Top Banner
İCAB-I HÂL ARALIK 2012 | SAYI 9 Toplumcu Hukukçular Kulübü yayınıdır HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR Ücretsizdir, Parayla Satılmaz Sınıra Dayanmak...
32

icab-ı hâl | Sayı:9

Mar 22, 2016

Download

Documents

İcab-ı Hâl

Toplumcu Hukukçular Kulüpleri Yayınıdır
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: icab-ı hâl | Sayı:9

İCAB-I HÂLARALIK 2012 | SAYI 9 Toplumcu Hukukçular Kulübü yayınıdır

H U K U K T A T O P L U M C U T A V I R

Ücretsizdir, Parayla Satılmaz

Sınıra Dayanmak...

Page 2: icab-ı hâl | Sayı:9

Ulus ve Ulus Devletin Oluşumu

Emperyalizmin Öbür Adı Olarak Küreselleşme

Geç Uluslaşma Ya da Bir Kavram Tartışması

Türkiye’de Ulus Devletin Kuruluşu ve Günümüz Türkiye’sindeDemokratik Özerklik Tartışması

İdam Cezası Ve Anlamı

Yayın Kurulu Yazısı

Bir Yönetim Sorunsalı: Başkanlık Sistemi

Uluslararası Hukuk, Devletlerin Egemenliği ve BM

Bir Dokunulmazlık Değerlendirilmesi: Nedir Bu Dokunulmazlık?

Adalet Bakanlığı’nın Üzerinde Çalıştığı Ceza Muhakemeleri Kanunu Madde 202 Üzerine

J.D.Salinger için: Geç Kalınmış Bir Tören

Bir “Nisan Sabahı”

bir Ankara fenomeni ya da… Behzat Ç.

3

5

9

11

15

18

16

20

22

26

28

29

31

Sahibi: Onur Güneş Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Cankat Aydın Adres: Aksaray Mah. Katip Muslihiddin Sok. No:9/9 Fatih İstanbul

Baskı: Yön Matbaa Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok K:1 No:366 Zeytinburnu İstanbul

[email protected]

facebook.com/toplumcuhukukcularkulubu

İletişim:

YEREL SÜRELİ YAYIN

Page 3: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 3

Türkiye’de Ulus Devletin Kuruluşu ve Günümüz Türkiye’sindeDemokratik Özerklik Tartışması

Adalet Bakanlığı’nın Üzerinde Çalıştığı Ceza Muhakemeleri Kanunu Madde 202 Üzerine

ULUS VE ULUS DEVLETIN OLUŞUMU

EREN SELANİK9 EYLÜL ÜNİVERSİTESİ

Ulus kavramının etrafında, uzun tartışmalar yapılmış olmasına karşın, üzerinde bir tanım birliğine varılama-mıştır. Ancak ulus devletlerin ortaya çıkışının nedenlerine ve zorunluluğuna değinilecek olan bu yazıda, riskli de olsa; ulus kavramının üzerinde en geniş uzlaşmaya varılabilecek öğelerine kısaca değinmek gerekecektir.Tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği olarak ulusun tanım-layıcı öğelerinden her biri kapitalizmi önceleyen süreçlerde şekillenmiş olsa da sermaye çağında olgunlaşmışlar ve günümüzde kullanılan anlamlarını kazanmışlardır.

Kapitalizm Öncesi UlusBu başlığa bir alıntıyla başlayıp varıla-cak sonucu peşin peşin söylemek akıl açıcı olacaktır:“...Kapitalizm öncesi dönemde henüz ulusal pazarlar bulunmadığı için, ne ekonomik ne de kültürel merkezler olmadığı için belli bir ulusun ulusal bakımdan parçalanmasına karşı etki yapan etkenler olmadığı için ve bu etkenler o zamana kadar parçalanmış

halde tutulan bu halkın tek bir ulusal bütün içinde birleşmesini sağlayama-dığı için, uluslar yoktu ve olamazdı.”1Bu tanımlayıcı öğeler üzerinden gitmek, kapitalizmin ulus devlete duy-duğu ihtiyacı anlama arayışında olan bizlere kolaylık sağlayacaktır. Şimdi yukarıdaki alıntıda geçen bileşenleri tek tek ele alıp devam edebiliriz.Ulusun en başta gelen öğeleri, dil ve vatandır. Bu iki olgu da kapitalizmin ve ulus devletlerin ortaya çıkışını önceler. Örneğin 1789’ dan öncesinde vatan duygusu ve bilinci mevcuttur. Ancak burjuvazinin, siyasal iktidar mekaniz-malarının dışında bulunduğu bu gibi örneklerde, vatan kavramı hep eksik kalmıştır. Ne zaman ki vatan, kapitalist üretim ve dolaşım ağlarının sınırlarını yani herhangi bir ölçekteki “pazarı” ifade etmeye başladı ancak o zaman günümüz anlamını kazanmış oldu.Dil konusu da, buna benzer bir gelişim izlemiştir. Sermaye sınıfının iktidara gelmesinden ve bir üst kimlik olarak; ulusa ihtiyaç duyulmasından çok önce farklı diller, farklı toprak parçalarında öbekleşmiş topluluklarca konuşulmaya başlanmıştı. An+cak bu farklı topluluk-lar genellikle küçük feodal yönetim-lerde ayrışmış, feodal yönetimler bu farklılaşmayı birçok durumda fonksiyo-nel görmüştür. Büyük bir devlete özgü ortak bir dil ise söz konusu olmamıştır.

Bırakalım ortak dili, çoğu örnekte halkın sadece küçük bir kesimi, daha sonra ulusal statüye yükselecek olan dilden haberdardır. Örneğin İtalya’da, ulusal birliğin sağlandığı tarihte İtalyanca konuşanların oranı yüzde 2,5 olarak tahmin edilmektedir. Öyle ki dönemin en önemli siyasal söylemlerinden birisi “İtalya’yı kurduk, sıra İtalyanları yaratmakta” dır. Ulusal birliğini ilk olarak sağlayabilmiş olan Fransa için de durum benzerdir. 1794’te Halk Eğitim Komitesi’nin hazırladığı bir raporda; altı milyon kadar Fransız’ın Fransızcayı hiç bilmediği, bir o kadarının bu dilde düz-gün bir konuşma yürütecek bilgisinin bulunmadığı sadece üç milyon Fransız’ ın düzgün konuşacak derecede Fransız-ca’ ya vakıf olduğu ortaya konulmakta-dır. Fransızca’ nın tüm Fransa ölçeğinde konuşulabilmesi ise 1920’li yıllarda mümkün olmuştur.2Kapitalizm öncesinde, halkın geniş kesimlerinin konuştuğu dillerle yönetici sınıfın kullandığı dil birbirinden farklıdır. Hatta bu fark, egemenliğinin kaynağını ilahi güce dayandıran ve meşruiyetini halkın geri kalanından farklı olmaktan alan yönetici sınıfın, tebaasıyla ara-sındaki açıyı vurgulaması bakımından araçsaldır. Uzağa gitmeye gerek yok, Osmanlı Devleti’nde de saray ve çev-resinin Arapça- Farsça karışımı ağır bir dili konuştuğunu anımsamak yeterlidir.

Page 4: icab-ı hâl | Sayı:9

4 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Saray, halkın anlayamayacağı ulvilikte bir dille yazılan bir sanat ve kültür birikimine sahiptir.

1789’ la Değişen1789, bu tabloyu tersine çevirmiştir. Toplumda sayısız öbeğin konuştu-ğu kendine özgü lehçe ve ağız artık siyasal iktidarı eline alan burjuvazi için işlevsel olmaktan uzaktır. Egemenliğin kaynağını tanrıdan, yeryüzüne indiren yeni egemen sınıf; meşruluğunu kaza-nacağı bir zemin olarak ulusa ihtiyaç duymaktadır.Ulusun ortaya çıkarılmasındaki anahtar öğelerden biri ise ortak dildir. Daha-sı artık toplumsal katmanların var olmadığı bir düzen kurma iddiasındaki burjuvazinin halktan bambaşka bir dille konuşup yazışması da kabul edileme-yecektir. Fransız Devrimi’nin eşitlik-özgürlük-kardeşlik şiarıyla yapıldığı ve Devrim’in hemen arifesinde bu söylemlerin sorgulanmaya başlandığı hatırlanırsa, sermaye sınıfının ortak bir dil ve ulus yaratıp “aradaki farkları kapatma” çabasının ne kadar yakıcı olduğu anlaşılabilir.Bazı örneklerde “ulus yaratma” o kadar belirgindir ki kimisinin ulus olma özellikleri bile sorgulanır. “Bugün bir Belçika, bir Hollanda, bir Lüksemburg ulusu var mıdır? …Eğer öyleyse bunun nedeni önce bir Hollanda Devleti’nin, bir Belçika Devleti’nin, bir Lüksemburg Devleti’nin ortaya çıkmış olması değil midir? İnanıyorum ki modern dünyanın

tarihine sistematik bir bakış,… devletin hemen hemen her örnekte ulustan sonra değil, önce geldiğini gösterir.”3 Hemen hemen, her örnekte ulus, devletten sonra gelir ve istisnasız her örnekte ulus bilincinin ve ulus devletin yaratılması, burjuvazinin egemenliğini devam ettirebilmesi için şarttır.Ancak, bu kısmı geçmeden bir virgül koymak gereklidir. Ulus devletlerin or-taya çıkmasının burjuvazi için işlevselli-ğine yapılan bu vurgular, ulusun nesnel bir temeli olmadan düpedüz burjuvazi-nin iradesiyle “yaratıldığı” yanılgısına götürmemelidir. Burjuvazi sadece “ulus” olarak ilan ettiği topluluğa ulus olma bilincini kazanma yolunda öncü-lük etmiştir. Çünkü ancak bu sayede, arasındaki feodal bağlar koparılmış olan topluluğu bir arada tutacak ve pazarını güvence altına alacaktır. Son olarak bu yazının kapsamına girmemekle birlikte yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için eklemek gerekir ki bazı özgün du-rumlarda ulusun oluşmasında yukarıda sayılan öğelerin her birinin mutlak varlığı aranmayabilir. Bu öğelerden bi-rinin veya birkaçının eksikliği, bir başka özelliğin aşırı gelişimiyle kapatılabilir. Örneğin, bir ulus devlete sahip olmayan bir topluluk aşırı siyasallaşmayla ulus kategorisine girebilir. Burada ayrım doğa bilimsel değil siyasaldır.

Sonuç OlarakOrtak bir vatan, dil ve kültürel birikime olan ihtiyaç sermaye sınıfının pazar

arayışından bağımsız düşünülemez. Yönetim mekanizmalarından uzakta ol-duğu yüzyıllar boyunca sonu gelmeyen vergilerden bıkmış olan burjuvazi, mal ve paranın feodal sınırların engellerine takılmadan dolanabileceği bir pazara ihtiyaç duyar. Yine farklı dillerin, farklı alış-veriş geleneklerinin, farklı hukuk-sal düzenlemelerin olduğu bir ülkeden-se ortak bir dil, standart ticari ilişkiler ve merkezi bir hukuk sistemi burju-vazinin ekonomik çıkarları açısından elbette ki daha çok tercih edilebilir.Ulus devlet, öncelikle sermaye sınıfının kendi pazarını oluşturabileceği ve eski toplumsal yapıların engelleri olmak-sızın zenginleşebileceği bir ekonomik birim olarak ortaya çıkmıştır. Hem burjuvazinin sınırları belirli bir pazara duyduğu ihtiyaç hem de egemenliğini dayandıracağı bir meşruiyet kaynağı arayışı ulusun ve ulus devletin ortaya çıkmasının önünü açmıştır.1789’la birlikte tarih, ulusu ve ulus devleti sahneye çağırmıştır. Ardından geçen iki yüz yıl boyunca dünyada-ki tüm gelişmeler bu ölçekte anlam kazanmıştır.

Kaynaklar:Stalin,J. ,Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s.315Güler, Aydemir,Yolları Birleştirmek, 2009,Yazılama Yayınevi,s.59Immanuel Wallerstein ve Etienne Balibar, Halkçılığın İnşası, Irk Ulus Sınıf, s.101.

Page 5: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 5

1945-70 arasında kimi ülkelerde "sanayi burjuvazisi" oluşturma, kiminde ise farklı türde bir "sosyalizme" geçiş amacıyla farklı ölçülerde korumacılık uygulanıyordu. Kapitalizm 70`lerin sonunda yaşadığı krizi aşmak için, ko-rumacılığın gerektirdiği duvarlar engel olarak görülüyordu. Krizin aşılması için bu engellerin kalkması gerekiyordu. Meta, para ve üretim sermayesinin ser-bestleşmesi, her şeyin kuralsızlaşması gerekiyordu. 80`li yıllarda İngiltere`de Margaret Thatcher, ABD`de Ronald Reagan, Batı Almanya`da Helmut Kohl, Türkiye`de ise Turgut Özal neoliberal politikaların hayata geçirilmesinde sorumlu olmuşlardır. Bu ülkelerde çoğu devlet işletmeleri özelleştirilmiş, bununla beraber işten çıkarmalar artmıştır. Zira, artık kâr getiren faali-yet üretim faaliyeti değil, "kumarhane kapitalizmi" denen spekülasyonla para üstünden para kazanmadır.Örneğin; arsa üzerinden rant elde etme, tahvil alıp satma, çeşitli borsa oyunları vs. ile beraber finansal sermayenin önemi artmıştır. Özellikle, her ne kadar AB`nin kendine özgü yapılanması olsa da, ki bu AB ülkelerinin ulus devlet olmadığı anlamına gelmemektedir, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şekilde tek taraflı gümrüklerin kaldırımasını ön-gören 1995`te imzalan Gümrük Birliği

Antlaşması "sınırların kalkması" argü-manının sömürgeleşmeye sebep olarak kullanılmasına bir örnektir. Buna benzer örnekler çoğaltılabilir. Tüm bunların ya-nısıra dinselleşme dalgası tüm dünyaya yayılmıştır. Yalçın Küçük`ün deyimiyle "Yeni Ortaçağ" yaşanmaktadır. Cinlere, perilere, mitlere, fallara olan merak Aydınlanma döneminden bu yana görül-medik şekilde artmıştır. Bunun yanı sıra, kötü amaçları olan birtakım karanlık güçlerin dünyayı yönettiği gibi komplo teorileri de bir yanıyla dinseldir; çünkü dinde bilmek değil inanmak vardır. Aynı zamanda gizemlilik vardır. Gizem ise bir anlamda dinseldir. Bu komplo teorileri zaman zaman bir beyin jimnastiği rolü üstlense de insanaları gerçeklikten uzaklaştırmaktadır. Tüm bunlar komplo teorilerinin niye son dönemlerde yo-ğunlaştığını anlamak için elzemdir.Neoliberallerin temel argümanı devletin sadece bekçi konumunda olması ekono-miye müdahalesinin olmaması gerektiği yönündedir. Aslında "eski" liberalizmle arasında sadece öz olarak tarihsel koşullar bakımından farklılık vardır(1) demek haklılık payı taşır. Ancak bu hiç farklılık yok demek değildir. Sadece bir farklılık vardır, o da büyük bir fark değildir. 19. yüzyıl liberalizminin fikir babalarından serbest ticareti savunan John Stuart Mill`e göre "Hükümet iki büyük kötülükten iyisi olarak, okullar ve üniversiteler işini kendisi üstlenebilir; tıpkı ülkede büyük sanayi işlerini üst-lenmeye elverişli biçimde özel teşebbüs

olmadığı zaman devletin büyük serma-yeli şirketlerin işini kendi omuzlarına alabilmesinde olduğu gibi. Ama genel olarak, eğer ülkede hükümetin denetimi altında eğitim sağlayabilecek özellikte yeterince insan varsa, bu aynı kimseler aynı şekilde iyi bir eğitimi seçmeli bir esas üzerinden vermeye istekli olabilir, bunu başarabilirler. Bir yandan eğitimin yasayla okul ücretini veremeyenlere devletçe yapılacak yardım birleşince on-ların kazancı da güvence altına alınmış olur"(2). Oysa neoliberaller parası olma-dığı için okuyamayanlara burs vermeyi teklif etmezler. Onlara "Ne haliniz varsa görün" diyip ya üç kuruşa ömür boyu ucuz işgücü olmayı teklif ederler ya da işsizliği. Bu koşullarda ucuz işgücü olarak çalışmanında işsizlikten pek farkı yoktur aslında. Mill`e göre hükümet artık fiyatları belirlememeli, malların ucuzluğu ve kalite albenisi sağlamak için serbest ticaret kuramı, zehir satı-şının sınırlanması, belirli bir malın elde edilmesini imkansız kılmamak koşuluy-la, benimsenmelidir(3). Neoliberaller, zehir satışının yasaklanmasıyla değil de daha çok bu satıştan ne kadar kâr elde edileceğiyle ilgilenmektedir. Farklılık bundan ibarettir. Onlar için tek kriter paradır.Para odaklı her faaliyet insan-lıktan uzaklaşmaktadır. İnsana dair her şey paraya indirgenmektedir. Para odaklı iş yapmanın sonucu ise insanı bozmaktır.Aynı zamanda bu ideolojinin savunucu-ları dünya ekonomisinin bütünleştiğini,

EMPERYALIZMIN ÖBÜR ADI OLARAK

KÜRESELLEŞME

EKİN KOÇMARMARA ÜNİVERSİTESİ

Page 6: icab-ı hâl | Sayı:9

6 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

küreselleştiğini, ulus devletlerin yok olmaya başladığını, devletin ekonomi-den el çekmesiyle beraber ekonomik kararların tüketici tercihleriyle alınıp bir ekonomik demokrasi oluşturulaca-ğını savunmaktadır.(4) Bu ekonomik demokrasi iddiası gücün para sahiple-rinin elinde olduğunu bilerek gözardı etmektedir. Bütün bu demokrasi söylemlerine karşın "Chicago Oğlanları" olarak adlandırılan neoliberallerden biri olan Milton Friedman ve diğer neolibe-raller, siyasal özgürlüklerin ekonomik büyüme için ayakbağı olduğunu, buna karşılık, "diktatörlüklerin ekonomide büyük patlamaları hayata geçirebildiği" görüşünde olduklarını söylüyorlar-dı(5). Bunu, 11 Eylül 1973`de Şili`de Pinochet darbesine destek vermeleri de destekliyor. Eğer öyle bir kategori varsa bu düşüncelerden ne "ekonomik de-mokrasi", ne de "siyasi demokrasi" çıkar! Bu argümandan açıkça anlaşılacağı gibi, aslında devlet neoliberallerin dediği gibi sadece bekçi rolünü üstlenmemekte, kapitalist sömürü ilişkilerinin bekâsını sağlama işlevini görmektedir. Kaldı ki güvenliği sağlanacak nesne halk değil kapitalistlerdir. Zirâ, Şili ve neoliberal politikaları benimseyen 24 Ocak Karar-larını hayata geçirme işlevi de gören 80 darbeleri hiç de halkçı değildir! Devlet ekonomiden elini çekmemektedir. Devlet, kapitalist sömürü ilişkilerinin devamını sağlamak için müdahale eder ve ona düşen rol piyasayı düzenle-

mektir. Muhafazakârlığın temel politik tahayyülü olan güçlü devlet vurgusu ve "ticaret berekettir" anlayışı neoliberal-leri muhafazakârlarla sağlam bir ittifak kurmasını sağlamaktadır; çünkü güçlü bir devlet bu ekonomi politikasının yaratacağı yıkıma karşı ayağa kalkacak hareketlerin üstesinden gelebilir. Güçlü devlet vurgusuna sahi olan, devlet/birey ilişkisinde 1982 Anayasası`nın neden devleti önceleyen bir yapıya sahip olduğu sorusuna cevabı tüm bu söylemlerden çıkarabiliriz. Herhangi bir kriz durumunda, tıpkı 2008 krizin-den sonra ABD`nin batan bankaları kurtarması devletin elini ekonomiden çekmediğine örnektir. Fransız-Belçika ortaklığıyla kurulmuş Dexia`yı da Fran-sa devleti kurtarmıştır.Küreselleşme kavramı, emperyalizm kavramına ikame olarak, emperyalist sömürü ilişkilerinin hâlâ devam ettiğini gizlemek amacıyla kullanılmaktadır. Gerçekliği ifade etmek için kullanılan, soyut niteliğe sahip kavramların adı değiştirildiğinde gerçeklik değişmemek-tedir. Emperyalizmi sevimlileştirmek için emperyalizm yerine "küreselleşme" kavramı kullanıldığında ne emperya-lizm yok olmakta ne de sevimlileşmek-tedir. Masayı belirtmek için "Sandalye" kelimesi kullanılsa masa, masa olmanın gerektirdiği özellikleri kaybetmemekte-dir. Küreselleşme teorisyenlerinin temel iddiası ulus devletlerin yok olduğu iddiasıdır. Bu iddialar ise çok uluslu şir-

ketlerin varlığına, dünya ekonomisinin bütünleştiğine dayandırılmaktadır. Bu iddialar 70’li yıllarda ÇÜŞ`lerin etkinlik-lerini hızla arttırmaları sonucu ortaya atılmışsa da sosyalizmin çözülüşünden sonra "zafer" sarhoşluğuyla "tarihin sonu", "ideolojiler öldü" gibi ideolojik saldırının parçaları olan argümanlarla beraber ağırlıklı olarak 90`lardan bu yana devam ettirilmektedir. Oysa ki ulus devlet yok olmamakta, emperyaliz-me entegre edilmektedir. "Önemli olan, birden fazla devletin olduğu bir dünya-da, her devletin, devlet olmanın doğa-sından kaynaklanan bazı özelliklerinin dünya ekonomisinin türdeşliğini orta-dan kaldırma yönünde bir teki yarattığı gerçeğidir. Ulusal ekonomi, ulus devle-tin ekonomik alandaki özgül etkilerinin bütünüdür"(6). Ulusal ekonomiler yanlış olarak iç pazara yönelik üretim yapan, kendi kendine yeterli bir ekonomi olarak kabul edilmektedir. Oysa, bu tanımdan yola çıkılırsa birçok ulus devlet varlığını sürdürmektedir. Çünkü, her devletin kendi içinde egemen olmasından kay-naklanan niteliğin gerektirdiği gibi ken-di askeriye, maliye kurumlarına sahiptir. Kaldı ki, neoliberalizmin savunucuları ulus devletlerin sonunun geldiğini iddia ederken, hâlâ ABD dış politikasında etkili olan eski ABD Başkanı Jimmy Carter`ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Brzezinki`nin, "küresel refaha adanmış ulusal hizmet dönemi, eğer Amerika akılllı ve müşfik küresel liderlik sürdü-

