran'ı, Mısır'ı, Macar'ı alış; hangi millette hangi nesil, doğan çocuk henüz ilk mektebini bitirmeden, dünyaya böyle şimşekleme bir çember gerdi? Dünün yoksa gü-nüm yok; hızım hızlarımdan geliyor.

On iki yılda Tebriz'den Mohaç'a gelenler üç yıl sonra Viyana'yı kuşattılar, ondan 157 yıl sonra da ikin-ci kuşatış. Bir buçuk asır uzunluğunda bir tarih yaylâsı ki bir ucunda çıkışımızın sonu, diğer ucunda inişimizin başı var. Birincide geri döndük, bütün kuvvetimizi gös-tererek; ikincide bütün çürüklüğümüzü gösterdik, geri dönerek. Birinciden sonra bir buçuk asır kımıldayama-mışlardı; ikinciden sonra arkamızdan Sakarya'ya kadar geldiler.

Viyana bir uçdur, fakat Türk tarihinin pek çok uç-larından bir tanesi. Tarihin zamanını doldurup coğraf-yanın mekânını kaplayan bir milletin Pekin'den Kalkü-ta'ya, Serendip'ten Bahçesaray'a kadar sayısız uçları var. 1071'in 26 Ağustos'undaki Malazgirt, Anadolu'nun on asırlık tapusunu çıkardı; 1922'nin 26 Ağustos'unda-ki Dumlupınar, on asırlık tapunun ebediyete uzatılışı-dır. Birçok bin yıllar içinde son bin yıl; Viyana bu son bin yılın yedi buçuk asırlık meddiyle iki buçuk asır-lık cezrini gösteriyor. Viyana sadece onların şehri de-

101

Page 92: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ğil; oraya dağ dağ tarihimin son işaretini bir dev gibi diktim.

Viyanalara kadar sanki niye gittik, İttihatçıların Karaso namında bir zenginleri vardı. «Ah, yarım milyo-num olsa yarım milyonumun, fazlasını istemem» dermiş. Gün gelip beş milyonu olmuş. «Fazlasını istemiyordun, neye on misli kazandın?» demişler.

— «Yok canım, demiş, o dört buçuk milyon asıl ya-rım milyonu muhafaza için lâzımdır!»

Viyana önündenberi iki buçuk asırdır kırpıla kırpı-la gene elimizde kurtarılacak bir vatan kaldı. Büyük-lük başka, irilik başka; biri haritada, biri içte; kırpılan iriliğimizdi, kurtulan ruhumuzdur. Son vatanı kurtulan-la kurtardık. Şimdi iri değil büyüğüz. İki buçuk asır, gelen istilâya, iriliği parça parça bir yem gibi vermiş-tik. İstilânın devi harita ile doydu. İyi ki çok geniş-mişiz.

İki defa Viyana ya gittik, alamadık, şimdi bunları düşünüş ve yazış niye? Viyana'yı gezerken «Vatan cep-hesi teşkilâtı» binasının duvarında yepyeni bir mermer kitabe gördük : Türklerden kurtuluşlarının 250'nci yıl-dönümü için konmuş. Bizden birkaç ay önce yapılan bu dönüm şenliklerinin uğultuları biz orada iken hâlâ du-yuluyordu. Demek ki iki buçuk asırdır o kurtuluşu anmak-tan büyük bayram bulamıyorlar. Kurtulan onlarsa ku-şatan bizdik; duran onlardı, giden biz; çiğnendiler, çiğ-nedik; sevinmek onlarınsa övünmek bizim değil mi?

Övünmek mi, anmıyoruz bile. Dünden gelmeyen gün yarına gitmiyor. Başkaları dünün habbelerini güne kub-be olarak getirirken en büyük kubbelerimizi habbe gi-bi bırakmak : Bizim diyarda unuttuğumuz tarihi orada şahlanırken gördüm.

101

Page 93: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

V Î Y A N A :

II

KANATSIZ KARTAL

Tuna batıdan doğuya doğru giderken birdenbire dirsek çevirerek cenuba döner. Döndüğü yerde sağdan kendine amut bir iki tepenin tatlı yuvarlakları sıralı-dır. Nehir birkaç kilometre uzadıktan sonra gene sağ-dan bir iki tepe dizisini bükülerek saklanır. Viyana, bu iki kabartma arasındaki geniş düzlüğe; iki milyonluk gövdesiyle, sol böğrünü Tuna'ya iliştirerek, başıyla aya-ğını yeşil yastıklara dayayıp hamakta keyif sürer gibi, rahat rahat serilip serpilmiş : O ki güleç bir beldedir, elbet böyle ferah bir yere yakışırdı.

Şehir katmer katmer açılan üç tabakadan ibaret: Asıl Viyana, geniş düzlüğün orta yerinde, eskiden çok kalın kale duvarlarının çemberiyle Tuna kıyısına ağır bir halka gibi kilitlenmişti. Evliya Çelebi bu duvarla-rın kalınlığını ölçtü, 50 adım; elinde uzun teşbihi, her ayak atışta bir parmak oynatış, teşbihin her devrinde deftere işaret koyuş; hem saymıyormuş gibi aheste bes-te yürüyerek, hem. bu kendi icadı sağlam usulle yanlış-sız sayarak bütün o duvarların uzunluğunu ölçtü, 21 bin .550 adım: Hâlâ şehir mânasına Ştat denen bu ilk ve asıl Viyana Türk seyyahının adımlan içindedir.

84

Page 94: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Ştadı şimdi mazgallı duvarlar yerine ağaçlı bir bul-varın geniş kuşağı çemberliyor. Çemberin karnında iç Viyana, sırtında dış Viyana; bir tarafında Viyana'nm es-kidikçe kıymetleşen tarihi, diğer tarafında Viyana'nın gittikçe büyümüş yeniliği; şehre haşmetli bir hamail gi-bi sanlı bu bulvar, yalnız iç ve dış beldeleri ayınyor de-ğil; o, iç ve dışın bütün yandamarlarını kendinde top-layan bir şahdamarıdır : Bu caddeyi iyi gez, memleke-tin bütün nabzını yokladın.

Dış Viyana'dan sonra yazlık Viyana, şimalle cenup-ta muvazi uzayan kadife tepelerin yeşilliklerine kadar beyaz gövdeleriyle birer tebessüm gibi gömülerek ser-pilmiş sık sayfiyeler. İçiçe üçüzlü şehirden iç Viyana devden yapılanyla en ağır, genişledikçe inen binalany-la dış Viyana orta sıklet; yaz Viyanası ise şampanya buğulu bir yaz günü gibi hafif. Fakat gerek cenupta, gerek şimaldeki tepelerin hangisinden bakılsa yakın sayfiyeler ilk planla büyüyerek, uzak büyüklükler me-safeyle küçülerek, üç Viyana bir tek serpiliş halinde görülüyor: Güldüm, Katolik Viyana Katolik akidesi gibi.

Tjuna kıyısındaki şehir Tuna'ya aldınş etmiyor. Nehre yalnız iskele ve gümrük gibi fayda ve ticaret ya-pılanın bırakarak, kendisi kendine yetermiş gibi, ken-dini içeri çekmiş. Nehir ki şehre ruhtur, nehir yanında nehirsiz kalan Viyana, hatasını anlamış gibi, ana Tuna' dan aynlma yavru bir kol alıyor. Bu kanal iç Viyana' yı körpe bir maviliğin utangaç güleçliğiyle şeritlemek-tedir.

Akan süya karşı kaybeden Viyana kazancının bü-tün hıncını içilen sudan çıkarmış. Bizim Karakulak aya-rında, gayet hafif ve lezzetli su; günlerce uzak bir dağ-dan getirilmiş, çok emekli su; hem de billûr boruların

101

Page 95: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

koynundan geliyor, en temiz su; fakat yalnız içmek için değil, yalnız mutfak ve banyo için de değil, iki milyon-luk şehrin bütün caddelerini de bu Karakulak suyuyla yıkıyorlar, bol olunca güzel de nafile!

Radyo kulesi Berlin'in, Eyfel Paris'in nasıl en yük-sek sivriliğiyse, nasıl her yerden görünen onlarla her yer görülüyorsa, îstefani kilisesi ve kulesi de Viyana'nm en kabarık görünüşüdür. Hem yavru Berlin kulesiyle anaç Eyfel birer çelik örgüsünden başka bir şey midir-ler? Hendesenin sertleşerek sivrilişi, bu, gözü doyuruş değil göze batıştır.

Fakat îstefani kulesi, tarihin koynundan havada do nakalmış bir fıskiye gibi fışkıran sanat; gittikçe mâna-sı artan şiir gibi, mermerin kule içinden kule çıkarak yükseldikçe incelip inceldikçe yükselişi ve billûrlarla ne-ceflerin pırıltılı kelimeler gibi şiiri süslemeleri; gotik mi-mari ki göğe tırmanan bir iştihadır, Hıristiyan duaları-nın en yukarı çıkanı işte gözünün önünde duruyor.

Kobenzel tepesindeki gösterişli şatonun gazinosun-dan Viyana'ya ve ovaya bakıyoruz. Şehir bütün düzlü-ğü doldurmuş. Tuna uzaktan kıvrak bir cadde kadar. Sonsuz ovanın ufkunda Çekoslovak ve Macar hudutla-rını gölgeleyen Karpat dağları dumanlı bir hayalet gibi. Şehir göze sığmıyacak kadar büyük, devlet sının gözle görülecek kadar küçük. Altmış bin kilometrelik bir top-rak üstünde altı milyonluk bir milletin iki milyonluk payitahtı; Viyana, bir karikatür gibi, cılız bir gövde üs-tünde kocaman bir baş.

Hey gidi Habsburg kartalı, bir kanadı mahsul do-ğuran zengin Macar ovası, diğer kanadı kömürle demi-re gebe Çekoslovak toprağı; bir tarafma ziraati, bir ta-rafına sanatı takan Viyana : Peşte ekip çıkardı, Prağ

100

Page 96: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

çıkarıp yaptı, Viyana satıp katandı. Orası ambar, ötesi fabrika, burası pazar. İki kanadı koparılan kartalın ba-şı şimdi düşünüp ağrıyor, birçok devletlerin başlarını da ağrıtıp düşündürerek.

Büyük başın derdi büyük olurmuş. Şehir dertli, fa-kat şehirli gülmektedir. Şehirde küçük bugünün omuz-larını büyük diinün ağırlığı çatırdatıyor gibi; lâkin şe-hirli mazinin kahkahasını hale getirmeyi bilmiş. Viya-na kadının yüzünde yeni yıkanmış bir pembeliğin neşe si; kendine kolunu veren, erkek değil sıhhattir. Şehre bak, nemli bir havanın tasası içinde; şehirliye bak, şak-rak bir ziya gibi fıkırdıyor; yağmurla güneş karşılaşır-sa ne olur? Viyana ile Viyanalı; yedi renkli kemerin hem ıslak, hem bayram gibi cümbüşüne bak.

101

Page 97: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

V İ Y A N A :

I İ I

HÂTIRADAN HÂTIRAYA

Meğer iki defa giremediğimiz Viyana'mn en içine kadar hâtıralarımız girmiş. Hiç umulmayacak yerlerde onlar, şanlı veya tasalı, asırların tozunu silerek karşı-mıza dikiliyorlar. İşte tepeden tırnağa kendilerinin olan îstefani kilisesi : Dışından bak, kaburgasının bir köşe-sinde biz varız, güllemizle açtığımız gediği levhayla ya-malamışlar. İçine gir, kabartma mermerden büyük bir âbideleri var; elimizden kurtuldular diye bize kabarı-yor. Kuleye çık, bir taş gülle gösterecekler, gökten -ıer gibi kilisenin beynine düşmüşüz. Dışında, içinde, üstün-de; nafile Türk'ü anmadan bu en ünlü kilisede gezemez-sin.

Yalnız kilisede değil şehirde de öyle : İşte «Kurtu-luş meydanı»nda «Türk deliği» : Bir lokantanın dış kö-şesinde, dörtnal bir ata binmiş elinde pala kılıç, yiğit atılışlı Türk'ün kabartma resmi. Bizim lâğımcılar top-rak altından buraya kadar gelmişler. Son birkaç kaz-ma, Viyana içinden alınacak, aksi gibi üstünde fırın vardır ve fırıncılar erken uyanır; kazma sesinin farkı-na varıyorlar, kuvvetler üşüştü; toprağın altında ah, üs-tünde oh; meydanın adı halâ kurtuluştur ve Türk'ün aç-

8 8

Page 98: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

tığı delik, yerin içinden bir göz çukuru gibi, hâlâ Viya-na'nın böğrüne bakıyor.

îşte biraz ötede Amhof denen meydan : Kuşatılan Viyanalıların en büyük silâh ve barut deposu orada. Bir Türk humbarasınm çıkardığı yangın bu depoya ula-şırsa belde birden mahvolacak. Yedisinden yetmişine bütün Viyanalı yangına koştu. Hepsi ateşle depo ara-sında; buradan bir kıvılcım sıçrarsa, orada bir yanar dağ patlayacak; ne şehir, ne şehirli; ejder gibi ateş, dev gibi çalışış; iki üç günlük bir savaş; ejder kabardıkça dev yoruldu; kıyamet çok yakın, fakat ne oldu, birden-bire rüzgâr değişiyor; bir hava dönüşü, hilâlle haçın ta-lihini bir yeldeğirmeni gibi döndürüvermişti.

Dış kapısı, tatlı bir kavis ortasındaki büyük kubbe-siyle, iki kolunu açmış koca kafalı bir gövde gibi duran eski sarayın iç meydanındayız. îki buçuk asır önce, im-parator Leopolt, biz Viyana'yı kuşatmaya giderken işte buradan kaçtı. Halk yalvarıyor, hükümdarları gitmesin diye; binlerle kalabalık arabanın önüne serildi, bırak-mayız diye; yeri kazar gibi eşinen altı küheylânm uçur-duğu iki tonluk yaldızlı saray paytonu serilenleri çiğ-neyerek Viyana'dan kaçtı, Türk geliyor diye : Son kor-kutuşumuzmuş amma ne korkunçmuşuz.

öte tarafta imparatorluğun hükümet dairesi; dış-tan bakınca bu Avusturya «Babıâlisi» de bizimki gibi gösterişsiz. Demek Meternihler, dağ gibi zırhlıyı küçük kamarasındaki düğmeye basarak döndüren kaptanlar gi-bi, cihan siyasetine bu bodur yapıdan dümen tutuyor-Iarmış. Dünya bu, daha dün bir Hersekli'nin burnu ka-nasa bu Babıali, şimşek gibi bizim Babıali'yi şamarlar-dı. Bizimkinin ismi yüksekti, bunun sesi; şimdi nara bi-zim, hıçkırık bunun.

101

Page 99: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

imparatorluğun asıl devlet yeri daha hazin. Koca-man saraylar bir orduluk meydanları kucaklıyor. Vak-tiyle onbinlerce üniformaların yaldızlar içinde uğulda-yarak kaynaştığı bu meydanlar şimdi, yanlışlıkla büyük bir mamure ortasına düşmüş birer çöl parçasıdır ve bu geniş ıssızlıklara ağır kollarını açan saraylar, uçan ru-hu bekleyen iri "mumyalar gibi duruyor. İçin olsun da küçük ol, ceset olup da büyük olacağına.

Askerî müzedeyiz. İlk görülen yirmi yıllık bir oto-mobildir. Şimdi hamal imrenmez, o zaman veliaht bini-yormuş. Arabanın böğründe Prençib'in kurşunuyla açı-lan şu küçük delik insanların başına Büyük Harbi açtı. Aziz devrinin meşhur veziri Fuat Paşa Avrupa'nın bir diplomat meclisinde «en sağlam devlet kimdir?» sualine «elbet biziz demiş, siz dışardan, biz içerden bu kadar çalıştığımız halde gene yıkamıyoruz!». Galiba bu nükte-ye en çok Avusturya diplomatı gülmüş. Halbuki o ko-ca imparatorluk, işte şu otomobil söylüyor; bir tek kur-şunla yıkıldı.

Ne Napolyon'un bir çocuk gövdesi için yapılmış gi-bi duran elbisesi, ne bizden kalma işlemeli çadırın kub-beye kadar dayanan tasalı gösterişi... Ben en çok bir küçük saatin önünde takılıp kaldım. Fâzıl Ahmet Paşa' nın Sen Gotar cengindeki saati. Ayları ve seneleri de gösteren saat. Cenk meydanında, 1075 Muharreminin 8'nde, cuma günü saat üçte durmuş. Küçücük göğsüne 270 yılı mıhlıyan saat. Şu minicik anahtarla kalbine do-kunuversen üç asrın ötesinden uyanıverecek.

Yazlık saraya giderken büyük ve kapalı bir fabri-kaya rastladık. On yıl önceye kadar bize fes gönderen fabrika. Tablo gözümün önüne geldi: Büyük önder, ba-şında panama, Kastamonu yolundadır. En sivri kalem-101

Page 100: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ler bile gazetelerde kekeleyip duruyor: Serpuşu mede-nî, şemsi siper, sıhhi başlık, pervazlı kabalak... Biz, bi-raz sonra giyeceğimiz şeyin korkudan admı söyleyemez-ken o, İnebolu'da, Karadeniz'in dalgalarına karşı vuzuh-tan yapılma granit bir heykel gibi, panamalı kolunu ba-tıya doğru uzatarak «bunun adı şapkadır!» dedi. Viya-na'da üç bin amelelik fabrikalar kapanıyor. İnebolu'dan üç kelimelik bir ses yükseldi diye.

«Güzel çeşme» manâsına Şönbron, Mari Terezin yap-tırdığı yazlık saray. Yapı, daha büyük çapta bir Gala-tasaray Lisesi gibi. Adından da belli ki asıl emek bah-çededir. Gerideki sırta doğru tatlı bir gerilişle yükselen yeşil bir hendese. Bir bakışta göze sığmayacak kadar geniş ve bir bakışta her yeri görülecek kadar gergin. Bir dantel gibi işlenmiş mermer havuzlar neredeyse sal-lanıverecekler ve bir biçimde kesilip birbirine yapışmış ağaç dizileri fırtınayla bile kımıldamayacaklar gibi. Mermeri oynatıp yaprağı donduran bahçe.

Ağzı kalabalık rehberin iki saatlik anlatışlarıyla dolaştığımız saray dairelerinde kamaşma var, derinlik yok. Bizim Bağdat köşkünü hatırladım. Duvarlarına ta-ze bahar yeşilliğinin ölmezliğini perçinleyen o köşkün bir köşesi bütün bu saraydan üstün. Buranın en çekici yeri altın oda, bir milyona mal olduğundan değil, ora-da Türk sanatının mucizesi içindeyiz. Hint-Türk impa-ratorunun gönderdiği minyatürler; Mari Terez bunları hep altınla çerçeveletmiş. İç bizim, dış onun. Fakat han-gi maden sanattan değerli? Çerçevelerin içindeki sanat pırıltısı bütün altınları bakıra indirivermiş gibi.

Kalenberg'e giderken garip isimli bir bahçenin önünde durduk : Türkin çant park! «Türk metrisleri

101

Page 101: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

parkı» demekmiş. Apansız yumruklaşan bir hatıra çan kubbesine vurur gibi kafamı zonklatıyor. Demek o yer burasıdır. Kara Mustafa Paşa, ordusunu çekebilmek için, buradaki metrislere büyükçe bir fedai kıtası bırakmış-tı. Sonuna kadar dayanacaklar, ölümden sonu var mı? Hepsi ölümü mıhlar gibi olduğu yerde öldü. Şimdi bir kaç cazın şakrak havalarına kendilerini bırakan yüzler-ce çift binlerle Türk kemiği üstünde dansediyor. Na-mık Kemal:

Altı da bir, üstü de birdir yerin!

Demiş. Galiba bütün dünya üzerinde altıyle üstü bu kadar aykırı bir yer gösterilemez. Bu bahçeden kız gın bir saça basıyormuşum gibi kaçtım.

100

Page 102: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

V İ Y A N A : MOHAjÇ

GÖSTERİŞİMİZ

Kalenberg'teyiz. Viyana tepelerinin en yükseği. Kü-çük yapısı içinde tarihî bir ün saklayan kiliseyi geziyo-ruz. İki buçuk asır önce Viyana'yı kurtarmaya gelen ordu, Meryem'e diz çökerek, burada dua etti. Bize Sob-yeski'nin kılıcını gösteriyorlar. Kadife üstüne gümüş sa-vat işlenmiş paslı kından güçlükle sıyırarak kılıcı çek-tik. Kabzaya yakın yerde meşhur Lâtince söz : Geldim, gördüm, yendim! Zamandan büyük kim var? Arkadaşım-la kılıcı kınına korken çürümüş kabza dağılarak kılıcın demiri yere düştü. Hademe parçalan birleştirip tekrar kına yerleştirirken düşündüm : Zamanında iki yüz bin-lik Türk ordusunu yenen kılıç şimdi iki Türk'ün elinde yenilmişti.

Gazinonun terasından, karşımıza serilmiş, şehre ba-kıyoruz : Evliya Çelebinin «Kürdistandaki Akre dağı gi-bi şimşek vurup gözleri alır» diye anlattığı Istefani ki-lisesi, billûr ve neceflere vuran ikindi güneşiyle, bu uzak yerden ancak iri gövdesinde ateş böcekleri pınldarmış gibi görünüyor. Orada kocaman kavisli saray buradan, kara bir tüle sanlarak, yere indirilmiş bir hilâl kadar. En ilerde, o gezmekle bitmeyen Prater ormanı yeşil bir yamacıktır ve onun berisinde dev çemberi manâsına Ri-

93

Page 103: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

zinrat dedikleri o meşhur dönme dolap, çelik böğrüne saplanmış büyük odalarına ve Beyazıt kulesini aşan ge-nişliğine rağmen havanın boşluğuna gerilmiş tırtıllı bir bilezik gibi.

Tâ karşıda Simmering tepesi, Viyana'nın ayak ucu-nu semiz sırtının yuvarlak yeşilliğiyle çerçeveliyor. Ora-da Süleyman otağını kurdu. Bulunduğumuz tepede de Kara Mustafa Paşa yenilmişti. Beş on kilometre aralık-la birbirine bakan iki tepe ki aynı zamanda tarihimden bir buçuk asnn birer ucuna oturmuş iki kabartıdır; ta-rih karşımda toprağa serilmiş gibi. 0 ki kitapta bir za-man bilgisidir, burada mekânlaştı; ne anmak, ne oku-mak; bir tablo gibi toprakta tarihi seyrediyorum.

İşte dört asır önce şu karşı tepeden şu şehir kıyı-sına kadar otuz bin çadır diktik. Bütün ova bir gecede beyaz yaseminler açmış gibi değişivermişti. Simmering' in tam sırtında Süleyman otağı: Sokakları ve bölmele-ri, hamamları ve havuzlan, filânları ve falanlariyle et-rafı dört bin adımda dolaşılan bir otağ. Şurada ha oda, ötede hazne odası; beride adalet köşkü, ilerde hal-vethane kapısı... Her dairenin bir köşesinden heybetli bir kule yükseliyor. Derhal bulunan bir su büyük so fanın önünde şınltılı bir çağlayan oldu. İstanbul'un Topkapı Sarayı bezden ve ipekten bir gerginliğin be-yaz serpilişiyle Viyana'nın tepesindedir.

Alman'ından İspanyol'una, Portekiz'inden İtalyan' ına kadar Avrupa'nın seçme kuvvetleri şu koca şehrin şu en ortadaki göbeğinde toplanmıştı. Kuşatışın ilk çen-gini gülleyle değil okla açtık. Sıra sıra üç kolun attığı on binlerle ok yılan ıslıklan çıkararak uçuşuyor. Ku-şatılanlar bayram içindedir. Demek Rodos ve Belgrad gibi en çetin kale duvarlarını yıkan büyük toplarımızı 101

Page 104: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

getirmemiştik. Bütün paşalarla sancak beylerinin attık-ları oklar inciler ve elmaslarla işlemeliymiş. öldürsün diye gönderdiğimiz oklan nimet diye kapıştılar. Anla-şıldı; güllemiz ki medeniyetimizdi, buraya gelirken me-deniyetimizi bırakmış, gösterişimizi getirmişiz.

Teşrinde Viyana'yı kuşatıyoruz. Kışı erken gelen bu-raya neye bu kadar geç geldik? Bütün Avrupa'yı elinde tutan Şarlken'in ordusunu aylardır aramış bulamamış-tık. Şimdi burayı sararak gözdağı vereceğiz. Sahiden çok şaka. Rodos dört ay dayanmıştı, Viyana elbet da-yanacak. Açıktaki Avrupa meydan çenginden yeleli kük-reme işitmiş tilki gibi kaçtı; Viyana duvarlarına kapa-nan Avrupa... Niye çok zorlarsın, kediyi kendimiz as-lan yaptık.

On sekiz gün cenk; bizim gündüz saldırışlarımızı onlar gece baskınlarıyla karşılıyorlar. Yeni bir bomba da yapmışlar. Süleyman hakkındaki tanınmış eseri Fransızcaya da çevrilen İngiliz Dovvney'in teşbihine gö-re bu alevli bombalar, gecenin karanlığı içinde, tutu-şan yıldızlar gibi uçarak çarptıkları kafaları yumurta kabukları gibi kırmaktadır. Buraya gözdağı vermek için gelmiştik, meğer dağlanacakmışız.

Son büyük saldırıştan bir gün önce, Süleyman ku-şatılanlara haber gönderdi : Yarın öğle yemeğini Viya-na'nın içinde yiyecek! 0 gün lâğımlar volkanlar gibi patladı, eldeki gülleler kalın duvarla koçlar gibi tosla-şıyor, gözü pek yiğitler bedenlere atmacalar halinde atılmaktadır; bir öldürüp on ölerek saldırıyoruz. Na-file, dıştaki düzlüğe on bin Türk serildi; iki hafta önce beyaz yaseminler gibi gülen çadırlar şimdi yığınlarla şehide dikilmiş donuk mezar taşlan gibi.

101

Page 105: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

İçerden haber gönderdiler, öğle yemeği soğudu, ne-ye buyuramıyorlar diye! Değil yemeğin soğuması, işte insan donacak. Birdenbire gelen iğneli bir kar tipisi: ölümden ürpenneyen Türk askeri ince elbisesi altında zangır zangır titriyor. Bütün etraf ateşe verildi, ordu yangınla ısınacak. Sıcağa kar dayanamazmış, kara kim dayanır? Viyana'dan değil kardan kaçtık.

Peki Budin veya Belgrat'ta kışlayıp da daha geniş bir tutumla bu Viyana işini kökünden neye bitirmedik? İstanbul sarayındaki Rus güzeli; gözlerinin fitneli kıvıl-cımlarını uzun kirpikleriyle saklayıp düzgün burnunun kanatlarında şehveti titreten; sağlam yapılı çenesinde inatçılığını gösterip ellerindeki iriliği teninin kamaştı-rıcı pembeliğiyle örten bu Hürrem Sultan : Süleyman onu Budinlere getirtemedi, yolda üzülür diye; kendisi Budinlerde kalamadı, ayrılığına dayanamam diye; üçün-cü ve tek yol; her düşünceyi bir tarafa bırakıp onun yanına gitmek: Kurtulan Viyana Meryem'e değil asıl bu kadına dua etsin

101

Page 106: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Budapeşte'de Giilbaba Türbesi — Alafranga bir mahfaza içinde alatur-ka 'bir tdş gibi durmaktadır. S. 64

Son Budin Kumandam Abdi Paşa — Süt gibi bir sakalla çelik gibi bir bilek, stfiı kapıda son cenk. S. 74

Buda'da Balıkçılar Kulesi — Saklambaçlı bir hendese Ehramların şevtankülâhlan altından bin bir oyuk ecinni gözleri gibi bakıyor. S. 71

Page 107: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Viyana'da İstefani K_.Use.sl — Gotik mimarî ki göğe tırmanan bir iştihadır, Hıristiyan dualarının

en yükseğe çıkanı. S. 85

Page 108: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Vlyana'da İmparatorluk Sarayı — İki buçuk asır önce Leopoid'ün kaçtığı meydan. S. 89

Page 109: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

V Î Y A N A :

V

ÇÖKÜŞÜMÜZÜN BAŞI

O ııe gelişti o; çok eski değil, iki yüz elli yıl önce; iriyan yağız bir başbuğ; geniş omuzlar üstündeki yakı-şıklı kafasını süsleyen, elmaslarla pınl pırıl, büyük bir sorguç; atlaslardan işlenme ipekli elbiselerini kavuştu-ran enli kemer üstünde dengi yok yakutlarla en süzme zebercetler; gösterişi gövdesinden, süsü gösterişinden, öğünüşü süsünden ve hepsi birbirinden üstün Kara Mus-tafa Paşa.

İki yüz binlik ordunun çevrelerinde; sayısız esirler-den, satıcüardan ve talancılardan doğma başka bir pa-nayır ordusu. Çığ gibi büyüye büyüye ve ölüm gibi kor-kutarak geliyoruz. Doğunun batıya akışı; Viyana ne de-mek, bütün Avrupa aşılarak Endülüs'e sarkılacak; eski Roma neymiş, kara ve kırmızı denizlerden sonra bütün Akdeniz'de bir gölümüz olacak; ne yalan ne sayıklama, göçmenleşen Avrupa yollara düşmüş titriyor, yalnız Vi-yana'dan ve yalnız bir günde altmış bin kişi kaçtı; yıl-dırımlarla dolu kara bir bora yerleri sarsıp gökleri uğuldatarak ufukları şimşekleye şimşekleye ilerliyor; O ne gelişti o!

İlkinde sırtımızı oımmering'e vererek Viyana'yı ayakucuridan başa doğru kuşatmıştık. Şimdi arkamız

9 9

Page 110: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Kalenberg'e dönük, şehri başucundan ayağa doğru çe-virdik. O zaman eylül sonuydu, şimdi temmuz ortası-dir. Birincide büyük top yoktu, bu sefer üç yüz tane var. tikinde dara gelmiştik, şimdi bol bol sıkıştıraca-ğız. Her şey öncekinden başka, öyleyse işin sonu da başka olacak. 0 zaman eli boş avcı gibi dönmüştük. Şimdi kalın duvarlı ağıldaki av, Fûzulî'nin dediği gibi «gözü nemlû ve ayağı bağlu» ağımızın içinde çırpınıyor.

Av iki ay çırpındı. Saran iki ayda on sekiz defa saldırmış, sarılan yirmi defa sıçramıştı. Haydi artık, lâ-ğımlar patlasın, toplar gürlesin ve bütün yiğitler atılsın; kale, vakti gelmiş yemiş gibi, düşüverecek. Peki neye gecikiyoruz? Ooh, elmas sorguçlu başbuğ düşünüyor ki kale zorla alınırsa ganimet askerindir, amanla alınırsa kendinin. Amanı beklerken yamana çattık!

Büyük bir ordu ile Leh Kralı Viyana'yı kurtarma-ya geliyor. İnanmıyor ve şaşıyoruz. Edirne'den kalkar-ken büyük ve küçük aynı burçlar arasında bir kuyruk-luyıldız görmüştük. Zamanın bilginleri anlattı ki büyük ayı Rus'a, küçüğü Leh'e işmardır; her ikisinden yardım göreceğiz. Fal meğer tersine doğruymuş. Küçük ayı işte tokmak gibi beynimize iniyor. Büyüğü de çok geçme-den başımıza Karlofça'yı örecek : Pazımız şişkin, yüre-ğimiz pek, inancımız sonsuz; fakat işte kuyrukluyıldız-dan da belli, bilgimiz sıskaymış.

Kral Sobyeski geldi, fakat Tuna'yı nasıl geçebilir? Şu Kalenberg tepesinin ötesinde, düşman ırmak üstü-ne dubalarla ince bir köprü kurdu. Onu geçirtmemek için gönderilen Tatar hanı yüzbinlik ordusuyla düşma-nın karşısındadır. Duran bir geçen bini devirmeye ye-ter. Köprü artık, sırat gibi, kıldan ince ve kılıçtan kes-kin. Fakat ne oldu? Düşman ordusu işte kollarını sal-

1 0 0

Page 111: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

laya sallaya, günlerce ve günlerce, sanki Hâmid'in şu mısraını mırıldanarak köprüyü geçiyor:

Geçtik sıratı oynıyarak almadan bilet!

Tatar hanı, ordusu alargada, köprüye bakan bir sırt üstünden, atının üzengileri üzerinde dikilerek, kamçısı-nın sapıyla ucunu, çemberleme, avucunun içine sıkış-tırmış, diğer eli böğründe, duygusuz bir heykel gibi dimdik, düşmanı göğüslemek için değil de sapasağlam geçirtmek için gelmiş gibi gözlerinde sevinçli bir pırıl-tı, boyuna geçenlere bakıyor: Hiçbir tarih bundan par-lak bir hiyanet gösteremez.

Ordusunun imamı dadanamıyor:

«— Hanum, şu bölük bölük geçen kâfiri kırdırsa-nız artuk gerisi munkati olmaz mı idu?»

Kerim Han çıkışır:

«— Behey efendi, bu Osmanlunun bize ettiğün bil-mezsün, bırak burunları kınlsunı»

Hey gidi bütün Türk, ayrı coğrafyalarda kendini ayrılmış sandı. Aynı kan Karadeniz'in ötesinde Tatar, berisinde Osmanlıdır. Ayrılık aykırılığa gider. Han bi-zim burnumuz kinisin diye düşmanı kırmadı. Viyana yenilişi ki hem bizim kırpılışımızın başlayışı, hem Kı-rım'ın Rus'a gidişinin başlangıcıdır, Tatar hanındaki başsızlığın doğurduğu işlere bak.

Kalenberg tepesi, son kozu burada oynuyoruz. Bu cengi gözleriyle gören Silâhtar Mehmet Ağa'nm benze-ti şleriyle söyleyelim : Gülleleri kurşun yerine savurup kurşunlan yağmur gibi yağdıran düşman bizi ortalamak için öküz boynuzu gibi ilerliyor ve o kadar kalabalık ki tepeden aşağı kara katran gibi akmaktadır. «Tatar

101

Page 112: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

hanı, San Hüseyin Paşaya yâr olmadığı» için solumuz bozuldu, düşman en büyük ağırlığiyle İbrahim Paşa ko-luna yüklendiği için sağımız dayanamadı, belli yenil-dik, iki boynuz iki yanımızdadır.

Elinde mızrak, ölümünü araya araya saldırıp duran serdarı zorla geriye çektikleri sırada; burada olup bite-ni bilmeyen metrislerdeki yiğitler, yeraltmı altı koldan köstebekleyerek ana duvara kadar varmışlar ve duvarı on ikişer arşın delip lâğım fitillerini yerleştirmişlerken, ateşlemek için serdarın buyruğunu bekledikleri anda; «tez çabuk çıksınlar, düşman çadırlara giriyor» haberi ulaşınca, tıpkı son kertede kurtarıcıları geliveren Ame-rikan filmleri gibi; her birinde bir volkan saklı altı fitil, şu tepeden düşmanın inivermesiyle, tetikleri çe-kilememiş fişekler gibi ana duvarın böğründe kalakal-dılar.

Tepeden indikten sonra da, Viyana'dan ayrılıp gi-derken dehep Kalenberg'e baktım : Viyana'nın başucun-da yemyeşil ve biçimli bir baş gibi duruyor. Şatomsu gazinoyu alnına taç gibi koyup küçük kilisenin kulesini tuğ gibi diken bu baş iki buçuk asırlık çöküşümüzün de başıdır. Buradan Sakarya'ya kadar upuzun bir iniş; bir de Sakarya'dan bakıyorum; orası çıkışımızın başı, işler tersine dönmüş olacak, meğer Kalenberg ne kadar inişteymiş.

101

Page 113: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

TUNA'DAN SONRA

BERLİN — BERLİN ve PARİS — PARİS — LİON — COTE d'AZUR (KOTDAZÜR)

Page 114: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

B E R L İ N :

I

SERÇE!

Berlin'in yazlık bir lokantasmdayız. Beş on serçe masadan masaya sıçrayıp duruyor. O ki kuşların en kü-çüğü olduğu için en ürkeğidir, kurtuluşunu kaçmasına borçlu olan kuş; ufacık bir pıtırtıdan minicik kanatla-rına bir namlı çıkışı veren serçe; nasıl olmuş da bura-da insanlarla senli benlidir. Bak, çatal bıçak takırtıları arasında bir damlacık göğsünü gere gere geziyor.

Bir kaç yıldır Almanya'da bulunan arkadaşım de-di ki: — Serçe ne yapsın, Berlin'in sağına gitmiş, bit-miyor; soluna gitmiş, bitmiyor; anlaşılan, insanlarla dost olmaktan başka çıkar yol yok demiş!

Sahi, günlerdir Berlin'i elektrik ve benzinin her çe-şit hız ile gezdiğimiz halde biz bile bir ucunu öteki ucuna bağlayamamıştık. Bütün yer dümdüz olduğu için güvene güvene koşan iki katlı otobüslere binip saatler-ce ve saatlerce dolaş; seksen kilometreyle giden elek-trikli şehir trenlerine atlayıp; bazen yerin karnından, bazen böğründeki yarıktan, çok defa da kabartma köp-rülerle şehrin üstünden uçar gibi gez; nafile, tekerlek çevikse de şehir uçsuz; serçe ne yapsın, kanadın gücü bitti, Berlin bitmiyor!

