GORDLEVSKt ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ KONYA PAZAR KAPISINDA MELEK PöLYEFÎ (13, YY)
GORDLEVSKt ANADOLUSELÇUKLU
DEVLETİ
KONYA PAZAR KAPISINDA MELEK PöLYEFÎ (13, YY)
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ
V. GORDLEVSKÎ
BİR İN C İ BASKI ANKARA — 1988
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ V. GORDLEVSKt
ÇEVİRENAZER YARAN
V G ordlevskl’n in G osudarstvo S elçuk idov M aloy A zil (M oskova-L eningrad, 1941) adh ya p ıt ın ı, Aaer Y aran R usça aslın d a n TUrkçeye çevird i, ve k ltep , A n adolu S e lçu iılu D ev leti adıy la , O nur Y ay ın lar ı ta ra fın d a n A nkara’da Şa
h in M atb aası’nd a d izd irilip 'bastırıldı.
Î Ç Î
7 Ö nsöz11 G iriş — K ü çü k A sya S e lçu k lu la r ı T arih i Ü zerine K aynak lar ve
Araçlar
BİRİNCİ BÖLÜM 3T— G1
K ü çü k A sya’da T ürkler - S e lçu k lu Y ayılm ası - B izan s - H açlılar - D an iş m enciler - G ü rcistan - D en ize D oğru H areket - G ü cü n D oruğu
İK İN C İ BÖLÜM 62—76
MogoilP-r _ K ösed ag S avaşı - M oğol A k ım ın d an Son ra D ev let in P arça lan m ası - T ü rk m en ler A rasında K aynaşm a - K aram an - B eybars Seferi - S u lta n Y ö n etim in in D ü şü şü - V ezirin Y ü k se liş i - B ağım sız B ey lik lerin K u ru lm a
s ı - M oğol E tk is i - V ergi S istem i
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 77— 110
O ğuzlar - K ü çü k A sya’da Soy D iz isi K a lın tıla r ı - O ğuzların K ü çü k A sya’da Y erleşm esin in T arih i İç in T op on om in in Ö nem i - S ın ır B eyleri, ‘‘G aziler” ve “A lplar” - O ğuz B oy lar ın ın A skeri Ö rgü tlen m esi - Ş ö len d e ve Z iya fette Soy u n Ö n celliğ i - Av - O ğuzlarda İslâ m - Soy Adları ve L akaplar - O ğuzların Töreleri; D ü ğü n , Y argılam a, K an D avası, K ad ın lar ın D u ru m u - K u ru ltay ve
S u lta n Seçlml'eri
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 111— 120
S e lçu k lu lar D evrinde O ğuzların D u ru m u n u n B ir G örü n ü m ü O larak 15-18. Y üzyıllarda K ü çü k A sya G öçebe B oy lar ın ın Ö rgütlen m esi
BEŞİNCİ BÖLÜM 121— 150
K ü çü k A sya'da F eod alizm - S e lçu k lu lar D evrin i K avram ada M alzem e O larak D oğu İllerin d e Feodal K a lın tü a r ın G ü n ü m ü zd ek i T ab losu - S e lçu k lu larda Soy K ü tü ğ ü n ü n B ozu lm ası - A skerî T ım arlar S is tem i - B u n u n M oğol K ökleri, S e lçu k lu lar Ö ncesinde K ü çü k A sya’da Toprak D ü zen leri - T ım arlar, B u n lar ın T ürleri - F eodallarm Z en g in liğ i - “G uiam iar” - “D erebeyi” T ip in in D oğuşu - F eod a llarm A skerî Y ü k ü m lü lü k ler i - “ S ip ah iler” - B ağ lı B eyler ve M erkezi H üküm dar (V asallar ve S ü zeren ler) - İ ta a t İfad esi - B ağ lı B ey lik
ler in (V asa llığm ) D oğu lu ve B a tılı Ö ğeleri - S u lta n ve H alife
ALTINCI BÖLÜM 151— 164
S u lta n ın O toritesi - F eodallarm B aşı O larak S u lta n - F eod allarm A rasın da K atm an laşm a - S u lta n ın D ayan ağı O larak Y eni İn san lar (“O rta B ey ler'’) - S u lta n ın M u tla k çılığ a E ğ ilim i - S u lta n ın H a r a ç la r ı' - E konom ide
S öm ü rü S istem i
YEDİNCİ BÖLÜM 165— 183
P eod alların " tab l”leri - K öleler ve B u n lar ın Y aşam da B o lü - M ülk S ah ib i K öylü ler (“dehlcanlar” ) ve Irgatlar ("ek iciler” ) - B aba İsh ak - B aba İsh a k ’m
Y ö n e ttiğ i K öylü A yaklan m ası
SEKİZİNCİ BÖLÜM 184— 192
Z anaatçılar , B ileşim ler i ve B ir lik ler i - Z an aatç ılar ın E konom ik ve H uk uksal D u ru m u - K oruyucu A rayışları İç in d e Z anaatçılar
DOKUZUNCU BÖLÜM 195—200
K ü çü k Asya'da, A h iler in O rtaya Ç ıkm ası - A hi T o p lu lu ğ u n a K abu l T ören i - A h iler in Y ü k se liş i - M evleviler ve A h iler A rasında A y n lık - Z anaatç ılar ve A hiler A rasında Y ak ın laşm a - F eodallarla A hiler A rasında S ava
ş ım - O sm anlI D ön em in d e A h iler in İzleri
ONUNCU BÖLÜM 207— 225
T icaret - T ü ccarlar ın T arih se l T ip i - İ ta ly a n T ü cca r la n - T icaret Y o lla rı - K ervansaraylar - T icaret M allan , D ışa lım ve D ışsa tım . S ik ke
O NBİRİNCİ BÖLÜM 22S—236
K en t - K en t D ü zen i - H alk - S e lçu k lu la r ın B a şk en ti - K onya’da Y aşam
ONİKİNCİ BÖLÜM 237—248
S e lçu k lu lar D ön em i S an at A n ıtları - S e lçu k lu S a n a tın ın K öken i - S e lçu k lu S a n a tın ın Ö zgün Ç izgileri - Y erli E tk i
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM 248—269
Y ö n etim - M erkezi O rganlar (D ivan lar) - T aşra - Y erel Y ö n etim - M alikane ve D en etim - M oğol D ön em in d e M eydana G elen D eğişik lik ler
ONDÖRDÜNCU BÖLÜM 270—286
Ordu, O rdun un B ile ş im i - B oy B irlik leri - Feodallaı-m B irlik leri - Savaşın K arakteri - Ü lk e İç in d ek i A skerî B irlik ler - Ü cretli B irlik ler
ONBEŞİNCİ BÖLÜM 287— 304
S e lçu k lu Sarayı - B izan s - Saray T örsn K uralları ve Saray S an ları Üzerinde İran E tk is i - O ğuz G elen ek lerin in K a lın tıla r ı . H arem
ONALTINCI BÖLÜM 305—338
S elçu k lu lar D ön em in d e D in se l İn an ışlar - M ü slü m an lık Ö n cesin in ve H ıristiy a n lığ ın Y an sım aları - R esm i D in O larak İslâm - K ü çü k Asya'da D erv iş
lik - M evleviler ve C elâ leddin R u m i’n in R um Çevredi
33.) Son söz - O ğuzlarca G eçilen Y o lu n A şam aları 343 Ek - R um S e lçu k lu la r ın ın K ron olojik T ablosu
Ö N S Ö Z
KÜÇÜK ASYA’DA, Selçuklu hanedanı egemenliği dönemini kapsayan, o dönemde, Türkler’in yaşamı üzerine b ir kısa deneme, vaktiyle, tarafım dan hazırlanm ıştı. O çalışmada, T. Houtsm a’m n yayınlarından, Prof. Sinir- nov'un “OsmanlI Yazınından Örnek Yapıtlar” başlığıyla, yeniden bastığı Ibni B ib in in Türk Vakayinamelerinden yararlanm ıştım (Sen - Petersburg 1903, s. 2-16).
Toplumsal - ekonomik ve siyasal yaşamı, kurum lan, toplumsal gruplaşm aları vb. içeren b ir Küçük Asya ta rihiyle yeniden ilgilenirken, Rum Selçukluları zamanına ilişkin tarih metinlerini, b ir kez daha okudum ve daha önce yüzeysel olarak üzerinde durduğum konuları geliş
tiren malzemeyi ayırdım. Örneğin, kütüphane malzemesi yokluğu gibi dış, ve yöntembilimsel deneyimsizlik gibi iç güçlüklere karşın, Rum Selçuklularının devlet ve toplum yapısının sınıfsal temellerini ortaya çıkarmaya giriştim . Bunu, ne denli başardım , ya da başarabildim mi? Yargısı, kuşkusuz, bana düşmez.
Belki de, çağdaş istemlere aykırı olarak, ben, iç tahlilden önce, devletin dış tarihinin b ir taslağım çizdim ve önce, topraklarının genişlemesini, siyasal yükselişini ve Moğol istilasının yol açtığı düşüşünü ele aldım. Yalnızca, Rus dilinde değil, genel olarak, Selçuklular üzerine yazının kıtlığından yola çıkarak böyle davrandım.
Ne var ki, ortaçağ Doğusunun bu karanlık köşesi, bende, düzensiz olarak aydınlatılmıştır. Bir yandan Türkler arasında, öte yandan yerli Rum ve Erm eni halkları arasında, karşılıklı ilişkiler; Eyyûbiler, Rum Selçukluları ve Harzem şahlar arasında Suriye için savaşım; m üslüm anların ne kadar hoşgörülü ya da hıristiyanla- rm ne kadar fanatik oldukları sorusuna yol açan Haçlılar, daha doğrusu sorunun dinsel alandan ekonomik alana geçmesi; Mısır Memlûkler’i; Moğolların saldırısından sonra. Küçük Asya'da oluşan ortam , ve her şeyden önce, daha, Orta Asya'da Selçukluların devlet, toplum ve kültür norm larının oluşmasına kesin etkilerde bulunan Moğol devlet düzeni; en sonu kültür, tüm bunlara, bende, yüzeysel ve rastlantısal olarak değinilmiştir.
Bazan, gerekli malzeme el altında bulunmadığına göre, Selçuklular dönemi üzerine bilgi yetersizliğini, ben, daha geç dönemlerin bilgileriyle tamamladım, ve b ir anlam da buna hakkım vardı.
Doğuda, Feodalizm, 19. yüzyıla, hatta b ir ölçüde, 20. yüzyıla kadar ayakta kaldı. Doğuda, yaşam, katı b içimlere bürünüyor, ve toplumsal yaşamın bazan karanlık ya da belirgin olmayan eski öğeleri, çağdaş kalıntı-
8
1ar içinde açıklığa kavuşuyor, ve Doğu ülkeleri tarihini anlamada, örnekseme yasal b ir anlam kazanıyor; dahası, incelenmesi gereken devri, doğrudan izleyen dönemde, b ir açıklama bulunuyorsa, örnekseme doğal oluyor.
Örnekseme, kuşkusuz, olguların kavranm asını kolaylaştırm akta, açıklayıcı olm aktadır; ancak, ikna edici olmadığı gibi, örneksemede netlik de yitmektedir. Bu durum da 12. -13. yüzyılların kavranması, bende modernleştirme, hatta belki de şem alaştırm a belirtileriyle örtülmektedir.
Çalışmanın genel çerçevesi, daha 1935 Ekim ’inde N. N. Nerimanov Doğu Araştırm aları E nstitüsünde çizilmişti. Bitirildiğinden bu yana beş yıl geçince, bugün, yetersizliği benim de gözüme çarpıyor; bu konuya yeniden sarılabilseydim, başka türlü gözlemler ve ilk kaynakları çözümlerdim.
Bu süre boyunca, bazan, çalışmayı yeniden gözden geçirdim; metinler tamamlanmış, kimi yerlerde düzeltilmiş, ama belki ayrıntılarla yüklenmiştir; tüm bunlar, sanki kuruluşun bütünlüğünü bozan, hatta yargılarla, ayrılıklar getiren eski giysi üzerinde yam alar gibidir.
Kronolojide yönel tim sağlamak için, sözkonusu Doğu hanedanının yaşamının nasıl b ir telaş içinde aktığını, çok genel dile getiren b ir Rum Selçukluları tablosu, ek olarak verilmiştir.
Geriye şöyle b ir göz atarken, bana, şu ya da bu şekilde yardım da bulunmaya çalışan iyi niyetli kişileri anımsıyorum. Eski dinleyicilerim olan, elde edemediğim kitapları sağlayan ve hatta, baştan sona, makaleler kopya eden V.D. Arakin’le, N.N. Nerimanov, Doğu Araştırmaları E nstitüsünde, daha yayını usum dan geçirdiğim sırada, denemelerimin yayımı için çırpınan Y.F. Ludşaveyt, bunlar arasındadır.
Aynı şekilde, bilimsel başlangıçlara, değişmeyen dost-
ça onayından dolayı, akademisyen I.Y. Kraçkovski’ye teşekkür etme olanağım bulm aktan mutluyum.