Page 7: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 7

recekse, elzem olan yurttaşlık bilincini aşılamak için yardımcı olacaktır" demesi ve (7) ABD`de yurttaşlık bilincinin oluşturulması gerektiğine dair önerisi ulus devletlerin bitmediğine sadece bir örnektir. Ulus olmanın unsurlarından biri düşman imajıdır.(8) Ulus devlet ise, bir ulusun örgütlendiği birim olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla düşman imajı bu birimde mündemiçtir. ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde bu imajın somutlaştığı normlar olarak "terörle mücadele" yasaları da ulus devletlerin yok olmaya yüz tuttuğu iddialarını mes-netsiz kılmaktadır.(9) Harry Magdoff`ın 1978`de dediği gibi çok uluslu şirketler iflasla yüz yüze geldiğinde bu şirketler devletin kurtarma operasyonlarının nesnesi haline gelirler.(10) Ona göre " Bu kurtarma operasyonlarının tek nedeni bu şirketlerin devlet üzerindeki etkisi değildir, bunun yanı sıra devlet de ekonomiyi dengede tutabilmek için buna ihtiyaç duyar.(Burada sıralanan nedenler aynı biçimde farklı ülkeler-den şirketlerin gerçekleştirdiği ortak yatırımlara ve şirket birleşmelerine de uygulanabilir.) Bu durumda da her bir katılımcı şirket, hâlâ kendi para biriminde ödeme almak isteyecek ve büyük zorluklarla karşılaştığında kendi devletine yaslanacaktır." Bu satırların yazıldığı zamanın çok eski olduğu, artık dünyanın değiştiği iddialarına karşı bu argümanların geçerliliği çeşitli örnek-lerle gösterilebilir. Örneğin; haklı olarak "Alman devleti kamu alımlarında Alman şirketlerini kayırır; Fransız devleti, uçak yapımcısı Matra`nın ABD`nin av alanı Tayvan`a girmesi için elinden geleni ardına koymaz." denir(11). Mercedes Alman markasıdır, Hyundai Güney Kore markası. Bu firmaların işleri ters gittiğinde yanlarına koşacak olan ulusal olarak ait oldukları devletlerdir. Burada

önemli olan ulus devletin sınıfsal karakteridir. Devletin sınıfsal karakteri, burjuvaların lehine olduğu içindir ki he-men yardımlarına bu devletler koşarlar. Ayrıca, sermayenin istediği neoliberal politikaların uygulanmasına ise bu dev-letler önayak olur. ÇÜŞ`lere dayanılarak ortaya atılan ulus devletlerin yok oldu-ğu iddiasına karşı "devlet ulusal üretim aygıtının uluslararası piyasaya göre yapılanmasında ve uyum sağlamasında etkin rol oynamaktadır. Devlet uluslara-rasılaşma aşamasına göre serbest mü-badeleci ve gerektiğinde korumacı poli-tikalar uygulayarak uluslararası normlar sistemini yerel burjuvazinin çıkarlarına uyarlamaktadır" demek oldukça yerinde olmaktadır.(12) Oysa bütün bu gerçek-lere, kendi duvarlarını yıkmamalarına, aksine korumalarına rağmen dünyanın küreselleştiği bahanesiyle emperyalizm sermaye ihraç ettiği ülkelere sınırlarını kaldırmalarını, gümrüklerini aşağıya çekmelerini dayatmaktadır. Bu ülkeler kabaca 1960-1980 arası, ara malların ithaline ve dolayısıyla montaj sanayine dayalı ağırlıklı olarak "sanayi burju-vazisi" yaratma ve iç pazara yönelik üretim anlamına gelen ithal ikameci sermaye birikim rejiminden "kavramsal olarak ekonomiyi dış piyasalar ekse-ninde yeniden yapılanması"(13) demek olan neoliberal politikaların eşliğin-de, ihracata yönelik sermaye birikim rejimine geçmişlerdir. Ulus devletlerin yok olduğu iddiasından hareketle bu ülkelerdeki siyasi nüfuzlarını daha da sağlamlaştırmak ve bu bölgede daha rahat at koşturabilmesi için, dinsel ve etnik gruplara bölünüp parçalı yapıla-ra dönüşmeleri istenmekte, özellikle de Ortadoğu`yu Lübnanlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu projenin kazananı mezhepsel ve etnik ayrılıklardan dolayı birbirine düşen halklar değil, şimdilik

emperyalistler olmaktadır.

Küreselleşmecilerin bir diğer tezi ise ulus devletlerin bitişiyle beraber artık dünyanın bloklara bölünmediğini, em-peryalizmin tarih sahnesinden çekilip devletler arasındaki rekabetin ortadan kalkıp yerine emperyalist ülkeler arasın-daki koalisyonu ve barışçıl kapitalizmi öngören, iktidarın merkezinin olma-dığı ya da merkezin her yerde olduğu yapıya sahip bir tür İmparatorluk`un geçtiğiydi. Bu kavram, bir anlamda Kautsky`nin ultraemperyalizm tezinin günümüze uyarlanmış versiyonu, aynı zamanda postmodern tahribatın bir parçasıydı. Oysa, Suriyeli muhalifler arasında Doha`da imzalanan antlaş-mada geçen "Rus ve Çin şirketleriyle şimdiye kadar imzalanan tüm silah ve yer altı zenginliklerinin araştırılması an-laşmaları iptal edilecek." maddesi hiç de yeni bir tür İmparatorluk`un oluştuğna dair karine oluşturmuyor. Tam aksi-ne, emperyalizm çağında da tekeller arasındaki rekabet devam ediyor. Nitekim, Suriye meselesinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi`nde Rusya ve Çin`in ortak bir şekilde hareket etmesi de imparatorluğun oluşmadığını gösteriyor. Avrasya üzerinde Rusya ve ABD`nin güç yarışması da buna bir örnektir. Barışçıl kapitalizmin mümkün olduğunu söylemek ise çoğu zaman saf dillikten ziyade kötü niyetin göstergesi olmaktadır.

Küreselleşme kavramının kullanılma-sının esas sebebi sermayenin sınırsız dolaşımının sağlanmasına kılıf bulmak, meşruiyet yaratmaktır. Sermayenin sınırsız dolaşımından hedeflenen ise sermayenin hiçbir engel olmadan işgü-cünün, hammaddenin ucuz ve bol oldu-ğu yerlere gitmesidir . Bu, kapitalizmin

Page 8: icab-ı hâl | Sayı:9

8 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

en temel yasalarından olan " kapitalist-ler, en düşük maliyetle en yüksek kâr elde etmeyi isterler" yasasını bir kez daha doğrulamaktadır. Tabii bu, dünya çapında emekçilere yönelik saldırıları da beraberinde getirmektedir. İş yasaları-nın emekçiler aleyhine düzenlenmesi, işçilerin örgütsüzleştirilmesi buna bir örnektir. Batı Avrupa emekçilerinin mücadelesi ve Sovyet sosyalizminin getirdiği bir takım kazanımlar, Sovyetler Birliği`nin çözülüşüyle beraber, tırpan-lanmaya başlanıyordu. Artık tırpanlama dönemi geçmiş, tümüyle emekçiler aleyhine düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. Emekçilere ise sınırsız dolaşım hakkı sağlanmamakta... Zaten bu hakka sahip olsalar bile bunu kulla-nacak gerekli paraya sahip değillerdir. Ancak işgücü göçleri yoksul ülkelerden "zengin" ülkelere yaşanmaktadır. Göçen bu işçiler de, hayatları pahasına iki kuruş para kazanabilmek için, insafsız göçmen kaçakçıların eline düşmekte, çoğu da kaçarken ölmektedir. "Zengin" ülkelere girmeyi başarsalar bile orada da ucuz işgücü ve kaçak olarak çalıştı-rılmaktadırlar. Bu durum da, göç alan bu ülkelerde ırkçı önyargıların oluşmasına sebebiyet vermekte... Aslında bu sebep,

patronların -karikatürize ederek söyler-sek- "bunlar birbirlerine düşsünler ki esas düşmanları olan bana isyan etme-sinler" politikasıyla, ideolojik aygıtlar eliyle yaratılan önyargılar olarak ortaya çıkar. "Birbirine düşürme" meselesinin yerel örneğini Bursa`daki Renault’da çalışan sendikalı işçilere karşı sendika-sız işçilerin ve başka sendikalı işçilerin kullanılmasında görebiliriz. "Küreselleş-me" ile hedeflenen ulus devletlerin yok edilmesine önayak olmak değil. Zirâ, saldırı doğrudan ulus devletleri hedef almamakta, sınıfsal bir taarruz olarak ortaya çıkmaktadır.Dolayısıyla, sınıfsal saldırıya ancak sınıfsal politikalarla kar-şı çıkılabilir. Yoksa hayâlî bir takım "milli güçler" ittifakı arayışıyla mevcut devlet yapısını değiştirmek değil, bu yapıyı koruma perspektifinden değil. Bu nok-tada devletin ne olduğu sorusu ortaya çıkar ki Marksist literatürde "Bir sınıfın başka bir sınıfa karşı kullandığı zor aracı" olarak geçer bu. Tabi Marksist teorisyenler Gramsci ve Althusser, dev-letin baskı aygıtı karakterine bir boyut daha eklemiş , devletin aynı zamanda ikna mekanizmalarıyla, ideolojiyle rıza üretimini gerçekleştirip kapitalist üretim ilişkilerini sürdürdüğünü söyle-

miştir. Ancak bunlar devletin, egemen sınıfın hizmetinde olduğu gerçeğini değiştirmez. Dolayısıyla, egemen sınıf-ların fraksiyonlarından herhangi biri ile işbirliği yapmak, emekçilerin aleyhine olacaktır.

Dipnotlar:(1) Alpaslan Işıklı Yeni Ortaçağ İmge Kitabevi s.146(2) John Stuart Mill Özgürlük Üzerine Oda Yayınları s.148(3) A.g.e s.132(4)Işıklı s.149(5)A.g.e s.150(6) Sungur Savran Kod Adı Küreselleş-me Yordam Kitap s.31(7)Zbigniew Brzezisnki İkinci Şans İnkılap Kitabevi s.206(8)bkz: Jean Claude Paye Hukuk Devle-tinin Sonu İmge Kitabevi (9)Ozan Eröz’den Ulus Devlet Dost Kitabevi Yayınlari s.106(10) Harry Magdoff Sömürgecilikten Günümüze Emperyalizm Kalkedon Yayınevi s.222(11)Savran s.39(12)Sinan Sönmez Sermaye Birikimi ve İhracata Yönelik Sanayileşme s.3(13)A.g.m s.1

Page 9: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 9

Ulusların ortaya çıkışı, ulus-devleti incelediğimiz bu sayımızda benim de payıma düşen geç uluslaşma, gecik-miş ulus konularını incelemek oldu. ‘Kapitalizmin şafağında doğan’ ulus devletlerin oluşumu bir başka yazının konusu olduğundan, burada yalnızca söylenmeden geçilmemesi gereken birkaç noktaya değinmek istiyorum. Tanıdık bir tanımla yola koyulalım.“ Ulus, tarihi olarak oluşmuş, dil, toprak, iktisadi yaşantı birliği ve kültür birli-ğinde ifadesini bulan ruhi şekillenme birliği temelinde oluşmuş istikrarlı bir insan topluluğudur.”(1)Feodalizmin ayakta olduğu, sermaye egemenliğinin doğup gelişmesinden önce daha küçük ölçeklerde de olsa dil, toprak birliklerinin varlığı yukarıdaki açıklamadan hareketle; ulus oluştur-muyor muydu sorusuna verilecek yanıt değişen ve gelişen dünya sisteminde ihtiyaç duyulan pazarın burjuvazi tara-fından sağlanmasında aranmalıdır.İçeriğimizi çok dağıtmadan bir kavrama burada başvurmak ihtiyacı hissediliyor:

Eşitsiz GelişmeBurjuva devrimlerinin henüz eşitleyici ve düzleyici karakterinin ön planda olduğu 18.yy sonu ve 19.yy başlarında marksizmin kurucularının Avrupa’da

ilerici hamleler yaşanırken eşitsiz gelişmeyi gündemlerine almaları 1848 devrimlerinin ardından mümkün olabilmiştir. Kapitalist üretim tarzına içsel bir süreç ve olgu olarak açıklana-bilecek eşitsiz gelişme; belli nesnellik-lerde doğrusal olarak işlemesi gereken nizamın, kuralına uymadığı her noktada gündeme getirilebilecek bir kavram değil, tersine kapitalizmle organik bağlantı içinde, tarihsel hareket yasala-rından biridir.Sistemin bu eşitsiz gelişiminin yan-sıyacağı yer elbette yine kendisinin dengesiz bir noktada duran toplumsal formasyonu olacaktır. Kapitalist üretim tarzı düzeyinde, üst yapısal düzeyde (devlet, ideoloji, din, hukuk vs.) ve her ikisinin temsil edildiği ‘bütün’ düzeyin-de yaşanan eklemlenmeler ulus devlet açısından da tabii ki bağlayıcılık göster-mektedir.Daha çok temel eşitsizliğin emek-ser-maye çelişkisinde yaşandığı sonucuna varılsa da, sistem olarak eşitsiz gelişim, toplumdaki dengesiz formasyona ne kadar fazla yaslanırsa, başat çelişki (emek-sermaye) o kadar dolayıma uğrayacak ve kendini çok daha farklı ve zengin biçimlerde yeniden üretecektir.Bu başlığın altında söylenenleri daha anlaşılabilir hale getirmek için bir örnekle eşitsiz gelişimin konumuzla ilgisini -tekrar detayıyla açıklamak üzere- kurmaya çalışacağım.İtalya coğrafi konumu gereği doğal

limanlara çokça fazla sahip olmasının geliştirmiş olduğu ticari bir zenginliğe sahipti. Bunun yanına haçlı seferle-rine gemi ve silah yapımından gelen zenginlik eklendi. Bütün gelir gider kalemini ticarete borçlu olan İtalya’da muazzam büyüklükte kentler ortaya çıktı. Sonuç olarak da kentler arasında dış pazarı paylaşım savaşları baş gös-terdi. Netice ise ulusal pazarın, ulusal ticaret ve sanayi sisteminin kurulması-nın engellenmesi oldu. Böylece ihtiyaç duyulan ulusal pazarın oluşabilmesi çok sonralara kalmış oldu. Tarihsel mirasını bu şekilde devralan İtalya, diğer Avrupa’lı devletlere kıyasla (Fransa, İngiltere gibi) toplumsal for-masyonundaki dengesizliklerden dolayı ulusal birliğini kurmakta epey gecikmiş, Almanya’yla birlikte geç kalmış ulus olarak öne çıkmıştır.

Gecikmiş UlusÜstyapısal düzeyde de yaşanan, bu ya-nıyla da sadece maddi üretici güçlere ilişkin olmadığı rahatlıkla söylenebi-len eşitsiz gelişimin ulusu oluşturan unsurlara nasıl yansıdığını, tarihi, dili, toprağı, iktisadi yaşamı, kültürü kar-maşık olan toplumların ulus oluşturup oluşturamayacaklarını değerlendirme-ye geçebiliriz.Yazının başında verdiğimiz tanımlar gayet köşeli ve olmazsa olmaz gibi du-ruyorsa da yine aynı satırların yazarına kulak vermekte fayda var:

GEÇ ULUSLAŞMA YA DA BIR KAVRAM TARTIŞMASI

CEYDA KAÇARİSTANBUL ÜNİVERSİTESİ

Page 10: icab-ı hâl | Sayı:9

10 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

“… tarihsel olarak oluşmuş, çeşitli aşiret ve ırklarda oluşmuş olmalarına karşın, Keyhüsrev ya da İskender’in büyük devletlerinin ulus olarak adlandırılama-yacakları da kuşkusuzdur.”(2)“Eğer dil ve ‘ulusal karakter’ birlikleri yoksa, iktisadi yaşamları ve toprakları bir olan, ama gene de bir ulus oluştura-mayan insanlar düşünülebilir. Örneğin, Baltık ülkelerindeki Almanlar ve Leton-lar gibi.”(3)Buna yapılması gereken bir ek olduğu çok açık. O da bir ögenin eksikliğini diğerinin aşırı gelişkinliğinin kapata-bileceğidir. Örneğin birçok unsurun eksikliğini çeken fakat siyasal müca-deleyle bunu aşmış olan Kürtlerin ulus oluşturmadıklarını kim söyleyebilir, ya da emperyalist projelerin vaz geçil-mez aktörü İsrail’in siyasal manevra kabiliyetinin diğer unsurların önüne geçmediğini?Geç uluslaşma kavramını tarihsel olarak karşıladığını bildiğimiz, Kıt’a Avrupası’nda yaşanan süreçlerin dışına çıkan, bu bağlamda eşitsiz gelişme kavramına da başvurulabilecek iki süreçle karşılaşıyoruz; İtalya’nın ve Almanya’nın uluslaşması.

Geç Kalmış Iki Ulus

ItalyaÜlkenin büyükçe bir kısmı Avusturya işgali altındaydı. Bir yandan da Fransız İhtilali’yle birlikte milliyet ve hürri-yet fikirleri de oluşmaya başlamıştı.

İtalyan aydınlar ülkede birliği kurmak ve işgalden kurtulmak istiyordu. Kimi örgütlenmelere girdilerse de başarılı olmadı, çünkü birliğin kurulması her şeyden önce Avusturya’nın ülkeden çıkarılmasına bağlıydı. İtalya’nın feodaliteden bakiye olarak devraldığı şehir devletleriyse bunu tek başları-na gerçekleştirecek güçte değillerdi. Yapılan diplomasi sonucu Fransa'nın desteğinin sağlanmasıyla 1859 yılında yapılan savaşta Avusturyalılar mağlûp edildi. Bu zafer İtalya’nın ulus devleti-ne giden yolu açtı.

AlmanyaViyana Kongresi'nde bir Germanya Konfederasyonu'nun kurulmasına karar verilmişti. Merkezi Frankfurt'ta olan bu Konfederasyon, Avusturya'nın başkan-lığında toplanan bir meclis tarafından yönetilecek, Prusya bu konfederasyo-nun dışında kalacaktı.Bu yüzden Prusya ile Avusturya birbir-lerine rakip hale geldiler ve sürtüşme-ye başladılar. Prusya, Alman Birliği'ne hazırlık olması üzere Alman şehir devletlerinin iştirakiyle gümrük birliğini kurdu. Alman Birliği'nin kurulmasın-da Prusya başbakanlığına getirilen Bismark'ın büyük katkıları olmuştur. Bismark devlet bünyesinde gerekli ıslahatları yaparak Prusya'yı güçlü bir yapıya kavuşturmuş, Almanya’nın uluslaşması da Danimarka, Avusturya ve Fransa ile yapılan savaşlar sonunda gerçekleşmiştir.

“Bu ülke, Batı'nın nispeten geç uluslaşan ve kalkınan ülkelerindendi. Avrupa'da ilk uluslaşma 17. yy 'a kadar uzanır. Bunun tipik mekânları İngiltere ve Fransa'dır. Bazı ülkelerde ise ulus-laşma daha sonradan olgunlaşmaya başlamıştır: Almanya, İtalya , Belçika gibi. Bunlar ulusal birliklerini diğerle-rine kıyasla biraz gecikerek yaşadılar. Yaklaşık tarihler vermek gerekirse, 1848-1871 yılları arası diyebiliriz. Ulusal birliklerini geç gerçekleştirmek, kısmen, sanayileşme ve gelişmede de gecikmek anlamına geldi.”(4)Günümüz 21.yy dünyasında ise geç kalmış uluslar hala mevcut. Kapita-lizmin her yerde eşit yaşanma şansı zaten yok. Ulusu tanımlayan maddi unsurlar eşit ağırlık sergilemiyor diye kavramı topyekün kaldırıp atacak hali-miz de olmadığına göre yapılacak olan bu nesnellikte sınıf siyasetini tekrar üretmek olmalıdır.

Kaynakça(1), (2), (3); Stalin; Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, İnter yay.Aydemir Güler; Yolları Birleştirmek, Yazılama yay.Metin Çulhaoğlu; Eşitsiz Gelişme: Bir Tartışma Çerçevesi, Gelenek 84. SayıHikmet Seçkinoğlu; Eşitsiz Gelişme Üzerine Bir Deneme, Gelenek 23. Sayı (4)http://www.hikmetcetinkaya.org/belge.asp?select=152 Bülent Tanör’den aktaran; Hikmet Çetinkaya.

Page 11: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 11

Türkiye’de ulus devlet tartışması, uzun yıllardan beri süregelen, sancılı bir tartışmadır. Bu tartışmanın savunucusu ve karşıtı olarak karşı karşıya gelen tarafların kendi politik çizgilerinde yaşadıkları sapmalar ve savrulmalar bugün ne yazık ki, cumhuriyet kavra-mının en ilerici unsurlarını da erozyona uğratmış, elimizde içi tamamen boş, kadük bir devlet yapısı ve egemenlik anlayışı kalmıştır. Bu anlayış içerisinde de, Demokratik Özerklik yapısı mantıklı gibi görünmektedir. Ancak işin aslı, kapitalizm faktörüyle tamamen değiş-mektedir. Bunu neden böyle söylüyoruz? Günü-müze dair bu analizi yapabilmek için, Türkiye’de ulus devletin kuruluşunu, devletin sınıfsal karakterini açıklamak, bunu tartışmak elzemdir.