105

Page 115: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Kuş yuvada, yuva ağaçta ve Berlin ağaç oldu. Ağaç değil ağaçlık sayısız; her köşede bir bahçe, her yanda bir park, her çevrede bir orman; kuşa bu yeşillik bol-luğunda yem yok mu? Bir parkı geierken küçük bir ço-cuğun yere düşmüş iki kuru yaprağı götürüp sepete at-tığını gördüm. Çocuk yerde yaprak bırakmazsa beledi-ye ne bırakır? Beş milyonluk Berlin'in temizliğini işte şu kuşcağıza sor: Şehirde bir kırpıntı bulamadığı için serçe lokanta masasındadır!

Berlin onu yalnız temizliğiyle yemsiz, büyüklüğüm-le güçsüz değil düzlüğiyle de şaşkın bırakmış olacak. Şehir büyük de olsa tepe dışı görür, kuş küçük de olsa dışa kaçabilirdi. Paris'in hiçbir lokantasında serçe gör-medim, Berlin kadar temiz olmadığından mı? Belki de oranın birkaç tepesi olduğu için. Tepe şehrin büyüklü-ğünü gösterir, bütün serpilişi önüne sererek; fakat tepe büyüklüğü daraltır, çepçevre bitişi göstererek. Düpedüz Berlin'i serçe olduğundan da büyük sandı, bir türlü kı-yıyı göremediğinden!

Kıyı kaypak, şehir oynaik; şimdi Berlin'in kıyısı de-diğin biraz sonra içidir; şehir çağını bulamamış gibi büyüyor. Şu serçenin babası, bir iki yıl önce (Zimenş-tad)a gittiği zaman orada elektrik malzemeleri yapan büyük bir fabrikanın kurulduğunu görmüştü. Fabrika hemen koskoca bir köy, köy birden gösterişli bir kasa-ba, kasaba derhal yetmiş binlik bir şehir oluverdi. Kuş şaşmasın ve şaşırmasın da ne yapsın, bir fabrika iki yılda bizim bütün bir Ankara kalabalığını armağan di-ye Berlin'e yamayıverirse!

Haritanın söylediğine göre Berlin'i karada bilir-dim, orada gördüğüme göre Berlin kıyıdadır. Alman'a bir değirmen arkı ver, sana bir nehir versin. Bir çöp 101

Page 116: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

götüren su bir şilebi de taşıyor. Berlin'in çevresini göl-den göle bütün gün vapurla dolaştık, bitiremedik, me-ğer bütün bu göller Tanrının değil insanınmış!

îşte Tavus Adası'nı geçiyoruz. Kendimi yassılaş-mış Boğaziçi'nde sanıyorum. Tevekkeli değil Almanlar da oraya Hafel Bosfor demişler. İşte Vanze'nin plâjı, bir çırpıda altmış beş bin kişi yıkanabiliyor; bir şeh-rin plâjı değil de bir plâjda şehir. İşte payyonundan görünüş: Karşıda bütün genişliğiyle bir Tuna, beride tıpkı bizim Kalamış koyu, ötede köprüsü kaldırılmış bir Haliç kıvrımı... «Vermeyince mâbud, neylesin Mah-mud!» Lâf, mâbud vermedi ama Mahmud yarattı işte!

Havuzu gölcük, gölü denizcik yap, peki : Irmak sıs-kaysa şişmanlaşlp basıksa derinleşsin; tembelse hızlan-dırıp deliyse uslandır, peki; küskün nehirleri birleştire-rek barıştırsınlar; karalardan kıyı, arklardan nehir, ne-hirlerden liman, limanlardan umman çıksın, hep peki; fakat şehrin ülkeleşip ülkenin şehir oluşu : Hepsinden çok buna şaştım.

Almanya'ya girişle çıkışı düşünüyorum. Girerken Dresden, çıkarken Kolonya mmtakası... Yüz yirmiyle gi-den trenin hızı birçok saatleri bitirdi, fakat şehri biti-remiyor. Meğer haritada küçük toparlaklarla ayrı ayrı gördüğümüz şehirler toprakla kaynaşıp bütünleşmişler. Biri bitmeden öteki, öteki bitmeden başkası. Her yer-de halka olan şehir burada zincirdir. Anladım, Alman vatanı şehirle doluyor değil, şehir vatan oluyor.

Berlin serçeye pes dedirtti. Kuşun en ürkeği lokan-tada bizimle senli benlidir. Ya kartalın yolu bu bitip tükenmez şehir zincirlemesinin üzerine düşerse... Kanat-larını süzecek; şehir; kanatlarını çırpacak; gene şehir; usanıp çırpınacak, hâlâ şehir; kanadın gücü tükenerek tak diye şehre düşüş: Kuşların kralı akim varsa bura-lara uğrama!

101

Page 117: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

B E R L İ N :

II

BİR TEKNİK DEVİ

Napolyon'un bütün Almanya'yı çiğnediği zamanlar-da galiba Schiller, diyor ki : «Karalar Fransız'ın, de-nizler İngiliz'indir, biz Almanlar da fikir ve bilgi ülke-sini alalım!». Sahiden aldılar, önümüzdeki yıl bütün Almanya ilk trenin yüzüncü yıldönümünü kutlayacak. Bu ilk tren 1835'te yukarı Bavyera'daki Nürenberg ve Fürth arasında işlemişti. Saatte yirmi kilometreyle gi-diyordu. Bir Alman şairi bu gidişe baktı, «eyvah, artık mekân düşüncesi öldü» dedi!

Bugün Almanya'da, hem büyük savaştan yenilmiş çıkan Versay halatıyla bağlı Almanya'da, bir günde, yal-nız ana istasyonlardan 17 bin tren kalkıyor. Bu, Bal-lık ve Manş devletleri dışta tutulursa, diğer bütün Av-rupa milletlerinin yürütebildikleri tren sayısına denktir. Alman haritası karaya taşsa Fransız'a, denize çıksa İn-giliz'e çarptı; yüz yılın beri ucundaki Alman lokomoti-fi, kendi vatanında bütün Avrupa'yı dolaşıyor.

«Neş'e bahçesi» manâsına Lüsgarten denen meyda-nın ortasındaki «Mayıs ağacı» adını verdikleri elli met-re yüksekliğ:nde bir direk gördük. Alman toprağı kireç-lidir. Bir minare görsen bir ezan işiteceğini bilirsin; kısır toprağın ağacı en yükseğe fışkırtması: Minareler-

108

Page 118: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

T

den uzun bu direk Alman bilgisinin uzunluğunu bir ezan gibi haykırıyor.

o «Vatan evi» denen bir eğlence yerine gittik. Çeşit

çeşit memleketleri kendi dekorları içinde canlı canlı ya-şatan bir yer. Saray gibi bir yapı. İşte Viyana salonun-dayız. Bütün duvarı kaplayan Viyana Tuna'da yürüyen vapurlariyle birdenbire karşıma çıktı; Kobenzl tepesin-de gördüğüm Viyana da tıpkı böyleydi. îşte Türk kah-vesi; zengin ve emekli şark işlemeleri içinden son kö-şede bizim Haliç'i, o atlas dalgası gibi belirsiz cümbüş-leriyle, olduğu gibi karşımda görünce... Gurbette vatan-daşa raslayış vatanı buluş gibidir, Alman tekniğine bak, vatanımı gurbete getirmiş.

Bildiklerimin doğruluğunu görmekle bilmedikleri-mi de görmüş gibi olduğuma inanıyorum : İşte yağmu-ru bol Ren'in şimşekler ve gürlemelerle boşalan sağ-naklardan sonra yeşil dağların dibinden gömgök akar-ken lâmbaları yanan vapurların ışık serpe serpe gidiş-leri... Bavyera'dan İtalya'ya, Meksika'dan Japonya'ya kadar birçok memleketleri: Kendi kıyafetleri, kendi adamları, kendi musikileri ve kendi panoramalanyla görüp dinlemek; bu, ne resimdir, ne sinema; astar as-lın kendi gibi; eğlenceyle fayda bundan daha güzel na-sıl birleşsin? Hem eğlen hem öğren.

— Alman tekniğinin ne olduğunu mu bilmek isti-yorsun? Öyleyse Niderfinov'daki gemi asansörünü gör-meli!

Bu asansör aşağıdaki nehrin gemilerini yuJkanda-kine çıkarmak için yapılmış; bu yıl biten yapı Alman tekniğinin en büyük öğünüşü imiş. Sekiz yıllık emekle 28 milyon mark gitmiş. Bunu etüd için Amerika'dan bi-le heyetler gelip şaşıyorlarmış... 0 kadar öğdüler ki hâ-

101

Page 119: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

yalim, manivelâh çelik çubuklar üstünden yazlık bir ga-zinoya örtülen geniş tenteler gibi sonuna kadar gerildi, gerildi; hayal ki sonsuz, hakikat ki güdüktür, fakat bir iki saat sonra hakikati görünce, hayalin gergin tentesi birdenbire ilmikleri kopuvermiş porsuk bir yığın zaval-lılığıyla görülenin büyüklüğü önünde yere seriliverdi.

Berlin'in şimal istasyonundan bindiğimiz tren bir saat sonra bizi Niderfinov'a indiriyor. Burası küçük bir köy. Fakat tertemiz lokantası, mermer masalı biraha-nesi, minik oteli, geniş vitrinli eczaneciği, birkaç yüz kişi alabilen sinemacığı, içine kocaman şilepler demir-lemiş küçük deresi... Belli Alman köyü konforlu bir şehrin komprimesi demek olacak.

Otomobil beş dakika geçmeden bizi göreceğimiz ye-re getirdi: Bir iki minare yüksekliğinde, yüz metre uzunluğunda; otuz metre genişliğinde, çelikten örülme bir dağ; yan böğrünün üstünden uzanan bizim Galata köprüsü genişliğinde çelik bir kuyruk, gerideki tepenin üzerine kadar abanarak, gösterişli gövdesini, altından şose geçen boşluk üstüne germiş; çelik dağın dibinde bir havuz var. içindeki su dört beş bin tonluktur. Bir-den karşıdaki kapak yukarı kalktı, havuza dört beş ta-ne şiİ6p girdi. Ne olacak? Adına gemi asansörü dendi-ğine göre sanıyoruz ki yukardan büyük vinçler inerek her biri üç dört yüz tonluk ve dopdolu şilepleri birer sandık gibi kapıp kaldınverecek.

Havuzun gerisine doğru, suyun beş on metre üstün-de. bir kaptan köprüsü görülüyor; ortasında dümen çeviren gemi tekerleği gibi bronz bir çember, iki yanın-da kamaraları, mutfak ve banyo daireleriyle burası ha-vaya asılı çelik bir ev. Bir düdük sesi, bronz tekerleğin kımıldanıp dönüşü, a, bir de baktık ki bu beş bin ton-

101

Page 120: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

luk su da, onu taşıyan ondan daha ağır havuz da, ha-vuzdaki gemiler de, havaya asılı o mutfaklı, banyolu ev de, hep birden, bir iki dakika içinde kırk metre yuka-rıya kalkıverdiler!

Asansöre atlayıp üst kata çıktık. Şimdi üstünden gördüğümüz Galata köprüsü genişliğindeki o upuzun kuyruk, meğer karşıdan gelen Hohenzollern kanalını çe-likli ve asansörlü havuza bağlamak için bir yalakmış! Yalağın içinde ve bölme önünde, aşağıya inmek için bir sürü şilep bekleşiyor. Biz de birine atladık. Hani dün-ya öküzde, öküz balıkta, balık bilmem nerede diye bir tekerleme vardır: Biz şilepte, şilep havuzda, havuz dip-te, dip öteki nehirde... Bu toprak üstünde tekniğin en büyük deviyle bir oyuncak gibi -eğleniyoruz. Teknik, tek-nik... İşte en görülmemişinde bile insanı baştan şaşkı-na döndüren bir büyü, fakat alışılınca hemen çocuk ta-rafı sırıtan birşey var.

111

Page 121: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

B E R L İ N :

III

BERLİN VE TARİH

Berlin büyük, fakat körpe; körpe, fakat herşeyi iri ve kabarık : İşte seksen metre genişliğinde, adını değiş-tire değiştire, saatlerle uzayıp giden Ihlamuraltı cadde-si, bütün İstanbul kalabalığını bu tek caddeye oturta-bilirsin. İşte otobüslerle şehir treni bir günde bir mil-yon bilet kesmektedir. Bu bizim İstanbul'un bir yıllık tramvay kımıldanışına denk olsa gerek. Ve işte Berlin' in Spree ırmağıyla bir sürü kanallarında gidip gelen va-pur ve şileplerin yıllık tonilâtosu bilmem kaç milyon-muş, ezbere de ki kara Berlin'deki pervane dönüşü ko-ca İstanbul limanından üstündür.

Berlin'de yarım milyon ev köpeği var. Her birinden 60 marka kadar vergi almıyor. Bunun tutarı bizim İs-tanbul belediye bütçesinin tapunu geçmektedir! Boyun-larında tasmaları, tasmalarında adları, hizmetlerinde sa-hipleri, sahiplerinde şecereleri... Berlin'in çevresinde birçok köpek çiftlikleri en minyatüründen en azmanına kadar her cinsin çeşitlisini ve her çeşidin cinslisini ye-tiştirmek için çalışıp duruyor. Zamane şehirleri yıkılan saltanatlar yerine sanki köpekler saltanatını kurmuşlar gibi.

112

Page 122: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Zengin Berlin'in yoksul bir tarafı var, yoksul İstan-bul'un çok zengin tarafı olduğu gibi. Şehir, ne yalnız cadde, ne sadece büyük yapı, ne şu, ne bu; asıl şehri tarih yapıyor. Berlin güdük bir dün üstüne serilmiş bü-yük bir bugündür. On beş defa yüz yıla bağdaş kuran İstanbul ise bu bakımdan Berlin'in yanında dev gibi.

Alman eski ama, Almanya yeni. Bismark kendisin-den önceki 120 Almanya'yı 28'e indirdi. İki, üç tanesini son imparator haklamıştı; sosyalistler 18'e düşürdü. Al-manlık, azaldıkça büyüyen tuhaf bir varlık. Hitler'le ya-pılan iş Almajıya'yı teke indirerek bütüne çıkarıştır. Eğer devlet merkezleri birer kalpse Almanya'da bir sü-rü kalp vardı. Berlin bütün Almanlığın nabzım ancak iki yıldır elinde tutuyor.

Şehrin ortasında bir belkemiği gibi uzayan Ihlamur-altı bulvarı ki Berlin'in en tarihî caddesidir, şimdi can-lı bir at üstünde dipdiri heykeli yükselen büyük Fre-derik iki asır önce burada arabasıyla batakalmıştı. Ve gene Frederik'in Berlin halkına baltalık diye vakfettiği şehre çok uzak orman ki şimdi Tirgarten adıyla Berlin' in ortasında hava süzgeçliği yapan yeşil bir hendese gür-büzlüğüdür; ey sanatın mucizesiyle diri gibi duran şeh-süvar, önüne bak da battığın yeri, tunç atını geriye mah-muzla da bıraktığın baltalığı gör!

En eski Berlin, Dom meydanındadır. Tarihin en çok çömeldiği bu Berlin yüz yıl önce otuz kırk binlik bir ka-saba idi ve İstanbul, şimdiki gibi Tanrı verimi bakı-mından gene dünyanın en güzeli değil, o zaman en bü-yük şehirmiş de. Son yüz yıl, şu sivri bacalar yok mu, ne yaptıysa bunlar yaptı. Bizim, bir dua gibi göklere tır-manmak isteyen sivriliklerimiz yerine onların dumanlı sivrilikleri : Yüz yılın ötesindeki küçük kasaba, berisin-de beş milyonluktur.

101

Page 123: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Paris'i alan Prusya idi. Berlin'e dönen Almanya'dır. Yarım asırlık imparatorluğun iki kurucusu, Bismark'la Moltke, Almanlığır. Berlin'de en eski iki âbidesi, işte dünün bu iki adamı içindir, ikisinin heykeli arasında zafer sütunu yükseliyor. Bu sütun birinin kalemiyle öte-kinin kılıcından çıktı; fakat heykellerine bak, sanırsın ki asker olan dev gibi Bismark'tır ve diplomat olan da ince ve düşüngen- Moltke: Bismark, Moltke'nin dışı ve Moltk'* Bismark'm içi.

B smark'ın kendisi de eseri gibi iri, fakat Paris'i alan koca Moltke bu mudur? Sırtına geçirdiği basit ceketle, elini ayağını kavuşturarak dikilen cılız bir pro-testan papazını andırıyor, çenesinin üstünde dudaksız bir ağız çizgisi ve sade gözden ibaret ince bir yüz. Çağ-daşları kendis:ne «büyük sükûtî» derlermiş. Heykeli bi-le taştan kafasının içinde derin bir düşünce saklıyor gi-bi. «Güçlükler yenilmek için vardır» diyen adam; Fran-sa gibi en çetin bir güçlüğü nasıl da yenivermişti.

Elisee Reclus'nün cihan coğrafyasında okumuştum. Moltke bizim hizmetimizde iken, 1838'de Fırat'ın akın-tılarını etüd için Gurgur denen çok tehlikeli yerden bir kelekle suyu geçer. Bu işi ikinci defa denemeye kalkın-ca, Fırat genç Alman zabitinin bu fazla cüretine kızmış olacak ki, bir su dönemecinin şamarıyla kelek devrilip parçalanır. Moltke yüzde yüz bir ölümden ancak kele-ğin rastgele eline geçen küreğiyle kurtulabiliyor. 0 va-kadan otuz üç yıl sonra Paris'e giren ve şimdi karşım-da düşünür gibi duran Moltke, unutma ki, o girişi de, bu duruşu da bizim kelekteki bir kürek parçasına borç-lusun.

Berlin'deki tarihsizliğin hıncını almak için Alman-lar Jiegesallee dedikleri zafer hiyabanmı yapmışlar : Bu, hiçbir memlekette eşi olmayan bir heykel bulvarıdır. Ta 101

Page 124: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

on ikinci asırdanberi bütün Hohenzollerin hükümdar-larının heykellerini, yanlarında başvekilleriyle başku-mandanları da bulunduğu halde, üçüzlü üçüzlü, ve en eskisi sağdan, en yenisi soldan başlamak üzere, upuzun caddenin iki kıyısına öbek öbek sıralamışlar. İşte sağ-dan ta başta, hanedanı kuran ayı Alber, ruhanî kıyafet-li iki büyük adamıyla beraber; işte onun tam karşısın-da ve solda, büyük Vilhelm, iki yanında Bismark'la Molt-ke; işte beride, kadın inceliğiyle şövalye sertliğini bir-leştiren Birinci Oto ve onun karşısında büyük Frede-rik... Sağ sıra dünden güne, sol sıra günden düne uza-yarak, kilometrelerle süren bu heykeller bulvarında çe-şit çeşit asırlar karşı karşıya bakışıp duruyorlar.

Her biri bir şehri süslemeye yetişecek üçer heykel-li bu mermer âbideleri sıralıyabilmek için Almanlar Fransız zaferinden aldıkları milyarları hep buraya har-camışlar. Her heykeli kendi kıyafeti ve çizgileriyle tari-hin tozları arasından çıkarabilmek için gösterilen bilgi, tonilâtolarla mermeri bu biçimlere koymak için çekilen emek... Bunların hepsi tarihsiz Berlin'de tarihten bir cadde yaratmak için : Fakat burada; bol bol cömertlik, buram buram ter, kucak kucak zevk, herşey var, yalnız tarih yok!

Tarihi tarih yapıyor. Sahnede aktör en eski kıyafet-le en eski çağı yaşatır; fakat bu tarih olmaz. Bütün bu heykeller bu caddeye manken birer aktör gibi oturmuş-lar. Hepsi eskinin yenisi, kendisi değil. Ah, büğülü es-ki, elegeçmez eski, Alman zaferinin bütün ganimetiyle Alman sanatının bütün dehası işte en yapılamayacağı yaptı, fakat bir kırmık eskiyi yapamıyor. Güzelim İs-tanbul, asırlık kubbelerinde asırlar kubbeleşti; küçük bir sebiline Berlin'in bütün zenginliği ve sanatı imren-sin.

101

Page 125: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BERLİN :

IV

TASASIZ KÖŞK

Sanıyorum ki edebiyatımızda Avrupa'dan bir yeri «tasvir» biçiminden ilk anlatan yazı Sadullah Paşa'nın Potsdam'daki Frederik Sarayıyla mezarı için yazıp şiir parçalarıyla de bezediği nesirdir. «On dokuzuncu asır» nazmıyla bize bundan önceki yüzyılın «amentü»sünü de veren ve,

Zaman, zaman-ı terakki, cihan, cihan-ı ulûm Olur mu cehl ile kabil beka-yi cem'iyyat!

diyen Sadullah Paşa, ileri gelen hürriyetçilerden olduğu için, Abdülhamid tarafından, İstanbul'a hiç dönmemek üzere, Berlin elçiliğiyle vatandan atılmıştı. Uzun yıllar yurt ve ocak ayrılığına dayanamayarak en son Viyana elçiliğinde havagazı borularını açık bırakmak suretiyle ölen bu içli adam, «kadınlarımız evlerine, erkeklerimiz memleketlerine kapandığından»... diye acı acı kendimi-zi yerer, «artık cehaletin bu derecesini hatırlamak bile insana nefret veriyor» diye kendi bilgisizliğimizden ür-perirken işte en ileri memleketlerin koynunda en geri memleketi özlemek uğruna can verdi.

Gerçek; refahla saadet ne kadar ayrı şeyler; biri gövdemizin, öteki içimizindir. En son konfora varırız da

116

Page 126: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

bir kırnnk asadete eremeyiz. O ki Avrupa'nın göbeğin-de elçiydi, takat vatansız elçi; gurbet cennetse de na-file, dışımız dışta rahatmış, ne çıkar, içimiz yurttadır; yurt yıkıntı olsa da.

Avrupa'ya ne kadar imrendi; beğendiği oradaki iler-lemedir. Kafası bizdeki geriliğe kızıyor, fakat kalbi ge-ridekine mıhlanarak. Tiksinişi sevişindendi. Yurtta ak-sağa kızmıyorsak yurdu seven değiliz. Böyle giderse öle-ceğiz dedi, fakat öyle giden için ölmeyi bilerek.

Ben bunları düşünürken «geldik» dediler. Otobüs mü hızlıydı, Fotsdam mı uzak değil? indik. Edebiyat ne güzel şey, daha çocukluğumuzda iken kafamda iz ya-pan Sadullah Paşa'nın yazısıyla buraya yadırgamadan giriyorum. Altmış yıl önceki bir kalemle Potsdam'a gör-meden ilmiklenmiş gibiyim.

Önce garnizon kilisesine uğradık. Büyük Frederik' in mezarı orada. Gösterişli bir minber, onun altında, somaki sütunlarla çerçeveli, beyaz mermerden işlenmiş kafes gibi bir odacık; üst kornişte tel tel ışıkları geril-miş bir güneş kabartması, odacığın içinde iki sanduka, babasıyla kendisi, buna Sadullah Paşa da bakmış :

Âti saraya sığmaz iken cism-i haşmeti! demişti. Yalnız saraylara değil, Avrupa'ya bile sığmak istemeyen bu afacan adam da işte mermer bir çekme-ceye sığdı:

Nolsan budur cihanda hayatın nihayeti! Berlin'de bannamayan atlı arabaya burada rasladık.

Beygirin tınsı bizi «'Sans - Souci»ye götürüyor. O sıra-larda Alman'ın incelmesi Fransızlaşması demekti. Pots-dam Paris'in Versay'ıdır. Frederik buradaki köşküne bi-le tasasız demek olan Fransızca Sans-Souci adını tak-

101

Page 127: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

tı. Ortasında kubbeli bir parça yükselen ve iki yanında iki daire bulunan tek katlı bir köşk. Sadullah Paşa bu-nu kanatlarını açmış ve hemen uçmaya çalışan büyük bir kuşa benzetmişti. Hele aşağıdan bakınca hiç de ya-kışık almıyor değil. Uçuşta hafiflik vardır, tasasızlık ka-natlanış demek; yapının adıyla duruşu birbirine uygun.

Burada bütün emek bahçeye ve ağaca verilmiş, ön-de kat kat inen, gözün alabildiğine bir bahçe, yanlar-da sonsuz ağaç korulukları. Sadullah Paşa bunları gü-neşin ışıktan örülme kızgın tellerine süzgeçlik yapan ye-şil taraklar diye anlatır ve yollardaki heykeller bu bah-çenin sükûtu içinde yaşadıkları zamanı özleyen sessiz dirilerdir.

Köşkün arkasındaki tepede Frederik'in yaptırdığı su terazisi bir Roma harabesini andırıyor. Köşke giriş yeri Yunan biçimindeki büstlerle dolu; koridorlar Pom-pei'den çıkma heykellerle istifli; duvarlar bir Fransız fırçasının tablolarıyla süslüdür. Belli kral savaş kadar sanatı da seviyormuş.

Çalışma odasının dolaplarında iki bin kadar, hepsi okunmuş, Fransızca kitap; iyi ata bindiği gibi bilgisizli-ği yendiği de belli. Konser odasında çaldığı flütle yap-tığı besteler; cenk planı kadar notadan da anladığı bel-li; işte bir çekmece rafında elyazılarıyla bazı Fransızca şiirleri, evet belli, kılıç gibi kalemi de kullanıyormuş.

Frederik buranın sükûnetine bayılırmış, işte hâlâ ol-duğu gibi duran öldüğü koltuk. Demek asıl sonsuz sü-kûna da burada kavuştu.. O zaman şimdiki Potsdam'ın yansı kadar bile olmayan Berlin'in gürültüsünden ka-çarak, her çeşit yorgunluğunu tabiatın yeşil fısıltısı ve sanatın yelpazeli hülyası içinde dinlendirdiği bu tasasız köşke, biraz tuhaf görülecek ama, hiç kadın getirmez-

118

Page 128: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

miş. Kadın denen civelekliğin bütün bu durgunluğu bir çarşaf gibi silkip sallayıvereceğini biliyormuş demek.

Tasasız köşk Alman ama içindeki hava Fransızdır. İşte Volter odası. Büyük Frederik birçok yalvarış, en yüksek maaş ve en parlak unvanla Volter'i buraya salt Fransızca şiirlerini düzelttirmek için getirtti. Volter ki alaylarının keskinliği ile de ünlüdür, ne iş yaptığını so-ranlara «Kralın kirli çamaşırlarını temizliyorum!» der-miş. Frederik de, yıllardır bir Fransız'ı neye tuttuğunu anlamak isteyenlere şu cevabı vermiş:

«— Portakalı sıkıyorum, posasını atacağım!»

Dünyada prensler ve krallarla denk bir arkadaş muamelesi gören ilk edib Volter'dir. Uç yıl kaldığı bu odanın bir köşesinde güzel bir büstü var, altına Frede-rik'in kendi eliyle yazdığı Fransızca kelimeyi okuyo-rum: «Ebediyet». Bu, portakal sıkılmadan önceydi! Oda-nın bir duvarında bir takım hayvan resimleri görüyo-ruz : Maymun, papağan, leylek... Bir yolculuktan dönen Volter bunlara bakınca hemen anladı: Çirkin, geveze, obur... Bu, portakalın posa oluşudur!

Volter de büyüktür, Frederik de. Her büyük gibi ikisi de unutulmaz adamlardan. Fakat köşkün dış ka-pısı yanındaki şu eski yeldeğirmeni de onlar gibi ünlü ve o değirmencinin bir sözü de onlar gibi büyük. Orada her yeri istimlâk eden Frederik bu değirmeni de almak istiyor. Değirmenci vermem der. Parayı arttırırlar, gene vermez. Kral kızarak zorla alacağını söyleyince, değir-menci, kafası yukarıda, cevap verir :

— Alamazsın, Berlin'de hâkim var!

Frederik'in taşıdığı büyüklük hiç de iğreti değ İmiş. Değirmenciye hak verdi ve değirmen yerinde kaldı. Hâ-

119

Page 129: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

lâ, bütün Almanya'da, kim zorla bir şey yapmak ister-se karşısındakinden hemen şu karşılığı alırmış : «Ber-lin'de hâkim var». Değirmencinin sözü iki asırdanberi bir adalet tılsımıdır. Değirmene bir daha bakıyorum: Başı ehramlı bir kale burcu gibi sağlam duran tunç bir gövde ve bu gövdenin böğründe haksızlığa meydan oku-yan bir kalkan gibi gerilmiş kanatlar... Bütün Avrupa' yı dolaştım, en çok imrendiğim bu değirmen oldu!

120

Page 130: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Berlin'in Düzlüğü — Düp düz Berlin'i serçe olduğundan da büyük sandı bir türlü kıyıyı göremiyor. S. 106

Nlderfinov'dakl Cemi Asansörü — Bizim Galata köprüsü genişliğindeki o uzun kuyruk, meğer karşıdan gelen kanalı, asansörlü havuza bağlayan bir

yalatmış. S. 111

Page 131: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Berlin'de Büyiik Fredrik Heykeli — Ey diri gibi duran şchsüvar, önüne bak da battığın bataklığı, atını geriye

mahmuzla da bıraktığın baltalığı gör. S. 115

Page 132: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Berlin'de Moltke'nln Heykeli önünde — (Solda kitabın müellifi yanında arkadaşı — O zaman Berlin'de talebe

müfettişi olup şimdi Kars mebusu bulunan — Cevad Dursunoğlu. Temmuz 1934, Berlin)

Page 133: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BERLİN :

V

BERLİN'DE TURFAN VE BABİL

Gözümüzde en çok değeri olan kendimizde olmayan-dır. Tarihsiz Berlin en eski tarihlere imrendi. Yeniliği-nin hıncıyla eskiyi en iyi avlayan şehir. Turfan'dan Ba-bil'e, Babil'den Bergama'ya kadar toprak altındaki çok eski tarihler; parça parça yerin içinden çıkarılıp mü-zelerde birer birer çatılmak suretiyle, yirmi otuz asır-lık kefenlerini birdenbire yırtarak işte kendi zamanla-rındaki duruşları ve kılıklarıyla oldukları gibi Berlin'in göğsünde yeniden dünyaya geliverdiler.

Önce Turfan müzesindeyiz. Bugün de Çin Türkis-tan'ı denen bu eski Türk yurdu; Orta Asya'daki eski iç denizden mavi bir artlık gibi kalakalmış Lop gölünü çöl-ler içinde yaşatmak için bütün varlığını vererek eriyip giden Tarım ırmağının tek damarıyla şimdi bitkin bit-kin solumakta olan bu kavruk yurt; meğer yanık top-rakları altmda ne kabarık bir medeniyet saklıyormuş :

İşte şu duvarda, eski Yunan ve Romalılara vergi sandığımız kıyafetlerle duran Türk bayları; öteki duvar-da kraliçenin dansını anlatan aydeğirmi çehreleriyle in-ce kaşh Türk güzelleri; beriki duvarda küpe b!nip uçan kadın masalını çizgilerin kıvraklığı ve renklerin uygun-luğu içinde binbir minyatürü ekleyerek bütün'eştiren

123

Page 134: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

başka bir tablo : Belli Türk parmaklarının çizgisi hem ince, hem diriymiş.

îşte ötede çeşit çeşit eşya : Bugünün en ileri fab-rikasından çıkmış gibi incecik kumaşlar; çevresine otuz kişi alabilecek güzel bir sofra; derisi hâlâ gergin bir mâ-bed trampetesi ve işte gözlerimi hepsinden çok çeken Uygur köylü Türklerinin giyinişlerindeki biçim; ben ki bu kıyafeti olduğu gibi Maraş köylerinde de görmüş-tüm, düşünüyorum : Kaç on kere yüz yıl ve kaç on kere bin kilometre; işte en uzun tarihle en uzak coğrafya, bi-zi bizden gene ayıramamış.

işte bir mağara mâbedi. Kayalar içine oyulmuş, kub-beli bir oda. Tavan altın parıltılıdır ve duvarlar hep renkli resimlerle bezenmiş. Olduğu gibi Turfan'dan kal-dırılıp buraya getirilen ve içinde nice ak sakallının gö-ğe el açtığı bu yer yalnız Tanrı'ya yalvarış odası değil, aynı zamanda bir ^anat yuvası... Bütün bu gördükleri-ni'z ki, o medeniyetten sadece birer işarettir, işaret böy-le ise kendisi kimbilir neydi? Kendisini çöllere gömen iklimle coğrafyaya yumruklarımı sıkıyorum, işareti açı-ğa çıkarân bilgiyle emeğe yürekten eğilerek.

Otomobil beş on dakika sonra bizi Bergama müze-sine bıraktı : Geniş ve yüksek salonun üç büyük duvarı baştanbaşa kabartma heykellerle kaplı. Bunlar devlerle ilâhların çengini anlatmaktadır. Elisee Reclus'nün kita-bına göre «Saçakaltı cephesi» denen bu Bergama eseri-nin terkipçilik bakımından bütün Yunan heykeltraşlığm-da hiç dengi yokmuş, Berlin'in en çok öğünüp durdu-ğu bu b'rkaç yüz heykellik eseri Abdülhamid'in ilk yıl-larında Alman mühendisi Homan idaresindeki heyet bi-zim Bergama'da dört yıl çalışarak toprak altından çı-karıp sayısız sandıklar içinde buraya aşırdı: Bu gibi

124

Page 135: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

işler için çalana becerikli ve çaldırana... Herşey diyor-lar.

Bergama akropolundaki mabedin giriş yerini oldu-ğu gibi canlandırmak için Almanlar, kırk, elli metre ge-nişliğinde ve otuz kadar kalın basamaklı mermer bir merdivenle çıkılan sütunlu bir hol yapmışlar. Burası kurbanların kesildiği yerdir. Yirmi beş asır önce bir Bergamalı da buradan baktığı zaman devlerle Tanrıların savaşlarını tıpkı benim şimdi gördüğüm gibi görüyordu. Müzeyi bu biçime koyuş : Bu, ne tarihin mekân oluşu, ne zamanın maddeleşmesi, ne uzakların güne gelişi; bu, eski asırlarla çağdaş oluşumuzdur.

Mısır salonunun değerine son olmayan en gözde ese-ri küçük bir büsttür. Firavunun genç karısı Nofretete' nin 3405 yıllık büstü. İnce yüzü, uzun boynu ve. koyu kara gözleriyle neredeyse konuşacakmış gibi duran bu Mısır dilberinin asıl büyüsü renginde imiş. Bütün Al-man kimyası bu rengi veremiyor. O kadar kopya yapı-lıp uğraşılmış, nafile; biz eski çinide baharın ölmez ye-şilliğini tuğlanın sırçasına sindirdikti; eski Mısırlı da esmerle pembeliğin yuğrulmasından çıkan bu çehrenin tenini işte otuz şu kadar asrı aşan tazeliğiyle ebediye-tin bağrına mıhladı.

Ne Bergama'nın kabartma heykelleri, ne Milet'in iki katlı mermer kapısı, ne Baalbek'in o kornişli soma-ki sütunları... Bunlarda hoşa giden güzellikleriyle eski-likleridir; lâkin şaşırıp yadırgamıyorum. O somaki sü-tunların eşlerini dört asır önce biz de getirip Süleyma-niye'nin içine diktik. Heykel ve mermer her yerde var. Görülenler, görülmeyenler değil. Fakat bir salonu dö-nüp de Babil birdenbire karşıma çıkıverince... Keskin anber tütsüleri içinde bir büyücü kanadıyla apansız baş-ka bir âleme atılmış gibi şaşakalmışım.

125

Page 136: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Babil mâbedinin koridoru içindeyiz, tki yanımızda; lâcivert, san, beyaz, yeşil sırçalı tuğlalarla işlenmiş iki yüksek duvar uzuyor. Duvarlar arka arkaya dizilmiş iki sıra aslanla süslü. Karşıda mazgallı burçları ve sert ku-leleriyle gerilen bir kapı; arkasındaki boşluğun ötesin-de alabildiğine serpilmiş baştan başa lâcivert çinili bir cephe; bütün bunların üzerlerinde boynuzlu atlar, yılan kafalı kaplanlar, gövdeleriyle başlarını birbiriyle değiş-miş çeşit çeşit mahlûklar.

Önümdeki masanın üzerinde mâbedi tam olarak gös-teren kabartma bir model var. Buna bakarak ve görü-lenlere görülmeyenleri de ekleyerek asıl yapıyı hayalen bütünlüyorum : Şehirden üstün bir tepe, tepenin üstün-de bir kale, kalenin üzerinde buradaki koridor, onun sonunda şu karşı cephe; gerilerde hep birbirinden üs-tün başka burçlar ve başka kuleler... Mâbet kendi as-lını bulabilmek için hayalimin önünde yanlara, ileriye, arkaya doğru genişliyor, uzuyor, kabarıyor. Yüksek sa-lonların tavanları kalktı ve duvarlar açılıp uzaklara kaç-tı : Tanrılarla cenk için göklere kule kuran Babil bulut-lara doğru tırmanmaktadır!