M oskova A ğu stos 1940
10
G î R I Ş
Küçük Asya Selçukluları Tarihi Üzerine Kaynaklar ve Araçlar
İb n l - B ib i ve Y azıciog lu A li — A ksaray! — İb n i B a tû ta — H ır istiy a n T arih çiler — E pigrafi — A rkeolojik M alzısme — M addi K ü ltü r — T oponom l — M. F uad K öp . r ü lü ’n ü n Ç alışm aları — M ükrem in H alil — SSCB'nde S e lçu k lu lar A raştırm ası.
Rum Selçuklularının tarihi için, Hollandah bilim adamı. T. Houtsm a'nın yayımladığı Fars ve Türk vakayinameleri, birinci derecede önem taşım aktadır.’
Fars dilinde düzenlenen vakayinamelerin yazarı, yüksek b ir konumda bulunuyordu, o b ir emirdi; ama adı (Em ir Nasıreddin Yahya), belki, kocasından fazla yaşayan annesinin lakabıyla yer değiştirmiş, îbni - Bibi (hala'- nın, sayın bayanın, hatunun oğlu) şeklindeki tuhaf deyim, yazısında yerleşmiştir.^
1 Th. H ou tsm a R eouell de te x te s rela tifs â l'h isto r ie d es Seld jou cid es, vol. III, H isto ire des S e ld jou cid es d ’A sle M inSure d 'ap ris Ib n -B ib i, Leyde, 1902 (T ürkçe m etin ): vol. IV. H isto ire des S e ld jou cid es d ’A sle M ineure d ’aprâs l'Abrâgâ d u S eld jou k n am eh d 'Ib n -B lb i, Leyde, 1902 (F arsça m etin ; d ah a sonra Itan-B ibl aktarılıyor, IV ).
2 “B ib i’' Sö z c ü s ü A h a lts ıh ’da, (A halçin , A kıska) “k o ca n ın ya da k arın ın kızk ard eşl” a n la m ın a geliyor.
11
îbni - Bibi, Moğol devlet adam ı Alaaddin Ata - Mâlik Cuveyni tarafından kendisine verilen tarihçilik görevini yerine getiriyordu.
“Selçuklular yanlısı” îb n i-B ib i vakayinamesi'' 1188 yılında devleti paylaştıran II. Kılıç Arslan’ın oğullan arasındaki iç çatışma olaylarından Sultan II. Gıyaseddin Mesud’un yönetimine (1282 yılından itibaren) kadarki olayları içermekte, yani, yaklaşık yüzyıllık b ir zaman aralığını kapsam aktadır.
îbni - B ib in in ailesi, Celaleddin Harzemşah’ın ölüm tarihi olan 1231 yılından® sonra, Küçük Asya'ya yerleşti; Vakayiname, 1282 ve 1285 yılları arasında yazılmıştır; ilk yazmaya başladığında, kaç yaşında olduğu, belli değildir. Şurası kesindir ki, ailesi, Saray çevrelerinde yaşadığı için, —baba Mecdettin Mehmed Tercüman, sultan yazmanı ve diplomat, ve anne Bibi, Münecimedir (astrolog)— yazar, birçok şeyi görebilmiş ve öğrenebilmiştir. Vakayinamede, örneğin, antifeodal Baba İshak ayaklanmasını (1241) “güvenilir ağızlardan” dinlediğini bildiriyor, görgü tanıklarına, seferlere katılanlara ya da Sul-
3 Cl. H uart, E p lgraphle arabe d e l'A sie M ineure, Paris, 1895, s. 19, n o t 1. (a lın tı “R evu e S 6 m itlq u e’'den).
■«Ayasofya cam iin d e (b u g ü n m ü zed ir) H alil E dhem ta ra fın d a n farsça v a k ay in am en in ta m m e tn i ortaya ç ık a r ılm ıştır (no: 2985); A li E m lrl'de de (O sm anlI V lla y a t- ı Şark lyesl İ sta n b u l 1918, s. 56—) ta m m e tin vardı; k u ş k u su z orada d a S e lçu k lu lar devrine a it d etay lar b u lu n ab ilecek tir . B u e ly a z - m a sım n y a y ım ın ı İ s ta n b u l’da A lm an A rkeolojisi E n s titü sü h a z ır la m ıştır (bkz: P. W lttek . D er İslam , B d. X X , s, 202, n o t 1): yay ım ik i c ilt te n o lu şacak tı; F arsça m e tn in v b ta m m etin d en ek lerin çev irisi ve yorum lar (bkjs; H. W. D uda, Zur G esch ich tsfo rsch u n g üb er d le B u m -S e ld sch u k en . Z eitsch r lft der D eu tsch en M orgen landischen a e s e lls c h a ft (Z. D- M. G .). N. P., X IV (1935), (s. 12 - 20) "U lus” g a zetes in d e b e lir tild iğ in e göre (1936, No. 5481) A nkara'daki ‘‘T ürk T arih K u ru m u ” İb n l-B lb i e ly a zm a sın ın t ıp k ı b a s ım ın ı yapm aktad ır.
D ah a ön ce Parsça va k a y in a m en in y a za n , RAvendi (13. yy .) olarak k a y dediliyord u. bkz: T h. H outsm a, R ecu e ll..., v(M. III. — V. B artold . T u rk estanVI ep oh u m on golsk ovo n aşestv lya , ç. II, 1900. — A ynı yazar. Oçerk Istarii tu rk m en sk ovo naroda. B born ik "T urkm eniya” , t . I, L., 1929, s. 32.
S H o u tsm a ’n ın çalışm asında' İb n l-B ib l üzerin e (Farsça m etin d en çeviri) b ir b iyografik n o t a k ta r ılm ıştır (R ecuell, vol. IV., s. V I I - I X ) , ayrıca bkz: “EncyclopĞdie d e l'İslâm ” , II, 392.
12
tan ’ın yakınlarına dayanıyor. Ama, Moğol devrine göz a ttığı ölçüde, sarayın yaşadığı korku ve dehşeti yeniden yaşıyor, ortam ın heyecanı yazara yansıyor. İbni Bibi’de, olayların tarihlendirilm esi bazan kuşkuludur (Küçük E rm enistan'da, I. Hetum hüküm sürerken, o, II. Levon’dan sözediyor, sultanların ölüm tarihlerinde yanlışlık yapıyor vb.).
Hem kökeni bakımından, hem de kişisel ilişkilerine göre, o, b ir vakanüvis için, elverişli koşullarda bulunuyordu.
Kuşkusuz, Vakayiname, feodal zümrenin çıkarlarını yansıtm aktadır. îbni - Bibi, feodal gruplar arasındaki savaşımın içine sürüklenmiş durumdadır;* örneğin. Sultan II. Gıyaseddin Key - Hüsrev’in çocukları olan üç kardeşin tarihini aktarırken dengeyi yitirmekte, birbirinden, iktidarı, savaş yoluyla alan üç feodal grup karşısında, tarafsızlığını sürdürmesi, güç olm aktadır. Yazarda b ir siyasal ufuk genişliği yoktur,
İbn i-B ib i, Vakayinamesini, Selçuklular’ı uydu beylikler durum una düşüren, Küçük Asya’ya Moğol saldırısından sonra yazmıştır. O sıra, feodallar arasında iki yönelim belirginleşmişti; b ir kesim (bunların başında önceleri vezir Muineddin Pervane de bulunm uştu^ Moğol- lara eğilim gösteriyordu; ama henüz, belki de, Oğuz efsanelerini korum akta olan eski feodaller, düşünce olarak, bakışlarını, Sultan I. Alaaddin Keykubad zamanına çeviriyor ve her bakımdan, onu, idealize ediyorlardı. îbni - Bibi, belli ki, Moğollara düşman olan ulusal çevrelerin etkisi altındaydı.
Feodal - teokratik düşünceler üzerine eğitilmiş zamanın insanı ibni - Bibi, sultanlar için, babalarının eski hizm etlilerinin öğütlerini ya da kadıların yargısını uygulam amanın felaketler (başarısız sefer, üç yıllık açlık) geti-
« H alil E dhem , K ayseriye Şehri, İ s ta n b u l, 1334, s. 93.
13
recegini vurguluyordu.Yazar, Muineddin Pervaneyi övüyor ve Sultan IV.
Rükneddin Kılıç Aslan’ın öldürülmesiyle ilgili suçlamayı onun üzerinden kaldırmaya çalışıyor.^
îbni - Bibi, toplumsal düzen konusundan az sözet- mekle birlikte, gene de vakayinamede, Küçük Asya Selçukluları devletinin feodal yapısı, ortaya serilmektedir.
Ib n i-B ib i Vakayinamesi'nin Farsça orijinali, 15. yüzyılda, yani Osmanlı devrinde, yeni b ir işlemden geçm iştir: Saray methiyecisi Yazıcıoğlu Ali,® Sultan II. Mu- lad için, Türkçe olarak b ir Küçük Asya Selçukluları tarihi düzenlemiştir.
W ittek tarafından saptandığına göre, Yazıcıoğlu Ali, 15. yüzyılın ünlü yazar üçlüsünden biriydi; Kardeşi Meh- med Bican, basit Türkçe şiirlerle, “Muhammed peygamberin yaşamım", "Muhammediye’yi yazmış; kitap, Müslüm an Türk dünyasına mal olmuştu; diğer kardeşi Ah- med Bican şeyhti, "Tanrıyı Sevenlerin Meşalesi” (Enve- rüil Âşıkın) adlı yapıtında, sufi öğretisinin özet açıklamasını yapmıştı.
Tarihçi Yazıcıoğlu Ali, çalışmasına, “Selçukname” ya da daha sık adıyla "Oğuzname" başlığını koymuş, böy- lece, Osmanlı sultanlarının bağlarını, Selçuklular’dan geçerek efsanevî Oğuz soyuna uzatmıştır.
15. yüzyılda, Türkiye’de, milliyetçi [budunsal, —ç.]
7 İb n l-B lb !, IV. 320.8 y a z ıc ıo ğ lu A li'n in adı, galiba , İ s ta n b u l’da T opkap ı Sarayı k ita p lığ ın d a
ortaya ç ık arılan elyazm asın d a geçm ek ted ir . Y azıcıoğ lu elyasamaları [Fr. B a - blnger. D le G esch lch tsch re lb er der O sm anen u n d İhre W erke (6. O. W .)- Der İslam , X X . p. 202, d eğerlen d irm esin de] W ittek ta ra fın d a n n a k led ilm iştir . Dr. K u en en ta ra fın d a n ta n ıt ıla n Y azıcıoğ lu A li e lyazm ası dah a ö n ce T. N öl- deke ta ra fın d a n k ayd ed ilm işti. K ısa süre sonra, esk i O sm anlı yap ıtlar ıy la İlg ilen en V. B ernau er de b u n a d ik k at e tm işti. B u e ly a zm a sın ın b ir kop yası n a s ılsa M oskova'daki h a lk ta r ih k ita p lığ ın a g irm iştir . G örü ld üğü g ib i b u b itm em iş ta s lak lar ı B ernauer " onu a yrın tıy la ta n ım la m a y ı ve ta r ih se l a ç ık lam alarla tam am lam ay ı” um uyordu . B u n u n iç in o, b ü yü k bir h az ır lık ç a lış m ası yü rü tm ü ş, 1869 y ılın d a İ sta n b u l’da b u lu n d u ğ u sırada M ü n eccim b aşı’- dan. H acı H alfa ’dajı vb. aktarm alar yap m ıştır.
14
eğilimler güçlüydü. Yabancı (Batı Avrupalı) gözlemciler tarafından anlatıldığına göre, Osmanlı sultanlarının saray yaşamı, henüz eski göçmen yatkınlıklarını koruyordu. Türk düşüncesinin taşıyıcısı Osmanlı Sultanları, Sel- çuklular’a yakınlık duyuyor ve bunu, her tü rlü çabayla göstermeye çalışıyorlardı. Örneğin, Sultan I. Mehmed, kızının adını Selçuk H atün koymuştu:’ Selçuk, sevilen b ir kadın adıydı.
Ama, 16. yüzyılda, Ahmed Feridun, “Sultanların Belgelerini” (Münaşaatü's Selâtin) toplarken, çahşmasına, Selçuklu III. Alaaddin Keykubad'ın Sultan Osman'a iktidar belirtisi olarak, yani onun Selçukluların yasal ardılı ve sürdürücüsü olduğunun kabulü anlam ında belge yolladığı konusunda, sahte b ir kararnam eyi de’° katmıştı.
Demek, Osmanlı Sultanlarıyla Selçukluların devletleri arasındaki iç bağ düşüncesinin bilincine, çok eskiden beri, varılıyordu.
Yazıcıoğlu Ali’nin çalışması, daha önce düşünüldüğü gibi, İbni - Bibi’den b ir çeviri değil, îbni - Bibi ve Raven- d i’nin Farsça vakayinamelerinin belki başka birtakım kaynaklar kullanan redaktörün eklemeleriyle, yeniden düzenlenerek yazımıdır (onda bazan İbni - B ib in in bilmediği olgular söz konusudur).
Yazıcıoğlu Ali, Sultan II. M urad'ın methiyeci ozanıdır, ve Selçukluları anlatırken, bazan, çağdışı olan saray yaşamından renkler aktarm aktadır.
Daha sonra (1600 yılı), Seyid Lokman, Yazıcıoğlu tarihinden yeni b ir metin oluşturm uş, bu çalışmadan, 19. yüzyılda, FinlandiyalI bilim adamı Lagus yararlanm ıştır."