Türkiye’de Ulus Devletin Oluşumu Fransız Devrimi’nin tüm dünyayı kasıp kavuran yankıları, ulus devletlerin bir bir kurulmaya başlaması, yani; monarşi ve feodal yapıların teker teker yok ol-ması hemen hemen tüm ülkelerde aynı şekilde gerçekleşmiştir. Ülkelerin içinde bulunduğu eşitsiz gelişimden ötürü, ulusal devrim yaşama arifesindeki her ülkede, devrimi gerçekleştirecek olan sınıfsal ittifak aynı olmasa da, devrimin amaçladığı, oluşturduğu sınıf karak-teri büyük oranda aynıdır. Örneğin sanayinin gelişkin olduğu, yani işçi sınıfının bulunduğu ülkelerde gerçekle-şen monarşi karşıtı burjuva demokratik devrimlerde, devrimin müttefiklerinden birinin aynı zamanda işçi sınıfı olduğu görülmektedir. Ancak, Türkiye gibi ülkelerde 1906-1908 dönemlerinde başlayan ayaklanmalarda baş rolü, ittihatçı askerler, entelijansiya ve taş-radaki köylüler çekmiştir. 1923’e kadar süren bu dönemde, bu ittifak hemen hemen aynı şekilde kalmıştır.Cumhuriyet ve ittihat karşıtı kesimlerin bugün en ateşli şekilde savunduk-ları argümanlardan birisi, “ittihat ve terakki ve 1923 devriminin ‘jakoben karakteri’yle halktan kopuk olduğu, tepeden inme olduğu” iddiasıdır. Bunu yanıtlamak için devrimci ittifakın

oluşumuna, 1906 ayaklanmalarına bakmak gerekir. 1906 yılı öncesindeki ülkenin genel

profiline baktığımız zaman, ard arda girilen savaşlar, bu savaşların halka yüklediği bilanço, ülkenin ekonomisinin gittikçe zayıflaması, bu hoşnutsuzluk sonucunda halk ile devlet arasının da gittikçe açılması gibi bir tablo ile karşılaşıyoruz. Bu tabloda bir devrimci ayaklanmanın gerçekleş(e)memesinin sebebi olarak, dönemin ittihatçılarının halk ile buluşamadığını söylemek yanlış olmaz. Ancak, 1906 öncesindeki yakın zamanda, Anadolu'nun çeşitli yerlerine sürgün edilen İttihatçıların, bölge-deki örgütlenmeleri durumu tersine çevirmiştir. Bunu özel olarak belirt-mekte önem vardır, çünkü, sanıldığının ve resmi ideolojinin bize aktardığının aksine İttihatçılar, salt Rumeli merkezli bir ayaklanma örgütlememişlerdi. Tarihe, 1906 Vergi Ayaklanmaları olarak geçen dönem, aynı zamanda İtti-hatçıların halka doğrudan temas ettiği ve devrimin ittifaklarının başladığı dö-nem olarak görülebilir. 1906’da patlak veren bu olayların kıvılcımı, hükümetin uygulamaya koyduğu biri kişilerden toplanacak olan ‘şahsi vergi’, diğeri de, hayvanlar üzerine koyulan ‘Hayvanat-ı Ehliye Rüsumu’ adlı iki vergidir. Ülkenin genel durumu üzerine bir de bu vergiler eklenince, halkın devlete, orduya olan güveni tamamen yok olmakla beraber Anadolu'nun çeşitli yerlerinde çıkan ayaklanmaların başlangıcını oluşturan Kastamonu Ayaklanması, bölgeye

sürgün edilmiş İttihatçılardan ötürü farklılık yaratmaktadır. Diğer ayaklanmalara değinmeden evvel, İttihatçıların, Ermeni Devrimci Konfederasyonu(taşnak sütyun) ve çeşitli Bulgar, Yahudi devrimci grupla-rıyla girdikleri yakın ilişkiyi açıklamanın özel bir anlam taşıdığını belirtmek gerekir. Çünkü; liberal zevatın, Türki-ye ve tüm dünya siyasetine özel bir çabayla pompalamaya çalıştığı, “1789 Devrimi’nin, ‘milliyetçilik’ virüsünü in-sanlığa bulaştırdığı ve halkları birbirine düşman edenin aslında bu olduğu, tüm kötülüklerin anasının aslında devrim-ciler olduğu” argümanı ve bu iddiaların domine ettiği resmi ideolojinin, dev-rimcileri “ulusalcılık” potasına sığdırıp “itibarsızlaştırmaya” çalışmasına muhtemelen en iyi cevap bu olacaktır. Keza, Kastamonu Ayaklanması'nın peşi sıra gerçekleşen, Bitlis, Van, Erzurum, Trabzon Ayaklanmaları'na Hıristiyan devrimcilerin(Rum ve Ermeni) oldukça kritik katkıları olmuştur. Aynı zamanda Rumeli’de “24, 25 ve 26 Temmuz gün-leri, dağlardan Selanik’e inen ve mut-lakiyetçi yönetim tarafından, kelleleri için ödüller konmuş olan Bulgar, Rum ve Ulah çeteleri ile Arnavut haydut ve eşkiyalar –daha düne kadar birbirleri-nin köylerini basıp, kadınlarını öldüren değişik ırklardan insanlar-, İttihad ve Terakki yönetiminin altında birleşiyor, birbirlerine sarılıyor ve Türklerle dost olmak istiyorlardı. Bulgar çetelerinin başı, ‘dağların kralı’ Sandansky, özgür-lük, kardeşlik ve adalet üzerine nutuk veriyor, halk tarafından heyecanla

ALİCAN SÜNNETÇİOĞLUMARMARA ÜNİVERSİTESİ

TÜRKIYE’DE ULUS DEVLETIN KURULUŞUVE GÜNÜMÜZ TÜRKIYE’SINDE DEMOKRATIK ÖZERKLIK TARTIŞMASI

Page 12: icab-ı hâl | Sayı:9

12 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

karşılanıyordu.”(1) Bu ayaklanmala-rın, Anadolu, Rumeli ve imparatorluk topraklarının en ücra köşelerine kadar yayılması, devletin otoritesini, Abdül-hamit rejimini, ciddi bir şekilde sarsmış; İttihatçıların ordu içerisindeki örgüt-lenmeleri ve İttihatçılar, köylüler ve gayrimüslim devrimci örgütlerin 1906 ile başlayan ittifakı, 1908 Devrimi’nin altyapısını oluşturmuştur. Sonuç itibariyle, 1908 Devrimi ger-çekleşmiş, Sultan’ın egemenliği büyük ölçüde kısıtlanmış ve Korkut Boratav’ın da deyimiyle, Türkiye’de eksik kalmış bir 'burjuva demokratik devrimi' ger-çekleşmiştir. Devrimi ve dönemi fevkalade güzel bir şekilde özetlemesi açısından bu alıntıyı koymak önemlidir, “ …Avrupa’nın kapitalist hükümetleri, üzerinde soygun pazarlıkları yaptıkları Türkiye’nin çevresinde, aç kurtlar gibi dolaşıyordu. Ve Sultan Abdülhamit, kendi insanlarının kanının emilmesiyle ödenmek üzere, borçlanmaya devam ediyordu. Halkın uzun süredir artmakta olan hoşnutsuzluğu bu dönemde, İran ve Rusya’daki olayların da etkisiyle, açıkça ortaya çıktı. Rusya’da Devrimin temel savaşçısı proletaryadır. Türkiye’de, daha önce de belirttiğim gibi, ancak embriyon halinde bir endüstri vardı; proletarya zayıf ve sayıca yetersizdi. Türk aydınlarının en yetişmiş unsurları, fabrikalarda ve okullarda yeteneklerini sergilemek için biraz olanak bulabilen öğretmenler, mü-hendisler, vb. orduya girdiler. Araların-dan pek çoğu Batı Avrupa’da öğrenim gördü ve orada var olan rejimleri yakından tanıdı; Türkiye’ye döndükle-rinde ise Türk askerinin yoksulluğu ve bilgisizliğiyle ve devletin yozlaşmasıyla karşılaştılar. Bu durum duygularını tetikledi ve subaylar, hoşnutsuzluğun ve devrimin odağı oldular. Bu yılın (1908) Temmuz ayında devrim patlak verdiği zaman, Sultan ordusuz kaldı. Askeri birlikler birbiri ardına devrim saflarına geçiyordu. Bilinçsiz askerler hareketin amacını kuşkusuz anlamıyorlardı, ama yaşam koşullarıyla ilgili hoşnutsuzlukları, onları subay-larını izlemeye yöneltmişti. Subaylar, talepleri kabul edilmezse Sultanı devirmek tehdidinde bulunarak bir anayasa istediler. Abdülhamit’in boyun eğmekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bir anayasa ihsan etti (sultanlar boğazlarına bir bıçak dayandığı zaman genellikle böyle jestler yaparlar), libe-

rallerin yer aldığı bir bakanlık oluşturdu ve parlamento seçimlerine gitti. Bu dönemde tüm ülkede büyük bir aktivite göze çarptı. Mitingler mitingleri izledi. Çok sayıda yeni gazete çıkarıldı. Genç proletarya, bir gök gürültüsüyle uyanır gibi harekete geçti. Grevler patlak verdi, işçi örgütleri kuruldu. Selanik’te ilk sosyalist gazete yayınlandı. Reformcu “Jön Türkler”in çoğunlukta olduğu Türk Parlamentosu, bu satırların yazıldığı sırada yeni toplandı. Yakın gelecek bize bu Türk “Duma”sının yaz-gısının ne olacağını gösterecek. “ (Leon Trotsky, Pravda, sayı 2, 17 Aralık 1908 – Sendika.org) Tüm bunların sonucunda otoritesini ciddi bir şekilde arttıran İttihatçılar, ülkeye dair de söz hakkına sahip olmuşlardı. Taşıdıkları burjuva-demok-ratik karakterden ötürü, ekonomide ve ülke genelinde bir ‘millileşme’ hareketine girişmeleri gecikmedi. İktidarı tamamen ele aldıkları 1913-1918 döneminde, Milli İktisat görüşü doğrultusunda, ülkenin ilk kapitalist-leşme süreci başlatıldı. Kapitalistleşme sürecinin zorunluluklarından birisi de kesinlikle ve kesinlikle sermaye birikimi ve sermaye döngüsünün engelsiz bir şekilde gerçekleşebilmesidir. Bu tarih aralığında gerçekleşen 1915 Ermeni Tehciri(Soykırımı) sonrasında, azınlık-lara ait mal, mülk ve üretim araçlarını yasadışı yollarla(primitif akümülasyon; ilksel birikim ile) ele geçiren Türk ve/veya Müslümanların, sermaye birikimi ve ekonominin ‘millileşmesini’ sağla-dıklarını ve Türkiye’de ulus karakterini oluşturmaya başladıklarını söylemek çok da yanlış olmaz. Sözün özü, sınıf siyaseti ve sınıf mücadelesi karakteri taşımayan devrimci egemenliklerin,

halkların birbirine bu şekilde kırdırıl-malarına göz yumması ve/veya rol oynaması çok da alışılmadık, şaşırtıcı bir durum değildir. 1908’den başlayarak gelen dönem bo-yunca, ülkede ve tüm dünyada gerçek-leşen emperyalist paylaşım savaşları, ülkenin kaderini de değiştirmekteydi. Nitekim, yüzyılların imparator dev-leti Osmanlı, doğduğu topraklar olan Anadolu’nun işgale uğraması ve emper-yalist paylaşıma konu olmasına gelecek kadar çaresiz duruma düşmüştü. Emperyalist paylaşım savaşından ağır bir yenilgiyle çıkan Osmanlı, sonuç itibariyle, ülkeye dair bütün kontro-lünü kaybetmiş, yetkiler tamamen batılı emperyalist devletlerin eline geçmişti. 1908’den itibaren gelişen devrimci yükselişin ivmesiyle, omuzla-rına ağır bir sorumluluk yüklenen eski İttihatçı kurmaylar ve Mustafa Kemal, Anadolu’da, emperyalist işgallere karşı bir direniş başlatmış ve cumhuriyetin temelleri atılmıştır. 1919-1923 arasın-da, gerçekleşen bu ulusal kurtuluş mü-cadelesine, şüphesiz ki 1917 Bolşevik devriminin kritik ve göz ardı edilemeye-cek katkıları olmuştur. 1904 Rus-Japon savaşından Rusların ağır bir yenilgiyle çıkmasının peşi sıra gerçekleşen 1905 devrimi ve sonrasında gerçekleşen, 1917 Bolşevik Devrimi ile 1919 Ana-dolu İhtilali, tüm dünyada, yenilmez sayılanların yenilebildiğini göstermiş; batı emperyalizminin altın çağını sona erdirebilecek ulusal kurtuluş mücadele-lerinin fitilini neredeyse tüm sömürge ülkelerinde ateşlemiştir. Kurulmuş olan genç cumhuriyetin, otoritesini sağlamlaştırmak, saltanatın

Page 13: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 13

izlerini ülkeden tamamen silmek için gi-riştiği hamlelerin sonucu; etnik ve dini açıdan oldukça zengin olan Anadolu’da oldukça sancılı olmuştur. Feodalizmin, cemaat ve tarikat egemenliklerinin ve monarşinin yıkılabilmesi için, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de uluslaşma hareketi hız kazanmıştı. Saltanat rejiminin doğal bileşenleri olan feodalizm, dini cemaatler ve kulluk anlayışı ile cumhuriyetin kurulması ve yaşatılması söz konusu olamayacağı için, yüzyıllar boyu saltanat rejimi altında ‘kul’ olarak yaşamış olan halka yurttaşlık bilincinin aşılanması mutlak bir zorunluluktu. Ancak, etnik ve dini çeşitliliğin oldukça fazla olması, acilen otoriteye ve halk desteğine ihtiyaç duyan genç cumhuriyet için önemli bir sorundu. Etnik temizlik ve asimilasyon politikalarının temelinde de bu ihtiyaç yatmaktaydı. Ülkenin, tek bir etnik kim-lik üzerine inşa edilmeye çalışılmasının sonuçları, bugün hala dönem uygula-maları ile hesaplaşılırken ne yazık ki, “cumhuriyet” kavramı ile hesaplaşmaya dönmektedir. Günümüz değer yargıları ile, dönemin politik atmosferi değer-lendirilmekte; duygusal taraflaşmayla, günümüz siyaseti açısından oldukça yanlış bir politik tahakküme mahkum edilmekteyiz. Monarşik yönetimlerde kendisine hareket imkanı bulamayan burjuvazi-nin, ulus devletler aracılığı ile feodal yapıların yerle bir edilmesini destekle-mesi sınıfsal açıdan tutarlıdır, tarihte de böyle olmuştur. Hareket imkanı kazanan burjuvazi, ülkenin uluslaşma süreci ile ülkede kapitalizmi geliştir-miştir. Burjuvazisi ve işçi sınıfı olmayan Türkiye’de ise bu iki sınıf devlet eliyle oluşturulmuştur ve ülkenin uluslaşma süreci, kapitalistleşme süreci ile bera-

ber gelişmiştir. Türkiye’de Ulus Devletin Son Hali ve Demokratik Özerklik Günümüz dünyasında ise, ÇUŞ’lar(çok uluslu şirketler) için, ulus devletler ve ulus devletlerin merkeziyetçi yapıları önemli bir sorundur. Çünkü, Kapita-lizmin vahşi doğası gereği, sermaye sorunsuz bir şekilde birikmeli ve serma-ye döngüsü engelsiz bir şekilde hızlı olmalıdır. Dolayısıyla, oluşmak, güçlen-mek ve hareket imkanı kazanmak için en başta ulus devletlere ihtiyaç duyan kapitalizmin, ergenlik çağına ulaştı-ğında, ulus devletlerden ve merkezi-yetçi yönetim anlayışlarından kopması gerekmektedir. Çünkü, bir çok devletin bütçesinden daha çok bütçeye sahip olan ÇUŞ’lar, sermaye birikimi için yeni alanlar açmak adına uluslar arası faali-yet yürütmektedir ve bu sermaye dön-güsünün, her merkeziyetçi ulus devlete ayrı ayrı hesap vermesi kapitalizm adına kabul edilebilir bir durum değildir. İşte, Neo-liberalizm burada devreye girmekte ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de etkileri hissedilmektedir. Ekonomik sistemin, yani kapitalizmin bu sürüm yenileme hamleleri için ülkenin politik atmosferi kilit önem taşımaktadır. Türkiye’nin, yukarıda bahsettiğimiz gibi oluşmuş olan politik dinamikleri, işçi sınıfının oluşması ve sınıf mücadelelerinin yükselmesi ile de çeşitlenmiştir. Bu çeşitlilik içerisinde, kapitalizmin vaktiyle en büyük müttefi-ki olan 1. Cumhuriyetin resmi Kemalist ideolojisi eski popülerliğini yitirmiş ve neo-liberalizm kendisiyle uzlaşamadığı için 1. cumhuriyetin beline kazmayı vurmuştur. 12 Eylül 1980 darbesi ile yıkılış sürecine giren 1. cumhuriyet ve cumhuriyetin kazanımları(laiklik, sosyal

devlet, aydınlanmacılık vb.) sonrasın-daki diğer iktidarlar ve neo-liberalizmin aşındırmalarıyla ve nihayetinde AKP hükümeti ile sonlandırılmıştır. AKP hükümetinin asli kurucu iktidarı olduğu 2. cumhuriyetin tamamıyla neo-libe-ralizme uygun bir yapıya bürünmesi, kaçınılmaz bir zorunluluktur. Ancak ne var ki, İslamcı yapısı, saltanat düşkünlüğü ile tam olarak neo-libera-lizmin istediği formatta olmayan AKP hükümeti, 1. cumhuriyetin merkezi-yetçi ulus devlet yapısında elde ettiği kadrolaşma ve iktidar ile muazzam bir güce kavuşmuştur. RTE’nin, padişahlık düşkünlüğü ile elinde tuttuğu gücü, şımarıkça savunma dürtüsü ile ülkede politik saflaşmalar keskinleşmektedir. Israrla devletin merkeziyetçi yapısını, elindeki gücü kaybetmek korkusuyla tasfiye edemeyen AKP hükümeti, neo-liberalizmin isteklerini tam olarak yerine getirememektedir. Dolayısıyla, “ustalık dönemindeyiz” diye kendilerini adlandırdıkları şu son dönemde, dış siyasette ve iç siyasette bolca demir bilye yutmaktadırlar. AKP’nin yeni anayasa tartışmaları ile gündeme soktuğu başkanlık sistemi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi-hesler, etnik açılımlar vs. tamamen ülkenin merkeziyetçi yapısını değiştirip, ülkeyi, neo-liberalizmin ve ÇUŞ’ların at koşturacağı bir piste çevirmeye yönelik ortam hazırlama çalışmalarıdır. Böylesi bir dönemde uzun yıllardan beri özgürlük mücadelesi veren Kürt Ha-reketinden de oldukça ilginç bir talep gelmiş ve ülke gündeminde tartışılma-ya başlanmıştır: Demokratik Özerklik. İspanya, İtalya, İngiltere, Portekiz gibi ülkelerdeki özerklik deneyimlerinden yola çıkılarak Kürt sorununun çözümü için, demokratik özerklik önerilmek-tedir. Bu öneriye göre, Dışişleri, Milli Savunma, Genel Maliye gibi hizmetler Ankara’ya bağlı olacak; diğer hizmetler ise Bölge Meclisleri’nin insiyatifine bırakılacak. Bu bölgelerin yönetimi oradaki halkın etkinliğiyle beraber, "Yerinden Yönetim" anlayışıyla yürütü-lecek ve bunun sonucunda ise halkın doğrudan doğruya yönetime katıldığı "demokratik konfederalizm" oluşa-caktır (2). Ancak ne var ki, kapitalizm koşulları içerisinde halkın doğrudan yönetime katılması bir hayalden ibaret olacaktır. Tüm bu öneriler, Kürt Sorunu’nun çözümüne yönelik bir iyi niyeti gösterse de; bu iyi niyetten

Page 14: icab-ı hâl | Sayı:9

14 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

bağımsız olarak, bu projenin uygula-mada açacağı sonuçlara değinmekte fayda var. Meseleye giriş yapmadan değinmekte fayda var ki; 90’lı yıllardan itibaren, yani, reel sosyalizm deneyiminin SSCB’de sonlanması ile beraber, tek kutuplaşan dünyada, öncesinde özgürce siyaset yapma şansı elde etmiş olan üçüncü dünya ülkeleri ve ulusal ayaklanmalar, sınıf siyasetinden uzaklaşmış; adeta pusulasını yitirmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi de bu dönem içerisinde, siyasetinden, sınıf mücade-lesini çıkarmış ve sonuç olarak politik talepleri de bu şekilde oluşmaktadır. Demokratik özerklik meselesine geri dönecek olursak, ilk olarak, özerklik meselesi, yerel yönetimleri güçlendir-meyi amaçlayan son belediye yasa-sıyla beraber ele alınmalıdır. Yerel yönetimleri güçlendirmenin asıl amacı çokuluslu şirketlerin, siyasal mekaniz-malara doğrudan katılımını sağlamaktır. Yoksa, iddia edildiği gibi yerelleşme, halkın yönetime doğrudan katılmasını sağlamayacaktır. Bunu neden böyle söylüyoruz? Türkiye ile askeri darbeleri ve darbelerle solun ezilmesi açısın-dan ortak noktalara sahip olan Latin Amerika’daki özerklik deneyimlerine bir değinelim. 90’lı yıllarla beraber, Latin Amerika’da da neo-liberal politikalar uy-gulanmaya başlamış, IMF’nin dayattığı Yapısal Uyum Programları, Latin Ame-rika halklarına muazzam bir yoksulluğa mal olmuştu. Neo-liberal politikalar, sosyal devlet algısından vazgeçilme-sini gerektiriyordu. Dolayısıyla, devlet her türlü faaliyetten elini çekecek, bu faaliyetlerin getirdiği maliyetleri , "yerli cemaatlere, ya da onları destekleyen ulusal/uluslararası STÖ’lere yıkmayı hedeflemekteydi." (3) Tabiki de bu so-rumluluğun devri için uygun pazarlama ambalajı, “halkların en meşru talep-leri olan kültürel ve siyasi varlıklarını kendi ellerinde bulundurmaları” kozunu lütfetmek(!) olmuştur. Bu yıllarda yerli halkların kültürel ve siyasi hakları ta-nınmış, ülkeler ademi merkeziyetçi bir yapıya geçmiş; ancak tüm bu gelişme-ler, neo-liberal ekonomi politikalarının getirdiği yoksulluğu, işsizliği ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Zaten böyle bir hedefi de yoktu. Halkların ağızlarına bir parmak bal çalmaktan başka bir şey değildir bu "çokkültürcü" reformlar. Özelleştirme rüzgarının Latin Amerika’da da esmesiyle, ÇUŞ’lar, yerli halkların yaşadığı, aynı zamanda

doğalgaz, akarsu, petrol, hidrokar-bon açısından zengin yerlerde etkili olmaya başlayıp, halkları topraklarından sürmüşlerdir. Su ve Petrol ÇUŞ`larına karşı, sözüm ona özyönetim hakları ellerinde olan emekçilerin mücade-lesi de elbetteki başlamıştır; özerk olmalarına rağmen direnmeye devam etmektedirler(HES’ler ve Türkiye’deki yerli halkın HES karşıtı direnişleri ta-nıdık gelebilir). Görüldüğü gibi hep AB ülkelerinden örnek verilen özerklik de-neyimleri Latin Amerika’da bambaşka sonuçlara yol açmıştır. Sosyo-ekonomik açıdan da AB ülkelerinden ziyade, Latin Amerika ülkelerine daha çok benzeyen Türkiye’de de senaryo böyle olacaktır. Bu projenin neyi hedeflediğine dair Diyar A.Ş.’nin sahibi aynı zamanda Di-yarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir`in, şirketin sitesine yazdığı cümleleri örnek olarak vermek gerekir: "Diyar A.Ş.’nin öncülüğünde ve katı-lımıyla kurulacak; doğalgaz dağıtım, ulaşım, kültür ve dayanışma şirketleriy-le birlikte; Büyükşehir'in önderliğinde bir anlamda yerel yönetim girişimciliği başlatılarak, kentimizde ve bölgede ya-tırım ve kalkınma hamlesinde yerinden yönetim anlayışıyla gerek yerli gerekse yabancı özel sektör yatırımcıları teşvik edilmiş olacak ve Büyükşehir'in sürdü-rülebilir ve sağlıklı kentleşme ve buna paralel büyüme hedefini yakalaması sağlanmış olacaktır. Yılların ihmaliyle birikmiş olan yatırım eksikliği ve buna bağlı ortaya çıkan sosyo-ekonomik sorunların çözümü, sağlıklı kentleşme, sürdürülebilir ekonomik büyüme ve insanların gelir düzeyinde refah sınırına erişebilmeleri ancak uygulamaya koy-duğumuz bu yerel yönetim girişimciliği ve özel sektörü teşvik stratejimiz ile mümkün olabilecektir. Bu hedefi ger-çekleştirirken, kaliteyi en üst seviyede tutma konusunda da öncü ve girişimci olacağımızın ve vahşi-kâr elde etme hırsından yana değil seviyeli kâr fakat üstün-kalite ve yüksek-ciro elde etme konusunda şirket politikası güdeceği-mizin de bilinmesini isterim." Bu paragraftan anlaşılacağı gibi yerel-leşme meselesi kapitalizmi yok etmeyi değil de ehlileştirmeyi hedefleyen bir proje olarak meşrulaştırılmaya çalışıl-maktadır. Oysa bu mümkün olmamak-tadır. Kapitalizm zaten özünde vahşidir. Kâr elde etme dürtüsü ise kapitalizmin doğasından kaynaklanır. Bundan dolayıdır ki "seviyeli kâr" elde etme

güdüsünü, kapitalizmin içselleştirmesi imkansızdır. Bu cümlelerden Türkiye burjuvazisinin yerelleşme konusunda ortaklaşmaya vardığı çıkarılabilir. Kaldı ki yukarıda bahsedilen yerel yönetim girişimciliği ile BM`nin, Türkiye ile ilgili Kalkınma Raporu`nun yerel yönetimlerin güçlendirilmesi başlığın-da, "sivil toplumun karar mekanizma-larına katılmasını ve yerel yatırımlarda söz sahibi olmasını sağlayarak, yerel yönetişimi güçlendirmek "(4), maddesi hedef olarak örtüşmektedir. Zirâ ikisin-de de sivil toplumun karar mekanizma-larına katılmasından bahsedilmektedir. Elbette ki, sivil toplumda yatırımı yapabilecek kişilerin arasına herhangi bir işçi gir(e)meyecektir. Her ne kadar "sivil toplum" denilerek sevimli bir algı yaratılmaya çalışılsa da, bu sivil toplumda da hegemonyasını kurup, sürdüren kapitalistlerdir. Dolayısıyla karar mekanizmalarında söz sahibi ola-cak olanlar emekçiler değil, kapitalistler olacaktır. Düzeniçi bir çözüm, kalıcı bir çözüm getirmeyecektir. Elbette, bir halkın 'Anadilde Eğitim' hakkını, siyasi, kültürel haklarını savunmak hem meşru hem de olma-sı gerekendir. Bir halkın dili, kültürü yasaklanamaz. Ancak bu, iyi niyetten kaynaklanan çözüm önerilerinin sonuç-larının nasıl olabileceğini düşünmek gerekir. Zirâ, sonuç; Türkiye Halkları’nın emekçileri için bir yıkım olabilecektir. Yazının ilk kısmında sorduğumuz soru ancak bu şekilde cevap bulabilecektir. Tarihsel bir zorunluluk olarak kurul-muş olan cumhuriyet ve merkeziyetçi devlet yapısı, bugünün siyasi atmosferi doğrultusunda sorgulamamız gere-ken yapı değildir; ancak bu ekonomik sistem içerisinde savunucusu olmamız gereken bir yapı da değildir. Dipnotlar:1-Aykut Kansu, ‘1908 Devrimi’ sf. 1362- http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=56470&haberBaslik=%E2%80%98Demokratik%20Cumhuriyet%20%C3%96zerk%20K%C3%BCrdistan%E2%80%99%20form%C3%BClasyonu%202&action=haber_detay&module=nuce3-http://www.ivmedergisi.com/latin-amerikadan-%C3%B6zerklik-deneyimleri-i-sibel-%C3%B6zbudun.html4-http://www.undp.org.tr/Gozlem3.aspx?WebSayfaNo=257