Biz ki şu müzedekilerle bu kadar şaşırıyoruz, ya onu böyle tamam görenler ne hallere giriyordu? Eski şehirlerdeki büyünün nereden geldiğini şimdi daha iyi anlıyorum : Onlar cüce evler ortasına devler kurdular. Şimdiki büyük şehirlerde ise dev gibi yapılar hep bir arada. Onların bir büyüğünü bin küçük daha çok büyü-tüyordu, şimdikinin bin büyüğü ise yanyana birbirini eritiyor. Şu Berlin'de Babil mâbedinden iri kimbilir kaç bin yapı var, lâkin ne çıkar, büyük tezadı avlayış eski-de imiş. Beş milyonluk koca Berlin : Babil senin yanın-da elbet bir oyuncaktı, fakat sana işte onun yüzde biri kadar şaşmıyoruz.

126

Page 137: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Poladam'da Tasasız Köşk — Sadullah Berlin'de Zafer Hıyabanı — Hiçbir Pafa'mn kanatlarını açmış ve memlekette eşi olmıyan heykel

uçmağa hazır bir ku«a benzettiği bulvarı. Üçüzlü gruplar halinde UHk S. 117 öbek öbek sıralanan heykeller S. 115

Barlta'de Hayvan» t Bahçealndc — Dünyanın en küçük kuşu, bir Dünyanın eeı büyük gorili Bobt miligramlık mideye W kiloluk

S. İîl uşak S. 131

Page 138: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Berlin'in Paris Meydanındaki Takı Zafer — Takın üstündeki dört atlı Şar heykelini Napolyon Paris'e götürmüştü, Paris'i alan Almaııl-

Berlin'e getirdi. S. 147

Berlin'de «Meçhul Asker» — Burası bir mabettir, yenilmeyen askere yenilen vatanın mabedi. S. 180

Page 139: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BERLİN :

VI

«HAYVANAT BAHÇESİ»Nt GEZERKEN

İrice bir yüzük taşı gibi küçücük b :r kuştan, kü-çük bir ada gibi ipiri deniz filine kadar, gramla tartı-lan da, tonla tartılan da; uçanından yüzenine, sürüne-ninden koşanına, otla birleşeninden insanla birleşenine kadar hepsi orada. Suyun en diptekilerinden havanın en yukardakilerine, en buzlu yerlerden en kızgın ülke-lere kadar her hayvan yalnız kendini değil, kendi yerini de birlikte getirmiş. Binbir çeşit hayvanla beraber yer-yüzünün binbir çeşit iklimi de bir arada kımıldanıp du-ruyor.

Hepsi kendi konforu içinde : Yalnız sıcak mı gerek? İşte camekânlı bölmelerin kaloriferli havuzlarında birer metrelik esneyişle yüzen timsahlar anayurtlarından da-ha keyiflidir. Şu hep pamuk gibi karla yaşamaktan pa-muklaşmış gibi bembeyaz kutup ayısı, yalnız buzlu yer mi ister? Yaz ortasında da koyu bir kış yaratan salonu ona umduğundan üstününü verdi. Paltoyla pardesüyü sırtlarında ayırdeder gibi sıcaktan serine göç yaparak yaşıyanlar mı var? İşte bu yönde yaylâkları ve öte yön-de kışlakları.

Hayvanlar yalnız kendi iklimlerini değil, yaşadıkla-rı yerin yapı üslûplarını da beraber getirmişler. İşte

129

Page 140: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

hortumlarını bir zekâ enbubesi gibi kullanan ve sırtla-rına küçük evler oturtulan filler için kurulmuş bir Hint villâsı: Söbü kuleleri, yaldızlı sütunları, gösterişli kub-beleriyle yükselen bu yapıda en titiz bir mihraceyi ağır-layabilirsin sanki.

İşte boyunları ve ayaklan pembe, sırtları kara kürk-lü ve kuyruklan açık kurşunî; yerle göğün birleşmesin-den çıkmışçasına uçacakmış gibi görünüp uçmayacak-mış gibi yürüyen o nazlım devekuşlan; eski Mısır dekor-lanyla bezenmiş eski Mısır mâbedierinin salonları için-de; ruhları bu biçimde «tenasüh»e uğramış eski krali-çeler gibi süslü ve kuyruklarının yelpazesini sallıya sal-lıya gezinip duruyorlar.

Aslanlann köşkü de taşıdıklan üne yakışacak kırat-tadır. Emekli Hint ve Çin saçaklanyla işlenmiş; tavan-ları yeleleri gibi kabarık yapılar içinde bu hayvan kral-lannın adları da krallardan alınmış: İşte Afrika orta-sından tayyare ile getirilmiş Sezar, aleve tutulmuş san yakut gibi gözlerini fırıldatarak sinirli sinirli geziniyor ve iijie, bu bahçede doğup büyüdüğü için hiç vahşet ta-ıı.ınujan Sultan : Hepsinin en irisi, en yakışıklısı, en... fakat değil mi ki asıl vatanını bilmiyor, hepsinin en ka-rabahtlısı!

Bahçenin en büyük öğünüşü Bobi adındaki goril-dir. Balyozdan kollan, bel kalınlığında bacakları, iri bir kütük gibi gövdesi ve 214 kilo gelen ağırlığıyla şimdiye kadar böyle bahçelerden hiçbirinin elde edemediği bir rekora ermiş bu maymunlar azmanı kıllı yiğitin; sanki büyük bir Afrika müstemleke çiftlığindeki İngiliz pat-ronu için yapılmış gibi, çok biçimli bir malikânesi var. Bu yanda dinlenme odası, öte yanda jimnastik salonu:

130

Page 141: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Burada kara bir boğa gibi yattığına bakma, ötede bir pire gibi çeviktir!

Bu, ne masraf bu : Şu bir iğne ucu gibi ince sesli ve ancak bir erik çekirdeği kadar minicik kuşu, par-mağının ucunda renkli bir pırlanta kırmığı gibi tutup, diğer elindeki canlı tüpün incecik enbubesinden ağzına gıda akıtarak besliyebilmek için şu kocaman adam bi-teviye uğraşıp duruyor. Bir miligramlık mideye seksen kiloluk uşak!

ötede Roland, bir iki ton ağırlığında ve beş metre boyundaki bu fok balığı; suyun içindeyken, bulgur öğü-tücü bir göbektaşı kadar ipiri görünen başıyla karşıdan iki elinde iki kova taşıyan hizmetçisinin geldiğini gö-rünce hemen sudan atılarak, ağzını bir in karanlığıyla açıp, kayaların üstünde kuzgunî bir fil tulumu gibi sü-rünüyor; içi balık dplu iki kova bir iki dakika içinde boşalıverdi. Bu, Roland'ın kahvaltısıdır!

Yalnız masraf değil, bu ne kadar bilgi bu : Yeryü-zünün binbir çeşit hayvanı hem coğrafyalarından ayrı-lacak, hem coğrafyalarında yaşayacak. Binbir tabiat, bambaşka tabiatlar içinde, konserveler gibi esirgenip saklanmaktadır. Yalnız saklanıyor da değil, tabiata zor-la adım bile attırıyorlar: Bütün tabiatta aslanla kaplan hiç birleşmedi, fakat burada yansı aslan yarısı kaplan yepyeni melez bir yırtıcı da yaptılar!

Mühendisler, mimarlar, yüzlerce baytar, binlerle ba-kıcı : Tonlarla para, kantarlarla bilgi; anladım, koskoca Avrupa'da tam mânasiyle hayvanlar bahçesi —en başta Hamburg, sonra Londra ve Berlin olmak üzere— neye sadece üç tanedir? Rasgeldiğine sorabilirsin : Göster hayvanat bahçeni, söyleyeyim medeniyetini!

131

Page 142: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Bu Berlinliler de ııe kadar meraklı: Bahçenin pos-tanesine kucak kucak mektuplar gelip gidiyor; kimi Bobinin nezlesini, kimi Roland'ın iştahsızlığını sormak-tadır. Bir takımı ayılardan yarım tonluk Alaskalı'ya, bir takımı hilâl boynuzlu mukaddes Apislere vurgun; kimi, boyuna işliyen çeneleriyle yalnız kulaklara değil, sayısız renkleriyle gözlere de gevezelik eden papağanla-ra; kimi de görünmeyen iplik gibi ayaklarıyla havada duruyor gibi görünen Japon leyleklerine gönül bağla-mış; Eh, her hayvanda bir parça insan var ve insan hayvanları severken, kendisinde onlardan bir parçayı be-ğeniyor olsa gerek!

Diyorlar ki, bu gibi bahçeler hayvanlar için bir cen-netmiş : Evet; ne parçalamak, ne parçalanmak; yiyece-ği uğrunda ne yorgunluk, ne üzülüş; her istedikleri ön-lerindedir; fakat şu aslanın kızgınlığını, şu kartalın ta-sasını geç; ya şu iri gözlü geyikteki bu öksüzlük; şu be-nek boyunlu zürafaadaki bu küsüş, beyaz tenlerini ka-ra çizgili çemberlerle süsleyen şu tombul yaban eşek-lerindeki bu kaygı niye? Parçalayanlar değil, parçala-nacaklar bile, belli işte, yürekleri çarpa çarpa, fakat ba-şıboş yaşamak istiyorlar: Durgun ve mıhlı cennet, cen neti verenin olsun!

132

Page 143: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

BERLİN ve PARİS ARASINDA :

I

«REN»LE «MARN»I GEÇERKEN

Yüz yirmi ile koşan tren bizi gündüz geceden çıkın-ca Berlin'den alıp gündüz geceye girince Paris'e bırak-tı : Bütün gün gördüklerimiz ya biribirine lehimlenmiş gibi tükenmez şehirler, ya şehirlerden kopmuş gibi sa-ğa sola serpilmiş köyler, ya yemyeşil düzlükleri mavi-leyen ırmakların kıvrımı, ya yumuşak tepeleri kürkle-yen ormanların gürbüzlüğü : Göze çeşni olsun diye bir karış boş yer... Boş yere arama!

Yazık, Ren'i ne çarçabuk geçtik : Tuna'yı andırır-casına genişleyerek, uzaktan baca dumanlarının buğu-ları altında hülyalı bir tablo gibi görünen büyükçe bir şehri kıyısına abandırmış güzelim Ren, şimşekleme bir sinema oyunu gibi, âniden görünüp kayboldu: Ne çı-kar, bir göz kırpmasında yalnız bugünkü Avrupa'nın en işlek ırmağını değil, bin beş yüz yıl önceki büyük Türk imparatorluğunun batı sınırını çerçeveleyen Ren'i de görmüştüm.

O bir kıpmalık görünüş; on beş kere yüzyıllık za-manı, gergin bir perdeye dokunmuş ustura ucu gibi, is-te birden yırtıverdi : Beşinci asrın başındayız; Çin be-rilerindeki Orta Asya yaylâlanndan Alman ovalarına ka-dar yeryüzünün büyük düzlükleri, mahşere uğramışça-

133

Page 144: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

sına, baştan başa çalkantı içindedir. Şahlanmış bir ka-sırga, büyük sahraları birbirine aktarıp, doğudan ba-tıya doğru, ufukların merdanesini çığlar gibi yuvarla-yarak ilerliyor: Tarihlerin Hun gelişi dedikleri bizim gelişimiz!

Hazer'den Ren'e, Tuna'dan Baltık'a kadar, hep Al-taylarda yontulmuş ses veren yaylalarla ölüm ıslıklı ok-lar imparatorluğu; Başbuğ Atillâ, Tann'nın kamçısı ve yeryüzünün çekici, dış için, sürüsüne titriyen yumuşak yürekli bir çoban, iç için; dışa korku, içe sevgi; sarayı altın dolu, fakat başındaki taç paslı demirdendir; ya-bancılar altın tabaklı gümüş sofralarda ağırlanır, fakat kendi yemeğini tahtadan çanaklarda yiyor; dünyanın hiçbir gösterişine eğilmeyen, fakat bütün dünyaya bo-yun eğdiren başbuğ.

Bir şamar : Bizans, efendisine diz çöken bir köle-dir. İstanbul kapılarına kadar yıldırıma bürünmüş gibi gider, fakat Macar ovasındaki otağına, elçi biçiminde kendisini öldürmek için gönderilen Bizanslıyı, yapmak istediği alçaklığı yüzüne vurduktan sonra, kılına dokun-madan sağ salim geri gönderecek kadar, sayı bile şaşır-tacak, yüksek iç erenlikleri göstermeyi de bilir: Kendi-sinde yanardağla su şırıltısını birleştiren adam.

Dayanmaya yeltenen yerler, zelzeleli bir yangına uğ-ramış g :bi yıkılıp kül olmuştur, fakat eğilen şehirler-den okşayıcı bir esiş gibi geçti. İşte koskoca Milâno'da yaptığı kötülük sadece saray salonundaki bir tablonun çizgilerini değiştirmekten ileri gitmiyor: O tablo, taht üstündeki Roma imparatoruna diz çöken Hun prensini gösteriyordu. Attilâ bir ressam çağırttı, şimdi tahtta otu-ran Hun kralı ve yere kapanıp vergi veren Roma im-

134

Page 145: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

paratorudur. Bu, yalnız kâğıtta kalan bir eğlence değil, tabloda çizdirdiğini kendisi işte toprakta da yapıyor.

Roma imparatorunun kız kardeşi Honoria ateşli bir dişidir; Attilâ'daki volkanlı içe vurulmuş olacak; kapan-dığı hapishaneden Türk Başbuğuna bir nişan yüzüğü gönderiyor; hem kocası, hem kurtarıcısı olsun diye, Attilâ yüzüğü nişanlısına takmak için Alpleri aşmış, ufuk-lara sığmayan ordusuyla bütün yukarı ve orta İtalya'yı alarak, işte Roma üzerine yürüyor. Dünyayı titreten Roma zangır zangır titremektedir.

Eğer Attilâ birdenbire... Ne kadar alıp gitmişim; yemekli vagondaki yolcuların «Marn, Marn» diye fısıl-damşlarıyla silkinip kendime geliyorum. Marn'ı geçiyor-muşuz : Büyük savaşta Paris'e dayanan Almanları geri çeviren ırmak; Fransa'nın Sakarya'sı: Bizim Sakarya Dumlupınar'a gebeydi; Büyük Harbin sonunu da başın-daki Marn doğurdu.

Marn yalnız Fransa'nın değil, bizimdir de; Türk ta-rihinin çok büyük bir cengi bu ırmakta geçti. Attilâ'nın Ren'den kalkan yedi yüz binlik atlısı, kanatlı gibi Marn'ı aşıp, Paris'i sağında bırakarak gök gürlemesi ha-linde Orlean'a iner. Atlas denizine de gidilerek bütün Avrupa'da tek bayrak dalgalanacak. Fakat Marn'la Sen arasındaki yerlere Champagne derler, şampanya şarabın kraliçesi, Orlean iki içkinin de en iyisi ile dolu, bütün ordu şarap kavlarına sarılmıştır; ne dağ, ne taş; ne Aetiüsün becerikliği, ne düşmanın gözpekliği... Yolumu-zu şarap kesti!

Gerisingeri Mama döndük. Şarabın sarhoşluğu uzundur, ordu ancak orada yayılmış olacak, Marn kıyı-larında Şalon cengi başlıyor; atlı düzlük ister, £'tilâ

135

Page 146: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ovada; çekinen sığınmak ister, birleşik ordular sırtta; öteki açık, beriki perkinli; günlerce ova sırta saldırı-yor, nafile, Attilâ taktiği değiştirdi, değil mi ki düzlük sırta çıkamıyor, öyleyse sırt düzlüğe insin : O bekledi, sırt inmedi; gidemeyiş düzlüğün, gelemeyiş tepenin; ne yenen, ne yenilen; kazanç yalnız ırmağındır; on beş as-rın iki ucundaki Marn, Fransa'yı iki defa kurtardı.

Asya yaylasından taşanlar yeryüzünün neresine git-medi? Tarihin her çağında başka ad, coğrafyanın her alanında başka kuruluş. Kılıklar çeşitli, öz bir. Beşinci yüzyıl ortasında Hun adıyla Paris altlarına gelmiştik, sekizincinin ortasında Endülüs'ten aşarak, Müslüman tekbiryle, gene Paris altlarında görünüyoruz. Attilâ Or-lean'ı almıştı; Afrika'nın Berber ve Hazer Türkleri de Abdurrahman'ın başbuğluğunda Tur'u aldı, iki şehir de Fransa'nın en uzun ırmağı Luarda'dır; doğudan ve yu-karıdan gelen kolla batıdan ve alttan gelen kol aynı su-da birleşiyor: Yeryüzünde hiçbir ıık tarafından bun-dan daha büyük bir çember kurulmadı.

Orlean Jan Dark'la, Tur Balzak'la ünlüdür. îlkinde şaraba daldığımız için çekildik, ikinciyi yağmaya koyul-duğumuz için bıraktık. Öncekinde Şalon'a varınca ayrıl-dıktı, sonrakinde Puatya'ya gelince toplandık. Şalon ye-nemeyişimizdir, Puatya yenilmeden çekilişimiz. Attilâ birdenbire ölünce Avrupa ve Fraiısa kurtulmuştu. Ab-durrahman vurulunca Fransa ve Avrupa kurtuldu. Or-lean Fransası'nm sona kalıp kurtuluşu. Tur, öne düşüp kurtarışı; iki şehrin arası ancak yüz kilometre tutuyor. Tarihin üç asrıyla çelik kıskaçlı Türk çemberinin iki ucu, coğrafyanın yüz kilometresiyle ayrılmış iki şehir-den biribirine bakıp, aynı ırmağın sularıyla hâlâ derin-den derine konuşuyorlar!

136

Page 147: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Orada şarap, burada yağma; ötede ölüş, beride vu-ruluş... Ne kadar büyük ırmaklar var ki küçük kaynak-lardan çıktı, ne kadar çalkantılı tarih küçük işlerden doğuyor. Kadis'te kral öldürüldüğü için bütün İspanya Müslümandır, Puatya'da Müslüman kumandam rastgele bir okla vurulunca Fransa, İspanya olmadı. Geceyi göğ-sü üstüne pembe bir cibinlik gibi germiş dillere destan Paris : Unutma, senin bu oluş ve yapılışında biz de va-rız!

137

Page 148: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

PARİS ve BERLİN :

II

İKİSİNİN KARŞISINDA BİZ

Paris ve Berlin çapında iki büyük şehrin ayrılış çiz-gilerini yakalamak ve bu kalabalıkta iki şehirlinin ka-rakterlerini cımbızlamak gibi çok güç ve değerli kimse-ler için bile çok kaypak işlere dalmaktan ürpererek uza-ğım. Bu karşılaştırış sadece geçici bir gezginin gözleri-ne ilişivermiş noktaları sıralamak içindir. Ne derinlik, ne özlülük, hepsi kabukta kımıldayan şeyler: Aldanma-dıklanm varsa tesadüfe veriniz, aldandıklarım benim-dir.

Birleşişleri saymak kolay : İkisi de, —Londra dışta— bütün kara Avrupa'nın en büyük iki kalabalığı; dört beş milyonluk gövdeleri var, fakat ikisinde de ufacık bir yıkıntı yok; hep yapılar yaşlı da olsa dinç, her yeri dolaş, ne çatlaklık, ne patlaklık! İkisi de yeşillikle do-lu : Orada Tirgarten bahçesinin tükenmez ormanı, bu-rada Bulonya ormanının sonsuz bahçesi; belli iki şeh-rin de ciğerleri sapasağlamdır.

Birinin Versay'ı varsa ötekinin de Potsdam'ı var ; İkisi de, ikisinin kulağına birer küpe gibi takılı! Onla-rın Moltke'si Paris'i aldıysa bunların Napolyon'u da Berlin'i almıştı: İkisi de ne övünsün, ne eğilsin! Ber-

1 3 8

Page 149: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

lin, çekirdekten ağaç fışkırır gibi, küçücük Dom'dan bü-yüdüyse; Paris de, adamın bebekten oluşu gibi, Sen'in ortasında söbü ve şişkin bir beşiği andırarak uzayan Si-te adacığından doğdu işte.

Irmak girip ırmak çıkan ikisinden de Tann'nm gü-nü yüz binler girip yüz binler boşalıyor. Onda ve bun-da milyonların kımıldanışı ve milyonların uğultusu; fakat ikisinde de hiç sivri ses yok. Kulak doluyor, fa-kat tırmalanmıyor. Sesin azgını budanık, gürültünün keskini ezik. Gizli bir iple çekiliyorlar gibi düzgün oto-mobil dizileri hıza gelmiş kaplumbağalar gibi sessizdir ve çanlarını hiç işletmeyen tramvaylar, gözü doldurup kulağa dokunmayarak, patenlerde gibi kayıyorlar.

îki şehrin ayrılışlarını karşılaştırırken bir Türk için ilk düşünülecek gerçeklik şu olsa gerek: Biz Av-rupa'yı Fransa'dan tanıdık, ve Avrupa bizi Fransızcadan öğrendi. Fransız Frank'tan, Frenk Fransız'dan gelir ve biz hâlâ ecnebilerin hepsine frenk deriz. Batının en öte-sindeki Paris bizim için en berisindedir.

Biz her garplıyı Frenk bildiğimiz gibi Avrupa da her şarklıyı Türk biliyor. Berlin'in «Vatan evi»ndeki baştan başa Arap dekorlu kahvenin adı Türk'tür; Paris'in Pan-teon'unu görmeye gelen, başları agelli ve sırtları ihram-lı müstemleke Müslümanlarına oradaki Fransızların «Türk, Türk» diye söyleşip bakıştıklarına şaşakalmış-tım. Kızarak gülüyor ve gülerek kızıyorum : Kızışım bi-zi bilmeyişlerinden ve gülüşüm yalnız bizi bilişlerin-dendi.

Niye başkasını değil de yalnız bizi bilirler? Ne yap-sınlar, şarkın yamanlığını garp yalnız Türk'ten öğrendi. Çok uzakları bırak, daha beri çağlarda bile bizi deniz-de Barbaros ve Turgut'la, karada yeniçeri ve akıncılar-

139

Page 150: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

la tanımıştılar. En çok unutmadıkları hâlâ o kelimeler-dir. Her Avrupalı dilde bugün dahi yaşayıp duran «Türk gibi güçlü» sözünü, küçük yapılı futbolcularımız bile ha-tırlarından silemedi, mazinin dev gövdeleri o kadar iç-lerine işlemiş.

Biz niye Avrupalıları ayırdetmez de hepsini Frenk biliriz? Ne yapalım, uzun yüzyıllar Avrupa'da devlet ola-rak yalnız Fransa'yı tanıdık : 0 da kralının sadrazamı-mızla denkliğini kabullendiği için! O koskoca «mukad-des Cerman İmparatorluğu»nu bile niye tanımadık? Ro-ma'nın mirası onun değ l bizim olduğu için! Bütün Av-rupa, uzun yüzyıllar, limanlarımıza ancak Fransız bay-rağına sığınarak gelebildi. Fransa eteğimize, onlar Fran-sa'ya yapışmıştı : Avrupa'yı Frenk görüşümüz Avrupa' mn Frenk görünüşündendir.

Bütün batı ulusları içinden yalnız Fransa bize kar-şı «an'anevî dostluk» sözünü kullanabildi ve biz de yal-nız Fransa hakkında «mânevi vatan» dedik. Bu sıfatı Mekke ve Medine için bile kullanmamıştık. Yüzümüz ba-tıya döndüğündenberi Fransa'nın b:lgisinden kafamıza ışık, edebiyatından kalbimize duygu ve ihtilâlinden yü-reğimize peklik geliyordu. Namık Kemal ve Ziya Paşa-lar vatan içinde hürriyet yok diye Paris'e kaçtılar, hür-riyet içinde vatansız kalarak.

Bütün bunlan hatırlayış, Paris'le Berlin'i karşılaştı-rırken bitaraf kalamayacağımızı anlatmak için değildir : «Kuvayı Milliye» zamanındayız. Alt Anadolu'daki şehir-lerimiz henüz kendi başlarına Fransızlarla uğraşıyor. Adana cephesinde iki tarafın konuşması lâzım gelmiş. Bizimkiler ince bir yumuşaklıkla Fransız generaline Türklerin Fransa'yı ikinci bir vatan bildiklerini ve biz-

140

Page 151: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

deki Fransız kültürünün köklülüğünü anlatmaya çalışır-ken general birdenbire köpürür :

— Öyleyse niye nankörlük edip bizimle harbetti-niz?

Bizimkilerden genç bir zabit karşılık vermiş :

— Nankör değil pişmanız! Öfkeli sözlerde hak azdır; ne nankörüz, ne pişman,

yalnız hiçbir millet başımızda değil, her millet karşımız-dadır. Kendisini her şeyin üstünde sevmeyen milletin dostluğunda da değer yoktur, düşmanlığında da. Yanm asır Alsas Loren için duydukları acıdan ne kadar hak-lı olduklarını işte kendimiz de İskenderun ve Antakya' nın sızısından anlıyoruz.

Ne büyük savaşta o kadar boğuştuk diye Fransız'a küsüp Fransızcaya .sırtımızı çevirdik; ne büyük savaşta, silâh arkadaşımızdır diye vatanıma «Enverlând» diyen-lerin mahmuzlu ağırlığını unuttuk. Yarı dünyaya güven-diğimiz zaman güvendiklerimizle çöktüktü; kendimize gü-venince -yarı dünyayı çöktürenleri kaçırttık. Meğer ne onda, ne bunda; ne varsa kendimizdeymiş : Paris ve Berlin, ikinize karşı da bitarafım.

141

Page 152: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

PARlS ve BERLİN :

III

İKİ ŞEHRİ KARŞILAŞTIRIŞ

Haksızlık etmemek için ilkönce iki şehir arasında ki şu büyük ayırlığı göz önünde tutmak gerek : Bütün Fransa Paris'tir, fakat bütün Almanya Berlin değil. Fran-sa'nın Paris'ten sonra iki büyük şehri olan Liyon'la Mar-silya'yı, her birinde iki üç gün kalarak görünce anla-dım ki, her işe yarıyan beş altı ırmakla baştan başa sulak bir bahçe denebilecek olan Fransız ülkesinde Sen kıyısına yatırılmış tek bir güneş vardır, gerisi hep on-dan ışık alan irili ufaklı yıldızlar!

Haritaya bile bak, vücutta kalb neredeyse Paris Fransa'nın orasında; bütün Fransa'yı çekip bütün Fran-sa'ya veren Paris : Orada bir hapishane basılır, bütün Fransız ülkesi ihtilâle uğramıştır! Fransa'nın bütün ta-rihi oradan aktı ve Fransız'ın bütün estetiği orada top-landı. Fransa Paris'e denizden başka her şeyini vermiş ve Paris Fransa'ya her şeyini dağıtmış, kendinden baş-ka! Uzun yıllar kırk milyonun işleye işleye özenip beze-nip yaptığı bir eser; bir., fakat pir eser!

Halbuki Almanya'da Berlin bir değil beş altı tane : İçlerinden en kalabalığı olan Berlin'e ötekiler yıldızdan azma bir güneş gibi bakıyorlar! Dünü derin Münih'in gözünde Berlin bir türeyiştir, Almanya'nın en büyük kı-

142

Page 153: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

mıldanışını uğuldatan Hamburg başlı başına bir varlık. Alman bacalarını en çok tıklımlaştıran Dresden ve Ko-lonya gibi yerler güneşlikten bile çıkıp, birçok şehirleri birbirine ekleye ekleye, yıldızları kümeleyen samanyolu-na dönmüşler: Paris Fransa'nın her şeyi ama Berlin Al-manya'nın "bir şeyi.

Paris'le Berlin'i karşılaştırırken göze önce fizik ay-rılışlar çarpıyor : Berlin düpdüzdür, Paris hem düz, hem dalgalı. Düzlükte düzgün iş yapılır, dalgalık yapılanı ka-bartır. Paris'teki büyünün temeli toprağın bu ikizli bi-çiminden çıksa gerek! Etual'den Konkor'da doğru bakıyo-rum : O güzelim Şanzelize, iki ucu belirsizce kalkık ve ortası tatlıca bel vermiş, yere inme asma bir köprü gibi uzanıp gitmektedir; yürürken sanacağım ki ayaklarım toprağa basmıyacak; yoldaki bu uzun dalga kıvraklığı, veri yerden kaldırmış gibi : Halbuki düz Berlin topra-ğa mıhlıdır.

Toprağın düzü ile dalgalısı ziyayı da başkalaştın-vor. Berlin'in elektrik voltu belki Paris'ten üstündür, fa-kat Paris gecesi Berlin'den çok parlak. Düzlükte sıra-lanan ampuller birbirini yer ve tırmanan ışıklar birbi-rini besler. Şanzelize'nin elektrik lâmbaları, yere yatı-rılırken başı yukarda kalmış bir merdivenin görülmez basamaklarına takılı gibi, hep birden görünüyor.

Bu ışık işine yalnız düzlük değil, ağaç da karışır. Dallar havadan oksijen alıyorsa yeşillik de ışığı emmek-tedir. Berlin'in en çok nesine imrendiğini sorduğum bir Fransız «ağacının bolluğuna» demişti. Bunu söyleyen Parisli'nin Bulonya ormanını düşün. Bizim büyük elçi-mizden dinledim : Biz Paris'e varmadan biraz önce hü-kümet, bütün Fransa tarihinde ilk defa olarak, büyük

143

Page 154: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

bir gece eğlencesi veriyor; 46 bin otomobille, 150 bin kişi bu ormanlı bahçe içinde kayboluvermiş!

Öyleyken Paris'in ağacı daha az olduğu için ışığı daha parlak. Çıplak yolda geceyi gündüz yapan ampul dizileri aynı yol ağaçlanıverince alaca karanlıktır. On-lar ki şehirlerinde yapıdan çok ağaçla övünüyorlar, ağaç deviren balta, gövde seren bıçaktan daha kanlı; mede-niyetin rengini sorsan yeşil diyecekler; yeşil ışığı emi-yor öyle mi? Hiçbir elektrik tufanı Berlin yeşilliğini doyurmaya yetişemez.

İki şehrin bütün ana yolları, ya meydanların uzatıl-masından veya caddelerin meydanlaşmasından doğmuş gibi geniş geniş. Berlininkiler niye öyledir? Belli, şeh-rin yeniliğinden. Ya eski Paris nasıl öyledir? Bu biraz gizli : Fransızların barikat harbi dedikleri sokak savaş-ları; köşe başlarına araba, masa, sandalye, zincir gibi ele ne geçerse yığılarak yapılan barikatlar; köpüren hal-kın sokağa güvenerek devlete kafa tutması: Fransız ta-rihi kaç defa bu barikatlarla şahlandı. İmparatorluk za-manında barikat yapılmasın diye bütün sokaklar mey-danlaştırılıyor : Devletin halktan korkması; dar eskinin geniş bugün oluşu bundandır.

Berlin körpe, Paris yaşlı. İkisi de büyük, fakat Ber-lin'de daha çok irilik ve Paris'te daha çok olgunluk var. Tuhaf, Berlin şehrinin sembolü ayıdır. Berlin arması ayı ile süslü, Hohenzollern hanedanını kuran Alber'in lâkabı ayı; hayvanat bahçesindeki beş yüz kiloluk Alas-kalı Berlinlinin en çok sevdiği dört ayaklı! Bizim mil-li totemimiz kurttur. Parisliye baktım; bilmiyorum neyi seviyor? Yalnız bellibaşlı âbidelerinde hep aslan görülmektedir i Belfor aslanı, Cumhuriyet aslanı, Halk

144

Page 155: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

meydanındaki aslan... Tevekkeli değil, Paris'in kendin-de bile yeleli bir kabarış var.

Konfor Berlin'de daha yaygın, Paris'te daha gü-dük; lokantalarından otellerine kadar bakın, Berlin'de orta olan Paris'te lükstür! Paris Berlin'den sıcak, fakat Berlin Paris'ten temiz olacak ki orada beyaz pantalon giyen var, burada pek yok! Berlin tramvayfarındaki bi-letçi; boynuna asılı çantasının kayışına içi süngerli bir kutucuk yerleştirilmiş, parmağını oraya sürüp bileti öy-le koparmaktadır; Paris biletçisinde parmak dudakla nemleniyor!

Teknik Paris'te övünüş, Berlin'de orta malı: Bir Paris metrosunda, büyük levhalarla yazılmış bir ilân gördüm: Filân istasyonda otomatik merdiven olduğu-nu söylüyor. Halbuki Berlin metrolarından pek azma şöyle bir ilân asılsa yeridir : Burada merdiven pek kı-sa olduğu için otomatik yapılmadı: Paris'in yaptığı teknik Berlin'in yapamadığına denk.

Berlin daha çok yapı, Paris daha çok âbide; kübik çizgiler için yaşsız Berlin daha atılgan, çizgileri tarihle yapılan Paris daha çekinişli; iki şehrin heykellerine ba-kıyorum : Burada Mirabeau yumruğunu sıkmış, hürriyet istiyor; bir kayanın üstündeki Clemenceau, sırtına bir nefer kaputu geçirmiş, sipere gidecek. Ötede bütün Fredrikler, Vilhelmler, Bismarklar... Bütün bu mermer-lerle tunçların haykırışından da belli : Paris'te millet devletin üstündedir, Berlin'de devlet milletten üstün.

145

Page 156: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

PARİS ve BERLİN :

IV

GENE KARŞILAŞTIRIŞ

Berlin'de yadırgayış, Paris'te kaynaşıveriş; yalnız dil yüzünden değil, çok iyi Almanca bilip Fransızca an-lamayan uyanık görüşlü bir arkadaşım bile söyledi ki kendisine Berlin daha yabancı, Paris daha sokulgan gel-miş : Neden böyledir? Berlin'in Almanlığı koyu, Paris' in Fransızlığı yaygın. Katıda erimek güçtür, halbuki Pa-ris... Bir Fransız yemeğinin çevresine her milletten bir garnitür konmuş gibi, herkes orada kendinden bir tat bulabiliyor.

Gövdelerine bile bak; Berlin daha çok birdir, Paris daha çok çeşitli. Orası tek kalıptan dökülmüşe benzi-yor ve burası... Işıktan oklar gibi çepçevre on iki cad-de fışkırtarak güneşleme bir değirmiliğin şatafatıyla fı-kırdayan Etuval-meydanı : Sen'in ötesinden berisindeki Eyfel'i kucaklamak ister gibi kollarını açmış Trokade-ro Sarayı'ndan park ilerisindeki asker mektebine kadar binbır tezgâhın eklenmesinden çıkmış gibi halılaşmış bir toprağın renk renk uzayıp serpilişi; ötede o denksiz âbidesiyle Cumhuriyet Meydanı, beride... Anladım, her iki şehir âhenkli bir vahdetin bütünlüğünü göstermek-le beraber Berlin ayrı olanları bir yaptığı halde Paris' in birliğinde ayrılar ayrılıklarını koruyabilmişler.

146

Page 157: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

îki şehrin iki nehri; Sen açık göğüslü; Spre uzun-lamasına kazılmış kuyu gibi. tki şehrin şimendiferleri ırmaklarının tersine: Berlin şehir treni yukarıda koşar, ancak bir defa yer altından gittiğine rasladım; Paris'in-ki yüzlerce kilometrelik köstebek ağı; yalnız bir defa yeryüzüne çıktığını görmüştüm : Paris treninin gündü-zü Berlin treninin gecesi kadar.

iki şehrin iki sivriliğine bakıyorum : Üç yüz met-resiyle Eyfel görünen ahenk ve gösteren süs diye yapıl-mıştı; sonradan telsiz çıkınca radyo kuleliğine de ya-radı. Almanlar radyo için yarı Eyfel boyunda Fonk-turn'u yaptılar, Berlin panoramasını göstersin diye bir de asansör uyduruyorlar; Paris sivrisinde önce güzel-lik, sonra fayda; Berlin sivrisindeyse fayda güzelliği sü-rüklüyor.

îki şehrin iki tâkı : Kabartma heykellerindeki can-lılık ve oymalanndaki dantellikle bütün akranı içinde dengi olmıyan Etual tâkızaferi şehrin en kabarık yeri-ne ellilik boyu, kırk beşlik eni, yirmi şu kadar metre-lik derinliğiyle iki manâca da ağır bir taç g;bi kurul-muş.

Berlin'in Paris meydanındaki tâkızaferse, Etualde-kinin yarısını kesip buraya dikmişler gibi, daha ince ve daha yufkadır. Bunun üstünde, şar içindeki peri tara-fından dizginlenen şahlanmış dört atlı bir heykel var. Berlin'i alan Napolyon'un beğenip Paris'e götürdüğü bu heykeli Almanlar Paris'i alınca geri getirmişler. Ne çı-kar, asıl iki tâkı değiştirmeliydi; iri yapılı Alman'a ora-daki, civelek Fransız'a buradaki daha uygun düşeceği için.

Tâklarda böyle ama parlâmento binalarında öyle de-ğil : Fransız'ın parlâmentosu meğer ne kadar küçük-

147

Page 158: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

müş. Adı bile «Meb uslar odası». Bir katlı yapının amfi biçimli saloncağızı, bizim ziyaret zamanımızdaki gibi bomboş da olsa, hürriyetin bir buçuk asırlık uğultusuy-la, dopdoluydu. Halbuki Berlin'in Rayiştağı, altın yal-dızlı büyük kubbesini yükselterek kurula kurula geri-len bu dev gibi yapı; süslü bir zarfa konmuş yazısız mektup gibi; gösterişli gövdesi içinde boş bir şey sak-lıyor.