9 Pr. T aeschner. B eitrage zur frü h o sm a n lsch e n E plgraphte u n d ArchB- ologie, D er İslam , Bd. xx> s. 149.
lOBkz: A hm ed F erid û n ’u n y ö n tem i ü zerin e M ükrem in H a lil'in m ak alesi “ T arih i O sm an! E n cü m en i M ecm u ası”, N o. 67 - 77 ve dv..
11 S eld L ocm an i ex L lbro T u rcico q u l O ghusnaim e in sor lb ltu r excerpta
15
Türk dilbilimcisi Necip Asım Yazıksız (öl. 1935), Top- kapı Sarayı kitaplığında korunan elyazmalarına göre, Ya- zıcıoğlu Ali tarihinin yazımına. Birinci Dünya Savaşı’n- dan önce girişmiş, am a Bahriye Nezareti basımevindeki basım işi kısa sürede durmuştur.'^
Bugüne değin yayımlanmamış olan Aksarayi de, Moğol istilası sonrası Selçuklular tarihinden birçok şeyi açıklayabilecektir.
Kerimeddin Aksarayi’nin çalışması, 723 yılında (1323) yazılmıştır.'^ Aksarayi’den ilk esaslı aktarm aları (tarihçinin adını henüz bilmiyor olsa da), V. V. Bartold yapm ıştır.”
Dördüncü bölümde, yazar, emirlerden, vezirlerden, resmî kişilerden, ayrıca Türklerin, yani Oğuz kabilelerinin başkaldırılarından, "d ivan 'lardaki hizmeti sırasında gözleyebildiği ölçüde söz etmektedir. F. K öprülü'nün belirttiği gibi, onda, îbn i - B ib in in sözetmediği ayrıntılar yer almaktadır.
Öğrenim görmüş b ir kişi olarak (Farsça yazmaktadır), yani varlıklı kişiler sınıfından Aksarayi de, kuşkusuz ,taraflı açıklam alarda bulunm aktadır. İsyana rastlantısal mı, bilinçle mi kendini kaptırdığı açık değildir; ama daha sonra, isyana, her bakım dan uzak durm aya çalışmıştır, vakayinamesinde ise, “hiçbir yerde, varlığa tam ah etmediğini” vurgulamaktadır.
Gençlik günlerinde, alevlenen isyana katılan yazar,
prlm u s ed id it, la t l ıie verslt, ex p llca v lt Jac . Joh . W Uh. L agus. H elsingforslae, 1854.
lîY a z ıc io g lu A li'n in T ürkçe iş lem esin d en , dah a 1891 ta r ih li Ş . Sefer y a y ım ın a göre P. M. M elioransk i, ‘‘S e lçu k n am e, k ak Isto çn ik d lya Istorll V iz a n tii VI X II; X III vv" (V lzan tiy sk ly vrem en n ik ) (T . I . 1892, s . 613 - 640). m ak alesin d e ö ze t a lın tıla r yapm ıştır, am a m e tn in yorum u zay ıftır ,
13 E lyazm aları k o n u su n d a hkz: F. T auer. L es m a n u scr its persan» h ls - tor iq u es des blt>UothSques de S tan b ou l. A rch iv O rienta ln l, t. IV, 1932, s, 93.
14 M akale: O n e k o to n h v o sto çn ıh ru k op isah v ı b ib llo tek ah K o n sta n tl- nop o lya 1 K aira. Z aplski V ostoçn ova o td elen iy a (ZVO), t. X V III, 1908, str. 0124 - 0137 {daha sonra Alcsarayl a k ta r ılm a k ta d ır ).
16
kenar bölgelerdeki Oğuz kabilelerinden, sınır beylerinin feodal düzene karşı protestoları konusunda, olayların toplumsal anlamının bilincine varmaksızın bilgiler aktarm aktadır. V. V. Bartold, haklı olarak, “Sanmam ki, (sultanların, vezirlerin, onların memurlarının) karakterleri tam bir tarafsızlıkla derlenmiş olsun!” diye yazıyor.’®
Mevlevi Aflaki’nin C. H uart tarafından çevrilen anı notları “Menakib-ül arifin”, yani 13. -15. yüzyıllarda Mevlevi Tarikatı şeyhlerinin biyografileri, önemli ek bütünlük sağlam aktadır.’*
Mezartaşı yazısından anlaşıldığına göre,’ Şemseddin Ahmed Aflâkî, 1360 yılında ölm üştür. Aflâkî, iyi öğrenim görm üştür, yani yazına eğilimleri olan varlıklı b ir aileden gelmiştir. Babası, herhangi b ir biçimde A ltm ordu’ya girmiş ve sarayda büyük b ir ağırlık elde etm iştir; öldüğü zaman b ir kitaplık bırakm ış. Volga boylarında, eski b ir akının yolu üzerindeki elyazma yönergelerden biri, burada bulunm uştur.
îran doğumlu (Tebrizli), belki de Türk olmayan (yazın dili Farsçadır) Aflâkî, Mevlevi tekkesi şeyhi Âmir Ârif tarafından, kendisine verilen yüksek b ir görevi yerine getiriyordu. 14. yüzyılın birinci yarısında, yüzyıl önceki olayları da —tarikatın kurucusu Celâleddin Rumi'nin öyküsünü— yazmakta, fantastik b ir sisle bürülü olarak, açıkça, doğaya aykırı saçmalıklar bildirm ektedir: Celâleddin, onun için, sıradan öjümlülere benzemeyen, onlar için ulanılmaz b ir erm iştir. îran kökenli oluşu, b ir ölçüde, dinsel aydınlar sınıfı "Mevlevilik’e aidiyeti, ona, Türklere,
15 A ksarayl’n ln ça lışm a sın ın T ürkçe çevirisi, 1937 y ılın d a K onya’da, “K on ya M 'ecm uası” nda yay ım lan m ıştır .
16 A flâk î. M anâkıb B1 A rifin . Cl. H uart. Les sa ln ts des d erv lches to u r- neurs. R eolts, tra d u lts du persan e t a n n o tfe , t. I - II. Paris, 1918 - 1922 (daha sonra, A flâk î ak tarılm ak tad ır).
17 P. W lttek . D as P ü rste n tu m M en tesch e . İsta n b u l, 1934, s. 37, n o t. 3 (b ilg i, M. Y u su f “K onya asarı a tik a m ü zesi rehberi". İ sta n b u l 1934, s. 91’d en a lın m ış tır ) .
17
Türk alttabakalanna karşı, hemen hemen, b ir hor görme duygusu vermektedir; onun çevresinin insanı için, Türk, b ir zamanlar, Tebriz'de b ir arkadaşının dile getirdiği gibi, bönlüğün eşanlamı, "Anadolu Kafası”dır.'® Aflâkî’nin anlatımı, 14. yüzyıla yakınlaştığı noktalarda, daha ölçülüdür: Betimlemedeki canlılık yitmekte, yalnızca, b ir not defterinden aktarılan özetler ya da parçalar olarak, kuru notlar haline dönüşmektedir.
Ama, Mevlevî Tarikatı yöneticilerinin yaşam öyküleri, 13 ve 14. yüzyıllar Konya'sının günlük yaşamından ilginç, genellikle renkli çizgiler içermektedir; kuşkusuz, yazar, 14. yüzyılda, otuz beş yıl boyunca (1318 ve 1353 yılları) yazdığına göre, belleğinde bazı şeyler vardı; b ir ihtiyar olarak, çok eskiden meydana gelmiş olayları, canlı anımsıyor, gözleri önünde olup bitenleri unutarak, 14. yüzyıl olaylarını, bulanık ve renksiz biçimde yeniden üretiyordu. Ayrıca, bazan, perspektifi de bozulmuştur. 14. yüzyılda, Konya şehri, kargaşalardan zarara uğramış, kentte ticaret düşm üştür. Yerini b ir ıssızlığa bırakan 13. yüzyıl canlılığı, yine de, onun gözünde önemsizleşmiştir.
Her nasıl olursa olsun, Aflâki’nin yüzeysel olarak çırpıştırılm ış notlarının '’ değeri artm akta, çalışmasının tarihsel önemi yükselmektedir.
14. yüzyılın birinci yarısının tarihi için, derin düşünebilen b ir Arap gezgini tbn i - Batûta'nın anlattıkları da, günümüze kalmıştır.^ O, Akdenizden Ege Denizine, Ka-
ISAflâkî, II, 379.19 B u n u n la b ir lik te , araştırm ak g ü çtü r , ve b e lk i de ben , A flâk î’de b lr-
şey ler göreb ild im ; H uart iç in , bu (su fller in d ü n ya görü şü n ü n k avran m asm - da ö n em li) b ir ag iografi m alzem esi o ld u ğ u n a göre, o, k ısa k o n u d iz in in d e , A flâk î’n in ça lışm alar ın d a b o lca b u lu n a n b azı yaşam sal (ve bir b ö lü m ü y le ta r ih se l) ay r ın tıla r ı a tlam ıştır . B u n u n yan ısıra , o, d ah a sonra (ik in c i c ild e ö n sö zü n d e ), A flâk î’n in tar ih se l ö n em in i değerlendiriyor, B kz: “Jou rn a l A sia tiq u e” (t . 2ÎIX, 1922) de, H uart'm m ak alesi.
20 Voyages d’Ib n B a to u ta lı, tex te arabe, accom pagnâ d ’u n e tra d u ctio n par C. D efrâm ery e t B. R . S a n g u n in etti, P aris (S onund a, tb n i B a tû ta a k ta rılm ak tad ır) .
18
radenize kadar, Küçük Asya’yı dolaşm ıştır ve önyargısız yaptığı gözlemleri, büyük önem taşım aktadır. Tarafsız insan, genellikle, Küçük Asya’da yaşayanların sustuğu şeyleri görüyor. Îbn i-B ib i ve Aflâkî, her günkü yaşam biçimine bakm ışlar, Îbn i- B atûta ise. Küçük Asya'da seyahat ederken, b ir yabancıyı şaşırtan noktaları ön plana çıkarmıştır.
Aflâkî ve İbni - B atûta çağdaştırlar; ikisi de aynı devri, çalışmalarına almışlardır. îkisi, bazan aynı anı (örneğin Ladik’te înanç Bey hanedanı egemenliğini) yansıtm aktadırlar, ve onların bildirdiklerinin karşılaştırılm ası, sınıfsal yakınlığı olan bu kişilerin anlayışı için ilginç olm aktadır.
Hem Aflâkî, hem de îbni - Batûta, 14. yüzyılda, yani Küçük Asya’da Selçuklular devletinin dağılmasından sonra ve îbn i - Bîbî’den yaklaşık elli yıl daha geç yazmış olsalar da, b ir önceki devri anlamaya, bu ikisi yardımcı oluyor. Kuşkusuz, yapıtı, 14. yüzyılın ikinci yarısında. Küçük Asya'daki ortam ı açıklayan A. Astrobadi’yi ' (Me- nakıb) de dikkate almak yararlı olacaktır. Ve kuşkusuz, "Celâleddin Rumi'nin M ektupları” (1937 yılında Türkiye’de yayımlanmıştır) ve Sipehsalar’m “Övgüye Değer îş- ler”i (Tersilat) (1901’de H indistan’da yayımlanmıştır) aynı şekilde araştırm aya değer.
Rum Selçukluları tarihi için, kaynaklar, henüz tümüyle elde edilememiştir, ve belki de, Türkiye’deki kitaplıklarda, hatta özel kişiler elinde korunan yeni elyazma- ları, b ir gün, araştırm acının önüne çıkabilecektir.
Ama, tüm bunlar, kaynakların yalnızca küçük b ir bölüm üdür. Benim için erişilmez olan kaynaklarsa, ya- rarlanabildiklerim e göre nicelik olarak ağır basmaktadır.^
21 B ezm u R ezm (1928 y ılın d a İ s ta n b u l’da K ilis li R ıfa t ta ra fın d a n yay ım la n m ış t ır ) ; bkz: ş im d i H. G ieseck e'n in ça lışm ası.
22 E lyazm ası ve b ir b ö lü m ü y le b a sılı, M ısır ve B a tı A vrupa ça lışm a la r ı.
19
Ne var ki, Küçük Asya'da doğmuş ve ülkenin ortamıyla smırlanmış İbni - Bibi, Aksarayi, ya da uzakta bulunsa da iyi enforme olmuş îbni - al Asir gibi müslüman tarihçiler, pek fazla kapsamlı olmamakla birlikte gene de tabloyu tam am lam akta, bazan komşu gözlemci hı- ristiyanlar tarafından düzeltilmektedir. Bunlar, ülkenin halk dili olan Türkçeyi ya da yazın dili olan Farsçayı bir kural olarak her zaman bilmiyorlardı, ama özel çıkarları, onları. Küçük Asya’yı böylesine hızla ele geçiren Türk- lere dikkatle bakmaya zorlamaktadır.
Hıristiyan tarihçiler, Türk boyları arasındaki iç savaşımı, haçlı yürüyüşleri sırasında. Küçük Asya’da, halklar arasında oluşan karşılıklı ilişkiler ortam ını vb., ayrıntıyla anlatm aktadırlar.