Page 15: icab-ı hâl | Sayı:9

İdam, söz konusu hukuk düzeninde, suçlu kişinin yargılanması sonucu verilen ölüm cezasıdır. Uygulanabilir en sert cezadır. İdam kararının ortaya çıkmış olması, kişinin/kişilerin hukuka aykırı derin, ciddi suçlar işlemiş oldu-ğunu veya devletin kendi otoritesine karşı bir tehdit algıladığını gösterir. İdam cezası gerekçelerini, bu şekilde ikiye ayırabiliriz. Ölümle cezalandırma-nın yerinde bir karar olup olmadığını tartışmaya geçmeden önce; yine bu iki şeklin uygulanmasında dönemsel anlamda yoğunluk ve gündemde olma durumuna göre, o tarihsel süreç hak-kında birtakım bilgiler edinebiliriz. Bu bilgiler, –o sürecin egemen düşüncesi ve yaşam anlayışıyla ilgili kesin bilgiler-den ziyade- o zamanki toplumsal düze-nin kendisine temel olarak kabul ettiği yönetim ilkelerine karşı bir yönelimin olup olmadığı, örgütlü bir “karşı duruş”a sahip siyasallığın toplumu etkileyip et-kilemediğiyle ilgili bilgilerdir. Bilgilerin olumlandığı zamanlar, yönetimin idam cezasını kendisine karşı geleni bastır-ma ve korkutma çabasıyla uyguladığı zamanlardır. Örneğin, 1972 yılında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan mahkeme tarafından yargılanıp idam edildiler. Bakıldığında, o döne-min üniversite gençliği, ülkenin siyasi gündemiyle ilgileniyor, halk düşmanı politikalara karşı duruyor ve çözüm konusunda radikal fikirler sunuyordu. O dönem, yine geniş halk kitlelerinin de siyasallaşmış olduğu zamanlardı. Bun-dan rahatsız olan devlet, bu sürecin örgütleyicilerinden olan, buna önderlik eden üç genci idam ederek; bekçisi

olduğu düzeni korumayı hedefledi. Yani idamın gerekçesini politik sebep ve yönetme krizi oluşturuyorsa, orda toplumu da etkileyen bir durum var demektir.

Idam Cezası Karşıtlığının NedenleriSuç ve ceza kavramları, anlamları ve işlevleri açısından tartışma konusu olmuştur. Suç olarak tanımlanan olayın meydana gelmesinde, “suçlunun iradesi” tek başına belirleyen değildir. Kişinin içinden geçtiği koşulların fiilen gerçekleşmesinin de etkisi vardır. Ceza işlemi yapılırken, bu etkenlerde de sorumluluk aranıp, tespit ve çözümler üzerinde durulması gerekir. Bunların bugün yapılmamasının sebebi, suç olgusunun; önemli çarpıklıkları, aksak-lıkları, insanların sürüklendiği hastalıklı psikolojiyi ve düşünme eğilimlerini açı-ğa vurmasıdır. Mevcut toplumsal düzen bunlara cevap üretememesi sebebiyle, böyle bir çabada kendisini inkar etmek zorundadır. Üstelik, tüm bunların çözü-münü “yok etmek”te buluyor. Bu nokta-da, uygarlığın ne olduğunu sorgulamak gerekir. Ayrıca karar, suçlu üzerinde derin psikolojik yaralar açabilmektedir. Bu durumu Dostoyevski şu şekilde anlatmıştır: “Bir insanı cinayet işlediği için idam etmek, suçun kendisiyle kıyaslanmayacak denli büyük cezadır. İdam edilmek, bir haydut tarafından öldürülmekten çok daha korkunçtur. Bir haydutun öldürdüğü, örneğin gece vakti bir ormanda boğazı kesilen, adam son ana kadar kaçabileceği ümidini taşır… Ama idamda, ölümü on kere kolaylaştıran bu son ümit yoktur, ke-sinlik vardır onda, kesin bir karar vardır ve ondan kaçamayacağımızdan emin olmamız bütün o korkunç işkenceyi do-

ğurur ve bu işkenceden daha büyüğü yoktur yeryüzünde… İnsan tabiatının delirmeden buna dayanabileceğini kim söyleyebilir? Bu denli çirkin ve faydasız bir aşağılamanın gereği ne?” (1). Bu yöntem, günümüzde kabul edilen Ev-rensel İnsan Haklarını da ihlal etmekte. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 5. maddesine göre, “Hiç kimseye işkence yapılamaz ya da zalimce, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele uygulana-maz.” Söylendiği gibi, idam cezasının suçtan caydırma etkisi de yok. İdam cezasını uygulayan ABD’ nin, Avru-pa ülkelerine göre daha yüksek suç oranlarına sahip olduğuna dair veriler mevcut.

Türkiye’ de Idam CezasıGeçmişte Türkiye’de de olan idam cezası, 1984 yılından beri uygulan-mazken 2002 yılında bir düzenlemeyle kapsamı daraltıldı. 2006 yılınday-sa, 5218 sayılı Kanun'la tamamen kaldırıldı. Daha önceyse, “prosedüre göre mahkemeler tarafından verilen idam kararları Yargıtay’da onaylan-dıktan sonra Meclis’e gönderiliyordu. Meclis’in de idam kararını onaylaması halinde, idam cezaları infaz ediliyordu. İnfazlar 1965 yılına kadar gündüzleri, halkın izleyebilmesi için alenen ve belirli noktalarda; İstanbul’da Sulta-nahmet Meydanı’nda ve Ankara’da Samanpazarı’nda gerçekleştiriliyordu. 1965 yılında İnfaz Kanunu’nda yapılan düzenlemeden sonraki infazlar, cezaevi avlularında ve güneş doğmadan önce gizli olarak yapılmıştır.” (2) Dipnotlar(1) E.H. Carr – Dostoyevski(2) Vikipedi- Türkiye’de idam cezası

IDAM CEZASI

ÖZGÜR OKTAYANADOLU ÜNİVERSİTESİ

VE ANLAMI

Page 16: icab-ı hâl | Sayı:9

16 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 8 Mayıs’ta İtalya gezisi dönüşü “tez başkanlık sistemi tartışıla!” fermanını verdikten sonra, Menderes’ten Özal’a tam bir vesayetle yürütülen tartışma, en alevli halini aldı.TBMM Anayasa Komisyonu başkanı -aynı zamanda AKP’nin “başkanlık istemi başfetişisti”- Burhan Kuzu, “neredeyim ben?” demeden, gittiği her yerde en hararetli şekilde başkanlık sisteminin niteliklerini, ABD’de ne kadar başarılı olduğunu, Türkiye’ye uygulanmasının gerekliliğini anlatırken; hukuk biliminin, politik kaygılarla nasıl suyunun çıkarılacağını tüm bilim camia-sına göstermiş oldu.Parlamenter sistemi “İngilizlerin bulduğu köhne, geri kalmış model”, Başkanlık sistemini ise “devletin daha iyi yönetilmesi amacıyla bulunmuş aklın modeli” olarak niteleyen Kuzu’nun eğitimsiz halkı nasıl kandırdığına değin-meden önce; AKP’nin her yerde, nasıl bir model getirmeye çalıştığını AKP’yi temsilen belirten Kuzu’dan birkaç söy-lem aktarmak yerinde olur diye tahmin ediyorum:“Parlamenter sistemde kuvvetler ayrı-lığı olmadığından, her şey başbakanın elinde, bakan olabilmen için başbakanla iyi geçinmekten başka çaren yok.”, “Parlamenter sistemde çok güçlü bir başbakan var. Amerika’da zavallı bir Obama var.”, “Bu kadar büyüttük bu devleti, istikrar için başkanlık sistemin-den başka yol yok.” Söylemlerin ne den-li hatalı olduğu, başkanlık sisteminin bilimsel kavranışıyla alakalı. Önce genel olarak başkanlık sisteminin yapısal ve sistematik özelliklerini incelemekle başlayabiliriz.Başkanlık Sisteminin Tanımlanması

Bir devlette parlamenter sistemden tamamen yalıtılmış olarak uygulanan saf bir başkanlık sistemini, Profesör G. Sartori’ye göre temel olarak şu üç kriterle tanımlayabiliriz:İlk tanımlayıcı kriter, devlet başkanı-nın belli bir zaman dilimi için (4-8 yıl), doğrudan veya ona benzer biçimde(1), halk tarafından seçilmesidir.İkincisi, hükûmetin ya da yürütme orga-nının parlamento oyuyla ne atanması ne de düşürülebilmesidir. Bu yatay erk ayrılığının katılığına işaret eder ve impeachment (meclis soruşturması) mekanizmasının varlığı bu kriteri ihlal etmiş olmaz.(2)Birinci ve ikinci kriter başkanlık siste-mini kısmen tanımlamaya yetse de, tamamen saf bir başkanlık sistemi için başkanla kabinesi arasında herhangi bir ikili bir otoriteye yer olmayacağından; üçüncü kriter olarak “tek kişili yürütme organı” yada “başkanın yürütme orga-nını yönlendirilmesi”ni eklemek gerekir.Başkanlık sisteminin genel özellikle-rinden kısaca bahsetmiş olmam “ders verme” amaçlı olmayıp, dünya, ABD ve Türkiye nesnelliklerinde ayrı ayrı yapacağımız değerlendirmelerin belli bir çerçeve dahilinde anlaşılması için bir ön bilgi niteliğindedir.Genel olarak başkanlık sistemleri, ABD istisna tutulursa, iyi işlememiş, dayanıksız olmuşlardır. Daima darbe ve çöküntülere yenik düşmüşlerdir. Bu de-ğerlendirmenin yerinde olabilmesi için ABD örneğini irdelemekte fayda var. Türkiye hükûmetinin prototip olarak aldığı ABD başkanlık sistemini tarihsel ve güncel özneleri göz önüne alarak inceleyelim. ABD Prototipi

Tarihsel GelişimiAmerika kıtasının birçok bölgesinde -hemen hemen tümünde- devletler,

cumhuriyetler olarak bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde, Avrupa’nın -Fransa hariç- tamamında monarşi uygulan-maktaydı. Bilinçli bir tercih sonucu olmasa da, bu yeni başkanlık sistemi, yeni dünya ülkelerinin -Avrupa örnek-lerinin ırsi bir devlet başkanı oldu-ğundan- cumhuriyete uyarlanmış bir “devlet başkanı”na olan ihtiyaçları so-nucu oluşmuştur. Dolayısıyla başkanlık sistemi, Kuzu’nun söylediği gibi “İngiliz parlamentarizminden üstün olan bir sistem” olup olmadığını tartışan bir teoriden kaynaklı olarak oluşmamıştır. Sistemin Işleyişi, Yasama-Yürütme IlişkisiABD’de -özellikle başkanlık seçimle-rinde- yalnızca iki büyük parti görünür kılınır. Bunun sebeplerinden birincisi, barajdan kaynaklanan, üçüncü bir partiye rağbeti azaltmak ve dolayısıyla yeterli delege oyunu alamayışıyla diğer partilerin görünür olmasını engellen-mesindendir. Bir diğer sebebi tarihsel bir süreklilikten kaynaklanıp, Kongre ve Beyaz Saray’ın “Cumhuriyetçi Parti” ve “Demokrat Parti” arasında gidip gelişidir.Cumhuriyetçiler, 1968’den 1992’ye değin (4 yıl hariç) Beyaz Saray’a sahip olmalarına rağmen; Demokratlar, 1955’ten 1992’ye kadar sürekli olarak meclislerden birinde -6 yıl her ikisinde- çoğunluğu ellerinde tutmuşlardır.Bu durum normalde yasama ve yürütme arasında büyük uyumsuzlu-ğa neden olabilecek, sistemi büyük çıkmazlara götürecek bir şey olmasına rağmen David Mayhew’e göre bu endi-şe verici bir durum değildir. Mayhew’e göre denetimin birleşmiş mi, bölünmüş mü olduğu -yürütme ile yasamanın tek elde mi, farklı partilerin egemenliğinde mi olduğu-, standart türdeki önemli kanunların kabulü açısından önemli bir fark yaratmaz. Önemli kanunlar, parti denetimi ile ilişkili olmayan bir biçimde gerçekleştirilmiştir.Önemli kanunların yerleşik kapitalizm pragmatizmi göz önüne alınarak oluştu-rulduğu düşünülünce; ABD’de başkanlık sisteminin işlerliği -yada bölünmüş de-netimin yaratması gereken sorunların olmayışı-, Burjuva kararlarının, ideolojik altyapıdan yoksun iki parti tarafından yadsınmadan kabul edilmesi nedenine bağlıdır.Geçmişe bakıldığında, iktidar bölüşü-münün, sadece uyumlu çoğunluklarla –başkanın parlamento çoğunluğuyla uyuşmasıyla- değil, geleneklerden

BIR YÖNETIM SORUNSALI: BAŞKANLIK SISTEMI

UMUT ZORERMARMARA ÜNİVERSİTESİ

Page 17: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 17

kaynaklanan ortaklıkçı uygulamalarla, özellikle dış politikada iki partinin bir-likte hareket etmesiyle dengelendiğini görürüz. Çünkü dış politika, halk için göstermelik hizmetler yapan iktidarın tek başına karar verebileceği bir durum olmayıp, genel anlamda iktisadi çıkar-ların deklare edildiği en önemli alandır. Bu alandaki kararlar, doğrudan egemen sınıf tarafından alınıp, herhangi bir mu-halefetle karşılaşmadan uygulanması gereken kararlardır. Sistem ABD’de Işliyor Mu?Sartori’ye göre Birleşmiş Devletler’de başkanlık sisteminin işleyebilmesin-de üç temel faktör yatar. “İdeolojik ilkesizlik”, “zayıf ve disiplinsiz partiler” ve “yerel sorunlara yönelik siyaset”. Ben -haddim olmadan- spesifik olarak ABD örneğinde bu üç faktöre dördüncü olarak “geniş ve çaplı sermaye dön-güsü” etkisinin eklenmesinin yerinde olacağını düşünüyorum.Koşullar sağlandıktan sonra başkan, Kongre’de ihtiyaç duyduğu oyları, karşılığında seçmenlere menfaatler sağlayacağını vaat ederek elde edebilir. Karşılıklı çıkar politikası böylesine kurumsallaşmışken, deyim yerindeyse “büyük işlerle” ilgilenen burjuvazidir. Dolayısıyla ülke -ve söz konusu ABD ise dünya- ekonomisine (ekonomiden bahsediliyorsa büyük çaplı tüm siyasi etkinlikler bu kapsamda değerlendiri-lebilir) burjuva, büyüme parametresini gün geçtikçe yukarı çeken bir konuma sahip olur. Son tahlilde, karşımıza nicel olarak büyük ve ihtişamlı fakat nitelikten yoksun; en ufak ekonomik dalgalanmada tüm düzenlerin yerinden oynadığı, çürük bir devlet yapısı çıkar. Sistemin bozukluğu, büyük bir kriz ya da sistem değişiminde, kendini en çarpıcı şekilde gösterecektir. Latin Amerika ÖrnekleriBaşkanlık sistemlerinin en yaygın görüldüğü yer Latin Amerika’dır. Aynı zamanda başkanlık sisteminin en istik-rarsız ve kırılgan yapısını gösterdiği yer de yine burasıdır.Kosta Rika’dan Venezuela’ya, Ekvador’dan Bolivya’ya, Honduras’tan Guatemala’ya birçok Latin Amerika ülkesi, demokrasi tarihi boyunca, birçok darbe ve çöküşe tanık olmuş ve sistemin işleyip işlemediği konusu hâlâ bir belirlenime kavuşmamıştır. Yine Profesör Sartori’ye göre, başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin sicili, tek bir istisnayla, zayıf ile berbat arasında değişmekte ve bu da bizi, bunların siyasal sorununun başkanık sisteminin

kendisi olup olmadığını düşünmeye sevketmektedir.Latin Amerikan başkanlık sistemindeki işlevsizliğin, gözle görünür nedenleri arasında yanlış parti sistemleri ya da otorite yoksunluğu sayılabilse de, asıl altyapısal neden emperyalist dünya ko-şullarında, kapitalist üretim ve yönetim biçimi sahiplenilirken, gelişkin bir ulusal burjuvaziye sahip olunmayıştır.ABD prototipinden ilham alan bu ülkeler, ABD’deki başkanlık sisteminin sürerliliğini sağlayan üç temel faktöre sahip olsalar bile, devletin istikrarı emperyalizm yetkisi dahilinde sür-dürülebileceğinden; yatay erklerin sert ayrımından, güçlü ve otoriter bir hükûmet değil, ülkenin iktisadi temel sorunlarından kaynaklanan, kendi içe-risinde sağlam kalmayı, kendi sistemini dik tutmayı beceremeyen gelişkinsizlik örnekleri olmuşlardır. Türkiye’de Başkanlık Sistemi Işler Mı?Başbakan ve onun ‘komisyoncu’su her ne kadar, ‘tek istisna’ olarak belirtti-ğim, “ABD gibi olacağız!” ya da “ABD olamasak da Türk işi başkanlık getirir Osmanlı gibi oluruz!” dese de başkanlık sisteminin –ya da Türk işi anayasal padişahlığın, Türkiye’nin siyasi, sosyal ve iktisadi birçok dengesini alt-üst edeceği kesin. Ortaya çıkabilecek sorunları; genel durumları ve oluşacak konjonktürel dengeleri göz önüne alarak değerlendirebiliriz sanırım.Türkiye’ye başkanlık sisteminin geldiğini düşünelim. Çokça ve etkisiz partilerin bulunuşu zaten ülkeyi Latin Amerikan modelleri gibi tıkanmalara sürükleyeceğinden başarısız olur. Par-tilerin ABD’deki gibi olduğu varsayımını ele alalım. Üç ihtimal çıkar karşımıza. Birincisi, derin ideolojik faklılıklar olur, bu parlamento ve başkanı, temelde aşırı derecede karşı karşıya getirir ve istikrarsız, erkler uyumsuzluğu yaşayan bir yönetim oluşturur. İkinci ihtimal, ABD’de olduğu gibi ideolojik ilkesizlik esas olur, burjuva çıkarlarına doğrudan hizmet edilir, ama ulusal bir burjuvazi eksikliği tekrar kendini gösterir ve ikti-sadi çöküntü yaşanır. Son ihtimal olarak AKP gibi bir parti, hem başkanlığı hem de parlamentoyu eline alır -ki bu en olası ihtimaldir-. Bu durumda fren-denge mekanizması yok olacağından, ülke tam bir despotizmle karşı karşıya kalır.Hâl böyleyken egemenlerin Türkiye’de başkanlık sisteminin tartışılma emrini -ve doğal olarak sistem değişikliğinin haberini- veren AKP, olası bir değişik-

likte ya ülkeyi çıkmaz bir gerilemeye sürükleyecek ya da ‘düşünme’ cürretin-de bulunanın “boynunun vurulacağı” bir sistemle, başlattığı demokratik gericileşme hamlesini, tamamına erdirecektir. Bu durumun dışında, halihazırda par-lamenter sistem uygulanan bir yerde, herhangi bir kopuş dönemi yaşanmak-sızın, durduk yere rejimi değiştirmek Prof. Kaboğlu’na göre siyasal ve anaya-sal bir taklitten fazlası olamaz.Kaboğlu’na göre, Taklit yoluyla alınan siyasal rejim, daha nitelikli bir ülke (çevre ve doğal kaynakları korunmuş) ve daha nitelikli bir toplum (insan hak-ları standartları yükseltilmiş) yaratabilir mi? Bunlara yanıt verilemediği sürece, “anayasa mühendisliği” yoluyla inşa edilecek tek kişi yönetiminin, giderek merkezileştirilen tasarruflarla ülkeyi ve devlet eliyle dinselleştirilmeye çalışılan toplumu, “yaşanmaz mekânlar” haline getirme riskine de hazır olmak gerekir. Sonuç olarak konuyu özetlersek, dene-bilir ki;

-Başkanlık sistemi köhne bir sistemdir ve - dünya üzerinde bir istisnası olmak kaydıyla- çöküntüye mahkumdur.-ABD’de başkanlık sistemi emekçi halka kaybettirirken doğrudan dünya ekono-misini kalkındırır.-Latin Amerika’da devletlerin kötüye gi-dişi, ekonomik sistem bir yana konursa, başkanlık sisteminin bozuk yapısının etkisindedir.-Türkiye nesnelliğinde -tüm ekonomik, sosyal, politik şartlar göz önüne alınır-sa- başkanlık sisteminin gereksinimi, padişahlık hayalinden ibaret olup, uy-gulanması durumu, bu hayalden farklı bir somutlanma ile sonuçlanmayacaktır. Dipnotlar:1-‘doğrudan ve ona benzer biçimde’ye örnek olarak; Bolivya’da Başkan’ın, halk oylamasından sonra en çok oy alan üç adayın, parlamento tarafından seçilme-si olabilir.2-İmpeachment uygulaması sadece cezai soruşturmalarda geçerlidir ve her durumda kabineyi atama yetkisi başkana aittir. Kaynakça:-Karşılaştırmalı Anayasa Mühendisliği-Giovanni Sartori-1994-Anayasa Hukuku Dersleri-İ.Ö.Kaboğlu-2012-Birgün gazetesi-İ.Kaboğlu-Taklitçiliğin Dayanılmaz Çekiciliği makalesi

Page 18: icab-ı hâl | Sayı:9

18 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Anayasamız, 83.maddesiyle, yasamaya iki konuda bağışıklık tanımıştır: Bunlar-dan birisi yasama sorumsuzluğu, diğeri yasama dokunulmazlığıdır. Yasama sorumsuzluğu, diğer bir ismiyle kürsü dokunulmazlığı; milletvekillerinin Mec-lis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, ileri sürdükleri düşüncelerden sorumlu tutulamamasıdır. Asıl tartışmalara konu olan yasama dokunulmazlığı ise, kısaca

milletvekillerinin Meclis kararı olmadan sorguya çekilmesini, tutuklanmasını ve yargılanmasını engeller.Yasama dokunulmazlığı, Fransız kökenli bir uygulamadır. 1789 Fransız Devrimi’nin ardından toplanan Meclis, 1790 tarihli bir kararname ile Mec-lis üyelerinin, Meclis kararı olmadan tutuklanamayacağını öngörmüştür. Burjuvazinin tarihsel olarak ileri bu adımının amacı; parlamento üyelerinin iktidar tarafından tahrik edilebilecek keyfi, zamansız ve esassız ceza ko-

vuşturmalarıyla -geçici bir süre için de olsa- yasama çalışmalarından alıkonul-masını önlemektir. Ancak burjuvazinin birçok hamlesi gibi yasama dokunul-mazlığı da, zaman içinde ilerici yanını kaybetmiş ve amacından saptırılarak parlamento üyelerini işledikleri birçok suçtan koruyacak bir kalkan halini almıştır. Daha da vahim olanı; muha-lefeti iktidarın keyfi uygulamalarına karşı koruması gereken mekanizmanın, günümüzde tam tersi bir biçimde ikti-darın elinde muhalefeti tehdit edecek bir silah haline gelmesidir.