Paris'teki otelin salonunda, kumral bıyıklı bir Fran-sız, masadan aldığı bir gazeteyi okurken gülüp duruyor-du. Bırakınca baktım, Leon Dode'nin gazetesi; bu koyu kralcı Dumerge çatıyor: Demir gibi sert değil diye! Kumral bıyıklı Fransız gene başka bir gazeteye gülmek-tedir. Koyu solcuların Ümanitesi : Dumerg, Fransa'yı krallardan daha çok hürriyetsiz bırakmış! Ben de güle-rek düşündüm : Fransa'yı galiba sağa sola gülen bu adam tutuyor.

Ötede nasıl mı? Bilmem, Almanca bilenler söyle-mişti, bütün Almanya, bir sürü çeşit adlara rağmen, tek gazete okuyormuş : Belki de bu sağa ve sola gülen ada-mı bulamadıkları için olacak.

İnsana öyle geliyor ki Alman bir arada çok şey, Fransız tek başına da bir şey. Toplu Alman kırk ikilik Berta'yı andırıyor, gülle orada hepsinin; tek Fransız da cep tabancasına benzetilebilir, kurşun burada birinin : Orası «ferd»i arıyor, burası bulmuş gibi.

Gazinolarda ve eğlence yerlerinde de gözüme çarp-tı : Berlin'de başkalarının da oturduğu masaya hiç dü-şünmeden gidip oturabilirsin. Paris'te masa tek kişi de olsa onundur. Orada birliğe, burada tekliğe gidiş : Al-man'da kalabalık bir adam gibi; Fransız'da adam kala-balıkta da kendidir.

148

Page 159: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Berlin'de iken birçok Alman'ın yüzünde yara izi gördüm : Meğer üniversiteye giren her genç oranın ter-biye cemiyeti tarafından kendi en candan arkadaşıyla düelloya mecbur tutulurmuş. Yalnız şahdamar zırhlı-dır, ancak ölme yok, dostun dostu yaralayıp bereleme-si, kırıp kırılması... Almanya'da terbiye daha sert, bel-li; Fransa'da terbiye daha köpüklü, belki!

Kadınlarına baktım : Berlin'in en çok kaynak ve kı-mıldanış yeri olan Aleksandr meydanında «Bayan Ber-lin» manâsına Berolina denen bir heykel var. Orta za-man Alman kadınını gösteriyor. Gürbüz, tombulluğu şişmana yakın, göğsünün fışkırışını çelik örmesi gibi cepgeniyle zor tutan dişi bir şövalye!

Paris'in Pepüblik âbidesindeki Cumhuriyet sembo-lü, Panteon'daki Fransız heykeli, Roden müzesinin mer-divenindeki Fransız kadını... Hep uzun, serpilişli, çiz-gileri keskin ve hep peri padişahının kızları gibi alımlı şeyler.

Harp sonunun Alman kadını sporla incelmenin bü-yüsünü bulmuş. Lâle devrinde Türkiye'ye gelen meşhur Madam Montagü, hamamda gördüğü çıplak Türk kadın-larım imrenerek överken güzelliğin en çok çehreyle öl-çülmesine kızar. Bana öyle geldi ki, Fransız ve Alman kadınları arasında toptan bir karşılaştınş yapılsa çıp-lakta Alman kazanacak, giyimde Fransız!

Bira Alman'ın, şarap Fransız'ındır. Alman'daki iş bölümünün nereye kadar gittiğine bakmalı: Büyük Ber-lin lokantalan biraya ve şaraba göre ayrılır, «Üzüm sal-kımı» manâsına Travbe'de yainız şarap içebilirsin. Yüz elli yaşındaki Pişor lokantası ise birasını Münih'ten ge-tirtir ve bir yudum başka içki vermez. Hürriyetine titiz

149

Page 160: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Fransız böyle içki istibdadı lokantayı yaşatmak değil, açtırmaz bile.

Paris ve Berlin çapında iki şehrin karşılaştırılması biter mi? Notlarımdan daha beş on tanesini atlıyorum. Sadece ve en son iki şehrin «Meçhul asker»ini işaret edeyim. Bugünün Almanıyla Fransızını en iyi kendi «Mehmetçiklerinin mezarı yanında gördüğüm için!

Berlin'deki bir karakol koğuşu içindedir: Ortada, Kâbe resimlerinde gördüğümüz «Haceri Esved» gibi si-yah ve büyük bir mikâp, en üstte siyah cilâlı bir oto-büs tekerleğini andıran plâtine kaplanmış parlak çelik-ten bir çelenk. Dipte bütün duvara kol vermiş ahşap bir haç, iki yanında bizim cami şamdanları gibi, hava-gazlı iki mumun «Sönmez ateş»i : Burası bir mâbeddir, yenilmiyen askere yenilen vatanın mâbedi. İçerisi, gi-renden az çıkan, çıkandan çok girenle dolu. Baktım : Hepsinin duasında hınç, şükranında yemin ve gözyaşın-da kıvılcım var.

Paris'in meçhul askeri tâkızafcrin altındadır. Yere yatırılmış mermer bir kitabe ve üzerinde bir cümle : «Burada vatan için ölen Fransız askeri dinleniyor»; başucunda sönmez ışık; hepsi o kadar, din yok, fakat öğünüş var. Hcr akşam altı buçukta merasim yapılı-yor : Harp sakatı bir zabit kılıcını çekti, kara tüne ör-tülü trampetin temposu ve kara şeritli borunun haykı-rışı; hamail kuşanmış üç kız melekleşmiş bir saygı gi-bi. Öleni öldürmemenin büyüsünü görüyorum. Burası mâbed değil, yenen asker kendine en yakışacak yerde-dir; bütün tâkı dolduran kalabalık bir mezara değil, bir kahramana bakıyor.

Fakat yenende bu korkulu üzüntü; yenilende bu korkutan gıcırtı neye? Paris ve Berlin, yeter artık, ken-dinize de yazık, insanlığa da!

150

Page 161: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Paris'te «Etual» Takı Zaferi — Şehrin eh kabarık yerine ellilik boyu, kırk beşlik eni, virmilik derinliğiyle bir taç gibi kurulmuş. S. 147

Versay'da Ttrlyanon Köşkü Önünde — (Ortada kitabın müellifi. Ağustos 1934 Tiriyanon Cihan harbinde Bulgar muahedesi'nin imzalandığı köşk)

Versay, taçlı tarihin kahkahası... S. 166

Page 162: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Paris'le Sen Nehri — Bütün Fransa'yı çekip büıün Fransa'ya veren Paris, bir... fakat pir eser. S. 142

Paris'in Terokadero Sarayı (Eyfel'in altından görünüşü) — Şehrin ötesinden berisindeki Eyfel'i kucaklamak ister gibi kollarını açmış Terokadero sarayı...

S. 146

Page 163: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

PARÎS'TE GEZİŞLER :

I

ÂBİDELERE BAKARKEN

Şiir yazıdır, en uzağı da bir posta puluyla eline ge-lir; musiki notadır, her istediğini piyanonun dişinde ve-ya kemanın teinde seslendirebilirsin; fakat âbide ve heykel öyle değil, onların ayağına gideceksin. Mermerin şiiri... Paris'in asıl büyüsünü bunda gördüm.

Yollar sanki gidip gelmek için değil, her biri bir sanat kabartısını göstermek için açılmıştır. Mermer ve tuncun uğruna her yol tavansız bir galeri ve her mey-dan kubbesiz bir sergi gibi. Sanatı sokakta teneffüs edi-yorsun.

işte «tâkızafer»in alnını çeleınkleyen Marseyyez; Ru-de'un yalnız Şanzelize'ye değil, ölmezliğin sonsuzluğu-na bakan kabartması. Yaşlı ve genç bir tutam asker üs-tünde kanat açmış Fransa «haydi çocuklar..» diye hay-kırıyor. Eski klasiğin durgun biçimi içinde gergin yeni fıkırdamaktadır. Duranın yürüyüşüyle mermerin sesleni-şi. Rude (Rüd) birinciyi düşünerek eserine «gidiş» de-di, halk ikinciye bakıp «taştan Marseyyez» dedi. Halkın sesi hakkın sesi, asıl ad unutulmuştur.

Büyük savaşta, gökten bomba inmeye başlayınca bütün Paris bu Marseyyez'i esirgemek için ne yapacağı-

153

Page 164: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

nı şaşırdı. En büyük yapı yıkılsa daha iyisi yapılır. Fa-kat bu mermerde Fransa sesleniyor. Tayyareyi kovmak için takın üstüne toplar ve mitralyözler kondu, bom-bayı zararsız bırakmak için sayısız kum torbaları yığıl-dı. Siperdekiler Marseyyez söyleyerek cenkleşiyor, geri-dek ler taş Marseyyez'i korumak için savaştadır. Mer-merin dirisi, yalnız vatandan bir şey değil, vatan gibi.

Paris'in öte tarafında Morice'in Cumhuriyet âbide-si, Dalou gibi bir dehâya karşı bunu kazandıran nedir? Belki aslanın güzelliği, belki "kadındaki ağırbaşlı duruş, belki de âbideye garnitür olan çepçevre kabartmalar. 1789'dan 1880'e kadar ihtilâlin bir asırlık tablolarını canlandıran bu ince işlemeli kabartmalar... Güneşi dö ner görürüz; trendeyken ağaçlar koşar, âbideyi ben do-landım ve sandım ki bir asırlık ihtilâl önümden döne döne ve kabararak geçti.

İşte Dalou, en büyük çileleri çelikten sinirleriyle yenen adam. Millet meydanındaki «Cumhuriyetin zafe-ri», sanatın da bayramıdır. Seçenler ona birinciliği ver-mediler, fakat zaman birinciliğin de üstünü verdi. Cum-huriyet meydanındaki mermerdir, buradaki tunç. İkisi model halinde iken mermer tunca kabarmıştı; utanan dün olsun, şimdi tunç Paris toprağının en kabarık övü-nüşüdür.

Cumhuriyet güzel şey, bir kolu havaya gerilmiş şu gönül kapıcı kadından belli; cumhuriyet güçlülüktür, kadının bindiği şan çeken aslanlardan belli; cumhuri-yet gürlük verir, arkada çiçekler serpen periden belli. O, çalışkanlıktır, tekerleğinin birini işte demirci çeki-yor; o doğruluktur, öteki tekerleği «adalet» itiyor. Bun-ların hepsine ne güzel diyoruz. Sanatta hangi güzel san-cısızdır; sen kan vereceksin ki o pembeleşsin. Dalou bu

154

Page 165: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

âbideye acılar içinde yirmi yılını verdi. Verdi ve öldü. öleni Tanrı yaratmıştı, ölenin yarattığı ölmeyecek.

Tiyatroya gidiyorum. Daha girmeden karşıma Alfred Musset dikildi. Sevdalı bir duruşu var. Başı rüyalara dalmış gibi. Gözlerini uzak bir yere dikmiş. Nereye bak-tığını biliyorum. «Boyu yeşil bir palmiye tazeliğinin kıv-raklığı ile bükülen ve saçları, karanlık bir odaya vur-muş güneş ışığındaki altın tozlar gibi ince ince uçuşan» sevgiliyi arıyor. Şair, sen yaşadığına bakma, sevilenler çoktan öldü.

Tiyatroya giriyorum. O gece Komedi Fransez, Be-renice'i oynayacak, Marie Bell de «Aşk oyununu». Din-lenme salonunda Houdon'un Voltaire'ini görünce dona-kaldım. Bu, Voltaire'in heykeli değil, kendisi. Görmek değil, tanışmak : Bakmıyor, konuşuyorum. 0, iğneli bir nüktesini söylemek için dudaklannı kımıldatıyor gibi. «Jan'ı yılan sokmuş, işittiniz mi, fakat zavallı yılan, so-kar sokmaz ölüvermiş!» Güldüm, güldü!..

Paris'in âbidesi bitmez ki heykeli bitsin. Louvre'u hiç konuşmayacağım; onun sarayı Fransızmdır, fakat içi bütün dünyanın. Saray beş altı asırda bitmiş. Kral-lar hazinelerini, mimarlar bilgilerini, nesiller terlerini ekliye ekliye büyüdü. Asıl gövdeyi bırak, yalnız iki ko-lunda bizim iki Dolmabahçe'yi taşıyor. Kendi de dev, içi de.

Bu saraylar sarayı; eski Yunan'dan Rönesans'a, Ro-ma'dan Nil'e, bilmem nereden nereye kadar, yeryüzü-nün ünlü sanat eserleriyle, tıklım tıklım, böyle nasıl ol-du? Napolyon ehramlar önünde askerine «kırk asır si-ze bakıyor!» derken, ordu gerisinde bir sürü bilgin de, kazma kürek, kırk asrın altını karıştırıyordu.

155

Page 166: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Fransa baştan başa aldığı İtalya'yı çoktan bıraktı; fakat oradan getirdiği Leonard de Vinçi'leri, Raphael' leri bırakmıyor. O büyülü gülüşü yüzünden dillere des-tan Jakonde'un bir gün sihirbaz değneğiyle kaldırılmış gibi, Louvre'dan kayboluverişi ki Paris'i yerinden oy-natmış ve bütün dünyaya en büyük merak olmuştu; bu-nu aşırıp iki buçuk yıl saklayan genç İtalyan'a; sata-mayacağı böyle bir tabloyu niye çaldığı sorulduğu za-man «çalmadım, bizden almanı geri almaya çalıştım» demiş. Sahi giden sanatta giden ülke gibi acı bir şey var.

En tuhafı Louvre'da bizim rolümüzün her millet-ten üstün oluşudur : Kırık kollu Venüs, yalnız Louvre' un en başta eseri değil, yeryüzünün de en ünlü heykeli, İnsan kafası bundan daha âhenkli bir kadın düşüne-mezmiş. 1870 çenginde Paris düşerken ilk düşünülen Ve-nüs'ü saklamak oldu. Fransız'ın kralı esirdir, fakat Louvre'un kraliçesini kurtardılar. Paris'e giren Bismark, hemen Louvre'a gidip Venüs'ü sormuş. «Bugünlerde mi-safire görünmüyor» demişler! Yenilenin ilk düşüncesi onu saklamak, yenenin ilk işi onu görmek. En zengin devlet hazinesi bile onu satın alamaz. İşte bu Venüs'ü biz, İkinci Mahmut zamanında, beş altı bin franga kap-tırdık, hem de kırık bir mermer için bu kadar para ve-rilişine şaşarak!

Louvre'u konuşmayacağım. Sayısız yüzyıllar içinde türlü türlü ülkelerin yetiştirdiği dehâlar, ya sıralanmış devler gibi yanyana, ya biribirine bakan dağlar gibi karşı karşıyadır. Galeriler içinde asırlar biribirini ko-valıyor. Salonlara tarihin çeşitli çağları bir harman gi-bi yığılmış. Bir müzede değil, bir Okyanustayım. Sana-tıru köpüklü şahlanışları sağdan ve soldan dalga daiga beynime çarpmaktadır. Louvre konuşulamaz.

156

Page 167: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Dünyayı dolduran Louvre dünyanındır, Fransız'ı nerede bulayım? Yaratan Fransız'ı ki şu heykelde ve bu âbidede katra katra görmüştüm; onu tam olarak, ne en son başkalarına yenilen Napolyon'da, ne en son başka-larıyla yenen Foşta değil, aradığım asıl Fransız'ı, mer-mer ve tunç üzerinde Tanrının yaptığını yaparak dü-nü, bugünü ve yarını yenen Rodin'de buldum.

157

Page 168: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

PARİS'TE GEZİŞLER :

II

RODİN'İN MABEDİNDE

Envalid'in yanında «Biron Oteli» denen, birkaç yüz yıllık bir tarihle gerilmiş; iki katlı, kibar üslûplu, dö-şemeleri mermer, bahçesi güzel bir yapı var. Büyük Sa-vaşın sonlarında ölen Rodin'in bütün eserlerini burada toplamışlar. Tek adam, mermer ve tunç biçimine girmiş dört yüz şu kadar mahlûkuyla koskoca bir müzeyi dol-duruyor. Hiç kimse hem bu kadar dolgun, hem bu ka-dar olgun bir sanat mabedi yapamadı. Doğuştaki hızla doğandaki gürbüzlük başbaşa gitmektedir.

Her güzel sanatın teknik olan içiyle estetik olan dışı var. -İç, yapanın, dış dinleyen ve bakanındır. Tek-nik ki ustalık demek, bunu ehline bırakarak dışın bize söyleyen tarafına bakıyorum. Gözüme ilk şu çarptı : Mer-mer ve tunç için gövde olan teknik, estetik olan manâ-yı kabartmak için altüst edilmiş. Taş fikir olsun diye tekniğe zelzele : Rodin'in ilk zamanlarda anlaşılmayışı bundan olacak.

Onun kadın erkek bütün heykelleri niye çıplaktır? Korku ve sevinç gibi içimizin her çalkantısı yüzümüz-de sezilir. O bunu vücudumuzda da görüyor. Gördüğü-nü göstermek için örtüyü attı.. İşte daha bahçeye girin ce karşılaştığım «düşünen adam»; yalnız başıyla değil

158

Page 169: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

dirseği, dizi, baldırı ve beliyle de düşünüyor: Meğer gövde de kafa gibi şeymiş.

İçerde en önce görülen başsız bir gövde, «yürüyen adam», ötede Daniell, gövdesiz bir baş; diriyi ayırsan yaşamaz, bunlar ayrı ayrı da biri! Başka bir salonda ikisi birleşmiş; Saint Jean - Baptiste dedikleri Yahya Peygamber: Yığınları uyandırmak için aydınlık sözler söylemeye gidiyor. Musa'yı yapan Michel - Ange, çekiçle heykelin dizine vurarak «Diril ya Musa!» diye bağır-mış. Yahya'ya baktım, yürü demeye lüzum yok, yürü-yor işte. Hareket ki en varatıcı şey, Rodin hareketi ya-ratmış.

Fakat onca hareket, bizim bildiğimiz gibi değil, bir duruştan diğerine geçiştir. O bu görüşle bizim' duruyor sandığımızda da durmayanı gördü. . îşte «tunç çağı» : Ayaklar gevşek, henüz uyuyor; gövdede gerginlik, nere-deyse uyanacak, göğüste açık bir kabarış, kaburgaların-dan belli orada kımıldama var; hele kolunu kaldırıp avucuyla başını tutması, nedir o kafatasının iç:nde kay-naşan şey? Oh, insanlığın ilk uyanışı başladı.

Bu heykel 1880 salonunda gösterildiği zaman Fran-sızlar bir şey anlayamıyor. Fakat dört yıl sonra eser Londra'nın Kral Akademisinde gösterilince baştan başa tapışa yükselen alkışlarla karşılanır. Hareket neydi? Bir duruştan diğerine geçiş. Halbuki bu tek vücutta birkaç duruş var; uyuyan, kımıldayan, uyanan : Büyü-nün düğümü b raz geç, fakat temiz çözülmüştü.

Zamanını yırtan eserler kolay anlaşılamıyor : «Edip-ler cemiyeti»nin ısmarladığı Balzac heykelini Rodin, bu-luta bürünmüş eski ilâhlar gibi, bir bornoza sarılı ola-rak yonttu. Aslan yelesiyle boğa kafasından yapılmış gibi sağlam bir baş kayadan bir sütunu andıran hey-

159

Page 170: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

betli bir gövde üstündedir: Dev yapılı ve dev edebiyatlı Balzac'ın bu dışında onun içi de heykelleşmişti.

Fakat güldüler. Balzac böyle mi gezer dediler. Edip-ler cemiyeti redingotsuz olduğu için eseri beğenmeyip reddetti, fakat zaman gösterdi ki Balzac ancak onu böy-le tek kaya gibi yapan bu örtüyle yaşatılabilirmiş. Bun-dan da belli, geleceğe aşanların tacı sonradan giydiri-liyor.

Rodin'in kadınları: Daha alt katın birinci odasın-dan başlıyarak sonuna kadar onlarla karşılaşacaksın. Kuğu, aptal kazın süslüsüdür, Rodin ona «çizginin ze-kâsı» diyor. Gergin bir kız vücudu ise tabiatın son çiz-gisidir, buna ne desin? Söz ne, bütün ömrünce taparak o çizgiyi yarattı. Bu yeryüzünde «Rodin'in kadınları» di-ye, hızır elinden su içmiş, bir sürü gü?el yaşıyor.

Tabiatın son çizgisi yalnız güzelliğin değil, kudre-tin de sonudur. Şem'un kime yenildi? Kalın mermer sü-tunları itiverince mâbedler çökerten o en güçlü dev ya-semin bir göğsün sıcaklığı üstünde bütün tılsımını ver-medi mi? îşte di çökmüş erkeğe göğsünü öptüren bu «ebedî ilâhe» odur. Kuvveti erkeğe, güzelliği kadına ver-mişiz. Her şeyi yenen kuvvet yalnız güzelliğe yenilecek.

Ve işte çağdaş heykelciliğin en ünlü bir «şaheser»i tanınan «Havva»; kafasını kolları içinde saklamağa ça-lışırken, bakmaktan utandığı için göz kapaklarını kaldı-ramıyor gibi bakıp, ilk babamıza cenneti de Tanrıyı da düşündürtmeyen bu gergin körpeliğin mermerinde, o büyük trajedinin hâtırası, diri bir tende gibi ne kadar güzel ürperip duruyor. Mabedleri çökerten erkekse gök-leri yere indiren dişidir.

160

Page 171: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

PARİS'TE GEZİŞLER :

III

RODİN'İN MABEDİNDE

— 2 —

Rodin yalnız çizginin değil, rengin de avcısı. Renk ki fırçanındır, fakat o, kaleratraşının ucuna geceyle gün-düz gibi beyazla siyahı takıp, kabarıktaki aydınlıkla çu-kurdaki gölgenin cümbüşünü yakaladı: Kendisiyle «sa-n a t ı n ı konuşan Gsell'e dediği gibi eserinde «satıh» ol-madığı için. Düz olmayan dalgalı olur. Durgunluk düz-de, cansızlık durgunlukta ve öyleyse dirilik dalgadadır.

Bu estetiğin güzel verimlerinden biri, işte çırağı Matmazel Claudel'in modelliğiyle yarattığı «Şafak» : Sa-dece bir kız başı, saç kaya ve taş biçiminde bir bulut-tur; yüzün aydınlığı geceyi yırtarak doğuyor. Başka hiç-bir imajdan yardım istemeksizin tek mermerin karan-lığından böyle bir şafak çıkarabilmek; bu, kelimesiz şiir yapmak gibi bir şey

Rodin'in gözüyle Klodel'in yüzü birleşince bir baş bir şafak olmuş. Yalnız bu değil, o eşsiz «Fransa sem-bolleri» de onun yüzündeki kibar çizgilerden doğdu, Ustasının iyi bir heykelini de yaparak dehânın lâvın-dan tekniğine ışık alan bu ince tipli kız, yüzünün ışı-ğından da dehâya hız vermiş olacak : Güzelliğinin Tan-

161

Page 172: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ndan aldığı topraktadır, mermere verdiği ise ebediye-te perçinli.

«Çomelen kadın» onun en cüretli eserivmiş. Hiç kimse taşı böyle üklüm büklüm yuğurmadı: Taşın dili bir yere kadar söyler. Roden burada o dili yırtar gibi uzatmış. Fakat gene tabiilikten çıkış yok. Bunun dü-ğümünü de Gsell'den öğreniyoruz Onun atölyesinde modeller gelişigüzel gezerler, keyiflerine göre oturup uzanırlarmış. Modelden «poz» istemiyor, modelde pozu yakalıyor : Bu, galiba tabiata boyun eğerek tabiatı ele geçirmenin yoludur.

O, tabiatın özüne daldıkçâ tabiatın kabuğuna takılı kalanlar onu tabiilikten çıkıyor sandılar. At koşuların-da beygirlerin dizgini, üzengisi, ve nalı var; fakat bir fırça bana onları gösterirse yalancıdır. Çünkü onları görmüyoruz. Havaya gerilmiş dört ayakla enseye doğru yumaklanmış bir binici, gördüğümüz bu kadar. Doğru-luk olanda değil, görünende. Rodin bize görüşümüzdeki yanlışın asıl doğru olduğunu gösterdi.

Devlet ona Pantheoıı'a konmak üzere Huço'mm ayakta bir heykelini ısmarlıyor. Halbuki o H\:r/>u şii-rin kayadan kürsüsüne çıplak bir Jüpiter gibi oturttu. Ayakta olmak şartını unutmuş diye bu yüksek eseri Pantheon'a almadılar. Ne unutması? Rodin «ilham ta-biatın içimize girişidir» diyor: O, oturarak gelen ilha-mı ayağa kaldıramaz, devletin emri de olsa.

Taş yalnız dış mıdır? Mermerlerinin göğsünü oy-sam sanıyorum ki içinde çarpan bir kalp bulacağım. Şu «Şili diplomatının karısı»ndaki yüzün bu temiz di-riliği, içindeki temizliğin bir pınar gibi dışa vuruşun-dan değil midir? Ölümle kıvnlan şu adama bak; koyu bir sağırmışım gibi heykelin sesini işitmiyorum da bağ-

162

Page 173: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

nşını görüyorum! «Martir» de tunç yeni akan kan gibi sıcak, buğulanıyor; «Küçük su perisi»nde mermer tom-bul bir dere gibi yumuşak, akıyor : Anladım, onun sa-natı dışı yontuş değil, içi dışa çıkarış.

Rodin'in çiftleri... Ateş sıcak bir ışık, barut duran bir sükût, fakat ikisinin birleşmesi?.. Heykellerinde her çift bir infilâk gibi. «Öpüşüş» de kolların sarılıp dudak-ların lehimlenmesini değil, ruhların biribirinde lâvlan-masını görüyoruz. «Peche»nin kucaklaşanlarında dişinin şahlanan hırsı, bir potada gibi, erkeği eritti. İçsiz ada-ma taş gibi deriz, bu kadar içli taşa ne demeli?

Güzel bir şiir ki kelimenin görünmeyen mermerin-den yapılmış bedensiz ruh gibi bir şeydir, Rodin mıs-raları gövdeleştirerek ayağa kaldırmayı da sevdi: «Diz çöken adam»da göklere el açarak haykıran Rostand'm «Aiglon»udur. Musset'ye ilham perisi «Şair, sazını getir ve bana bir öpücük ver!» demişti, değil mi? Mısraın ku-lağa söylediğini «Şair ve peri» de mermer göze söylü-yor.

Hele en çok beğendiği Baudlaire; «Ben güzelim, ey fânî bir mermerdeki rüya gibi..» diye başlayan şiiri ile Rodin'e vaftizlik de yaptı. Bu şiirin ilk kelimeleriyle adlandırılan «Ben güzelim»de bir erkek, bir pamuk yu-mağı gibi kadını kollan arasında kaldırmış, şiirin de-diği doğru mu diye onun güzelliğine bakıyor: Meğer Rodin'in elindeki mermerden bu kadar iyi şiir çıkarışı şiiri de elindeki mermer gibi iyi anlayışındanmış.

Hangi büyük şair tezatla çalkanıp tezadı çalkala-madı? Baudlair'e bahar gibi taze sevgilisinin karşısın-da onun ceset gibi çürüyüşünü düşünüyordu. Rodin'in gençlikle kaynaşan kadınları yanında bir de «Güzel Hol-miyer ne oldu?» ya bak : Her şeyi çöken bu kadmda

163

Page 174: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

dir olarak yalnız çirkinlik kalmış. Etler sarkmıyor, dö-külüyor. Tapılan güzelliği yıllar nefes alan bir iskelete çevirdi. Canlısına tiksintiden bakamayacağımız bu ür-pertici çirkinliğin heykelindeki bu derin çekicilik nere-den geliyor? Galiba sanat tabiattan da üstün.

Hareket hareket; Rodin ki kuvvetini, hep harekete verip hep hareketten kuvvet aldı; fakat işte «Üç göl-ge», bunda hayatın gitmeden önceki donuşu var. Dan te, «Cehennem»i için, «buraya giriyorsunuz, bütün ümi-dinizi bırakınız» dedi; ümit yoksa zemberek kırık. Göl-geden bu üç adam ruhsuz bir külçeye döndüler. Bo-yunlar başları taşıyamıyor, içten kırılarak sadece ka-buklarıyla ağaca bağlı kalmış dallar gibi, kollar omuz-lara yalnız deriyle tutunmaktadır.

Güzele karşı çirkin, harekete karşı durgunluk; de-ve karşı melek, iffete karşı şehvet... Fakat onun asıl büyük tezadı «buse» ile «Balzac» gibi en eski klasikle en sarsıcı yeniyi birleştirmesinde olsa gerek. Bir koluy-la Fidyasları ve Mikelânjlan kucaklayıp diğer koluyla zamanını da yırtarak geleceğe meşale sallayış: Sanatın iki bin yılı üstüne, tabiatın göğe kurduğu yedi renkli kemer gösterişiyle kurularak bütün güzellik tarihini iki ucundan yakalayan adam.

Tanrının yaptığı bile yoktan var etmek değil, «ter-kip»tir; zekânın sonu, galiba, terkibin sonuna çıkıyor. Rodin'in «Cehennem kapısı» mermer sanatında terkibin terkibi olacaktı. Eserlerinin çocuğunu hep bu Tanrı işi için yaptı. Fakat Anatole France'ın dediği gibi «Ro-din'inki kincilerin ve zebanilerin değil acıyanların ce-hennemidir.» O, mahlûklarım yakmıyor. Tanrının cenne-tinden daha güzel bir cehennem. Anlaşılan kıskançlık Tanrılarda da olacak : Rodin en büyük işini bitireme-den öldü!..

164

Page 175: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

PARİS'TE GEZİŞLER:

IV

GÜLEN PARlS

Büyük şehirler yazın durgunlaşıyor. Kaynaşış plâj-larda ve serinleyiş sayfiyelerdedir. Öyleyken Paris'in her eğlence yeri gene dopdoluydu : Foli Berjer, periler ve hayaletler âleminin renk renk cümbüşlerini gösteri-yor. Tabarenin küçük sahnesi, bir sihirbaz kutusundan çıkıyor gibi, akla gelmez hünerleri geniş salonun orta-sına kadar pırıl pırıl serip durdu. Şimdiki tek sesli Al-manya'da çıplaklık fazilete aykırı gibi. Paris revülerin-deyse her şey çırçıplak. Fakat sanat güzelliği öyle bir örttü ki bütün teni ve eti gördüğün halde çıplaklığı -gö-remiyorsun!

Lunapark ayıpsız her eğlencenin sporlaştırılarak her çeşit sporun komprimeleştirildiği bir yer. Binici-likten atıcılığa, otodan motörbota, patende kayıştan ayda koşuşa kadar yerin, suyun ve havanın çeşit çeşit eğlencesi bilginin tekniğiyle birleşmiş; bedene güçlülük, içe kabarıklık; fayda kahkahanın koynundadır.

Eyfel bile gündüz gösteren; gece görünen bir eğlen-ce. Gündüz, asansörünün bol pencereli odası içinde çı-kıp inerken, gözünü uzaklara dikince sanıyorsun ki asansör durmuş, çevredeki demir örgüler inip çıkıyor ve

165

Page 176: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Paris keyifli bir yalpalamayla yerden kalkarak dört ta-raftan ufukların çemberine doğru, aydınlık ve neşeli, taşıp gitmektedir.

Ve gece... Karanlık ki göğün yüksekliğini yutar ve bir tümsekteki ışık bile bir yıldızdır. Eyfel'in üç yüz metresine gerilen elektrik reklâmları, Tanrılara uzatıl-mak için ayağa kaldırılmış kıvrak bir satır süzülüşiyle, yerle göğü birleştiriyormuş gibi, pırpır gülüp duruyor.

Dışardan da, içerden de pek büyük değil gibi gö-ründüğü halde, yalnız localarına bin beş yüz kişi sığdı-ran operanın; gözden daha çok kulağın eğlencesi için yapıldığı şundan belli ki en uzakta oturan da sahnede-ki öpüşüşün bile sesini işitebiliyor. Yapıdaki ölçülü ku-ruluş kulakları mikrofonlamış. Hoparlör biri yüz yapa-rak şişirir. Orada bir lâf bir nâradır, fakat burada sah-neden dökülen bir fısıltı en uzağa da bir fısıltı olarak gidiyor. Ses, götürdükçe eriten havanın değil taşıdıkça esirgeyen hendesenin sırtında.

Versay, taçlı tarihin kahkahası. XIV'ncü Louis şu çılgın fıskiyeli havuzların şırıltısını dinleyerek, «benden sonra tufan!» deyip, etrafında gevrek cıvıltılı bir sürü dilber, şu resimli Goblen halılanyla gerilmiş yaldızlı salonlar içinde, haşmetli göbeğini oynata oynata, kim-bilir ne kadâr güldü. Onun binbir zevke rağmen her gün «Öööf, sıkıntıdan patlıyorum!» dediğine bakma: Bu, eğ-lenemediğinden değil, eğlenmenin sonuna eremediğin-lendi.

Ahlardan sonra gelen ohların değeri daha büyük-tür. 1871'de delikanlı Hindenburg bu Versay bahçesin de, miğferine çarpan bir şerapnel parçasıyla yaralandı-ğı zaman, hiç aldırış etmeyerek, kılıcım çekip büyük Almanya'yı selâmlamıştı. Yarım asırlık hınç ve dört yıl-

166

Page 177: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

hk boğuşuştan sonra ihtiyar Klemanso, dağ gibi zaîer-ler kazanarak yenilen ihtiyar Hindenburg'a karşı, gene bu Versay sarayının ayanlı salonunda Fransa'nın en bü-yük «oh»unu imzaladı.

Paris'teki bu güleçlik yenişten, Fransız'daki bu şak-raklık zenginlikten ve hepsindeki bu iç ferahlığı tasasız-lıktan mı? Şanzelize'den beş on adım içerlek bir yan so-kağın otelindeyim. Bir ikindi vakti, ince bir tel âhen-g'yle karışık birkaç kadın sesinin fıkırdak nağmelerini işitince pencereye koştum :

Sokağın yaya kaldırımında, üç genç kız, ortadaki-nin elinde bir gitar, yamndakilerin birer kolu bunun bi-rer omuzuna uzanmış, üçü birden tek bir saatin rakka-sesi gibi sağa sola tempoyla sallanarak ve üçünün sesi de tek bir pınardan fışkırıyormuş gibi uygun bir âhenk içinde keyifli keyifli şakıyorlar.

Sokak birdenbire bir sanat sahnesine dönüverdi. Birer loca gibi açılan pencerelerden başlar sarkıyor; ge-lip geçmek için yapılan sokak gelip geçeni mıhlamak-tadır. Kızlardaki tazelikten hava baharlaştı ve seslerin serin körpeliği karşısında kulaklar kabarmış birer çiçek gibi. Meğer bu kızlar işsiz kalmış tiyatrocularmış. Di-lenişleri bile ruhlara bayramdır. Sadaka şetarete bürü-lü. Yoksulluğu, bir alevde kaynatır gibi, kahkahayla fı-kırdatıyorlar.

Gülmek yalnız dıştan gelmiyor, milyonlarının üstün-de somurtanlar var. Gülmek, sadece içten de gelmiyor, milyonun da olsa tasalı kalabalıkta gülemezsin. Sevin-diriş yoksa seviniş de yok. Tekin tasası da kendinin se-vinci de; eğlence kalabalığındır. Tekler değil hepler gü-lecek. Bırak; ablak gülüş aptalın, sırıtan gülüş şeyta-nın olsun; fakat hayata kanat olan gülüş...

167

Page 178: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Biz ki ne kaynar cezve suyu gibi hafif bir milletiz; ne mistik düşüncelere diz çökmüş gibi karanlık. Bizden ne farfara bir kahraman yetişir, ne de bir Gandi. Biz bütün insanlığa en derinden güleni verdik. Nasreddir, Hoca uzun yüzyıllar üstünden sonsuz yüzyılları kahka-halandırıyor. Hepimizde bu somurtmak niye?

Bükreş'ten Paris'e kadar, baktım ki, Avrupa'nın en ucuz sattığı şey eğlencedir; bizim en pahalıya bile kolay alamadığımız şey. Onlar kazancı eğlenceden değil, eğ-lenenden bekliyor, biz en ağır kârı eğlenceye yükletir-ken eğleneni kaybediyoruz. Meyve daldan alınır, gövde den değil

Gülüşten kazanış yaşayışı budayış gibi bir şey; ya-şamak gülmektir. Onların yaşlılarında bile çocuk olan bir taraf var, bizim çocuklarımızda bile yaşlı bir taraf olduğu gibi. Gülecek insan için güldürecek muhit ge-rek : Yağan kan bile açan bahar yapışları bundan.