Erken dönemi —1. Haçlı yürüyüşü zamanını—, E rmeni Vakanüvist Urfalı Matfey iyi yansıtmıştır.^^ O, olasıdır ki, eski hıristiyanhğm anılarıyla dolu “kutsal” kentte yaşamış, burada doğmuş ve ölm üştür (1144), Uzak görüşlü patrik Grigori’nin (Öl. 1105) hayranı b ir keşiş olarak, o, olayları, inanmış b ir hıristiyan - monofistin bakış açısından inceliyordu. Urfalı Matfey, Haçlıların başarısızlıklarını, işlenen günahlar ve adaletsiz işler yüzünden. Tanrı tarafından gönderilen b ir cezalandırma olarak açıklam aktadır; Tanrı, ölüm saçanları bozguna uğratır. Eğer, Tarent Prensi Boemund, Danişmend tarafından tu tsak edilmişse, bu. Tanrı’nm hıristiyanları b ir cezalandırması demektir. Ama yaşam kendi bildiği yolda yürümek-
n ın lis te s i, P. K öp rü lü ta ra fın d a n verilm iştir : "A nadolu’da İslam iyet" , Edeı- b ly a t F ak ü ltes i M ecm uası, c. 2, 1922, s. 32. T ürk E d eb iyatın d a İlk M u tasav v ıflar, İ sta n b u l 1918, s. 213 - 218. Bkz: ayn ı yazarın , Les orig lnes de L’Em pire O ttom an , Paris, 1935, s. 23 (N lğd eli K adı A hm ed).
K u lla n ılm ış ^ a n (ve. H acı H alfa’dan görü ld ü ğü g ib i b ir b ö lü m ü y iten ) yazm aların lis te s i H am m er ta ra fın d a n ver ilm iştir [.Tos. H am m er. G esch ich te d es O sm an isch en E eic lıe s (G, O, R .) VII, pp. 545 - 50]. G ene b k z: W lttek 'in yuk ard a g österilen değerlen d irm esi.
23 B S cit de la prem lere croisade, tra d u it par E. D ulau rier. Paris, 1850.
20
tedir, ve yerli halk Avrupa'dan gelen zorbalar tarafından zarara uğratıldığı zaman, —Türklerin can düşmanı olarak— o, din düşmanlarına çağrıda bulunm a düşüncesini olabilir saymaktadır.
Ama, onun aktardığı rakam lar, genellikle abartılm ıştır; örneğin. Sultan Kılıçarslan Davud, îznik’in Haçlılara karşı savunulması için, güya, 600 bin asker getirmiştir; ve giderek sayılar çok daha düşseldir. H orasan’dan Antakya’ya doğru 800 bin atlı ve 300 bin yaya hareket etmektedir.
Antakya’dan Suriye’li Mihail (Yakubi patriği), Selçuklular tarihinin 12. yüzyıla değin geniş b ir dönemini vakayinamesine almaktadır.^"* O, Selçukluların Küçük Asya'daki ilk adımlarını, Malazgirt çarpışm asını da betim lemektedir, ve hemen burada, kişiliği ortaya çıkmaktadır: Savaşkan Hıristiyan, Halkedon Konseyinin düşmanı olan Vakanüvist, usta sapmacılar olarak, Rumlara karşı kötülük isteyen b ir ruh yapısındadır. Erm enilerin adresine de, o, hoş olmayan sıfatlar kullanmaya hazırdır. Haçlılar da hainlik içindedirler; o, Türklerden çok daha önemle sözetmektedir. Antakyalı Muhail'in sözlerine göre, Alparslan yengi kazanmıştır, çünkü Tanrı, iyilik yapmak isteyenlere kulak vermektedir. Bu çerçevede, Erme- nileri kendisinden uzaklaştıran Bizans İm paratoru Romen Diyojen, Alparslan’ı ateşte yakma tehdidi taşırken, Selçuklu, tersine merham et göstermek istiyordu.
Suriyeli Mihail’in vakayinamesi, büyük önem taşım aktadır; o, belli ki, Küçük Asya’da ne olup bittiğini iyi İnlivordu. H. K ılıçarslan'ın yaşamının son günlerinde, kardeşler arasındaki iç savaşlardan, genellikle, çağdaşlarının gözünden kaçan ilginç ayrıntılar ortaya koyarak Selçuklularla Bizans arasındaki savaşlardan vb. sözet-
24 C hronique de M lchel le Syr ien ... M itS c ... e t tr a d u lte par J . — Cha- bot. Paris, 1899.
21
mektedir. Kuşkusuz, onda da yanlışlarla karşılaşılıyor (Örneğin, Kutılm ış’ın oğlu Süleyman’ı Küçük Asya’ya, güya, Alparslan göndermiş, Süleyman, Konya’da beylik etmiş vb.).
Genellikle, H ıristiyan ve Müslüman yazarlar, aynı ussal ve tinsel düzeyde bulunm aktadırlar; ancak Ermeni- 1er ve Suriyeliler, belki, Türklere karşı BizanslIların olduğundan daha hoşgörülüydüler. Onlar, BizanslIlardan daha içtendirler. Yapılarının incelmişliğiyle böbürlenen Bizanshlar, Sultan II. Kılıçarslan’ı bahsettikleri deyimle, "elmacıklı çirkini” olarak algılarken, kendilerini zorlam aktadırlar.
H ıristiyanların ve Müslümanların, kendilerine özgü dar hayranlıklarından ileri gelen görüşlerindeki ortaklık, Moğolların Küçük Asya baskını sırasında, yeniden dışa vurm aktadır. Hem Erm eni tarihçiler (Keşiş Magahi, Ki- rokos), hem Arap îbn-al-Asir, Moğol zorbalıklarının dehşetine uğramış olarak, Moğolların kişiliğinde, kutsal kitapların sözünü ettiği zalimleri görmektedirler.
Gürcü vakayinameleri^® teknik bakımdan, Ermenile- rin ve Suriyelilerin safdil vakayinamelerinden daha olgundur, ama bunlardaki söyleyiş biçimi, övünçlü ve tum turaklıdır ve sözler kuşku uyandırm aktadır. Bununla b irlikte, Selçuklularla Kraliçe Tam ara ve onun ardılları arasında, daha çok düşmanca, hazan da dostça ilişkilerin doğduğu dönemler, yani 13. yüzyılın ilk yarısı için, bu kaynaklarda yararlı malzeme bulunabilir. Bunları Fran- sızcaya çeviren Brosset, hazan yanlış yapıyor: Örneğin, “Rum ” terimi, onda "Yunan” olarak veriliyor, "O rthoul” derken o, "Ortoki” anlıyor, ama bu "Toğrul” sözcüğünün bozulmuşu değil m idir?
Küçük Asya yazıtbilimi (epigrafi) henüz gençtir, ama
25 M. B rosset H isto ire de la G âorgien. Premi'ere partle, S t. P etersburg,1849.
22
Rum Selçukluları tarihçisi, artık bundan da yararlanabilir.
Iran kültürünün hayranı Rum Selçukluları, toplumsal binalar üzerindeki yazıtları, Arap dilinde yazmışlardır.
Konya’daki yazıtlara, galiba, ilk kez, Ş. Teksye ilgi göstermişti, ama bunların yorumlanması için, kentte, bilgili kişi bulmaya çalışmak ,onun deyimiyle boşunaydı. Durum, ancak, 19. yüzyıl sonunda değişmiştir.
îyi eğitim görmüş b ir diplom at olan ve boş zamanlarını bilime veren, yaşamını “Ecole des langues orienta- les vivantes” de bitiren Cl. H uart, daha, demiryolu ulaşımı başlam adan önce, Küçük Asya yolculuğu sırasında, Konya’ya giderken, Rum Selçukluları tarihini aydınlatan yazıtlar toplam ıştır. Onun eski denemesi (1895),^ Selçuklu devleti toprağındaki yazıtbilim kalıtına, ilk genel bakış olarak, önemini sürdürm ektedir.
Eski arkadaşının örneğine öykünen Fransız konsolosu F. Grenar, Sivas için bazı çalışmalar yapmıştır.
On yıl sonra, Konya’daki Alman Konsolosu Löytved (1914 -1918 yıllarındaki emperyalist savaş sırasında Suriye’de ölm üştür), bölgede, konuyu bilen biri olan Abdul- kadir Hamidzade eşliğinde, kentin gömütlüklerini dolaşmış ve yazıtlar toplam ıştır, ama onun yazıtbilim denem e s i,n e d e n se iyi bilinmemektedir. Gene de bunlar küçük rastlantısal çalışmalardı.
Küçük Asya yazıtlarının planlı toplanm asını ve incelenmesini, İsviçreli bilim adamı Max von Berchem (1863 - 1921) üzerine almıştır.
Bilim adamlığı kariyerini, ilk halifeler zamanında toprak mülkiyeti ve toprak vergisi üzerine araştırm ayla
26 K ısa sü re sonra, E. B loşe 'n in to p la d ığ ı ya z ıtla r ın da yer a ld ığ ı “R evue S âm ltlqu e" de.
27 J . H. L öytved. K onia . I n se lır if te n der se ld sch u k lsch en B a u ten . Berlin , 1907.
23
başlatan M. Fuad K öprülü’nün deyimiyle, "Müslüman ya- zıtbilimin kurucusu” Max von Berchem, 1910 yılmda, kararlı olarak, Küçük Asya’ya yöneldi. Max von Berchem, Josef Strizygowski ile birlikte yazdığı Diyarbakır üzerine yazıtbilim plastik sanat monografisinde, fotoğraflanmış yazıtları yayımladı ve çözümledi.^® Daha önce, Küçük Asya yazıtlarının incelenmesi, 1899 yılında Oppenheim ve 1907’de K. Lemann - H aupt tarafından akla getirilip esinlenirken, Arapça yazıtlar için, anıt malzemelerin üçüncü bölümü, artık, özel olarak, Küçük Asya’ya ayrılmıştır.” Burada, o, İstanbul Müzeler M üdürü Halil Ethem ’in (EI- dem, öl. 1938) etkin yardım ını gördü.
Sivas’tan ve Divriği’den yazıtlar içeren ilk yayının devamı gelmek durumundaydı (ii inci yayında yalnızca düzeltmeler ve dizinler vardır): Max von Berchem de Konya’dan, Niğde, Tokat ve galiba daha başka kentlerden de yazıtlar toplamış ve yayma hazırlamıştı. Birinci emperyalist savaş sırasında, yayın, onun yazdığı biçimiyle "daha güzel zam anlara değin” ertelenmiş; daha sonra ise, ölümü, yılların emeğini, tümüyle kesintiye uğratm ıştır.
Küçük Asya Selçukluları tarihini ortaya koyan metinlerin yayıncısı T. Hautsma, ilk yayının değerlendirmesini yaparken, hem kronolojik, hem etnografik, hem de tarihsel - kültürel sorunlara değinen çalışmanın çok yönlü önemine işaret etmiştir.
Max von Berchem’in izinden, Türk bilim adam ları da yürüdüler. Jöntürk devriminden kısa süre sonra, 1910'- da kurulan “Türk Tarih Cemiveti” dergisinin sayfalarında, yazıtbilim malzemesi (Halil Ethem ’in, Ahmed Tev-
2BMax von B erchem — J o se f S trygovskl. A m lda, H eldelberg, 1910, s. 99, n o t. 1, 3.
29Max von B erchem . M atSrlaux pour u n Corpus in scr lp tlo n u m arabiea- rnm . T ro lslim e partle . A sie M ineure par M ax von B erchem e t H aiti Edhem . M Sm olres publiSs par le s m em hres de l ’I n s t itu t fran çls d’arcâologl© or len ta le du Calre, t . X X IX , Le Caire, 1910-1917.
24
hid'in vb. makaleleri) yayımlanmıştır.Max von Berchem'in çalışma, arkadaşı Halil Ethem,
yapıları ve yazıtları yerinde inceleyerek, 1918 yılında, Kayseri üzerine, Selçukluların tarihine yetkin bakış içeren b ir monografi yayınlamıştır.^
Türkiye'de Kemalist rejim in yerleşmesinden sonra, Mübarek - Galib var olan Küçük Asya yazıtlarını yayımlamaya niyetlenmiştir; belirtelim ki, (Ankara üzerine Mübarek - Galib'in, Sivas üzerine Rıdvan - Nafiz ve İsmail Hakkı’nm, Kastamonu üzerine M. Becet'in hazırladığı, Sinop'taki yazıtları Hüseyin Hilmi'nin topladığı) bu monografiler değişik düzenlemeler özelliğindedir. Belirli, kesin b ir plan yoktur; ama yayımlanan yazıtbilim malzemesi, büyük değer taşım aktadır.
Prof. İsmail Hakkı'nın (Uzunçarşılı) çalışmaları, Kütahya, Afyonkarahisar monografileri, iki cilt oluşturan yazıtlar vb., kuşkusuz başta gelmektedir.
Bir bölümüyle ben, Selçuklular devleti toprağında bulunan Küçük Asya kentleri üzerine monografileri de kullandım.
Kemalizmin yerleştiği sıralardan başlayarak, büyük gelişme gösteren yurtbilim i yazını (Küçük Asya kentlerinin tanıtımı) da, herhalde, Selçuklular döneminde Küçük Asya üzerine düşünceleri tüm leştirebilecektir.
Ayrıca arkeografi malzemesi vardır, am a bunu bulmak için büyük yetenek ve uzun çaba gerekiyor.
