I T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANA BİLİM DALI (İSLAM FELSEFESİ) SÜHREVERDİ’NİN MEŞŞÂİLERE VARLIK KONUSUNDA YÖNELTTİĞİ ELEŞTİRİLER YÜKSEK LİSANS TEZİ TEZ DANIŞMANI: HAZIRLAYAN: Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR Emin KARADENİZ ANKARA-2003
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
I
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANA BİLİM DALI
(İSLAM FELSEFESİ)
SÜHREVERDİ’NİN MEŞŞÂİLERE VARLIK KONUSUNDA
YÖNELTTİĞİ ELEŞTİRİLER
YÜKSEK LİSANS TEZİ
TEZ DANIŞMANI: HAZIRLAYAN: Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR Emin KARADENİZ
ANKARA-2003
II
T.C
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
( İSLAM FELSEFESİ)
SÜHREVERDİ’NİN MEŞŞAİLERE VARLIK KONUSUNDA YÖNELTTİĞİ
ELEŞTİRİLER
Yüksek Lisans Tezi
Emin KARADENİZ
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR
III
Ankara-2003
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
(İSLAM FELSEFESİ)
SÜHREVERDİ’NİN MEŞŞAİLERE VARLIK KONUSUNDA YÖNELTTİĞİ
ELEŞTİRİLER
YÜKSEK LİSANS TEZİ Tez Danışmanı: Prof. Dr. Mehmet BAYRAKTAR
Tez Jürisi Üyeleri İmzası Adı ve Soyadı _______________ __________ ……………………………………… …………............... ……………………………………… …………………... ……………………………………… …………………...
Sühreverdi “vücud” kavramını, insan zihninin sübjektif bakış açısının
zihinsel bir ürünü olan ve somut fiziki alemde hiç bir gerçekliğe tekabül etmeyen salt
bir kavram olarak değerlendirir. Bu nedenle “vücud” yerine tam manasıyla gerçek
addettiği manevi ve metafizik “Nur”u koyar. Sühreverdi’nin düşüncesine kılavuzluk
eden bu ilke, tenkitlerinin de hareket noktasını teşkil ettiğinden I.Bölüm’de “İşraki
Hikmet ve Yöntemi” üzerinde durmak gereği duyduk. Eleştirilerinin gaye ve
sonuçları dikkate alındığında, Sühreverdi’nin hakikatin araştırılmasında Meşşaileri
yetersiz gördüğü ve onların burhan ve kıyas metotlarını keşif ve sezgiyle tamamlama
4
çabası içine girdiği fark edilecektir.Sühreverdi on ikinci yüzyıl gibi erken bir tarihte
hem filozofların hem de sufilerin bilinçli bir şekilde takip edeceği ideal öğreti
hakkında kesin bir tanımlamada bulunmuştu : İdeal olan,manevi terbiyenin ve en sıkı
kavramsal düşünmenin organik bütünlüğüne ulaşmaktır. Mutlak Hakikat’in aracısız
tecrübesinde son bulmayan felsefe, boş bir oyundur; sıkı bir entellektüel eğitime
dayanmayan mistik tecrübe ise her zaman mutlak bir delalete dönüşmeye müsaittir.
Filozofun bu konulardaki düşünceleri ise çalışmamızın “Yöntemsel ve Doktrinel
Eleştiriler” başlıklı bölümünde incelenmektedir.
Bu çalışmada ilmi birikimi , tecrübesi ve teşvikleriyle desteğini esirgemeyen
saygıdeğer hocam Prof.Dr.Mehmet BAYRAKTAR’a en içten teşekkürlerimi
sunmayı bir borç bilirim.Ayrıca katkılarından dolayı eşim Sabire ABAY
KARADENİZ’e ve emeği geçen herkese şükranlarımı sunarım.
Emin KARADENİZ
20.09.2003
5
GİRİŞ
Ebu’l-Fütuh Yahya bin Habeş bin Emirek es-Sühreverdi el-Maktul, bugünkü
Tahran ile Tebriz arasında yer alan Zencan şehrine yakın bir belde olan Sühreverd’de
doğmuştur.1 İlk eğitim ve öğrenimni Merağa kentinde Mecdüddin el-Cili(?)’den
almıştır. Fahreddin er-Razi’nin(ö.1209) üstadı El-Cili’nin ise Usulu’l-Fıkıh ve
Felsefe alanında uzman bir şahsiyet oluğu kaydedilmektedir.2 Daha sonra Isfahan’a
giderek orada Zahirüddin Ahmet el-Kari(?)’den Felsefe ve Mantık dersleri almıştır.
Bu arada tasavvufla yakından ilgilenmiş, tefekkür ve zikirle geçen uzun manevi
inziva dönemleri yaşamıştır.3
Daha sonra seyahatleri Anadolu’ya uzanmış, Anadolu’nun çeşitli
bölgelerinde bulunmuş ve yöneticilerle iyi ilişkiler kurmuştur. Mesela Harput Emiri
Karaaslan b. Davut b. Artuk(1185-1233) için “el- Elvahu’l-İmadiyye” adlı eserini
telif etmiş, Nasıruddin Berkyaruk Şah4 ,Niksar Emiri iken ona öğrenci olmuştur.
Sühreverdi onun için de “Pertev-Name” adlı eserini yazmıştır. II. Kılıçarslan (1155-
1192) ve saray çevresi Sühreverdi’yi bir müddet Konya’da misafir etmiştir. Bilim ve
felsefe bilgisi engin olarak tanıtılan Vezir Kemaleddin Kamyar, Sühreverdi’ye
öğrenci olmuş ve ondan istifade etmiştir.5
Sühreverdi, Konya’dan sonra Diyarbakır, Mardin, Şam ve Halep’te
bulunmuştur. Halep’teki Halvetiye Medresesi Müderrisi İftiharuddin(?)’in derslerine
katılmış ve bu müderrisin yakınlarından biri olmuştur. Yapılan münazaralarda büyük
bir başarı gösteren Sühreverdi’nin adı yayılmış, Halep valisi Melik Zahir(1172-
1216)’in dikkatini çekmiş, daha sonra onun yakınlarından biri olmuştur. Fakat açık
sözlü tutumu, her türlü dinleyici önünde görüşlerini açıklamada gösterdiği
1 el-Hamevi, Yakut, Mu’cemu’l-Büldan,nşr: Ferid Abdülaziz el-Cündi, Beyrut,1990, c.3, s. 329. 2 İbn Hallikan, Vefayatu’l-A’yan, nşr: İhsan Abbas, Beyrut, tsz. ,c. 6, s. 268-269 . 3 A.g.e., s. 269. 4 Kılıçarslan, ülkesini oğulları arasında 1185’te taksim edince, Kılıçarslan’ın on bir oğlundan biri olan Nasıruddin, Niksar-Koyulhisar Emiri oldu. Kısa bir süre sonra bu bölge Nasıruddin’in biraderi Süleymanşah (ö.1200)’tarafından ele geçirildi. Bkz. Darkot,Besim, “Niksar” md.,İslam Ansiklopedisi,İstanbul, 1964,c.IX, s. 273 5 Yörükan, Yusuf Ziya, Şihabeddin Sühreverdi ve Nur Heykelleri, Yay.Haz: A.Kamil Cihan, İstanbul,
1998, s. 18-19.
6
tedbirsizlik, tartışmalarda tüm karşıtlarını alt etmesini sağlayan keskin zekası, hem
mantıksal felsefeye hem de tasavvufa olan hakimiyeti özellikle ulema arasında pek
çok düşman edinmesine yol açtı.6 Nihayet muarızları, iman ilkelerine aykırı
doktrinler yaydığı gerekçesiyle ya da simyayla uğraştığı iddiasıyla idamı için
Selahaddin Eyyubi(1137-1193)’ye başvurdular. Sonuçta Sühreverdi tutuklandı ve
1191 yılında öldürüldü. 7
Sühreverdi, çoğu günümüze kadar gelen bir çok Arapça ve Farsça eser
bırakmıştır. Eserlerini beş katagoride ele almak mümkündür: 1)Dört büyük öğretici
ve doktrinel eser; hepsi de Arapça olan bu eserler Sühreverdi’nin tanımı ve
yorumuyla önce meşşai felsefeyi, sonra da bu ilk temel üzerinde yükselen işrakî
hikmeti ele alan bir dörtlü oluşturur. Dörtlü; “Telvihat”, “Mukavemat”, “Mutarahat”
ve “Hikmetü’l-İşrak” tan meydana gelmektedir. 2) Yukarıdaki dörtlünün konusunun
daha basit dilde ve kısaca açıklandığı Arapça ve Farsça risaleler. Bunlar;
Simurg” bunlardan bazılarıdır. 4) Felsefi yorum ve çevirilerden oluşan notlar; İbn
Sina’nın “Risaletü’t-Tayr” adlı eserinin Farsça çevirisi buna örnek gösterilebilir. 5)
Dua ve yakarışlar.8
İşrakilik, Sühreverdi’den sonra da devam ettirildi. Bununla birlikte
Sühreverdi daha çok İslam dünyasının doğusunda bilinir ve tanınır olmuştur. Bunun
bir sonucu olarak hakkında yapılan çalışmalar , çoğunlukla o bölgelerde yapılmıştır.
Fakat Henry Corbin(1903-1978) gibi bazı şarkiyatçılar, eserlerinin önemli bir
bölümünü neşretmiş ve hakkında bazı çalışmalarda yapmışlardır. Ülkemizde ,
Sühreverdi hakkında yapılan akademik çalışmalarda ilk sırada Yusuf Ziya Yörükan
( - )’ın “Şihabeddin Sühreverdi ve Nur Heykelleri” adıyla
neşredilen çalışmas yer alır. Onu takiben İbrahim Agah Çubukçu’nun “İslam
Düşüncesi Hakkında Araştırmalar” adlı eserindeki “Sühreverdi ve İşrakiyye
Felsefesi” gelir. A. Kamil Cihan’ın ise “Şihabeddin Sühreverdi’nin Felsefesinde
6 Nasr, S. Hüseyin, Üç Müslüman Bilge, çev. Ali Ünal, İstanbul, tsz. 2.Baskı, s. 70. 7 İbn Hallikan, Vefayatu’l-A’yan, s. 269. 8 Nasr,S. H.,Üç Müslüman Bilge, s. 71.
7
Nefis Anlayışı” adlı bir çalışması bulunmaktadır. İslam Felsefesi Tarihine dair bazı
eserlerde de Sühreverdi ve görüşlerine temas edilmiştir.
8
I . BÖLÜM: SÜHREVERDİ VE MEŞŞAİLERDE VARLIK
MESELESİNİN ELE ALINIŞ YÖNTEMİ
A) İŞRAKÎ HİKMET ve YÖNTEMi
Hikmetü’l-İşrak, bu adı oluşturan “hikmet” ve ‘işrak’ kelimelerine çok teknik
anlamlar yükleyen bir esere olduğu kadar, bu eserin atıfta bulunduğu felsefe tarzına
da işaret eder. Gençlik dönemini “Meşşailik” adını verdiği ve Yeni-Platoncu
renklerine rağmen İslam Aristotelesçiliği biçiminde kavradığı felsefi sistem üzerine
kitaplar yazmakla geçiren Şahabeddin Sühreverdi el-Maktul’ün, ani bir
aydınlanmayla gerçek bir metafiziğin meşşai kalınarak ortaya konamayacağını
anlaması üzerine farkına vardığı başka bir felsefe anlayışını ifade eder.9 Nitekim
kendisi bu hususu şöyle belirtir: “Nurlar alemini, kendilerini bedenlerinden
soyutlayanlar müşahede etmiştir... Bu satırların sahibi Rabbinin burhanını görmeden
önce bu hususları inkar etme konusunda şiddetle Meşşailerin yöntemini
savunuyordu.10
İşrakî Hikmet, düşünürün başlatma iddiası taşımadığı, yine onun beyanlarıyla
bir çok peygamberin işaret ettiği bu hikmetin kökleri eski Hint ve İran bilgelerine
kadar uzanır. Bu hikmet geleneği sadece adı tarihte kalmış olan Hermes,
Agathodemon, Kiyumarth, Feridun, Keyhusrev gibi isimlerle Pisagor(M.Ö.500),
Empedokles(M.Ö.432), Sokrat(M.Ö.399), Asclepius ve Platon(M.Ö.348) gibi Grek
felsefesinin belirli simalarını ve Ebu Yezid Bistami(ö.847), Hallacı-Mansur(ö.922),
Ebu Sehl et- Tüsteri(815?-896?) gibi İslam sufilerini de kapsayan sentezci bir
felsefedir.11
Ait olduğu geleneği bu şekilde kavrayan ve tanımlayan Hikmetü’l-İşrak adlı
eserin müellifinin iddiası bu geleneğin İslam dünyasındaki gerçek temsilcisinin
kendisi olduğudur. 12“Bu iddiaya göre filozof söz konusu hikmet geleneğine ait
öğretiye bizzat kendi manevi tecrübeleriyle vakıf olmakla kalmamış, onu, çağının
9 Kutluer, İlhan, İslam’ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, İstanbul, 1996, s.105. 10 Sühreverdi, Ebu’l-Fütuh Yahya b. Habeş b. Emirek Şahabettin, Hikmetü’l-İşrak, nşr. H.Corbin, Opera Metaphiysica et Mystica II içinde, Tahran-Paris,1952, s.156. 11 Sühreverdi, Mutarahat, nşr. H.Corbin, Opera Metaphysica et Mystica I içinde, İstanbul, 1945, s.502- 503. 12 A.g.e., s.505.
9
felsefi araştırma yönteminin gereklerine uygun tarzda ortaya koymuştur.Filozofun
kendisini bu konumlandırışına göre onun felsefi şahsiyeti müşahede ve aydınlanmaya
dayalı felsefi teoriler kurmayı başarmakla birlikte gerçekliğin asıl tecrübesinden
mahrum filozofunkinden öte bir anlam taşımakta; böylece kendi şahsında o, sufinin
tecrübi idraki ile filozofun teorik dilini birleştirmiş olmaktadır.13
İşraki Hikmet tasavvuruyla ilgili bu temel perspektifte en çok dikkat çeken
husus İşraki hikmetin, öğretileri, bu öğretileri temsil eden simaları ve nihayet
hakikatin, akılla değil,doğrudan doğruya sezgi veya genel bir iç aydınlanmayla elde
edileceği esasına dayanan yöntemiyle bir felsefi geleneği işaret etmesidir, “İslam
fikir dünyasında İşrakilik diye adlandırılan bu akım”14 genelde Aristotelesçilik
,özelde Meşşailiğe bir aksülamel olarak doğmuştur.15 Şimdi bu hikmetin tabiatını
incelemeye “İşrak” kavramını ele alarak başlaya biliriz.
1-“İşrak”ın Anlamı
Arapça’da güneşin doğuşu sırasındaki ışıması, ışığın açılması,16 “parlama, ışıldama”17 aydınlatma ve aydınlanma18 anlamlarına gelen “İşrak” terim olarak marifetin tecelli anını”,19 “marifetin nefiste ortaya çıkmasını”,20 “bir şeyi olduğu gibi idrak etmeyi21 ifade eder.
İşrakî hikmetin esas kaynağını teşkil eden işrak, aynı zamanda hem ‘zuhuru,
ortaya çıkmayı’ hem de ‘keşfi’ ifade eden bir mefhumdur. Nasıl ki, güneş doğması
makamlarının dizildiği (bir) sırdır. ‘Hay bin Yakzan’ risalesinde o sırra işaret
olunmuyor, ancak kitabın sonlarında ‘...olabilir ki insanlardan bazı Efrad, O’na doğru
hicret etmiştir’ den sonuna kadar olan kısmı hariç. Bazı soylu (kiram) kardeşlerimiz
için ben de ondan kıssa tarzında bir şeyler anlatmak istedim.”53
İslam öncesi kaynaklardaysa öncelikle Pisagorculuk ve Platonculukla,
İskenderiye’de var olduğu ve daha sonra Yakın Doğu’da Hermetik külliyatı kutsal
kitapları sayan Harran Sabiilerince yayıldığı şekliyle Hermetizm’e dayanır.54
Sühreverdi, Platon’un idealar nazariyesinden,55 Damascius ve Proclus(ö.485)
tarzı yeni-Platonculuğun ruhun tabiatına, ruh terbiyesine56 ve dini tecrübe-akletme
ameliyesi ilişkisine dair fikirlerinden etkilenmiştir.57
Sühreverdi’nin kullandığı anlamda “İşrak” kavramına ise “Aristoteles
Teolojisi” olarak bilinen eserde rastlamak mümkündür.58 “Yazarı bilinmeyen bu eser
gerçekte Plotin’in(204-270) “Enneades” adlı eserinin IV.V. ve VI. Bölümlerinin bir
özetiydi.59 Sühreverdi’nin Hikmetu’l-İşrak adlı eseriyle bu eser büyük benzerlikler
gösterir.60
“Sühreverdi, ışık ve karanlık kavramlarını kullanırken ve melekler biliminin özellikle terminolojisinde Zerdüştlüğe dayanmıştır. Fakat, Sühreverdi hiçbir şekilde bir ikilemci olmadığını açıklamış ve Zerdüştlüğün zahiri öğretilerini izlemek durumunda kalmıştır. Gerçekte o, kendisini ilahi İlke’nin birliğine dayalı doktrine bağlı görüyordu. Veya, kendi yazdığı şekilde: “Platon ve öncülerinin manevi tecrübelerinin şahitlik ettiği bu hikmetin, ne Mecusilerin küfrüyle Maninin inkarcılığıyla ne de Allah’a şirk koşmaya götüren öğretilerle bir ilgisi vardır.61
Bu kadar çok farklı geleneğe dayanmakla Sühreverdi’nin bir tür eklektizme
kaçtığı sanılmamalıdır. Gerçekte Sühreverdi kendisini ‘el-Hikmet’ül-Ledünniye
(İlahi Hikmet) ve ‘el-Hikmetü’l-Atika (Antik Hikmet) dediği şeyin yeniden
birleştiricisi olarak görüyordu. Sühreverdi’nin tasavvrunda çeşitli formlarıyla eski
Hint, Fars, Babil, Mısır ve Grek (Aristoteles’e kadar) bilgelerin yazdıklarında
53 Sühreverdi, Kıssatü’l-Gurbet’ül-Garbiyye (Ruhun Yolculuğu), çev. İsmail Yakıt, Felsefe Arkivi, İstanbul, 1987, XXVI, s.217-218. 54 Nasr, Seyyid Hüseyin, Üç Müslüman Bilge, çev. Ali ünal, İstanbul, 2. Baskı, tsz., s.73. 55 Sühreverdi, Hikmetü’l-İşrak, s.92-93. 56 Ebu Reyyan, Usulü’l-Felsefeti’l-İşrakiyye, s.86. 57 Corbin, “Sühreverdi Müessis el-Mezhebi’l-İşrakiyye”, s.101. 58 Ebu Reyyan, a.g.e., s.94. 59 Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş, s.52. 60 Ebu Reyyan,Usulu’l-Felsefeti’l-İşrakiyye, s.89-95. 61 Sühreverdi, Hikmetü’l İşrak, s.10-11.
16
yansıyan ve hepsini bir ortak paydada toplayabileceğimiz bir kadim hikmet geleneği
vardır. Aristoteles bu gerçek felsefe geleneğinin-başlangıcını değil-hikmeti
rasyonalist vechesiyle sınırlandırdığı için antik dönemdeki sonunu temsil eder.62
Sühreverdi Aristoteles’i değerlendirirken: “onun büyük bir filozof olduğu kabul
edilmeli ancak değerinin hikmet geleneğinin büyük üstadlarını hatalı bulmaya
varacak şekilde abartılmaması gerek”tiğini belirtir.63
Sühreverdi’nin felsefe tarihine bakış tarzı, İşrakî hikmetin temel bir yönünü
açıkladığından hayli önemlidir. Sühreverdi ve daha pek çok Orta Çağ yazarlarına
göre hikmet, Allah tarafından, Orta Çağlarda doğu’da olduğu gibi batı’nın bazı
okullarında da felsefe ve bilimlerin kurucusu kabul edilen İdris Peygamber veya
Hermes aracılığıyla insana gönderilmiştir. Bu hikmet sonradan iki kola ayrılmış ve
bir kolu Fars’a uzanırken, diğer kolu Mısır’a ulaşmıştır. Mısır’dan Greklere varmış
ve nihayet bu iki kaynaktan İslam dünyasına girmiştir.64 Bu geleneğin İslam
dünyasında kendinden önceki temsilcileri Sühreverdi’nin gerçek manada filozof
saymadığı Farabi ve İbn Sina gibi “Meşşai” filozoflar değil, Bayezid-i Bistami ve
Ebu Sehl et-Tüsteri gibi sufilerdir.65 Nitekim Sühreverdi; Hermes için “Filozofların
Filozofu ve Babası (Validü’l-Hukema ve Ebi’l-Aba’)” ifadesini kullanır; “onun,
ondan önce Agathodemon’nun ve diğer hikmet üstadlarının, hikmetin henüz yazıya
geçirilmediği ilk günlerde bile İslam dünyasında burhani ilimlerde en mahir
olanlardan bile daha önde ve üstün bir durumda olduklarını”66 belirtirken, Şehrezuri,
Hermes’e “Filozofların Babası” denmesinin sebebini, hikmet ve ona ilişkin ilimleri
ilk tedvin eden kişi olmasına bağlar. Esasen yunan îşrakî geleneği de ona
dayanmaktadır.67
3-İşrakilik
62 Nasr, Seyyid Hüseyin, Üç Müslüman Bilge, s.73-74. 63 Sühreverdi, a.g.e., s.11. 64 Nasr, S.H., Üç Müslüman Bilge, s.74. 65 Sühreverdi, Telvihat, s.74. 66 A.g.e., s.111. 67 Şehrezuri, Şerhu Hikmeti’l-İşrak, s.21.