Hep biliriz, trenlerde üç dört mevki vardır; kadi-feden, kumaşa; muşambadan, tahtaya Kadar; fakat yol-cuların hepsi varılacak yere beraber çıkar. Onlarda her sınıfın zevke gidişi de tren yolculuğu gibi. Ayrılık eğ-lencenin özünde değil kılığında. Yemek aynı, tabaklar ayrı. Bizde eğleniş darlığının bir sebebi de galiba tre-nin tek mevkili oluşundan geliyor. Onlarda çöken dev-letlerin beldeleri bile gülerken çöktüren bizde eğlene-memek, yazık!

168

Page 179: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

PARİS'TE GEZİŞLER :

V

ENVALİ D VE PANTEON

Envalid ondördüncü Lui vaktinde harp sakatlan için yapılmış saray gösterişli bir kışladır. Napolyon'un bitip tükenmez cenkleri bu sakatlan büsbütün çoğal-tınca bu büyük yapının da değeri arttı. Savaştan tiksi-nen banşçı Montesquieu «Bir prens olsaydım üç harp kazanmaktansa sakatlanıp burada yatmayı üstün görür-düm» dedi. Meğer bu yapı yeryüzünde en çok cenk ya-pan Napolyon'a bir türbe olacakmış.

Envalid'in yüksek kubbesi altına geniş çevreli yanm bir kuyu kazmışlar. Napolyon'un mezan bu mermer çu-kurdadır. Bilmem kaç tonluk somaki sandukanın ağır-lığı yeri çökertip dibe inmiş gibi. Onun mezannı yerin böyle böğründe yapmalan gelenlerin ona eğilerek bak-maları içinmiş. Eh, ölüsüne bunu çok görmemeli, dirisi bütün Avrupa'ya boyun eğdirmişti!

Fakat o kubbeyle bu kuyuda başka bir manâ da ol-sa gerek. Onun kudretinde yükseklik, eserinde çukurluk var. Bir cenk olurken ona dediler ki: «Düşman yüz elli binle geliyor, halbuki biz ancak elli biniz.» 0, «Hayır, dedi, biz de o kadanz : Elli bin askerim var, yüz bin de ben!» ve harbi kazanmıştı. Lâkin kazandığı zafer-lerden Fransa'ya sayısız ölüyle sayısız yan ölü kaldı.

169

Page 180: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Kendisi üstündeki kubbe gibi yüksek, yaptığı iş gömül-düğü mezar gibi çukur.

Napolyon Fransızların; Hügo Fransız edebiyatının imparatorudur. Bu gümbürtülü kalem ,o şimşekli kılı-cı şiire geçirdi. Bu şiir, Napolyon'un göklerden yerlere ve yerlerden göklere yaptığı çıkış ve iniş hızlarının dört zikzaklı destanını söyler. Bonapart yer, Napolyon gök; birinc:nin başı Korsika, ikincinin sonu Vaterlo : Bona-part, Napolyon'un yanına namludan fırlamış gibi çık-mıştı; Napolyon, Sent Elen'deki Bonapart'ın yanına, kor-suz bir yıldırım posası gibi düştü.

«Son savaşın son askerleri, yeryüzünü yenenler ve yirmi krallığı kovanlar...» Bu, gökyüzünün kıyısındaki Napolyon, «Hassa askerleri, alınları yukarda, hiçbiri gö-zünü kırpmadan, Vaterlo çukurundaki İngiliz ateşinin ölümüne gidiyorlar. Çelikten ve granitten kıt'a, bir lâv karşısındaki balmumu gibi erimektedir...» Bu, son ümi-din tükenişi. «Askerlerim öldü, kendim yen;ldim ve im-paratorluğum billûr bir kadeh gibi kırıldı!» Bu, her şe-yin bitişi.

Edebiyatın imparatoru bir kaya üstünden okyanus-la konuşuyordu. Büyük deniz ona «kardeşim» dedi; de-n'z ki «her vakit acı ve bir vakit bulanık değil», şair gibi; «kardeşim kafandaki düşünce boralarını dindir ve ruhunun alevlerini bende söndür!» dedi ve şair okyanu-su azarladı, «ne kadar cinayetleri temizlemeden yutup saklıyor» diye. Hügo, Avrupa'nın imparatorunu da Sent Elen'in bir kayası üstünden okyanusla karşı karşıya bı-rakır. «Yelkenler giden ümitler gibi uzaklaşmaktadır ve başının üzerinde uçan kartallar onu tanımıyorlar!» Na-polyon'un ölüsünü orada bir mutfak taşıyla örttüler.

170

Page 181: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Yıllar geçti. Napolyon'un kemikleri Paris'e getirili-yor. Bütün Fransa coşkunluk içinde. O ki kudreti hır-Sından büyükken herkesi yenmiş ve hırsı kudretinden büyükken de yendikler ne yenilmişti; şerefi kudretinde, Çukuru hırsındadır. Geçen uzun yıllar, toprak yığılır gi-T)i hırsın çukurunu doldurmuş; ve o uzun yıllar, uzak-taşıldıkça daha büyük görünen dağlar gîbi onun şere-fini kabartmıştı. Paris'e kemikleriyle gelen Napolyon, artık tapılan bir ilâhtır. Yer öğünerek dedi ki : «işte Pa-ris'i dünyaya yayıp, dünyayı Paris'e kapayan adam be-nim koynumda yatıyor!»

Yere bile bunları söyleten şair, bir gece Napolyon'u mezarından kaldırtır. İmparator gök gürlemesi gibi bir sesle uyanmıştır. «Anasız bir çocuk gibi titreyen» ölü sordu: «Sen kimsin?» Ses cevap verir: «Senin cinayeti-nim!» Bu cinayet onun Mısır dönüşünden sonra Cum-huriyeti yıkışıdır; şa ;r ki onu göklere çıkarmıştı, en son-ra gene yere attı. Herkes unutsun, Fransa Napolyon'un mezarına yirmi beş milyon harcasın, Cumhuriyeti yıka-nı şiir affetmiyor.'"

Pantheon, doksan metrelik bir kubbeyle serpilip Grek biçimi alt} mermer sütunla bezenmiş âhenkli bir yapı. Alınlığında şu yazı var : «Vatanın minnet duydu-ğu büyük adamlar için». Belli, burada ölmeyecekler gö-mülü. içerde, David d'Angers'in meşhur âbidesi : «Va-tan bütün çocuklarını kendine çağırıyor». Ortada yük-selen eli kılıçlı kadın, Fransa, solda ihtilâl askeri ve sağda yemin edenler : «Ya hür yaşamak, ya ölmek». Ge-

(1) Bütün buraya kadar tırnak içinde gösterilen satırlar hep Victor Hugo'nun, şiir mecmuaları içinde en yükseği sa-yılan «Les Chatiments»nından alınmıştır.

171

Page 182: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ne belli, bu memlekette her şey ölmeden hürriyet öle-mez.

Bu yapı üç defa kilise ve üç defa Pantheon oldu. Tac papazdan ayrılmaz ve din tahta destek; krallık onu Meryem'e diz çökmek için yaptırmıştı. Büyük İhtilâl Pantheon'a çevirdi. Sonra her tacda kilise ve her Cum-huriyette Pantheon'dur. Fransa bir daha tac görmeye-cekse Pantheon da bir daha kilise olamaz.

Onun birinci kiliseliğine biz de karıştık. Onbeşinci Lui kiliseyi «Parisin sahibesi» denen Sainte Genevieve için yaptırmıştı. Paris'i bizim Atilâ'nın elinden kurtaran bu kadının dualarıymış. Bir resim müzesi diyebileceği-miz Pantheon salonunun duvarlarından birinde o «Azi-ze»ye dair bir tablo ile Atilâ da hâlâ orada yaşayıp du-ruyor. 1848 ihtilâliyle gelen İkinci Cumhuriyette de, Pa-ris'te bizim ilk talebemiz olan Şinasi, üç yüz şu kadar basamaklı merdivenleri tırmanarak, Pantheon kubbesi-ne, yaşasın Cumhuriyet diye bayrak astı. Hem kilise hem Pantheon olan bu iki çeşitli yapıya biz de iki türlü bağ-lıyız.

Asıl mezarlık bodrum katında. En şerefli yer Rous-seau'yla Volatire'e verilmiş. Bunlar ayrı iki odada teker teker yatıyorlar. Birincisi, fikirler üzerine en derin iz yapan adam, ölüsü bile, mezarının kapağından bir me-şale uzatıp duruyor. İkincisi Fransız dehâsının en ka-tıksız sembolü; mezarının arkasından, gözlerine kadar görünerek küre gibi yükselen buradaki kafası bile şey-tan şeytan gülmektedir. Hügo, Zola'yla beraber : Havu-zu deniz yapan kulaçlama hayalle toprak gibi doğru olan karşı karşıya.

172

Page 183: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Bütün bu «büyük ölmezler»in mezarları, bizim es-ki medrese kovukları gibi, basık kümbetli birer oyuk içinde. Diriler için bu yerler korkunç bir orta zaman mahbesidir. Fakat ölüler için... Büyük bankaların bod-rumlarında, duvarlara beton olarak oyulmuş kasaları hatırladım : Pantheon ölülerini kilitli mücevherler gibi saklıyor.

173

Page 184: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Büyük Heykeltraş Rodin (Roden) - Mermer ve tunç üzerinde Tanrı'nın yaptığını yaparak, dünü, bugünü

ve yarını yenen büyiik san'atkâr. S. 157

Page 185: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Paris'te Envalid'in Kubbesi — Eskiden harp sakatlan için yapılmış saray gösterişli kışla... S. 169

(Napolyon'un mezarı bunun içindedir.)

Page 186: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Napolyon'un Mezarı — Kumandanlığı, üstündeki kubbe gibi yüksek, yaptığı iş gömüldüğü mezar gibi çukur... S. 169

Paris'te Panteon — Doksan metrelik bir kubbeyle serpilip Grek biçimli altı mermer sütunla bezenmiş ahenkli bir yapı. S. 172

Page 187: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

P A R İ S ' T E G E Z İ Ş L E R :

VI

ONLARIN ÖLÜLERİ

Dirilerin eğlenişine bakınca dersin ki ölmeyi hiç düşünmüyorlar, ölülerine yaptıkları cömertliği görünce de yalnız ölümü düşünmüşler dersin. Zaten( yaşayışın tadını çıkaramayanlar ölenlere de aldırmazlar, kendi ne gördü ki gidene acıyacak. Şunu anladım, bir milletin gülüşü ne kadarsa ölüme saygısı da o kadar. Mezarlık ölenlerin değil dirilerindir; sandukayla gömüleni ört-müyor, yaşamış olanı mermerleştiriyoruz. Herhangi şeh-rin mezarlığını gör, o şehrin ne olduğunu anla!

Sevr'i geziyorduk. Bütün Avrupa'nın en ünlü por-selen fabrikası. Bizim ölümümüzü imzalamak istedikle-ri salon şimdi çini müzesidir. 0 muahedeyi porselen bir tabak gibi «İstiklâlsin yalçınlığına çarparak parça-lamıştık. Batının çeşitli porselenleri ve doğunun türlü çinileri gösterilen o müzede en çok bir mezar sandukası-nın önünde durakladım. Çiniden yapılma bir Türk san-dukası. Bunu Prens Dögal yapmış. İngiliz krallığına ge-çecek adam bile ölümüzü gömdüğümüz yere imreniyor. Haklıdır. Ölüm sandukasını yeşil bir bahar biçimine koymuşuz. Eski Türk'ün mezarı vardı.

Paris'in Perlâşez'i... 43 hektarlık ve 97 mahallelik koskoca bir şehir. Daha yarım asır önce nüfusu 700 bin-

1 7 6

Page 188: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

di, şimdi milyonları aşmış olacak. Yapılan baştanbaşa mermer ve somakidir. Müslüman ve Yahudiler için bile mahalleleri var, dar havsalalı değil. Anayollan ve sokak-lan hep hendesenin elinden çıkma, enikonu bir şehir. Başka bir bakıma göre burası gürbüz bir park ve öbek öbek çiçekleriyle emekli bir bahçedir. Başka bir bakı-ma göre de burası açık havada yapılmış kubbesiz bir müze olacak. Gövdeli güzel sanatın her çeşit âbide ve heykeli boy boy gözünün önünde serili: Hendeseli bir plan, yeşil bir park; zengin bir müze, alımlı bir sergi... Fakat Fransızlar buraya sadece mezarlık diyorlar.

Paris Avrupa'nın sonu, Perlâşez Paris'in sonu; tuhaf tesadüf, benim Paris'teki son günüm de Perlâşez'de geç-ti. Başka bir yerde de söyledim belki: Ölüm ayrılığın bütünü ve aynlık ölümden parça. Paris'teki üç dört haf-tamın aynlış günü sonsuz aynlanlann yanına gömülü. Bu, Paris'te geçen günlerin kurbanı değil şükranıdır. Le Bon'un eski bir sözünü hep biliriz. «Bizi idare eden di-rilerden ziyade ölülerdir» demişti. Şehirl:nin sonu me-zarlıksa şehrin başı gene mezarlık. Perlâşez Paris'in de-ğil, Paris Perlâşez'in.

Bu mezarlığı bu Paris yaptı sânınz, halbuki bu Pa-ris'i asıl bu mezarlık yaptı. Değil mi ki bu eşsiz şehrin «eski»si «yeni»sinden kat kat fazladır. <<gün»ün olan ye-ni daima «dün»ün olacağına göre Paris'te «yeni» «eski» yi hiçbir vakit geçemeyecek. Zaten Paris'in asıl büyüsü eskinin yeniye kat kat üstün oluşundan ileri gelmiyor mu? Yenisi eskisinden üstün olan şehirler çiğdir.

• * 1

Kıble kapısından girerek tatlı bir yokuş çıkmakta-yım. Solda mermer bir âbide, Fransa Cumhuriyeti min-net duyduğu birkaç büyük adama karşı şükranını söy-

187

Page 189: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

lüyor. Sağda, kapağının üstüne tunçtan heykeli yatırıl-mış bir cumhurreisi. Biraz ileride tüfeğini elinde tutan bir asker, Hof çavuş, «Fransa unutma!» diyor. Sanki unutan varmış gibi. Onlar ölenlerinin yarısını kurtarı-yorlar, halbuki biz ölüyü iki defa öldürürüz, hem top-rağa, hem unutulmaya gömerek.

Yokuşun göze görünür bir yerinde, bir mağara bi-çimi verilmiş mermer bir âbide, adı «Ölüm Kapısı», gi-denlerin arkasından kalanlar ağlıyor. İçeride yere yatı-rılmış iki ölünün rahat rahat uyuyuşu. Üstlerinde ka-nat açmış bir melek ve alınlıkta şu yazı: «Yurdunda ölene ölüm ışıklı kanadını gerer». Dudaklarım acı bir gülüşle büküldü. Yurdunda ölen... Biz koca Şinasi'nin Ayazpaşa'daki mezarı üstünde apartmanlar kurduk.

Sağa sola sapıyorum. Meğer bu mezarlıkta adlarını ezbere bildiğ;miz ne kadar ünlü adamlar yatıyormuş. Lâ-fonten'den Molyer'e, Balzac'tan Müsey'e, Tiyer'den Lav-vazye'ye, Laplas'tan... Neye saymalı, Fransız tarihinin onurunu yapanlardan çoğu orada. Tarihleşmiş gövdeler tarih kesilmiş toprağa gömülüyorlar. Arasıra «asri me-zarlık» der dururuz. Asri mezarlığı biraz da asırlar yap-maktadır. Dağlar gibi asırlarımız var, fakat mezarlığımız yok.

Tam tepede, ölü yakma fırını, fabrika gibi bir ya-pı, uzun bir baca, geniş avluyu çevreliyen mermer sü-tunlu hollerin duvarlarına, kapakları renkli camlarla örtülü, kutucuklar oyulmuş, içinde yananın külü ve dı-şında adı var. Mezar bir palto cebi kadar. Ne mermere para, ne herkese toprak yetişir. Ölü, sadece hâtıraya gömülü. Dışarda çürümek, burada yanmak. Mezarlı Per-lâşez'de kalan kemiklerdir, kutulu mezarlıkta küller ka-lıyor. Kemik, kül... Ne çıkar, ölümden kurtarabildiğimiz 188

Page 190: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

yalnız anılıştır. Giden kalanda yaşıyorsa büsbütün öl-müş değil.

Yanan ölümün hava gibi ciğerlere girdiği bu fırınlı yerden çıkıp, bahçe gibi Perlâşez'in içinde, iki sıra ağaç dallarının kenetlenmesiyle yeşil bir tüneli andıran düz-gün bir bulvardan yürüyerek, yan Paris'in göründüğü bir yerde kanapeye oturdum. Dışarda milyonlar kayna-şıyor ve burada milyonlar yatıyor. Ölüş ve doğuş. Dam-lalar buharlaşıp yukarda, buharlar damlalaşıp aşağıda; ne uçan ne dökülen aynıdır, fakat asıl nehir olduğu gi-bi akıp duruyor; damlalara değil ona bak; ölenler var ama ölüm yok.

Perlâşez'den çıkıp tramvay beklerken mezarlığa ye-ni bir cenaze geliyordu. Orta halli bir ölü. Kaynaşan cad-de bir anda cereyanı kesilmiş uğultulu bir fabrika gibi donakaldı. Herkes şapkasını çıkarıyor. Belli ölünün en küçüğünü bile dirinin en büyüğünden üstün görüyorlar. Taçlar geçse eğilmeyecek başlar tahta bir tabuta eğildi. Avrupalı'nın dirilerinden değil ölülerinden utandım.

189

Page 191: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

LİYONUN PANORAMASI

Tabiat güzelliği bakımından Avrupa'nın en cana ya-kın şehri Budapeşte'dir, ona en çok benzeyen de Liyon. Onun Tuna'sına karşı bunun kafiyeli iki ırmağı: Ron ve Son. Bunun da onun gibi batısı kabarık, doğusu düz. Oranın Budası üstünde ünlü bir kilise vardı, buranın Furvier tepesinde de öyle. Yeni Liyon da yeni Peşte gi-bi suyun solunda ve düzdedir. Margrit adası Tuna'yı iki-ye ayırmıştı; iki ırmak da orta Liyon'u bir adaya çevir-miş gibi. Benzeyiş tam ama gövdeler yarı yarıya. Orası bir buçuk milyonluk, burası sekiz yüz binlik. Buna kar-şılık orada ırmak bir, burada iki. Fakat bu iki o birin yansı kadar; buna karşılık da orada rıhtım iki, burada dört.

Kaynardan sonra sıcakca su bile serindir ve soğuk-tan sonra ılık bile sıcak sayılır. Paris'ten sonra Liyon uğultudan sonra dinleniş gibi. Geldiğimiz yer İstanbul' dan kalabalık, öyle iken bir kasaba gibi görünüyor. Uzun bir tren yolculuğunu bitirip de evine gelince ken-dini gene trende sanırsın; içine dolan hareket daha bo-şalmadı, duran oda giden kompartman gibi. Paris'i Li-yon'a getirmişim; ben geldiğim yerdeyim ama bıraktı-ğım yerin büyük uğultusu bende. Meğer Paris gibi şe-hirler içindeykenden çok, asıl çıkınca büyüyorlarmış.

Liyon un bellibaşlı yerlerini ayn ayn gezdikten son-ra şehrin toptan panoramasını görmek için Furvier'e çı-190

Page 192: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

kıyorum. Bu tepeden vaktiyle Hugo da bakmış, hayali-nin kalın halatlı vinçlerini kımıldatarak, o tepeye «Li-yon'un evlerden sürülerini güden yeşil kepenekli bir ço ban» demişti. lyiki işi ileri götürüp tepenin başında bir tac gibi duran kiliseyi çobanın külâhına benzetme-di ve tepede küçük bir. Eyfel gibi sivrilen kule eğer o vakit bulunsaydı ona da, şüphesiz, bu dağdan çobanın demirden kavalı diyecekti.

85 metrelik bu kuleye 200 bin kiloluk demir git-miş, üç yüzlük Eyfel'e kimbilir ne gitti? Aşağıdaki ır-maktan kulenin dibine kadar bu tepe 127 metre yük-sekliğindedir ve ırmağın denizden yüksekliği de yüz metre. Akdeniz'den buraya kadar şilep pervanesinin gö-ğüslediği yokuş, tepenin altından yukarısına kadar tır-:ıllı tramvayın tırmandığı ray, dibden sahanlığa kadar da kule asansörünü çıkaran çelik halatın boyu... Ayrı ayrı bu üç rakamı üstüste koyunea tam 300 metrelik Eyfel'e çıkmış oluyorsun!

»

Kuleden görülen panorama cidden güzel : Yukarı-dan ve biri sağdan, öteki soldan, birer kavis yaparak gelen iki ırmağın; hizalaştıkları yerden kavuştukları ye-re kadar, bütün şehri üç bölüme ayırarak akışları; çok uzaklarda Morf Blan Alplerinin, duman yığınları halin-de ve hava ile dalgalanıyorlar gibi hayal meyal seziliş-leri. Bu kule sahanlığının gösterdiği ufuk çemberini hesaplamışlar, 600 kilometre tutuyormuş, bir an, bu sa-hanlıkta minare şerefesinde dolaşır gibi dön, İstanbul'la Ankara arasından daha uzun bir ç ^ r e gördün.

Ron, açıktan, göğsünü gere gere geliyor. Son, çekin-gen bir kadın gibi, tepelerin eteğine sokulup saklan-maktadır. Fr&nsızlar buna La Son, ötekine Le Ron di-yorlar. Sahi, dişilik buna, erkeklik ötekine yakışıyor.

191

Page 193: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Son yumuşak, Ron sert. Bu utangaç, o atılgan. Beriki yeşil ovaların düzlüğünde bol bol durulaşmış; öteki Alp-ler'in gümbürtülü cümudiyelerinden doğma bir atlet. Kadın kocasıyla anılır; işte şehrin biticiğinde evlendi-ler ve artık Son kalktı. Ron kaldı.

Birleşen iki ırmağın solunda binbir fabrika bacası, buradan, dallan budanmış tuhaf bir orman gibi görün-mektedir. Kurum çokluğundan Liyonlular beyaz giye-mezler. Burada açık yaz modası griden ileri gidemiyor. Bu işi yapan bu ırmaktır : Irmak ağaç verdi, ağaç dut oldu, dutu böcek yedi ve ipek fabrikalarının sayısız ba-caları yükseldi. Zengin Fransa'nın onda bir gelirini bu ırmak kıyıları vermekte imiş. Simya altın için uğraştı, fakat şu kimya gibi suyun büğüsüne bak, yarattığı ba-calardan dökülen kara kurum, işte altın tozu gibi.

Düğünlerden sonra doğumlar gelir. İki ırmağın ev-lendiği yerde de Liyon doğdu. İsa'dan yanm asır önce bir Roma generali orada ilk Liyon şehrini kuruyor. Bir iki yıl sonra Ogüst gelip oraya saraylar yapmıştı. Fran-sız ihtilâlinde Konvansiyonun emirlerini dinlemediği için şeh'r iki ay kuşatıldı ve alınınca baştanbaşa yakı-lıp yıkılıyor. Liyon iki tarihli; biri uzun, biri kısa; uzu-nu kendi elleriyle gömüldü, kısasını, .bir buçuk asırdır, yeniden yapıyorlar.

Liyon'un tarihi iki, fakat coğrafyası üç. Bir buçuk asırlık bu beldede eski Liyon Son'un sağında ve Furvi-yer'in eteğiyle tepesinde. Asıl Liyon, bir müstatil gibi, Son'la Ron'un arasında. Yeni Liyon da, Ron'un ötesin-de, istediği kadar genişlemeye elverişli sonsuz bir düz-lüğe serili. Üç Liyon'dan, eskisi tarihin, ortası dünün ve yenisi... Heryon'un. 192

Page 194: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Eskisinin başında, hep renkli mermer sütunlarla süslü kilise ve eteğinde 600 bin kitapla bezenmiş kü-tüphane. Şehrin kalbi gibi işleyen orta Liyon'un en bü-yük öğünüşü «Güzel meydan» demek olan Bel Kur'dur. Orta yerde. On Dördüncü Lui'nin at üzerindeki o canlı heykeli buradan bir oyuncak gibi görünüyor. Rivayete göre bu güzel «şaheser»i yaratan Liyonlu Lemot, heyke-lin açılış günü mahmuzlan unuttuğunu görünce, öfke-sinden kendisini Son'a atmış : Belli sanatı uğrunda ölü-mü göze alacak kadar titiz olduğu için eseri bu kadar diri.

Heryon'un Livon'u... O ki otuz yıla yakın Liyon be-lediyesinin başındadır, şehirdaşlarmın bu uzun güvenci-ne karşılık o da onlara yeni Liyon'u verdi, İşte «Altın-baş» parkı, Bel Kur ki bizim Taksim bahçesi kadar, bu onun yirmi misli. İçindeki göl Beyazıd meydanından bü-yük ve gölün içinde, Büyük Savaşta ölen Liyonlular için, güzel bir âbide yapılmış, altı delikanlı ağır bir ta-butu taşımaktadır. Bak ibret al; gez hava al; birer ta-rafı nebatat ve hayvanat bahçeleri, gör bilgi al; şurada dinlen, ötede eğlen : Bir park, fakat bir taşla beş altı kuş vurmuşlar.

İşte şehrin tam doğusunda Amerikan Liyon'u. Gö-ğü tırmalıyan yapılarıyla Newyork'tan bir parça gibi. Bunlar amele apartmanlandır. Banyosuyla, kaloriferiy-le üçer odalık daireler bizim parayia ayda 12 liraya. Bütün bu yepyeni ve kat kat kasabanın kalorifer boru-lanna sıcaklık tek bir yerden geliyor: Süprüntü fabri-kasından. Çöp tenekes'ne attığın şey kış içinde yaz bi-çimine girerek karşındadır.

İşte yeryüzünün en son sistem hastanesi, her şey yer altında elektrikli arabalarla gidip geliyor. Tıbbiye-

193

Page 195: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

nin çevresine bütün klinikleri toplamak için yirmi beş milyon harcamışlar. Biz bunun tersini mi yaptıktı bil-mem. İşte yukarı Ron'da dizi dizi yapılarıyla selâma durmuş gibi görünen sergi sarayı. İşte maden kaplı sırt-ları güneş altında tutuşmuş gibi parlayan mezbaha bi-naları ve işte 40 bin kişilik stadın eski tarihlerden bir amfi gibi tâ uzaklardan gülüp duruşu... Saymakla bi-ter mi? Hepsi Heryo'nun; anladım, bir adamm çok iyi işler yapması için yerinde çok kalması gerekmjş : Çok kalması için de çok iyi iş yakması gerek olduğu gibi.

194

Page 196: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

#

GÖTE d'AZUR:

I

MARSİLYA'DAN NİS'E

Günden düne doğru ters okunan bir tarih gibi Mar-silya'yı gelirken önce trenle sırtından, sonra ayrılırken de vapurla yüzünden gördüm. Yumuşak ve yayvan san-dığım bu şehrin sırtı da yüzü de, yer yer, yalçın kayalı tepelerin keskin çizgileriyle, sert, çatık kaşlı ve dargın-dı. Vapur bolluğundan havayı buğulandıran duman ta-bakaları şehrin öfkesini artırmış gibi. Yalnız Marsilya' nın doğu tarafında Akdeniz'i göğüsleyerek dolanan ye-di sekiz kilometrelik korniş; sert çizgili şehrin çehresi altında beyaz bir gülüş gibi, gerilip durmaktadır.

Son bir asır içinde, Fransız şehirlerini, büyüyüş noktasından, bir pist üzerinde yanşa çıkanlmış gibi hayallendirsek en çevik^ koşamn Marsilya olduğu görü-lürdü. Baştan en gerilerdeyken, birdenbire hızlanarak, birçok şehirleri gece geçen, en son, uzun zamanlardır Fransa'nın Paris'ten sonra ikincisi olan Liyon'u da ge-ride bırakıp, bütün vilâyet şehirlerinin birinciliğini ka-zandı. On . dokuzuncu asır başında yüzbinlikti. Şimdi milyonluktur. Onun bir asırda on defa büyümesi: Bu, Cezayir'in alınışıyla Süveyş'in açılışmdanmış. O alınışla Afrika imparatorluğuna kapı ve o açılışla uzak müstem-

195

Page 197: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

leke vapurlarına uğrak oldu. Marsilya bir defa Fransa' ya, fakat iki defa Afrika'ya borçlu.

Marsilya'nın ne kadar bahtı açık olduğu şundan da bellidir : Nesillerden beri yedisinden yetmişine bütün Fransız'ı coşturan bir buçuk asırlık Marseyez bu şehrin adıyla anılır. Ruhları volkanlaştıran Büyük İhtilâlden üç yıl sonra, genç bir Fransız zabiti, bu diri sözlü ve diri sesli marşı «Ren ordusunun harp türküsü» adını vere-rek bir lâv gibi yaratmıştı. Sözün yiğitliğiyle sesin şah-lanışından yuğrulan bu türküyü Marsilyalılardan bir grup ilk defa Paris sokaklarında söylediği için o mar-şa Marseyez dendi : Yaratan başkası ama parsayı top-layan Marsilya'dır.

Marseyez dışardan geldi, bedavaya; fakat Tartaren içerden çıktı, pahalıya : Alphonse Daudet Akdeniz Fran-sasından olduğu için bu şehrin hemşerisi sayılır. Mar-silya'nın güneşi mübalâğalı, tepeleri mübalâğalı ve Mar-silyalı da biraz mübalâğacıdır. Pireyi deve yapmaz ama hiç olmazsa malak yapar! Lâfda kalan bu zararsız mü-balâğacılık Dode'nin kalemiyle, sanatın göğsü üstünde, Tartaren adlı bir tip biçimine girerek birdenbire canla-nıp da, her dile çevrildiği için onu bütün yeryüzü tanı-yıverince dünya Marsilyalı'ya gülmeye başladı ve hâlâ gülüyor. Sanat bu, Marsilya artık Tartaren'le ikizdir.

Daudet, ihtiyarlığında, bir iş için, oğlu Leonla be-raber, Marsilya'ya gelirken o romandan dolayı hemşe-rilerinin kendisine bir fenalık yapmasından telâşa dü-şerek çekingen davranmca o vakit bir delikanlı olan ya-nındaki Leon Dode : «Korkma baba, pazılarımın güçlü-lüğü seni esirgemeye yetişir» demiş. Bereket o kadar şakrak Marsilyalı bu kadar kaba bir işi aklından bile geçirmiyor. Sanatın güldürdüğü, gülünç de etse, seviler-dir.

196

Page 198: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Marsilya'nın 011 işlek yerinde, şalıdamar gibi uza-nan en iyi mağazaları ve yapıları iki tarafına sıralan-mış Canbieıe (Kanbier) adlı bir cadde var. Yukardan tatlı bir meyille inerek eski limanda bitiyor. Marsilya-lı'nın gözü ki aynalı bir adese olacak, büyülten tara-fıyla kendine, küçülten tarafıyla başkasına bakar; bu cadde için şu darbımesel söylenmektedir : «Eğer Paris' in bir Kanbier'i olsaydı küçük bir Marsilya olurdu!» Dode'nin kabahati ne : Tartaren elbet böyle bir şehir-den çıkacaktı!

* * *

Nis'e gidiyoruz. Marsilya'dan İtalyan hududuna ka-dar «Lacivert kıyı» manâsına Cöte d'Azur denmesi me-ğer buraların güzelliğini öğüş değilmiş. Konulan şiirli ad şiirin yarısını bile söylemiyor. Denizin minevişli can-fesliği için o ad iyi, fakat şehirleri kasabalarla ekleyip kasabaları köylerle lehimleyerek, bahçelerle yapıları ku-caklaştıra kucaklaştıra, üç yüz şu kadar kilometrelik kı-yıyı tek bir beldeye çeviren karanın binbir renkle iş-lenmiş bir ipekli gibi; kıvrım kıvrım, dalga dalga; şu-rada denizi itip orada denize itilerek, çiçek kokuları ve ışık cümbüşleri içinde uzayıp gidişi... İnandım; cen-neti Tanrı'dan önce insan yapıyormuş.

Hele bu kıyının doğu tarafları.. Arkadaki Alpler kışı, öndeki deniz yazı, palmiye ve hurma gibi hiç sol-mayan ağaçlar da güzü yasak etmiş; kıyıya kalan ba-hardır. Bir menşurdan görülür gibi iri ve görülmez bil-lûrlardan süzülmüş gibi yumuşak bir güneş. Yılın en soğuğuyla en sıcağı arasında ancak on beş derece var. Yağmurlu günlerin sayısı da altmışı geçmiyor. Gök ay-dınlık, ha\a ılık. Göte d'Azur... Akdeniz kıyısına uzan-mış aygın baygın ve apaçık bir göğüs gibi.

197

Page 199: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

GÖTE d'AZUR :

II

NtS'TEN MONTEKARLÖYA

Türkçemizde çok beğendiğimiz şeylere mis gibi de-riz, kendisini gördükten sonra anladım ki Nis gibi de-mek te ayni manâya çıkar. Görmediğimiz ünlü yerlerin kendi hayalimizde kendimize göre bir varlığı.vardır; gö-zün okuyup kulağın işittikleriyle ona bir biçim veririz. Berlin ve Paris'i bile umduğum gibi buldum. Gördü-ğüm tasarladığımda Fakat Nis... meğer hakikat hayal-den üstünmüş.

Şehrin ilkönce Masena denen göbeğini ve cana ya-kın çarşısını geziyoruz. Çarşı baştanbaşa, iki taraflı çı-nar ağaçlarıyla, gölgeli bir serinlik içinde. Kelimelerini iyi bilmiyorum ama Falih Rıfkı'nın güzel bir sözü aklı-ma geldi: Selvi ölümüzün, söğüd deremizin ye çınar meydanımızın ağacıdır. Nis'de bu çınarlı çarşıyı gezer-ken kendimi kendimizde sandım.

Çarşıda ayağına ipekli pijama pantolonunu geçire-rek, plâj mayosuyla gezen kadınlar gördük. Nis için şöy-le bir darbımesel söylenirmiş : «Göğü kuşsuz, denizi bu-lutsuz ve kadını...» dalda yuva yapan değil gökte uçan kuş denizin genişliğiyle Alpler'in yüksekliğini aşamadı-ğı için görünmese gerek. Denizin bulutsuzluğu da ya 198

Page 200: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

rüzgârın yelpazeleyip itişinden, ya güneşinin nemlenmek için çekişinden veya başı karlı Alplerin örtünmesi için çağınşındandır. Peki kadınları?... Göğünün kuşsuz, de-nizinin bulutsuz olduğunu söyleyen darbımesel kadını-nın da örtüsüz olduğunu söyler. Yok, şehrin kendi o kadar civelek ki başka yerde az örtülü açıkken burada en açık kadın bile örtülü gibi.

Çiçek, çiçek... Nis baştanbaşa bir çiçek şehri. Ve onları yalnız Tanrı'nın verdiğiyle bırakmamışlar. Renk-lerin evlendirilmesinden başka başka renkler ve koku-ların çeşitlendi rilmesinden ayrı ayrı çiçekler dünyaya gelmiş. Hâmid'in şu mealde bir beyti var: Kadınlar ha-yatın çiçeklenmesi ve çiçekler nebatın kadınlaşmasıdır. Doğru, işte çiçekler kokan kadın ve kadınlar yürüyen çiçek gibi. Dallar şehvet açıp tenler renk saçıyor. Fa-kat o beyit, Nis için tam değil. Yeryüzüne ün salmış o güzelim Fransız losyonları hep bu Nis çiçeklerinden çıkarılmaktadır. Çiçek burada iki defa kadın ve kadın kimbilir kaç defa çiçek.

Kilometrelerle süren kordon boyunun yarısına «İn-gilizler gezintisi» ve yansına da «Amerikalılar nhtımı» denmiş. Belli sterling ile doları avlamak için bu kadar süslüdür. Plâjın adı «Melekler hamamı», doğudaki ye-şilliğin adı «Altın boynuz». Şiir paraya ökse gibi. Yal -nız bu kordon boyuna kim bilir ne kadar milyon döşe-diler. Her yol Roma'ya çıkarmış, yol güzelliğinin sonu da buraya çıksa gerek. Hele gece, en pahalı lâmbala-nn en bol ışıklanyla öyle pml pınl ve öyle nazlım naz-lım bir yol ki yürürken bir yerini inciteceğim sanıyo-rum.

Sterlingle dolar düşünce İngilizle Amerikan azaldı. Fakat iki yüz binlik şehirde bu anlaşılmıyor gibi. Sa-

199

Page 201: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

nıyorsun ki şehir keyfini hiç bozmamış. Dünün bol ka-zancıyla yarım kazançlı gün gene tombul. Yarın eski dün olmasa bile gün yarında da pembe kalacak.

Şehrin ortasında «Şato Kayası» denen bir tepe var: Başı kesilmiş yeşil bir havuç gibi duruyor. Bizim koca Barbaros Nis'i kuşatıp şehri aldığı vakit bir iki gün içinde bu kale de alınacaktı. Fakat bütün Akdeniz'i evi-nin havuzu gibi gören Barbaros «bu yumruk kadar ka-le için döğüşemem» dedi. Onun yumruğu ki bu kale kadardır.