F. Babinger'in de yerinde olarak belirttiği gibi Selçuklu belgelerinden, yani "m eşhur"lardan Nikita Akro- polit ve Nikita Akominat gibi Bizans yazarları da sözet- m ektedirler. Sultan H. Abdülhamit'in hoşnutsuzluğunu üzerine çekmekten galiba korkarak susan "Osmanh Mü-
30 K ayseriye Şehri m ebani-1 İslâ m iy e ve k itabeleri, S e lçu k l ta r ih in d en bir k ıta , o n a lt ı ad et levh ayı havid ir. İsta n b u l, 1334. "K onya” d erg isin in M oskova'ya gön d erilen bir sa y ısın d a n yargıya varab ild iğ im kadarıyla, burada, b ir in c i dereceden , değerli m a lzem e yer a lm ıştır .
25
zeleri” Müdürü Halil Edhem vakfiyenin önemini iyi kavrıyordu.
Max von Berchem şöyle yazıyordu: "Küçük Asya'da korunan vakıf belgeleri (actes de Fundation) bugüne kadar aranm am ıştır. Bunlar, azar azar, her yana dağılmış durum dadır ve mütevellilerin, sıradan köylülerin ve hatta kadınların elinde bulunm aktadır. Genellikle, parşömene yazılmış ve uzun dürüler halindeki bu özgün belgeler, bunların orijinalleri ya da eski kopyaları, başka yerde çözüm aranm ası boşuna olacak b ir dizi sorunun kavranm asını sağlayacaktır. Küçük Asya yazıtlarının ilk bölümünü basarken, yayıncıların elinde, Sivas, Divriği (ve Tokat) hayır kurum lan için vakfiye fotoğrafları bulunuyordu.^'
Küçük Asya’da, Selçuklular egemenliğinin başlangıcını ve sonunu birleştiren iki belgenin var olduğunu belirtelim.
İran 'da, saray arşivinin muhafızı Abdal Kasım îvoğlu H aydar tarafından, 16. yüzyılda düzenlenen b ir derlemede, Bizans İm paratoru Romen Diyojen'i bozguna uğratarak, Oğuz boylarına Küçük Asya yolunu açan Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan'ın (galiba Küçük Asya'ya yönelik olmayan) b ir tezkeresi vardır.^ Bu belge, ne denli güvenilir, bilmiyorum, (galiba, gerçekliği kuşkuludur). En azından, Selçuklu Sultanı III. Alâaddin Keykubad'ın OsmanlI Sultanı Osman yararına iktidardan "resm en” vazgeçmesi b ir tarihsel çarpıtmadır.®
Gürcü vakayinameleri, ayrıca. Sultan Rükneddin'in kraliçe Tam ara'ya tum turaklı b ir m esajını aktarm akta-
31 M ax vo n B erch em e t H alil Edhem , A sle M ineure, s. 91, n o t. 1: s. 37, 38, 107 . 108.
32 V. B artold , H ranen iye dokuım entov v ı gosu d arstvah m u su lm an sk ovo V ostoka. Istor iya arh ivnovo dela klassIçeskoy d revn osti, v ı zap ad n oy Y evrope 1 n a m u sa lm an sk om V ostoke. pgr., 1920, s. 383.
33 R esm î yaz ışm a örnek leri “ln şa ” larda da, b e lgeler ortaya ç ıkarılab ilir . B kz: örneğ in . B ü yü k S elçu k lu İm paratoru S u lta n S an car'ın tezk eresi (M ate- r ia lı po is to r ll tu rk m en 1 T urkm enli, t. I, M—L., 1939, s. 315).
26
dır/'* ama, belli ki bu, Islâm a karşı nefret uyandırm ak isteyen dinsel ruh yapısında biri tarafından düzenlenmiş sahte b ir belgedir.
Eskiden beri, hem Doğuda, hem Batıda devlet belgeleri, uluslararası sözleşme ve anlaşmalar, hazine bölüm üne yerleştiriliyordu; bunların güvenliği, böylece sağlanıyordu. Arşiv karşılığı olarak, doğallıkla, "hazine” terimi de kullanılıyordu.^
Yazıcıoğlu Ali’nin de bildirdiği gibi, Selçuklularda, sözleşmeler, ant senetleri vb.® devlet senetleri, devlet hâzinesinde saklanıyordu, am a karışıklık ve başkaldırı zam anlarında, bunlar, kolayca yitiyordu, asiler kendilerine gerekli olmayan kâğıtları atıyor ve yok ediyorlardı.
"Defterler” (nüfus, toprak sayım defterleri), "menşu r” (bağış belgeleri), “vakfiyeler” (hibe senetleri) ekonomi üzerine, tım arlar, bunların kapsamı ve bağımlı beylerin yükümlülükleri üzerine gerçek b ir yargı sağlayabilirdi; ama "divanların” arşivleri daha Moğolların Küçük Asya’ya ilk saldırısı sırasında yok olm uştur ve ekonomi belgesinin kerpiç tabaka üzerinde saptandığı uzak dönemlere ilişkin ta san la r bile, Selçuklular dönemine göre önemli ölçüde daha tam ve açıktır.
Selçuklularda yönetim sistemini, genellikle eski düzenlemelerin kopyası olan Osmanlı devri yasaları, belgeleri, benzeşim yoluyla açıklayabilir.
Bu yönden, tarikat tekkelerinin yöneticilerinden çıkan çağdaş kararlar da, tavsiye m ektupları da ilgiye değer, çünkü uzun süre — 1914-1918 yılları arasındaki savaşa değin— büyük toprak parçalarını üzerlerinde yoğunlaştıran derviş örgütleri, feodal yapının düzenlemelerini koruyorlardı.
34 M. B rosset. H lsto lre de la GSorgie, s. 463.35 V. B artold . H ranen lye dok uraen tov, s. 3.3ö Y azıcıoğ lu A li, III, 137: ‘‘S u k en d n am e ta m a m o lu p haziney® a ld ılar” ,
27
Aflâkî, daha 13. yüzyılda, feodallerin yaşantısını saran ünvanları iyi görmüştü, dervişler için de, bunların saptanm asına kimse hayır demezdi. En azından, anılarında yazdığına göre, b ir gün Sadreddin Konyevi’de toplanan sufi - dervişler, Celâleddin Rum i’nin içrek düşüncelerini tartışırken, ev sahibi haykırm ıştır; “Bayazid Bista- mi ve Cüneyd sağ olsalardı, o erin atının çulunu omuzlarında taşırlardı!”
Derviş ayinlerinde (örneğin, Mevlevilerde), genellikle sultanlık törenlerinin yansım aları görülmektedir; bu da doğaldır, çünkü derviş örgütleri, dinsel feodallerden oluşmaktadır.
Kısaca, Babıâli’nin arşivlerinde (İstanbul'da), Elyaz- m aları Kütüphanesi M üdürlüğünde (Ankara’da), Küçük Asya kentleri vakıf yönetimlerinde, bitmez tükenmez belge koleksiyonları bulunm aktadır. Osmanlılar - öncesi dönem, Küçük Asya tarihini kavram anın anahtarı buralarda yatm aktadır.
1908 Türk devrimine kadar, düzensiz durum da bulunan bu arşivler, araştırm aya kapalıydı; şimdi, belgelerin b ir bölüm ü (bu arada, Küçük Asya göçebe Türkleri üzerine olanlar da), yazılı anıtlar uzmanı, tarihçi Ahmed Refik (öl. 1937) tarafından çıkarılmış ve yayımlanmıştır, bu onun büyük hizmetidir; belgeler, 12. ve 13. jTİzyıllar Türk boylarının durum unu açıklıvor.®"
Amtyazı malzemesi, artık, Türk araştırm acılarının görüş alanı içinde bulunm aktadır; hatta vakıf yönetmem, özel b ir kılavuz kitap yayınlamaktadır; ama şimdilik, yayınlanmış olanların tümü, yalnızca Türkiye tarihini, onun sultanlık dönemini aydınlatıyor.
37 A h m et R efik . A nadolu 'da T ürk A şiretleri (9 6 6 - 1200), İsta n b u l, 1530. G örü n ü ştek i tek d ü ze lillg in e ve öznel seç im in e karşın , bunlarda, d ev le tin g iderek artan ek on om ik k arm aşasın ın ü z ü c ü ta b lo su ortaya çıkm ak tad ır; h ü k ü m etin d ü şü n ces in e göre b u n u n su ç lu su , k öy lü lerin h u zu rlu ça lışm asın ı en g e lley en göçebelerdi.
28
Selçuklular devletinin yıkıntıları üzerinde doğan Küçük Asya beyliklerinin iç yaşamıyla ilgilenen Prof. İsm ail Hakkı Uzunçarşılı, eski belgeleri araştırm aktadır; amao, şimdilik, yalnızca 14. yüzyıl, bunun ötesinde Karaman Beyliği vakfiyelerine ilişkin 15. yüzyıl belgelerini ortaya çıkarabilmiştir.
“Konya” (1936, No: 2, s. 127 - 128) dergisinde, Celâ- leddin Kara tay vakfiyesinin özet Türkçe çevirisi basılmıştı; ne var ki, belge, özensiz yayımlanmıştır; ne hibe senedinin düzenleniş tarihi, ne de bulunduğu yer gösterilm iştir.
Yerel tarih çalışması için, arşivlerde korunan yazıtları ve belgeleri kullanm akta olan Konya Müzesi Müdürü M. Yusuf'un çabasında b ir um ut vardır.^
Küçük Asya ile canlı b ir ticaret yürüten İtalyan kent cum huriyetleri arşivlerinde, kuşkusuz, Selçuklular devri belgeleri (örneğin, ticaret sözleşmeleri) bulunabilirdi; ama bu, yalmzca kuram sal varsayımdır. Gene de, kısa süre önce, arşiv malzemesinden çok iyi anlayan Macar bilim adamı L. Fekete^'’ tarafından incelenen Venedik arşivlerinde, en erken dönem Türk belgeleri, yargıya varı- labildiği kadarıyla, 15. yüzyılın ikinci yarısına, Sultan II. Mehmed zamanına aittir.
Selçuklularda eski soy yapısının kalıntılarına ayırdığım bölümde, tarafım dan “yerin dili” toponomi kullanılmıştır; Prof. M. Köprülü de"*" daha önce, toponomi incelemelerinin önemine dikkati çekmiştir.
"Sözcükler”den (Worte), yani belgelerden, ilgi, nesnelere (sachen), yani Selçuklular devrinde kişisel ve top-
38 K onya M üzesi M üdürü M. Y u su f, ild e b u lu n a n m ü slü m a n an ıtlar ı ü zerin e yerel ta r ih i ayd ın la tm ak d u ru m u n d a bir ça lışm a h azırlam ak tad ır . Bkz: “B e lle ten ” (A nkara'daki T ürk T arih K u ru m u organ ı), I, 1937, 56, not. H. H ü sam ed d in (öl. 1938) dört c ilt lik "Am asya T arih i’'nde vak ıf malz'em esi k u lla n m ıştır .
39 Bkz: “L eveltari K özlem enyek", IV, 1926.40T ürkİyât M ecm uası, c. 1, s. 194.
29
lumsal yaşam biçiminin som ut göstergesi olarak, maddî kültüre geçmektedir. Türkiye'de bu ilgi, yalnızca Küçük Asya Selçuklularının eski başkentini değil, taşsarayı da sarm aktadır: Niğde'de nesnel anıtlar, müzeye dönüştürülen "Akmedrese"de toplanm aktadır. Sahib - ata (Sahib Ali Fahreddin) tarafından yaptırılan ve 1937 yılında restore edilen Kayseri'deki Sahibiye Medresesi'nde, aynı şekilde, Selçuklular devri nesnel anıtları (yazıtlar, Frizler vb.) toplanm aktadır. Kuşkusuz, bu, henüz ilk biriktirm e aşamasıdır.
Sikke koleksiyonculuğu alanında, daha devrim öncesinde, İstanbul müzelerinde korunan Selçuklu sikke koleksiyonlarını anlatan Galib Edhem, A. Tevhid (öl. 1940), Halil Edhem gibi Türkler, büyük katkıda bulunm uşlardır.'"
Eski gezginler, zamandan mıdır, bilisizlikten midir, kısa sürede ilk görünümlerini yitiren ya da tümüyle kay bolan, Selçuklular devri anıtları ortaya çıkarmışlardı Bunlar arasında, belki, ilk yeri, 19. yüzyılın 30'lu yılların da Küçük Asya’da bulunm uş olan Ş. Teksye tu tm aktadır Daha önceleri, gezginler (Fellow, Arundell), silahlı koru ma altında seyahat ettikleri ve dönüşte, yaşadıkları kor kulan anlattıkları halde. Yeniçeriliği kaldıran Sultan II Mehmed'in enerjisiyle, halkın yabancılara karşı davranış larm da meydana gelen olumlu değişiklikler sayesinde, Teksye, birkaç yıl boyunca ülkeyi dolaşabilmişti.
Bir zamanlar, bilim için, Fransızlar tarafından ortaya çıkarılan anıtsal yapılar (camiler, medreseler, kervansaraylar vb.), şimdi, İstanbul'daki Fransız Arkeoloji Enstitüsü ve buranın m üdürü A. Gabriel tarafından yeniden yoğunlaştırılmış olarak İncelenmektedir.