Türkiye’nin Dokunulmazlık TarihiTürkiye’de de parlamento, tarihi bo-yunca 40 tane milletvekilinin dokunul-mazlıklarını kaldırmıştır. Aşağıda ince-leyeceğimiz gibi, bunların çoğu iktidar tarafından muhalif sesleri susturmak amacıyla alınmış kararlardır.Dokunulmazlığı kaldırılan ilk milletve-kili, Ali Cenani Bey oldu.1928’de un ve zahire fiyatlarının yükselmesini önlemek için Ticaret Bakanlığı emrine verilen 500 bin liranın harcanma-sında usulsüzlük yapıldığı gerekçe-siyle Meclis'te hakkında Soruşturma Komisyonu oluşturulan Ali Cenani Bey’in, 14 Nisan 1928'de dokunul-mazlığı kaldırılarak Yüce Divan'a sevk edildi. Yine Demokrat Parti döneminde, Adnan Menderes’e karşı sert muhale-feti ile tanınan Osman Bölükbaşı’nın da dokunulmazlığı 24 Haziran 1957’de

BIR DOKUNULMAZLIK DEĞERLENDIRMESI:

NEDIR BU DOKUNULMAZLIK?

SEMANUR AKDALANADOLU ÜNİVERSİTESİ

Page 19: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 19

kaldırıldı.1967 yılına gelindiğinde ise, o dönem Meclis’e 15 milletvekili ile giren Türki-ye İşçi Partisi İstanbul milletvekili Çetin Altan’ın dokunulmazlığı, dönemin Baş-bakanı Süleyman Demirel ve partisinin “emriyle” kaldırılmıştır. Anayasa Mah-kemesi ise, bu kararı iptal ederek Çetin Altan’ın dokunulmazlığını iade etti.[1]Bu karar, her şeye rağmen o dönemde iktidardan bağımsız, Anayasa Mahke-mesi gibi bir kurum varmış dedirtiyor.Dokunulmazlıklar mevzubahis oldu-ğunda, ilk akla gelen ise 1994 senesi Demokrasi Partisi milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması kararıdır. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in isteği üzerine, jet bir kararla dokunulmazlıkları kaldırılan 6 DEP’li bir bağımsız milletvekili, Meclis çıkışı yaka paça gözaltına alındı. O dönemin zihninde ise, DEP milletvekili Orhan Doğan’ın bir sivil polis tarafından başından tutularak polis otomobiline bindirilmesi kaldı. Sanıklar, vatan hainli-ği ile suçlanıyordu.Bütün bu örneklere baktığımızda, hemen hemen her dönemde iktidarın dokunulmazlık kozunu milletvekilleri üzerinde bir baskı unsuru olarak kul-landığını görüyoruz. Bugün de yaşanan bundan farklı değildir.BDP’li milletvekillerinin Şemdinli’de PKK’lılarla kucaklaşması görüntülerinin ardından gündeme gelen dokunulmaz-lık meselesi, Erdoğan’ın “dokunulmazlık zırhına bürünen zevatla” ilgili karar-larını “dokunulmazlıkları kaldırmak” suretiyle vereceklerini söylemesiyle daha da alevlendi. 9 BDP’li, 1 bağımsız milletvekili ile ilgili hazırlanan fezleke-ler Meclis’e geldikten sonra Meclis’ten evet oyu çıkarsa, bu 10 milletvekilinin dokunulmazlıkları kalkacak.

Dokunulmazlık Bir Kalksın da..Başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ, açıklamasında, bu milletvekillerinin do-kunulmazlıkların kaldırılmasından sonra ceza alıp almayacakları meselesinin yargıya ait olduğunu dile getirdi. Ancak dokunulmazlıkların kaldırılması hamle-sinin, bizzat bu milletvekillerini Meclis dışına itip yargılamak için yapıldığı açıkça ortada. 2010 referandumundan sonra yargı bağımsızlığının söz konusu olmadığına kanıt olabilecek birçok kararı geçelim, yalnızca Başbakan’ın “yargıya talimat verdik, gerekeni ya-pacaklar” sözleri bile, olası bir “doku-nulmazlıkların kaldırılması kararı”ndan sonra yargının ne yönde davranacağını gösteriyor. Bütünüyle AKP-Cemaat kontrolüne geçmiş bir yargıya güvenip,

kararın bağımsız olacağını düşünmek, en hafif tabirle saflık oluyor.

Hukuksuz UygulamalarSürece, usulsüzlükler ve hukuksuz uygulamalar da eşlik ediyor. Meclis’teki milletvekilleri hakkında 869 fezleke bulunmakta. Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’ya göre, BDP’li milletvekilleri hakkında hazırlanan fez-lekelerin -daha sonradan hazırlanmış olmalarına rağmen- öne çekilip görüşül-mesi mümkün. Kılıfı da hayli ilginç: Söz konusu fezlekelerin, kamuoyunda infial ve büyük yankı yaratması.Yine Anayasa’nın dokunulmazlıkları düzenleyen 83. maddesinin 5.fıkrasın-da şöyle diyor: “Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki siyasi parti grupların-ca, yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz.” Oysa Başbakan, partisinin basına kapalı gerçekleştirdiği grup toplantısında bu konuyu gündeme getirmiştir. Başbakan -bu toplantıyla- Anayasal suç işlemiştir. Artık kamuoyunda infial yaratır mı, orasını bilmiyoruz.Sonuca geçmeden önce, kendi başına ayrı bir yazının konusu olabilecek bir konuya da kısaca değineceğim. Doku-nulmazlık tartışmaları sırasında AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğ-lu, çıkıp, böyle bir fezlekenin önüne gelmesi halinde hayır oyu kullanaca-ğını söyledi. Onu çeşitli milletvekilleri de izledi. Yine bir iddiaya göre, AKP içindeki bazı milletvekillerinin oyu, dokunulmazlıkların kaldırılmaması yönünde olacaktı ve bu milletvekilleri Başbakan’ın sert çıkışlarından rahatsız-lık duyuyorlardı. Bu durum, bizim küs-kün liberallerimizi fazlaca heyecanlan-

dırmış olacak ki, geçtiğimiz haftalarda AKP içindeki bu fikir ayrılığından medet uman yazılar kaleme aldılar. “AKP iyi gidiyordu, sonra asıl çizgilerinden sap-tılar” şeklinde özetlenebilecek yaklaşım etrafında birleşen bu isimlerin, köşe-lerinden Erdoğan’a öfke kusmaları ise patolojik bir aşk hikayesini andırıyor. Erdoğan’ın hayal kırıklığına uğrattığı li-beraller, zavallı bir çaresizlik hali içinde AKP içindeki kimi milletvekillerinin bu sürece dur diyebilecekleri inancında. Süreci iyi okumak ise, sağlam bir dünya görüşü gerektiriyor.

Sonuç YerineYukarda değindiğim gibi, bugün AKP’nin yapmak istediği de dokunul-mazlığın kaldırılması suretiyle Kürt hareketini baskı altında tutmaya, siyaseten susturmaya çalışmaktır. Birçok Kürt yöneticisinin tutuklandığı KCK davası da, bu süreçten ayrı değer-lendirilemez. Yine Ortadoğu’daki Kürt yönetiminin varlığında 1994’teki süre-cin tekrar etmeyeceği aşikâr. BDP’nin, 10 milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması halinde topluca hareket edeceği biliniyor ve belediyeler dahil siyasetten tamamen çekilme kararı alma ihtimali de bulunuyor. Her durum-da, daha yargılama kararına varmadan büyük bir siyasi krize yol açacak süre-cin, önümüzdeki 2-3 ayda kesinleşmesi bekleniyor.

[1]. Konu ile ilgili Çetin Altan’ın Anaya-sa Mahkemesi’ne verdiği “Kurtar beni anam, Anayasam, Anayasa Mahkemem. Usulden ve esastan kurtar beni” başlıklı dilekçe de, ayrı başına dikkat çekicidir.

Page 20: icab-ı hâl | Sayı:9

20 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Uluslararası hukuk ve devletleri ege-menliği temelde BM Şartı m 2/4 (Kuv-vet Kullanma Yasağı), Ortak Güvelik Sistemi (BM Şartı 7 ve 8. bölüm ve tabi 6. bölüm) ve Meşru Müdafaa istinası (BM şart m 51) çerçevesinde tartışılır. Bu üç maddeni dengesi uluslararası hukuku ve ‘barış ve güveliğin sağlayıcı-sı’ BM’nin hareket alanın belirler. Derin tartışma alanı olan her bir maddeyi tüm boyutlarıyla incelemek mümkün değil, bu nedenle yol gösterici örnekler seçtim ve onlar üzerinden değerlen-dirme yaptım. Yazının yoğunlaşacağı alan BM’nin tarihi, Kuvvet Kullanma yasağının gelişimi ve bunun istisnası olan meşru müdafaa ve özellikle 2001 yılında yayımlanan Amerika Güvenlik Stratejisi, daha çok bildiğimiz adıyla Bush doktrinin geliştirdiği ‘meşru mü-dafaa’ nın kapsamına bakılacaktır.

Birleşmiş Milletler’in TarihiBM 1945’te 2.dünya savaşının hemen ardından kurulmuştur. Amaç 100 milyondan fazla askeri dâhil olduğu, 70 milyondan fazla insanın öldürüldüğü 2. Dünya savaşının yaralarını sarmak ve bir süreliğine barış içinde yaşayıp kapitalist düzeni toparlanabilmek için kurulmuştur. Kurucu üyeleri: ABD, Çin, Sovyet, İngiltere ve Fransa’dır. Güven-lik Konseyi’ni oluşturan kurucu üyelerin herhangi biri aksi oy kullanırsa 7 bölüm

yetkileri çerçevesi içinde zorlayıcı karar Güvenlik Konseyi’nden çıkmamaktadır.BM devletlerin bir süreliğine ‘dünyanın barış ve güvenliğini’ sağlamayı amaçlar ama 2.dünya savaşı sonrası ortaya çıkan iki kutuplu dünya sessizliğini 1950’de bozar. Çin’de Mao komünist bir devrim yapmıştır, eski hükümet ise bugün de Amerika ile çok sıkı ilişkiler içinde olan Tayvan’a kaçar. Ortada yeni bir problem vardır: Güvenlik Konsey’inde Çin’i kim temsil edecektir. Tayvan’daki eski hükümet mi, yoksa Mao’nun önderliğinde kurulan Çin Halk Cumhuriyeti mi? BM, Milletler Cemiyeti’nden üstlendiği misyonu devam ettirir ve tartışmasız Tayvan’da-ki eski hükümetten yana tavrını koyar, onlara temsili yetkisi verir. Sovyet bu karar üzerine Güvenlik Konseyi top-lantılarına girmemeye başlar, üstelik ‘dünya barışı ve güvenliği’ için yeni bir tehdit vardır o sıra ‘Kore bir iç savaş eşiğindedir; ABD Güney Kore’ye destek verirken, Sovyet’te Kuzey Kore’ye destek vermektedir. Dahası Kuzey Kore güçlü olan taraftır.’ BM’nin müdaha-lesi kaçınılmazdır, ancak Sovyet’in vetosu 7. Bölüm altında zorlayıcı karar alınmasını imkânsızlaştırır. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bir grup BM üyeleri altın bir fikirle ortaya çıkar ve hem ABD’yi hem de BM’yi çıkmazdan ‘barış için birlik’ kararı ile kurtarır (Reso-lution on Uniting For Peace, New York, 3 Kasım 1950,No:377 (V)). Buna göre uluslararası barış ve güvenlik bozul-muş ve Güvenlik Konseyi de müdahale

edemeyecek duruma gelmişse, Genel Kurul duruma el atar ve tavsiye kararı verebilir. Aynı karar Somali, Haiti, Libya, Irak gibi ülkelere gönderilen ‘barış güçleri’nin de (peacekeeping, peace-making ve peacebuilding) temelini oluşturur.377 sayılı barış için birlik kararını son 1 yılda bir kez daha duyduk (1). Suriye’ye müdahale Çin ve Sovyet tarafından veto edilince ‘Özgür Suriye Ordusu’ tarafından talep edildi. Zira 1950’lerde Kore’ye gönderilen barış gücü ,Türkiye’nin NATO’ya girmesini sağlamanın yanı sıra, Kore’nin tarihi değiştirmiş Kuzey Kore zafer kazana-cakken, ABD’nin Güney Kore’ye verdiği büyük maddi ve askeri destek savaşı dengesini değiştirmiştir. Hatta ABD barış güçleri kullanarak Güney Kore üzerinden Çin Halk Cumhuriyeti’ne de müdahale etmeye çalışmıştır (2). Bu durumda Özgür Suriye Ordusunun 377 sayılı kararı gündeme getirmesine şaşmamak gerekir, bu kararla hem ÖSO’ nun kazanması sağlanabilir, hem de İran sınırına müdahalenin önü açılmış olur!BM 377 sayılı karar ile birlikte Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul kararları ara-sındaki farkın BM Şartı m 12 çerçeve-sinde tartışılmasına sebep olmuştur. Genel kurulun yalnızca tavsiye kararlar verilebileceği öngörülmüştür 1950’de. Ancak bu ayrım yeterli görülmemiş ve daha net bir çizgi çizilme ihtiyacı duyulmuştur. Güvenlik Konseyi ne za-man zorlayıcı karar alabileceği sorusu

ULUSLARARASI HUKUK, DEVLETLERIN EGEMENLIĞI VE BM

ÖZGE DEMİRBİLGİ ÜNİVERSİTESİ

Page 21: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 21

ortaya atışmıştır.

Uluslararası Barış ve Güvenliğin tehdit altında olması - Kuvvet Kullanma YasağıGüvenlik Konseyi barış ve güvenliğin tehdit altında olması durumunda zorlayıcı karar alabilir, peki barış ve güvenlik ne zaman tehdit altındadır? BM’nin her şeyden önce amacı kapi-talist düzenin devamlılığını sağlamak ve diğer devletleri kontrol altında tutmaktı. Bunun için Ortak bir güven-lik sistemi oluşturmuş ve BM şartı m2/f. 4 uyarınca kuvvet kullanmayı yasaklamıştır. Burada kast edilen yalnızca doğrudan kuvve kullanımı yani düzenli ordu birlikleri ile, silah ve bomba ile diğer devletin egemenliğine saldırmayı değil ‘ki maddenin şartında özellikle savaş kelimesini kullanmak-tan kaçınılmıştır’ 1970 yılında Genel Kurul tarafından yayımlanan 2625 sayılı Dostane İlişkiler Bildirisinin de(3) öngördüğü üzere dolaylı kuvvet kullanımını da kapsar. Diğer devletin içindeki iç savaşı desteklemek, terörist hareketi desteklemek, tahrik etmek, terör örgütüne yardım etmek ya da bu hareketlere katılmak veya kendi ülkesinde böyle hareketlerin örgütlen-mesine izin vermek de bildirinin dolaylı kuvvet kullanma yasağı tanımına girer.

Kuvvet Kullanmanın Yasağının Tarihsel GelişimiKörfez Savaşı: Emperyalist devletle-rin uydusu olan Kuveyt, Irak’a yüklü miktarlarda borç veriyordu 1980’li yıllarda. Irak borçlarını ödeyememeye başladı ve Kuveyt’in Irak petrolünü çaldığını böylelikle petrol fiyatlarını düşürdüğünü, böylelikle kendisini zarara uğrattığını iddia etti. Uzlaşa-mayan iki ülke arasında savaş başladı 1990’da. Savaş sırasında savaşın etkileri Irak üzerinden Türkiye sınırına ulaşmaya başladı, binlerce kişi Irak’tan İran ve Türkiye’ye kaçtı. BM, 688 sayılı kararında devletlerin egemenlikleri-ne, iç işlerine karışılmamasına istisna olarak ‘ağır ve sistematik insan hakları ihlallerinin, uluslararası barış ve güven-liği etkileyeceği’ gerekçesi göstererek Irak’a müdahale etti. Bizim açımızdan bu olayın önemi BM ‘nin 1945 sonrası müdahale anlayışından önemli bir ayrıma gitmiş olmasıdır. Ne var ki ABD Dışişleri Bakanı James Baker’ın dediği gibi “en önemli konu, dünyanın Basra Körfezi petrolüne bağımlılığıydı”(4). Karar sadece müdahalenin yasal bir gerekçesini oluşturuyordu. Önemli olan Basra Körfezi petrolünün emperyalist-

lerin elinde olmasıydı.BM 92 yılında 794 sayılı Somali kararı ile Irak’taki ‘ağır ev sistematik insan hakları ihlalinden’ bir adım daha ileri gitti. Somali’de 91 yılına kadar Sosya-list Parti lideri olan Siad Barre iktidardı sırasında ülkede bir iç savaş meydana geldi. Barre yeniden iktidarı alsa BM tarafından da desteklenen Mogadişu ve muhalifler ile arasındaki çekişme devam etti. 2 yıl süren iç savaştan sonra Somali açılıkla mücadele etti. 5 milyon Somalili iç savaştan doğrudan etkilendi ve bu sırada ülkenin 1/3’ü tahrip edilmişti. 2.5 milyon insan temel ihtiyacını karşılayamıyordu. BM Irak kararında olduğu gibi sınır dışına taşan bir duruma referans vermedi doğrudan ülke içinde yaşanan trajediyi gösterdi (Somali’de bir çocuğun fotoğrafını çekerek Pulitzer ödülü alan Kevin Carter’in ,ki kendisi daha sonra intihar etmiştir, fotoğrafı 94 yılındaki açlığı yansıtır.) ve 7. Bölüm altında açlığın ve insani krizin ülke içindeki etkilerine ba-karak 794 sayılı kararı verir. Somali’ye gönderilen silahlı kuvvetlerin komu-tanlığını Korgeneral Çevik Bir yapmak-tadır. Üstelik askerler geldikten sonra da 450 bin kişi açlıktan ölür. ABD’nin esas amacının Somali’deki petrolü ele geçirmek ve üst elde etmek olduğu ortaya çıkar. Devamında Somali’deki kabileler ABD ve BM karşı savaşmaya

başlar. Olay Mark Bowden tarafından ‘kahramanlık olarak’ Black Hawk Down: A Story of Modern War (Kara Şahin Düştü: Modern Bir Savaşın Hikâyesi) adıyla kaleme alınır ve 2001 yılınca da filmi çekilir (5). Ancak gerçek ise Türk askerlerinin de önderliğini üstlendiği bir katliamdır. Batılı güçler Somali’de bir bataklığı saplanınca, 94 yılında yerlerini kendilerinin desteklediği bir geçici hükümete bırakarak bölgeden çekilmiştir.940 sayılı Haiti kararı yine bir adım daha ileri gidilir ve uluslararası hu-kukun askeri darbe ile iktidara gelen yönetime müdahalesi söz konusu olmuştur. BM bu sefer batılı yönetim-lerden yana olan eski yönetimden yana tercihte bulunmuş ve demokratik yolla(!) seçilen hükümeti yeniden ikti-dara getirmiştir. Bu durum uluslararası hukuk artık demokrasi mi getiriyor diye tartışılmıştır.