Bu şato tepesinden görünen panoramaya doyum yok. Deniz şehri değil de şehir denizi kucaklıyor. Fa-kat bu oynak maviliği elinin erdiği kadar bağrına ba-sabilmek için iki kolunu, tatlı bir kavis içinde, alabil-diğine açmış. Bununla da kanamadığı için, doğu tara-fındaki iç limanı, cetvelle çizilmiş bir mustatil gibi, böğrüne kadar çekmektedir. Şehir denize ve arkadaki yumuşak sırtlı yeşillikler de şehre sevdalı. Belirsiz te-peler şehri belirsizce kaldırarak göğsüne basıyor. Se-ven ve sevilen Nis, mavi mırıltı ile yeşil fısıltı arasın-da, bembeyaz ve yeni yıkanmış bir gelin gibi.

Edebiyat mı yapıyorum diye duraklıyorum. Hayır, bu şehirde ne bodur yer var, ne iri yer. Ne çukurluk, ne sivrilik. Şehrin Simiez denen yukarı semtinde beş altı yüz odalı koskoca oteller gördüktü. Onlar bile bü-yük görünmüyor. İriyi geriye almışlar. Gizli bir hende-se bu beldeye öyle bir âhenk vermiş ki bütün şehir tek ağızda incilenen tek gülüş gibi.

* * *

Otogar'la Nis'ten İtalyan sınırındaki Mantona ka-dar dağ yolundan gidip kıyı yolundan geldik. Gidişte 200

Page 202: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

kuşbakışı gördüklerimizi dönüşte içinden gösteren, alt kıyısını denizle karanın birleştiği yere dayayıp üst kı-yısını dağın böğrüne asmış söbü bir çember. İşi kuyum-cu edebiyatına dökmek istersen bu çemberi dağın züm-rüd mahfazasına takılı pırlantadan bir kolyeye benzet.

Kapferra'nm yukardan görünüşü ömür: Kıvrak bir yarım adanın sol böğründen uzanan burun, adadan yüzmek için denize atılıp kuyruğunu henüz ayırmamış bir timsah gibi! Monako ile Montekarlo, meğer bunlar bir şehir değil bir tablo imiş. Deniz, uzun dılılarından biri açık kalmış bir mustatil gibi, düzgün ve biçimli, karanın içindedir. Mustatilin iki yan kabartısı üstünde karşı karşıya yükselen Montekarlo ile Monako, karada-ki uzun dıl'ın yeşilliği üstünde kolkola değil, böğür böğ-re vererek birleşmişler: Bitişik ikizler gibi bir gövdede iki şehir.

Montekarlo'nun o ünlü kumar gazinosunu hayalim-de daha büyük sanırdım, fakat bu kadar güzel sanmaz-dım. Rivayete göre bütün varım kaybedenler şu yardan kendini denize atarmış: Yakuttan yelpazeler halinde açılmış yapraklar arasından eritilmiş çiniler gibi görü-nen deniz o kadar güzel bir insanın bir şey kaybetme-den de bu güzelliklerin dibine kadar atılacağı geliyor.

Monako'nun akvaryumu bütün yeryüzünün en zen-gin deniz müzesi, kumar gazinosundan denize atılanla-ra karşılık burada bütün denizin içini dışarı çıkarmış-lar. Meğer şu alık balıkların tayyarelileri ve tanklıları da varmış : İşte, camlı odacıklar içinde usta bir pilot gibi kanatlarını açarak uçanlar ve işte İngilizlerden ön-ce tankı, bulup içine kurulanlar!

201

Page 203: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Nis'te Manton'a kadar yukardan gidip aşağıdan ge-lerek çevirdiğimiz söbü çember... Bir menşurdan görü-lür gibi iri ve görülmez billûrlardan süzülmüş gibi yu-muşak bir güneş altında; yumuşak ve mat bir camdan yapılmış gibi tozun zerresini bile bilmiyen bir asfalt üs-tünden hayalet gibi kayarak; dağ üzerinde dalga dalga bir kadife yeşilliğine dikilmişçesine hafif ve sahil bo-yunda renk renk bir ipekli eteğine ilmiklenmiş gibi kıvrak bir yoldan... Fakat neler söylüyorum; bırak, hiç-bir hayal o hakikati anlatamaz.

202

Page 204: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

DÖNÜŞ

NAPOLİ — ATİNA — ÇANAKKALE — İSTANBUL

Page 205: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

NAPOLÎ :

I

NAPOLİ VE VEZÜV

Vapurumuz sabahtan akşama kadar Napoli'de ka-lacak. Akdeniz'in maviliğini çizmeleyen, İtalyan yarıma-dasının kıyı şehirleri içinde, bir milyonluk gövdesiyle, en kalabalığı burası. Denizin geniş bir hilâl çizgisi çe-virerek yarattığı körfezi baştanbaşa kucaklıyan şehir, daha ilk bakışta üç kısımlıkmış gibi görülüyor : Solda bir tepeye yaslanmış kabarık Napoli, ortada limanla di-ğer tepe arasında serilmiş düz Napoli ve sağa doğru körfezin öteki ucuna kadâr şeritleme uzanan sayfiyeler Napolisi : îri başlı, yassı gövdeli, kıvrık ve uzun kuy-ruklu bir şehir.

Tuhaf, buranın her şeyinde bir üçüzlük görür gibi-yim : Tepeler üç tane; en solda Pozilip, ortada Senelm ve en sağda Sorrant. Birincisi asıl şehri taşıyor, ikin-cisi limana bakıyor ve üçüncüsü burunlama bir atılışla körfezin hilâllenmesini tamamlıyor. Körfezin ortasına ve asıl Napoli'n;n doğusuna düşen Vezüv bile üç çeşit: Eteği yeşil, gövdesi bakır ve tepesi duman.

Şehrin kendisi de üstüste üç ana cadde ile üç katlı bir yapı gibi. Altta ve limanın solunda rıhtım boyu, şeh-ri kornişleyen bu asfalt kuşak Napoli'nin en güzel ge-zinti yeri. Daha yukarıda Roma caddesi, bizim Beyoğ-

195

Page 206: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

lu'ndaki Doğfu yol gibi, şehrin hareket ve ticaret dama-rı. En üstteki Viktor Emanuel caddesi, Napoli'nin boy-nunu gerdanlayarak bütün şehre ve körfeze bakan ger-gin bir panorama : Üç yoldan alttaki gösterişli, orta-daki işlek ve üstteki ömür.

Tepeler ve karalar değil deniz de üçüzlü : Dış, Tire' nin denizi; avlu rolünü yapan, Napoli körfezi ve şehir-le sarmaşan iç liman. Limana bakıyorum, üç dalgakı-ran görülmektedir. Limanla rıhtım boyu arasındaki, tâ Onüçüncü asırdan kalma, çok garip biçimli yapıya ba-kıyorum. Nuovo denen bu kışlamsı saray ve şatomsu kale dahi, bizim başlığı alınmış Galata kulesi cinsin-den, üç tane kalın burcu göğsüne yapıştırarak kurulur-ken tunçlaşmış birer tarih gibi dikilen bu üç kule de tırtıllı mazgallarında sırıtan asırları göstererek öğünün duruyorlar.

Hepsinden tuhafı, Napoli'yi kendi tarihimizde arar-ken gördüm ki, meğer biz de burayı üç defa kuşatmı-şız: Biri Fatih, diğeri Beyazıd, üçüncüsü Kanunî zama-nında. Üçünde de, yalnız kalesi sarp olduğu için değil, denizi sığ olduğu için burayı alamıyoruz. O zamanlar denizinin yufkalığından ağır basmıştı; sonradan İtalya' nın en kalabalık limanı oluşu da denizinin derinleşti-rilişindendir: Su inince şehir kabardı.

Napoli ile Vezüv... Şehir, körfeze atlastan eteğini uzatıp, tepesindeki şatoları tac gibi başına geçirerek, caddelerini kemerler gibi takıp takıştırmış bir hasba... Ve Vezüv, yeşil eteğini çepçevre köylerin pırıltılı işle-meleriyle süsleyerek, lâvlardan donma göğsünü şerha şerha gerip, başı üstündeki dumanı gösterişli bir sor-guç gibi göklere uzatan içi yanık bir âşık : İyi ki o er-kek bu kadının içini görmüyor; soğurdu.

196

Page 207: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Ben bile gördüğüme pişman oldum. Liman rıhtı-mından biraz içeri dalınca b'zim iç Galata'da gibiydim. Dar, ağaçsız, kuru ve pis sokaklar; şehrin bu kalabalık ve işlek çarşılı mahallelerinki evlere çamaşırlar ve bez-ler asmışlar. O gün galiba İtalyan faşizminin bir kut-lulama bayramı olacak, bütün pencereler bayraklarla süslüydü. Fakat bezlerin bayraklar gibi sallandığı bu sokaklarda bayrakları da bezleşmiş sandım.

Birçok kimseden Napoli'nin İstanbul'a benzediğini işitmiştim. Meğer ikisinin de dışına bayılıp içine pek bakmamalıymış. İkisi de güzelliğin zenginliği altında bir yoksulluk saklıyor. Bu benzeyişi dış görünüşleri ba-kımından da tamamlamak için İstanbul'a fedakârlık-lar yaptırıyorum: Sarayburnu'yla Kadıköyü'nü birleş-tirip Boğazla Haliç'ten vazgeçmek; Bostancıya kadar karaların Moda ve Fener gibi eşsiz çıkıntılarını kaldıra-rak İzmit ve Gemlik körfezleri arasındaki Bozburun'un ucunu getirip Bostancı'dan Adalara doğru kıvırmak; Adaları da Karpi adıyla bire indirdikten sonra bir boy daha kabartılmış olan Alemdağı'nın içine görünmez bir baca yerleştirerek tepesinden duman çıkartmak: İşte sana bir Napoli!

İstanbul'un Napoli'den imreneceği tek şey bu du-mandır. Dağların çıplakları kalıplarıyla, ormanlıları ka-buklarıyla, yanardağlar ise içleriyle yaşarlar. Hele Ve-züv, yalnız dumanı ve lâvıyla değil zaman zaman yük-selip kısalmasıyla da canlı bir varlık gibi. On dokuzun-cu asır ortalarında boyu 1200'e yakındı, biraz sonra 115 metre birden arttı, bu asrın başında da o artışın yan-sına yakın kısalmıştır: Aşkı kabardığı vakit uzayan ve içinin zembereği kırıldığı vakit kısalan duygulu bir dağ.

197

Page 208: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Onun hayvanlardan daha diri olduğu, hayvanlarda ağlayış hassası olmayışına karşılık, bu dağda göz yaşı-nın bulunuşundan da belli: Lâvların kabuğundaki kö-pükler, yükseklerdeki soğuk hava ile donunca, döne dö-ne indikleri için iki uçları sivrileştiğinden armut biçi-mine girerek ve armut büyüklüğünde katralar gibi dö-külüyorlar. Coğrafyacılar bunlara «Volkan Bombaları» diye korkunç bir ad takmışlar, İyi ki îtalyan ruhu harp-çi değil ve şiir onlarca dövüşten üstün; Napoli'de bun-lara «Vezüv'ün göz yaşları» deniyor!

Hiç kımıldamayan ölüdür, hiç istifini bozmadan kı-yamete kadar işleyip duran da tam diri değil. Vezüv'ün de bizim gibi uykusu, uyanışı, yorgunluğu ve öfkesi var. Çok defa uslu, bazen de saralı. Vakit olur, ölü gibi; nö-beti tutar, deli gibi. Uyanışı sıçrayıştır, teprenişi zel-zele.

Tarih onun «tercümeihal»ini ancak, yirmi beş asır-dır biliyor, Romalılar onu, hiç duman filân çıkarmadı-ğı için, uzun asırlar pörsüyüp bitmiş sandılardı. 79 yı-lında. birdenb ;re gümbürdeyerek yamacındaki iki şehri lâvlarıyla örtüverdi. Altıncı asır başında da küllerini İs-tanbul'a kadar göndermişti. İnsanlar onun yirmi beş as-rından şunu öğrendiler: Duman çıkarmayarak çok uzun uyumuşsa uyanışı da yaman oluyor, şimdiki gibi pipo-sunu tüttürür durursa, pek o kadar korkma. Amanın keyfi bozulmasın!

198

Page 209: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Liyoıı'da Furvier Tepesi — Tepenin başında bir taç gibi duran kilise ve sağda çelik kule. S. 180

Monako İle Montekarlo — Böğür böğüre vererek birleşmişler, bitişik ikizler gibi bir gövdede iki şehir. S. 189

Page 210: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Napoli İle Vezüv — Şehir körfeze atlastan eteğini uzatan bir hasba ve Vezüv başının dumanını göklere uzatan yanık bir âşık. S. 197

Pompel'de Müze Salonu — Üstü camekânlı masaların her birinde bir çıplak yatıyor; bunlar, ruhları bedenlerinde kalmış ölüler. S. 202

Page 211: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

NAPOLİ : II

POMPEİ

Asırlardan beri derin bir uykuya dalan Vezüv, İsa' nm doğumundan 79 yıl sonra birdenbire uyanarak, ya-kınındaki Pompei şehrini lâvlar ve küllerle örtüverdi. Bir şehir zelzeleyle yıkılır, fakat yıkıntısı gene yeryü-zündedir. Bir şehir baştanbaşa yanabilir, fakat gene ya-nık-manık bir şey kalmıştır. Bir şehri sel basar, bir şe-hir bombardımana uğrar; bunların hiçbiri tam ölüm de-ğil; fakat kürenin kızgın içi dağın ağzından göğe çıkıp da göğün bütün kızıllığı Pompei'ye ;çöküverince o baş-tanbaşa mermer şehir, içindeki bütün dirilerle beraber, bir anda dünyadan silinip kayboluyor. Meğer bu en gö-rülmem'ş öldürüş, en umulmaz bir saklayışmış.

Lâvın kavurup, şehirde diri bırakmayışı ve külün, yığılıp şehri havadan ve zamandan esirgeyişi : Dağ, yer-yüzünden kaldırdığını yerin böğründe saklıyor. Yüzlerce metre kalınlığındaki toprak kefen değil mahfazaymış. Çok uzun emeklerle bu kalın toprak atılınca yirmi as-rın öteki ucunda gömülen, beriki ucunda yeniden dün-yaya geldi. Pompei Vezüv'ün konservesidir.

Çevik tekerlekli tramvay treninin içinde, körfezin kavsini dolanarak, sıra sıra köyler içinden, sanki köyler bizim önümüzden geçiyormuş gibi sinema hızıyla ge-çip; solumuzdaki Vezüv'ü, profilinden, yüzünden, ense-sinden; sanki o prova aynasında dönüyormuşcasına, her-çeşit duruşuyla göre göre, vaktin nasıl geçtiğini anlama-

2 0 1

Page 212: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

dan Pompei'ye geldik : Dışardan büvük bir yangın ar-tığı gibi göıiinüyor; içindeyken de biz kendimizi yirmi asrın ötesinden arta kalmış gibi göreceğiz.

İlkönce, giriş yerinin başındaki müzedeyiz. Pom-pei'vi görmeden Pompei'den çıkan şeyleri görüyoruz. Salonun ortasına sıralanmış üstü camekânlı masaların her birinde bir çıplak insan yatıyor. Bu masada sırtüs-tü düşmüş, korkudan ağzı kenetli, başı devrik bir adam; öteki masada koluyla alnını kapayıp yüzükoyun uzan-mış ve başının tepesinde saçlarından yapılma küçük bir topuz görülen bir kadın; beride kıvrılmış bir çocuk, öte-de... Bütün bunlar heykel değil, çünkü ettendir; mum-ya değil, çünkü ölmüş gövdeler dondurulmadı. Bunlar hayat sonuyla ölüm başının pençeleşmesi. Görülen şey bu çengin enstantanesidir. Büyük felâket, lâvları ve kiil-leriyle, öyle birdenbire çöktü ki ruhlar bile uçamadı-lar : Bunların hepsi ruhları gövdelerinde kalmış birer ölü.

Halka halinde kıvrılarak kaskatı kesilmiş bir ev kö-peği. Boynunda, madenden yeri gömgök görünen, bir tasma var. Açık kalmış ağzında karşılıklı iki diş : Belli bağırmak isteyip bağıramadan gitmiş. Tencerede pişiri-len b'r tiavşan, kemiklerinin iskeletiyle durmaktadır: Avladılar, kaynattılar, fakat yiyemediler. Dilim dilim çizgili bir tepsi çöreği, henüz fırına konamamış : Onu sonra yirmi asır pişirdi!

Sıcak bir güneş altında şehri geziyoruz. Yaya kal-dırımları da bulunan, parkeli gibi döşenmiş sokaklar-da; kimisi bütün, kimisi yarım ve hepsi ayağa kalkmış birer hâtıra gibi dikili sütunlar ve duvarlar arasından; ayaklarımızın altında iki bin yılı çiğneyip geçiyoruz. Tarih ki zamanla mekândan dokunur, zaman iç ve me-kân gövdedir, içi boşalmış bir tarih içindeyiz!

2 0 2

Page 213: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

tik adımda ve sağda Bazilika: Oluklamasına işle-meli sütunlarının boy boy kırılmış görünüşleriyle bu-danmış bir ormanı andıran bu yerde vaktiyle ticaret iş-leri görüşülürmüş. Ve işte onun ötesinde Frum denen halk meydanı, zamanında ne kadar süslü olduğu bazı başlıklardan anlaşılan bu avluda da siyaset çekiştirme leri yapılırmış : Konuşanlar yok, fakat konuşulan yerle-rin diriliği içinde eski devirlerin büyüsüyle mikrofon lanmış gibi keskinleşen kulaklarımıza asırların ötesin den sesler geliyor!

İlk girdiğimiz evin salonunda gene üstü camekânlı masa içine uzanmış bir adam gövdesi. Ayak tırnakları nı pedikürlü sanırsın. Sağ eli böğrüne saplı. Kafatas: yanıp kavrulmuş. Yalnız sapsağlam otuz iki dişi henüs fırçalanmış gibi. Salonun ötesinde hamam odası; ortadz toparlak bir havuz, duvarlarda mihrap gibi oyulmuş dört çukur, büyük tekne biçiminde bir banyo yeri : Ta rihin içiyle dışı yanyana; şu salondaki adam bu hamam da yıkanıyordu. İstersen düşünme, onun otuz iki dişin de yirmi asır sırıtıyor!

Burası ev hamamı. Daha ileride şehir hamamını gö rüyoruz. Büyükçe bir yüzme havuzu, onun arkasında bi rer kişilik banyolu yerler. Öteki kısım bizim hamamla: gibi kurnalı. Demek hem alafranga hem alaturka yıka nıyorlarmış. Daha tuhafı bu hamamın bir lokantası d; var. Değil mi ki yiyip içiyorlar, oynayıp hoplayacakla da. Şu genişçe avluda jimnastik yaparlarmış. İşte geı gin pazıların attığı taş gülle olduğu gibi duruyor. Yere ayaklarında sandallarla bir idmancı uzanmış. Yorgunlu ğunu dinlendiriyor sanırsın. Toprak, bu avluya kabir de ğil, yatak gibi.

Örtülü tiyatrodayız. Adından belli vaktiyle üstü kî pah olacak. Şimdi yerin böğrüne oyulmuş; dar yeri aş£

212

Page 214: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ğıda ve basamaklarına beş bin kişiyi oturtan tırtıllı bir huni şekliyle duruyor. Şehrin doğu ucundaki büyük am-fiteatr ise yirmi bin kişi alırmış. Bu sirkte Gladyatör dedikleri ölüm pehlivanları cenkleşirdi. Adam ya adam-la, ya yırtıcı hayvanla ölünce ve öldürünceye kadar çar-pışacak. önce geçit yapan pehlivanlar imparatorun lo-cası önünden «bana ölüm, sana selâm!» diye geçiyor-lar. Ne kadar insan ya mızrakla delikdeşik, ya pençey-le parça parça can verirken bu çepçevre mermer ba-samakları dolduran yirmi bin kişi, kan buğusunu bu-hurdan tütsüsü gibi koklayarak, bu kıpkızıl ölüm dep-renişlerini coşkun coşkun alkışlıyordu : Bırak, Roma ruhunun bu tarafı mezbaha gibi.

O ruhun öteki tarafını ise Vetti'nin evinde gördük. Burası Pompei'nin evleri içinde en sağlam kalanı. On sekiz kadar korint sütunlarla çevrilmiş mustatil biçi-minde dört hollü mermer bir yapı. Ortada, kıvrak ha-vuzlu, üstü açık bir bahçe. Odaların pencereleri yukar-lak, serin olsun diye; mutfak arkada, koku gelmesin diye. Vezüv, burayı incitmemek için o kadar dikkat et-miş ki çamaşırlığın ocaklığında kavrulup donakalan tencere bile altındaki sacayağıyla beraber olduğu gibi du-ruyor.

Zamanının en ünlü artistleri tarafından işlenip süs-lenen burası bir ev değil adetâ bir güzel sanatlar yu-vası. Mermer direkler üstünde incecik büstler; dikine konmuş mermer sandukalar üstünde tunçtan heykelcik-ler ve duvarlarda renk renk nakışlar... Hele giriş yeri yanındaki iki odanın duvar resimleri... O kadar dipdiri yapılışlarına mı, bu kadar taptaze kalışlarına mı şaşma-lı? Zamanımızın en güvençli fırçası bu tablolara öğüne öğüne imzasını atabilir. Yok canım belli işte: Güzel sa-natlar bakımından gösterdiğimiz hüner, çıkış değil, düz-lük üstünde helezonlar çevirip duruşmuş.

204

Page 215: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ATİNA :

I

ATİNA'YI GÖRÜŞ

Pireye giriyoruz. Yirmi beş asır önce Temistokl, Salamin deniz çengini kazandıktan sonra, Pire'yi kurdu ve gerdirdiği on kilometrelik bir duvarla burayı o za-rıfanın en geniş limanı yaptı. Fakat onun bir sözü bu Pire'den de, o zaferden de ünlüdür. Bir gün kurultay-da harp işi konuşulurken birleşik ordular generali bu-nun fikrine hiddet ederek bastonunu kaldırıp üzerine yürüyor. O, hiç istifini bozmadan şu cevabı verir: «Vur, fakat dinle!»

Söz mermerden ve demirden dayanıklı; yirmi beş asırda neler çökmedi; fakat şu biraz sonra ayak basa-cağımız topraklar üstünde söylenen bu üç kelimelik cümle, dalgayla aşınmayan yıldız ışığı gibi, yirmi beş asrı aşarak dipdiri yaşıyor. Pireliler yerine olsam o cümleyi şu tepe üstüne pırıltılı bir tâk gibi asardım : «ıDinleme, fakat vur» diyip duran bu şimdiki dünyaya bir ibret olsun diye.

Pire'nin bahtı sözden yana açılmış olacak : La Fon-taine'in bir mısraı da bu limanın adını üç asırdan beri dünyaya darbımesel yaptı : Maymun denizi geçebilmek için yunus balığına yalvarmış. Balık onu sırtında götü-rürken her şeyi bilmekle öğünen bu dört ayaklıyı dene-

2 0 5

Page 216: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ııek ister: «— Pire'yi tanır mısın?» şarlatan maymun îilgisiz görünmemek için savurur : «— Tanımaz mıyım, ;ok eski dostumdur!». O zamandan beri Avrupa acunun-da bilmediğini bilir görünenler için «Pireyi adam sanı-yor» demek moda oldu. Değil mi ki dünya böyle adam-larla doludur. Pire, dillerden düşmeyen bir nükte dirili-ğiyle yaşayıp duracak.

Ağır ağır limana girdik : Sağ tarafta kavruk bakır renkli toprağın kamburuna tırmanmağa çalışan ölü göz-lü bodur evler ve boy atamamış cüce ağaçlar. İki havuz-lu liman çok büyük değil, fakat kalabalık. Tam karşı-da Pire tepesi, yalçın çehresiyle sert sert bakıyor. Rıh-tıma çıkınca kendimi bizim Galata'da sandım. Yalnız ufak bir ayrım, burada Türkçe Rumcadan daha çok işi-tilmektedir!

Yaptığımız büyük mübadeledeki tuhaflığı insan Pi-re ve Atina'da ne iyi anlıyor: B.iz Müslüman değil diye orta Anadolu'nun Türkçeden başka dil bilmeyen yüzbin-lerini oraya gönderdik ve onların kıyı yerlerinden gelen kim bilir ne kadar yüzbin de Rumcadan başka dil bilmi-yordu. Bizim iç karamız Rumcayı öğretmemiş, onların kıyı tarafı Türkçeyi unutturmuş. Bize gelen dindaşla-rın hepsi artık d limizi öğrendi mi bilmem, fakat ora-ya giden dildaşlarımız hem unutmamış hem de unutan-lara hatırlatmış olacaklar; kulaklarım bütün bir gün orada Beyoğlu caddesinden daha rahattı.

Yalnız insanlar değil, yerler bile Türkçe konuşuyor: Fâtih'in otağ kurduğu yerden Akropol'a gittiği yola «Pa-dise Caddesi» diyorlar. Rumcada «ş» olmadığından bu Padişah caddesi demektir. Pire'nin sağını dolaşınca gö-rülen ilk koyun adı daha güzel : «Türk Limanı». Ondan sonraki, karaya sokulmuş mavi bir kepçeye benzeyen

206

Page 217: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ikinci koyun adı da «Pasa Limanı»dır. Biz buralardan çekileli yüz altı yıl oldu. Meğer dilim tarihimden sağ-lammış.

Atmalıların öğündükleri Faleron plâjlarını uzaktan görerek, çok geniş, yeni ve temiz asfalt caddede, hızını kestirttiğimiz otomobilin içinden sağı solu seyrede sey-rede gidiyoruz. Pire nerede bitip Atina nerede başlıyor, belli değil. Yalnız isimler tuhaf : Burası yeni îzmir, şu-rası yeni Akşehir, ötesi... Bıraktıkları yerlerin adını bı-rakmamışlar. Çorak Atina topraklarının bu yeni, fakat çıplak mahalleleri üstünde taşınan bu isimleri kanat aç-mış birer yeşillik gibi sallanıyor sandım.

Bu ancak devlet gücüyle başarılabilecek koskoca caddeyi yaptıran b :r Yunan zenginiymiş. Balkan Har-bi'nde bize denizi kapayan zırhlıyı da, biliyoruz, Ave-rof yaptırmıştı. îçine kırk elli bin kişi alan şu mermer basamaklı stad da onun. Otomobil ilerledikçe boyuna öğreniyoruz: Şu saray gibi mektep de, şu mâbed gibi kütüphane de, şu bilmem ne tiyatrosu da hep baş"ka baş-ka birer zenginin armağanıymış. Rahmetli Ziya Gökalp'ı hatırladım: «Fert yok, cemiyet var!». Burada fert var olduğu için yalnız cemiyet değil devlet de var olmuş.

Onun fertlerine bu zenginliği veren toprağın yoksul-luğu olsa gerek. Bu dağlı taşlı çorak toprak Yunanlıyı denizci ve dışancı yaptı. Zaten haritada bile bir şey is-temek için Akdeniz'e avuç açmış bir el gibi uzanan Yu-nanistan istediğini denizden bulacaktı. Parmak ucu ka-dar örümcekten gepgeniş bir ağ çıkarcasına avuç kadar Yunanistan'dan da bir sürü şilep fırlayarak, yeryüzü-nün maviliklerine kendi bayrağını çizer gibi beyaz kö-püklü izler bıraka bıraka bütün denizleri tıpış tıpış me-k kleyip durdu.

207

Page 218: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Yunanlının dışarcılığı... İngiliz, Boer'e pahalı ordu yolladıysa Yunan da oraya gözü pek bakkal gönderdi. Giden bakkal dönen milyonerdir. İngiliz de dışarcı ama o her yere kendi bayrağıyla gider, emmek için; Yunan-lı ise tek olarak her yerdedir, kazanmak için. Her de-nizde Yunan şilebi g;bi, her karada Yunanlı görülür. Dışarda kazanıp içerde yiyiş, buranın yüzünü ağartan bu ikisinin birleşmesidir. Yoksul çıkanlar dolgun dönüş-leriyle çıplak Atina'yı giydirdiler.

Kifisya'ya gittik. Burası Atina kibarlığının sayfiye yeri. Avrupa çizgili bir otelin temiz terasasında yemeği-mizi yiyoruz. Yeşillikten süzülen hava ile yelpazeleniyor gibiyiz. At'na hem tepeden inme güneşi, hem Akropol kayalarının yandan vurma yalaviyle iki defa sıcak. Fa-kat sekiz on kilometre sağında Faleron ve gene sekiz on kilometre solunda Kifisya; biri mavi, biri yeşil; iki de-fa sıcak Atina iki defa serinliyor.

Uzun boylu gezmeye vaktimiz yok, şehri toptan gör-mek için. Akropol tepesinden Atina'nın dört çevre pa-noramasına bakıyorum : Deniz tarafı... Yarım milyon-luk Atina dörtte bir milyonluk Pireyle birleşmiş gibi. Karşıda üstü çeşmeli bir tepecik, Atina sağdan ve sol-dan burayı çevirip, sağda ve solda, kıyılarına mahalle-ler sıralı upuzun iki caddeyi iki kol gibi uzatarak, de-nize doğru bir timsah kafası gibi çıkmış Pire'yi kaçır-mamak için sımsıkı yakalamışa benziyor.

Diğer taraflar... Fakat tuhaf, Atina ile Ankara ara-sında enikonu bir benzeyiş var : Bizim oradaki kale bü-tün şehri nasıl kurumla görüyorsa Akropol da Atina'ya öyle bakıyor. Yalnız orada kale tepenin alnına geçirilmiş tunçtan bir çelenk gibi dururken burada Partenon tepe-nin başına konmuş beyaz bir hotoz gibi. Batı tarafı, kül

208

Page 219: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

renkli sinsi evlerin serpilişiyle bizim Ankara'nın Çankırı kapısını andırmaktadır ve doğu tarafının şehre yeni ek-lenen güzel mahalleleri de Ankara'nın «Yenişehir»ini ha-tırlatıyor. Şimal tarafında, bodur ağaçların tozlu yeşilli-ğiyle beline kadar zorla peştemallanmaya çalışan şu yal-çın kayalıklı sivrilik Ankara'nın Cehennem tepesi gibi. Daha arkadaki boylu boslu Olimp dağlan da Ankara'ya gösterişli bir fon gibi gerilen Elmalı dağlannm tıpkısı. Eh... Atina ile Ankara, dostluktan da üstün, kardeş gibi oluyorlar değil mi? Meğer birbirlerine de kardeş gibi benziyorlarmış.

2 0 9

Page 220: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ATİNA :

II

AKROPOL

Atina'nın böğründe kayaları otuz asırlık tarihle daha çok sertleşmiş bu tepenin vaktiyle bütün üstü ve çevresi mermer güzelliğinin son çizgilerini gösteren eserlerle do-luydu. Şimdi orada iskeleti duran Partenon'la birkaç mâ-bedin kırıntılı artığı var. Ne oldu, bunları kemiren za-man mıdır? Kalanlarının bile kız gibi duruşundan belli, o güzelliğe zaman bile kıymadı; bütün sebep bizim ikin-ci Viyana önünde yenilişimizdir. Bundan iki buçuk asır önceki o yenilişle sarsılmak imparatorluğa, yıkılmak Ak-ropol'a düştü : Tarihle sanat beraber ağlasın!

Medrese bize heykel yaptırmadı, fakat biz elimize geçen her güzelliği esirgemeyi bildik. Atina'yı alan Fâtih' tir. Bir yeniçeri, palasım çekip, bir heykeli kırmaya kalk-mış. Çelik bir pençe onun bileğini yakalayarak her şey sizin, fakat bunlar benimdir diyor. Zevkimiz şeriatın ha-ramından üstündü. Fetvanın yık dediğine duygumuz kal-kan oldu. Mermeri kıranın elini kırıyoruz. Güzelliğe yal-nız dokunmadık değil dokundurmadık da. Onun içindir ki biz ayakta iken Akropol da ayaktaydı.

Fakat ikinci Viyana'dan sonra, üç devlet «Mukaddes Birleşme» yapıp da her taraftan bize saldırdıkları vakit,

2 1 0

Page 221: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ki bu korkunç Türkün ilk «hasta adam» oluşudur. Ve-nedik de elimizden Yunanistan'ı almak için donanması ve ordusuyla gelip Atina'yı kuşattı. 1687 bombardıma-nı... Bu rakamlar tarihin göğsüne kızgın çivilerle kakıl-mış gibidir. Bu, yalnız bir şehrin dövülmesi değil insan-lığa şeref olan en güzel bir sanatın güllelenmesiydi. Bi-zim iki üç asırdır olduğu gibi sakladığımız Akropol'u iki üç günde yerlere serdiler. Bunu yapanlar bize «barbar!» diyordu : Ne olduğumuzla ne olduklarını şu otuz asrı omuzlayan tepeye sorun.

Akropol'a batı tarafındaki Propile dehlizinden geçi-lerek giriliyor. Giriş yerindeki bu yapının vaktiyle ne ka-dar şatafatlı olduğu şimdiki halinden de belli : Bir har-man yerlik genişliği çevreleyen oluklamasına işlenmiş gü-zel sütunlar, üstleri gitmiş kornişlerin alt kısımlanyla birbirine perçinlenerek, kollarını yekdiğerinin omuzuna atıp halkalama bir Yunan polkası oynarken birdenbire başlan uçmuş ve kendileri donakalmışlar gibi duruyor-lar.

Gerek bu, gerek diğer mâbedlerin çoğu hep «pelte-nik» denen mermerle yapıldı. Bu mermer şu karşıdaki Olimp dağından çıkıyor. Rengi ak, dayanışı uzun, işlen-mesi kolay ve kısaca, terbiyesi yerinde bir taş; eski Yu-nan dehâsının gövdesi bu mermerdir. Mâbedler ilâhlar için yapıldı, ilâhlar Olimp'in tepesinde oturdular. Kendi üstündekilerinin şerefine kendi böğrünü açan dağ: Kız-gın günün buğuları içinde eski zamanları düşünür gibi kabaran şu karşımdaki rüyalı Olimp'in o medeniyetteki rolü gövdesi gibi büyük.

Atinalılann en çok tapınıp en çok saydıklan iki ilâh-tan biri Jüpiter, diğeri Atena; biri bütün Yunanlılığın, di-

2 1 1

Page 222: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ğeri Atina şehrinin; o erkek, bu kadın; o yerle göğün, bu güzel sanatların; kudret onda toplanıp güzellik bun-dan çıktı. Eski Atina'nın en yüksek iki sanat eseri de el-bet bu ikisi için olacaktı: Jüpiter'e yapılan rpâbed bü-tün yapıların en gösterişli ve büyüğü, Atena için yapılan da en özenilip bezenilmişidir. Ona Olimpiya, buna Parte-non deniyor. O düzlükte, bu tepede; ondan ancak on altı sütun kaldı, bundan da üstü açık dört duvarlı bir göv-de; demin onun yanındaydım, şimdi bunun mermer ba-samaklarında oturuyorum.

Akropol'un doğusundaki Jüpiter sütunları buradan bir araya toplanmış dumansız tabrika bacaları gibi gö-rünüyor. Birbiriyle didinen Yunan siteleri yalnız dört yıl-da bir Olimpiya oyunları için orada birleşirlerdi. Oyun-ları eğlence değil büyük ilâha tapıştır. Ne kadar kuvvet-liysen ona o kadar yakınsın. O ki tek başına bütün dev-leti yenmiş, tepegöz Sikloplardan yıldlrımı alarak Olimp'i ele geçirmiş, o ki ifritlerin göğe tırmanmak için kurdukları dağları devirmişti; yapılan mâbedin büyüklü-ğü onun şerefiyle denktir, Atinalılar ki yapının büyüğü-ne değil incesine düşkündüler.

Hele Fidyas'ın oradaki Jüpiter heykeli; eskilerin yer-yüzündeki «yedi yapılamaz»dan biri olarak tanıdıkları bu heykelde Jüpiter, bir elinde yıldırım, ayağının yanında kartal, o kadar canlı ve kuvvetli yaratılmış ki zamanının bir şairi kendini tutamayarak haykırıyor: «Fidyas, bu en büyük ilâh ya sana görünmek için yere inmiş, ya sen onu görmek için göğe çıkmışsın!». Fidyas, ilâh bunu be-ğendi mi diye el kaldırıp göklere yakarışta bulundu. Yıl-dırımı kamçr yapan Jüpiter'in evet demesi nasıl olacak, derhal avluya bir yıldırım düşüyor; Fidyas en büyük mü-

2 1 2

Page 223: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

kâfatını görmüştü. Belli, olamazları olağan yapan hep yüksek bir şeye inanıştır, adına ne dersen de!

Atena'ya gelince : Büyük Tanrı Jüpiter'in bir gün ba-şı ağrıyor. Oğullarından birini çağırır, örsle kafatasına vuracak, öyle başın ağrısı böyle uyuşur, fakat tanrı çocu-ğu da kim bilir nasıl bir devdi, örsü fazlaca vurmuş, ka-fatasında bir yarık açılıyor ve oradan tepeden tırnağa kadar silâhlı bir kız fırlar. Bu, Atena'dır. Değil mi ki ka-fadan çıktı, zekânın kendisidir; doğar doğmaz güzel sa-natları yaratışı bundan. Niye anası yoktur? Sanatkârla Tanrı arasında başka birisi bulunmasın diye : Yaratan sanat yaratan Tanrı demek.