41 K uşku suz, s ik k e k o lek siyon ları da bazatı kar ışık lık doğu rm aktad ır (örneğin , bkz: H alil Edh-em, A sie M ineure, p. 95). M en teşeler üzerin e özen il bir m o n o grafin in yazarı P. W ittek ’te de k oron o lo jik ayrılık lar ve y a n lış lık lar görü lm ekted ir .
30
Küçük Asya’da Selçuklu devri anıtlarının (Fr. Zarre tarafından kurulan) incelenmesi, ta rih -arkeo lo ji çalışmaları yazarı, plastik sanatlar araştırm acısı A. Gabriel’e, Selçuklu mimarisine özgü çizgileri belirleme olanağı sağlamıştır; o, İstanbul'daki II. Tarih K ongresinde (1937) bunu dile getiriyordu.
Aynı kongrede, antropolog Prof. Şevket Aziz Kansu, Selçukluların ve Küçük Asya’nın Türklerden önceki halkının antropolojik birliğini kanıtlam aya çalışmıştı; sorunu ilk kez ortaya koyarken, o, konuyu. Küçük Asya’da, Türk boylarının oldum olası bulunduğu, ülkenin köklü halkı olduğu bakış açısından incelemektedir.
Heykelciliğin, "küçük sanatın” (Kleinkunst) kavranması için de, şimdi, sağlam b ir temel atılm ıştır (H. Glück ve Fr. Sarre).
H am m er’in ve D’Osson’un eski çalışmaları, büyük değerini sürekli koruyan gerçek malzeme içermektedir. Onların kullandıkları elyazma kaynaklarının b ir bölümü, bugüne değin de, henüz elde edilememiştir.
Osm anhlar öncesi dönem. Küçük Asya tarihinin başlangıç belirtilerine çok yanlı değinen, İstanbul Üniversitesi Profesörü (şimdi Ankara Üniversitesi DTCF Profesörü ve Büyük Millet Meclisi milletvekili) M. Fuad Köprü- lü'nün çalışmaları, Türklerin göründüğü andan başlayarak Küçük Asya’yı araştırm a tarihinde b ir devrim gerçekleştirmiştir.'’
42 D ah a 1915 y ılın d a (sü re li ya y ın ‘‘M illi T etebular"da) gen ç b ilim ad am ın ın , R u m S e lçu k lu lar ı d ev let ve to p lu m y a şa m ın ın tü r lü y an lar ın ı k ap sayan b ir m ak a les i ç ık m ıştı. Sonra da, Ü n iversite organ ı “E d eb iyat F a k ü lte s i M ecm u ası” (1922'den başlayarak) sayfa ların d a , sade d ille y a z ıla n "Türk iye T arih i” k ita b ın d a (1923 y ılın d a , “T ürk H alk ların ın T a r ih r 'n i içeren, y a ln ızca İlk b ö lü m ü ç ık m ıştır ) , M ltte ilu n g en zur O sm an isch en G esch ich te (M. O. G .), K örösi Csom a - A rch lv (KCSA) g ib i B a tı A vrupa dergilerinde, İ sta n b u l T ü rk o lo ji E n s titü sü organınd a, F. K öprülü , K ü çü k A sya'n ın O sm anlIlar ö n cesi d ön em in e ilişk in in ce lem eler in i sürd ü rm ü ştü r. Ve en son u , b a şlığ ı isa b ets iz o la n “B izan s K u ru m la r ın ın OsmanlI K u ru m la n n a E tk isi Ü zerine N o tla r ’’ (T ürk H u k u k ve İk tisa t T arih i M ecm uası, I, 1931, ss.
31
Her şeyden önce o, Doğuda olduğu gibi Batıda da bilinmeyen taze malzeme devreye sokmaktadır. O, Küçük Asya tarihinin karm aşık sorunlarını (toplumsal - ekonomik, siyasal, kültürel, dinsel, yazınsal vb.), ince çözümlemesiyle, yalnızca joırttaşı olanları değil, Batı Avrupalı araştırm acıları da aşarak yeni b ir yöntemle aydınlatm aktadır. Ancak, Savları pekiştirm ek durum undaki çalışmalara sık sık yapılan gönderme ve imalar, varlığı açıklanan, ama on yıl geçtikten sonra, hâlâ küp dibinde yatan çalışmalara yapılan göndermeler rahatsız etmektedir.
Çoktandır, Küçük Asya tarihiyle uğraşan, İstanbul Üniversitesi Doçenti Mükremin Halil, Küçük Asya Selçukluları devrine giriş niteliğinde “Anadolu’nun Fethi”'' denemesini yayımlamıştır. Yalnızca basılı olanlardan değil, elyazma Doğu kaynaklarından da yararlanarak, o, Selçuklular yönetimindeki Türkmen (Oğuz) boylarının 11. yüzyılda Küçük Asya üzerine İsrarlı akm larm ı anlatm ıştır. Mükremin Halil, yeni malzeme kattığına göre, Bizans
165 - 313, özeti. "VII. CongrS In tern ation a l des scienoes h ls to r lq u es”, 1933, I, (ss. 297 - 302’de) ça lışm asın d a , d ah a önce, o n u n ta ra fın d a n ya z ıla n la r ın k en d in e özgü b ir to p la m raporu gerçek leştir ilm iştir . Rapor, ku şk u su z, y irm i y ıl ön ce o ld u ğu n d an çok dah a o lg u n lu k ve d er in lik ortaya k oym aktad ır. B iza n s'ın O sm anlI d ev le tin e e tk is i k on u su n d ak i yayg ın k a n ıy ı çü rü terek , o, b u n u n yan ısıra K ü çü k A sya S e lçu k lu la r ın ın k u ru m lar ın ın k arak ter in i ortaya koyuyor. Ama. eğer B izan s’ın O sm anlIlar ü zerin e 14. yü zy ıld a doğrudan e tk is i d ü şü n cesi d ışlan d ıysa , R um larla yan yan a yaşayan T ürk lerin 15 -1 6 . yüzy ıllarda , ön ce lleri R u m S e lçu k lu lar ı ta ra fın d a n öğeleri b en im sen m iş ya ban cı k ü ltü rü n e tk is in d en ken d ilerin i k oru yab ild ik ler in i varsaym ak g ü ç tür. M. P. K öprülü , h er şeye karşın , R u m ların sonrak i e tk is in in kap sa m ın ı ve ö lçü ler in i s ın ır lan d ırm ak istem ek ted ir (örneğin , bkz: s. 278). G enel olarak, ö ğ ü t verici —b azan gururlu— a n la tım b iç im i en b ü y ü k ça ğ daş T ürkolog - d ilb ilim c in in , yaz ın araştırm acısı ve ta r ih ç in in ça lışm a la r ın ı o k u m a n ın iy i iz le n im in i bozm ak tadır. 1935 y ılı bah arın da, P aris'te d ü zen len en "Türk H aftası" n d a Prof. K öprülü , 13 -1 5 . yü zy ıllard a K ü çü k Asya'da T ürk lerin ta r ih i üzerin e üç b ild ir i ok u m u ştu r (İsta n b u l’dak i F ran sız A rkeoloji E n s titü sü tara fın d an “L es orig in es de l ’Em pire O ttom an" . Avec. prâfaoe de J. C hariety , Paris, 1935, b a şlığ ıy la yay ım lan m ıştır . B urada o, u z u n y ıllar a lan in ce lem eler in in so n u ç la r ın ı özetle sadeleştirm ekted ir .
Bkz: V. V. B arto ld ta ra fın d a n d ü zen len en "Zaplska ob u ç y o n ıh tru d ah K ö p r ü lü -z a d e F uad - beya" (Izvestiya A kadem ii N auk, 1925, s. 8 9 5 - 898).
-(3 T ürkiye T arih i S e lçu k lu Devri. I, A n ad olu ’n u n F eth i. İsta n b u l, 1934.
32
tarihçileri ve Avrupa araştırm acıları tarafından, taze Türk kalabalıkları ve köhne Bizans arasındaki savaşımın anlatılm asına düzeltmeler getirmektedir. M ükremin Halil’in çalışmasında toplumsal sorunların aydınlatılması bana yüzeysel görünüyor. Böyle olmakla birlikte, Mükremin Halil'in direşkenliği ve heyecanı, dört bölümde düşünülmüş çalışmasının devamını sabırsızlıkla beklemeye isteklendiriyor.
Türkler için Selçukluların tarihi, yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda b ir ulusal ve siyasal sorundur. Türkiye'de n . Tarih Kongresi’nde (1937) "Acaba İslâm dünyasındaki çözülmenin nedeni Selçuklu fethi m idir?” sorusunu ortaya atan Prof. Şemseddin Günaltay, Avrupa’da, E. Renan zamanından beri yerleşmiş olan eski anlayışı yıkmak istiyor. O, Selçukluların, Abbasi halifelerinin sarsılan tahtım desteklediklerini ve devletin topraklarında toplumsal düzeni, vicdan özgürlüğünü vb. yerleştirdiklerini kanıtlam aya çalışmaktadır. “Türklerin centilmenliği, Haçlılarda Roma kilisesinin kışkırttığı gaddarlığı yok etm iştir. Uzun b ir dönem boyunca. Haçlılar, Doğu kültürüyle yan yana bulunm uşlar, ve bu. Batıda, Rönesans için zemin hazırlam ıştır.”
Genel olarak, doğu dillerinde, özellikle Türk dilinde yazılan çağdaş çalışmaların bilinmesi, Küçük Asya tarihini araştıran herkes için zorunlu koşuldur.
Bizde, Sovyetler Birliği'nde, de, Selçuklulara karşı ilgi uyanm aktadır. Ama, "Selçuklu devletinin iç kuruluşu” konusunu ele alan anonim yazar, şematizme kapılm ıştır^ ve tek tek doğru notlara rastlanm akla birlikte. Küçük Asya Selçuklularında oluşan gerçek, somut ortamı anlatmayı başaram am ıştır.
"Oçerki po istorii Turkmenii VIH - XV yy" çalışma-
44 S e lçu k D e v le t in in D a h ili K u ru lu şu n a D air. B akû, 1930. (A zerbaycan D ev let B ilim se l A raştırm a E n stitü sü y a y ım ).
33
sini hazırlayan Prof. A. Y. Yakubovski de, bu müslüm an hanedanının incelenmesinin önemine ilgi göstermiştir. Onun çalışmasının "Selçukidskoye dvijeniye i Turkmem V I XI veke” bölümü, Küçük Asya Selçukluları tarihine kendine özgü b ir giriş niteliğindedir ve sonradan Küçük Asya’da yerleşen feodal ilişkilerin başlangıç belirtilerini ortaya koymaktadır.
Doğu ile Batı arasındaki yol ağzında yer alan Sel çuklularm tarihi için, daha geç dönemlerden de olsa. Do ğu-m üslüm an (îbn-al-Asir, Abul-Fida, Ibn-Haldun, Cena bi, Hondemir, Münecimbaşı), Doğü-hıristiyan (Bizans, E r meni, Suriye) kaynaklarının özenle incelenmesi zorunludur. Ve, örneğin, Suriyeli Mihail ya da Dominikan keşişi misyoner Simon’dan duyduklarını kaydeden Vensan de Bove (Vincentius Bellovacensis) vb. bazan Selçukluları şahsen tanıyan —haçlı seferlerine katılmış— kişilerin yazdığı anılardan oluşan Batı Avrupa kaynaklarının göz önünde bulundurulm ası gereklidir.
Cl. Cahen, Moğollardan sonraki dönemde Selçukluların tarihine ışık tu tan Îbn-Şeddad, Beybars Mansuri vb. daha geç Arap kaynaklarından, şimdiye değin olduğundan daha ayrıntılı b ir seçme yapmayı önermektedir.'^
Bugün, Rum Selçukluları tarihi yazmak isteyecek olanın önündeki zorunluluklar artm ıştır.
Ve, bizantinistlerin ve türkologların, Küçük Asya’nın araştırılm asına yönelik bilimsel işbirliğini düşleyen Prof. F. Babinger de haklıdır. Ancak ben, "türkologlar” sözcüğü yerine "doğubilimciler” sözcüğünü koyardım, çünkü yalnızca Türk dilinin bilinmesi yetersizdir, eski Türklerin dediği gibi, “üç dilin” bilinmesi gereklidir.
Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra. Küçük Asya'da kurulan em irliklerden biri üzerine monografi yaza-
45 Cl. C ahen. Q uelq ues tex te s n^gll^^s con cern an t les tu rco m a n s de R ûm au m o m en t de l ’İnvasion m on gole, B yzan tion , t . X IV , 1939, s. 139.
34
rı P. W ittek, Bizans ve Türkiye sorunlarını iyi bilen baba ve oğul M ortm ann’ların geleneklerini sürdürm ektedir. Başlangıçta, İstanbul’daki Alman arkeoloji Enstitüsü görevlilerinden olan Wittek, Belçika'ya yerleşmiş ve Brüksel Üniversitesi’ne bağlı olarak “Türkoloji sem inerleri” düzenlemiştir. Londra doğubilimciler kongresinde, Bizans - Selçuklu ilişkileri üzerine rapor sunm uştur.