BM Şartı Kapsamında m 51, Meşru MüdafaaDoğal (inherent) bir hak olarak görünen meşru savunma hakkının kapsamı BM şartının 2/f. 4’te yazan kuvvet kullanma yasağının sadece doğrudan kuvvet kullanımı içindir. Ayrıca 3314 sayılın BM kararında saldırı tanımı kararı yayımlanmıştır. Buna göre bir başka ülkenin istila edilmesi, askeri

Page 22: icab-ı hâl | Sayı:9

22 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

işgal, bombardımana girişme, liman ve kıyılarını ablukaya alma, deniz, kara veya hava kuvvetleri ile saldırma saldırı kapsamına girmiştir ve dolaylı saldırı ancak, doğrudan saldırı ölçüsünde ise meşru müdafaa hakkının kullanımını gündeme getirebilecektir. Uluslararası Adalet Divanı da meşru müdafaanın bir istisna olması dolayısıyla kapsamı-nın dar tutulması, yalnızca doğrudan kuvvet kullanımları için geçerli olması gerektiğini savunmuştur. Başka türlü-sünü devlet egemenliğine müdahale olarak görmüştür.Caroline Olayında meşru müdafaanın kapsamı genişletildi ve yerine önleyici meşru müdafaa (preventive) kavramı geliştirildi. Bu kavramın tanımı ABD Dışişleri Bakanı Webster tarafından İngiltere’ye yazılan mektupta ortaya atıldı. Meşru müdafaanın doğal bir hak olduğu, doğrudan saldırılar için, orantılı ve müdafaanın zorunlu olduğu hallerde uygulanabileceği öngörülmüştür. Ani, ezici, alternatif bırakmayan, düşünme zamanın olmadığı durumlarda söz ko-nusu olur. Geçicidir ve orantılı davranı-lası yani makul bir şekilde kullanılması gereklidir. Dolaylı saldırılarda meşru müdafaa ancak doğrudan saldırı etkisi gösterdiği ölçüde kabul edilebilecek-tir. Buna göre meşru müdafaa kendi kuvveti ile hakkını elde etmeyi ve misilleme yapmayı, kuvvet kullanma ihlalinin cezalandırılmasını ve zararın tazmini fonksiyonun içermez. Öyle ya bu hak ortak güvenlik sisteminin BM’nin elindedir.11 Eylül saldırısından sonra ABD meşru müdafaa hakkının kapsamı daha da genişletildi ve 2002 yılında Amerikan Ulusal Stratejisi daha da bilinen adı ile Bush doktrini yayımlandı (6). Bush doktrine göre ‘ön alıcı (preemptive)

bir meşru’ müdafaa mümkündür. Buna göre Artık soğuk savaş döneminde yaşanmamaktadır. Kimin dost, kimin düşman olduğu belli değildir. Artık herkes ellerinde uluslararası barış ve güvenliği tehdit edecek silahlar bu-lundurmaktadır. 11 Eylül saldırı bunun sadece bir görünümüdür. Herkes bir tehdit oluşturmaktadır. Nereden ve na-sıl tehlikenin geleceğini bilmediğimiz 21. yy.’da ön alıcı meşru müdafaaya başvurmanın meşru olduğu ileri sürül-müştür. Bush doktrinin önceki meşru müdafaa tanımını fazlaca genişlettiği, ABD’nin istediği her ülkeye girmesini kolaylaştırdığını ‘terör örgütü-kişiler ile ülkeyi özdeşleştirdiği’ ve meşru müdafaanın geçiciliğini ortadan kal-dırdığı görülmektedir. Bunun en güzel örneği bugün hala ABD, Afganistan’dan çıkamamaktadır. Devletlerin egemen-liğine doğrudan müdahale etmektedir. Üstelik ABD Afganistan’da düştüğü bataklıktan kurtulamamaktadır, binler-ce Afganistanlı bölgede öldürülmüştür. Bunun yanı sıra ABD askerlerinin yap-tıkları işkenceleri tüm dünya izlemişti.ABD’nin 2003 yılında Irak’a müda-halesi, Afganistan’a müdahalesi ile temelde aynı siyasi sebebe dayanır. Ortadoğu’yu yönetmek ve petrollere hakim olmak. Bu sürecin hukuki sebebi ise 1991 yılında BM tarafından ABD’ye verilen meşru müdafaa hakkına daya-nır. 91 yılında yukarıda ele aldığımız gibi Kuveyt’e saldırmıştır Irak ve BM ta-rafından müdahale edilmiştir. BM’ den çıkan kararda Irak’ın nükleer silahlardan arındırılması için ABD’nin içinde olduğu çeşitli ülkeler görevlendirilmiştir. ABD Irak’ın nükleer silah bulundurduğunu kendisinin de böyle bir duruma müda-hale için daha önceden BM’den yetki aldığını iddia etmiştir. Irak’ın elinde bu-

lundurduğu nükleer silahlar uluslarara-sı barış ve güvenliği tehdit etmektedir, o sıralar İngiltere’ e tarafından da bu iddia desteklenmekteydi. Ancak aradan geçen 10 yılda ne ağır insan hakları ih-lali ortaya çıkartılabilmiştir ne nükleer silahlar ortaya çıkartılabilmiştir ne de demokrasi ithal edilebilmiştir. Dahası ABD’nin 2003’teki Irak işgalinden bu yana 1.5 milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. Ayıca 300’den fazla ABD as-keri intihar etti. Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) 2005'de yayınladığı rapora göre savaşın ilk iki yılında Irak’taki hastane-lerin % 12’si kullanılamaz hale geldi. Binlerce kişi işkenceye maruz kaldı ve tecavüze uğradı(7). Açıkça ABD’nin önalıcı meşru müdafaa, insancıl müda-hale kavramları hem insan vicdanı hem de uluslararası hukuk için havada kaldı.Uluslararası hukukun devlet egemen-liğine müdahale kapsamına tartıştığı bir diğer kavram insancıl müdahaledir (humanitarian intervention). İlk defa 1999 yılında Kosova müdahalesi ile gündeme gene bu kavram 2003 yılında da Irak için de kullanılmıştır. Normalde BM şartı 2/f. 7 gereği bir devletin kendi halkına nasıl davranacağı uluslararası hukuku ilgilendirmez. Ancak 2005 yılında Dünya Zirvesi’nin yayımladığı sonuç raporunda eğer devlet insan onuruna yakışmayacak müdahalelerde bulunuyorsa veya bunu engelleyecek istekte değilse veya güçte değilse o devlete insani bir müdahalede bulu-nulur. George Soros patentli ‘koruma sorumluluğu’ olarak da anılan kararda sivil toplumun ciddi bir insani tehdit altında olması gerektiği vurgulanıyor. Böyle bir durumda yapılacak müdaha-lenin meşru olduğu söyleniyor raporda. Bu müdahalenin kuvvet kullanma ya-sağının bir istisnası mı olduğu, insancıl müdahale kararını kimin vereceği, bu kararın tek bir devlet tarafından mı yoksa çok taraflı bir karar alma süreci-nin mi uzantısı olacağı ya da insancıl müdahalenin kim tarafından yapıla-cağı, durumun tespiti hangi devletin sorumluluğu altında olduğunun hukuki açıdan teoride bir önemi olsa da siyasi açıdan bir önemi yoktur. Bu sorunun cevabı emperyalist devletlerin meş-ruluğunu nasıl sağlayacağı ile ilgilidir. Hem Kosova’da NATO’nun yaptığı katliamlar hem de Irak’ta yaşananlar kavramın ayaklarının yere basmadığını süper güç ABD’nin devletlerin ege-menliğine müdahale için yalnızca bir araç ürettiğini göstermektedir. Kısaca insani müdahale değil, işgal demek daha yerindedir.Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik

Page 23: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 23

Konseyi, 26 Şubat 2011’de Libya’ya ambargo uygulanmasına dair 15 üye ülkenin oybirliğiyle aldığı 1970 sayılı kararından sonra Kaddafi BM ile an-laşmaya yanaşmayınca, bir adım daha attı. Konsey, 17 Mart 2011’de 1973 sayılı kararında “acil ateşkes” talep ederken Libya üzerinde “uçuşa yasak bölge” (no-fly zone) oluşturulmasını onaylandı. Üstelik Libya kararı için BM lafzını da değiştirdi eskiden önlem alır derken Libya kararında gerekli tüm önemler alabilir dendi. Böylelikle Irak’ta düşünülen batağın Libya’da tek-rarlanmaması isteniyor. Libya’nın da insancıl müdahale ile anıldığını görü-yoruz, buradaki amaç ise ‘Arap Bahar’ı adı altında bu ülkelerin emperyalizm tarafından yeniden şekillendirilmesidir. Araç yine BM yine NATO’dur. BM ‘nin ve Nato’nun desteklediği İslamcılar kimyasal silah kullanıp yüzlerce insanı katletti, devamında ise iktidarı alarak şeriat ilan etti. İnsancıl müdahalenin sonucu şeriatla bitmiş oldu böylelikle. Kendilerini ‘ılımlı islam’ olarak tanımla-dılar (8).2012 yılında ise Uluslararası hukukun en önemli meşruiyet sorunu Suriye’dir. İran’a yapılacak müdahalenin önemli bir kavşağı Suriye’ye müdahale ancak, ne jet kriz ne Angelina Jolie’nin Hatay ziyareti, ne Özgür Suriye Ordusu uluslararası toplumu ikna edebilmiş değil. Üstelik AKP kendi çevresini bile müdahale için ikna edebilmiş değil. Son günlerde Hatay’da röportajlar veren Özgür Suriye Ordusunu üyesi bir kadının Türkiye’de eğitim aldığını söylemesini (9), ÖSO’nun resmi site-sinde ana karargâhlarını Hatay olarak göstermesi(10), Türk istihbaratının silah ve para yardımı, ÖSO üyelerinin Türkiye’deki yurtlarda kalması, TC. vatandaşlığı verilmesi, CNN röportajları vb. gelişmeler açıkça Suriye’ye karşı dolaylı kuvvet kullanımına girmektedir ve Türkiye suç işlemektedir. Üstelik iddialar artık hâkim basın kanallarınca da doğrulanıyor (11). Türkiye’nin jet krizi ile yaşadığı Suriye’nin doğrudan egemenliğine karşı yapılmış saldırı karşısında meşru müdafaa hakkından başka bir şey değildir.Sonuç yerineEmperyalistler hukuku sanki insa-nüstü bir varlıkmış gibi davranıyorlar. Uluslararası hukukun ne dediği ABD, İngiltere’den daha üstün gibiymiş dav-ranılıyor. Ancak bugün tüm uluslararası hukukun gelişimi emperyalist devlet-lerin nereleri nasıl işgal edeceği ile çevrilmiş durumda. Büsbütün hukuktan kopmuş da değiller üstelik. Hukuku

her alanda kendilerini meşrulaştırmak, işlerini kitaba uydurmak için kullanı-yorlar. Böylelikle toplumun da tepkisini önlemiş oluyorlar. Onlar sadece işlerine yarayan, özellikle emperyalist müda-halelerini aklamak için bağımsız uluslar ve yönetimlere karşı olan, kısımları seçerek kabul ediyorlar. Bu yüzden Yugoslavya’yı bölmenin veya Irak’a saldırmanın ve yöneticilerini öldürt-menin "yasal bir temel"i vardı. (12) O yüzden büsbütün hukuksuz değiller tam tersi bugün her şeyden daha çok hukuka ihtiyaçları var. Emperya-list saldırıların ‘Arap Baharı’ ile daha da yoğunlaştığı şu günlerde hukuka uyma ihtiyacı daha da fazladır. Bugün BM’nin yeniden şekillenmesine ihtiyaç var, emperyalist müdahalelere engel çıkartan ülkelerden arınması gerekli. Bu doğrultuda devletlerin egemenliğine müdahale etmek konusunda uluslara-rası hukuktan sapmayacak, tam tersi hukukla emperyalist müdahalelerini gerçekleştirmek isteyecektir. Televiz-yon programlarında uzmanların BM‘nin veya ABD’nin hukuka aykırı geldiğini tartışmak anlamsızdır. Liberallerin bu doğrultudaki tartışması safsatadan ibarettir.

Kaynaklar:1.http://haber.sol.org.tr/dunyadan/suriyeye-karsi-kore-taktigi-gundemde-haberi-518242.http://www.historylearningsite.

co.uk/united_nations_korean_war.htm3.http://www.unhcr.org/refworld/topic,459d17822,459d17a82,3dda1f104,0.html4.Öztürk, M.(2010) I. Körfez Savaşı’ndan (1990-91)- 11 Eylül süre-cinde ABD’nin Irak Politikası ve bunun Türk-Amerikan İlişkilerine Etkisi. Aka-demik Bakış Dergisi. Sayı: 19. S 3-27.5.http://www.belgeler.com/blg/14m7/birlemi-milletler-ve-insani-mdahale-the-united-nations-and-humanitarian-intervention6.http://www.thebushdoctrine.com/7.http://haber.sol.org.tr/mansetler/is-te-isgalin-bilancosu-haberi-322928.http://www.bbc.co.uk/turkce/haber-ler/2011/10/111024_libya_sharia.shtml9.http://haber.sol.org.tr/dunyadan/ozgur-suriye-ordusu-militani-bbcye-turkiyede-aldiklari-egitimi-anlatti-haberi-5796610.http://www.free-syrian-army.com/en/contact

11.http://www.haberturk.com/dunya/haber/800981-suriyedeki-catismalar-turkiyeden-yonetiliyor12.http://www.cnnturk.com/2012/guncel/11/24/ozgur.suriye.ordusu.icin.silah.istedi/685951.0/index.html13.http://haber.sol.org.tr/dunyadan/yasal-emperyalizm-ve-uluslararasi-hukuk-savas-suclari-alacak-tahsili-ve-somurgelestirmenin

Page 24: icab-ı hâl | Sayı:9

24 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu madde 202 :''Tercüman bulundurulacak haller:(1) Sanık veya mağdur, meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa; mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve sa-vunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir.(2) Engelli olan sanığa veya mağdura, duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar, anlayabilecekleri biçim-de anlatılır. (3) Bu Madde hükümleri, soruşturma evresinde dinlenen şüpheli, mağdur veya tanıklar hakkında da uygulanır. Bu evrede tercüman, hâkim veya Cumhuri-yet savcısı tarafından atanır.CMK 202. maddesi uyarınca, sanık veya mağdur meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmiyorsa ;mahkeme tarafın-dan atanan bir tercüman vasıtasıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar, kendisine anlatılır. Engelli olan sanığa veya mağdura, duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar anlayabilecekleri şekilde anlatılır. Tercüman dinlenmesine ilişkin hükümler, soruşturma evresinde

dinlenen şüpheli, mağdur veya tanıklar hakkında da uygulanacaktır. Tercüman soruşturma evresinde hakim veya Cumhuriyet savcısı tarafından görev-lendirilecektir.Yargılama aşamasında,sanık veya mağ-dur yeterli düzeyde Türkçe bilmiyor ve anlamıyorsa;kendisine gerek soruştur-ma, gerekse kovuşturma aşamasında tercüman bulundurulması,yasa gereği-dir. Sanığa veya mağdura yargılamanın esaslı noktalarının yani isnat edilen suç, tanık ve bilirkişi anlatımı, sonuca etkili delillerin tamamının tercüme etti-rilmesi gerekir. Dosyada bulunan ancak sonuca etkisi olmayan tüm belgelerin tercümesi zorunlu değildir. Yargılama sırasında hazır bulundurulan tercüman için ödenen ücretin ne olacağı konu-sunda, yürürlükten kaldırılan CMUK' nda düzenleme yapılmamıştı. Ancak Yargıtay bu konuda AİHS(Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi)’ ne atıf yaparak tercüman ücretinin mahkum edilen sanıktan tahsil edilemeyeceğini belirt-miştir. Uygulamada tercüman ücretinin sanığa yüklenemeyeceği böylece kabul edilmiştir. 5271 sayılı CMK' nın 324/5. maddesi uygulamayı yasal düzenleme ile çözümlemiştir. Buna göre; Türkçe bil-meyen yada engelli olan şüpheli, sanık, mağdur veya tanık için görevlendirilen tercümanın giderleri, yargılama gideri

sayılmaz ve bu giderler Devlet hazine-since karşılanır.CMK m.324/5; ''(5)Türkçe bilmeyen ya da engelli olan şüpheli, sanık, mağdur veya tanık için görevlendirilen tercümanın giderleri, yargılama gideri sayılmaz ve bu giderler Devlet Hazinesince karşılanır. ''Söz konusu madde, mağdurun korun-ması ilkesinin ışığında savunma hakkını ve savunma hakkının kutsallığını pe-kiştirme amacı gütmektedir. Böylece Türkçe bilmeyen sanığa veya mağdu-ra, bir eşitlik içinde dosya içeriğinin savunma için gerekli ve yararlı olan kısımlarının, sanıkların dillerine, bir ter-cüman tarafından çevrilerek anlatılması kabul edilmiştir. Sağır ve dilsiz olan sanığa veya suç mağduruna yapılacak açıklamalar yazı ile bildirilir;adı geçenler okuma ve yazma bilmiyorlarsa 58.mad-dede yemin bakımından kullanılan usul ve araçlara başvurulur.Adalet Bakanlığı şu günlerde anadilde savunma yapmanın ön koşullarından biri olan "Türkçe bilmeme şartı" üzerine çalışıyor. Mevcut çalışmaya göre, Ceza Muhakemesi Kanunu ’nun, mahke-melerde tercüman bulundurulmasına ilişkin hallerini düzenleyen 202’ nci maddesinde değişiklik yapılacağı öngö-rülmektedir. Mevcut düzenleme, Türkçe bilmeyenlere, ana dillerinde savunma

ADALET BAKANLIĞI' NIN ÜZERINDE ÇALIŞTIĞI CEZA MUHAKEMELERI KANUNU MADDE 202 ÜZERINE

YILDIZ ŞAHİNKÜLTÜR ÜNİVERSİTESİ

Page 25: icab-ı hâl | Sayı:9

HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır | 25

yapma hakkı veriyor ve mahkemelerde tercüman bulundurulmasını düzenliyor. Bu maddede yapılacak değişiklikle, sanığa “İfade verme ve mahkemede savunma yapma” aşamasında, “Kendini daha iyi ifade edebileceği dili kullan-ma hakkı” verilecek. Ancak ortaya çıkan metin, tüm insiyatifi mahkeme bileşenlerine bırakmaktadır. Maddenin düzenlemesi şu şekilde olacaktır:“Sanık veya mağdura, meramını daha iyi anlatabileceği dilde, mahkeme tarafından atanan tercüman aracılığıyla duruşmadaki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar tercüme edilir. Engelli olan sanığa veya mağdura, duruşma-daki iddia ve savunmaya ilişkin esaslı noktalar, anlayabilecekleri biçimde anlatılır. Bu madde hükümleri, soruştur-ma evresinde dinlenen şüpheli, mağdur veya tanıklar hakkında da uygulanır. Bu evrede tercüman, hakim veya Cumhuri-yet savcısı tarafından atanır.”Davalarda yargılanan sanıkların,anadilde savunma yapmak isterken karşılaştıkları sorunların gide-rilmesi diğer bir taraftan da sanıkların anadilde savunma yapmak isteyerek mahkemeyi yavaşlatması söz konusu düzenlenmeye gerekçe oluşturmak-tadır ancak yapılacak olan düzenleme Türkiye’nin de imzaladığı ve taraf oldu-ğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi' nin m. 6/3,e ve CMK m.324/5 hükmüne engel teşkil etmektedir. Şüpheli ve sanığın, hakkındaki suç-lamayı anlaması ve savunma hakkını kullanması esastır. Meramını anlatacak düzeyde Türkçe anlayan ve konuşan şüpheli ve sanık, Türkçe yerine başka bir dil kullanarak savunma yapamaz. Meramını anlatacak ölçüde Türkçe bilmeyen şüpheli ve sanık ise; mutlak şekilde ücretsiz tercüman yardımından faydalandırılmalıdır. Aksi halde, şüpheli ve sanığın savunma hakkı kısıtlanmış, adil yargılanma hakkı ihlal edilmiş olacaktır. Şüpheli ve sanığın meramını anlatacak düzeyde Türkçe bilip bilmedi-ği, soruşturma ve kovuşturma aşamala-rındaki konuşma ve yazılarından, eğitim ve öğrenim durumundan, diğer delil ve emarelerden kolaylıkla tespit edilebilir. Ceza Muhakemesi Kanunu madde 147 ve 191'de,soruşturma ve kovuşturma aşamalarında;şüpheli ve sanıkların bazı haklara sahip olduğu, bu kişilere yüklenen suçun anlatılacağı ve diğer haklarının da bildirileceği ifade edil-miştir. Şüpheli veya sanık, Türkçe bilip de sözlü ve yazılı savunma yapmak-tan, hakim ve mahkemenin sorularına cevap vermekten kaçınıyor ise,şüpheli veya sanığın CMK madde 147 ve 191

gereğince susma hakkını kullandığı ve savunmasını bu şekilde yaptığı kabul edilir. Türkçe bilip bilmemenin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmakla bir ilgisi bulunmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsa da Türkçe bilmeyen veya meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilmeyen şüpheli dahi;bu durum soruşturma aşamasında anlaşıldığında tercüman hakkından derhal yararlan-dırılmak zorundadır. Ancak meramını anlatacak derecede Türkçe bilen kişinin, meramını Türkçe anlatması da yasal bir zorunluluktur.

Yargıtay, Meclis Adalet Komisyonu’nda tartışılan, ‘anadilde savunma hakkı’ yasa tasarısının mevcut düzenleme-den daha geri olduğunu ifade etti ve bu şekliyle yasalaşması durumunda Türkiye ’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından tazmi-nata mahkûm edilebileceği uyarısında bulundu.

Ülkemizin taraf olduğu AİHS 6.madde-nin 3.fıkrasına göre;

“Sanık, mahkemede kullanılan dili anlamıyor veya konuşamıyor ise, bir tercümanın yardımından ücretsiz şekilde yararlanma hakkına sahiptir”.Bu hüküm mahkemelerde kullanılan dil dı-şında sanığa tercih imkanını tanımamış, yalnızca mahkemenin kullandığı dili anlamayan veya konuşamayan sanığa bir tercümanın yardımından ücretsiz olarak faydalanma hakkı tanımıştır.* Bu maddenin amacı, sanığın dil yetersizliği nedeniyle etkili savunma yapamama riskini ortadan kaldırarak adil bir yargı-lamanın gerçekleşmesini ve yargılama eşitliğinin sağlanmasını teyit etmekte-dir. 1Konunun savunma hakkının kutsallığı ve adil yargılanma hakkı ile bir ilgisi bulunmadığını söylemek imkansızdır.Ancak anadilde savunmayı yargı süre-cinin doğal bir parçası haline getirmesi beklenen tasarı, beklenenin aksine bir dizi sınırlama getirmektedir. Tasarının göze çarpan yanlarından biri, mera-mını Türkçe anlatabilen; ancak başka bir dilde daha rahat kendisini ifade edebileceğini beyan edenlerin duruş-malarının tamamı boyunca anadillerini kullanamayacak oluşudur.Tutuklular yalnızca iddianamenin okunması ve esas hakkındaki mütaalanın verilme-si aşamalarından sonra anadilinde savunma yapabilecektir. Bu süreçte de tercüman bulundurulmak zorunlu olacak ve tutuklular tercümanlarının ücretlerini kendileri karşılayacaklardır.

Yalnızca, bu haliyle bile karşımızda ölü doğacak olan bir kanun tasarısı söz konusudur. Çünkü 5271 sayılı CMK' nın 324/5' e göre; Türkçe bilmeyen ya da engelli olan;şüpheli, sanık, mağdur veya tanık için görevlendiri-len tercümanın giderleri, yargılama gideri sayılmaz ve bu giderler Devlet hazinesince karşılanır. Ayrıca düzenle-meye göre bu maddenin yargılamanın sürüncemede bırakılması amacına yönelik olarak kötüye kullanılamaya-cağı, bunu engellemenin de hakimin izni doğrultusunda geçerli olabileceği belirtiliyor. Bu durum özellikle KCK gibi iktidarın izlerinin görüldüğü davalar-da '' amacı sürüncemede bırakmak'' diyerek anadilde savunma yapılmasını engelleyebilecektir. Düzenlemede soruşturma, kimlik tespiti, çapraz sorgu gibi aşamalarda; anadilin kullanılmasına yönelik bir ifade yer almıyor. Tasarının geneli, iktidarın Kürt sorunu konusun-da takındığı popülist ancak ''devletli'' olmaktan vazgeçmeyen tutumunu yansıtıyor. Düzenleme, iktidarın Kürt hareketiyle ilişkisini optimum aralıkta tutmaya çalıştığı dönemlerde işleyecek, ancak çatışmalı süreçlerde sert yüzünü gösterecek bir yapıya sahiptir.