17
İşrakilik (İşrakiyye) Şahabeddin Sühreverdi el-Maktül’ün kurduğu özel bir
felsefenin adıdır. Bu felsefeye, kendine has bir deyimle “Hikmetü’l-İşrak” (İşrak
Felsefesi) denir. Hikmetü’l-İşrak, ayrıca Sühreverdi’nin İşraki felsefeyi ele alan
temel eserinin de adıdır.68 Bu eseri için Sühreverdi, dostlarına sadece Allah’a
yönelmelerini ve “tecrid” e devam etmelerini tavsiye ettikten sonra, bu hususların
anahtarlarının Hikmetü’l-İşrak adlı eserinde bulunduğunu, bu eserin bir benzerininse
ortaya konmamış olduğunu söyler.69 İşrakiyyun (İşrakiler), bu felsefeyi kabul eden
ve savunan kimseler için kullanılır.70 Bu adı Sühreverdi, ortaya koyduğu felsefenin
karekteristiklerini sıralarken, bu felsefe tarzını benimseyenler için kullanır.71 Aynı
adı, başka bir eserinde Hikmetu’l-İşrak adlı eserinin asıl muhatabları için kullanır.72
Tarihsel yönden İşrakilik’in gelişimiyle ilgili olarak, Cürcani “Tarifat” adlı
eserinde “önderleri Platon olan Filozoflar”73 diye bahseder ki bu kayıt
Sühreverdi’nin: “bu, Hikmetin İmamı ve Reisi Platon’un da tecrübe (zevk) sidir.”74
ifadesiyle örtüşür niteliktedir. “Şehrezuri, Platon’un bahsi hikmetteki uzmanlığı yanı
sıra, ‘Timaios’ ve ‘Phaidon’ gibi eserlerinden de anlaşılabileceği gibi mükemmel bir
‘zevk’e, doğru bir ‘keşf’e ve emsali görülmemiş bir ‘tecerrüd’e sahip olması
sebebiyle gerçek hikmetin öncüsü sayıldığını vurgular.”.75
Abdurrezzak el-Kaşani (ö.1334 veya 1350/1351), İbn Arabi’nin Fususu’l-
Hikem’ine yazdığı şerhte “İşrakiler” e, Müslüman kaynaklara göre loncaların
kurucusu ve Hermetizm’le çok yakından bağlantısı bulunan el sanatlarının başlatıcısı
Şit’in izleyicileri der.76 “H.Corbin, İbn Vahşiyye adlı müellife atfen İşrakiliğin
menşeini Hermes’e dayanan Mısırlı din adamları sınıfına bağlar. Müellif, Hermes’in
haleflerini dört grupta değerlendirmekte; ilk iki grubun Hermes’in çocukları ile erkek
kardeşinden oluştuğunu ve gruptakilerin aralarına hiçbir yabancıyı karıştırmaksızın
gizli öğretiyi başkalarına açıklamayarak sırrı koruduklarını ileri sürmektedir.
Hermes’in kız kardeşinin çocuklarından oluşan üçüncü grup, yabancılarla temas
Hem metafiziksel hem de tarihsel olarak İşrakî hikmet, istidlali olmaktan çok,
istidlali düşünce öncesi kadim düşünce şekli olan ve aydınlanmaya (işrak) zühd ve
arınma yoluyla ulaşmaya çalışan iç tecrübe (zevk) ye dayalı düşünce anlamına gelir.
Sühreverdi’nin ellerinde Platon felsefesi, Zerdüşt melek bilimi ve Hermetik fikirlerle
birleşti ve tüm bunların tasavvuf içerisine yerleştirildiği yeni bir Hikmet ekolü haline
geldi.88
Sühreverdi’ye göre, bu tarz, esasen “Hikmetin ‘İmamı ve Reisi’,
‘Aydınlanmış’ Platon’un, ondan önce de ‘Filozofların babası’ Hermes ile ‘Hikmetin
sütunları’ Empedokles(M.Ö.492-432) ve Pisagor(M.Ö.580-500) gibi büyük
filozofların koydukları öğreti, aynı metodla Camsap, Ferşavuşter ve Buzurcmihr gibi
Fars bilgelerinin Nur-Zulmet metafiziğinde de ifade edilmiştir. Söylediklerinin
lafızları çürütülse bile maksatları reddedilmiş olmaz, çünkü bu durumda sembol
geçersiz olmuş olmaz”89
“Doğu öğretisine uygun tarzda ortaya konan bu öğretinin Mecusilerin küfrü
ve Mani’nin ilhadıyla hiçbir ilgisi yoktur. Filozoflar arasındaki ihtilaflar sadece lafız
ve açıklamalardadır. Hepsi tevhid akidesinde müttefiktirler. Aristoteles’e gelince,
onun büyük bir filozof olduğu teslim edilmeli ancak değeri hikmet geleneğini, büyük
üstadlarını hatalı bulmaya varacak şekilde abartılmamalıdır.”90 Sühreverdi’nin
Aristoteles karşısındaki bu tavrı Hikmetü’l-İşrak adlı eserinin tümüne yansır.
Sühreverdi, nazarında hakimler arasında belli bir hiyerarşi vardır. Buna göre
hakimler: 1) Teellühte* derinleşmiş ancak nazari araştırma (bahs) dan yoksun; 2)
Nazari araştırmada derinleşmiş teellühten yoksun; 3) Hem teellühte hem de nazari
araştırmada uzmanlaşmış; 4) Teellühte derinleşip nazari araştırmada orta veya zayıf
bir durumda olan; 5) Nazari araştırmada derinleşmiş, teellühte orta veya zayıf bir
durumda olan; 6) Hem teellüh hem de nazari araştırmada öğrenci seviyesinde olan; 88 Nasr, S.H., “Şehabettin Sühreverdi el-Maktul”, çev, M.Alper Tuğsuz, İslam Düşüncesi Tarihi içinde, Ed. M.M. Şerif, İstanbul, 1990, c.I, s.418. 89 Süherverdi, Hikmetü’l-İşrak, s.10-11. 90 Süherverdi, Hikmetü’l-İşrak, s.10-11. * Teellüh: İç müşahedeye mazhar olma, tatma (zevk), hazır olma ya da aydınlanmayla nurun huduri idrakı konusunda kendi vizyon ve tecrübesiyle temellenen bir hikmet tasavvuru resmetmek demektir. Müteellih ise ikonların (sanem) ardındaki ilahi (meleki) gerçekliği müşahede eden; teori ve pratiği hatta varlık ve şuuru birleştiren; metafizik alemin saf nurlarının yansımalarınıcilalı aynasında lisana (mantık ve gramere) döken hakimdir.Teellüh, bu anlamda geç dönem Yeni Platoncuların “theurgy”sine tekabül eder.Bkz.Avens, Robert, “Henry Corbin and Suhrawardi’s Angelology”, Hamdard Islamicus, Pakistan, 1988,sayı:1, c. XI, s.3-4.
21
7) Sadece teellüh yolunda öğrenci olan; 8) Sadece nazari araştırma yolunda öğrenci
olan, şeklinde kategorize edilirler.91
Sühreverdi ‘teellüh ve bahs’ de derinleşmeyi şahsında birleştiren hakîmin
riyaset mevkiinde bulunduğunu ve Allah’ın halifesi olmaya layık olduğunu yazar.
Dolayısıyla bu hakim tipine Sühreverdi özel bir önem atfeder. Bu tip filozof
bulunmadığındaysa sadece teellühte uzmanlaşmış şahsiyete kadar aşama aşama inilir,
ancak yeryüzünü sadece teellühte derinleşenden hiçbir zamana hali kalmaz.
Sühreverdi riyaset makamıyla siyasi liderliği değil de “kutb” denilen ilmi otoriteliğe
sahip şahsiyeti kasdettiğini belirtir. Bu şahsiyet siyasi erki elinde bulundurduğunda
aydınlık bir dönem yaşanır. Yönetim böyle şahsiyetlerin, elinde bulunmadığındaysa
karanlık bir dönem hüküm sürer. “Kutb” siyasi gücü elinde bulundurmasa bile
riyaset (ilmi otorite) lik onun elindedir.92
Nitekim Sühreverdi Hikmetü‘l-İşrak adlı eserini “teellüh ve bahs talibleri için
yazdığını belirtir. Bu durumda kendisi söz konusu yolların şahsında birleştiği bir
öğretici, bir üstad olmaktadır. Zaten Sühreverdi böyle bir hikmet tasavvurundan yola
çıkmayan öğrencileri hedef kitle olarak görmemekte, yalnızca nazari araştırma
yolunda ilerlemek isteyenlere “Meşşailerin Yolu” nu önermektedir, zira yalnızca
“bahs” ile yetinenler için bu yol güvenilir ve iyi bir yoldur. Sühreverdi’nin bu notu,
onun kendi tasavvurundaki ideal hikmet yolu dışında kalan yolları dışlamadığını,
belirli alaka ve kabiliyetler bakımından belli bir kıymete sahip bulduğunu ancak bu
kıymetin ideale nisbetle takdir olunduğunu ihsas ettirmektedir. Bu önemlidir, zira
İşraki olmak bu hikmet tasavvuruna göre Meşşai olmayı mutlaka reddetmek değil,
onu derece itibariyle aşmak anlamına gelmektedir. Bu aşamada Meşşailik yukarıya
çıkıldıktan sonra itilen bir merdiven değil, tekrar aşağıya inme zaruretinden ötürü
yerinde muhafaza edilen bir merdivendir.93
5- İşrakî Hikmetin Yöntemi
Sühreverdi’ye göre nazari/matıki önermeler “aşkın” (müteal) olana dair
bilgiyi belli bir kaide çerçevesinde ifade etmenin vazgeçilmez aracıdırlar. “Merdiven
itilmemeli, talipler seviyesine inmek için daima orada durmalıdır.” Ancak bu “aşkın”
olanın bilgisine mantıki istidlal ile vasıl olunduğu anlamına katiyyen gelmez. Önce
daima müşahede vardır; ardından mantıki deliller gelir.94
Sühreverdi’ye göre nasıl duyulur nesnelerin bilgisini gözlem verilerine
dayandırıyorsak ve teorik izah arkadan geliyorsa, astronomi ilminde olduğu gibi, Nur
Metafiziği için de durum aynıdır: “Biz ruhaniyatı müşahede eder, sonra bu gözlemler
üzerine sistemimizi kurarız. Bu yolu izlemeyenlerin hikmetle ilgisi olmayıp, onlar
şüphe içinde yüzerler.” “Hikmetü’l-İşrak adlı eserde “fikrin koruyucu aleti” yani
mantık “İşrak talebesi için kafi gelecek miktarda ele alınmıştır. Mantık konusunda
ayrıntılı bilgi isteyenler bu hususta kaleme alınmış literatüre müracaat
etmelidirler”.95 Demek ki mantık, İşrak yolunda, gözlemin teorik bir tutarlılık içinde
ifade edilişi için gerekli bir araçtır.
Hikmetü’l-İşrak adlı eserde kullanılan “ilke”, “İşrakî ilke” (el-kaidetü’l-İşrakiyye)96 gibi terimler, şu halde apayrı bir formel İşrakî mantığın ilkeleri değil, bu hikmetin tasavvurunun dayandığı öğretinin yani Nur Metefiziği’nin ilkeleridir. İşte bu “ilkelerin ortaya konuşu, Sühreverdi’nin belirttiğine göre, “bahs” ile yani mantıki istidlallerin bir sonucu olarak değil, müşahedenin sonucudurlar.
“Nur Metafiziğinin içeriği ruhen tecrid olanların müşadesine dayanır.
Teellüh ehli daha sonra başkaları için nazari deliller ortaya koyar. Çünkü böyle bir
müşahadeye sahip olmamakla birlikte bu tesbitleri kabul etmek de söz konusu
olabilir. Nebiler ve hikmetin sütunları olan Platon, Sokrates ve daha önce
Empedokles, Hermes ve Agathadaimon gibi bilgelerin hepsi aynı geleneği ve
yöntemi izlemişler ve öğretiye ilişkin bir çok işaretler ortaya koymuşlardır. Bir çoğu
açık seçik tarzda nurlar alemini müşahede ettiklerini söylemekten geri
durmamışlardır. Mesela, Platon benzeri türden manevi tecrübelerini kaleme alıp, bu
yola ilgi duyanlar için bazı tesbitler ortaya koymuştur. Fars ve Hint bilgeleri için de
aynı şey söz konusudur. Şimdi iki şahsın astronomiye dair rasatlarına itibar olunur
da, bu nübüvvet ve hikmet geleneğinin büyük simalarının ‘ruhani rasatlar’ına nasıl
olur da itibar olunamaz?”.97
Bu sorusuyla Sühreverdi İşrakî hikmetin temel yöntemini çok geniş anlamda
gözleme dayandırmış olmaktadır. Ancak ruhani gözlem ile duyularla yapılan gözlem
adını verir.105 İbn Sina, çeşitli eserlerinden metafizik konuları işlediği kısımlara
“İlahiyat” başlığını verdiği gibi mutlak varlıktan bahseden ilme de “İlahiyat” ilmi
der,106 ayrıca metafiziğe, ilk olanın ve ilk sebebin ilmi olmasından dolayın
“Felsefetü’l-Ula” adını verir.107 İbn Ruşd, Aristoteles’in metafiziği üzerine yaptığı
şerhini “Ma Ba’dat-Tabia” olarak adlandırmıştır.
2-Metafizik İlminin Amacı ve Konusu
Farabi ve İbn Sina metafizik için verdikleri tarifler ve bu ilmin konusunun
sınırlandırılması hususlarında Aristoteles’i takip ederler. Aristoteles “Metafizik” adlı
eserinde “diğer ilimlerden hiçbiri genel olarak varlığı varlık olma bakımından ele
alamaz; onlar örneğin matematik bilimlerinin yaptıkları gibi varlığın belirli bir
parçasını ayırarak sadece bu parçasının ana niteliklerini inceler” diyerek Metafizik
ilmini konusu yönünden diğer bilimlerden ayırır.108
Aynı şekilde Farabi ve İbn Sina da ilimler arasındaki ilişkiyi gösteren ilimleri
sınıflama tarzlarında, metafizik ilmini diğer ilimlerden ayırmaya özen gösterirler.
102 Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş., s.144. 103 Kindi, Ebu Yusuf Yakub b. İshak, Felsefi Risaleler, çev. Mahmut Kaya, İstanbul, 1994, s.1. 104 Bayraktar, a.g.e., s.119. 105 Farabi, Ebu Nasr Muhammed b. Tarkhan b. Uzluğ, İlimlerin Sayımı, çev. Ahmet Ateş, İstanbul, 1955, s.114. 106 İbni Sina, Ebu Ali el-Hüseyin b. Abdullah b. Hasan, en-Necat, nşr. Muhyiddin Sabri el-Kurdi, Mısır, 1331, s.159. 107 İbni Sina, eş-Şifa (İlahiyat), nşr. G.C.Anawati-Said Zayed, 1960, c.I. s.5-15. 108 Aristoteles, Metafizik, s.189 (1003 a20-25).
26
Metafizik ilmini ve diğer ilimler arasındaki yerini tespit etmek için Farabi ve İbn
Sina’nın ilimler tasnifine bakmak bize bu hususta yardımcı olacaktır.
Farabi ilimleri gayelerine göre taksim ederken, insana eylemsel bir yarar
sağlamaksızın sadece bilinmesi bir erdem olan, Allah’ın birliğinin bilinmesi gibi,
güzeli ve yakını hedefleyen “Nazari ilimler”le; insana eşyanın eylem gerektiren
bilgisini, tıp ilmi gibi, ve bunlardan yararlı olanlarını yapabilme kudretini veren
“Ameli ilimler” diye ikiye ayırır. Nazari ilimler veya nazari felsefe de kendi içinde
1)- Matematik(İlmü’t-Ta’lim), 2)- Tabiat ilimleri (İlmü’t-Tabia), 3)- Metafizik(İlmü
Ma Ba’de’t-Tabiyyat) kısımlarına ayrılır, el-Felsefetü’l-Ameliyye ve el-Felsefetü’l-
Medeniyye diye adlandırılan ameli ilimler veya ameli felsefe ise 1)-Ahlâk(es-
Sınaatü’l-Hulkiyye) 2)- Felsefetü’s-Siyase diye ikiye ayrılır.109
Farabi, metafiziğin konusunu belirlerken, onu genel varlık ilmi olarak tarif
etmektedir.110 Farabi’ye göre, “Maddi olmayan varlıklarla ilgili bilgiyi elde etmek
için, tabiat ilminden başka bir ilme sahip olmak gerekir; işte bu ilim metafiziktir.111
Önce herhangi bir maddede gözönüne alınmaksızın (sayılar gibi) anlaşılması ve
tasavvur edilmesi mümkün olan şeyle başlanır.112 Tabii konularla ruh incelendikten
sonra aklın ve makul şeylerin incelenmesine geçilir; ve haklarında var mıdır, nedir,
ne iledir, nasıl ve neden dolayıdır, ne içindir soruları sorulur, böylece maddi olmayan
nedenlere (mebde) ulaşılmış olur. İnsanın ve tabiatın tabii mebdelerini öğrenmek
kemal için kafi değildir. Bundan dolayı akli mebdeleri de öğrenmek gerekir. Bu da
varlıkların en uzak mebdelerini araştırmaktır ki, bu da metafiziğin konusunda
girer.113
Özel (cüz’i) ilimler, konularını varlığın bir ya da birkaç alanıyla
sınırlandırırlar. Mesela fizik, değişen, sükun ve hareket halinde olan cismi
araştırmakla ilgilenir. Matematik, nicelikler ve sayılarla ilgili bir ilimdir. Tıp, hasta
veya sıhhatli olması durumuna göre insan bedenini inceler.114 Oysa metafizik, böyle
bir sınırlama tanımaz, o bütün varlıklarda müşterek (genel) olan, vücud, birlik, ilk
109 Farabi, et-Tenbih ala Sebili’s-Saade,nşr.Krm: Dairetü’l-Maarif, Haydarabat, 1346h, s.19. 110 Farabi, Ağrad Ma Ba’de’t-Tabia,nşr.Krm: Dairetü’l-Maarif, Haydarabat 1349h, s.5. 111 Farabi, Mutluluğun Kazanılması, çev. Ahmet Arslan, Ankara, s.62. 112 A.g.e., s.59. 113 Farabi, Tahsilu’s-Saade, nşr.krm: Daru’l-Maarif, Haydarabat, 1340h., s.13. 114 Farabi, Ağrad Ma Ba’de’t-Tabia, s.4.
27
neden gibi cüz’i ilimlerin konusuna girmeyen meseleleri araştıran, genel olma sıfatı
ile külli ve kendine has konusu olan bir ilimdir.115
Umumi olan bu ilmin ilk konusu mutlak varlık ve birliktir; aynı zamanda
çokluk, adem ve çeşitleri, varlığa lahik olan şeyler, yani kuvve, fiil, tam, noksan,
illet, ma’lul, bire lahik olan şeylerle, hüviyet, benzerlik, eşitlik, mufarakat,
münasebet gibi adem ve çokluğa lahik olan şeyler ve bunların mebdeleridir. Sonra
bunlar kısımlara ayrılarak, nihayet cüz’i ilimlerin konularına gelinir ve orada her
ilmin konuları ve mebdelerinin tarifleri yer alır.116 Bu konular tabiata (fizik) has
konular değildir, aksine, ondan umumilik derecesi bakımından daha yüksek ve ondan
sonradırlar. Matematiğin tabiat ilminden daha yüksek olması konusunun mücerred
olmasından ileri gelir; ancak, orada tecrid vehmidir, gerçek değildir.117
İlm-i İlahi denen metafizik üç kısma ayrılır: Birinci kısımda, varlıklar
(mevcudat) ve onların var olmasıyla kendilerinde meydana gelen haller araştırılır.
İkinci kısımda, bölümlere ayrılmış olan nazari ilimlerdeki burhanların mebdeleri
tetkik edilir. Üçüncü kısımdaysa cisim olmayan ve cisimlerin içinde olmayan
varlıklar araştırılır.118
İbn Sina, Aksamu’l-Ulümi’l-Akliyye adlı eserinde, felsefi ilimleri konularıyla
birlikte şöyle sınıflanmaktadır: a) Mücerred Nazari Felsefe b) Ameli Felsefe c)
Mantık.
Nazari felsefenin gaye ve konusu, insan fiiline taalluk etmeyen mevcudatın
haline bakarak yakini bilgi ve inanç elde etmektir. Bundan da gaye, insanın görüş
(rey) sahibi olmasıdır. Son gayesi, gerçeği bulmaktır. Nazari felsefe üç kısma ayrılır:
1) Tabiat ilmi (el-İlmü’t-Tabii). 2) Matematik ilmi (el-İlmü’l-Riyazi), 3) İlahiyat ilmi
(el-İlmü’l- ilahi).
Amelî felsefenin konusu ve gayesi, iyi iş elde etmek gayesiyle insanın
kesbedeceği bir işte doğruyu (hayrı) işlemektir. Amelî felsefe üç kısma ayrılır: 1)
Ahlâk 2) Ekonomi (Mikro ekonomi: Tedbirü’l-Menzil), 3) Siyaset ve Hukuk119
İbn Sina da özel bir ilimin, metafiziğin, varlığı varlık olarak etüt etmesini
istemiştir. Mesela, Necat adlı eserinde şöyle diyor: “Tabii ve riyazi ilimlerle diğer
cüz’i ilimler, varlıkların çeşitli hallerinden bahsetmelerine rağmen hiçbiri mutlak
varlıktan, onun hallerinden ve onun ilkelerinden bahsetmezler. O halde zatı ve
tabileri itibariyle mutlak varlıktan bahseden bir ilme ihtiyaç vardır ki, o da ilahiyat
ilmidir.”120 Bu ilme “ilk felsefe” adı da verilir; çünkü bu ilim, varlıkta ve
evrensellikte ilk olanın ilmidir.121 O hikmet olarak da adlandırılır. Çünkü İbn Sina
için, hikmet, nazar sanatıdır; onunla insan nefsi şereflenir, olgunlaşır ve en sonunda
ahiret mutluluğuna ulaşır; o, hikmeti aynı zamanda ‘insan nefsinin, takatı oranında,
eşyanın teorik gerçeklerini düşünme ve kabul etmesidir” şeklinde de tanımlar ve onu
bölümlere ayırır. “İlah-i İlim olarak da adlandırılan bu ilim, ontolojik olarak Allah’ın
bilinmesinin ve ondan sonra gelen sebeplerin ilmi olduğundan bu adı alır.”122
Nihayet bu ilim metafizik (Ma ba’de et-Tabia) olarak da adlandırılır.123
Tabiatın konusu hareket ve durgunluğa tabi cisimlerdir; bunlara kendi
özlerinden gelen arazlar da eklenebilir. Matematiğin konusu, özü itibariyle duyularla
algılanan fakat maddesi olmayan soyut ölçülerdir.124 Halbuki metafizik, özü ve
tanımı gereği maddeden ayrı şeyleri inceler. Bu ilimde varlığın ilk sebepleri ve
prensiplerin prensibi incelenir.125 İbn Sina metafiziğin konusunu şöyle ifade eder:
Her şeyde ortak ve varlık olması itibariyle varlıktır. Bu ilmin araştırma alanı, şartsız
var olması itibariyle varlıkla beraber bulunan şeylerdir.126 Öyleyse varlığın türleri,
arazları, teklik ve çokluğu, güç ve eylemi, cüz’i ve külliliği, zarureti ve mümkünlüğü
gibi şeyler metafiziğin konusunu oluştururlar.127
Her ilmin kendine has bir konusu vardır. metafiziğin konusu da varlık olması
itibariyle varlıktır. Böyle bir inceleme pek tabii ve hatta zorunlu olarak sebepleri,
sebeplerin sebeplerini, prensiplerin prensiplerini, ayrı cevherleri içine alır. Bu
sebepledir ki, bu konu konuların en soylusudur; bu konuyu içine alan ilim de
120 İbni Sina, en- Necat, nşr. Muhyiddin Sabri el-Kurdi, Mısır, 1331, s.322. 121 İbni Sina, eş-Şifa (İlahiyat), nşr. G.C. Anawati: -Said Zayed, Kahire, 1960,c.I, s.5. 122 A.g.e., s.4. 123 Altıntaş, Hayrani, İbni Sina Metafiziği, Ankara, 1992, s.26. 124 İbni Sina, eş-Şifa (İlahiyat), c.I, s.4. 125 Altıntaş, İbn Sina Metafiziği, s.28. 126 İbni Sina,eş-Şifa , c.I, s.13. 127 Altıntaş, a.g.e., s.28.