O, Selçuklular devrinde Küçük Asya coğrafyasıyla uğraşmıştır."*^ 12. yüzyılda Küçük Asya’nın içine düştüğü çetin dönemlerin yetkin çözümlemesi, onun, hem müslü- man, hem de hıristiyan kaynaklarından yararlanarak Bizans ve Konya arasındaki karm aşık karşılıklı ilişkileri aydınlatabileceğini, Selçuklu devletinin sınırlarını saptayabileceğini düşünmesine olanak vermektedir. 1936 yılında Sorbon'da verdiği konferanslar ise, Rum Türkleri üzerine tasarladığı monografinin başlangıcı olan “iki bölüm den” oluşmaktadır."*^
Burada belirtelim, Rum Selçuklularının tek başına önemini reddeden P. Wittek, Selçuklular tarihini, Bizans’ın ya da Türkiye’nin tarihini açıklayan geçici, yardımcı bilgi dalı olarak görmektedir.
Selçukluların tarihi, kısa süre önce Prof. H artm ann’- ın'*® dile getirdiği gibi. Küçük Asya tarihinin "düzensiz” dönemlerinden biridir.
A. D. M ordtm ann’ın Anadolu’dan m ektuplarım yeniden yayımlayan F. Babinger, b ir Selçuklu Siyasal tarihi konusunda hayıflanıyor;"” sikke koleksiyonları ve yazıtbi- lim, bu amaçla, b ir kronolojik taslak için, artık, sağlam temel sağlasa da, böyle b ir çalışma yoktur.
4t) P. W lttek . V on der b y z a n tln lsch en zu r tü rk isch en T oponym ie. B yzan - t io n , t . X , 1935, s. 11 - 64.
47 p. W ittek . D eux ch ap itres de l'h isto lre des tu rces de R oum . B yzan tlon , t. X I, 1936, s. 285 - 319.
-« P . W ittek 'ln M en teşe B ey liğ i k on u su n d ak i m o n o g ra fisi ü zerin e değerlen d irm ed e (O rien ta listisch e L itera tu rze itu n g , 1935, s. 320).
49 A. D. M ordtm ann. A n a to llen . H annover, 1925, V orw ort, s. 4.
35 %
Daha Fr. Wilken, Selçuklu sultanlarının tarihinin de, Dükanj zam anlarında, yani 17. yüzyılda olduğu gibi, karanlık, boşluklarla dolu ve o denli karm aşık olduğunu gözlemlemişti, ve Rum Selçuklularının sözkonusu olduğu her durum da, bu hüzünlü gözlem yinelenegelmiştir.
Ş. Teksye (1845 yılında), Lagus (1854 yılında), Ha- u tsm a (çeyrek yüzyıl içinde iki kez, 1883'te Yazıcioglu Ali'nin bulunuşunu duyururken ve 1910'da Max von Berc- hem, Halil Edhem yazıtlarını değerlendirirken), Le Strenç (1884), ensonu R. H artm ann (1928), tüm ü de kendine göre yakınm aktadır; herşey, Wilken'in yargısının 20. yüzyılda da geçerliğini sürdürdüğünü doğrulam aktadır.
Ne var ki, şimdi büyük gelişmeler belirmeye başlamıştır; Doğudan ve Batıdan ortak çabalarla. Küçük Asya tarihinin unutulm uş köşesi aydınlanmakta ve berraklaşm aktadır.
Tek b ir deyişle. Küçük Asya Selçuklularının araştırılması çeşitli bakış açıları altında genişlemektedir; giderek b ir monografi için malzeme toplanm aktadır; böyle b ir çalışma, “müslüm an Doğunun” tarihinde onların yerini saptayacak ve, hıristiyanlığa mensup halkların kültürünü, sanki yalnızca Doğu halklarının —Türklerin, Moğolların— yıktığı yolunda, bazan ulusal tarihçilerin taraf- çıhkla aşıladığı suçlamaları, onların üzerinden kaldıracaktır.
Gene de, bu Giriş Bölümü, benim bitmemiş, sözün yansında kesintiye uğrayan, bazan da sorunları ortaya koymaktan açıkça kaçınan solgun denemelerimin, bağımsız bölüm lerinin sağladığından daha fazla şey vaadedi- yor.
36
BİRİNCİ BÖLÜM
Küçük Asya’da Türkler ■ Selçuklu Yayılması - Bizans - Haçlılar - Danişmendler - Gürcistan -
Denize Doğru H areket - Gücün Doruğu
Küçük Asya’da, Türk boylan, Selçuklulardan' çok önce, daha 8 -10. yüzyıllar arasında yayıldılar. Buraya, eskiden beri halifelerin gözleri çevrilmişti. Arapları, BizanslIlardan çoktandır ayıran askerî bölge, Antakya’dan M araş'a ve Malatya'ya geçmiş bulunuyordu. Halife H arun
1 is im e tim o lo jis i T ürk iye'de d e d ik k atler i çek m eye devam ediyor: ö r neğ in , "Türk T arih K u ru m u ” d erg isi “B elle ten '’ (III, 1939, s. 377 - 384)'de, D il ve T arih , C oğrafya F a k ü ltes i profesörü M acar b ilim adam ı L. R âson y i'- n in b ir m ak a lesi yaym lan m ıyor. Y azar b a şla n g ıç ta esk i kayn aklardan yo la çıkarak " S elçu k ’' sö zcü ğ ü n ü n te la ffu z u n u saptıyor. O, P am lr’ln k u ze y b a t ı bö lü m ü n d e, K arateg in ’de dah a 9. yü zy ıld a O ğuzların y a şa d ığ ın ı, b u n la n n (1878'de O şan i'n in b u ld u ğu ) S e lta u b u zu lu n u b ild ik ler in i ta h m in ediyor. "S elçu k ’' adı: 1) "Sel’' sö zcü ğ ü ve T ü rk m en ce k ü çü ltm e ek i “çu k ” b ir leş- m esindeiı, 2) ya da doğrudan coğrafya a d ın ın k iş i ad ına, ve b oy ad ın a d ön ü şm esin d en doğm uş o lab ilir; İcrş: ta r ih se l b ilg i; W. B arthold . 12 V orle- su n g en üb er d ie G esch ich te d«r T ü rk en M ltte la s ien s . B erlin , 1935, s. 101.
37
ar Reşid zamanında, bu çevrede tahkim at yapılmış, Suriye'de "askerî bölgeler" oluşturulm uştu. Horasan’dan sev- kolunan Türkler, Tarsus ve Erzurum ’un Doğusu boyunca geniş alanda, yani Küçük Asya’nın güneydoğu bölüm ünde yerleşmişlerdi. Küçük Asya’nın Selçuklular tarafından ele geçirilmesi böyle hazırlanmıştı.
Küçük Asya’nın Türkleşmesi, Oğuzlardan çok önce başladı. Kalaç, Karluk, Kanglı, Kıpçak boyları, çoktandır ülkenin yerli nüfusundan sayılarak benimsenmişlerdi.
11. yüzyılın başında, Selçuklu soyundan önderler kom utasında, Oğuzlar, yığınlar halinde. Küçük Asya’ya akın ediyorlar. Kentlerini sağlam laştıran Bizans, artan b ir ısrarla saldıran Türklerden, duvarlarla korunmaya çalışıyor. Türkler, Bizans’ı doğudan (Malatya), güneyden (Tarsus) ve kuzeyden (Erzurum) "uç” denilen ileri sınır karakollarıyla kıskaca alıyordu.
BizanslIlar, devletin doğu ve batı uçlarında Türklerden savaşçı yığınlar toplamışlardı; sınır bekçileri görevini yaparak yönetim tarafından okşanan bu Türkler, ülkeyi göçebelerin akm m dan koruyordu.
Ama tüm bunlar başarısızdır: Bizanslı kom utanlar, yenilgilere uğrayarak ve bölgeleri teslim ederek batıya, Kızılırmak kıyısına çekiliyorlar. Cephe gerisinde, İm paratorların Bizans birliklerinde hizmet eden Türkler (peçe- nekler, guzlar vb.) üzerine hesapları da çöküyor.^ Ayrı Türk boyları, kendi aralarındaki soy bağını desteklemekte, karşılaşm a durum unda, aralarında çağırışıp seslenmektedirler: Malazgirt önündeki savaşta (1071 yılı) Guz-
— C. B rockelm aım . T uran. 1918, s. 403, n ot. 1. T erim in yen i b ir yoru m u N. Y. M arra'da (O lln g v lst lçe sk o y poyezdke vx vostoçn oye sredlzem nem orye. M. — L. 1934 g„ s. 106). T ürkler b u g ü n b u sö zcü ğ ü “selçu k , S e lçu k ller b iç im in d e söylüyorlar. B esim A ta lay (Türk B ü yü k ler i ve T ürk Adları. İ s ta n b u l, 1339 h ., ss. 74 - 75) " K âin at'’ yazarı M eh m ed’den ‘'selçlk" form u n u aktarıyor; ayn ı Şekilde, U şak y a k ın ın d a S elçik ler köyü vardır.
2 Selçu k lu lard an ön ce K ü çü k Asya'da O ğuzlar k on u su n d a bkz: P. K öp rü lü , T ürk E d eb iya tın d a İ lk M utasavvıflar . İ sta n b u l 1918, ss. 205 - 206, n o t 1.
38
lar, yani Oğuzlar, karşılarında bulunanların aynı soydan olduklarını görünce, Bizans İm paratoru Roman Diojen'e ihanet ettiler.^
Doğuda gürültülü yankılar bulan Malazgirt - Mancı- kert’teki yengi, Küçük Asya'yı Selçuklulara teslim etti. Oğuzlar, ülkenin derinlerine doğru, kolayca ve hızla yol aldılar. "Akıncı” kolları, zaman zaman çığlar halinde, Ka- ladeniz Boğazı’na, Bizans’ın başkenti İstanbul’un kapılarına dayandılar.
Bununla birlikte, Bizans, Selçuklular karşısında çok daha önceden geri adım lar atm ak durum unda kalmıştı: 1050 yılında Bizans İm paratoru Kostantin Monomah, Büyük Selçuklu Tuğrul Bey’e minnet işareti olarak İstanbu l’da b ir cami kurdurm uş ve din adamı kadrosunu sağlamıştı.
Roman Diojen’in bozguna uğram asından sonra Bizans, bozkır Oğuzlarının gücünü kesin olarak duyumsu- yordu.
Devletin genişletilmesi planı, daha ilk Selçuklu tarafından belirlenmişti. Vezir Nizam-ul-Mülk-ün arka çıkmasıyla, Büyük Selçuklu Melikşah tarafından korunan Kutılmışoğlu'* Sultan Süleyman, Rum’a gönderilmişti. O, batıda İznik'i, Suriye’de Antakya’yı işgal etti.
Sık sık, Türkleri yardım a çağıran Bizansh kom utanlar arasındaki anlaşm azlıklar sayesinde, Süleyman, hızlı askerî başarılar kazandı.
Arap tarihçilerinin verdikleri ünvanla, "Anadolu Fatihi” Süleyman, Anadolu üzerinde egemen oluyor, ve Bizans İm paratoru Aleksi Komnin, b ir anlaşm a yaparak
3 V. R ozen . A rabskiye sk azan iya o p orojen il R om ana D logen a A lp-A rs- lanom . ZVO, 1. s. 193. P. K öprü lü , A n ad o lu ’da İslam iyet, s. 39, n ot. — Bkz: C. C ahen, L a cam pagn e de M an tz lk ert d'aprfes les sou rces m u su lm an es. B yzan tfon , t. IX , s. 613 _ 642.
4 P . W ittek , nedense, " K u tlım ış’' şek lin d e o k u m a k ta ısrar ediyor, am a b u şek il b en im İçin an la ş ılır degll.
39
Drakon ırm ağına (sakarya) kadar uzanan toprakları (bugünkü Kocaeli - İzmit ili) ona bırakıyor.®
Küçük Asya’da Selçukluların yerleşmesi konusunda incelemesinin bilançosunu yaparken bizantinist Laurent, “ 1081 yılında Rum Selçuklu Sultanlıgı’nm var ve başkentinin tznik olduğu, ve Süleyman'ın kurucu ve ilk hüküm dar olarak başta bulunduğu” sonucuna varıyor.*
İznik’te yerleşen Selçuklular bu yolu işgal ederek İstanbul ile Küçük Asya (ve başlangıçtan beri bakışlarım çevirdikleri Suriye) arasındaki bağı koparm ak istiyorlardı.
325 yılında 1. Ekümenik Konseyde canlı inanç simgesi ilan edilmiş olan Iznik’in işgali, uzun b ir süre için Hıristiyanların düşlerini yıkmıştır. Ortaçağın dekoratif egzotikle dolu şövalyelik rom anlarında, çok eskiden beri, İznik Sultanı Soliman betimlenegelmiştir.
Artık Selçuklular, Küçük Asya’ya sağlamca yerleşmişlerdir. Onlar, artık, b ir yerden diğerine dolaşan ve özel olarak otlak aram akla uğraşan göçebeler değildir. Devletin kurulm asını düşünmektedirler; Sultan Mesud, daha önce, Süleyman tarafından 1077 yılında ele geçirilmiş olan Konya’ya yerleşir, kent, Selçuklu devletinin başkentidir.