Kaynakça:(*) Her ne kadar tercümandan yararlan-ma hakkı “duruşma dili” ni anlamayan ve bilmeyen sanığa verilmiş gibi sözleş-mede ifade edilmiş ise de; mahkemenin Luedicke, Belkacem ve Koç[275] ve Öztürk [276] davalarında vurgulandığı üzere; bu kavramı son derece geniş yorumlayarak kovuşturmanın başlangı-cından yargılamanın bitimine kadar tüm aşamaları kapsayacağı belirlenmiştir. Mahkemelerin sanığa bu hakkı kullan-dırırken yargılama sonunda tercüme için kullanılan miktarı diğer yargılama giderlerine ekleyerek sanıktan tahsil etme cihetine gitmemeleri gerektiği Öztürk [277] davasında AİHM tarafın-dan belirtilmiştir. Ayrıca bkz. Komisyon Kararı K/Fransa 07.12.1983

http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/hakim-izniyle-parasiyla-anadil-de-savunma-haberi-62465http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/yargitay-anadilde-savunma-hakki-tasarisi-icin-uyardi-bu-tasariya-aihm-ceza-keserÖztürk,B.(Ekim 2012),Nazari ve Uygula-malı Ceza Muhakemesi Hukuku,Seçkin Yayınevi4)5271 sayılı CEZA MUHAKEMESİ KANUNU

Page 26: icab-ı hâl | Sayı:9

26 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Liberal hukuk sistemi, laikliğin kabul edilmesi ile dini kuralların yerine Roma Hukuku kökenli hukuk kurallarının be-nimsenmesi sonucu doğmuştur.“Çağdaş ticaret hukukunun temellerinin ortaçağda atıldığı bilinmektedir. Bu dönemde uygulanmakta olan Roma-Germen hukuk sistemi ile kilise hukuku, ticari hayatın ihtiyaçlarını tam olarak karşılamaya yetmemekteydi. Bu durum, loncalar halinde örgütlenmiş olan tacir-lerin kendi aralarında mesleki disiplini sağlamak ve çıkacak uyuşmazlıkları çözümlemek üzere özel kurallar kabul etmelerine neden olmuştur. Böylece ticaret hukuku, tacirlere uygulanan bir sınıf hukuku olarak ortaya çıkmıştır.” (Ticari İşletme Hukuku, Prof Dr. Sabih Arkan, Ankara,2011,s:1) Ticaret hukuku ile ilgili kitap böyle diyor. Arkasından, ” …1789 Fransız Devrimi’nden sonra lon-calar lağvedilmiş ve ticaret yapma hakkı ayrıcalık olmaktan çıkarılmıştır” diyerek ,”tacirlere değil, ..ticari işlem yapan herkese uygulanır.” demektedir.Cumhuriyet tarihimizde de Medeni Kanunla birlikte 26 Mayıs 1926 yılında Ticaret Kanunu yürürlüğe girdi.Ekonomik iktidarın, ticaret burjuvazisine nakli sonucu hukuk sisteminde de tica-

ret yapanlara farklı ve ayrıcalıklı kurallar getirmiştir. Her ne kadar yükümlülükleri (külfetleri) varsa da ayrıcalıkları yanında önemsiz kalmaktadır. Bu durum Anayasa’nın eşitlikle ilgili hükümleriyle çelişmektedir. Ticaretle uğraşanların ayrı kurallarla yönetilmesi hukuk devleti ilkeleri ile de çelişir. Çün-kü hukuk devletinin temel ilkelerinden biri yönetenlerin de kendi koydukları kurala uymalarıdır. Oysa yönetenler ticaret kanunu ile farklı kurallara tabi olmaktadır. Daha açık bir ifade ile aynı işi yapan sıradan bir yurttaş veya esnaf ile tacir farklı hükümlere tabidir.Ticaret Kanunu’nun liberalizme kazancı nedir? Bu soruya farklı şekillerde cevap verilebilir, temel olarak şunları söyle-yebiliriz: İlk bakacağımız norm Medeni Hukuk’a ait. Tüzel Kişilik, Medeni Ka-nunda 47. ve 48. maddede yer alıyor.

A. Tüzel KişilikMADDE 47.- Başlıbaşına bir varlığı ol-mak üzere örgütlenmiş kişi topluluk-ları ve belli bir amaca özgülenmiş olan bağımsız mal toplulukları, kendileri ile ilgili özel hükümler uyarınca tüzel kişilik kazanırlar.Tanıma bakılacak olursa, tüzel kişilik kazanma için iki şart gözüküyor. Birin-cisi “kişi toplulukları’’ diğeri ise “belli bir amaca özgülenmiş olan bağımsız mal toplulukları’’ ifadesi. Kişi toplulukları ile

ilgilenmiyoruz ancak ikinci kısımda yer alan ifade ile “ mal toplulukları’’nın da tüzel kişilik kazanabileceğini anlıyoruz.Mal topluluklarına tüzel kişilik kazandır-manın sonuçlarını ise Medeni Kanunun 48. maddesinde buluyoruz.

B. Hak ehliyetiMADDE 48.- Tüzel kişiler, cins, yaş, hısımlık gibi yaradılış gereği insana özgü niteliklere bağlı olanlar dışında-ki bütün haklara ve borçlara ehildir-ler” Ticaret Kanunu’nun 125. maddesi ise B) Tüzel Kişilik ve EhliyetMADDE 125- (1) Ticaret şirketleri tüzel kişiliği haizdir.(2) Ticaret şirketleri, Türk Medenî Kanununun 48. maddesi çerçevesinde bütün haklardan yararlanabilir ve borç-ları üstlenebilirler. Bu husustaki kanuni istisnalar saklıdır.Daha somut bir ifade ile “mal topluluk-ları” ve“Ticaret Şirketleri” cins, yaş, hısımlık v.b. nitelikleri dışında madde başlığında da vurgulandığı üzere hak ehliyetine sahip oluyorlar.İnsanlardan farklı olarak insanların sahibi olduğu hakların “mal toplulukları” ve “Ticaret Şirketleri”ne verilebilmesi, böyle bir varsayım liberal ekonominin inancıdır. Liberal hukuk ticaret şirketle-rini ve mal topluluklarını insan saymak-

TTK ÜZERINE BIR DEĞERLENDIRME

ÖMER GÜNAYANKARA ÜNİVERSİTESİ

Page 27: icab-ı hâl | Sayı:9

tadır.M:48’de cins, yaş ve hısımlığı her ne kadar dışarıda tutmuşsa da yaş konu-sunda tüzel kişiliğin kuruluşu ile yaş başlamaktadır. Şirketin sona ermesi de yaşı sonlandırır.Hısımlığa gelince, TTK m: 195/4 (4) Hâkim şirkete doğrudan veya dolaylı olarak bağlı bulunan şirketler, onunla birlikte şirketler topluluğunu oluşturur. Hâkim şirketler ana, bağlı şirketler yav-ru şirket konumundadır. Bu ifade ile hısımlık ilişkisi rahatlıkla kurulabilir.O halde ticaret şirketlerinin sadece cin-siyetleri belli değil, onun dışında insana ait tüm ehliyetlere sahiptirler. Güncel şartlarda en sık kurulan ve işlerliği en fazla olan ticari şirket türü Anonim Şirkettir. Anonim şirketler de serma-ye şirketidir. Ticaret kanunu anonim şirketi 329. maddede tarif etmektedir: MADDE 329- (1) Anonim şirket, serma-yesi belirli ve paylara bölünmüş olan, borçlarından dolayı yalnız malvarlığıyla sorumlu bulunan şirkettir.(2) Pay sahipleri, sadece taahhüt etmiş oldukları sermaye payları ile ve şirkete karşı sorumludur.Medeni kanunun tüzel kişi tanımı ile anonim şirketin tanımından sonra iki kuralın birlikte yorumlanmasından, sermayeye, insana ait tüm ehliyetler ka-zandırılmış olmaktadır. Liberal hukukun geldiği son nokta ‘sermaye insan’dır.Ticaret kanunun diğer hükümleri de sermayeye kazandırılan bu niteliğin korunması, pekiştirilmesi ve ticaret dışı insanların ve mülksüzlerin bu üstünlü-ğe biat etmesi yönündeki hükümlerle ilgilidir.

Daha güncel bir konu olarak, küreselleş-me ile yeni ticaret kanunun ilişkisinin bir başka yüzünü ifade etmek istiyorum.Anonim şirketlerde denetim kurulları kaldırılmış, kanunun genel gerekçe-leri için, “Bunun için başta gelen şart, işletmelerimizin Uluslararası Finansal Raporlama Standartlarına (IFRS) göre düzenlenmiş ve uluslararası denetim standartları (IAAS) uyarınca denet-lenmiş finansal tabloları ile iddialarını ortaya koyabilmeleridir. Sözü edilen standartlar, Türkiye’ye uluslararası itibar sağlayabileceği gibi, gücümüzü karşılaş-tırabilir ölçeklere göre hesaplamamıza, buna göre stratejik derinlik taşıyan ve

sürdürülebilir politikaları belirlememi-ze de olanak verecektir.“ İfadesi yer almaktadır.Bu durumda şirketlerin denetimi, dene-tim firmalarınca yapılacaktır. (M:397) Bununla ilgili olarak dünyada Big Four diye bilinen dört denetim firması vardır: PricewaterhouseCoopers (Gelir: 26.2 milyar $, çalışan sayısı: 163.000)Deloitte Touche Tohmatsu (Gelir: 26.1 milyar $, çalışan sayısı: 169.000)Ernst & Young (Gelir: 21.4 milyar $, çalışan sayısı: 144.441)KPMG (Gelir: 20.1 milyar $, çalışan sayısı: 135.000) Denetimin amacı gereği, denetim sırasında tüm ticari sırlar, sır olmaktan çıkar. Bu durumda uluslararası iş yap-mak isteyen kim olursa olsun firmaları-nın denetimi bu dört firmanın deneti-minden geçecektir. Tüm ticari sırlar bu dört firmanın bilgisi dahilinde olacaktır. Küreselleşmenin gereği tüm ticari sırlar bu dört firmada toplanacaktır. Küre-selleşmenin getirdiği artık, yasal olarak dinlenme, takip edilme, ticari sırların kalmaması sonucunu doğuracaktır. Bu da elbette en büyüklerin daha büyü-mesini, küçüklerin yok edilmesini, tüm ticaretin denetlenebilir hale getirilme-sini ve bunun kanunlarla zorunlu hale getirilmesi sonucunu doğurmaktadır.Sonuç olarak, ticaret kanunu, serma-yeyi insan saymakta ve üstünlükler sağlamaktadır. Uluslararası denetleme-de tüm ticaretin dört firma tarafından denetlenmesi sonucunu doğurmaktadır.

DeloitteErnst & Young

KPMGPricewater-houseCoopers

Page 28: icab-ı hâl | Sayı:9

28 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Polis GBT’ sinden endişelenmeyi bırak-tım ve Poşu ile komiserimi seyre daldımBalıkçı kazak ve hep aynı siyah ceketi giyen, kirli sakal bırakan, olur olmaz küfreden ve tespih sallayan bir adam. Melankolik, saplantılı, agresif, şiddet düşkünü, futbol fanatiği, görev başında içen ve üstlerine saygısız bir memur, pavyon müdavimi, gecesi gündüzü olmayan, evliliğini yürütemeyen bir koca ve kötü bir baba; üstüne bir de Ankara şehri. Tek tek ele alındığında antipatik, hepsi bir arada Behzat Ç.Behzat Ç.; Bir Ankara polisiyesi, son zamanlarda edebiyattan televizyona uyarlanan bir başka eser. Her ne kadar Ankara üzerine olsa da Türkiye’nin halle-ri üzerine bir dizi…BEHZAT Ç: Bir Ankara fenomeni ya da popülizmin keskin kokusuÖncelikle Behzat Ç kimdir? Maço bir kolluk kuvveti mi, zamanının POLDER üyesi mi? Edebi bir (anti) kahraman mı? Bizden biri olmasıyla, empati kurabildiği-miz bir dizi kahramanı mı ya da arabesk bir tutunamayan mı? Meclisten sosyal medyaya herkesin ve her şeyin günde-minde… Peki bu nasıl oluyor?Bir şeyi tanımlamak için muadillerine bakmak her zaman yol göstericidir. Beh-zat Ç. fenomeni Türk seyircisinin sevdiği delikanlı ya da genç kuşağın moda tabi-riyle “adam gibi adam” tiplemesinin bir örneği. Maço ve asi tavırlarıyla, düzene

karşı vicdanına sarılmasıyla karşımızda biraz Eşkiya, biraz Kabadayı, belki Ağır Roman’ın Salih’i, yürekliliği ile Polat Alemdar ve Deli Yürek gibi fenomen-leri çağrıştırmakta olan bir adam var. Hatta Bir Demet Tiyatro’nun “Mükremin abi”siyle bile benzerlik kurulabilir.Özellikle, defalarca altı çizildiği üzere Behzat tüm bunları yaparken siyasi bir tutum sergilemiyor;vicdanı ile hareket ediyor. Travesti cinayetleri, Ahmet Şık davası, Hrant Dink, Cumartesi Anne-leri, İlhan Cihaner, ana dilde savunma hakkı, derin devlet, kadın cinayetleri; HES’ler, cemaat yapılanmasına ka-dar gündemdeki tüm siyasi konulara değinmektedir. Hatta,üstü kapalı şekilde Haluk Bilginer’in yavşak polemiğinden, karikatür üzerinden ifade özgürlüğüne kadar birçok güncel konuya da temas ediliyor dizide. Ama siyasete bulaşıl-mıyor…Peki, böyle bir şey mümkün mü? Siyaset ya da siyasi tutum nerede başlar? Nerede insanlık, vicdan susar politika başlar. Bu seneki bölümlerinden birinde; Şule arkadaşlarıyla 2.öğretimde de harçların kaldırılması için eyleme katılır, Behzat açıkça söyler, “Biz seni oku diye yolluyoruz.” Behzat her ne kadar solcu olmasa da onu izleyen kitle kendini solcu cenahtan saydığı üzere, zaten Behzat Ç. de toplumsal olaylara sol refleksler vermekte... Peki ya Behzat Komiser’in sınırları nedir? Seçim olsa oyunu kime verir? El mahkûm sosyal demokratlara mı? Bir mayıslara katılır mı? Onu geçtim trans onur yürüyüşüne

katılır mı? Vicdanı ret konusunda ne düşünüyor? Ya ‘şehitler’ konusunda? Ya da, 4+4+4 konusunda? Bu konulara girmiyor; çünkü komiserin vicdanı bu alanlara temas etmiyor;bunlar siyasetin alanı! Kesin bir çizgi ile siyaset üstü bir alanda Behzat Ç, çünkü vicdanı var. Yani her şeyden önce insan... Solcuymuş, sağcıymış o nokta çok önemli değil. Solcu olmadığını Bahar ile diyalogların-dan ve aile yapısından anlıyoruz. Behzat komiser adaletsiz bir dünyada feleğin tekerine çomak sokacak delikanlı bir komiser ama siyaset alanına girmeyecek kadar da “iyi”.Behzat Ç. Ve KadınlarıTelevizyon dünyasındaki ana karakterin kadın ya da erkek fark etmez, karşı cins-le ilişkisi önemli bir yer tutar. O ünlü şi-zofren sahnesinde beş tane Behzat var karşımızda. Birincisi kötü bir oğul olarak Behzat; babasıyla ilişkisi ortada. İkinci Behzat, başarısız bir komiser: Hiçbir pro-sedüre uymuyor, sürekli kınama alıyor, terfi alamıyor kaç senedir, kirasını öde-mekten aciz, kariyer açısından berbat. Üçüncü Behzat: kötü bir baba; Berna’ya babalık yapamadığını ilk bölümden an-lıyoruz, Şule’ye bile şefkat göstermek dı-şında babalık edemiyor. Dördüncü olarak aşk hayatında kötü bir koca veya sevgili; gerek Gönül, gerek boşanmış olduğu eşi, gerek Bahar ,gerek Esra ile ilişkilerinde iyi bir profil sergilemiyor. Onların derdine koşuyor ve kolluyor lakin anlayamıyor… Beşinci ve dizide genel olarak görünen; kararları veren vicdanlı bir insan olan

BIR ANKARA FENOMENI YA DA…

BEHZAT Ç.

SEÇKİN SERPİLBİLGİ ÜNİVERSİTESİ

Page 29: icab-ı hâl | Sayı:9

Behzat. Esra’ya evlenme teklifini sor-guladığı iç hesaplaşmada ikiye karşı üç oyla kazanıyordu.Behzat sadece cinayetle ve derin devletle mücadele etmez. Kadınlarla ha-yatı da bir mücadele alanıdır. Behzat’ın bir önceki başlıkta bahsi geçen tüm fenomen karakterler gibi gönlü yaralıdır. Zaten sisteme karşı çıkmış bir adam profilini, parayla ikna edemezsiniz. Kari-yeri umursamaz. Başkalarının alkışlarını umursamaz. Ölümle korkutamazsınız. Tüm diğer kahramanlarımız gibi zayıf noktası kalbidir Behzat’ın da. Behzat kime temas etse onda bir iz bırakıyor ve en nihayetinde kaybediyor. Kötü bir ev-lilik yaşamış;kendi tabiri ile eski karısını delirtmiş,evlat acısı yaşamış bir adam. Bahar ile ilişkisi ise yarım kalmış bir hikâye… Burada Behzat`ı anlamak adına Bahar ile ilişkisini savcı Esra ile ilişkisi ile karşılaştırmakta fayda görüyorum. Ba-har solcudur, düzen karşıtı bir aktivisttir. Her ne kadar Behzat Bahar için; mutsuz-luğa varsa da, Bahar komiseri uzaktan sever. Bahar gerçekçi yaklaşır durumlara çünkü bilir ki birlikte yapamazlar.. Boş değildir komisere karşı ama Behzat, her şeyden önce bir kolluk kuvvetidir. Hayata duruşları farklıdır. Bahar bilir ki; Behzat onun için her şeyini vermeye hazırdır. Ama olmaz, olduramazlar… Öze-likle tren garında veda sahnesi anlamlı-dır. Veda sahnesinin ardından Savcı Esra onu beklemektedir. Çünkü Esra Behzat’ı olduğu gibi sever. Yitik tarafıyla, kötü ta-raflarıyla… Bir de bu denklem içerisinde Gönül vardır. Gönül Behzat’a muhtaçtır, onun kahramanıdır. O beşli Behzat sah-nesinden alıntı yapmak gerekirse; Gönül hakkında “ ben onu terk etmeyecektim; Ama Esra’ya tavır yaptığını gördüm. Onu kıskandı yani. Beni sorgusuz sualsiz yatağa sokan tek kadındı o. Onun bakış-larında böyle bir sahiplenme fark ettim.“ Sorgusuz, hesapsız sevmiştir Gönül, Behzat’ı. Behzat bu yüzden o şizofreni sahnesinde Gönül’ü anar. Gönül sırf sahip çıkılmak ister, kahraman ister ve vaat ettiği tek şey sığınacak bir limandır Behzat’a. Behzat, Bahar’la bir ihtimali, yarım kalmış bir hayali severken; Gönül, Behzat’a baktığı vakit bir kahraman görmektedir. Biraz baba, biraz erkek ama çoğunlukla bir kahraman görmektedir. Esra gerçekten Behzat ile mutsuzluğa da vardır. Esra, Behzat’tan ne kahra-manlık bekler ne de ona ihtiyacı vardır. Çünkü Savcı Esra korkusuzdur, başarı-lıdır, kıdem sahibidir. Behzat Gönül’de sahip çıkmak istediği, korumak istediği kadını ararken; Esra Behzat’ın yaralarını sarmak ister. Meşhur sahneden bir alıntı yapmak gerekirse; “ Evlilik kurumuna

inanıyor musun? Evlenmek için illa inanmak mı lazım? Doğru söylüyor la herif.“ Oysa romanda kitabın sonuna yaklaşırken Behzat : “Bahar’ı arayıp, ‘sen haklıymışsın’ diyeceğim, yanlış bir hayat doğru yaşanmaz.“ diyecektir. Gönül işlerinde doğru-yanlış var mıdır? Behzat bir fenomen olduğu üzere erkek seyircisi için de bir arayışı dile döker. Esas olan gerçekten uyum mudur? Sevilmek;hatta taparcasına sahiplenmek midir aranan( Gönül), yoksa esas olan; tutkuyla peşin-den koşulan kadını mı aramaktır(Bahar)? Belki de doğru kadın yaralarınızı saracak olan bizle mutsuzluğa da koşarak gele-cek olan kadındır?(Esra) Ya da gizemli ve karanlık bir arzu nesnesidir?(Eylül)SONUÇ: Kötü düzen ve iyi bir Polis yeterli mi?Her kahraman, kötüye ihtiyaç duyar. Ki-tap ve diziden karşımıza üç büyük kötü çıkmaktadır; Memduh Başkan, Ercüment ve Red Kit. Red Kit kötü biri değildir. Hatta biraz Behzat gibidir. İntikam için yollara düşmüştür ve aslında yaptığı eylemler meşrudur, ailesinin intikamını almak ister. O da uzun süre haksız-lıklar karşısında sessiz kalmıştır. Yani, aslında düzen içerisinde Red kit olmakla komiser olmak arasında çizgi çok incedir. Behzat bu çelişkiyi dizide bir bölümde şöyle özetler “polis olmasaydım katil olurdum.” Memduh Başkan ise sistemin bir sonucudur. Biri olmasa bir başkası ke-sin Memduh Başkan olacaktır. Dizide de Memduh Başkan görevini “abi”yi öldü-rerek almıştır. Her sistem bir Memduh’a ihtiyaç duyar. Ercüment Çözer, hem senaryo gereği hem de oyuncunun ken-di şöhretiyle pekişen Türkiye televizyon tarihinin gördüğü en garip kötü karakteri temsil etmektedir. Ercüment Çözer her yerdedir, her yere sızmıştır. Onu yenmek imkânsızdır. Psikoloğunuz ona çalışı-yor olabilir, kızınız onun emri altında olabilir. Kadınlar için çekicidir, güçlüdür, zekidir. Bağlantıları ve çok parası vardır. Tüm tabuları, kurumları yıkar. İyi ile kötü arasında çok da büyük bir uçurum olmadığının farkındadır Ercüment. İnsan doğasını çözmüştür. Kocasını öldürtür bir kadına, bir kızın babasından intikam almasını sağlar. Bildiğimiz tüm kutsal değerleri ideolojileri yıkmaya çalışır. Üniversite’de hoca olarak derse girer ve Che’yi, Marx’ı saygısız olarak anlatır. Ercüment yapı olarak aşina olduğumuz bir karakter değildir, biraz ithaldir. Taxi Driver göndermesiyle aslında ironi yapar. Bizim kültürümüzde yer almayan bir kötüyü oynar; yerel komiser Behzat‘ ın hem maddi hem manevi düşmanıdır bu yüzden.Hem dizisini düzenli izleyen, hem kitap-

larını okuyan biri olarak bence Behzat, sokaktaki adamın ve Sol’un yıllardır aradığı kahraman ihtiyacını karşılamıyor. Bunun tek sebebi kurgu olması değil. Türkiye’de, sol bir kaygı taşımak zordur. İnsan sol bir kaygı taşıyorsa sosyal de-mokratlardan bile medet umuyor bu ül-kede. Eylemlere katılıyor, imza topluyor, sosyal medyada farkındalık yaratmaya çalışıyor... Bilse ki; birileri zorbalık karşı-sında, haksızlık karşısında pes etmiyor, hapse girmekten vazgeçmiyor; o zaman mücadelesi anlam kazanacak. İnandığı değerler için yaşayan insanları, ölüm tehditlerinden korkmayanları gördükçe insanın bir umut filizleniyor kalbinde. Gönül istiyor ki birileri de sessiz kalma-sın… Sol kaygıyı geçtim, vicdan sahibi bir insan bunu görmek istiyor. Evet; birileri para ve kıdem için yalan söylüyor olabilir. Birileri köşelerinden demokratlık satıyor olabilir, ölüm oruçlarını karikatür konusu yapabilir. Birileri çeki, verilen ödülleri umursuyor olabilir... Sanki Behzat tabağı alıp çeki yırtınca, seyirci olarak rahatlıyoruz. Dizide Hrant Dink davası konu edilince huzur buluyoruz. Behzat Ç. çarpık yapılanmadan, kötü politikacılardan, derin devletten, ikti-dardan intikamımızı alıyor. Oysa gerçek hayatta da var kahramanlar;Doğan Öz gibi savcılar da var; Gaffar Okkan gibi Emniyet müdürleri de. Uğur Mumcu gibi; Ahmet Şık gibi gazeteciler de var. Erdal Beşikçioğlu’nun sinemada canlandırdığı Recep Yazıcıoğlu gibi valilere, Hasan Ali Yücel gibi bakanlara hasretiz.