29
ilimlerin en soylusudur. Bütün ilimler ona dayanır, gerçeklik ve güçlerini ondan
alırlar.128
Metafizik, gerek Aristoteles ve gerekse Farabi ve İbn Sina gibi müslüman
filozoflara göre, yapısı itibariyle maddelerden ayrı varlığı konu almaktadır.
Filozoflara göre maddeden ayrı varlık iki sınıftır. Birincisi, tabiatı itibariyle
maddeden ayrı ve madde ile hiç ilişkisi olmayan varlık, mesela Allah’ın ve
Meleklerin varlığı gibi; ikincisi, yine tabiatı itibariyle maddeden ayrı fakat madde ile
ilişkisi olan varlık, mesela insan ruhunun ve ondan maddeye bağlı olmadan evrensel
mahiyette kabul edilen, cevher, araz, sebep ve nitelik gibi kavramların varlığı gibi.
Metafiziğin, bu çeşit varlıkları konu edinmesine göre, özel adlar aldığı da olmuştur.
Eğer metafizik sadece Allah’ın varlığı ve sıfatlarını konu edinirse buna İslam kültür
tarihinde “İlahiyat” veya “Kelam” ve Batı kültür tarihinde Fransızca tabiriyle
Teodise adı verilir. Eğer sadece insan ruhunu konu alırsa buna, Psikolojik Metafizik
ve eğer varlığın mefhumlarını ve yaratılışı konu alırsa buna da Kozmolojik Metafizik
adları verilir.129
3- Metafizik-Mantık İlişkisi
Mantığın metafizikle olan münasebeti hakkında yunan mantıkçıları arasında
üç görüş vardır: 1) Aristotelesçiler için mantık sadece bir metodoloji, felsefeye bir
giriştir; Alexandre d’ Aphrodisias(ö.200) bu görüşü temsil eder. 2) Tam realizm
taraftarlarına göre, gerçeğin yapısı aklınkine uygun olduğundan, mantık kaideleri
gerçek üzerine istinat etmektedir ve mantık da felsefenin esaslı bir kısmıdır,
özellikler stoacılar ve Plotin bu kanaattedir; 3) Bu iki görüşü telif etmek isteyen yeni-
Platonculara göre, mantık aynı zamanda hem felsefeye giriş, hem de felsefenin bir
kısmıdır. Müslüman düşünürler arasında bu üç görüşün de temsilcileri vardı; fakat
yeni-Platoncuların görüşü hakim bulunuyordu; üçüncü görüşü Farabi, İhvanu’s-Safa
ve İbn Sina’da buluyoruz.130
Müslüman filozoflarda mantık, Yunanlı yorumcular tarafından kısmen tadil
edilmiş olan Aristoteles mantığıdır. Müslüman filozoflar bu mantığı değiştirmemiş, 128 Altıntaş, İbni Sina Metafiziği, s.26. 129 Bayraktar, İslam Felsefesine Giriş, s.145. 130 Van den Bergh, S., “Mantık” , İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1957, c.7, s.308.
30
genelde isabetli bir şekilde hulasa, tercüme ve tefsir etmişlerdir. Aristoteles mantığını
çok iyi anlamışlar ve gerçek Aristoteles felsefesini en fazla bu bahiste
yakalamışlardır.131
Aristoteles’in altı mantık eserine, makulat (Katagoride), tefsir
(Hermeneatica), birinci ve ikinci tahliller (Analytica priora et posteriora), cedel
(Topica) ve mugalata (Sophistici elenchi,) tıpkı sonraki Yunan tefsircilerinin
yaptıkları gibi müslümanlar da hitabet (Rhetorica) ve şiir sanatını (Poetica) ilave
ettiler. Müslümanlar bu eserlerin tertibini sonraki Yunan şarihler gibi izah
etmişlerdir. Yine Yunanlıların yaptığı gibi, bu eserlerin başına, eserin isminden de
anlaşılacağı üzere, Aristoteles mantığına bir giriş olan Porphyrius(232-305)’un
İsogoci (Kitap Furfuryus al-maruf li’l-madhal) adlı eserini koymuşlardır.
Bu eserlerin en mühimi dördüncüleri olan II.Analitikler (el-Burhan)
olup öncekiler bu esere yalnız bir hazırlık ve mukaddime teşkil etmiştir; Aristoteles
II. Analitikler adlı eserinde mutlak hakikiyi, Poetica adlı eserindeyse, mutlak yanlışı
tahkik etmiştir.132 Bilindiği üzere Aristoteles’in kurduğu metoda mantık denilir. Bu
isimlendirme Aristoteles tarafından değil, onun büyük şarihlerinden, miladi 2. ve 3.
yüzyıllarda yaşamış olan Afrodisias’lı İskender tarafından yapılmıştır. Aristoteles’in
kendisi metodunu “tahlil” (analiz) olarak isimlendirmekteydi. Burada “tahlil” den
kasıt ilmin temel prensiplerinin ve kurallarının analiz edilmesiydi. Böylece
Aristoteles’in mantık kitaplarını ihtiva eden Organon’un Birinci ve İkinci Analitikler
adlı kitapları oluştu.133 Aristoteles, Birinci Analitikler kitabının girişinde hedeflediği
metodu şöyle tarif eder: İlkin araştırmamızın konusunun ne olduğunu hangi ilim
koluna bağlı olduğunu ortaya koymak gerekir: Burada incelediğimiz şey burhandır
(ispat); hedeflediğimiz şey ise burhani (ispatçı) ilimdir”. 134
Arap dilinde “burhan”, “açık ve kesin delil, kanıt” anlamına gelir. Mantık
terminolojisi açısından “burhan” ise kelimenin dar anlamıyla, herhangi bir
önermenin doğruluğunu, mantıki çıkarım yoluyla, yani aksiyomatik (bedihi) veya
doğruluğu daha önce ispatlanmış önermelerle zorunlu bir şekilde ilişkilendirmek
131 Van den Berg, “Mantık”, İ.A., c.7, s.307. 132 A.g.m., s.308. 133 Cabiri, Muhammed Abid, İslam-Arap Aklının Yapısı, çev:B. Köroğlu-H. Hacak-E. Demirli, İstanbul, 2000, s.485. 134 Aristoteles, Organon III (Birinci Analitikler), çev. Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul, 1966, s.3.
31
suretiyle doğrulamak için yapılan zihni faaliyetlere verilen isimdir. Genel
anlamdaysa burhan, herhangi bir önermenin doğruluğunu belirleyen her zihni
faaliyete verilen isimdir.135 Biz burada kelimeyi özel bir düşünce metodu olan ve
aleme belli bir bakış açısıyla yaklaşan bir bilgi yöntem ve sistemine işaret etmek
üzere kullanıyoruz. İslam kültüründe, kendine has tavırlar göstermiş olan bu bilgi
sistemi temelde Aristoteles’i kaynak olarak kabul etmiştir. İlk İslam filozofu
Kindi’nin, felsefi ilimlerde yöntem meselesini ele alırken burhan kavramına
dayandığı görülmektedir. Filozof “İlk Felsefe Üzerine” adlı eserinde “bir şeyi
bilmenin onun sebebini bilmek olduğu” şeklindeki Aristotelesçi kuralı136 hatırlatarak
sebepler bilgisini, sabit gerçekliğin bilgisiyle özdeşleştirmektedir. Çünkü ne bir şey
kendisinin sebebi olabilir ne de değişen şey değişmenin sebebi olabilir.
Değişmeyenin bilgisine “burhan” denilen felsefi kanıt ile ulaşılır. Ancak en temel
doğrular için bile öngörülen bir kanıt değildir burhan; zira kanıtlamalar zincirinin bir
yerde durması, yani o temel doğruya dayanması gerekmektedir. Kendisi burhan
olanın burhanı olmaz. Geriye giden sonsuz kanıtların kanıt sayılamayacağı ve
dolayısıyla bilginin gerçekleşmeyeceği ortadadır. Mesela insanı: “Konuşan ölümlü
canlıdır” şeklinde tarif ettiğimizde, eğer konuşan, canlı ve ölümlü kavramlarını
bilmesek insanın ne olduğunu bilemeyiz.137
Fakat hiç kuşku yok ki burhan teorisini bütün metodolojik muhtevasıyla
ortaya koymayı başaran Müslüman filozof, Farabi’dir. İslam dünyasında ve
Arapçayla mantığı yeniden telif eden Farabi, mantık disiplinlerinden birini teşkil
eden ve Aristoteles’in Organon’unun “Analytika Posteriora” (İkinci Analitikler)
kitabında tekabul eden “el-Burhan” üzerine de müstakil bir eser kaleme almıştır.138
Onun başlattığı felsefe geleneğini geliştirerek sürdüren İbn Sina da çeşitli üslup ve
hacimlerde kaleme aldığı felsefi eserlerinde mantığın bir bölümü olarak “el-Burhan”
konusunu işlemiştir.139
135 Cabiri, İslam-Arap Aklının Yapısı, s.483. 136 Aristoteles, Oraganon IV (İkinci Analitikler), çev. Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul, 1967, s.5-6. 137 el-Kindi, Ebu Yusuf Yakub b. İshak, Resailu’l-Kindi el-Felsefiyye, nşr. Muhammed Abadulhadi Ebu Ride, Kahire, 1950, 111-112. 138 Türker-Küyel, Mübahat, Farabi’nin “Şeraitu’l-Yakin”i, Ankara, 1990, s.63-71. 139 İbn Sina, en-Necat, s.103-137; eş-Şifa, el-Mantık (el-Burhan), nşr,. Ebu’l-Ala, el-Afifi, Kahire, 1956, s.
32
Burhan, bir kıyas türü olarak hem bilgide kesinlik meselesiyle hem de ilimler
sisteminin kanıtsal temelleri meselesiyle doğrudan doğruya ilgilidir. Bilgide kesinlik
(yakin) meselesi açısından bakıldığında burhan teorisinin epistemolojik vechesi
hemen farkedilmiş olur. Bu öngörülmüş kesinliğe belli kanıtlama yöntemleriyle
ulaşılacağından burhan teorisi aynı zamanda bir metodolojik öğreti olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ancak onu, mantığın bir meselesi kılan, kıyas teorisinin mütemmim
cüzü olması yahut kesin bilgiye götüren bir kıyas türü sayılmasıdır. Demek ki burhan
Denilebilir ki bütün bir mantık, böyle bir metodolojik-epistemolojik kriterin
temellendirilmesi için tertip edilmiştir. Mantığın lafızlar, kavramlar tanımlar,
önermeler, kıyas şekilleri ve türleriyle ilgili bütün öteki disiplinleri adeta burhanın ne
olduğu ve ne olmadığını açık seçik ortaya koymak için incelenmektedir; her ne kadar
her disiplinin kendi başına müstakil bir değeri varsa da, burhan teorisine nispetleri
içinde durum böyledir. Zira burhan felsefi bilginin kriteridir.140 Şimdi Farabi ve İbn
Sina’ya göre burhan teorisini anahatlarıyla incelemeye çalışacağız.
Konuya bilginin ya tasavvur yahut tasdik olduğunu ortaya koyarak başlayan
filozoflar, tasavvuru kavram yahut bu kavrama ulaştığımız analitik önerme, tasdiki
ise birden fazla tasavvurun terkibiyle oluşan sentetik önerme anlamında
kullanmaktadırlar.141 Bu yüzden İbn Sina tasavvurlarımızın mahiyetlerle ilgili
bulunduğunu ve onların tanımlarla (hadd) kazanıldığını; öte yandan tasdike burhan
denilen doğru kıyas ile ulaşıldığını belirtmektedir.142 Her ilim asıl konusunu teşkil
eden temel kavramlarına dayanır. Zaten her ilim, temel kavramlarının mahiyet yani
tanımını vermek durumundadır. İşte İbn Sina’ya göre tanıma (hadd) bu anlamda
(burhani) kıyas ile ulaşılamaz. Çünkü o zaman sonu gelmeyen bir ‘orta terim’
tanımlamaları dizisi söz konusu olacaktır. Yani tanıma analitik değil de sentetik
önermelerle ulaşmaya çalışmak daima yeniden tanımlanması gereken ve hiç
tüketilemeyen kavramlarla bizi karşı karşıya getirecektir. Kısaca bizi gerçek tanıma
ulaştıran yol, tür ifade eden her kavram için cins ve fasıl dediğimiz külli kavramların
terkib ve cem’i yani bir araya getirilmesidir. Bu tanım tabiatıyla bize yeni bir bilgi
vermeyecektir ancak böyle bir tanımla biz bir şeyin mahiyetini tasavvur etmiş 140 Kutluer, İlhan, Felsefe Tasavvuru, s.179-180. 141 Türker-Küyel, Farabi’nin “Şeraitu’l-Yakin”i, s.72. 142 İbni Sina, en-Necat, s.3-5.
33
olmaktayız. Bütün mesele külli kavramlar arasındaki ilişkileri doğru tespit
etmektedir. Mesela mükemmel bir tanım, yani tüm ferdlerini kendinde toplayıp
gayrını dışarıda bırakan tam bir kavramsal sınırlama (hadd-ı tamm) bir kavramın
yakın cinsi ve yakın faslı ile yapılır.143 ‘Resm’ dediğimiz tanım çeşidiyle de
tasavvurlara ulaşırız ama onlar iknai yani kesinliği hasıl etmeyen tasavvurlardır.144
Tasdikler de aynı şekilde ‘tam “yahut” nakıs’ olurlar. Kesin tasdik, tam tasdiktir.
Yani yakin ifade eden kıyas türü, tam tasdik olmaktadır ki, bu kıyas türü burhani
kıyas adını almaktadır. Demek ki tasdik ya doğru, yahut yanlış olabilir. Ayrıca
kesinlik derecesi bakımından “kesine yakın” cedeli tasdikler olabileceği gibi, bundan
daha da zayıf olup galip zanna yol açan hatabi tasdikler, veya ne burhani ne de cedeli
olduğu halde öyle görünen geçersiz (fasid) sofistike adı verilen tasdikler de
olabilir.145 Tasdikle ulaşılan hükümde aranan, zihni hüküm ile dış dünyadaki
realitenin mutabakatıdır. “Kesin” (yakin), aksi düşünülemeyen akli itikattır. Bu
durumda tasdikle varılan hüküm ile realite arasında, aksi düşünülemeyen tam bir
tetabuk vardır. Yanlış ise bu mutabakatın olmayışıdır.146
Ancak kesin bilgiyi zorunlu ve zorunsuz şekilde de ikiye ayırmak gerekir.
Zira her kesin hüküm tüm zamanlar ve mekanlar için aksi düşünülemeyen doğrular
olmayabilir. Bu kesinlik belli bir vakitte geçerli olabilir. Böyle bir durumda ortada
zorunsuzluk söz konusu demektir. Zorunlu kesin bilginin ise değişmesi yahut yanlış
olması imkansızdır. Şu halde zorunlu kesinlik ontolojik gerçekliği süreklilik arzeden,
‘bütün parçalarından büyüktür’ gibi bilgiler için söz konusu iken zorunsuz kesinlik
‘sen ayaktasın’, ‘Ahmet evdedir’ gibi gözlem verilerine nisbet edilebilir.147
Bu söylenenlerden ‘kesin bilgi ancak tasdikle ilgilidir’ gibi bir sonuca
varılmamalıdır. Zira kıyastan elde edilemeyen zorunlu kesin bilgilere de sahibiz.
Bunlara fıtri/garizi bilgiler deniyor, yahut ilk prensipler (el-mebadiu’l-üvel) adı
veriliyor. Bunlar zorunlu olarak kesindirler. Bu (a priori) bilgilerimize mukabil
tecrübeyle, a posteriori olarak edindiğimiz zorunlu kesin bilgilerimiz de vardır.
tecrübe, külli şekline sahip olduğumuz bir önermenin realiteyle mutabakatını tek tek
143 Kutluer, Felsefe Tasavvuru, s.180-181. 144 İbni Sina, en-Necat, s.5. 145 A.g.e., s.5-6. 146 Türker-Küyel, Farabi’nin “Şeraitu’l-Yakin”i, s.182. 147 Kutluer, Felsefe Tasavvuru, s.182.
34
hadiselerde gözlemlemekten ibarettir. Ancak tecrübeyi, istikra (tümevarım) denilen
kıyas ile karıştırmamak gerekir. Çünkü birisi “tüme” varmak isterken, öteki ise
“tüm” den hareket eder.148
İşte mahiyetlere ilişkin tam olması ve fasid (yanlış, bozuk) olmaması gereken
tasavvurlarımız yani tanımlarımız yanısıra tasdiklerimizin de doğru ve sahih olması
kesinliğe ulaşmanın şartıdır. Tasdiklerimizin böyle olması ise esasen kıyaslarımızın
“maddesi”ni oluşturan önermelerin (tasavvur olsun tasdik olsun) realiteye tam
tekabul etmesiyle sağlanır. Eğer önermelerimiz (mukaddime) doğru/kesin ise bunlara
dayalı tasdiklerimiz de doğru/kesin netice verirler. Zanni yahut yanlış iseler öyle
netice verirler. Demek ki bu önermelerin kesinlik derecesine göre kıyaslarımız da
belli bir kesinlik/kesinliksiz, yahut doğruluk/yanlışlık değeri kazanırlar.149
Farabi hikmet, cedel ve safsatayı metafizik meseleleri çözüme kavuşturmada
üç entelektüel tarz olarak birbirinden ayırırken önermeler tasnifine dayanır. Ancak bu
tarzlar yalnızca ilkeler yani dayandığı önermeler açısından değil, metodolojisi, ortaya
koyduğu bilginin kalitesi, miktarı ve gayesi bakımından da ayrılmaktadırlar.
Hikmetin (Hakiki Metafizik) ilkeleri, yakini önermeler; metodu bir şeyi her yönden
teemmül; sağladığı bilgi, insanın ulaşabileceği nihai bilgi; gayesi varlıkların nihai
sebeplerini kavramadır. Cedel sanatının ilkeleri ise meşhur görüşler; metodu, bir
konuyu meşhur bir alternatifiyle karşı çıkılacak yönden teemmül; sağladığı bilgi
yakine yakın bir tasdik yahut tahayyuli (yani zıddı da hayal edilebilen) tasavvurla
ulaşılmış ammi-meşhur bilgi; gayesi ya bir şeyi ispat ve iptal etme yeteneği
kazandırmak yahut da muhatabın akli seviyesine göre fikirleri düzeltmektir. Safsata
sanatının ilkeleri gerçek olması mümkün olmayan maznun-meşhur önermeler;
metodu mugalatayla muhataba galebe çalmaya çalışmak; sağladığı bilgi gerçekle
ilgisiz şeyler; gayesi hikmet ve ilimlerde uzman olunduğuna, temyiz gücüne sahip
bulunulduğuna, gerçeğin savunulduğuna, batıla karşı çıkıldığına muhatabı
inandırmaktır. Mevzuları hususi olan matematik, tabii ilim, medeni ilim gibi cüz’i
ilimlerde esas itibariyle “burhani” dir.150
148 A.g.e., s.182. 149 Kutluer, Felsefe Tasavvuru, s.182-183. 150 Kutluer, Felsefe Tasavvuru, s.186-187.
35
İbn Sina’ya göre de “burhani ilm”in, mevzuu, ilkeleri ve meseleleri yahut
çözmeye çalıştığı problemleri vardır. İşte bu ana fikirle burhan teorisi ve felsefi
ilimler sistemi irtibatlandırılmış olmaktadır. Bu irtibata doğal olarak önce Farabi
değinmişti. Farabi burhani yöntemi kullanması gereken felsefi ilimlerin ‘mevzuat’,
‘mesail’ ve ‘mebadi’ denilen bu üç veçheye sahip olduklarını belirttikten sonra
ilkinin bir ilmin konu, saha ve sınırlarını belirlediğini, ikincinin o ilmin
problemlerine burhan getirme işi olduğunu, üçüncünün ise ya bir ilme has ya da onun
başka yahut bütün ilimlerle birlikte dayandığı ilkeler olduğunu belirtmektedir. Ancak
bir ilmin ilk prensipleri, o ilmin saha ve sınırları içinde ispatlanamaz. Onlara o ilim
içinde kalarak burhan getirmeye kalkışmak çelişki olur. Mesail denilen problematik
veçhe, filozafa göre mevzua ilişkin veri ve varsayımlar ile mahmule dair varılmak
istenen neticelerden oluşmaktadır. Her mesele bu iki yöne sahiptir. Ortada varsayılan
bir mevzu ve/veya ona ilişkin veriler yoksa, bir mevzua dair yükleme elbette
geçilemezdi. Her ilmin kendine has mevzuu olmasına rağmen ilimler arası müşterek
ilkeler olabilir. Mesela aritmetiğin konusu sayıdır. Beşin tek sayı olması da ona has
bir ilkedir. Ama, mesela, ‘aynı sayıya eşit olan sayılar birbirine eşittir’ ilkesinde
aritmetik, bazı ilimlerle ortaktır. ‘Aynı şeye eşit olanlar birbirine eşittir’ ilkesinde ise
tüm ilimler müşterektir.151
İşte felsefi ilimlerin külli ve cüz’i olmasının nedeni mevzularının külli
kavramlardan yahut belli bir ilme özgü kavramlardan müteşekkil olmasıdır. Fizik,
matematik, ahlak ilmi gibi ikincisine giren ilimlere “cüz’i-burhani” ilimler
denmektedir. Farabi’nin hikmetle özdeşleştirdiği metafizik ise elbette külli ilme
tekabül etmektedir.152
İbn Sina ise ilimler arasındaki zati farklılığı ‘tebayün’, öteki farklılıkları
‘tenasüb’ terimiyle ifade etmektedir. Mütenasib ilimler ya aritmetik-geometri gibi
mertebece eşittir ya da mertebece farklıdır. Mertebece eşit olan ilimler, mevzuları
‘mütecanis’ olduğu için böyledirler. Aritmetik ve geometrinin mevzuları farklı olsa
da, her ikisi de nicelikle uğraştıkları için tecanüs içindedirler. Buna karşılık fizik ve
astronominin her ikisi de alemin cismiyle uğraşırlar; mevzuları ortak görünür ancak
fizik fail illetin burhanını verirken, astronomi suri illetin burhanını verir. Mertebece
151 A.g.e., s.190-191. 152 Kutluer, Felsefe Tasavvuru, s.191.
36
farklı ilimler ise iki sebepten farklı olurlar. Konikler ilmi hendesenin mevzularından
biridir ve onun içindir. Bu parça-bütün ilişkisi onları farklı kılar. Oysa optik
hendesenin mevzularından biri olmayıp onun altındadır.153
İlimlerin birbirine nisbetleri içinde farklılaşması aynı zamanda müşterek
yanlarını da ortaya çıkarır ve onların birbirleriyle yardımlaşmasını sağlar. Felsefi
ilimler ya aynı mukaddimeleri kullandıkları için, ya konuları ortak olduğu için, ya
aynı burhana başvurdukları için ya biri diğerinin burhanlarını kullandığı için yahut da
biri ötekinin cüzünden mürekkeb olduğu için bir ‘müşareket’ ilişkisi içindedirler.