Atena el değmemiş bir kızdır, sanat yıpranmamış bir güzellik olduğu için. Güzel ve alımlı Atena silâhlıdır, sanatın güzelliği kuvvet olduğu için, Atena, çocukluk dev-ri geçirmeden yetişkin olarak doğdu. Sanatkâr da mek-teple ve diplomayla doğmadığı için. Onun huyu alıngan-mış, sanat da titizdir. O, şaka yaparken darılıverirmiş, sanat da bir gülüşten bir şimşek çıkarır. Fakat bu yer-yüzünde sanatın güzeli niye hep güçlükle doğar? Ooh... Sanatı doğuran bile Tanrının baş ağrısından doğdu!

2 1 3

Page 224: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ATİNA :

III

GENE AKROPOL

Atina denize yakın olduğu için Denizler Tanrısı Po-sidon bu şehri kendine maletmeğe kalktı. Çok öfkeli bir ilâh; tunç ayaklı atlarla çekilen arabası içinde, şahlan-mış dalgalar üstünden kasırga gibi geçer. Atina bunun olursa yazık şehre. Fakat Atena bırakmadı ve dedi k i : Bir şehir zekâ ile kurulup zevkle güzelleşir, hiddet ve şid-detle şehir yapılamaz.

Jüpiter'in önünde ikisi imtihana çekildi. İyi ki kaza-nan Atena'dır. Meyveli zeytin dalını şehre bir çelenk gi-bi takıyor. Roma harp tanrısı Mars'ındır; kuvvet orada, sanat burada. Atena'da ne varsa sanatta o vardı ve sa-natta ne varsa Atina'da o oldu. Adını bile Atena'dan alan şehir onun adına Partenon'u yapar : Güzel sanatları do-ğuranın mâbedi sanatın son güzelliğini doğurmuştu.

Fidyas'ın heykeller ve kabartmalarla süslemek için on yıl çalıştığı Partenon'dan şimdi sütunlar üstündeki bir korniş artığının bir köşesinde kırık bir kadın çeh-resi ve diğer köşesinde yarım bir at başı kalmış. Biz on dokuzuncu asır başında Avrupa'nın oyuncağı gibiyiz. İn-giltere İkinci Mahmud'u sıkıştırınca padişah bir ferman gönderir : «Atina tabyasındaki suratlı taşlar İngiliz elçi-

214

Page 225: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

sine verile!» Akropolün yapılarını Venedik güllesi yık-mıştı, yapıların içini de İngiliz müzeleri sömürdü.

Eski Atina'dan en sağlam kalan iki eserden biri Ad-riyen takı, öteki Tese mâbedi. Akropolün doğusundaki takı demin yanından görmüştüm. Kahli kemerli asıl göv-de üstünde dört ince sütunlu başlığıyla on sekiz asırlık ya-şına rağmen dipdir.ç duruyor. Bunu yaptıran Roma İm-paratoru alınlığına şunu yazdırdı : «Burası Adriyen'in şehridir, Tese'nin değil.» Belli, Roma bu Yunan şehrine damgasını vuruyor, fakat gene belli, ne yapsa sadece damga gibi kalmış.

Tese Giridin lâbirentindeki canavarı öldüren kahra-man. Güzel Ariyan'ın verdiği iplik yumağıyla o girilince çıkılamayan dolambaç yerden çıkabildi. İkisi sonra Sakız Adası'nda aşkın yumağını örüyorlar. Bir gece ay ilâhesi Artmis delikanlıya göründü, unutma asıl sevgilin Atina' dır diyor. Tese etten sevgiliyi bırakıp Atina'ya yelken aç-tı. Yurdu sevmekten üstün bir şey olamaz diye.

Buna yapılan mâbed Akropol'un batısında, çıplak bir düzlüğün kıyısındadır. Dört çevre sütunlarla bezenmiş, iki başında iki alınlık, uzunlamasına bir mikâb. Küçül-müş bir saray veya büyütülmüş bir sandukaya benziyor. Yirmi beş asrı eriterek taze bir gerginlikle duran kız gi-bi yapı. ötedeki tak bunu kıskanmıştı, haklıymış.

Akropol'un doğu eteğinde kayalara yaslandırılarak yapılan Baküs tiyatrosu. Sahne düzdedir, suyu alınmış bir havuzu andırıyor. Basamak basamak yükselen seyir-ci yerlerinin mermer çizgileri tepeyi tırtıllamış. Şarap tanrısı Baküs'e üç gün süren ayinlerle burada tapılırdı. Şarap deyip geçme, eski Romalılar en büyük yeminlerini

2 1 5

Page 226: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Baküs namına yaparlarmış : Şarap tanrısı çarpınca ya-man çarptığı için!

Gökteki Jüpiter yerdeki bir kıza vuruldu. Ona gö-rünmeden onu gebe bırakır. Asıl karısı Hira kıskançtır, kızı kışkırtıyor, ille kocanı gör diye. Tann, kızın yalva-rışlarına dayanamaz; görünmeye kalkar; bu gökleri yer-lere indirip yerleri göklere fırlatır gibi gürlemeler ve yıl-dırımlar içinde dağları bile eritecek bir görünüştü; gebe kız korkudan ölüverdi. Baküs işte onun düşürdüğü ce-nindir. Şarabın iki ucu var: Bir tarafı Tanrıdan gelip öteki tarafı ölüme gidiyor, iyi içersen göktesin, kötü içer-sen yerde bile değil.

Cenin bir iki aylıktır; eğer Yer Ana onu kendi kar-nına almasa yaşıyamazdı. Baküs, tam olarak, ikinci defa doğdu. İlk gebelik üzümü gösterir, yarım doğuş sirke, tam doğuş şaraptır. Baküs âyinlerinin üç gün sürmesi bundandı. Tiyatro dediğimiz şey bu âyinlerden çıktı. Sahneyi sevip içkiyi yerenler unutmasın; üzüm şarabın, şarap sahnenin anası!

Jüpiter devlerle yaptığı o büyük cenkte en çok yar-dımı oğlu Baküs'ten gördü. Savaşın en kızgın zamanın-da koca ilâh Olimp'ten oğluna bağırıyordu : «Cesaret, Baküs, cesaret!». Tığ gibi Baküs yalın şimşek gibi saldı-rıyor. O zamandan beri şarapla cesaret ikiz oldu. İçkinin koyun postuna bile alsan yüreği kovuşu bundandır.

Kahraman Tese'nin Giril'den alıp Sakız'da bıraktığı güzel Ariyan ne oldu? Uyanıp da sevgilisinin gittiğini gö-rünce güneş ışığından örülmüş saçlarını yolmaya ve se-def tırnaklarıyla gül yaprağından göğsünü yırtmaya kal-karak çığlıklar içinde yanıp tutuşurken yardımına koşan Baküs olmadı mı? Kalp ki aleve tutulmuş billûr gibi çat-

2 1 6

Page 227: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

lavacaktı, fakat sızının lâvları, sunulan yakut kadehlerle söndürüldü. O zamandan beri avunmaya koşan Baküs'e koşuyor!

Zanat tanrısı Hifestos'un yaptığı neydi? Çirkin diye gökten atıldığı için o ne öc alıştı o. Büyülü altın tahtta mıhlanakalan anası Hira'yı kurtarmak için bu bağlan çözsün diye göğe çağırdılar, gitmedi; yalvardılar dinle-medi, korkuttular, sökmedi. Hira arşı sarsarak bağmyor; ilâhlar çığlık içinde, Jüpiter şaşkın. Bereket gene Ba-küs'e; koca tanrının yapamadığı işi onun şarabı yapar. Hifestos'a içirdi, içirdi. Neş'e ruhlara kanat, kin güneşe tutulmuş buz gibi; Hifestos keyfinden naralar atarak ve sağa sola yalpalar yapa yapa göklere çıktı!

Akropol'un üstünde ve yamaçlannda bir sürü ilâh için yapılan bir sürü rrtâbedden kimisi yalnız bir oyuk olarak kalmış; kimisinin yalnız temeli sırıtıyor. Fakat kovuklardan, çukurlardan; şuradan buradan ilâhlar çıka-rak etrafımı sarıyorlar. Zaten onların içinde değil miyiz? Onlar ki tabiatın kuvvetleridir, ilâhlar bu kadar insan gi-bi olduğu için insan da biraz ilâh gibi oluyor. Din gö-ğün, şiir yerin, Akropol'un dininde gökle yer birleşti.

Güneş tannsı Apollon'un altın tahtlı arabasına koşu-lu atlann biri al, biri beyaz, biri de toprak rengindedir. Güneş doğarken kırmızı, tepedeyken kızgın, batarken de bakınmsı olduğu için. Apollon'un daha dört yaşındayken yılanlan öldürüşü yılan gibi kıvrılan dereleri yazın güne-şin kurutuşundandı. Baküs'le Hifestos'un dostluğu en iyi üzümün volkanlı topraklarda yetişmesindendir : Dindeki masalı, alevden bir duvak gibi kaldır, geride kalan doğ-runun kendisidir.

217

Page 228: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Gün ağarışıyla gün doğuşunun arasındaki Etüs, bu gül parmaklı şafak perisi. Venüs'ün kıskançlığı yüzün-' den niye her sevdiği delikanlıyı elinden kaçırır? Şehvet gibi güzel ve şehvet gibi geçici olduğu için. Şu gece pe-risinin yaptığma bak : Başında baygın kokulu haşhaş çi-çeklerinden bir tac, yarasalardan örülmüş iki büyük ka-nadını sallayarak yer yer pırlanta çakılı bir kumaşı dün-yanın üstüne geriyor. Dinin söylediğini şiirin eline ver, aynı şeyi söyleyecek.

Tabiatı madde sanmayarak tabiatın kuvvetlerinde şuur görüş; bu, onların diniydi. Tabiatın kabuğuna takil-mayarak tabiattaki nabzı yakalayış; bu, şiirin kendidir. Akropol'da dinle şiirin ikizliğini öğrendim.

218

Page 229: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ÇANAKKALE'DEN GİRERKEN :

I

BOĞAZ IN TARİHİ

İki çeşit tarih vardır; biri gölgedendir, anmak, ha-tırlamak gibi bir şey. Vücutsuz, belirsiz, uçan bir duman, akan bir su, sönüvermiş bir pırıltı. Kendiyle doğup ken-diyle öldü. Zincir değil tek halka. Ne kendisinden önce-kini çekiş, ne kendisinden sonrakini itiş var. Doğmayan ve doğurmayan kısırlık. Çanakkale Boğazı'na eskiden Elespon denirmiş; Ele adındaki güzel bir kız, erkek kar-deşiyle burayı yüzerek geçerken boğulduğu için. Bu gibi şeyler boğazın tarihi değil masalıdır!

İran hükümdarı Serhas milyonluk ordusunu buradan geçirmek için, suların akıntısına karşı koyabilsin diye üç dört yüz gemiyi dikine demirleterek yanyana dizdirip bir o kadar gemiyi de asıl geçiş işini görsün diye arka arkaya sıralatarak, boğazı orta yerinden enli bir kuşak-la ikiye bölünmüş gibi gösteren ve birbirine perçinli ge-milerin sayısız direkleri yüzünden dallan budanmış tu-haf bir orman gibi görünen koskoca bir köprü kurdur-du. Askerlerin bu köprüden geçişi yedi gün yedi gece sürmüş. Fakat bu da tarih değil yirmi beş asrın öteki ucunda bir hafta yaşayan bir anıştır : Köprü gitti, tarih bitti.

2 1 9

Page 230: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Boğaza bakan tepelerden birinin üstüne konmuş mermer bir taht üzerinde Serhas bir heykel gibi oturur; ovalar insandan, denizler gemiden görünmüyor. Göğün kubbesi düşse askerlerinin mızraklarıyla tutacak. Bütün bunların başbuğu odur. O zamana kadar kimse bir par-mağının ucunda bir milyonu kımıldatamadı. İçindeki övünüş önündeki kalabalıktan büyük, gökler Allah'ınsa yeryüzü de bunun işte. Fakat ne oldu? Serhas'ın gözle-rinden yaşlar akıyor. Yanıbaşındaki amcası sorar : «De-min o kadar gururluydun, şimdi niye ağlıyorsun?» Ser-has cevap verir: «Düşündüm ki bir asır bile geçmeden bütün bu milyondan hiç kimse sağ kalmayacak, neyimi-ze böbürlenmeli?» Bu, tarihin şiiridir.

Asıl tarih; gövdesi, eti, kanı olan tarih; sudan değil gerçekten; tek başına duran değil arka arkaya doğuran tarih. Dağların katarı gibi asırları ufuklayarak uzanıp gidiş; dünde kalmayıp dünü güne getiren ve günde bit-meyip günü yarma götüren tarih... Boğaz gibi bir yerin böyle bir tarihi ancak top denilen şeyin yaratılışıyla baş-layabilirdi. Toptan öncekiler zaman gibi aktı, toptan son-rakiler onun tepeleri gibi duruyor. Biz ki topun babası-yız, boğazın asıl tarihi bizimle başlar. Boğaz bizden ön-ce geçilendi, onu biz geçilmez yaptık. Bu, boğaz tarihi-nin gövdeleşmesidir.

Selçuk yıkıntısından sonraki bir düzine beylik için-den imparatorluk niye en küçük ve en körpe olana kıs-met oldu? İmparatorluğu kuran Osmanoğulları değil Ça-nakkale Boğazı'dır. Coğrafya onları buraya getirmese on-lar tarihe imparatorluğu veremezdi. Anadolu'daki bir dü-zine beyliği Rumeli kaldırdı; Rumeli'yi buradan kazan-dık ve İstanbul'u alan Çanakkale'dir.

Bizans İmparatoru Kantagüzen tahtı ele geçirmek için başkaldıran damadı Yani'ye karşı öteki damadı Or-

2 2 0

Page 231: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

han'dan yardım ister. Müslüman damat bir orduyu Ça-nakkale'den geçerek Hıristiyan damadın on blnlik ordu sunu eziverdi. Rumeli'ye kırkar kişilik iki salla geçti. Bu, işin astarıdır, aslı öteki. Astarın şiirine kamaşarak aslı unuttuk.

Fâtih'in yeryüzünde ilk defa olarak döktürdüğü bü-yük toplar, ötede, İstanbul duvarlarını yararak insanlı-ğa yeni zamanı açarken Çanakkale Boğazının kalelerine yerleştirdiği toplar da boğazı kapayarak bütün orta za-manı eskimiş bir muşamba gibi bürüp tarihin koynuna attı. Boğazın kıyılan Avrupa ile Asya'yı ayırıyor. Oraya yerleştirdiğimiz toplarla da kurunlan ayırmıştık.

Evliya Çelebi o kalelerdeki Balyemez toplannı anla-tır. Bir ayakkabı eskicisi namlunun içine oturarak iki koliyle rahat rahat kulaç atabilirmiş. On beşinci asır or-tasından itibaren on yedinci asır ortalanna kadar bu topla-n tam iki asır hiç kullanamadık. Düşman Akdeniz'de gö-rünemezdi ki buradan geçsin. Bu toplar hep yenmek için çıkan donanmamızı uğurlamak ve hep yenerek dönen donanmayı selâmlamak için gümbürderdi. Namluların iri gözleri düşman gemilerini ancak yedeklenmiş olarak gö-rebiliyordu. Tam iki asır güllemiz şenliğimizdir.

Fakat on yedinci asır ortasında Venedikli boğazı ka-pıyor. Bu, devletimizin gırtlağına yapışmaktı. İhtiyar Köprülü'nün nasırlı parmakları o pençeyi sökecek. Bir Ramazan Bayramı'nda cenk ediyoruz. Fakat bayramı düş-man yaptı. Çoğu yüzme bilmeyen gemicilerimiz boğul-mamak için gemilerini karaya vurdular. İhtiyar Köprü-lü dövünerek ağlamaktadır. Venedikli «Kör Kaptan», ami-ral gemisini renk renk kumaşlarla donatmış kurula ku-rula ilerliyor. Birdenbire bir gülle; Kara Mehmed'in at-tığı gülle; geminin-tam kalbine nişanlamış, barut mahze-

221

Page 232: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Boğaz mermiler dağ gibi patlar, bir anda gemi, içindeki bin ki-ovalar parça parça havadadır; yanındaki gemi onun yı-kubtılaıiyle boğuldu. Çanakkale Boğazı tekin değil, daha bunaman bir gülle ile bir donanma yendik,

Dördüncü Mehmed çocukluktan çıkıp delikanlılığa girmek üzeredir. Buraya geldiği vakit topçularımızın ni-şancılığını görmek istiyor, demir gülleler elli okka ağır-lığında, taş gülleler ise küçük birer hamam kubbesi ka-dar. Yine Evliya'dan naklediyorum, akıntıya salıverilmiş bir kayıkçığı, kuşa tüfek atar gibi, bir demir gülle ile uçuruverdiler. Bundan daha hünerlisi: Karşılıklı iki ka-le, biri Rumeli'den biri Anadolu'dan, birer taş gülle atar, iki gülle tam orta yerde birdenbire toslaşıp tuzbuz olu-yor. Gülleleri bile pehlivanlar gibi güreştiriyormuşuz.

Fakat ondan bir buçuk asır sonra; namlularımızın yivi mi aşınmış, gözlerimizin feri mi tükenmişti ne;, on dokuzuncu asır başlarında, İngiliz Amirali Dukvorth sekiz gemiyle "pupayelken boğazı geçivermişti. Türk İs-tanbul'un önünde üç buçuk asırdan beri ilk defa ola-rak bir düşman filosu görünüyor. İngilizler Napolyon'a karşı Ruslarla beraberdir, bizi de zorla kendi yanlarına alacaklar. Donanmanın topları şehre çevrilmiş, amiral cevap bekliyor. Fransız elçisinin kurnazlığı telâşımızı yatıştırdı. İstanbul ki bu kadar büyük yangınlar gör-mektedir, hangi donanma onlardan birinin yansı kadar zarar yapabilir? Doğru, yanık İstanbul'a top güllesi; çuvaldızdan sonra iğne gibiydi. Yangın yerlerimizin kor-kunçluğuyla İngiliz donanmasını kaçırdık!

* * *

Vapurumuz boğaza yaklaşıyor. Sol taraftaki boz te-pelerin sırtında yeşil birer bahçe gibi İngiliz ve Fransız mezarlıkları görülmektedir. Sayısız kabirlerin mermer

222

Page 233: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

sandukaları o yeşillikleri beyaz pırıltılarla beneklemiş. Mezarlıkların ortalarından gösterişli mermer sütunlar yükseliyor. Bunlar yalnız onların ölüleri için değil; bü-tün o mermerlerle bu tepelere Çanakkale'nin son tarihi yazılı : Dünyayı yenenlerin yenildiği yer diye.

Çanakkale'nin son tarihi... Boğazın bütün eski ta-rihleri bu sonun yanında zelzeleye karşı beşik sallantısı gibi unutuluverdi. Çanakkale'nin artık bir tek tarihi var. Bu tek tarih kendinden öncekilerin hepsini gömdü ve kendinden sonra da başka bir tarih yaptırmayacak. Unut-tularsa bu mermer mezarlıklara sorsunlar. Çanakkale' nin son tarihini düne de yarına da ibret lavları saçan bir volkan gibi diktik.

Hani bizim şehitlerin mermerleri diye arıyoruz! Bundan tamam seksen yıl önce, şu mezarlıkları yapan iki devletle beraber, Rusların elinden Sivastopol'ü aldık-tı. O alıştan dört yıl önce doğan Abdülhak Hâmid genç-liğinde Sivastopol'a uğrayarak o mezarlıkları görmeye gitmiş. İngilizle Fransızmkiler gene parklar içinde mer-merlerle süslüdür. Bizimkiler ise... Şair ne desin?

İngilizle Fransıza âid Şu müzeyyen mezarlar zâid Size gökten iner fer ü ziver!

diye avunuyor. Mehmet Akif de :

Bir hilâl uğruna, Yârab, ne güneşler batıyorl

diye, kızıl kanlar içinde güneşler gibi gömülen Çanakka-le Şehidleri için kelimelerin dizisinden bir türbe yapmak istemişti. Yazık; yirmi yıl önce yeryüzünde en yapılama-yacağı yapanlar için yirmi yıldır şiirden başka bir şey yapamadık.

2 2 3

Page 234: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ÇANAKKALE'DEN GİRERKEN :

II

DENİZİN DESTANI

Çanakkale Boğazı'yla İstanbul Boğazı; iki denizin iki dudağı; öteki deniz esmer ve çetin; beriki deniz beyaz ve işveli; erkeklik onda, dişilik bunda olacak; besleyip dö-külen o, beslenip dolan bu; iki deniz birbirine dudakla-rını uzattı; Marmara iki dudağın busesidir. Tabiat, işine geldiği ve tavına getirdiği zaman, biçimsizliği sevmez. İki dudağın nisbeti iki denizin nisbeti kadar. Çanakkale Boğazı ötekinden bir defa daha uzun ve bir defa dalıa geniş. Fakat öteki bundan iki defa daha kıvrak. Oranın otuz kilometresinde altı havuz var, buranın altmış sekiz kilometresinde üç tane. Oranın zikzaklarını yalpasız ge-çemezsin, burayı bir bel büküntüsüyle süzülerek geçiyo-ruz.

Çanakkale şehri geniş bir göl gibi duran birinci ha-vuzla geniş bir nehir gibi kıvrılan ikinci havuzun ara-sında, yakışıklıca yapılarını kıyıya dizerek önündeki ma-vilikle gerisindeki yeşilliği beyaz bir uzanışla ayırıyof. Şehrin üst kıyısından boğazı daraltmak için kıvrılan te-penin açık kahverenkli toprağına beyaz kireçle büyük bir Ay Yıldız çizmişler. İki tarafında büyük ve beyaz ra-kamlar var : 18 Mart 1915. Bu akpak yazıda kıpkızıl bir destan haykırıyor.

224

Page 235: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

O, ne tafralı gelişti o... ingiliz bahriye nazın Çörçil böbürlene böbürlene övünüyordu : Çanakkale'ye Kuin Elizabet'i de göndermişler, bu dritnot yalnız ingiltere' nin değil, bütün dünyanın en korkunç zırhlısıymış. Tab-yalar ne demek, onun birkaç yaylımıyla toprakların da altı üstüne gelecekmiş. Söyledikleri yalan değildi. Bü-tün dediklerini yaptılar. Tabyalar uçtu, toprakların üstü altına kaçtı. Fakat o topraklara yapışmış bir yürek var. 18 Mart yüreğin tafrayı yenişidir!

istanbul telâş içinde. Ayasofya ile Sultanahmed ara-sına onbeşlik obüsler yerleştirmişiz. Onların donanması gelince bunların yerini bulup susturmak için rastgele gül-le yağdıracak. Ne kubbe, ne minare. Çanakkale tepesin-deki o beyaz yazı yalnız istanbul'u değil yeryüzünün zen-gin bir tarihle şiirli bir mermerden yoğurulmuş en eşsiz şereflerini de kurtardı.

Çarpışan kuvvetler arasındaki nisbete değil nisbet-sizliğe bak : Bizim tabyalardaki yüz kadar topa karşılık onların kırk elli zırhlı içinde dört beş yüz topu var. Bi-zimkiler mıhlı, onlannki harekette. Bizimkiler kısa, on-lannki uzun. Bizimkiler eski, onlarınki son sistem. Hep-sinden fenası cephane bizde teker teker, onlarda biner biner. Biz her gülleyi hayatımız gider gibi atıyoruz, on-lar bütün bordaları ölümü sağnaklaştırır gibi boşaltıyor-lar. Sonradan saymışız, her metre karelik yere kırk elli gülle düşmüş : Hiçbir toprak bu kadar bol çelik yemedi.

Bütün tabyalanmız susuyor. Mayınlarımızı toplayan geminin binbaşısı bir tane bile kalmadı diye raporunu vermiştir. Bu binbaşıyı aldatmış diye sonra kurşuna di-zecekler. Ve neden sonra da, bizim son gece içinde gene mayın döktüğümüzü öğrenip, onun haksız öldürüldüğü-nü anlayarak ailesine büyük tazminat verecekler. Meğer

2 2 5

Page 236: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

o son gecede çaprazlama binbir projektörün yalın şim-şeklerle geceyi delik deşik eden ışık taramaları arasında cinler gibi görünmeden son mayınlarımızı dökmüşüz.

Bundan daha çok şaştıkları şudur : Gözlerinin önün-de baştanbaşa tuzbuz olan Dardanos tabyasının ertesi gün gümbür gümbür şahlanıverdiğini görünce ölünün hortladığını görmüş gibi şaşıyorlar. Sonra yazdıkları ki-taplarda buna «İnkisarı Ziya» filân diye kulp takmaya çalışacaklar. Halbuki tabyanın topları yeryüzünden kalk-mıştı. Kumandan, yüzbaşı Hasan Mevsufla, mülâzım ar-kadaşı şehit olmuşlardı. Mehmetçikler toplarıyla bera-ber yerin altına gömüldüler. Fakat o Mehmetçikler bü-tün gece toprağı eşeleyerek gene yeryüzüne çıkıyorlar. Gecenin başında ölen tabya sabahın başında dipdiridir. Mayınla zedelendiği için boşaltılan iki gemiyi batırmak şerefi bu mezardan fırlayan tabyanın güllelerine kısmet olacak.

O gün, tepedeki beyaz rakamlı yazının söylediği gün... Tabyaları tiftik diter gibi atıp mayınları ağda ba-lık gibi avladıklarını sanan zırhlılar kurumla ilerliyor-lar. Solda Fâtih'ten kalma Kilidülbahir kalesi mazgallı gövdesinin toparlak çevremi ortasından yükselen dişleri aşınmış burcuyla gün görmüş bir ihtiyar gibi durmak-tadır. Bir gün önce ölen tabyalar birdenbire yanardağ-lar gibi işlemeğe başlıyor. Suyun içinden dehşetli bir zel-zele patlayışı; deniz korkunç bir uçurumla yarıldı; kos-koca Buve zırhlısı bir lokma gibi denizin kanundadır. Bir zırhlı daha, bir tane daha... İhtiyar kalenin mazgal-ları keyifli keyifli gülüyor; üç asır önce ondan atılan tek gülleyle Venedik donanmasını batırmıştık; tarih tiyatro gibi, değişen dekorlardır, bunlar da aynı yerde battılar.

226

Page 237: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Denizin üstünde sayısız insanlar karıncalaşıyor. Uğ-radıkları yüzlerle milyon zararı bırak, yalnız ölülerinin tutarı iki binden fazla. Halbuki bizim ancak seksen beş şehidimiz var. Hiçi" cenk yenilene o kadar pahalı ve ye-nene bu kad?i ucuza maloimadı. 18 Mart yalnız zaferi-miz değil bir verip bin alışımızdır.

Boğazm üstünden giremeyen düşman hiç olmazsa altından girerek avunacak. Bir denizaltı gemisi Marma-ra'dadır. Sultanhisar adındaki torpito yavrusu, İngilizle-rin «beybi» dedikleri gemi bebeği; bu, kendisinden do-kuz on defa büyük o denizaltı gemisiyle rastlaştı. Saat-lerce güreşe tutuştular. Akreple yılanın cengi tuhaftır; koca yılan bir mekik gibi işleyen küçücük akrebin altın-da kımıldıyamaz. Denizaltı gemisi av sandalını devirmek isteyen balina gibi kaç defa Sultanhisar'ı alabora etme-ye kalkıyor. Her çıkışında baktı kii torpitocuk sivri bir ölüm gibi yanındadır. Teslim oldu... Esirler onun dara-cık güvertesine ancak ayakta istif edilerek sığdırılabili-yor. Bir yunus balığının koca bir balinayı yenmesi; sar-nıçlarını açık bırakan balina ârından denize gömüldü!

Hele Muavenet-i Milliye torpitosunun yaptığı iş, İn-gilizlerin büyük Golyat zırhlısı Morto koyuna demirle-miş, askerlerimizi bunaltıp duruyor. Koyun adında bile ölüm var, o da ölüm saçmaktadır. Bizim «Dâvudla Câ-lût» dediğimize frenkler «Davidle Golyat» der. Biri pey-gamber, biri dev. Dünyaya meydan okuyup herkesin ca-nına tak dedirten o devle cenkleşmek için karşısına he-nüz çobanlık yapan o peygamber çıktı. Dev dağ gibiydi ve Dâvud onun yanında yumruk kadar kalıyor. Genç ço-banın üzerinde silâh da yok. Fakat tâ alnından nişanla-dığı bir sapan taşıyla o koca devi yere seriverdi!

2 2 7

Page 238: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Muavenet-i Milliye geceyarısı, bütün ışıklarını sön-dürmüş, karamn kayalanyla denizin mayınları arasından hayalet gibi geçiyor. Düşman torpito muhripleri çevik çevik dolaşmaktadır. Keskin kılıçlar gibi geceyi dilimle-yen projektör ışıklarından biri raslayıverse mahvolduk. Golyat koyun ortasında sahiden bir dev gibi. Devler ça-buk koku alırmış, ziya işaretiyle bizimkine «kimsin?» diye sordu. Bir haftadır onlann nasıl konuştuğunu etüd etmişiz. «Büyük bir haberimiz var» diye cevap veriyoruz. Tekrar soruyor: «Nedir?» artık yeniden işaretleşmeye vaktimiz yok. Büyük haberi küçük bir torpil götürdü : Tıraaaak!

«Tarih tekerrür» mü bilmem. Câlût kendini yenecek Dâvud'u bir daha bulmuştu. Ne yapalım, elimize ne za-man fırsat geçerse insanların hayalindeki eski masalları işte böyle hakikatleştiriveriyoruz.

228

Page 239: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Atina'da JUbiter Sütunları — Baş tanrı Jübiter namına yapılan Olimpiya mabedi eski Atina yapılarının en

Akropol Tepesinde Partenon — Güzel Sanatlar tanrısı Atena için yapılan Partenon mabedi de bütün Atina

Page 240: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Atina'nın Görünüşü — Tuhaf; Atina ile Ankara arasında enikonu bir benzeyiş var... Akropol zirvesindeki Partenon uzaktan bir hotoz gibi. S. 208

Çarıkkale Boğazı Solda Fatih'ten kalma Kılidülbahir kalesi (Onun karşısında) Çanakkale şehri, önündeki mavilikle gerisindeki

yeşilliği beyaz bir çizgiyle ayırıyor. S. 224

Page 241: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ÇANAKKALE'DEN GİRERKEN :

III

ARIBURNU

Deniz cenkleri korkunçtur, fakat kısa olur. Ya top-tan yenecek, ya toptan yenileceksin. Preveze'den Trafal-gar a, Çüşima'dan îskajerak'a kadar, yelkenli veya zırhlı, en büyük cenkler bile bir günde bitti. Değil teknenin tek-nevle, teknenin kara ile savaşı da öyle. 18 Marttaki ce-hennem cengi ancak bir gündüzlüktür; o gün güneş, do-ğarken onların saldırısını, batarken de kaçışını gördü. Halbuki ondan bir ay sonra başlayan karanın cehenne-mi sekiz ay sürecek : Gelibolu yarımadasına düşman ba-harla beraber gelmişti, kaçışı ancak kış gelincedir.

Yiizbinleri taşıyan gemiler ölüm karaltısıyla denizin ufkunu çemberliyor. Başkumandan Hamilton'un elinde üç koz var : Adetçe üstünlük, malzemece sonsuzluk ve hareket mekanizmasını elinde tutuş. Hele bu sonuncu-su... plân gelendedir, karanlık bizim. O istediği yerden vuracak, biz nereden karşılıyacağımızı bilmiyeceğiz. İra-de orada, iradeye uymak bizde. Şaşırtacak, şaşıracağız. Baskını yapışla baskına uğravış : Daha harp olmadan za-ferin yansı gelene gitmiş ve yarısı bekleyenden kaçmıştı.

İlkönce dört beş yerden bütün kıyıya yapıştılar. Kırk elli zırhlının hep birden gülleleyip bir sürü tayya-

2 3 1

Page 242: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

renin hep birden bombalayışı. Islık çalan şerapneller ve patlayan humbaralar. Yer bulut bulut göğe kalkmış, gök alev alev yere dökülüyor. Yıkılmadık kaya, dövülmedik toprak, yakılmadık bucak yok. Bu cehennemde artık bir diri bile kalmamıştır. Bütün kıyı ölüm sükûneti içinde. Ne ses, ne hareket. Karaya rampalayan gemilerden ka-yıklara asker doldu. Rahat rahat çıkacaklar. Fakat ne o? Diriler mi etten değil, ölüler mi dirildi? «Semender», ateşte yanmazmış, mika camı ateşe omuz silker; Meh-metçik de öyle olacak. Çıkanlar yaylımların tırpamyla doğranıyorlar.

Taburlarımıza fırkalar, mangalarımıza taburlarla yüklendiler. Seddilbahir'de dağınık iki taburumuz düş-manın dolgun iki fırkasını karşılıyor. Sonra yazdıkları kitaplarda bu iki taburumuzu iki fırka diye gösterecek-lerdir. Yalan söylemediler; oradaki bir iki binin yaptığı-nı ancak on beş yirmi bin yapabilirdi. Mehmetç'k'teki öz azı sildi. Yiğitlik maya gibi rakamı kabartıyor. Ta-burumuz fırkadır. Bütün kıyıda tesbihleme bir dizi gi-biyiz. Düşman kalın kalın çarpıyor. Bu ilk günler çizgiy-le gövdenin çengidir.

Düşmanın asıl ağır tarafı nereden yüklenecek? Ana-dolu yakası düzdür, kolayca ilerlenebilir; Seddilbahir burnu sivridir, denizin üç tarafından dövülebilir; Bolavır berzahı dardır, yarımadanın kara ile ilişiği kesilebilir. Fakat hangisi? Başkumandan Liman fon Sanders koyu karanlık içinde Bu yetmiyor gibi kendi kınalarımızdan da haber alamamaktadır. İşte Alman binbaşısı Mulman bile yazdığı kitapta «Düşman bombardımanından muha-bere telleri de koptuğu için Liman Paşa nerelerde ne ol-duğunu bilemiyor» diye itiraf ediyor. Düşmanın ne yapa-

232

Page 243: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

cağını bilmemek, kendimizin ne yaptığımızı bilmemek : Biz bu iki karanlıkla iki defa körüz.

İki karanlığın ötesinde düşman, 25 nisanın başında-ki gece içinde, asıl kuvvetlerini sandallara doldurmuş Anburnu önündedir. Tanyeri ağarırken, ne gülle ne gü-rültü, baskın şeklinde apansız bir çıkı?. Hiç hesapta ol-mayan orayı bomboş bırakmışız. Sadece bir gözcü bö-lüğümüz var. Her biri binler taşıyan dokuz vapurun bo-şalttığı asker bu bölükçüğü itivererek tıknaz uzanışlarla kol kol sırtlara tırmanıyor. Düşman tam aldatmış, biz tam aldanmıştık. Maksadı çok iyi saklavıp baskını çok ustaca yapmışlar. İşte mükâfatını görüyorlar : Düşman gezintiye gider gibi zafere gitmektedir.

Fakat gerilerdeki Bigalı köyünde fırkasıyla ihtiyatta bulunan bir kaymakam var. Kat kat karanlıkları bakış-larının mavi ışıklı röntgeniyle delerek düşmanın maksa-dını apaçık görebildi. Düşman bizi karanlıkta bırakarak yenecekti, biz o görüşle aydınlığa çıktık. Işıkla gölgenin cengi: Seddilbahir'de çarpışan kuvvetlerimiz çok aşağı-da, Bolavır'da boşuna bekleyen kuvvetimiz de çok yukar-da; düşman iki uzak arasındaki boşluktan işte bir göl-ge gibi habersizce kayıyor. Şu tepeye çıktı mı Boğaz'ın öteki kıyısına indi demek. Artık o gölge yarımadayı be-linden kuşatan çelik bir çemberdir ve her şey bitmiştir. Fakat röntgen görüşlü kaymakamın fırkası... Koyu bir gölge apansız bir ışıkla karşılaşınca ne olur? Düşman öyle oldu.

Kaymakam kendi kendine harekete geçti. Ne emir veren var, ne emir bekleyen : Vermek için görmek, bek-lemek için görmemek lâzım. Harpte başkumandanlık

2 3 3

Page 244: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

valnız rütbeyle değil, herkesin göremeyeceğini görmek-ledir. O gün en yüksekte olan o görüştü. Rütbeler görü-şün altındadır. Emir verecekler karanlıkta kalınca emri-ni görüşten aldı. Buna onun kendi kendine hareketi de-diler. Hayır, bu, görüşü kendine başkumandan yapıştı.