Diziyi izlemek yetmez; Cumartesi anneleri eylemine gitmeliyiz, ikinci öğretim harçları için eyleme katılmalıyız. Poşuyu kanıt olarak gösterenlere inat poşu takmalıyız. Diğer türlü evde poşu ile bilgisayar başından ya da televizyon ekranından komiseri izlemekle bir şeyi değiştiremeyiz. Simulasyon içerisinde kendimizi tatmin ederiz. Bu yüzden Komiserim şikâyetim sana değil;seni sadece izlemekle tatmin olan sol kesime... Yoksa, yanlış anlama olmasın; biz seninle mutsuz olmaya da varız Ko-miserim. Sözlerime son verirken Bertolt Brecht’in “Galile” oyunuyla bitirmek isterim; Oyunun bir yerinde, Engizis-yon Mahkemesi önünde yazdıklarını ve söylediklerini yadsıyan ve bundan sonra da susacağına söz veren Galile ve öğrencisi Andrea arasında ilginç bir di-yalog yaşanır;Andrea hocasına öfkelidir, Galile’nin bu cesaretsizliğinden acı duyar ve “Yazık o ülkeye ki, kahramanlardan yoksundur” der. Galile’nin bu sözlere ya-nıtı çok düşündürücüdür:“Yazık o ülkeye ki, kahramanlara ihtiyaç duyar.”

Page 30: icab-ı hâl | Sayı:9

30 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

asosyal değildir. Kaldi ki yazar, asos-yalleri değil, yaşadığı toplumun hayata bakışını, günlük yaşama tutunduğu noktaları eleştiren karakterleri anlatır. Bu karakterler biraz absürde kaçsa da, dayandıkları zemin sağlamdır. Holden da çevresindeki “züppe”lerden, kariyer meraklılarından, sahtekarlardan nefret eder; yaşadığı dünyanın her noktasın-dan tiksinir. Tüm bunlara rağmen onlar gibi davranmaya çalışır ve bunların çelişkisini yaşadıkça dibe vurur. Bunda ergenliğinin ve deneyimsizliğinin de payı vardır. Holden tiksindiklerini yenileriyle değiştirmeyi düşünemez, bunu henüz tecrübe etmemiştir, toydur, 16 yaşındadır. O yüzden onlara bakar beğenmez ve kenara koyar. Tabii ki, bu sığlıkla yapmaz bunu. Çünkü Holden, 16 yaşında birine göre gördüklerini iyi tespit edebilmektedir. Çünkü Hol-den, Salinger'ın tüm karakterleri gibi, “farkında”dır:“Elkton Hills’teyken, iki ay kadar, Harris Macklin denen o çocukla aynı odada kalmıştım. Çok akıllı filan bir çocuktu, ama hayatta tanıdığım en sıkıcı herif-lerden biriydi. Felaket kafa ütüleyici bir ses tonu vardı, onu susturmak, resmen olanaksızdı. Durmadan konuşurdu, işin korkunç tarafı, her şeyden önce, ondan duymak istediğiniz bir söz çıkmazdı ağzından, İyi yaptığı, tek bir şey vardı. Bu lanet herif, hayatta duyduğum en iyi ıslıkçıydı. Yatağını düzeltirken, dolaba bir şey asarken -her şeyini dolaba asardı hep, bu da beni hasta ederdi- durmadan ıslık çalardı, o kafa ütüleyici ses tonuyla konuşmuyorsa eğer. Klasik zımbırtıları bile ıslıkla çalabilirdi, ama coğu zaman caz parçaları çalardı. “Tin Roof Blues” gibi çok cazlı şeyleri çok güzel ve rahat bir biçimde -tam da dolaba bir şey asarken- çalar, siz de, çalışına biterdiniz. Tabii, ona hiçbir zaman, felaket iyi bir ıslıkçı olduğunu düşündüğümü filan hiç söylemedim. Yani, birine gidip, “Ne müt-hiş ıslık çalıyorsun,” diyemezsiniz, değil mi? Sırf, duyduğum en iyi, en müthiş ıslıkçı olduğu için ona iki ay katlandım, beni delirtecek kadar canımı sıktığı halde. Yani, bu sıkıcı herifleri anlayamı-yorum. Bu yüzden, kıyak bir kız onlarla evlenmişse, belki de pek üzülmemeniz gerek. Bunların çoğu, pek kimseyi incit-

miyor, belki de bunların hepsi felaket iyi ıslıkçı filandırlar. Kim bilir? Ne bileyim?”Holden “her şeyin olduğu gibi kalışını” sevmesiyle, ilginç bir olaya da ilham kaynağı olur:“8 Aralık akşamı, aile Dakota’ya girerken Mark David Chapman adında 25 yaşında bir meczup, John Lennon’ı oyuk uçlu mermi çekirdekleriyle yakın mesafeden ateş ederek öldürdü. Katil daha sonra sakin bir şekilde kaldırım kenarına oturdu, cebinden Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı çıkardı ve hiçbir şey olmamış gibi okumaya başladı.”

Yazar, “Çavdar Tarlasında Çocuklar”dan sonra yazdığı tüm metinleri, tek bir ailede birleştirir: Glass'lar edebiyatın en popüler ailelerindendir; üyelerine tek tek baktığımızda en acayip aile unvanını bile alabilirler. Çok zeki ve toplumla bağdaşamayan çocuklardır Seymour, Franny, Zooey, Boo Boo, Buddy, Waker ve Walt. Bu yedi kardeş kalabalık popü-lasyonuyla hem Amerikan toplumunun aile kurumunauymamaktadır, hem de bireysel olarak sosyal kurallarla bağdaşmayan yollar izlerler. “Dokuz Öykü”, -adından da anlaşılacağı üzere- “Franny ve Zooey” ve “Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour Bir Giriş”i, Glass ailesinin üyelerini anlatılan parça parça öykü-lerle tanırız. Aralarda anneleri Bessie Glass'ın da adı geçer. Salinger'ın bu bağlantılı kitaplarında, savaşın izlerini tüm erkek kahramanlarda görürürüz. Tabii, onların bekleyenleri de vardır ve onlar da savaştan nasibini alır. Dokuz Öykü, Seymour Glass'ın ününü borçlu olduğu “Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün” öyküsüyle başlar. Yazarın daha sonraki Seymour'lu öykülerinin ardında, Seymour'un bu öyküyle kazandığı ünün olduğu söylenir ama bence, insanların sevgisinden çok Salinger'ın tutkusudur Seymour'u devam ettiren. Seymour'un çelişkileri, günlük ve basit tepkilere nefreti, savaşın izleri ve Amerikan toplumuna duyduğu hınç; onu bir otel odasında 7.65 kalibre Ortgies marka bir silahla ölüme götürecektir. Bu neden-le Seymour'la ilgili her şeyi, kardeşi Buddy'den dinleriz. Buddy de, diğer Glass üyeleri gibi Seymour hayranıdır

J.D.SALINGER IÇIN:GEÇ KALINMIŞ BIR TÖRENASENA DOĞANMARMARA ÜNİVERSİTESİ

"gerçekten uykusu gelen bir adamı düşün Esme,bu adamın aklının tüm ye-te-nek-le-ri-nin yerinde kalması olasıdır her zaman."

Tüm tanıtma yazılarına yazarların özgeçmişleriyle başlanır; eğitimi, ailesi, kökeni ve bunun gibi her yerde bulabi-leceğiniz özellikleri sıralanır. Salinger'a uymaz ama bu, yapamam, hoşuna gideceğini sanmam. Şimdilik, İkinci Dünya Savaşı'nı yaşamış bir Amerikalı olduğunu bilmek yetecektir. Yarattığı karakterler de, hiç açmadığı dünyasının kapılarında anahtar deliğinden görüle-cek kadarını anlatıyor.Salinger 1951'de yayımlıyor, ilk kitabı olan “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı (The Cathcer in the Rye). Onu sırasıyla 53'te The New Yorker'da yayınlanan öyküle-rinin de bulunduğu “Dokuz Öykü”(Nine Stories), 61'de “Franny ve Zooey” (Franny and Zooey) ve 63'te “Yüksel-tin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour Bir Giriş”(Raise the High Roof Beam, Carpenters and Seymour: An Introduc-tion) takip ediyor. “Çavdar Tarlasında Çocuklar”, Adnan Benk tarafından Türk-çeleştirildiğinde “Gönülçelen” adıyla yayımlanmıştı. Salinger öykücüdür. “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı bile önce kısa öyküler halinde yazdığı, sonra ro-manlaştırdığı bilinir. Zaten yayımlanan tek romanı budur. Bununla ünlenen Salinger, gittikçe daha az metin yayımlamaya başlar; popüler kültüre malzeme olmaktan korktukça içine kapanır ve münzevi bir hayatı tercih eder. Kitaplarında biyografisi, resmi hatta arka kapak yazısı(!) bile bulunma-maktadır. Salinger'ın ölümünden sonra yayıncılar, inat olsun diye mi bilinmez ama, ön kapağı resimli kitaplarını da yayınladılar.

Salinger'ın Türkçe'ye çevrilmiş dört kitabı var. “Çavdar Tarlasında Çocuk-lar”, benim okuduğum ilk Salinger'dı. Çoğunun iddia ettiğinin aksine, kitabın “anti”kahramanı Holden Caulfield bir

Page 31: icab-ı hâl | Sayı:9

ve kendi kişiliğini Seymour'un üze-rinden anlatır. Bu, kimi zaman bana Seymour'un ölümünden sonra ailedeki iktidar savaşını anımsatır. (Yok canım abartma diyenlere: Abartıyor da olabili-rim!) Kısaca Seymour, Almanca kitapları o dili bilmediği halde aslından okuyan, kumsalda bornozla oturan ve günlük dertleri olanlarla savaşan bir kahraman; bir dahi çocuktur. Küçükken dahi çocuk-ların katıldığı, radyoda yayınlanan bir yarışma programına katılmış; o programı rekabet sığlığından çıkarıp, bir “yuvarlak masa tartışması”na dönüştümüştür. Bir çocuk, tek başına kültürün karşısında durur, Salinger da bunu anlatır. Bu kadar absürtlüğe rağmen, dünyada da yaşamaya devam etmelidir Seymour. Toplumsal bağlar kurmalıdır, evlenmesi de ondandır herhalde. “Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar”da Seymour'un olaylı düğününü anlatır Buddy. Salinger'ın tüm kahramanlarında görülen absürt çıkışlar, Seymour'da daha da eğlenceli hale gelir:“Asansör harekete geçince, genç adam kadına 'Ayaklarıma bakıyorsunuz' dedi.

'Afedersiniz anlamadım' dedi kadın. 'Ayaklarıma bakıyorsunuz, dedim.' 'Özür dilerim. Ben yalnızca yere bakıyordum' dedi kadın ve yüzünü asansörün kapısına doğru çevirdi. 'Ayaklarıma bakmak istiyor-sanız, söyleyin' dedi genç adam. 'Ama öyle allahın belası bir sinsilik etmeyin.' 'Burada ineyim lütfen' dedi kadın çabuk çabuk, asansör görevlisi kıza. Asansörün kapıları açıldı ve kadın arkasına bakmadan çıktı gitti. 'Yahu, şu iki normal ayağa bakmak için en küçük bir lanet neden bulamıyorum' dedi genç adam.”

Franny ve Zooey de, Glass ailesinin tipik üyeleridir. Zooey'in yakışıklılığından bahseder Salinger, Franny ise görece naif ama tam bir Glass kızıdır. Onlar da, diğer tüm karakterler gibi, küçük çıkışlarla anlatırlar dertlerini. Salinger'ın üzerine düşündüren ama sabun köpüğü gibi uçuveren eğlenceli diyaloglarının başarısıyla, karakterler basitçe anlatı-verir her şeyi. Büyük büyük cümleler kuruyormuş gibi küfür ederek, farkına varmadığımız toplumsal alışkanlıklarımı-zı hatırlatırlar. Aşağılarlar bizi, hem de büyük bir ustalıkla.

Boo Boo, en normale yakın “abla”sıdır ailenin. Askerliğe pek uğramamış olması yaramış olmalı ki, onun çocuğu vardır, teknede bir gün geçirebilecek kadar da “ailevi” bir hayatı. Walt ise, askerdeyken ölmüştür. Bekleyenin ağzından dinleriz onu, bekleyen için de çok şey değişmiş ancak Walt hala değişmeyen yerinde durmuştur.

“Dokuz Öykü” bahsini kapatmaya yakın, diyebilirim ki; bir çocuğun, savaşın yaralarını ve yoksunluğunu kapatabile-cek tek silahını, “masumiyetini” anlatan “Esme için – Sevgi ve Yoksunlukla”, sadece bana göre değil, çoğu insa-na göre de İkinci Dünya Savaşı'nı en güzel anlatan kısa öyküdür. Sadece bu merakla bile, şöyle bir karıştırabilirsiniz kitaplarını.

Salinger, Amerikan kültürünün yozlaş-mışlığıyla oynasa da, Amerikan kültürü Salinger'ı kullanmaktan geri durma-mıştır. Amerika'da bir binaya “Seymour Glass'ın neden intihar ettiğini hala bilmiyorum” yazan bir afiş asılmıştır mesela. Münzevi hayatı seçmek bundan kurtuluş mudur, bilinmez. Öykülerine

günlük dili ve popüler kültürü ustalıkla yerleştiren yazar, buna kapılmamayı nasıl başarmıştır? Bu, Salinger'ı bugüne taşıyan şeydir belki de.

Metinlerinin sadeliği -kendi dilinde bile rahatça okunabilecek kadar sadeli-ği- ama aynı zamanda edebiyat tadını verişi ve iyi okuru üzmeyecek, aksine sevindirecek sözcük oyunları onun üslubunu sevdiren şeyler. Diyalogları kesik cümlelerle örüşü, metinleri günlük konuşmaya o kadar yakınlaştırıyor ki, kurgu olduğu özellikle hissettirilen cüm-leler birer anıymışçasına gerçek oluyor. Bu, bir yazarın zaferi olmalı!

Salinger, az yayımlamaya başladığı me-tinleri, 65'ten sonra tamamen kesiyor. Elimizde en son yayımlanan “16, Hap-worth 1924” kalıyor. Seymour'un yazdı-ğı bir mektup bu, uzun zaman sonra çok özlediğim bir insandan haber almışım gibi hissettirdi bana. Ne yazık ki, bunun ve ortaya çıkmayan sürüsüne bereket metninin çevirisi yok. 2010'da öldükten sonra, diğerleri yakın zamanda su yüzü-ne çıkar diye düşünüyorlar, ben de öyle düşünmek istiyorum. Öldükten sonra -duymasın da kızmasın- bir de biyografi-si yayımlandı. “Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger” , Kenneth Slawenski'nin kaleminden bir Salinger hikayesi. Kızar mı, kızmaz mı diye düşünmeden, Salin-ger okumaya başlayacaklar için biraz daha aydınlatıcı; halihazırda okumuşlar içinse merak giderici olabilir.

Yolda yürürken belki “Salinger gözü-müz” çalışır da, bir şeyleri onun gibi gö-rebiliriz, değiştiririz diye; kaçırılmamalı, mutlaka keşfedilmeli Salinger. Kendiniz için çok geç kalmış sayılmadan.

Page 32: icab-ı hâl | Sayı:9

32 | HUKUKTA TOPLUMCU TAVIR | Toplumcu Hukukçular Kulübü’nün yayınıdır

Howard Fast, 1914 Kasım, New York doğumlu bir yazar. İkinci Dünya Savaşı’nda savaş muhabirliği yaptı. 1944 yılında ABD Komünist Partisi'ne üye oldu. Siyasi çalışmaları dolayısıyla girdiği cezaevinde, en meşhur eseri olan Spartaküs’ü yazdı. Bu kitap, daha sonra Stanley Kubrick tarafından filme çekildi. 1952 yılında Lenin Barış Ödülü’nü aldı. Howard Fast, Amerikan edebiyatında toplumcu edebiyatın önde gelen yazarlarındandır.Nisan Sabahı, en duru anlatımla, emper-yalizmin kokuşmuşluğu karşısında ezi-len ulusların diriliğini anlatan bir kitap… Henüz 15 yaşında olan Adam Cooper’ın gözünden, bir direnişe ayna tutuyor.Londra’nın hapishanelerinden toplanan, cezaları ertelenip darağacından indiri-len adamlardan oluşan İngiliz Ordusu… Ne için dövüştüklerini bilmemelerine rağmen, teknolojinin bütün nimetlerinin ellerinde tuttukları silahlarda toplandı-ğını bilen kırmızı üniformalı haydutlar… Diğer yanda ise, toplandıkları zaman ordudan başka her şeye benzeyen ama özgürlükleri ve toprakları uğruna savaşmaktan başka yol bırakılmayan bir halk… Ölümün, hastalık ve ihtiyarlıktan başka yerden gelişine her defasında

şaşıran insanlar…Çocukların yahut ilk gençlik dönemin-deki insanların gözünden savaşa bakan filmler ya da romanlar, her daim ilgi çekmiştir. Adam Cooper da bize savaş kazanmanın tarih kitaplarında anlatıl-dığı kadar zevkli olmadığını söylerken, kuşkusuz çocuklara has bir duyarlılıkla yapıyor bunu. Fakat kitabın alamet-i farikası burada değil. Nisan Sabahı, sadece genç bir adamın öldürmek zorunda kalmanın çaresizliği karşısında sergilediği tavrı göstermekle kalmıyor. Bunun yanında, özgürlük uğruna verilen direnişin haklı gururuyla bir günde büyüyen çocukları, silahları katlanmak zorunda oldukları yükler olarak görme-lerine rağmen emperyalizmi ikna etmek için başka bir yol bulamayan büyükleri de anlatıyor.Antiemperyalizmin, anayurt savun-masının eski dünyaya ait kavramlar olduğunu her defasında kulaklarımıza fısıldayan küreselleşmecilere inat; bi-reyciliği ve akıl bulanıklığını postmodern edebiyat kılıfıyla pazara çıkaran piyasa edebiyatçılarına yıllar öncesinden atıl-mış bir tokat… Öldürmeyen, aldatmayan, köylerinde bir hapishane bile bulunma-yan; ama bunu bir kurgunun parçası ola-rak değil, insan olmanın doğal sonucu gibi gören kanlı canlı insanların romanı Nisan Sabahı.

Amerika’nın Irak’ta aldığı yenilginin, İsrail’in son teknolojiyle donatılmış ordusuna rağmen Filistin’e neden hük-medemediğinin cevaplarını bir de Adam Cooper’dan duymak isterseniz, bu kitabı mutlaka okumalısınız.Keyifli okumalar…“Alanda düşen kimse canlı bırakılmamış-tı. Biliyordum bunu. Bir yanlış yapmıştık. Akılsız insanlardık. Dar görüşlüydük. Biz köylü adamlardık. Ama her şey bir yana, uygar insanlardık, her şeyin başıydı uygarlık. İngilizlerle tartışacaktık, yap-mak istedikleri şeyden vazgeçirecektik onları. Bunu başaracağımıza inanıyor-duk. Dünyada görülmüş duyulmuş en makul, en konuşkan insanlardık biz ve ellerimizi havaya kaldırmadan İngilizler-le girişeceğimiz bir tartışmayı kazana-bileceğimizi biliyorduk. Neden bizden hiç kimse bir silah patlatmayı aklından geçirmedi? Çünkü, işin aslına bakarsa-nız, biz silahları sevmeyiz, inanmayız silaha. Evet, alanda talim yaptık yap-masına ve haklarımızı, özgürlüklerimizi savunmak konusunda bir sürü güzel fikrimiz vardı. Ama bu, bizim silaha ve öldürmeye karşı tutumumuzu değiştir-medi. O İngiliz Binbaşı, kudurmuş atının tepesinden görmüştü ne olduğumuzu, düşüncelerimizi okumuştu. Bizden daha iyi biliyordu her şeyi. Ve şimdi, benim babam ölüydü.”

BIR “NISAN SABAHI”KÜNYE:Kitabın Adı: Nisan SabahıYazar: Howard FastÇeviren: Şemsa YeğinYayınevi: Evrensel Basım Yayım

“İnsanın yurdu, kendi öz malıdır. Alanda dikildiğimizde tek istediğimiz, bu köyün bizim köyün bizim köyümüz olduğunu söylemekti onlara. Bizde para yok, altın, gümüş yok. Öyle söyleyecekti baban onlara, geldiğiniz yere gidin, bizi rahat bırakın diyecekti. Bu bizim yerimiz, bizim meydanımız, bizim toplantı salonumuz; bunlar bizim evlerimiz, diyecekti. Biz, bizim olan şeyleri savunmak için birleşmiş komiteleriz. Bizim topraklarımıza girip, istediğinizi yaparsanız kötü şeyler olacak. Bütün söyleyeceği buydu babanın, ama başka yolu seçti İngilizler; şimdi artık çok geç. Savaş sardı her yanı.”

HATİCE DEMİRİSTANBUL ÜNİVERSİTESİ