İlimler bu müşareket ilişkisi içinde yardımlaşırlar. Yardımlaşma iki ilimden birinin
diğerine ilkelerini vermesi demektir. Bu da üç şekilde olur: a) Alttaki ilmin
üsttekinden ilkelerini alması şeklinde: Musikinin ilkelerini aritmetikten, tıbbın
fizikten ve bütün cüz’i ilimlerin metafizikten alması gibi; b) Konu ortaklığı
sebebiyle: Fizik ve astronomi alemin cismini konu edinir. Ancak Fizik ‘cevher’ini,
astronomi ‘arazlar’ını araştırır. Dolayısıyla cevheri konu edinen arazları konu
edinene ilkelerini verir. Astronomi bilginin ‘feleki haraketin dairevi olması gerekir’
ilkesini fizik bilgininden olması gibi; c) İki ilmin konularının cins bakımından ortak
olması sebebiyle: Aritmetik basit niceliği, geometri mürekkeb niceliği incelerler. Bu
yüzden basit olanı inceleyen ötekine ilkelerini verir.154
Sonuç olarak burhan teorisiyle yalnızca ilimler arasındaki hiyerarşinin
‘mantığı’ temellendirilmemiştir; esasen burhan, ilmi bilginin kesinlik değeriyle ilgili
kriterdir. Zaten mantığı ‘ilmin mi’yar’ı kılan da onun burhan disiplinidir. Zira
burhan, felsefi ilimler için ilke, kanıt, yöntem, kesinlik ve çıkarım kavramlarının tüm
epistemolojik ve metodolojik gereklerini tazammum etmektedir. Burhani oluş
sebebiyle felsefi ilimler, bu tasavvura göre, kanıtlanmış, dolayısıyla kesin bilgiler
verirler; çünkü onların dayandığı önermeler kesindir. Böyle kesin önermelere
dayanmayan ya da burhani yöntemle kanıtlanmış önermelerden hareket etmeyen
cedeli, hatabi, sofistai ve şi’ri çıkarımlar “ilmi bilgi” yi sağlayamazlar; ancak
üçüncüsü hariç olmak üzere bütün öteki kıyas türlerinin dini, entelektüel, sosyal ve
politik hayat bakımından önemli fonksiyonlar icra ettiği de belirtilmelidir.155
Farabi, metafizik sistemini kurarken varlık (vücud) kavramının tahliliyle yola
koyulur. “En külli kavram varlık (vücud) tır ve bizzat varlıkla aynı kapsamda
olandır. (Bir olan, hakikat olan, iyi olan gibi). Varlık tarif edilemez” diyor Farabi;
“çünkü kendiliğinden açıktır, zihne yerleşmiştir, bütün öbür kavramlardan öncedir ve
hepsinin en basitidir”. “O en basittir, çünkü bir kavramı tarif etmek onun
muhtevasını analiz etmektir ve varlık en az muhtevaya sahip olduğundan kendisinin
daha basit düşünce unsurlarına dayandırılmasına direnir. Onu kelimelerle tarif
etmeye çalışmak zihnimizi ona karşı dikkatli kılmaya ve ona yöneltmeye yarar”.
Farabi şöyle devam eder: “Bir önermenin ispatlanmasında nihai bir yargı ilkesine
ulaşmak için yargıların bağıntılarının düzenlenmesinin şart olması gibi, aynı şekilde,
bir kavramın tanımında, kavramın en basit ve en genel kavram olan ‘varlık’ a
ulaşıncaya kadar başka basit kavramlara dayandırılması zorunludur”.156
Böylece Farabi’ye göre “varlık” (vücud) sözü, zihinde tanımlanamayacak
derecede açık-seçik, yerleşik ve sabit bir anlam taşımaktadır.157 onu açıklamak,
ondan daha açık anlamlı bir sözle mümkün olur. Halbuki ondan daha açık anlamlı ve
geniş bir kavram olmadığından tanımı yapılamaz.158
Mantıki tanım; bir şeyin cinsi ile ayırım (fasıl)ından meydana gelir. “İnsanı,
konuşan canlı” olarak tanımlamak gibi.159 Buna göre, bir şeyin tarifinin
yapılabilmesi için bu iki unsura ihtiyaç vardır. Oysa “varlık” kavramının cinsi de
ayırımı da yoktur. Bu sebeple varlığın mantıki bir tarifi yapılamaz. Bunun yanında
“varlık”, başka bir şeyin cinsi ve faslı da olamaz.160 Bununla beraber zihin ondan
habersiz olabilir ve bu durumda zihin ona karşı uyarılabilir.161 Farabi, bir ismin
başka bir isimle açıklanabileceğini savunur. Bu eş anlamlı bir isim olur, ya da zihnin
bildiği bir şeyi ona hatırlatmak için bir uyarı, tenbih şeklinde bir tarif de olabilir. Bu,
onun daha açık olmasını zorunlu kılmaz. Bazen daha kapalı anlamlı bir söz, açık- 156 Hammand, Robert, Farabi Felsefesi ve Ortaçağ Düşüncesine Etkisi, Çev: Gülnihal Küken-Uluğ Nutku, İstanbul, 2001, s.26. 157 Farabi, Da’avi Kalbiyye, nşr.krm. Dairatü’l-Maarif, Haydarabat,1349h. s.2. 158 Atay, Hüseyin, Farabi ve İbni Sina’ya Göre Yaratma, Ankara, 1974, s.9. 159 Öner, Necati, Klasik Mantık, Ankara, 1991, s.36-37. 160 Atay, a.g.e., s.9. 161 Farabi, a.g.e., s.2.
38
seçik bir sözü akla getirebilir. Buna göre “varlık” kavramını daha kapalı bir sözle,
işaretle, hatıra ve zihne getirmek mümkündür. Bu çağrışım yoluyla olur.162 Zihinde
mevcut olup fakat saklı bulunan bir sureti hatıra getiren bu tanıma “tenbihi tanım”
denir.163
Farabi aynı şekilde “varlık”ın, herhangi bir şeyin mahiyetine giren ve onu
meydana getiren cüzlerden bir cüz olmadığını, böylece hiçbir mefhumun mahiyetine
giremeyeceğini savunur. Mahiyet arızdır, yani onun asıl deyimi ile mahiyetin
lazımıdır.164 Bunun bir “lazım” olarak ele alınmasının sebebi bir “mahiyet”in,
kavramsal olarak ve yüksek bir soyutlama düzeyinde “varlık” (vücud) tan
ayırdedilebilmesine ve harici yahut zihni varlık ile irtibatlandırılmadan kendinde pür
“mahiyet” olarak algılanabilmesine rağmen, dış gerçeklik dünyasında yahut zihinde
varlık (vücud) olmadan kendi kendine varolamamasıdır.165
Tanımlanamamasının sebebini de açık-seçik olarak zihinde bulunmasını
gösteriyor. İbn Sina da Farabi’den esinlenerek felsefenin temelini varlık üzerinde
kurmuştur. Varlık, her şeyden açık-seçik olduğuna, hiçbir sözün ve kavramın
kapsamına giremeyecek kadar geniş olduğuna göre, her şey ondan yola çıkılarak ve
onun vasıtasıyla açıklanabilecektir.166
İbn Sina’ya göre tarifi yapılamayan kavramlar vardır. Metafiziksel
analizlerin en genel kavramının “varlık” olduğunu dile getirirken şöyle der: “Varlık,
tanım veya tasvire (resm) ihtiyaç duymaksızın kendiliğinden fark edilir. ‘Varlık’tan
daha genel bir şey olmadığından ne cinsi ne de faslı vardır, bu sebeple tanımı
yapılamaz. Fakat bir kimse onu başka bir dildeki karşılığıyla anlayabilir”167 “ ya da
zihin ona karşı bir söz veya adla uyarılabilir. Bu daha açık olana daha kapalı bir
sözle delalet etmektir ki bir bilinmeyene tanım yoluyla delalet etmek gibi değildir.”
168 Öyleyse varlık, varlık isminden başka bir şeyle açıklanamaz, çünkü her türlü
açıklamanın ilk temeli, ilk prensibidir. Kendisinden başkasıyla tarif edilmeye
162 Atay, H., İbni Sina’da Varlık Nazariyesi, Ankara, 1983, s.32. 163 Öner, N. “Tanzimattan Sonra Türkiye’de İlim ve Mantık Anlayışı” İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1958, s.117. 164 Farabi, Talikat, nşr.Krm. Dairetü’l-Maarif, Haydarabat, 1346h s.6. 165 İzutsu, Tashihiko, İslam’da Varlık Düşüncesi, çev. İbrahim Kalın, İstanbul, 1995, s.124. 166 Atay, İbni Sina’da Varlık Nazariyesi, s.35. 167 Morewedge, Parviz, The Metaphysica of Avicenna, Newyork, 1973, s.29. 168 İbni Sina, eş-Şifa, İlahiyat I, s.29.
39
kalkışıldığında da bu, sonsuzca devam eder, dolayısıyla da içinden çıkılamaz fasid
bir dairenin içine düşülmüş olur.169
Görülüyor ki İbn Sina, varlığın tarif edilemeyeceği kanaatindedir. Aslında
ona göre “varlık”ın tarife ihtiyacı da yoktur,170 çünkü “varlık” (vücud) kelimesi açık-
seçik, kolayca anlaşılan ve herkesçe bilinen bir kavramdır. Bunun için onu ayrıca
anlatmaya, tarif etmeye gitmek mantık bakımından imkansızdır. İbn Sina bu
imkansızlığın sebebini iki şekilde açıklıyor. Mantık bakımından bir tarif yapabilmek
için, tarif edilmesi istenen şeyin yapısını teşkil eden unsurları bilmek gerekmektedir.
Mantıkta buna cins ve fasıl denir. Bunlar bir nesnenin varlığını teşkil eden
unsurlardır. Bu gibi mantıki bir tanım Aristoteles mantığının geleneğidir. Vücud
kelimesinin cinsi ve faslı olmadığı için böyle mantıki bir tarif altına girmez. Bu
yönden vücud kelimesinin cinsi ve faslı olmadığı gibi, kendisi de bir başka şeyin
cinsi ve faslı değildir.171
Varlık (vücud) kavramı, başka her hangi bir kavramın içine giremeyecek
kadar geniş ve genel bir anlam ifade eder. Ve hiçbir tanımın mahiyetini teşkil edecek
unsur değildir. Varlık, kendisinden daha genel anlamda bir kelime bulunmadığından
varlıktan başka bir kelimenin anlamı ile ifade edilemez. İbn Sina ‘varlık, varlık olma
yönünden, sadece varlıktır, varlıktan başka her kavram ondan soyutlanmıştır.’
Demekle varlığı varlıkla anlatmaktadır.172
İbn Sina el-Şifa adlı eserinde “vücud” ve “mevcud” kelimeleri arasında fark
koymaya çalışmamıştır.173 Farsça yazdığı Daniş Name-i Alai’deyse bir fark
göstermiştir.174
İbn Sina “varlık”ın idrak edilişi meselesini, kendine has bir temsil ile izah
eder: “İnsanın kolu, başı, gövdesi, bacakları dediğimizde bir izafet yapmış oluyoruz.
Burada insana kol takılmıştır; eğer kol yok farzedilse insan gene insandır. Aynı
şekilde diğer uzuvlar insandan ayrılacak olsa insan gene insandır. Bir kimseye ‘sen
böyle bütün uzuvlarından yoksun olduğunu farzettiğinde kendi varlığını duyar 169 İbni Sina, eş-Şifa, İlahiyat I, s.29-30. 170 Özden, H.Ömer, İbni Sina-Descartes (Metafizik Bir Karşılaştırma), İstanbul, 1996, s.55. 171 Atay, İbni Sina’da Varlık Nazariyesii, s.28. 172 A.g.e., s.29. 173 İbni Sina, eş-Şifa, İlahiyat I, s.29-37. 174 Morewedge, P., “Ontology: Greek Source of Some İslamic Philosophies of Being and Existence” Essays in İslamic Philosophy, Theology and Mysticism içinde, NewYork, 1995, s.118.
40
mısın?’ denilse o kimse ‘evet, bu uzuvlarım olmasa gene de varım’ der”.175 İbn
Sina’nın burada amacı nefsin varlığını, yani bedenimizi yok farzedebileceğimizi ve
onun varlığından kuşku duyabileceğimizi, fakat ruhumuzun olmadığını
düşünmeyeceğimizi176 ispat etmek olduğu halde, mevcudu, biri ve zaruriyi
tecrübeden önce elde edilen ilk bilgi olarak sayması,177 onun bu sonuca ulaşırken
insanın kendi varlığının şuuruyla, metafizik varlık şuuru arasında bir ilişki
kurduğunu hatıra getirmektedir.178
Böyle bütün duyularından arındırıldığı, çevreyle olan irtibatının kesildiği
varsayılan bu insan, hiçbir şeyin farkına varmamakla birlikte, kendi varlığını idrak
edebilmektedir. Bu insan hiçbir duyum almadığı halde kendi varlığının şuurunda
olarak “varım” diyebilmektedir. İbn Sina “varlık”ı tesbit edince hemen arkasından bu
idrakin nasıl ve ne ile olduğunu araştırıyor. “Varlık”ı biliş her hangi bir vasıta
aracılığıyla mı olur yoksa vasıtasız mı? İbn Sina bu istiareyle duyu organlarının
tamamını atıl olarak farzetmektedir. İnsan, bütün duyulardan tecrid edilse dahi
varlığının farkında olacağına göre, varlığı idrak eden şey, duyu cinsinden bir şey
olamaz. Bu algılamayı yapan kalp ya da beyin de olamayacağına göre idrak ediş
vasıtasız, her hangi bir vasıtaya ihtiyaç duyulmadan doğrudan doğruya
olmaktadır.179Necat’ta bu hususu daha açık bir ifadeyle dile getirir: “Varlık, ruhta
herhangi bir vasıtayla değil, doğrudan doğruya tasavvur edilir.”180
175 Atay, Farabi ve İbni Sina’ya Göre Yaratma, s.10. 176 Rahman, Fazlur, “İbni Sina”, Çev. Osman Bilen, İslam Düşüncesi Tarihi içinde, Ed. M.M. Şerif, İstanbul, 1990, c.II, s.106. 177 İbni Sina, eş-Şifa, İlahiyat I, s.29. 178 Dağ, Mehmet, “Ontolojik Delil ve Çıkmazları”, A.Ü.İ.F.D., Ankara, 1978, XXIII, s.291. 179 Altıntaş, H., İbn Sina Metafiziği, s.126-127. 180 İbn Sina, en-Necat, s.325.
41
II. BÖLÜM:SÜHREVERDİ’NİN MEŞŞAİLERE VARLIK
KONUSUNDA YÖNELTTİĞİ ELEŞTİRİLER
A-YÖNTEMSEL ELEŞTİRİLER
1-Tanım Eleştirisi
Sühreverdi’ye göre, “genel kavramlar yahut genelleyici tanımlar (el-amm)
özel varlıklara (el-hass), özellikleri bakımından delalet etmez”.1 Aristoteles
mantığına göre tanım, cins ve fasıldan meydana gelir. Sühreverdi’nin iddiasına göre,
tanımlanan bir şeyin başka bir şeye isnat edilemeyecek olan ayırıcı niteliği, bize o
şey hakkında hiçbir bilgi vermez. Biz “at”ı kişneyen bir hayvan olarak tanımlarız. Bu
tanımdan hayvanlığı anlarız, çünkü bu niteliğe sahip birçok hayvan biliyoruzdur;
fakat “kişneme” niteliği yalnız tanımlanan hayvanda olduğu için bu niteliği
anlamamız imkansızdır. Bu yüzden, atın alelade tanımı, bilimsel bir ilke olarak
tamamıyla işe yaramaz bir ilkedir. Bu eleştiri, Sühreverdi’yi tanımı, “niteliklerin
toplamı” olarak tanımlayan bir görüşe götürmektedir. Bu iddiaya göre gerçek bir
tanım, ayrı ayrı başka şeylerde olsalar bile, toplu olarak alındıklarında yalnız
tanımlanan şeyde bulunan temel nitelikleri saymak zorundadır.2
Sühreverdi’ye göre, mantığın kavramlara ait bölümünde meşşailerin tuttuğu
yol yanlıştır. Mantığı kurmak için önce hakikatleri (mahiyetleri) basit ve bileşik diye
ayırmalıdır. Basit olanlar, meşşailerin bu konudaki kanaatlerine rağmen,
tanımlanamazlar. Mesela karanlık basit bir şeydir. Fakat görmeyen için onu
tanımlamak mümkün değildir. Gören için ise tanıma ihtiyaç yoktur. Oysa bütün
kanıtlamalar ve hakikatler bu tanımlanamayan basitlere dayanırlar. Bileşik olan
şeyler tanımlanabilirler fakat bu tanımlar cins ve fasıl ile değil, bileşik olan şeyin
öğelerini toplayarak olur.3 Mesela “canlı” kavramını ele aldığımızda bu kavramın
cinsinin cisim olduğunu ve kendine has bir fasla sahip olduğunu görürüz. İnsan
kavramı açısından bakıldığında bu fasıl “nutk”a istidatlı olmak olabileceği gibi
bundan daha özel olan “adamlık” ya da “gülme” olabilir. Bununla beraber bu faslın,
insanın bütün özelliklerini yansıtmadığını görürüz tıpkı üçgen için üç kenarın varlığı
nasıl zorunlu ise bu nitelikler de insan için zorunludur. Üçgenin üç kenarını yok 1 Sühreverdi, Hikmetü’l-İşrak, s.14. 2 İkbal, Muhammed, İslam Felsefesi Tarihine Bir Katkı, çev. Cevdet Nazlı, İstanbul, 1997, s.94. 3 Ülken, Hilmi Ziya, İslam Felsefesi, İstanbul, 1998, s.179.
42
farzettiğimizde üçgen de yok olur; çünkü üçgene üçgenliğini veren başka bir öz (fail)
yoktur. Özün varlığını kabul edersek üçgenin nitelikleri olmadan var olduğunu kabul
etmemiz gerekir; böyle bir şey ise imkansızdır.4 Şu halde bileşikler de basitlere yani
tanımlanamayan şeye indirgeniyorlar, öyleyse bu tanımların da bir değeri yoktur.
Zira külli kavramlar yalnızca zihindedir; zihin dışında tahakkuk etmez. Zihin dışında
tahakkuk ettiği kabul edilirse o zaman külliyi başkalarından ayıran bir hüviyeti olmuş
olur ki bu durumda ferdi olan, genel farzedilmiş olur ki bu saçmadır.5
Dolayısıyla varlıkların hususiyetleriyle idraki, Sühreverdi’ye göre,
müşahedeyle mümkündür. Bilinmeyene istidlal veya zihin ile değil “büyük bilgeler”e
özgü müşahedeyle ulaşılabilir. Bu bakımdan yapılan tanım, tanımlanana özgü
hususiyetlerle yapılabilir; ancak böylece açıklayıcı olabilir.6 Tanım, tanımlanandan
daha açık olmalıdır. Tanımlananın açıklığına eşit bir açıklıkta ya da tanımlananın
açıklığından daha kapalı bir tanım, tanım olamaz. Mesela babayı “oğlu olan” diye
tanımlamak, bir şeyi kendisiyle tanımlamaktan ibarettir. Açıklayıcı veya
tanımlayıcının tanımlanandan önce bilinmesi gerekir; tanımlananla beraber bilinen
bir tanımlayıcıya başvurmak lafız değişikliğinden başka bir şey değildir. Mesela
güneşi “gündüz doğan yıldız” şeklinde tarif etmek gibi, oysa “gündüz” ancak
güneşin doğuşuyla bilinir. Böyle bir tanıma başvurmanın bir kıymeti yoktur. Asıl
olan bir şeyin hakikatini bildikten sonra onu lafızlarla tanımlamaktır. Realitenin
tanımı sırf lafız değişiklikleriyle olmaz.7 Meşşailer bir şeyin mahiyetine delalet eden
tanıma “hadd”, harici özellikleriyle yapılan tanımına da “resm” derken, İşrakî tanım
anlayışı bakımından yalnızca zevahiri kurtarmış oluyorlar. Oysa problem öncelikle
“hadd” kavramındadır. Mesela Meşşailerin insan tanımı “konuşan (düşünen) canlı”
şeklindedir. Ancak insanı öteki canlılardan ayıran fasıl olan “nutk” insanın
mahiyetini ortaya koymaya yetmemektedir. Zira asıl mesele “nutk”un ilkesi olan
tarzında bir seçim yapmak gerekmez. Başka bir yol açılır, açık söylemek gerekirse
bu yol “işraki” hikmet yoludur.32
5- İşrakî Hikmet’te Sembolik Dil ve Mantığın İşlevi
Sühreverdi tarafından Aristoteles’in formel mantığına yöneltilen eleştirilerin
esası tümel kavram ve tanımların müşahedeye dayanmadıklarıdır. Dolayısıyla
müşahedenin ifadeye dönüştüğü sembollerin gerçek anlamına mantıki çıkarımlarla
ulaşılamaz; yahut bu ifadelerin mazmunu mantıki delillerle reddedilemez. Bu
durumda işrakî hikmet tasavvuru bakımından mantığın işlevi gündeme gelmektedir.
Bu tasavvurda önce hakikat kavranıyor, delilin talebi yahut araştırılması arkadan
geliyorsa, bu durumda mantık bilgiye ulaştıran değil, onu felsefi (bahsi) bakımdan
tutarlılık ilkesini gözeterek temellendiren bir ‘alet’ olmaktadır. Böylece işrakî
hakikat anlayışı açısından mantık ait olduğu mevkiye oturtulmaktadır.33
Felsefede sembolik dil konusu, Sühreverdi’nin Meşşai dediği İslam
filozoflarınca da gündeme getirilmiştir. Ancak onlar Sühreverdi’nin tavrından farklı
olarak bu sembollerin analitik yaklaşımla kavranabileceğini savunmuşlardır.
Özellikle Platon ve Pisagor söz konusu olduğunda ‘sembolik dil’ konusu bu
filozoflarca dile getirilmiş; ancak Aristoteles’in düşünceleriyle, hocasının ve daha
eskilerin düşünceleri arasında bir farklılık olmadığı tezinin kanıtı olacak şekilde, bu
sembollerin hakikatlerini analitik yaklaşımla kavranması gerektiği, böyle yapılınca
bu tezin doğruluğunun anlaşılacağı savunulmuştur.34
Oysa Sühreverdi en azından Corbin’in yorumuyla böyle bir tevil anlayışından
yana değildir: İlhama dayalı hakikatler ilhamla belirlenmiş sembollere bürünürler ve
onların iç anlamı da ancak ilhamla mümkündür.35
Corbin, Sühreverdi’nin Hikmetü’l-İşrak adlı eserinin girişindeki pasajları
yorumlarken, sembolik dile verilen önem üzerinde durmakta, Sühreverdi’nin Grek ve
Fars filozoflarının sembolik diline atfettiği değeri yorumlamaktadır. Buna göre 32 Corbin, H., İslam Felsefesi Tarihi, s.370-371. 33 Sühreverdi, Hikmetü’l-İşrak, s.10; 12-13. 34 Farabi, “Platon ile Aristoleles’in Görüşlerinin Uzlaştırılması”, çev. M.Kaya, Felsefe Arkivi içinde, İstanbul, 1984, s.24. 35 Corbin, H., “Sühreverdi el-Maktul Müessis el-Mezhebi’l-İşrakiyye”, Ar.trc. A. Bedevi, Şahsiyyat Kalika fi’l-İslam içinde, s.113.