Şimşek gibi görenin, düşmanı önlemek için, şimşek gibi de harekete geçmesi gerek. Fırkanın ilk hazırlanan alayını kaparak koşturur gibi götürüyor. Dakikalar saat-ler gibi uzun; fakat saatleri dakikalar gibi sıçratmakta-yız. Conkbayırı'nın tepesine yaklaşınca alayına on daki-kalık bir dinlenme veriyor. Kendisi birkaç kişiyle bayırı aşıp ilerledi. Keşif yapacak. Karşıdaki tepeden bir man-ga Türk askeri çekilerek kendine doğru gelmektedir. Bunlar Seddilbahir'deki fırkanın askerlerindenmiş.

Mıhlatıcı bir sesle sordu :

— Neye kaçıyorsunuz?

— Düşman geliyor.

— Düşmandan kaçılmaz.

— Cephanemiz kalmadı.

— Süngünüz var!

Bu konuşma olurken bir de baktı ki kalabalık düş-man bölükleri tepeden hızla inmektedir. Birdenbire çok tehlikeli bir vaziyet doğuvermişti: Gelen düşman kendi-ne geride bekleyen alayından daha yakın. Yanındaki bir manga cephanesiz askerin sahiden bir tek kurşunu yok. İşte hem kendi, hem gerideki alayı, hem bütün Çanak-kale gidecek. Ne yapmalı? Kumandan yaratandır, hiçbir çarenin olmadığı'o anda en olmayacak çareyi buldu. Bü

234

Page 245: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

bir avuç askere hemen süngü taktırdıktan sonra kılıç gi-bi bir sesle kumanda veriyor :

— Manga yere yat!

Cephanesiz asker ateş edecekmiş gibi yere yattı, düş-man da apansız bir ateşe uğramamak için yere yatıyor. Kazandığımız işte o «an»dır. Birkaç dakika sonra geri-den ilk bölük yetişinceye kadar düşmanı yere mıhlayan an. Yaratan zekânın anı; zekâ ki yoku var eden Tanrı' dan bir ışıktır, «an» denilen o zaman katrasını bir inci gibi Conkbayırı'nın üstüne taktı.

Yirmi üç günlük Arıburnu cenklerini neye anlatma-lı? Gerisi artık işin tekniğidir. Bugünlerin her birinde başka bir taktik görüyoruz : Göğüsleyip durduruş, arala-nıp yıpratış, yardımlanıp saldırış; yıldırınca sökerek itiş, panikletince sürerek kaçırış ve son gün de düşmanı bir şerit gibi kıyıya köstebekleyiş. Mavi bakışlı kaymakamı miralay yaptılar ve onun bu yirmi üç günlük cengi idare ettiği tepeye «Kemal yeri» denildi. Bu tepe Dumlupınar' dan ancak yedi yıl yaşlıdır. Dumlupınar bu tepeden baş-lar.

235

Page 246: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ÇANAKKALE'DEN GİRERKEN :

IV

ANAFARTALAR

Eskiden iki çeşit harp vardı; uzun süren kale cengi, çabuk biten meydan harbi. Biri duruşun, öteki hareke-tindir. Kale ya zorlayarak vira ile, ya pes dedirterek aman ile alınır; ikisinde de metris kazıp bekleyeceksin. Meydan harpleri ise kısaydı; orduyu yarmak veya çevir-mek; düşman ya kaçırılmış, ya yok edilmiştir. Durma ol-madığı için uzama yok. Halbuki son zaman harpleri es-kinin iki çeşidini bir araya getirdi : Toprağın üstündeki hareket çengine toprağın böğründeki köstebek çengini de katarak.

Yarmak istediler, olmadı; çevirmeye çalıştılar, sök-medi; kaçıp gitmek, hiç olmayacak. Öne, yana, geriye... Üç hareketin üçü de tükenince dördüncü hareket yerin içine inmekti. Bunun adına siper cengi dediler. Arıbur-nu'nun yirmi üç günlük hareket harplerinden sonra si-per boğuşmaları üç buçuk ay sürüyor. Düşmanı denize atamadık, arkada donanması var; düşmanı hareket ettir-medik, önünde biz varız.

Üç buçuk ay hendekle hendek çarpıştı. Suyu çekil-miş dere yatakları gibi üklüm büklüm hendekler raylar gibi ikiz bir kıvrılışla sarmaş dolaştır. Bizim zeybeklerin

2 3 6

Page 247: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

sedirden sedire sigara tabakası fırlatması gibi siperden sipere el bombası atılıyor. Bir dakika göz açtırmaya-caksın, bir dakika gözünü kapamayarak. Üstte ışıldak-lar geceyi kovdu. Alttan alta volkan oluğu gibi uzatıl-mış lâğımlar patlıyor. Hele iki taraftan lâğım kazanla-rın karşılaşması : Dirilerin kabirde boğuşmasıdır bu.

Aylarca mıhlanıp kalan düşman yeniden hareket çengine geçmek için yüz bin kişilik taze bir ordu gönde-riyor. Buna o zaman İngilizlerce en dilde olan adamın adı verildi: Kiçner ordusu. Biz bu sefer eskisinden da-ha korkunç bir karanlık içindeyiz. Yeni ordu nereden vuracak? Artık belli : Ya boş kalan Anadolu kıyısından, ya Saros körfezinin daralttığı berzahtan. Zaten Marma-ra'da onların denizaltı gemileri çalışıyor. Berzahı kesen düşmanla bu gemiler birleşti mi... Artık toplar güllesiz, tüfekler kurşunsuz ve asker ekmeksizdir. Bu öyle bir plân ki düşman bizi kansız yenecek.

Fakat harpte en iyi plân en yapılacak olan değil en umulmayandır. Düşmanın toplan gibi plânı da büyük çaptaydı. Biz kuvvetlerimizi en olacağa koştururken o ordusunu en beklenilmeyene getiriyor. Kumkale ve Bo-layır mı? Düşman iki kolayı bıraktı, en çetini zorlaya-cak. Biz iki uca yerleştirdiğimiz kuvvetlerle kolayları güçleştirdik sanıyoruz; o, saldıracağı yeri boş bıraktıra rak en çetini kolaylaştırıyor.

Bu delilik gibi cürette aklı yeniş ve bu mantıksız gibi harekette mantığı tepeleyiş var. Düşmanın böyle ya-pacağını kestirebilmek için de akıl ve mantık üstünde bir şey gerekti. Keramet gibi bir şey; Tanrılardan gelen o anlaşılmaz pırıltı gibi bir şey. Arıburnu'nun karanlığı-nı yırtan o mavi gözlü kaymakam şimdi de o röntgenli

2 3 7

Page 248: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

görüşüyle «bü>iik meçhul»ü yırtan miralaydır : «Düş-man Anafarta'ya çıkacak» dedi ve... düşman Anafarta' ya çıktı.

Ağustosun birinci haftası sonundayız. Vaziyet yalnız ciddî değil korkunçtu. Düşman bizi adamakıllı aldattı-ğını bilerek, dolu dolu Suvla limanına çıkıp, yanyana kollarla, yaygın ve besili kırkayaklar gibi tasasız, Conk-bayırı'na tırmanıyor. Liman Paşa şaşırmış, telefonla mi-ralaya sorar : «— Dediğiniz çıktı, şimdi ne yapmalı?» Tek çare; bütün bu cephede kumandanlık salâhiyetini tek adama vermek. «— Bu size çok gelmez mi?» Cevap iki kelimedir: «— Az gelir!» Nasıl çok gelebilirdi... İç kudreti bu, çeken kudret : Baş salâhiyet, önüne geçile-mez bir mıknatısa tutulmuş gibi, rütbenin üç dört basa-mağını birden sıçrayarak, bir anda miralayın ayağına koştu.

Ağustosun ikinci haftası başındayız. Askerimiz yer-den fırlayıvermiş gibi düşmanın karşısındadır. Miralay, Suvla'dan yürüyen düşmandaki iki büyük yanlışı bir ba-kışta görmüştü : Biri kollar önündeki avcı hatlarının çok hafif oluşu; öteki de kolların fazla semiz bulunuşu. Öyleyse yapılacak şey bir; tatbik edilecek şey ikidir. Bir olan derhal düşman üzerine atılmaktı. Öyle oldu. İki olandan biri her kolun başına yaylım açmak ve öteki, her kolun gövdesine şarapnel yağdırmak. Avcı hatları, açılan yaylımla, çil gibi dağıldı. Toplu kıtalar üstünde boşa gidecek yer bulamayan şarapneller de bir yerine yüz tırpanlıyor. Düşman inmelenmişti.

Düşmanın daha büyük bir kuvveti Kocaçimen'i ele geçirmek için harekettedir. Miralay bütün gece kuvvet-lerini yürüterek sabahtan önce tepenin son yamacını tut-

2 3 8

Page 249: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

tu. Düşman da öteki yamacın son kertesinde. Aramızı ancak tepenin son çizgisi ayırıyor, işitilmesin diye öksü-ren vok. Karanlıkla aydınlığın birbirine karıştığı alaca bir zaman. Miralay tek başına beş on adım ilerledi. Düş-manı gözetliyecek, eğer vaziyet elverişliyse hemen süngü hücumuna geçilmesi için kamçısını kaldıracak. Asker bi-liyor ki o kamçıyı kaldırırsa yapılacak şey yapılması ge-rek olan şeydir. Halbuki o, düşmana bakmadı bile. Ka-fasıyla gören görmeden görür; kamçı hemen kalktı. Bu, en derin bir psikolojiyi kamçının ucuna takıştı. Kuman-dan inandırandır. Bir kamçı işareti; asker baştanbaşa şahlanıverdi.

Ne o? Miralayın göğsüne tak diye bir şey çarptı. Ya-nındaki zabit : «Eyvah yaralandınız» diye telâşlanıyor. 0 hemen eli ile zabitin ağzını kapadı: «Sus, asker işitme-sin!» Çarpan, bir şarapne] parçasıymış ve Allah'tan mira-layın göğsü üstündeki saate rastlıyor. O sağlam markalı cep saati paramparçadır: Saat kendini 1 rban ederek onu kurtardı.-Onu ve her şeyi.

Bu cengi anlatan Hamilton raporunda «Türkler ko-vanından fırlayan arılar gibi saldırıyordu» der. Biraz sonra daha coşarak «Türkler Allah Allah diye yeleleri kabarmış aslanlar gibi üzerimize yükleniyorlardı» der. Fakat gene der ki biz onun askerlerini asıl toplarımızın gülle yağmuruyla eritmişiz. Halbuki bu, bir süngü bas-kınıydı. Gülle değil kurşun bile atılmamıştı. Zaten iki ordu on beş, yirmi adım kadar birbirine yakınken top-çu işe karışamaz ki..: Hamilton ya utancından öyle yaz mış, ya Mehmetçiğin her narasını gülle sanmış olacak : ikisinde de hakkı var. 248

Page 250: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

O gün Hamilton oradaydı; Kayley, Koper, Baldvvin gibi en güvendiği generaller hep fırkalarının başındadır. Bunlardan biri aklını oynatacak kadar ürkmüş, biri ya-şayamayacak kadar ağır yaralanmış, biri de bütün erkâ-nıharbiyesiyle beraber ölmüştü. Hamilton on iki bin İn-giliz cesedini topraklar üstünde bırakarak zırhlısına dar kaçabiliyor. Bir miralay, sağa baktı : Büyük kumandan-lık salâhiyeti üç dört rütbeyi atlayarak ona koşar; sola baktı; başkumandana kadar kat kat rütbeler önünden kaçar: Kumandan rütbelerinin üstünde olandır.

Beş altı gün sonra Kireçtepe harbi. Düşman bizim Anafartalar grupunu sağından çevirecek. Miralay oraya on iki tabur gönderdi. Biraz sonra kendi de gider. Bir de bakıyor ki gönderilen kuvvetler bir boğazın berisin-de toplanıp kalmışlar. Orası Kireçtepe'ye giden tek ve dar bir yoldur. Denize açık olduğu için iki düşman zırh-lısı yolu biteviye ateş altına almış. Kimse geçemiyor. Miralayın mavi gözleri birden şimşeklendi:

— Neye geçmiyorsunuz?

— Gemiler ölüm saçıyor, geçilemez.

— Böyle geçilir, dedi ve hızlı hızlı yürüyerek geçi-verdi. O öyle geçince kim duracak ve böyle geçenlerin önünde kim durur? Ne yersiz tehlikeye atılan kuman-dandır, ne yerinde tehlikeden kaçan. Kireçtepe zaferini bir tekin geçiş ile kazandık.

Conkbayın, Kocaçimen, Kireçtepe... Bu üç çevirme hareketi de sökmeyince düşman dördüncü harbini Suv-la koyu önünden yarma şeklinde yapıyor. Bu seferki fır-kalar «saf kan» İngiliz'dir. Hamilton'un deyişine göre bunlar yeryüzünün en seçmeleriymiş. Bu üç fırka iki ala-

240

Page 251: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

yımıza yenildi: Başında kumandan olduktan sonra Meh-metçik'in süngüsü için karışık kan da bir, katıksız kan da.

26 Ağustos... Düşman şimdiye kadar yarımadanın hiç işitmediği biçimde bir bombardıman açıyor. Kara-dan, denizden, havadan; ne kadar güllesi, şarapneli, bom-bası varsa hepsi birden boşalmaktadır. Yağı tükenen lâm-banın son ışığı hepsinden parlak olurmuş. O kanlı «Ka-yacıkağılı» cengi de öyle oldu: Anafartalar'daki beş tane çengin bu sonuncusundan sonra düşman, siperleri için-den bir daha ancak kaçmak için çıkacak.

26 Ağustos, Türk'ün tarihi ve bahtı için üç defa mut-lu : On asır önce, Malazgirt'te, Anadolu'yu o gün kazan-dık. İkincisi Anafartalar'ın sonu, üçüncüsü Dumlupınar' m başıdır. Bu cinsten bir tane ağustosu olan herhangi bir millet yeryüzünde ben hep varım diyebilir. Benim üç ağustosum var.

241

Page 252: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

ÇANAKKALE'DEN GİRERKEN :

V

ÇANAKKALE'NİN BİLANÇOSU

Yirmi günde beş cenkli Anafarta yarımadada hare-ket harbinin sonudur. Bu, düşmandaki bütün ümidin de sonu oldu. Dört hareketten göğüsleyip yararak ilerle-mek : Mıhlandılar; çevirip arkalayarak yenmek : Önlen-diler; yerin dibine inerek cenkleşmek : Denediler, dipsiz-dir; kendilerine kalan tek hareket, çekilip gitmek... Ha-yır, üç dört ay daha siperler içinde bocalayıp durdular. Giderlerse haysiyetleri de gidecek. Çabuk gidemeyişleri haysiyetlerinin büyüklüğündendi. Kendi haysiyetleri «git-me» dedi, Türk'ün süngüsü «git» dedi : En sonunda sün-günün dediğini dinlediler.

İngilizler o çekilişteki teknik beceriklilikten dolayı hâlâ övünürler. Koskoca bir orduyu, bir manga bile bı-rakmaksızın, en acar bir düşman önünden kayıklara dol-durup çekebilmek : Askerlik fenninde bunun eşi yok-muş. Demeyeceğiz ki kaçışta ustadırlar; fakat bir gece-yansımn bir iki saati içinde sessizce sıvışabilişlerinin asıl kerameti kıyıda şerit gibi kalışlarındandı. Denize çok yakın olduklarından dolayı gemilerine çabuk sığındılar. Ne yapalım, kabahat bizim : Onları fazla ilerletmediği-miz için kolay kaçırdık.

2 4 2

Page 253: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Kaçan düşmanlar ki sonunda yan dünyayı yenecek kadar kuvvetliydiler; oraya en korkunç bir donanma ve en sonsuz malzemeyle gelmişlerdi, öyleyken giriştikleri işi cesaretsizlikten mi başaramadılar? Ruşen Eşrefin «Mustafa Kemal'le Mülâkat»ında mülâkatı veren anla-tır : Harbin birinde Fransız piyadelerini esirgeyip onla-ra siper olmak için bir Fransız süvari alayı bile bile ve bir tane kurtulmamak üzere kendini feda ediyor. Tab-lonun büyüklüğü Anafartalar kahramanını bile imrendir-mişti. Bir başka harpte İngiliz alayları çok fena bir va-ziyete düşerler. Çekilmek için başkumandanlarından izin istiyorlar. Hamilton «Hepiniz gömüleceksiniz» dedi ve hepsi gömüldü. Yenilenler bu kadar yiğitse, yenenler ne-dir?

öldüğümüz kadar öldüler. Sekiz aylık çengin insan yutumu üç yüz bini geçer. Yarısı onlann, yansı bizim. Yalnız yanmada topraklanndaki kemikler yüz bindir; el-li beş bini bizim, gerisi onların. Sekiz ay iki taraftan çarpışanlann tu tan milyonu bulur. Ucu sivri, orta kemi-ği çıkkm, çakma bir burun gibi uzanıp eski bir tabanca tetiği gibi keskin çizgili bir yarımadacığm yarısından da az bir toprak... Hiçbir daracık toprağa bu kadar gür-büz bir mahşer kızıllığı sığmadı. Kilometre için değil, metre için cenkleşiyorduk. Buranın bir karışı bir ufuk-tur. Çanakkale'nin cehenneminde bir harmanlık yer, bir kıt'alık gülle yedi.

Mehmetçik hiçbir cenge giderken anasından bu se-ferki gibi anasını bir daha görmeyeceğini bilerek aynl-mamıştır:

Çanakkale içinde aynalı çarşı Anam ben gidiyom düşmana karşı!

2 4 3

Page 254: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Ana baba günü; gönderen ana baba, gideni beklemi-yor; orası ahret gibi, gidenler gelmediler :

Çanakkale içinde sırmalı testi Analar babalar umudu kesti!

Cenkten geriye dönenler hiç olmazsa yaralıdır. O ne dolu dolu gidişmiş ki demet demet serilenlerden sonra yaralılar, ya sedyeler içinde, ölü gibi; ya koltuklarına adam girmiş, külçe gibi; ya iki eliyle gövdesinin bir ye-rine basarak, kendini kendi sürükler gibi, çeşit çeşit ya-ralılar akın akın geliyorlar :

Çanakkalesinde oldum onbaşı, Yarama bakmıyor doktor binbaşı!

Ah, Mehmet onbaşı, koluna o kırmızı şeridi yakut bir yara pahasına takan yiğit onbaşı, zavallı doktor bin-başı "ne yapsın, yetişemiyor ki...

Sıraya girip nöbet bekleyen yaralılar arasından bir çavuşun ayağı yanında kırmızı bir şey birikiyor. Dok-tor onu görünce «senin yaran hâlâ dinmemiş, gel önce sana bakayım» dedi. Çavuş cevap verir : «Bırakın aksın, Balkan çenginin karasını temizliyoruz!» Hangi Balkan karası çavuş, akıttığınız gürül gürül kanlar, değil şu bir iki yıl önceki Balkan lekesini, bütün dünümüzde ne ka-dar ayıp varsa hepsini, şafak denen kızıl çağlayanın ka-ranlığı süpürüşü gibi, silip temizledi : Çanakkale'yi ya-pan millet bütün geriden utancı kovmuş ve bütün yarı-na övüncü uzatmıştır.

Lâf değil bu; Çanakkale cihan harbi içinde kendi başına bir «cihan cengi»dir. Sonra cihanı yenenleri ön-ce orada nasıl yendik? Binbaşı Mulman kitabında der ki «Türk gibi ölüme gülerek bakan bir askeri başka hiç-

2 4 4

Page 255: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

bir millette bulamazsınız» ve biraz sonra hemen şu cüm-leyi ekler : «Yalnız ona iyi bir kumandan gerektir.» Ana-fartalar kahramanı Kireçtepe çengine giderken Boğaz'ın berisinde tıkılıp kalan askerini iki zırhlının ateşe boğdu-ğu o dar yerden geçirebilmek için ilkönce kendisi önayak olarak hızla yürüyüvermişti değil mi? Bir asker, kuman-danım öyle geçtikten sonra bana hızlanmak bile ayıptır, demek ister gibi o ölüm berzahından kollarını sallıya sal-lıya ve ağır ağır, sanki gezintiye çıkmış gibi geçti. Ça-nakkale'nin de, Dumlupınar'm da bütün kerameti bun-dadır : Mehmetçik'le kumandan birbirini bulmuştu.

Biz biliriz. Kırk bin Mehmetçik'in başında bir Os-man Paşa olduğu zaman, iki üç yüz bin Moskofu altı ay tırpanlıyan bir Plevne yaratır. Gene kırk bin Mehmet-çik'in başında bulunan Tahsin Paşa ise bir fişek bile pat-latmadan Selânik'i vermişti. Öteki kırk bin, beriki kırk bin; ortada zeki bir gövde var, başını hemen tanır; baş bu gövdeye göre mi? Yeryüzünün en olamazı olağandır; baş iğreti mi? Düşmeyen Mehmetçik'i düşüren utansın.

Bir gün Liman Paşa, Anafarta'dan önce Anafarta kahramanının askerini gördü. Asker saf halinde selâm duruyor. Çanakkale ayni zamanda yoksullukla zenginli-ğin çengidir. Bizimkilerde elbiseler bitik, ayakkabılar yırtık ve benizler soluk, Liman Paşa mavi gözlü mirala-ya baktı : «Bunlarla mı kazanacağız? İtiversem düşecek-ler!» dedi ve en cılız görünen bir nefere «silâha davran!» vaziyeti aldırdı. Tüfeğin ağzından tutarak neferi arkaüs-tü düşürmek üzere itti. Tam o sırada miralay nefere «Mehmed dikkat» diye seslendi ve geriye doğru sendeli-yen Liman «hayret, her şey mümkünmüş!» dedi : Başın-da öylesi olunca onun çelikleşen psikolojisi maddesini

2 4 5

Page 256: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

bile değiştirir: Mehmetçik'in artık hafifi ağır, kısası uzun ve dermansızı da pehlivandır.

Onu «0»ndan iyi kim bilir? Anafarta kahramanının kendi anlatıyor: Düşmanın kaçmıya hazırlanmasından şüphelenmişti. Bir bölüğümüz en derinlere kadar yokla-mak için sonuna kadar gidecek. Eu gidişin dönüşü yok-tur. Bölük hazırlanıyor. Mehmetçikler abdest aldılar, ye-ni gömleklerini giydiler. Allah'a en temiz çamaşırlanyla çıkacaklar. Cenkte çarpışırken şuurun altı şuurun ken-dinden daha çok iş görürmüş. İnsan o an bambaşka bir şey. Gürültünün en sonuyla dolan kulak hiç gürültü işit-mez. Kendinle değil, zemberekle harekettesin. Halbuki ölüme giden bu bölük cenkte değil kendindedir. Sükût içinde ölümü kucaklıyor. Hiçbirinde ne telâş, ne çarpın-tı. Yatağa girer gibi ölüme uzanacaklar. Hayır, bu asker öldürülebilir, ettendir; fakat yenilemez, ölmeden önce ölümü yendiler.

Mehmetçik'in kumandanını da düşmandan dinleye-lim. Düşmanın beğenişi doğrunun kendi de değil, üstü-dür. İngiliz Bahriye Nazırı Çörçil «Cihan vak'aları» adlı kitabında, daha o zaman Anafarta kahramanı için «bu eşsiz kahraman Türklüğün mukadderatını eline alacak bir dehâdır» demişti. Aynı kitapta şu itirafı da görürüz : «Malzemece üstünlük bizdeydi, fakat iradece üstünlük onda olduğu için yenildik». İngiliz harbivesinin resmî devlet kitabında da şöyle denir : «Bir miralayın önümü-ze çıkışı bütün mukadderatı değiştirdi.» Bunları söyle-ven düşman o sözleri dostuna söylemez.

Sevr'de bize o ölüm paktını imza ettirirlerken cellâ-dının baltasını görmüş bir kimse irkrlişiyle donakaldığı-mız zaman «siz Çanakkale'den bizi geçirtmemekle Cihan

2 4 6

Page 257: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Harbi'ni tam iki yıl uzattırdınız, bu size yapılan azdır bile!» dediler. Doğru. Geçeydiler, Çarlığın o sayısız mil-yonları silâhlandırılacak; Bulgaristan kendileriyle birle-şecek; Romanya devrilmeyerek Almanya ile Avusturya Karpat'la Tuna arasında sıkışıp Cihan Harbi daha o za-man Amerikasız bitiverecekti. Fakat geçirtmeyince... Çar-lık yer deprentisine uğramış gibi çöktüyse; Bolşeviklik yeri depreten volkan gibi patlayıverdiyse; Yeni Dünya boğulanı kurtarır gibi eski dünyaya koştuysa sebep hep odur. Ya biz? Cihan Harbi'ni iki yıl sonra kazananlar, iki yıl önce bizim topraklarımızda Ruslarla birleşerek har-bi o zaman bitireydiler... Biz ki batan vaianı sonra ge-ne kurtardık, fakat o zaman kurtaracak vatan bulama-yacaktık.

O zaman geçemeyenler, üç yıl sonra kollarını sal-layarak geçtiler. O kadar kan neye yaradı mı diyenler var? Onlar biz uzaklarda çökünce girdilerdi, biz de on-ları çok uzaklardaki Dumlupınar'dan attığımız güllerle kovduk. Çanakkale bilânçosunun açığı yoktur. Biz bor-cumuzun büyüklüğünü bilelim. Yıkılan eski tarihle ya-pılan yeni tarih... Oradan buraya Çanakkale'nin kandan bir çağlayan üstüne kurulmuş yakut köprüsünden geçe-rek geldik. Çanakkale şehitleri; beyhude ölmediniz : Ya-şayışımız yaşatışınızdır.

2 4 7

Page 258: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

İSTANBUL ÖNÜNDE

Yazın başlarında Karadeniz Boğazı'ndan çıkmıştım, yazın sonlarında Akdeniz Boğazı'ndan girerek istanbul önündeyim. Avrupa'yı bir mevsimde çemberleyen bu ge-zişten gördüğüm faydalar nedir? Okuyarak hayalimizde edindiğimiz bilgilerle görerek elde ettiğimiz hakikatler. . Bütün bir yaz bazı yerde hayal kendini pek boylu görüp hakikatin karşısında bodurlanarak, bazı yerde hayalin bodur bıraktığını hakikat birkaç defa boylandırarak, bü-tün yaz, sivrilikleri budayıp çukurluklan kabarta kabar-ta kafamın içindeki iğrilikleri düzelttim.

Yaşamak takvimden yaprak koparmak değil. Düz hayatın takvimi uzun da olsa kendisi kısadır. Düz hafıza-mıza girmiyor, hafıza düzü silip yokuşla inişi saklar. Düpdüz günleri teneffüs ettik, yaşamadık. Günler geçer-ken içlerini bırakırlar. Hayat şimdi değil : Şimdi andır; yarın değil : Karanlıktır; dün değil: Geçmiştir; hayat dünden kalan şey; kalanı dolu günler bıraktı. Bir mev-simlik yaza bakıyorum, birkaç yıllık gibi... Meğer gez-menin en büyük kârı yassı günleri kabartıp içini doldur-masındaymış. Hayatı uzunlamasına değil enlemesine ar-tırabiliyoruz.

Başka yerleri görmek iyi, fakat boyuna başka yer-lerde kalmak iyi mi? Yurdu özlemek fazilet değil ihti-yaçtır. Gurbette bir yurttaş insana niye bir akrabadan

248

Page 259: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

daha yakın gelir? Yalnız güzel ve bakımlı olan yeri de-ğil bizden olanların bulunduğu yeri severiz. Yad ilin zevki geçiciliğinde, katlanılması sonunun görülmesinde, ve çekilmez tarafı da sonsuzluğundadır. Gezdiğime sevin-dim, geldiğime tasalanmayarak

Sabahın ilk ışıklarını göğsü üstünde pembe bir tül gibi sallıyarak gerinen İstanbul'a bakıp düşünüyorum : Değil Avrupa'yı, dünyayı da çemberlesem, bu kadar eş-siz bir güzellik göremezdim. İstanbul'un masalı aklıma geldi. Her büyük masal bir hakikate gebedir. Tahtı ha-vada uçan Süleyman Peygamber, sevgilisi Belkıs öldük-ten sonra, yeryüzünün en güzel kızını arar. Bu, Saydun hükümdarının kızı Alina'dır. Bir saldırışta hükümdarı yendi ve bir güvercin pençeler gibi Alina'yı aldı. Şimdi bu en güzel kıza yeryüzünün en güzel yerinde en güzel bir saray yaptıracak. Her şey gibi cinler de onun emrin-dedir. Bütün cinler mağribden meşrika kadar karış ka-rış arayıp tarayarak yeryüzünün bu en güzel yerini bu-lurlar. Süleyman sorar: «— Neresi?» Cinler cevap verir: «— Sarayburnu». Bu, masalın doğruya benzemesi değil doğrunun masallaşmasıdır'.

Hangi kara parçası Sarayburnu gibi bir yanına dal-gın Haliç'i, bir yanma yaygın Marmara'yı, karşısına da kıvrak Boğaziçi'ni alarak; yedi tepeli İstanbul'u arkası-na takıp, sulan yara yara boğaza doğru gidiverecekmiş gibi duruşunda bile yürüyüş hissi veren bir canlılık gös-terebildi? Belgrad'ı buna birazcık benziyor diye'sevmiş-tim; nehir deniz yanında ne kadarsa o da bunun yanın-da o kadar. Sarayburnu'nun şu yeşil sırtındaki sivri ku-lelere bak. Tarih yer yer boynunu uzatıyor. Ağaçlar bile orada asırlan ezberlediler.

2 4 9

Page 260: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

Tahtı havada uçan Süleyman'ın oraya yaptıracağı saray ne oldu? Nemize gerek; yeryüzünün bu en güzel yerine yeryüzündeki en eşsiz köşkü biz kurduk. Avrupa' da Şönbrün'den Louvr'a kadar çeşit çeşit saraylar gör-düm. Hepsi şişman birer mimarlıktı. Fakat bizim Bağ-dad köşkü... Tavanını ceylân derileriyle dokuyarak, du-varlarını ölmez bir bahar yeşilliğiyle yuğurduğumuz o köşk mimarlığı büyülü bir inbikten geçirip bir zümrüd damlası haline koyuştur : Tanrı elinin o en güzel sırtına insan elinin son güzelliğini inciledik.

Tabiat güzelliği ve tarih zenginliği... İstanbul on se-kizinci asır başlarında dünyanın en büyük şehri idi. Mm. Montagü o zaman İstanbul'un Londra'dan da büyük ve hele Paris'in İstanbul'dan iki defa daha küçük olduğunu söyler. Bugün, şu dünkü Balkan devletlerinin merkezleri bile İstanbul'u geçti. Artık İstanbul'dan büyük yüzlerle ve yüzlerle şehir var; daha bakımlıdırlar, daha konfor-ludurlar, daha varlıklıdırlar; fakat tabiat güzelliği ve ta-rih zenginliği... İstanbul kıyamete kadar bu iki şeyde bi-rinci kalacak.

Milyarlarla altın serp, yapıları gökleri tırmalayan bir Nevvyork yarat. Fakat o milyarlarla ne ufacık bir si-nek yapabilirsin, ne elli yıllık bir sebilcik. «Tabiat»la «ta-rih» yapılamaz, yapılmıştır. Onlardaki teknikle parayı buraya ver, İstanbul az zamanda onlar gibi olur; fakat dünyanın bütün hüneriyle bütün altınım onlara ver, hiç-biri İstanbul olamaz. Tarihi bırak, sadece tabiat güzelli-ği : Paris'te ırmak varsa deniz yok, Newvork'ta deniz var-sa tepe yok. Berlin düzdür, Londra içerlek. Denizsiz Peş-te tepelidir, denizli Napoli boğazsız. Her yerden birer al, gene İstanbul'un hepsi değil.

Page 261: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

İstanbul'un karası hareketlidir; ezginlik yassıda, di-rilik tepelerin dalgasında. İstanbul'un denizi duyguludur, karanın kabuğunda yatmıyor, böğrüne sokulmuş, satıh-ta olan aptaldır, isterse deniz olsun. Karaların dibi, ıv-rım kıvrım, denizle dantelleşip, karaların üstü, tepeden te-peye, gökle cümbüşleşiyor. Dünyanın hiçbir yerinde top-rakla su böyle sarmaş dolaş olmadı. Adalardan Moda' ya, Florya'dan Kilyos'a, Çamlıca'dan Eyüp sırtlarına ka-dar neresini görsen en güzel diyeceksin. İstanbul şehri yalnız güzel değil, güzellikler meşheridir.

Hele tarih zenginliği... Başka yerlerin tarih tarafını biliriz; ya güdüktür, ya Atina ve Roma'daki gibi tarih-ten birkaç yıkıntı kalmıştır. Halbuki İstanbul'un on beş asrı dipdiri ayakta duruyor. Görmediğimiz uzak yerler-de İstanbul gibi güzel var mı? Buna belki diyen çıka-bilir, fakat, şu kubbelerle minarelere bak, bütün yeryü zünde İstanbul'daki dünün karşısına çıkacak dün yok-tur.

On üçüncü asır başında Bizans'ı alan Latinler saray-ların mozaik döşemelerini söküp ocak yakacak kadar ge-riydiler. Bu yıkıcı Frenkler burada yarım asır kaldığı içindir ki, Bizans'tan bize Ayasofya ile bir iki kiliseden başka bir şey kalmadı. Aldığımız seksen binlik Bizans bir asırda sekiz yüz binliktir. Onun on asırdaki tek kub-besine karşı birkaç asırda bütün tepeleri ve kıyıları kub-belcdik. Onları yalnız yaratıcılığımız ve yapıcılığımız; sa-natımız, zevkimiz; onlar yalnız camimi/, medresemiz; hanımız, hamamımız değil; asırlık kubbelerimiz, asırla-rın da kubbeleşmesidir. Güneşi ilkönce görüp en sonra bırakan o kubbeler üstünde zaman denilen ayn birer kubbe oturuyor!

251

Page 262: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

İnsanlar gider, cemiyet kalır. Tek için olan yapıları ahşaptan, hep için olanları mermerden yapmışız. Ölüm tekleri, yangın evleri götürdü. Hesaplamışlar; ahşap İs-tanbul'u her asırda üç defa yeniden kurarmışız. Ne ku-rulandan bir yapı, ne kurandan bir diri; tahtadan olanla etten olan, ikisi bir gibi; biri ateşin, öteki toprağın; or-tada kalan iki «hep»tir: Duran mermerle akan biz; bu-nun da ikisi bir gibi, ikisine de ölüm yok; dünün mu-kaddesliği bundan çıkar, günde oluşumu dünde olanlar haykırıyor. Yaşıyan mermerimizde yaşıyan biz varız.

Fakat bugünkü İstanbul nedir? Bütün o sanat güzel-liklerini daha iyi meydana çıkarmak için ne gerekse onu yapacaktık, dünün şerefi bizimdir diye. Halbuki biz ne gerek değilse onu yapmışız, şerefimiz meydana çıkmasın diye. Tanzimattan beri eskideki çürüyüşle öğünüşü ayı-ramadık. Eskinin çürüğünü atıp yeniyi koymak yerine yeninin çirkinini alıp eskinin öğünüşü üzerine saldırt-mak : Başka türlü Sarayburnu gibi bir yerden şimendi-fer geçirtilir miydi? Zaman ki, en çelik dişli bir kemiri-cidir, o kadar hâtıranın buğusu duran kale duvarlarına zaman bile kıyamadı, böğürlerine kadar evler ve kulübe-ler sokarak onlara biz kıyıyoruz. Yenicami Ortaköy'le karşı karşıya görüşsün diye yaratılmıştı, hiçbir kıyıya kısmet olmayan o mermerden şi'ri en kaba yapılarla boğduk : Yapılan sanata bak, övün; sanata yapılana bak, utan.

Sanat ve tarihe karşı böyle, ya tabiat güzelliğine karşı? İstanbul'un denizi her yerden görünsün diye her tarafımıza sokuldu, biz denizi görmemek için ona sırtı-mızı çevirdik. Eski tablolardan belli, eski İstanbul hül-ya gibi güzelmiş. Tanzimatla Avrupa'ya kucağımızı açı-yoruz. Kapitülâsyon akınlarıyla yapılan Beyoğlu medeni-

2 5 2

Page 263: Ismail Habib Sevuk Tunadan Batiya

yeti getirmeden güzelliğe götürdü. Orası bir şehir değil, bir yığındır. Zevk bir kere düşmesin; şu apartman kar-gaşalığıyla şu kübik çizgilere bak, en yenimiz en çirkini-miz oldu. Çirkinde çirkin birbirini eritir, fakat İstanbul' da çirkin... Kubbe altında yüz defa büyüyen ses gibi bu güzellik içinde çirkin de yüz defa ürperticidir.

İstanbul'daki güzelliğe saldıran çirkinlik, İstanbul' daki sanatı boğan çirkinlik... Bu dillere destan şehri bu iki kat çirkinlikten nasıl kurtarmalı? Şerefi kendinde kalmayıp taşanın kurtuluşu yalnız kendiyle olamaz. Ar-tık anlaşıldı, bu, ne Şar işi, ne Şarbay işi: Bu iş yeryü-zünde en yapılamayacakları yapanın işi : Biri Çanakka-le'de düşmanı geçirtmeyerek, biri Dumlupınar'da düş-manı tepeliyerek, ey İstanbul'u iki defa kurtaran; kur-tardığın şehri iki katlı çirkinliğin elinden de kurtar.

2 5 3