51
Sühreverdi “Öncekilerin sözleri semboliktir. Reddedilemezler; bu sözlerin dış
anlamlarına karşı çıkılsa da, asıl anlamları reddolunamaz. Sembole karşı red söz
konusu olamaz”36 derken, gerçekten esere analitik tarzda yaklaşma imkanını peşinen
yok ediyor. Corbin, Proclus(412-485)’un hocası Syrianus’un Aristoteles tarafından
Platon’a yöneltilen itirazlara böyle mukabele ettiğini belirtmektedir. Eğer
reddettiğiniz öğretinin dili sembolik ise onu reddetmiş sayılmazsınız. Çünkü
sembollerin aksi ispat edilemez. Corbin’in savunduğu şey, sembolik dile müracaatın
Hikmetü’l-İşrak’ın yaşanmış felsefi tecrübe veya zevke dayanmasının bir sonucu
olduğu, böyle bir bilginin ise ancak sembollerle anlatılabileceğidir. Dolayısıyla
sembolik dil, bu dille ifade edilenlerin reddine değil, ancak yorumuna imkan
tanımaktadır.37
Sühreverdi’nin kutsal metinlerdeki sembolik anlatımın farkında olduğunu
vurgulayan Corbin, sembolik ifadelerin reddedilmezliği konusuna şöyle yaklaşıyor:
Bu sembollerin iç anlamlarına vakıf olduğunuzda da onların mantıki olarak
reddedilmesi yahut hakkında şüphe serdedilmesi mümkün mü? Corbin’in verdiği
cevap tabiatıyla şu olmuştur: Eğer sembolik ifadeyle aktarılan bilgi, salt mantıki
istidlalle ulaşılan bilgi türü olsaydı bu mümkün olabilirdi. Nurun mahiyetine ilişkin
bilgi onun varlığıyla özdeş olunca bilgi, bu bilgiyi tecrübeyle kavrayan kimse
bakımından, nurun varlığının bilgisi “ben-nesne” (suje-obje) arasındaki bir akt
olmayacak, nazari görüşlerin konusu sayılmayacaktır. Doğrudan doğruya nazari
araştırmanın konusu olmayan bir varlık alanına dair bilgi nasıl olur da nazari ret
yahut şüphenin konusu olabilir? Kısacası böyle bir bilgi salt aklî istidlal ile
reddolunamaz.38
Hasan Hanefi ise Hikmetü’l-İşrak’taki temel meselenin metodolojik birliğin
(vahdetü’l-menhec) sağlanması olduğu kanaatindedir. Hanefi’ye göre aslında
İşrakiliğin sembolik karakteri de yalnızca Hermes, Pisagor ve Platon’a irca
olunamaz; zira bu sembolizm her mistik tecrübede vardır. bu sebeple Sühreverdi’nin
Hind, Fars, Yunan, Mısır ve Babil bilgelerine atıflarda bulunması, İşraki hikmetin bir
‘halidi Hikmet’ olduğunu göstermek içindir ve bu hikmet asırları ve medeniyetleri
edecekti.45 Demek ki idrak meşşai “madde-suret” teorisinden hareket eden bir zihin
soyutlama değil, “zahir” olan ontolojik gerçekliğin “kendisi”ni müşahededir. İşte bu
sebeple görme hadisesi bile ne objenin “suret” inin gözdeki intibaı ne de gözden bir
şeyin çıkması suretiyle objenin görünür kılınması şeklindeki teorilerle açıklanamaz.
Görme sağlıklı gözün aydınlanmasından ibarettir ki bu aydınlama hem görenin hem
de görünenin nurunun karşılaşmasıyla oluşur. Görme görenin nuru ile görünenin
nuru arasındaki engelin kalkmasıdır.46 Duyu planındaki bu izah, keşif planındaki
metafizik aleme ait müşahede hakkında da fikir verici niteliktedir. Tüm mesel
zahir/muzhir birer gerçeklik olan nurlar ile yine böyle bir gerçeklik olan insan nefsi
arasındaki engellerin kalkmasıdır.
B. DOKTRİNEL ELEŞTİRİLER
1. Varlık Kavramı Konusundaki Eleştiriler
Varlık problemi, İslam felsefesi tarihinin başlangıcından itibaren Yunan
felsefesi geleneğinden tevarüs edilen en temel metafizik problem idi. Metafizik
açısından bakıldığında “varlık” kavramının merkeziliğinin birincil sebebi, klasik
İslam düşüncesinin ontoloji-merkezli bir dünya tasavvuruna sahip olmasıyla ilgilidir.
Farabi ve İbn Sina gibi Meşşai metafizik geleneğine yerleştirilen düşünürlerin temsil
ettiği ilk dönem İslam felsefesinde varlık (vücud) problemi; fiilen var olan varlık
(mevcut)ların temel yapısının yani “cevher” ve “arazlar”a taksimi açısından
mevcudun ne olduğunun incelenmesi ile Tanrı-alem ilişkisinin tatmin edici bir
taksiminin nasıl mümkün olduğu hususuyla ilgili olarak gündeme getirildi ve
tartışıldı.181
Farabi ve İbn Sina, varlıkla (vücud) ilgili tartışmalarına, varlığın birincil ve
en temel kavramlardan biri olduğunu söyleyerek başlarlar. Nasıl hüküm verme
alanında daha nihai olanlardan çıkartılamayacak temel öncüller varsa, kavramlar
45 A.g.e., s.113-114. 46 Sühreverdi, Hikmetü’l-İşrak, s.134-135. 181 Morewedge, Parviz, “Ontology: Greek Sources of Some Islamic Philosophies of Being and
Existance”, Essays in Islamic Philosophy, Theology and Mysticism içinde, ed. P. Morewedge, New York 1995, s. 48.
55
alanında da temel işlev gören kavramlar vardır. Eğer hiçbir temel kavram ve külli
düşünce olmasaydı sonsuza kadar gitmemiz gerekirdi. Bu yüzden varlık ve birlik
kavramları, gerçekliğe uyguladığımız tüm diğer kavramlarımızın dayandığı başlangıç
noktasıdır.182
Meşşailer’e göre, varlık (vücud) bedihidir ve derhal kavranır;183 fakat varlığın
dış gerçeklik dünyasında tekamül ettiği şeyi göstermek istediğimizde varlıktan daha
müphem bir şeyin varolmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Varlık kelimesi hepimizin
bildiği bir anlama sahiptir. Açık bir anlama sahip olduğundan onun dış dünyada
bulunan bir şeye tekabül etmesi gerekir. Fakat bu şeyin ne tür bir gerçeklik olduğu ve
hangi fiili durumlara delalet ettiğini açıklamak son derece güçtür.184 Gerçi Farabi ve
İbn Sina’nın ilgilerinin odak noktası daha ziyade varlık kavramının bilgi verme
fiiline doğrudan doğruya tekabül eden bir “gerçekliğinin” bulunup bulunmadığını ve
kavramın arkasındaki gerçekliğin, mahiyetten başka bir şey olup olmadığını ortaya
çıkarmaktır.185 Ancak Sühreverdi’nin Meşşailer’e bu konudaki itirazlarının
merkezinde, varlığın insan zihninin subjektif bakış açısının zihinsel bir ürünü olan ve
somut fiziki aleme de hiçbir gerçekliğe tekabül etmeyen salt bir kavram olduğu
değerlendirmesi yatınca,186 varlığın dış dünyada bir şeye tekabül edip etmediği
hususu üzerinde durmak gerekmektedir.
Şimdi “varlık”ın dış gerçeklik dünyasında tekabül ettiği şeyi göstermek
istediğimizde, “tüm kavrama ve idrak faaliyetinin altında yatan şey nedir?” diye
sorduğumuzda “bu soru, bizi varlığın mefhumundan farklı olarak varlığın hakikati
düzeyine ulaştırır. Fakat bu soruyu sorduğumuz anda da kendimizi güç bir durumun
içinde buluruz. Bizatihi varlık mefhumunun bedihi ve a priori olması, bu mefhumun
tanımlanamaz olduğunu gösterir. Mefhum tüm tanımlara karşı koyar, çünkü varlık
tüm kavramsal analizlerin ötesinde olmasına rağmen bir mefhum olarak kendisinden
182 İbn Sina, eş-Şifa, İlahiyat I, nşr. G.C. Anawati-S Zayed, Kahire 1960, s. 29-30; Hammand, Robert,
Farabi Felsefesi ve Ortaçağ Düşüncesine Etkisi, çev: Gülnihal Küken-Uluğ Nutku, İstanbul 2001, s. 26.
183 Farabi, Daavi Kalbiye, nşr. Krm; Kairetu’l-Ma’arif, Haydarabad 1349 H., s. 2; İbn Sina, en-Necat,nşr. M. Sabri, Mısır 1331, s. 23.
184 Açıkgenç, Alparslan, Being and Existence in Sadra and Heidengger, Kuala Lumpur 1993, s. 22. 185 İzutsu, Toshihiko, İslam’da Varlık Düşüncesi, çev: İbrahim Kalın, İstanbul 1995, s. 140. 186 Sühreverdi, Hikmetu’l-İşrak, nşr. H. Corbin, Opera Metaphysica at Mystica II içinde, Tahran-Paris
1952, s. 64-67.
56
daha açık ve seçik bir şey yoktur. Mahiyetin (öz) olmadığı yerde kavramsal analizin
verebileceği bir şey yoktur. Hiç şüphesiz varlık, ne bir mahiyete sahiptir ve ne de
mahiyettir. Çünkü o, tanımı gereği mahiyetten başkadır.”187
“Varlık’ın dışındaki mevcudatta mefhumun birinci ve ikinci aşamaları
arasında direkt bir bağlantı vardır. Bir başka ifadeyle, bir mevcudun –diyelim bir
insanın- kavram öncesi anlayışından başlayabilir ve kavram öncesi anlayışı akli bir
tahlil süreciyle geliştirerek onun kavramına ulaşabiliriz. Bu iki aşama arasındaki
bağlantı zihnimizde temsil edilmiş yahut yansıtılmış haliyle- mahiyet(öz)-
kurulur”.188
Meşşailer, her şeyde iki farklı varlık modu kabul eder. Biri gerçek (ayni), dış
dünyada bulunan harici varlık; diğeri zihni varlık modu. Tek bir mahiyetin, her
durumda bu iki varlık modundan birine sahip olabileceğini söyler.189 Mesela
hareketin dış dünyada bulunması zihince kuvve halinde olan mahiyetin kemal
halinde olmasından ibarettir. Hareket, zihinde bir mahiyet olduğu halde dışarıda
(ayanda) kuvve halinde olanın kemali olarak bulunur. Bundan dolayı hareketin
zihinde varlığı ile dışarıdaki varlığı birbirinden ayrı değildir.190
“Zihnî varlık modundaki bir mahiyet, kavram inşasına temel hazırlar. Bu
temel olmadan hiçbir kavram inşa sürecinin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Bununla beraber “varlık”ın ne bir mahiyete sahip olduğunu ne de bir mahiyet
olduğunu hatırlatmalıyız. Bu yüzden bizatihi “varlık”ın bu iki varlık modu ile
varolması hiçbir şekilde söz konusu değildir. Çünkü bizim varlık dediğimiz şey bu iki
varlık modundan başka bir şey değildir. Dolayısıyla varlığın, zihni varlığa veya
harici varlığa sahip olduğunu söylemek anlamsızdır. Zihni varlığa sahip olmayan şey
temsil ve idrak edilemez. Bunun anlamı, varlığın hakikatinin doğrudan
kavramsallaştırmaya hiçbir zaman konu olamayacağıdır. Varlık, ancak bilincin ani
ve aracısız bir verisi olarak kavranabilir. Her ne kadar varlık özel yapısı gereği
geçekte olduğu gibi temsil edilmeyi reddetse de çok yüksek bir soyutlama sayesinde
187 Izutsu, a.g.e., s. 94. 188 A.g.e, s. 100. 189 Farabi, et-Talikat, nşr. Krm: Dairetu’l-Ka’arif, Haydarabad 1346 H., s. 21; Kitabu’l-Fusus, nşr.
Krm: Dairetu’l-Ka’arif, Haydarabad 1345 H., s. 2 190 İbn Sina, eş-Şifa, İlahiyat, nşr. İ. Madkour, Kahire 1960, s. 141.
57
varlığa ilişkin bir kavram oluşturabiliriz ve oluştururuz. Böylece gündelik dilde “x
vardır”, “y vardır” deriz. Bu cümleleri nominal hale de sokabiliriz: “x’in varlığı”,
“z’nin varlığı” gibi.”191
Varlığın hakikati, fiili gündelik dünyasında sonsuz ferdi varlıklara yani cüz’i
varolma fiillerine dönüşmüştür. Bu var olma fiillerinden her biri, bir insanın mahiyet
veya bir masanın mahiyeti gibi belirli bir mahiyetin varlığıdır. Meşşailer’in ortak
görüşüne göre, varlık ve mahiyeti fiilen tek bir bütün oluşturur. Bununla beraber akli
tahlil seviyesinde somut olarak var olan bir nesne, sanki iki farklı şeymiş gibi varlık
ve mahiyetine bölünebilir. Bu taksim fiilen varolan bir insanın mahiyetine yahut
kısaca insan-mahiyetinin varlığına atıfta bulunabilir.192
“Şimdi bu birleşik makul varlıklar arasından mahiyete tekabül eden kısımları
zihnen paranteze alırız. Böylece tahassus etmiş cüz’i varlıkların mefhumlarına
ulaşırız: “(insanın) varlığı”, “(masanın) varlığı” vb. buradaki her bir “nın-
varlığı”, belirli bir var olma fiilidir; bu varolma fiilleri, “nın” ekinin işaret ettiği bir
varlığa ilişkisel atıfta bulunur ve atıfta bulunulan bu varlık muvakkaten
bilincimizden silinir. Bilincimizin aynasına yansıyan bu cüz’i varlıklara ıstılahta
varlığın hisleri denir. Her ne kadar varlık kendi saflığı içerisinde, yukarıda da
gördüğümüz gibi, zihinlerimizde temsil edilmese de cüz’i varlıklar dolaylı da olsa
zihnen temsil edilebilir, çünkü her biri belirli bir mahiyeti ihtiva etmektedir.”193
“Temsil edilip kavramlaştırılabilmek mahiyetin doğası gereğidir. Böylece
somut olarak tahakkuk etmiş bir mahiyet zihinde canlandırıldığında onun cüz’i
varlığı, mahiyetin temsili vasıtasıyla kaçınılmaz olarak temsil edilmiş olur. Akıl, bu
şekilde temsil edilen çeşitli “nın-varlığı” üzerinde çalışıp onları genel soyut bir
“varlık” kavramı haline getirilebilir. Bu yolla elde edilebilen varlık kavramı çok
yüksek bir soyut düşünce seviyesinde bulunur ve soyut bir kavram olarak pek çok
açıdan diğer soyut kavramlar gibi hareket eder. Fakat aynı zamanda kendisi, sıradan
soyut kavramlardan ayıran bir takım hususiyetlere sahiptir. Şimdi varlık kavramının
sahip olduğu bu ayırt edici özelliklere bakalım. Diğer soyut kavramlar gibi “varlık”
kavramı da küllilik ile temayüz eder. Farklı nesnelere uygulanır. Fakat uygulanım 191 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 100-101. 192 Farabi, Fusus, s. 3; İbn Sina, İlahiyat, s. 347. 193 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 101.
58
alanı varlıkların tasnifinde mahiyeti ile sınırlı olan kavramların tersine –mesela
köpek kavramı sonsuz sayıda köpeğe uygulanır, fakat diğer hayvan türleri için
geçerli değildir- varlık her şeyi kuşatır. “Bir masa vardır” dediğimiz gibi aynı
şekilde “Tanrı vardır” deriz. “Varlık” kavramının semantik davranışı konusunda
daha önemli bir yön daha vardır. Diğer tüm kurumlar gibi özneye hamledildiğinde
onun hakkında bazı pozitif bilgiler verir. Oysa “varlık” fiili, bir özneye
hamledildiğinde onun hakkında yeni ve ilave bir şey söylemez.”194 İslam
düşüncesinde bu tez, meseleyi takdire şayan bir açıklıkla formüle eden Farabi’ye
aittir.
“Farabi’ye ‘insan vardır’ önermesinin yükleminin olup olmadığı soruldu. O
da şöyle cevap verdi: Bu, eskilerin ve yenilerin hakkında farklı görüşler ileri sürdüğü
bir meseledir. Bir kısım, bu önermenin yükleminin olmadığını, bir kısım ise
olduğunu söyler. Bana göre her iki görüş de muayyen bir manada doğrudur. Şu
sebeple ki, somut olarak varolan nesneleri inceleyen bir tabiatçı gözüyle bakıldığında
bu ve benzeri önermelerin yüklemi yoktur; bir şeyin varlığı bu şeyin kendisinden
başka bir şey değildir. Oysa bir yüklemin, öznesi hakkında olumlu ya da olumsuz bir
hüküm ifade etmesi gerekir. Bu noktadan bakıldığında önermenin yüklemi yoktur.
Fakat bu önermeyi bir mantıkçı değerlendirdiğinde, onun iki kısımdan mürekkep
olduğunu görür. Ve ayrıca önermenin doğru ya da yanlış olabileceğini de söyler. Bu
“Farabi’nin görüşünü şöyle özetlemek mümkün: “insan vardır” gibi bir
önermede varlık, mantık açısından bakıldığında bir yüklemdir. Fakat gerçek ve fiili
varlıklarla ilgilenenler açısından varlık, kelimenin tam manasıyla bir yüklem
değildir. Çünkü, gerçek ve fiili varlıklar hakkında, onların tahakkuk etmiş
olmalarından başka bir şey söylememektedir. Oysa bir yüklemin bazı olumlu
niteliklere delalet etmesi, hamledildiği özneyi ispat yahut nefyetmesi gerekir.
Öznenin muhtevasına ekleyecek hiçbir şeyi yoktur”.196
194 A.g.e., s. 102. 195 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 102. 196 Hammand, Farabi Felsefesi ve Ortaçağ Düşüncesine Etkisi, s. 28.
59
Varlık öğretisi bakımından Farabi ve İbn Sina’nın temel problemi mevcudun
bir “lazım”ı olarak varlık (vücud) idi. Varlık, mahiyetin bir arazıdır,197 ancak sıradan
herhangi bir araz değil, son derece özel türde bir arazdır görüşlerinin varlık tahlili
bakımından son derece önemlidir. Bu noktanın açıklanması gerekmektedir.
Buradaki problem, zihni bir hamletme işlemiyle özne-yüklem suretiyle bir
bütün haline getirilen iki kavram arasındaki ilişki ile ilgilidir. Daha açık bir ifadeyle
burada söz konusu olan, yüklem durumundaki bir kavramın yapısıdır. Yüklem-
nitelik, özne-şey uruz eder, özne-şey ise yüklem-nitelik ile nitelenmiş olur.
“Şimdi bir “ma’kul-u evvel”de hem uruz hem de ittisaf, dış gerçeklik
dünyasında fiilen gerçek bir olay olarak meydana gelir. Bu durumda yüklemin
delalet ettiği nitelik -diyelim beyazlık- uruz ettiği şeyden (özneden) farklı ve dış
dünyada bağımsız bir varlığa sahiptir. Aynı zamanda dış dünyada bu nitelik ile
nitelenmiş somut olarak var olan bir şey vardır; yani somut bir beyaz şey mevcuttur.
Beyazlık (beyaz) gibi bu türden niteliklerin kavramına “ma’kul-u evvel” denir. Bu
nitelik “beyaz” biçimde mantıksal bir yüklem yapılıp bir nesneye
hamledildiğinde- bu nesne beyazdır- gibi buna “iltihak yoluyla hamletme” denir.
“Ma’kul-u Sani’de ise tersine hem uruz hem de ittisaf, sadece zihinde olur.
Burada yüklem-niteliğin dış geçeklik dünyasında hiçbir mütekabil varlığı yoktur. Bu
nitelik ile nitelenen nesne de zihnin dışında mevcut değildir. Bir başka ifadeyle söz
konusu niteliğin kavramının soyutlandığı kaynağın kendisi de kavramdır. “Küllilik”
bu kavram türü için iyi bir örnektir. “İnsan bir küllidir” dediğimizde iki kavram
arasındaki bir ilişkiden bahsettiğimizin bilincindeyiz. “Küllilik” niteliğinin zihin-dışı
bir varlığa sahip olmadığı açık; çünkü dış alemde bulunan her şey istisnasız cüz’i ve
ferdidir. Aynı şekilde dış dünyada “küllilik” ile nitelenmiş hiçbir şey olmadığı da
açıktır. Küllilik kavramının devşirildiği kaynak bir başka kaynaktan, yani “insan”
kavramından başka bir şey değildir. “Varlık”ın uruzu ise sadece zihinde, yani
kavramsal olarak meydana gelir; fakat ittisaf, zihin-dışı alemde fiilen vuku bulan bir
olaydır. Bunu şöyle açıklamak mümkün: Yüklemin delalet ettiği nitelik gerçekte
kendi kendine var olan bir şey değildir; bu yüzden bu niteliğin o nesneye dış dünyada
uruz etmesi mümkün değildir. Fakat bu niteliğin kavramının soyutlandığı kaynak
197 İbn Sina, eş-Şifa, İlahiyat, s. 347; Farabi, Daavi Kalbiyye, s. 2.
60
fiilen bir varlıktır. “Babalık” genellikle bu kavram türünü açıklamak için verilen bir
örnektir. “Beyazlık” gibi niteliklerin tersine “babalık” fiilen varolan bir nitelik
değildir, fakat “babalık”, aklın fiilen varolan bir insanın, içerisinde bulunduğu
durumu gözlemleyerek çıkarsadığı soyut bir kavramdır. Şimdi “varlık” kavramı
beyazlık, gibi gerçek bir nitelik değildir. Bu yüzden onun uruzu sadece zihinde ve
kavramsal tahlil düzeyinde meydana gelir. Ne var ki bu, gerçek bir şeyden yani fiilen
var olan bir mahiyetten çıkarılmış bir kavramdır. Bir başka ifadeyle ittisaf, dış
dünyada meydana gelen bir olaydır.”198
Bu şekilde anlaşılmadığında ise Meşşailer’e göre “varlık (vücud)”ın
yüklemsel yahut kategorik bir araz şeklinde anlaşılması kaçınılmaz olur. Başka bir
deyişle varlık, tıpkı sıradan nitelikler, gibi mesela bir çiçekte var olan beyazlık,
masada var olan kahverengi gibi, gerçek cevherleri niteleyen gerçek bir nitelik olma
durumundadır. Bu şekilde anlaşıldığında Meşşailer’in tezi bizi şöyle bir neticeye
ulaştırmış olacaktır. Masa, tıpkı kahverengi, siyah vs. olmasından önce var olmak
zorunda olduğu gibi, var olmadan, yani mevcut haline gelmeden önde de var olmak
zorundadır. Sühreverdi’nin eleştiri konusu ettiği husus da bu tür bir anlaşılma
tarzıdır.
“Varlık”ın kendi başına mevcut-olması (mevcudiyyet) fikrini Sühreverdi, şu
şekilde reddeder: “Bir şeyin fiilen ma’dum olduğunu varsayalım. İmdi bu şeyin
varlığı (vücudu) ma’dum mudur, yoksa hasıl mıdır? Şeyin kendisinin ma’dum,
varlığının ise mevcut olduğunu söylemek muhaldir. Dolayısıyla o şeyin varlığının
zorunlu olarak ma’dum olması hükmüyle beraber aklen kavranabilir olduğundan
varlığın mevcudiyetinin varlıktan farklı olması gerekir. Aksi halde varlığın zihindeki
tasavvuru ile onun dış gerçeklik dünyasında ma’dum (yani tahakkuk etmemiş) olduğu
hükmünün bir arada bulunması muhaldir. Dolayısıyla “varlık”ın, mahiyet tahakkuk
edip mevcut haline geldiğinde husul eden başka bir şey (başka bir vücud)
aracılığıyla mevcut haline geldiğinin kabul edilmesi gerekir. Bu durumda bu varlık
başka bir varlığı gerektirecek ve böylece ila gayri nihaye (sonsuza kadar) teselsül
edecektir.”199
198 Izutsu, a.g.e., s. 104-105. 199 Sühreverdi, Kitabu’l-Meşari’ ve’l-Mutarahat, nşr. H. Corbin, Opera Metaphiysica at Mystica I
61
Sühreverdi’ye göre Meşşai filozofların, varlığın asli ve bedihi olduğunu,
başka herhangi bir şey tararından tanımlanmasının mümkün olmadığını iddia
etmeleri ise kaçamak bir cevaptan ibarettir. Çünkü gerçekte “varlık” (vücud)
kelimesinin sıradan kullanımında bile ayırt edilebilecek belli bir anlam yahut
anlamlar vardır. “Varlık”ın bütün bu anlamlarının onun itibariliğine delalet etmesi
ise, diyerek devam eder Sühreverdi, dikkat çekicidir.200
“Bu anlamlardan ilki, şu tür önermelerde ifade edilen zamansal yahut
‘mekansal ilişki’lerdir. Bir nesne evde, zihinde, dış dünyada, zamanda vs. vardır.
Burada varlık (vücud) kelimesi ile kastedilen “de” (fi) eki ile tamamen aynı manaya
sahiptir; bir başka ifadeyle dış dünyada fiilen bulunan bir mahiyetin (mahiyet-i
hariciye) zaman ve mekan ile olan ilişkisini ifade etmektedir. Varlık kelimesinin dile
getirdiği bu ilişki bizatihi zihnimizin ürünüdür.
İkinci anlam, özne ve yüklem arasındaki mantıki ilişkidir. ‘Zeyd bir yazar
olarak vardır” (yani ‘Zeyd bir yazardır’) gibi bir dönemde varlık, yüklem ile
önermenin öznenin delalet ettiği harici (dış dünyada bulunan) mahiyet arasındaki
ilişkiyi gösterir.
Üçüncü anlam, hakikat yahut zıttır. Genellikle bir şeyin varlığı ifadesini
kullanır ve bununla o şeyin hakikatini yahut bizatihi kendisini kastederiz. Bu manada
hakikat yahut zat, aklın parçalara ayırıcı faaliyetinin dış dünyada fiilen var olan bir
nesneden (harici mahiyetten) soyutladığı mücerret bir kavramdan başka bir şey
değildir.
Bu üç durumda da varlık (vücud) kelimesi ile ifade edilen şey,
kavramsallaştırma düzeyinde mahiyetler ile irtibatlandırılan “aklî yönler” (irtibat-ı
akliye)dir. Mahiyetler, zihin dışı dünyada bilfiil hale gelmiş gerçek varlıklardır;
fakat varlık, yalnızca zihnimizde zuhur eden ve daha sonra tabiri caizse nesnelerin
objektif yapısında fiilen varmış gibi kabul edilen yön yahut niteliklerdir.”201 Böylece
Sühreverdi, varlığı “aklî yönler” yahut “aklî modlar (cihat-ı akliyye) arasında sayar
içinde, İstanbul 1945, s. 358-359. 200 Sühreverdi, Hikmetu’l-İşrak, s. 65. 201 Sühreverdi, Mutarahat, s. 343.
62
ve imkan, vahdet, mahiyet202 (öz) ve benzeri kavramları örnek olarak verir.203 Varlık
mefhumu kendisine dış geçeklik dünyasında tekabül eden hiçbir somut surete sahip
değildir. Varlık, mahiyetten ancak kavramlaştırıldığı zaman ayrıdır. Kavram öncesi
yahut kavram-dışı gerçeklik dünyasında varlığa karşılık gelen bir fiili ve gerçek
varlık yoktur.
2. Varlık-Mahiyet Ayırımı Eleştirisi
“Varlık” (vücud) ile “mahiyet” arasındaki ayırım hiç şüphesiz İslam
felsefesinin en temel felsefi tezlerinden birisidir. Mübalağasız bu ayırımın müslüman
filozoflar arasındaki ontolojik-metafizik düşüncenin ilk adımını oluşturduğu
söylenebilir; İslam düşüncesisi metafiziğinin tüm yapısının üzerine bina edildiği
temeli bu ayırım sağlar.204 İslam düşüncesinin ilk dönemlerinden itibaren varlık
(vücud)-mahiyet çatallaşması o kadar merkezi bir role sahipti ki, bu düşünce tipik bir
İslami tez olarak Orta Çağlarda batı skolastizminin tarihi teşekkülünü bile derinden
etkiledi.”205 Aynı anda hem Aristoteles’e hem de Yeni-Eflatunculuğa dayanan
Meşşai felsefede varlık-mahiyet arasındaki ayırım tezi açıkça görülmekte206ve bu tez
Sühreverdi tarafından tenkit edilmektedir.
Sühreverdi, Telvihat adlı eserinde varlık-mahiyet ayırımının sadece
zihinsel olabileceğini kabul eder ve Meşşailerin tezini dış dünyayı da kapsayan
gerçek bir ayırım şeklinde anlar. Bu anlayışla yaptığı eleştirilerin hareket noktasını,
“zihni farklılığın fiili ve gerçek farklılığı gerektirmediği” ilkesi teşkil eder.207 Yani
birbirlerinden kavram olarak ayırt edilebilen iki şey, onların dış gerçeklik
dünyasında da ayrı olduklarına delalet etmez. Bu temele binaen “mahiyet” ve
202 Burada Sühreverdi tarafından mahiyet kelimesinin iki farklı manasda kullanıldığını belirtmek
gerekir. 1- Bir şey hakkında “o nedir?” sorusu bu manadaki mahiyet kelimesinin köküdür. 2- Bir şeyi o şey yapan şeye, yani nesnenin en temel hakikatine atıfta bulunan “genel manada” mahiyet; bu iki manadaki mahiyet, ma bihi huve (o şey ile kendisi olan şey) ifadesinden gelmektedir. Bkz. Cürcani, et-Ta’rifat, Konstantiniyye 1300 H. s. 130-131.
203 Sühreverdi, Hikmetu’l-İşrak, s. 64. 204 Izutsu, Toshihiko, İslam’da Varlık Düşüncesi, trc. İbrahim Kalın, İstanbul 1995, s. 111. 205 Goichon, A. Marie, İbn Sina Felsefesi ve Ortaçağ Avrupa’sındaki Etkileri, trc. İsmail Yakıt, İstanbul, 2000, s. 104-114; Hammond, Robert, Farabi Felsefesi ve Ortaçağ Düşüncesine Etkisi, trc. Gülnihal Küken-Uluğ Nutku, İstanbul ,2001, s. 29-30. 206 Farabi, Fusus, nşr. Krm. Daritetu’l-Ma’arif, Haydarabad 1345 H., s. 2-3; İbn Sina, eş-Şifa, el- Medhal, Isagoci I, nşr. İ. Madkour, Kahire 1953, s. 34. 207 Sühreverdi, Telvihat, nşr. H. Corbin, Opera Metaphysica et Mystica I içinde, İstanbul 1945, s. 22.
63
“varlık”ın sadece kavramsal tahlil düzeyinde iki farklı şey olduğunu savunur. Dış
dünyada bunlar iki bağımsız unsurdan mürekkep olmayan tek bir “gerçeklik”tir.208
Hikmetü’l-İşrak adlı eserindeyse “vücud” (varlık) kavramının tamamen itibari
olduğunu ve gerçek bir “mevcut”ta bu “vücud”a tekabül eden hiçbir şeyin
bulunmadığını açıkça ve ısrarla vurguladıktan sonra Meşşailerin varlık-mahiyet
ayırımının dış dünyadaki mevcudatı da kapsayıp kapsamadığı konusunda tereddüte
düştüklerini belirtir ve tezlerindeki müphemliği ima eder.209 Sühreverdi her iki
durumda da bu tezin metafizik bir sistemin temeli olarak savunulamayacağını ileri
sürer ve bu konudaki delillerini sıralar.210 Şimdi Sühreverdi’nin konuyla ilgili
tenkitlerinin ayrıntılarına girmeden önce bu itirazların yerinde olup olmadığı
hususunda Meşşailer’in varlık-mahiyet ayırımıyla ilgili düşünceleri bize yol
göstereceğinden bu tezleri üzerinde durmamız gerekiyor.
İslam felsefesinde “mahiyet” ile “vücud” (varlık)un ayrılması tezi açık
bir biçimde ilk defa Farabi tarafından benimsendi. Bu tezi İbn Sina aynen almış ve
yeniden üreterek sisteminin temel bir parçası haline getirmiştir.211 Bununla beraber
düşüncenin kendisini Aristoteles’e kadar götürmek mümkün.
Aristoteles İkinci Analitikler’inin bir pasajında “mahiyet”i “vücud”tan
çok açık bir biçimde ayırır: “Gerçekte, insanın veya herhangi başka bir şeyin ne
olduğu bilindiği zaman, onun varolduğu da zorunlu olarak bilinir; çünkü
varolmayan bir şeyin ne olduğunu kimse (kelimenin tam manasıyla) bilmez: yalnız
sözün veya ismin, teke-geyik dediğimiz zamanki gibi, ne ifade ettiği bilinebilir, ama
teke-geyik’in ne olduğunu (gerçekten) bilmek imkansızdır. Fakat bundan başka, tarif
bir şeyin ne olduğunu tasdik ve ispat (mevcut olduğunu gösterme) ederse onun var
olduğunu da tasdik ve ispat edebilir mi? Tıpkı ispat gibi tarif de bir tek aynı şeyi
bildirdiğine göre, hem özü, hem de varlığı aynı istidlalle nasıl tasdik ve ispat
edecektir? İnsanın ne olduğu başka bir şey; insanın var olması da başka bir şeydir.
208 A.g.e., s. 21. 209 Sühreverdi, Hikmetu’l-İşrak, nşr. H. Corbin, Opera Metaphysica et Mystica II içinde, Tahran-Paris 1952, s. 64-65. 210 Sühreverdi, Hikmetu’l-İşrak, s. 65-67. 211 Morewedge, Parviz, “Philosophical Analysis and Ibn Sina’s Essence-Existence Distinction”, Journal of The American Oriental Society, XCII, sayı 3, 1972, s. 426.
64
Bundan sonra, yalnız cevherin istisnasıyla herhangi bir nesnenin var
olduğunun zorunlu olarak bir ispatla gösterildiğini ileri sürüyoruz. Ama varlık hiçbir
zaman herhangi bir şeyin cevheri değildir. Demek ki ispatın konusu nesnenin var
olduğu olacaktır. Şimdi, ilimlerin yaptıkları da işte budur: geometrici üçgen
teriminin manasını koyar, fakat onun filan yüklemi haiz olduğunu ispat eder. O halde
özü tarif etmekle ne ispat olunacaktır? Üçgen mi? O halde tarif yoluyla bir şeyin ne
olduğu bilinmekle, onun var olup olmadığı bilinmeyecektir; bu ise imkansızdır.”212
“Bu delilin hülasasını şu şekilde yeniden ifade etmek mümkün. Var
olmayan bir şeyin gerçekten ne olduğunu bilmek imkansızdır. Bir kimse böyle bir
şey hakkında bir şeyler bilse bile bilgisi kelimenin tam manasıyla sınırlıdır. Bu
manada efsanevi bir varlığın bile ne olduğu bilinebilir. Fakat bu, gerçek bir bilgi
değildir. Kelimenin tam anlamıyla “insanın” ne olduğunu bilmek ancak “insan”ın
varolduğu bilindiği zaman mümkündür. Fakat böyle bir bilgi sadece tanım yoluyla
elde edilemez. Bir kimseye bir tanım verildiğinde bile bu nesnenin gerçekten varolup
olmadığını bilemez. O şeyin varlığı ispat ile gösterilmelidir. Çünkü (tanım tarafından
verilen) bir-şeyin-ne- olduğu, onun-varolmasından farklıdır.”213
Açıkça görüldüğü gibi bu pasaj İbn Sina ’nın bir “mahiyet”in kurucu
bir unsur olarak kendi içinde “vücud”unu ihtiva etmediği, yani bir başka ifadeyle bir
“mahiyet”in “vücud”unu tazammun etmediği tezini hatırlatmaktadır.214 Fakat önemli
bir farklılık bu iki düşünürü birbirinden ayırır. İktibas ettiğimiz pasajın ilk kısmında
da görüldüğü gibi bu ayırım, Aristoteles’in metafizik sisteminde önemli bir rol
oynamaz. Aristoteles’in birincil, daha doğrusu yegane meselesi fiilen varolan
“mahiyet”ler yahut gerçek “varlıklar” ve özellikle hakkında gerçek bir bilgiye sahip
olabildiğimiz fiili “cevherler”dir. Bu sistemde gerçek bir “mahiyet” yahut gerçek bir
“cevher”, gerçek olduğu müddetçe kendi “vücud”unu tazammun eder. “Vücud” da
en baştan gerçek bir “mahiyet”in gerçek olması, onun mevcut olmasından başka bir
şey değildir.215
212 Aristoteles, Organon IV, İkinci Analitikler, çev. H. Ragıp Atademir, İstanbul 1967, s. 100- 101. 213 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 114. 214 İbn Sina, eş-Şifa, el-Medhal, Isagoci, s. 15, 34. 215 Morewedge, Parviz, “Ontology: Greek Sources of Some Islamic Philosophies of Being and Existence”, Essays in Islamic Philosophy, Theology and Mysticism içinde, ed. P. Morewedge, New York, 1995, s. 57.
65
“Aristoteles’in ilgilendiği dünya fiilen var olan bir dünyadır; var olan
şeylerin dünyasıdır. Bu var olmayabileceğini de düşünmemizin mümkün olduğu bir
dünya değildir. İncil yahut Kur’an’daki manada alemin yaratılışı Aristoteles için bir
sorun teşkil edemezdi çünkü onun kavradığı dünya, var olmama ihtimali olmayan bir
dünyadır; yani başı olmayan bir geçmişte var olmamasının mümkün olmadığı bir
dünyadır. Bu tip bir metafizik sistemde “mahiyet” ile “vücud” arasındaki ayırım ve
ilişki problemine yer yoktur çünkü var olmayan “mahiyet”ler ta en baştan
dışlanmıştır. Bu sistemde cevherlerin ontolojik yapısı, eşyanın oluşumunun zaten
tamamlandığı seviyede değerlendirilir. Bu sistemde cevher, tıpkı mahiyet, vücud ve
birlik kavramlarının ayniyeti gibi hiçbir boşluğa imkan tanımayan ontolojik bir blok
olarak kavranır.”216
“Aristoteles burada atıfta bulunulan düşünceyi yani “cevher”in hiçbir
boşluk olmaksızın ontolojik bir blok olarak kavrandığı ve “mahiyet” “vücud” ve
“birlik”in birbirleriyle tamamen bir bütün oluşturduğu görüşünü Metafizik’inin
dördüncü kitabındaki bir pasajda çok açık bir biçimde ifade etmektedir. Aristoteles
burada “insan”ı bir “mahiyet”in örneği olarak ele alır ve birtakım ilginç eşitlemeler
ortaya koyar:”217 “ ‘Bir insan” ve ‘insan’ aynı şeydirler. ‘Varolan insan’ ve ‘insan’
da aynı şeydirler. Sadece ‘o, bir insandır’ demek yerine, kelimeyi iki defa
tekrarlayarak ‘o, varolan bir insandır’ desek, farklı bir şey ifade etmiş olmayız. Aynı
şekilde ‘varolan bir adam’ da ‘varolan adama’ hiçbir şey eklemez. O halde bütün bu
durumlarda sözü edilen eklemenin aynı şeyi ifade ettiği ve Birlik’in ‘Varlık’ dışında
hiçbir şey olmadığı açıkça görülmektedir.”218
Burada “varolan insan”la ifade edilen “varlık”la, “bir insan”la ifade
edilen “birlik”in özdeşliğini ortaya koymak söz konusudur. Burada “varolan” ve
“bir”, kavram düzeyi dışında birbirlerinden ayrılamazlar ve “mahiyet”le beraber
ikisi birden hiçbir iç boşluğu olmayan bir bütün oluştururlar.
Bununla beraber Aristoteles’in varlık-mahiyet ayırımını telkin ettiği
ya da böyle bir meseleyi asla ortaya atmadığını savunan farklı yaklaşımlar
216 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 114-115. 217 A.g.e., s. 115 218 Aristoteles, Metafizik, çev. Ahmet Arslan,İstanbul 1996, s. 193, (1003b 26-27).
66
mevcuttur219. Bu tür farklı yaklaşımların bizzat Aristoteles’in kendi ifadelerinden ya
da Latince çevirilerinden kaynaklandığı söylenebilir.220 Aristoteles’in varlık-mahiyet
ayırımını telkin ettiğini savunan görüş, Aristoteles’in kullandığı ve İslam
düşüncesinde mahiyet (öz) ve cevher terimleriyle karşılanan221 iki temel kavram
irdelenerek temellendirilmeye çalışılır.222
Aristoteles’e göre cevher kendi başına ve diğer şeylerden bağımsız bir
şekilde var olabilir.223 Bilindiği gibi Aristoteles’te kategoriler var olmanın kiplerini
gösterir. Bu kipler arasında ilk sırayı cevher almaktadır ve bu durum pek çok
felsefecinin de belirtmiş olduğu gibi, Aristoteles’in anlaşılmasını
güçleştirmektedir.224 Bunun temel nedeni, cevherin iki farklı anlamının olmasıdır.
Birincisinde, cevher bir “bu”dur; bireysel bir varlıktır ve başka bir şeyin
tanımlanmasında kullanılamaz. İkincisinde, cevher bir kategori olarak
“ayrılabilir”dir.225 Öyleyse bizim cevher dediklerimiz, hem bir “bu” olarak tikeldir
ve gösterilebilir, hem de bağımsız ve ayrılabilir varlık sahibi şeylerdir.226 Şüphesiz
Aristoteles’in cevher kavramının tek olası yorumu bu değildir. Çünkü diğer bir
yoruma göre Aristoteles formun gerçekte maddeden ayrılabilir olduğunu söylemek
istemiyor; onun sadece zihinsel olarak ondan ayrılabilir olduğunu kasdediyor.227
Cevherle ilintili, ancak ondan farklı bir diğer kavram da “mahiyet”
(öz)tir. Yunanca metin göz önüne alınırsa, Aristoteles cevher için “ousia”yı, öz
içinse genelde “to ti en einai” (ne ise o, olduğu şey) deyimini kullanmıştır.
Unutmamak gerekir ki, cevher ve mahiyet terimleri Latince’ye çeviri sürecinde
ortaya atılmış olduğundan asıl metindeki anlamı her yerde tam olarak karşılayıp
karşılamadıkları tartışmalıdır. Dahası günümüz Yunanca’sı göz önüne alınırsa, ousia
219 Morewedge, Parviz, Philosophical Analisis and Ibn Sina’s Essence Existence Distiction, JAOS, XCII, sayı 3, 1972, s. 425-426. 220 Baç, Murat, “Aristoteles’in Öz ve Töz Kavramları Üzerine”, Felsefe Dünyası içinde, sayı 12, Temmuz 1994, Ankara, s. 64. 221 Morewedge, Parviz, Ontology: Greek Sources of Some Islamic Philosophies of Being and Existence, s. 54. 222 Atay, Hüseyin, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Ankara, 1983, s. 66. 223 Aristoteles, Metafizik, s. 307, (1028a 34). 224 Morewedge, Parviz, Ontology: Greek Sources of Some Islamic Philosophies of Being and Existence, s. 57. 225 Aristoteles, Metafizik, s. 254-255 (1017b 24). 226 Baç, Murat, “Aristoteles’in Öz ve Töz Kavramları Üzerine”, s. 63. 227 Ross, David, Aristoteles, çev. Ahmet Arslan-İ. Oktay Anar-Özcan Y. Kavasoğlu-Zerrin Kurtoğlu, İstanbul , 2002, s. 195.
67
cevher anlamının yanı sıra mahiyeti de içermektedir.228 Bu koşullarda en iyi
çözümün Aristoteles’in kendi metinlerine gitmek olduğu düşünülebilir. Ancak, bu iki
sözcük arasındaki ilişkiyi tam olarak belirleyebilmek bir Aristoteles meraklısı için
gerçek bir serüvendir. Metafizik kitabındaki tanımlamalara bakarsak: “Tanımda ifade
edilen mahiyet de her şeyin cevheri olarak adlandırılır”229; “Mahiyet, mutlak
anlamda cevhere aittir”230; “Maddi –olmayan cevherden de mahiyeti
kastediyorum”231; “Her varlığın ne olduğunu bilmek, onun mahiyetini bilmektir”232
ve bir şeyin tanımı o şeyin özünü dile getirir. Aristoteles’te madde bilkuvveliği form
ise bilfiilliği temsil ettiğine göre, bilkuvvelikten bilfiilliğe doğru, bilgilenmenin daha
olanaklı olacağını düşünebiliriz. Bu da mahiyetin, yani cevherin bilinebilir kısmının,
ortaya çıkışı olarak görülebilir.233
Bizim açımızdan önemli olan nokta Aristoteles’in gözardı ettiği “vücud” ile
“mahiyet” arasındaki kavramsal farkın müslüman filozoflar için ana mesele haline
gelmesidir. İbn Sina ’nın ünlü “vücud”un “mahiyet”in bir “arazı” olduğu tezi
meseleye bu anlayışla yaklaşıldığı zaman bihakkın anlaşılabilecektir. Fakat İbn Sina
’ya gelmeden önce Farabi’nin bu konudaki görüşünü ele almalıyız.
Daha önce de belirttiğimiz gibi “mahiyet” ve “vücud” ikilemini İslam
felsefesine açık bir biçimde sokan ilk kişi Farabi’ydi. Farabi bu hususu şöyle dile
getirir: “Bir şeyin mahiyeti, mahiyete arız olan varlığın sebebi olamaz. Çünkü
nedenin varlığı, nedenlinin varlığının sebebidir. Mahiyetin biri veren biri alan iki
varlığı yoktur ve iki şeyden her biri diğerinin nedeni olamaz.”234 “Varlık, mahiyetleri
meydana getiren unsur (mukavvim) olmayıp, onlara lazım (gerekli) olan şeydir.
Ancak ilk varlığın inniyetten başka mahiyeti olmadığı için onun varlığı hakikat
olmaktan ibarettir.”235
228 Baç, Murat, a.g.m., s. 64. 229 Aristoteles, Metafizik, s. 254 (1017b 20). 230 Aristoteles, Metafizik, s. 317 (1030a 29). 231 Aristoteles, Metafizik, s. 330 (1032b 14). 232 Aristoteles, Metafizik, s. 325 (1031b 20). 233 Baç, “Aristoteles’in Öz ve Töz Kavramları Üzerine”, s. 64. 234 Farabi, Şerhu Risalet-i Zenon el-Kebir el-Yunani, nşr. Krm. Dairetu’l-Ma’arif, Haydarabad 1349
H., s. 4. 235 Farabi, et-Talikat, nşr. krm. Dairetu’l-Ma’arif, Haydarabad 1346 H., s. 6.
68
Bu konudaki en önemli nokta, bu iki unsur arasındaki ilişkiyi tasvir
ederken Farabi’nin ariz yani dışarıdan uruz eden ve lazım yani ayrılamaz yahut zati
nitelik kelimelerini kullanmış olmasıdır. Ariz kelimesi aynı kökten gelen ve
Kategorilerde bir cevherin arazi özelliği manasını taşıyan araz kelimesiyle aynı
anlamda değildir.
“Farabi’nin geliştirdiği kanıttaki anahtar nokta ariz kelimesidir ve bu
zihni karmaşaya yol açan müphem bir kelimedir. ‘Mahiyet’e uruz eden ‘vücud’tan
bahsettiğinde Farabi, zihinde yani aklın somut bir nesneyi kavramsal unsurlarına
ayırdığı kavramsal tahlil düzeyinde vuku bulan bir olaya mı atıfta bulunuyor? Yoksa
zihin-dışı gerçeklik dünyasında vuku bulan gerçek bir olaydan mı bahsediyor?
Farabi’nin kendisi bize açık bir cevap vermiyor. Bizim sonucumuz Farabi’nin ikisini
de kasdettiği ve ariz kelimesinin bir dönüm noktasına yahut birinci düşünme
düzeyinden ikincisine geçişe işaret ettiğidir.”236
Burada bir noktayı belirtmemiz gerekiyor. Bazı kimselerin anladığı
gibi “arız olma” sözünden cevhere karşıt olan, bazen veya daima bulunan, fakat
bulunmamakla cevherin özdeşliğinde bir değişiklik yapmayan manada mantıktaki
araz kastedilmemiştir. “Ariz olmak”tan, vuku bulmak, hadis olmak, meydana
gelmek, ortaya çıkmak gibi sözlük manası kastedilmiştir. İşte mahiyetin de ortaya
çıkmasına, var olmasına varlığın ona arız olması denmiştir.237 Farabi’nin “varlığın
başkasından olması kendisine ariz olur”238 ifadesi bunu gösterir. “Varlık” eğer
mahiyetle birleşiyorsa, iki ayrı birer varlık olan yan yana gelme anlamına olmayıp
iksi bir anda tek bir varlık olarak ortaya çıkıyor ve varoluyor demektir. Bu noktada
varlığın mahiyetten önce gelmesi söz konusu değildir. İkisi aynı anda vuku bulan bir
olaydır ki, buna yaratma (ibda) demek doğru olur. Zaten Farabi’nin bu ayırımı
yaratmayı açıklamak için icad ettiği görülüyor.239 Bu husus Fusus adlı eserinde daha
açık bir şekilde gözlenmektedir: “Etrafımızda bulunan bir nesnenin bir ‘mahiyet’i bir
de ‘varlık’ı (hüviyeti)240 vardır ‘Mahiyet’i ‘varlık’ı ile aynı değildir ne de varlığın
236 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 116. 237 Atay, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, s. 19. 238 Farabi, Daavi’l-Kalbiyye, nşr. Krm. Dairetu’l-Ma’arif, Haydarabad, 1349 H., s. 2. 239 Atay, Hüseyin, a.g.e., s. 73. 240 Farabi’nin burada vücud (varlık) yerine kullandığı hüviyet kelimesi üç anlama sahiptir: 1) Bir nesnenin zihin-dışı dünyada bütünüyle tahakkuk ettiği durum ya da somut ve cüz’i gerçeklik, 2) Bir nesneyi bu tahakkuk durumuna getiren şey. Bu ikinci manada hüviyet, vücud’un müteradifidir ve
69
içine dahildir. (Örneğin) insanın mahiyeti varlığıyla aynı olsaydı, insanın mahiyetini
zihnimizde canlandırdığımızda, onun varlığını da canlandırmış olmamız gerekirdi.
Yani insanın ‘ne-liğini’ zihnimizde tasavvur ettiğimizde (yalnız bunun için) ‘dır-
lığını’ da temsil etmiş olacak, yani varlığını bilecektik. Oysa her tasavvur (mahiyeti
zihinde temsil etme faaliyeti) tasdiki (zihinde temsil edilen mahiyetin varlığına delili)
gerektirir.”241
Burada Aristoteles ile Farabi arasındaki fark ilgi çekicidir. Yukarıda
da geçtiği gibi Aristoteles var olduğunu bilmeden bir nesnenin mahiyetini kelimenin
tam anlamıyla bilmemizin mümkün olmadığından bahseder. Farabi’ye göreyse eğer
mahiyet varlıktan başka bir şey olmasaydı her mahiyeti zihinde temsil etme faaliyeti,
zorunlu olarak onun var olduğu hükmünü de beraberinde getirecekti. Zira bir
mahiyetin temsili, yalnız bunun için varlığının temsili olurdu.
“Varlık da bu nesnelerin mahiyetine dahil değildir. Aksi halde varlık
onların asli bir kurucu unsuru olur ve bir mahiyetin temsili onsuz (varlıksız) eksik
olurdu. Bu durumdaysa varlığı mahiyetten zihinde bile ayırmak imkansız hale
gelirdi; öyle ki mesela varlık ile insan, bir cisim olma ve bir canlı olma ile aynı
değerde olurdu. Böylece nasıl insanı insan olarak anlayanlar, onun bir cisim yahut
bir canlı olduğundan şüphe etmiyorlarsa –eğer bir cisim yahut canlı ile ne
kastedildiğini gerçekten anlıyorlarsa- aynı şekilde onun mevcut olduğundan da hiç
şüphe etmeyeceklerdir. Fakat olmadıkça (onun varlığından) şüphe edeceklerdir.
Varlık veya “dır-lık” hiçbir mevcut nesnenin kurucu unsurlarından olmayıp gerekli
(lazım) arazlardandır. Aynı şekilde mahiyete sonra katılan (lahik) bir şey de
değildir242. Bir mahiyete (zata) katılan tüm levahikler (sonradan katılan) iki kısma
Farabi kelimeyi bu anlamda kullanmaktadır. 3) Hüviyete işaret etmek için kullanılan huve (o) zamiri Arapça’da konu ile yüklemi birbirine bağlayan bir bağ edatıdır. Bu konuda Farabi şunları söyler: “Bir şeyin hüviyeti, özdeşliği (ayniyet), birliği, taşahhusu, özelliği (hususiyet) ve kendisine ait ferdi varlığı demektir. Bundan dolayı huve (o) dendiği zaman, onun hüviyetine, özel varlığına, hiç kimsenin ortak olmadığı kimliğine delalet edilir. Huve’nin manası ‘birlik’ ve ‘vücud’ (varlık)tır. Zeyd katiptir’ dediğimizde Zeyd katip olarak vardır’ kastedilir. Huve bir bağ edatıdır. Gerçek manası vücud (varlık)tur. Bağ denmesinin sebebi iki manayı birbirine bağlamasından dolayıdır.” Bkz. Farabi, et-Talikat, s. 21. 241 Farabi, Kitabu’l-Fusus, s. 2. 242 Bu “mahiyete sonradan katılan bir şey de değildir” cümlesinin amacı varlığın bir lazım olmasını açıklamaktır. “Sonra” (ba’d) eki bizi varlığın, mahiyete, mahiyet tahakkuk ettikten sonra eklenen bir araz olduğu şeklinde yanlış bir düşünceye sevketmelidir. Varlığın mahiyete eklenmesi bu tahakkuktan öncedir. Aslında Farabi’nin söylemek istediği bu eklenmenin ne önce ne de sonra yani mahiyetin tahakkuku ile aynı anda olduğudur. Bkz. Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 124.
70
bölünebilir: 1) Bir mahiyete (zat) mahiyetin kendisi dolayısıyla eklenen ve onda
kalanlar (yelzumhu), 2) Mahiyetin dışındaki bir şey dolayısıyla ona eklenenler.
Henüz var olmayan için, varlığıyla tabi olan bir şeyin lüzumundan
bahsedilemez. Aynı şekilde “husul”un ona (yani mahiyete), bu mahiyetin
tahakkukundan sonra lüzumu ve “varlığın” mahiyete, mahiyetin varlığından sonra
lüzumu da muhaldir. Aksi halde onun kendinden önce (yani mevcut olmasından
önce) var olduğunu söylememiz gerekirdi. Böylece varlığın mahiyete mahiyet
dolayısıyla lahik olan (nitelikler)den biri olması mümkün değildir. Bir şey ancak
tahakkuk halinde olduğu zaman kendi niteliklerinin sebebi olabilir. Bir şey ancak
tahakkuk ettiğinde birtakım şeyler (yani nitelikler) ona uruz eder ve o şey bu
niteliklerin sebebi olur. Çünkü bir niteliğin uruz ettiği ve bu niteliği gerektiren nesne,
(bu niteliğin) sebebidir. Ve bir sebep, zorunlu olmadıkça ‘sebep olduğu şeyi’
gerektirmez. Fakat bu şey var olmadan zorunlu olamaz. Hülasa bir şeyin varlığının
bizzat kendi mahiyeti olması hariç varlık hiçbir zaman bir mahiyetin gerektirdiği bir
şey olamaz. Tüm bunlar göstermektedir ki, varlığın zuhur ettiği kaynağın mahiyetten
başka bir şey olması gerekir. Çünkü herhangi bir şeye uruz eden her niteliğin
kaynağını ya bu şeyin kendisinden ya da başka bir şeyden alması gerekir.
Dolayısıyla varlığın mahiyete mahiyetin dışındaki bir şeyden gelmesi gerekir. Varlığı
mahiyetinden ayırt edebilen ve kurucu unsurlarından biri olmayan her şey, varlığını
kendisinin dışındaki bir şeyden alır. Ve (sebepler zincirinin) mahiyeti vücudundan
ayırt edilemeyen bir Mebde’de nihayete ermesi gerekir.”243
Bu hayli uzun pasaj hem Farabi’nin İbn Sina düşüncesi üzerinde
yaptığı etki hem de varlık-mahiyet ayırımının İslam düşüncesindeki metafizik
düşüncelerin müteakip gelişiminin kavranması açısından son derece önemlidir.
Farabi, tıpkı Aristoteles gibi işe asıl gerçeklik kabul ettiği varlıklardan
başlar. Somut olarak varolan bir nesneyi “mahiyet” ve “vücud” diye tahlil etmeye
girişir. Bir “mahiyet” olarak “mahiyet”i “vücud”unu hesaba katmadan zihnimizde
canlandırabileceğimiz gözlemine dayanarak mahiyetin temel itibariyle varlıktan ayrı
olduğunu ileri sürer. Bir nesnenin mahiyetinin varlığını tazammun etmediğini
söyleyerek devam eder; yani mesela “bir beden-olma” ve “bir insan-olma”nın
243 Farabi, Kitabu’l-Fusus, s. 3.
71
“insan”ın mahiyetinin kurucu unsurlarını teşkil etmesi anlamında varlık, mahiyetin
zati bir kurucu unsuru (mukavvim) değildir. Farabi buradan “vücud”un bir ariz yani
mahiyete uruz eden (eklenen) arızi bir nitelik olduğu neticesine varır.244
Açıkça görüldüğü gibi bu kanıt fiili bir nesnenin akli tahlil
düzeyindeki kavramsal yapısıyla ilgilidir ve buradaki “uruz”, kavramlar dünyasında
tahakkuk eden bir olaydır. Fakat bu kanıtın devamında gerçek ve fiili bir
“mevcud”un salt kavramsal yapısından onun zihin-dışındaki objektif yapısına doğru
bir geçişin olduğu gözlenmektedir. Geçiş noktası ariz kelimesi ile tebarüz
etmektedir. Bir başka ifadeyle Farabi bir anlamda “vücud”un “mahiyet”e dış
söylemektedir. Bu noktada delilin çok belirgin bir teolojik renge bürünerek zımnen
bir yaradılış ve Yaratan ile yaratılan arasındaki ilişki meselesi haline gelir. Varlık ile
mahiyet arasındaki ilişki açısından bakıldığında, Yaratıcı, mahiyeti bizzat varlığı
olan varlık olarak algılanırken, yaratılmış varlıklar, sadece mahiyetleri varlıkları ile
özdeş olmayan değil fakat aynı zamanda kendi varlıklarının sebebi olma imkanı
bulunmayan varlıklar olarak değerlendirirler. Yaratılmış varlıkların vücudunun
onlara başka bir kaynaktan (uruz etmesi) yani vücud verici olan Yaratıcı’dan gelmesi
gerekir.
Farabi’ye göre somut bir varlık kendi içinde hiçbir boşluğa imkan
tanımayan ontolojik bir bloktur; dolayısıyla somut gerçeklik alanında bu iki unsura
yer yoktur. Yukarıdaki kavramsal ayırımı somut olarak varolan bir nesneye
yansıttığımız zaman bu somut nesnenin “mahiyet” ve “varlık”tan mürekkep olduğu
söylenebilir. Ancak bu noktada varlığın yaratıcı Mebdeinden zuhur edip mahiyete
uruz ettiğini (eklendiğini) söyleyebiliriz.245
İbn Sina ’nın yaptığı sadece mahiyet-varlık ikilemini tevarüs edip
sürdürmek oldu. Fakat skolastik felsefe tarihi boyunca bu tez İbn Sina ile o kadar
yakından irtibatlandırıldı ki, bunun genellikle tipik bir İbn Sinacı tez olduğu kabul
edildi.246
244 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 118. 245 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, 119. 246 Morewedge, Parviz, “Philosophical Analysis and Ibn Sina’s Essence-Existence Distinction”, s. 426- 427.
72
İbn Sina varlık-mahiyet ayırımını Farabi’nin kullandığı aynı delile
başvurarak ispatlar. “Bir üçgenin manasını anladığın halde onun dış dünyada
“varlık” ile mevsuf olup olmadığından yahut bir “mevcut” olup olmadığından şüphe
edebilirsin. Üçgeni zihninde bir çizgi ve düzlemden mürekkep olarak canlandırmana
rağmen bu böyledir. (Üçgeni bu şekilde zihninde canlandırmana rağmen) onun
mevcut olup olmadığını bilmeyebilirsin.”247
“Bir mahiyete sahip olan her şey dış dünyada bir “mevcut” olduğu
zihinde bir temsil olarak tüm cüzleri hazır bulunduğu zaman tahakkuk eder. Yani
eğer “varlık”, mahiyetin kurucu unsurlarından biri olsaydı, diğer kurucu unsurlarla
beraber bulunur ve herhangi bir şekilde tahakkuk etsin veya etmesin mahiyetten
ayırt edilemez olurdu. Mesela, “insan-olmak” (insaniyyet) kendi başına hakikat ve
mahiyettir ve dış dünyada yahut zihinde varolması onun kurucu bir unsuru
(mukavvim) değil fakat ona eklenmiş bir şeydir. Eğer bu (varlık) mahiyetin kurucu
bir unsuru olsaydı kurucu unsuru olmadan (mahiyetin) manasının zihinde tahakkuk
etmesi imkansız olurdu. Keza insan-olmak mefhumunun zihinde bir mevcut olarak
tahakkuk ettikten sonra, dış dünyada varlığa (somut bir gerçekliğe) tekabül edip
etmediğinden şüphe etmek muhal olurdu. Şüphesiz “insan” kavramında gerçek
varlığa ilişkin şüphenin doğması mümkün değildir. Fakat bu, “insan” mefhumunun
kendisinden değil onun cüzlerini (yani tek tek insanları) duyu-algısı yoluyla
tanıdığımızdan dolayı böyledir”.248
Böylece Farabi’yi izleyen İbn Sina “mahiyet” ile “varlık” arasındaki
ayırımı bu şekilde ortaya koyar. Bu metafizik sistemde “varlık” (vücud) yalnızca
“mahiyet”in zati yapısına atıfta bulunarak açıklanabilecek bir şey değildir. “Varlık”,
“mahiyet”ten fazla bir şeydir, ona eklenmiş (zaid) bir şeydir.
İbn Sina , Farabi gibi varlığı mahiyetin “arazı lazım”ı olarak kabul
ediyor. “Arazı lazım mahiyetle beraber bulunur (musahaba), fakat onun kurucu bir
unsuru değildir.”249 Burada İbn Sina “araz”ı zuhur etmek, ortaya çıkmak, oluvermek
gibi anlamlara gelen sözcük anlamında250 kullanmaktadır. “Lazım” ise ayrılmayan,
gerekli mutlaka bulunması ve beraberliği zorunlu olan demektir. Burada varlık 247 İbn Sina, el-İşarat ve’t-Tenbihat, nşr. Süleyman Dünya, Kahire 1947, c. III, s. 32. 248 İbn Sina, İşarat, c. III, s.31-32. 249 A.g.e., s. 33. 250 İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, c. II, s.738
73
(vücud) mahiyetin arazı lazımı olunca, araz da ortaya çıkmak, meydana gelmek
anlamında kullanılmış olduğuna göre mahiyetin varlıkla ittisaf etmesi, onun ortaya
çıkması, meydana gelmesi demektir. Bundan dolayı mahiyet varlıkla ittisaf etmeden
önce mevcut değildir. Burada “musahaba”nın manası beraber, aynı anda varolurlar
anlamını taşımaktadır. Mahiyet konu (mevzu) ve varlık ona yüklem olmuş
manasında değildir. Varlık mahiyetin bir niteliği olup sonra o niteliğin yerini başka
biri alacak anlamında olduğunu düşünmek doğru değildir. Mahiyetin varolması
hadisenin kendisidir.
“Varlık, inniyeti olmayan mahiyetin kurucu unsuru olamaz. Bundan
dolayı varlık (arazı) lazım olur.”251 Burada İbn Sina “lüzum”u açıklığa
kavuşturmaktadır. Bu, mahiyetin “varlık”tan önce mevcut olmadığını açık bir surette
ortaya koyuyor. Bundan varlığın mahiyetten ayrı ve ondan artık, zaid bir şey
olduğunu ve varlıktan önce mahiyete varlık verilemeyeceğini gösteriyor. “Lüzum
sözümüzün manası, onu varlığa tabi kılmaktır. Tabi olan ancak varolana tabi olur.
Eğer varlık mahiyete tabi ise ve mahiyete, mahiyetin kendisinden dolayı gerekli ise,
varlık varolmasında bir varlığa tabi olmuş olur. Varolmasında bir varlığa tabi olan
bir şeyin tabi olduğu şey, gerçekten kendisinden önce bulunur. Buna göre mahiyet
gerçekten varolmadan önce varolmuş olur ki bu saçmadır. O halde varlık mahiyete
bir sebepten dolayı arız olmuştur.”252
Burada İbn Sina’nın varlık-mahiyet ayırımını, yaratma nazariyesini temellendirmek için savunduğu görülüyor. Varlık, mahiyete dışarıdan, bir nedenden gelmiştir. Mahiyet varlıkla ittisaf etmeden önce yoktur.
“Araz” kelimesinin, bir varlığın Tanrı ile olan özel ve kendine özgü
münasebetini gösteren manası dışında, “araz”ın İbn Sina ’ya göre alışılmamış bir
başka felsefi anlamı daha vardır. Somut bir varlığın mahiyeti (özü) veya hususi
formuyla olan ilişkisi hakkında da İbn Sina araz kelimesini kullanır. “Araz”
teriminin bu şekilde kullanılışı İbn Sina felsefesinde oldukça yaygındır ve onun
hakiki anlamını bilmeden yola çıkılırsa kaçınılmaz olarak İbn Sina ’nın bazı temel
görüşlerini yanlış yorumlamamıza yol açar.253 “Şeyler, aklen algılandığı zaman,
akılda onlara dışarıda bulunmayan birtakım nitelikler arız olur. Bunlar tümellik, 251 İbn Sina, eş-Şifa, el-İlahiyat, nşr. İ. Madkour, Kahire 1960, c. II, s. 347. 252 A.g.e., s. 347. 253 Rahman, Fazlur, “İbn Sina”, çev. Osman Bilen, İslam Düşüncesi Tarihi içinde, ed. M.M. Şerif, c. II, İstanbul 1990, s. 104.
74
tikellik, zatilik, araz, cins, fasıl, yüklem olma, konu ve buna benzer niteliklerdir.”254
Şimdi, eğer iki kavram açıkça birbirinden tefrik edilebiliyorsa, bunlar iki ayrı anlama
işaret ediyor demektir. Ne zaman ki, bu tür iki kavram bir şeyde birleşirse İbn Sina
bunların karşılıklı ilişkilerini arızi olarak niteler, yani bunlar, ayrı ayrı varolmaları
gerektiği halde bir araya gelmişlerdir. Mahiyet ve varlık, küllilik ve mahiyet
arasındaki durum böyledir.
Bu husus İbn Sina ’nın külliler meselesi bağlamında ortaya attığı
“tabiat” yahut tabii külli teorisinde açıkça gözlenmektedir. İbn Sina ’ya göre: “
‘tabiat’ dış dünyada bulunan bir varlık ve fiilen külli (tümel) olamaz.”255 Bu iddiaya
göre her mahiyet, mahiyet olması açısından ele alınmaya imkan tanır. Bir mahiyet bu
yönüyle ne birdir ne çok, ne küllidir ne cüz’i ve ne zihinseldir ne de dış dünyaya
aittir256. Örneğin, “Üçgenin üç iç açısının iki dik açıya eşit olması üçgenin zihinde
veya dış dünyada mevcut olmasından dolayı değildir; üçgenin üçgen olmasından
dolayıdır.”257 Bu varlık ile madum arasındaki ayırımın fevkindedir. Böyle bir
durumda bulunan mahiyete “tabiat” denir.
İbn Sina , mahiyete üç şekilde bakılabileceğini söyler ve sonra onun
zihin içi ve dışı sahada mevcut olabileceğini ileri sürer: Mahiyetin 1) Tüm zahiri
taayyünlerinden bağımsız olarak mutlak bir saflık hali içerisinde
değerlendirilebilmesi; keza aynı mahiyetin 2) dış dünyada cüz’i varlıklar halinde
tahakkuk etmiş olarak ve 3) Zihinde canlandırılmış olarak ele alınabilmesi.258 Burada
küllilik ve cüz’ilik mahiyete arız olur, yani mahiyet mantıkça cins, tür ve fasılla
nitelenir ve bu durumda artık mahiyet “kendinde mahiyet” olmaktan uzaktır ve
zihinde mahiyettir.259 İbn Sina bir ve aynı mahiyetin bu üç farklı yönüne mahiyeti
ele almanın üç yolu (itibarat-ı selase) der.260 İtibar kelimesi bir şeye subjektif tarzda
bakma anlamına gelir; yani itibar aklın analitik faaliyetinin bir ürünüdür. Ele alınan
nesnenin bu yönü aslında öncelikle öznenin kendisinde bulunur, fakat daha sonra
sanki söz konusu nesnenin objektif bir yönü imiş gibi asli bütünlüğüne göre yeniden 254 İbn Sina, el-Şifa, el-İlahiyat, c. I, s. 140. 255 İbn Sina, el-Şifa, el-İlahiyat, c. I, s. 209. 256 Marmura, Michael E., “Quiddity and Universality in Avicenna” Neoplatonism and Islamic Thought içinde, ed. Parviz Morewedge, New York 1992, s. 85. 257 İbn Sina, el-Şifa, el-Medhal, s. 34. 258 A.g.e., s. 15. 259 Marmura, a.g.m., s. 85. 260 İbn Sina, el-Medhal, s. 15.
75
teşekkülü için böyle bir halde bulunan mahiyete, varlığın dışarıdan eklenmesi
gerektiğini ileri sürdüğü söylenebilir.261
İbn Sina ’ya göre mahiyetler Tanrı’nın zihninde veya Faal Akıl’da
onların harici dünyada tek tek varlıklar tarafından temsil edilmelerinden önce
mevcutturlar ve mahiyetler bizim zihnimizde bu ferdi varlıklardan sonra yer alırlar.
Fakat mahiyetlerin bu iki varlık seviyesi birbirinden oldukça farklıdırlar. Gerçek bir
varlık olarak mahiyet ne külli ne de cüz’idir, ama sırf bir mahiyettir. Bu itibarla İbn
Sina ’ya göre mahiyete yüklenen veya mahiyette bulunan külliliğin ve cüz’iliğin her
ikisi de “arazlar”dır.262 Onun hakkında küllilik yalnızca bizim zihnimizde oluşur ve
İbn Sina küllilere tam manasıyla fonksiyonel açıdan bakıyor: Zihnimiz küllileri veya
genel kavramları soyutlayarak bunlar sayesinde bir gruba giren nesneler için bunlara
tekabül eden zihni şemalar kurarak değişmeler dünyasını özet olarak ve ilmen görür.
“Cüz” ve fert olan Zeyd’in varlığı bilinmesinin sebebidir. Bunun için onun yok
olması ile onu bilmem de yok olur."263 Harici dünyada mahiyetler (öz) mevcut
değildir, yalnız bir çeşit mecazi anlamda mevcutturlar. Dış dünyadaki varlıklar ikisi
birbirine benzemeyen, kesinlikle birbirinin aynı olmayan somut ferdi nesnelerdir. İbn
Sina şöyle der: “Cüz’i, aynileşmiş bir mananın, birçok şeyde bulunması
imkansızdır. Mesela Amr’da bulunan insanlığın aynısı bizatihi Zeyd’te de mevcut
ise, Zeyd’te bulunan bütün özellik ve niteliklerin de Amr’da olması gerekir.”264 Buna
göre “mutlak insanlık” Amr’ın insanlığı değildir. Mahiyetin (özün) her bir fertte
esaslı bir değişikliğe uğradığı açıktır. Eğer özü külli bir kavram olarak düşünürsek
somut gerçekliği olan varlık özün üstünde ve ondan ayrı bir şey demektir; varlık öze
eklenmiş bir şey veya özün bir “araz”ı demektir.265
Burada İbn Sina Aristoteles’in, “madde bir şeyin özüne dahildir, aksi
takdirde biz sadece onun bir parçasını tarif etmiş oluruz” anlayışına karşı hem
maddeyi, hem formu tarifi oluşturan parçalar sayarsak, bir şeyin gerçek varlığına
veya bilgisine ulaşamayacağımızı savunmaktadır. Bu sebepten ötürü İbn Sina yalnız
form ve maddeden hareketle somut bir varlığa asla gidilemeyeceğini, fakat ancak öze
261 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 127. 262 İbn Sina,el-Şifa, el-İlahiyat, c. I, s. 140. 263 Atay, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, s. 56. 264 İbn Sina,el-Şifa, İlahiyat, c. I, s. 208. 265 Rahman, Fazlur, İbn Sina, s. 105.
76
ait ve araz olan niteliklerden başlanabileceği görüşünü savunur. Madde ve form
münasebetini derinlemesine tahlil eden İbn Sina , gerek maddenin ve gerekse formun
Tanrı’ya ya da Faal Akıl’a dayandığı ve hatta mürekkep varlığın dahi tek başına
başka bir şeyin de olması gerektiği sonucuna varır. Neticede kendi mahiyeti itibariyle
Bir ve Var olan dışında her şey, varlığını bir şeyden alır. Bunun içindir ki, İbn Sina
iki uçlu geleneksel Yunan formülü yerine, maddi nesnelerin varlığını tahlil ederken
üç terim kullanır.266
Sühreverdi’nin varlık (vücud)-mahiyet çatallaşması hakkındaki
düşüncelerine ve Meşşailer’in tezine yönelttiği eleştirilere gelince, Sühreverdi’ye
göre Meşşai filozoflar, “varlık”ın dış gerçeklik dünyasında “mahiyet”ten farklı ve
ayırdedilebilir olduğunu düşünmek hatasını işlemişlerdir. Sühreverdi Meşşailer’in
tezini bu anlayıştan hareketle eleştirir. Sühreverdi “zihni farklılığın fiili ve gerçek
farklılığı gerektirmediği” ilkesinden hareket eder. Bu ilkeye ise şöyle bir akıl
yürütmeyle ulaşır: “Mahiyetlere zaid olan durumlar iki türlüdür. Birincisi, hem
zihinde hem de dış dünyada eklenenler. İkincisi ise sadece zihinde eklenenler.
Örneğin, dış dünyada varolan A ve B uzunluklarıyla bunlara eşdeğerde olan başka
uzunluklar düşünelim. Şimdi her grubun elemanlarıyla örtüşen zihindeki külli
uyguladığımızda, mutlak uzunluk, A ve B’nin dış dünyadaki elemanlarını kapsar.
Aynı şekilde A ve B’nin her biri de elemanlarını kapsar. Bu durumda A’nın dış
dünyadaki elemanlarında bir yandan A’ya bir yandan da mutlak uzunluğa uygunluk
arzeden iki cihetin var olduğunu ileri süremeyiz. Çünkü bu, dış dünyada varolan –
örneğin üç zira’ uzunluğunda- bir tek uzunluktur. Dış dünyada bu uzunluğa bir
uzunluk eklendiğindeyse önceki uzunluk ile eklenen uzunluk arasındaki ayırım
farkedilecektir. Böylece “A-lık” ve “uzunluk” kavramlarının sadece zihinde ayrı
oldukları ortaya çıkmış olmaktadır.267 Yani birbirlerinden kavram olarak ayırt
edilebilen iki şey, onların dış gerçeklik dünyasında da ayrı olduklarına delalet etmez.
Bu temele binaen “mahiyet” ve “varlık”ın sadece kavramsal tahlil düzeyinde iki
farklı şey olduğunu ileri sürer. “Bir şeyin varlığı mahiyetinden farklıdır dediğimizde
bununla ancak zihinsel bir ayırımı kastedebiliriz; varlığı mahiyetinin aynıdır 266 Rahman, Fazlur, “Essence and Existence in Ibn Sina The Myth and The Reality”, Hamdard Islamicus, sayı 1, c. IV, 1981, s. 3-4. 267 Sühreverdi, et-Telvihat, s. 21-22.
77
dediğimizde ise zihnin bu mefhumda iki ayrı unsur tasavvur etmediğini anlarız.
“Varlığı” “mahiyete” izafe edecek olursak, izafetin mevcut olması gerekir, bu
izafetin varlığını da (mahiyetine) izafe etmemiz gerekecektir ki, bu böyle devam edip
gidecektir. Bu ise saçmadır.”268 Öyleyse zihin-dışı dünyada “gerçeklik”, iki bağımsız
unsurdan mürekkep olmayan tek bir gerçekliktir.
Burada Sühreverdi’yi Meşşailer’den ayıran nokta onun, vücud (varlık)
kavramını tamamen itibari olduğunu ve gerçek bir “mevcut”ta bu “vücud” a tekabül
eden hiçbir şeyin bulunmadığını açıkça ve ısrarla vurgulamasıdır. Sühreverdi’ye göre
hakikatte “varlık” kelimesinin nesnel olarak atıfta bulunduğu şey, kendisi olarak
mahiyetten (mahiye kema hiye) başka bir şey değildir. Zihin-dışı dünyada
mahiyetlerin bütünüyle tahakkuk ettiğini görürüz; bunun ötesinde mahiyetlerin
irtibatlandırılabileceği hiçbir şey yoktur. Asıl ve temel olarak gerçek olan
“mahiyet”tir; ve mahiyetin temel gerçekliği, kavramsal olarak tahlil edildiğinde,
varlık (vücud) kavramını üretir. Aynı şey “birlik” kavramı için de geçerlidir.269
Sühreverdi bu problem hakkındaki görüşü nedeniyle Meşşailer’den
kesin olarak ayrılır, çünkü Meşşailer’in yaptığı varlık-mahiyet ayrımıyla zihin-dışı
nesnenin zati yapısında bulunan iki unsur arasında gerçek bir ayırımı kastettiğini
varsayar ve bu görüşe göre eleştirilerini sıralar.
Sühreverdi Meşşailer’in “varlık”ın “mahiyet”ten farklı bir şey olması
gerektiği, çünkü bir mahiyeti –diyelim bir üçgeni- zihnimizde canlandırdığımızda
onun fiili varlığından hala şüphe ettiğimiz tezine karşı şöyle der: “Mahiyeti varlıktan
bağımsız olarak kavrayabildiğimizi söyleyerek varlığın dış dünyada mahiyetten farklı
bir şey olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Çünkü aynı şekilde –dış dünyada-
tahakkuk edip etmediğini bilmeden varlığın –mesela efsanevi kuş ankanın varlığının-
zihni resmini çıkarabiliriz. Böylece bu varlık bir başka varlığı gerektirecek ve bu,
aynı anda namütenahi sayıda varlığın tahakkuk ettiğini kabul etmemize kadar devam
edecektir.”270
Böylece Sühreverdi’ye göre Meşşailer, bir mahiyeti zihnimizde
canlandırabilmemize rağmen fiili varlığından şüphe edebileceğimizi söyleyerek
268 Sühreverdi, et-Telvihat, s. 23-24. 269 Sühreverdi, A.g.e., s. 23. 270 Sühreverdi, A.g.e., s. 21-22.
78
varlığın dış dünyada mahiyetten farklı olduğunu ileri sürerler. Fakat aynı argüman
farklı neticeler de verebilir. Zihinlerimizde “varolan” zihni bir tasavvurun gerçek
varlığından şüphe edebilme, iki tür varlığa inanma ile eşdeğerdedir ve bu ikinci
varlık birinci varlıktan gerçekten farklıdır. Birinci varlık var olabilmek için ikinci
varlığa ihtiyaç duyar, ikinci varlık üçüncü varlığa ve bu böyle devam edip gider.
Açıkça görüldüğü gibi bu netice saçmadır ve saçmalık varlığın gerçek ve (fiilen)
mevcut bir şey kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Sühreverdi’ye göre ise varlık,
zihnin yüklediği itibari bir kavramdır ve varlık ile mahiyet arasındaki ayırım, sadece
kavramsal tahlil düzeyinde vuku bulan bir hadisedir.271
“Varlık”, “imkan” gibi kavramların kavramsal olarak atfedildikleri
hakikatlerden (yani mahiyetlerden) ayrı ve farklı olduğunu Sühreverdi kabul eder.
Fakat bu ayırdedilebilir unsurların zihin dışı dünyada kendi somut suretlerine sahip
olduğu görüşüne katılmasının hiçbir zaman mümkün olmadığını belirtir.272
Sühreverdi “akli modlar” probleminin, karmaşık yapısından dolayı
birçok kişiyi zihni teşevvüşe sürüklediğini belirtir. Örneğin varlık, imkan, birlik gibi
kavramların mevcut mahiyetlerden farklı bir hüviyetleri olduğu tezini savunmak için
bazı filozoflar bazı deliller ileri sürerler. “Bu nesne dış gerçeklik dünyasında
mevcuttur” veya “dış gerçeklik dünyasında mümkündür” yahut “dış gerçeklik
dünyasında birdir” dediğimizde bunlar ile “zihinde mümkündür”, “zihinde birdir”
yahut “zihinde mevcuttur” önermeleri arasındaki farkı hepimiz biliriz. Bu iki önerme
sınıfı arasındaki farkı bilmemiz tamamen somut mümkün nesnenin (mümkin-i ayni)
imkanın fiilen bir imkan olmasından dolayıdır. Çünkü söz konusu nesne sadece
zihinde değil dış gerçeklik dünyasında da “mümkün” ve “mevcut”tur. Aynı şey
“varlık” ve “birlik” için de geçerlidir.273
Sühreverdi’ye göre bu anlayış, verilen hükmün yapısıyla objektif
gerçekliğin yapısını birbirine karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Sühreverdi kendi
görüşünü şöyle ifade eder: Bir şey hakkında verdiğimiz “dış gerçeklik dünyasında
mümkündür” hükmünün doğruluğundan, onun imkanın dış dünyada bulunan somut
bir alev olduğu neticesi çıkmaz. Tam tersine “o objektif gerçeklik dünyasında 271 Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 135-136. 272 Sühreverdi, Kitabu’l-Meşari ve’l-Mutarahat, nşr. H. Corbin, Opera Metaphysica at Mystica I içinde, İstanbul 1945, s. 446. 273 Sühreverdi, Mutarahat, s. 344.
79
mümkündür” ifadesi zihnin verdiği bir hükmün muhtevasıdır. Zihnin, nesnenin dış
gerçeklik dünyasında mümkün olduğunu düşünür. Fakat bu o nesnenin doğrudan dış
gerçeklik dünyasında varolduğu anlamına gelmez. Böylece “imkan”, zihnin bazen
zihinde bazen de dış gerçeklik dünyasında bulunan nesnelere atfettiği zihni bir sıfattır
(sıfat-ı zihniyye). Bazen de zihin, hem zihne hem de objektif gerçekliğe karşı nötr bir
ilişkisi olan şartsız hükümlerde bulunur.274
Burada “imkan” hakkında söylenen şeylerin aynen “varlık” için de
geçerli olduğunu belirtmeye bile gerek yoktur. Gündelik hayatta “x mevcuttur” yahut
“x vardır” türünden hükümlerde bulunuruz. Sühreverdi’ye göre bu tür durumlarda
“varlık”, hükmün sınırları içerisinde kalır; atıfta bulunduğu şey hükmün muhtevasını
hiçbir zaman aşmaz. “Varlık” insan bilincinin sınırları içerisinde yer alır.
Naklettiğimiz pasaj imkandan zihni bir sıfat olarak bahsetmektedir. Dolayısıyla
varlık da zihni bir sıfattır. Sühreverdi “zihni sıfat” kavramının muntazaman şöyle
açıklar: “Sıfatlar iki kısımdır: “Beyazlık gibi hem zihinde hem de zihnin dışında
varlığa sahip olan sıfatlar ve mahiyetlerin tavsif olduğu fakat zihin dışında varlığı
olmayan sıfatlar. Fakat bu ikinci sıfatların zihinde olması, onların objektif varlığıdır.
Bu sıfat türüne örnek olarak “insan’a yüklenen “tür” kavramı ile Zeyd’e yüklenen
“cüz” kavramı verilebilir. “Zeyd dış dünyada bir cüz’idir” dediğimizde bunun
anlamı, “cüz’i-olma”nın dış dünyada Zeyd ile kaim bir suretinin bulunduğu değildir.
Aynı şey “şey olma” (şey’iyyet) kavramı için de geçerlidir. Meşşailer’in çoğunun
kabul ettiği gibi bu, “ma’kulat-ı saniye”den biridir. Bununla beraber “x dış
gerçeklik dünyasında varolan bir şeydir” diyebiliriz. “İmkan”, “varlık (vücud)”,
“zorunluluk”, “birlik” ve diğer kavramlar hep bu kabildendir. Bu sebeple dış
gerçeklikte bir cüz’i olma (yani fert olma) ya da dış gerçeklikte “mümteni” olmanın-
o şeye dış gerçeklikte eklenmiş bir surete ve hakikate sahip olduğu anlamına gelmez.
Aynı şekilde bir şeyin dış gerçeklikte mümkün yahut dış gerçeklikte mevcut olması, o
şeyin bizzat “imkan” yahut “varlık” ının dış gerçeklik dünyasında bilfiil olarak
bulunup tahakkuk ettiğine delalet etmez.”275
Buna göre eğer “varlık” itibari değil de zihin-dışı dünyada bulunan gerçek bir şey olsaydı, tahakkuk etmesi yani (fiilen) mevcut olması gerekirdi. Bu ise “varlık”ın varlığı olduğunu tazammun eder ve bizi bilanihaye teselsüle götürür. 274 Sühreverdi, Mutarahat, s. 446. 275 Sühreverdi, A.g.e., s. 346-347.
80
SONUÇ
İslam felsefesi tarihinde, Gazali’den sonra, Meşşai düşünceye yeni ve ciddi bir
eleştiri de Sühreverdi tarafından yöneltilmiştir. Onun eleştirileri, Gazali’nin
81
tenkitlerinden farklı gerekçelere dayanmaktadır. Sühreverdi Meşşai felsefe tarzına
tamamen karşı çıkmamıştır. Sühreverdi’nin itirazları, hakikatin araştırılmasında
Meşşai yöntemin yetersizliği üzerine odaklanmaktadır. Onların burhan ve kıyas
metodlarını keşif ve sezgi metoduyla tamamlama iddiası taşır. Bu eleştiriler
neticesinde adına İşrakilik dediğimiz ekol doğdu ve bu ekol İslam düşüncesi
yelpazesinde yeni bir felsefi yaklaşım olarak yerini aldı.
Sühreverdi’nin düşüncesine kılavuzluk eden temel ilke, kavramsal düşünme
gücünden yoksun bir arifin eksik bir arif, keza irfani tecrübeden yoksun bir filozofun
da eksik bir filozof olduğu görüşüdür. Bu İbn Arabi metafiziğinin de dayandığı en
temel ilkedir. İbn Arabi bu ilkeyi tam olarak bu şekilde formüle etmedi fakat bütün
eserleri bu ilkenin büyük çaplı bir örneklendirmesinden başka bir şey değildir.
Sühreverdi “vücud”u, insanın sübjektif bakış açısının zihinsel bir ürünü olan
ve somut fiziki alemde hiçbir gerçekliğe tekabül etmeyen salt bir kavram olarak
değerlendirmişti. Bu görüş, “vücud”u tek Gerçeklik olarak gören Molla Sadra ve
Sebzavari gibi düşünürlerin savunduğu tezin tam zıttıdır. Bununla beraber biraz
tetkik edildiğinde zıtlığın biçimsel ve yüzeysel olduğu görülür. Bu sadece farklı
formülasyonlar yahut aynı Hakikati farklı şekillerde ifade etme meselesidir. Zira
Sühreverdi “vücud” yerine tam manasıyla manevi ve metafizik “Nur”u koyar. Tek ve
yegane gerçeklik olan bu “Nur”, kesafet ve letafet derecelerine göre sonsuz sayıda
derece ve mertebelere sahiptir. Ve bunlar içerisinde en yüksek mertebe “Nuru’l-
Envar, en edna derecesi ise zulmettir. Bu metafizik “Nur” kavramı tam manasıyla
Molla Sadra ve Sebzevari gibi düşünürlerin kasdettiği “Vücud”a tekabül etmektedir.
Bu düşünürler İşraki yaklaşımdan o kadar derinlemesine etkilendiler ki nihai hakikat
olan “Vücud”u, aydınlatıcı tabiata sahip bir şey olarak düşünmeye başladılar.
82
“Vücud”un hakikati Nur’dur ve bu Nur’un aydınlığı bizatihi kendinden olup diğer
varlıkları aydınlığa çıkaran da odur. Ancak burada Nur hakkında konuşulanlar akıl
yürütmeyle değil, manevi müşahede ve işrak ile kavranabilecek bir hakikattir.
83
BİBLİYOGRAFYA
AÇIKGENÇ, Alparslan, Being and Existence in Sadra and Heidegger, Kuala Lumpur, 1993.
ADIVAR, A. Adnan, “İşrakiyyun” , İslam Ansiklopedisi,
İstanbul, 1950, c.5.
ADJUKİEWİCZ, Kazimerz, Felsefe Giriş (Temel Kavramlar
ve Kuramlar), çev: Ahmet Cevizci, Ankara, trz.
ALTINTAŞ, Hayrani, İbni Sina Metafiziği, Ankara, 1992.
ARİSTOTELES, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, İstabul, 1996.
Organon III (Birinci Analitikler), çev: A. R.
Atademir, 2. Baskı,İstanbul, 1966.
Organon IV (İkinci Analitikler), çev: A. R.
Atademir, İstanbul, 2.baskı, 1967.
ARNALDEZ, R., “İşrakiyyun” , Encyclopedia of İslam, Ed: E.
Van Danzel – B. Lewis – C. H. Pellat, C. IV.Leiden,
1978.
ATAY, Hüseyin, Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma,
Ankara, 1974.
İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Ankara, 1983.
BAYRAKTAR, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ankara, 1997.
BAÇ, Murat, “Aristonun Öz Ve Töz Kavramları Üzerine”,
Felsefe Dünyası , Sayı:12, Ankara, 1994.
84
CABİRİ, Muhammed Abid, İslam-Arap Aklının Yapısı,
çev:Burhan Köroğlu-Hasan Hacak-Ekrem Demirli,
İstanbul, 2000.
CİHAN, Ahmet Kamil, Şihabeddin Sühreverdi’nin Felsefesinde
Nefis Anlayışı, Kayseri, 2000.
CORBİN, Henry, İslam Felsefesi Tarihi, çev: Hüseyin Hatemi,
2.Baskı, İstanbul, 1994.
“Sühreverdi el-Maktul Müessis el-Mezhebi’l
İşrakiyye,, Ar.Trc: A. Bedevi, Şahsiyyat Kalika fi’l-
İslam içinde, Kahire, 1946.
CÜRCANİ, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Tarifat,
Konstantiniyye, 1300 H.
ÇUBUKÇU, İ. Agah, İslam Düşüncesi Hakkında Araştırmalar,
Ankara, 1972.
DAĞ, Mehmet, “Ontolojik Delil ve Çıkmazları,, , A. Ü. İ. F. D.,
Ankara, 1978, c.XXIII.
EBU REYYAN, Muhammed Ali, Usulü’l-Felsefeti’l-İşrakiyye,