11. yüzyılın sonuna doğru, Bizans, artık yardımsızdı, ve onu, rakipleri arasına düşmanlık tohum lan eken ustaca oyunları kurtarıyordu. Onun bulunduğu yeri, b ir an önce işgal etmeyi düşünmeyen kim vardı? Nikifor Vata- n io t’un yetiştirdiği Türk korsan Çaha, İstanbul’a karadan ve denizden saldırm ak istem ektedir (1090), güçlü b ir donanm ası da vardır; örneğin, Trabzon’daki Grigoriy Ta-
5 Su riye li M ih a il’in b e lir tt iğ in e göre (E., J . C habot, III, 172) T ürkler, ta r o lt’i de, k en d ileri ele geçirm işlerdir.
6 J . Laupent. B yzan ce e t l'or ig in e d u s u lta n a t de R oum . M âlanges Charles D ieh l. P rem ier vo lü m e. Paris, 1930, s. 142.
40
ronit gibi özel valiler, im paratorluğun düşm anlarını Küçük Asya’da toprak ilhakına kışkırtarak ihanete niyetleniyorlar. Tahtta hızla görünüp yiten hanedanlar ya da tek b ir hanedanın üyeleri arasında boğuşma yürürlüktedir, ve iddia sahipleri, karşıtlarını darbelemek ve yok etmek için, her yola başvurm aktadırlar; Bizans’ın kendisine yardıma çağırdığı haçlılar, silahı o’na çevirmektedirler; Küçük Asya’da, Türk devlet oluşumları serpilmektedir. Büyük Selçuklu Alparslan, Küçük Asya’da ilerleyerek Bizans topraklarım kom utanlarına dağıtmayı başarmış, böylece, onlar, 11. yüzyıl sonunda, tüm Orta Anadolu’yu Erm enistan’ı, Gürcistan’ı kendilerine bağlam ışlardır, yalnızca kıyı kentlerin yönetimi Rumların elindedir. Tüm bunlar da Bizans’ın düşm anlarıdır. Tümü, Rumları uzaklaştırm ak istemekte, ve böylece, eninde sonunda, Selçukluların Bizans topraklarında kök salmasına yardımcı olm aktadırlar.
Küçük Asya'yı, böyle hızlı ve yengiyle yayılarak geçen Selçuklular, İznik’te niçin takılm ıştır? Yoksa, Horasan’dan taze güç akım geçici olarak durmuş m udur? Yoksa, onlar burada, İstanbul’un işgalinin devletin sonu olacağını kavrayan Bizanslı kom utanların direnişiyle mi karşılaşm ışlardır? Küçük Asya, Selçuklulara, batıda yalnızca b ir set olarak gerekliydi de, baştan beri, gözleri, güneye, Yerussalem'e mi dikilmişti? Yoksa, daha sonra, 13. yüzyılın ilk yansında oluşan dünya ticareti, dünya egemenliği konusundaki planları tam belirgin değil mij^- di?
Galiba, burada hepsi birden etkiliydi. Şurası kuşkusuz ki, “Türk tehlikesi” gerçekti, k ritik b ir anı yaşıyordu, ve im parato r Aleksi’nin Papa’ya hitaben gönderdiği mesaj, Bizanslıların pek meraklı oldukları gözyaşı dolu letorik egzersizlerinden biri değildi, bu mesajda, devlet tarafından bilinçle duyulan tehdit, açık olarak ortaya çık
41
m aktadır. Haçlı seferleri, Bizans’ın başkentinden Selçukluların elini çektirdi; Bizans İstanbul’unun düşüşü, Selçukluların ardılları Osmanlı Sultanlarına hazırlanm ıştır.
Başlangıçta, Bizans, kendine yalnızca doğudan, Selçuklular yönünden gelen tehdidi düşünüyordu. Batıya karşı duyduğu nefreti b ir yana bırakan Bizans İm paratoru I. Aleksi Komnin, Papa II. U rban’a başvurdu (1094) ve Selçuklulara karşı yardım çağrısında bulundu, im paratorun ruhsal durum u, Robert F landr’a yolladığı yarı içten mesajında açık b ir yansımasını bulm uştur: "Hıris- tiyajılarm en kutsal im paratorluğu —diye yazıyordu im parator— Peçenekler ve Türkler tarafından (yani Avrupa tarafından ve Asya tarafından) ağır şekilde sıkıştırılm aktadır. Biz, putperestlerin boyunduruğunda olm aktansa, siz Latinlerin yönetimi altında bulunmayı tercih ediyoruz.”
I. Haçlı yürüyüşünden önce, dinsel b ir ateşle coşan Batı, Bizans’tan gelen um utsuzluk inleyişlerine karşılık verdi; o, keşişleri. Roma kilisesinin sinesine çevirmeyi düşlüyordu. Ne var ki, kutsal yerlere akın ateşi çabucak soğudu. Haçlılarda yağmacılık melekleri üstün geldi: Haçlıların asıl çekirdeğini, ya yurdunda işsizleşmiş yoksul "şans avoir” şövalyeler ya da ülkesinde ağır yoksulluğa mahkûm olunmuş topraksız köylüler oluşturuyordu; onları, Doğu’ya yönelten dürtü, tanrısızların tu tsak ettiği kutsal mezarı düşünmekten çok, Avrupa’da yitirilmiş yeryüzü mutluluğuna ulaşm a umuduydu. Ve Avrupa’dan Doğu’ya haçlı kalabalıkları harekete geçti; bunlar, köyleri yağmalayan ve yerle b ir eden çapulculardı. Doğu’ya ulaştıklarında ise, şövalyeler, orada, Suriye’de ve Filistin ’de yurt tu ttu lar; devletin egemenliğini yıkarak, Bizans Im oaratoru’na verdikleri bağlılık andını unuttular.
Doğallıkla, daha ilk Haçlı dalgalarını belirsiz b ir kuşkuyla karşılayan Bizans, kısa sürede düş kırıklığına uğ
42
radı. Haçlıları, kendi topraklarına salarken, Bizans, Küçük Asya’da yitirdiği kentleri, onların eliyle Selçuklulardan geri almak istiyordu. Ama, Haçlıların önünde, Do- ğu’da Bizans’ı işgal planları vardı.
Dogu’da hıristiyanlan savunmak için bulunan Haçlılar, tutum larıyla —baskıları ve yağmalarıyla— Küçük Asya halkını öyle öfkelendiriyorlardı ki, kilisenin müs- lüm anlarla hıristiyanlar arasına koyduğu uçurum u unutan yerli prensler, Türklere yöneliyor ve Haçlılara birlikte karşı çıkıyorlar. Bu şekilde, Doğu’da, b ir süre Haçlılara karşı yönelen birleşik blok oluşuyor: Haçlılarla Türk- 1er arasında b ir seçimle yüzyüze kalınca, hem Ermeniler, hem de Bizanslılar, tercihlerini genellikle Türklere kullanıyorlar.
Türkler, Küçük Asya’da yerleşmek istiyo'-, batıdan ise, çağrısız konuklar geliyor. Haçlılarda, onlar, işgalci kimliği görüyorlar ve H açlılardan aynı şekilde nefret edenlerin yardım yalvarışlarına, istekle kulak veriyorlar.
Bizans’ın ve Haçlıların yollan ayrıldı. Birbirlerinden soğuyarak taban tabana karşıt am açlara erişm ek için, Selçuklulardan yararlanıyorlardı. Bizans im paratorlarının sarayında bulundukları sırada, diplomasi becerisi kazanmış olan Selçuklular, I. Haçlı yürüyüşünün kendilerine indirdiği darbenin etkisinden hızla kurtuldular.
O sıra, Selçukluların yayılması, birden her yanda kendilerine set oluşturan Haçlılara çarpm ıştı. Süleyman tarafından işgal edilen, Selçuklu devletinin genç başkenti îznik, onların yönetiminden kaydı. Eskişehir yenilgisinden sonra, doğuya (Eskişehir’in ardına) atıldılar. Selçukluların direnişi parçalanmış. Haçlılar, Küçük Asya’yı engelsiz geçmişlerdi. Kentleri işgal ederek Türk garnizonlarını kılıçtan geçirdiler. Bu, Haçlıların tutum unun açık örneği oldu.
"Aziz Peter’in en eski m inberi” olarak Haçlıları çeken
43
Antakya da çabucak düştü: Haçlıları, Küçük Asya hıris tiyanligmm kurtarıcıları olarak gören b ir (Ermeni) yöneticinin ihaneti, kentin Haçlılarca alınmasını kolaylaştırdı. Antakya’yı kaybeden Rum Selçukluları, Suriye’den ebediyen vazgeçmek zorunda kaldılar.
Cephe gerisinde, H orasan’dan Türkmen boylarının akışını engelleyecek baraj olarak Urfa prensliği kuruldu (1098) ve Urfa prensi Balduin, gene kısa süre önce (1078) Roman Diojen’in oğlu tarafından ele geçirilen Yerusa- lem'deki "kutsal mezarın savunucusu” kardeşi Gotfrid Bulon’a el uzattı, böylece, Selçuklular, Filistin’den de uzaklaştırılmış oldular. Akdeniz kıyısında ise, Batılı baronlar belirm ekte ve Selçuklulara deniz yolunu kapatm aktadırlar.
Çevresi hıristiyanlarla sarılan Selçuklular, kolayca dağıtılabilirdi, hem Bizans hem de Haçlılar için, bu, yaşamsal gerçek ve dinsel ideallerine, ket vuran b ir engeldi,I. Haçlı seferi zamanındaki cansızlaşmış Selçuklu devleti, daha da zayıftı.
Ama, Haçlıların bakışları, Suriye ve Filistin kıyılarına dogrulmuştu. Selçukluları kovalamak için. Küçük Asya'ya gelirken. Haçlılar, Bizans’ı koruyarak kendilerine zarar vereceklerini görmektedirler. Selçuklulara kayıtsız bakıyorlar. Onların önünde yeni rakipler belirm iştir: Mezopotamya’dan müslüm an prensler de aynı şekilde kuzey Suriye’ye istek duyuyorlardı. Haçlılar, Selçuklu tehlikesini savarken, Mısır’dan da, önce Fatimiler, sonra Ey- 5mbiler tarafından darbe almak durumundaydılar. Selçuklulara huzur sağlanmış, darbelerden kurtulup toparlanmışlardı.
Selçukluların siyasal gücü, kararlı b ir sa'/aşımla elde edilmişti. Batıdaki komşuları Bizanslılann ve Haçlıların uzağı göremeyen politikası içinde başarı büyüdü. Onlar, karşılıklı çelişkilere düşüp kendi çıkarlarım izler
44
ken, Küçük Asya’da, Selçukluları güçlendirdiler am a bu, kuşkusuz bilinçsizce olm uştur.
1071 yılı yengisinden sonra, Küçük Asya'da doğan feodal Türkmen beylikleri, giderek, Selçuklular taratından yutulm uştur.
Ne var ki, Selçuklular, yönetimlerini çembere saran hıristiyanlar (Rumlar ve. Ermeniler) ve m üslüm an Artuk- lar^ ve Danişmendler gibi iç düşmanları. Küçük Asya’da saf dışı bırakm caya değin, savaş dolu yıllar gerekmiş, tüm bir on ikinci yüzyıl bu savaşlarla geçmiştir. ,
Bizans’ın ve Selçukluların mülkiyetlerindeki topraklar arasından geçen sınırın durum u kötü saptanm ıştır. Bu noktada, toponomi (coğrafya adları bilgisi) yardımcı oluyor.
Küçük Asya’daki coğrafya adlarım, bu adların uğradığı değişiklikleri tahlil eden P. W ittek, 12. yü/yılda, Selçuklu devletinin genişliğini, sınırlarını saptıyor.
I. Haçlı yürüyüşü sırasında, İznik’ten atılan Selçuklular, sonra gene de batıya doğru gitmeye çaba harcam ışlardır. Selçuklu döneminin en eskisi olan. Sultan I. Ala- addin Keykubad’a ait yazıt, Afyon K arahisar’da, C. Hu- a rt tarafından bulunmuştu.® Ancak, Kütahya'da (1180’de işgal edilmişti), Denizli'de raslanan kervansaraylar, hanlar, ham am lar vb. toplumsal yapılar, buralarda da kent kültürü yerleştirebilmiş olan Selçuklu devletinin sınırları konusundaki eski varsayım ları a ltüst etmektedir. Şu ya da bu noktanın BizanslIlardan ne zaman alındığını söylemek güçtür. Askerî talih her zaman İyi gitmiyor, Bizans ise, kayıplar konusunda susmayı yeğliyordu.
Devlet sınırının ötesindeki "uçlar"da ise, Türkmen göçebeleri “akm cılar’'ının şeridi uzanıyordu. Buralar,
7 M ü lırem ln H alil de “ ortoklar'’ yerin e doğru yazıyor ("A rtuk" sözcüh ğ ü n d en ), (op. c it , s . 55 - 57). U rfaU M afley’de, örnıegin, Su k m en , A rtu k ’un. oğlu .
8 Cl. H uart. E p igraphie apabe, a. 10.
45
bazan Bizans’a düşen, bazan Selçuklulara bağlanan tarafsız bölgelerdi; bu bölgelerde, "akıncılar" ve "akritler” birbirini gözetliyordu.
Örneğin Eskişehir, güçlü olduğu sırada, sultana bağlı Türkmenlerce işgal edilmişti, am a gücü düştüğü zaman, ona itaatsizlik etmeye başladılar. Miriekafali yakınındaki çarpışm adan sonra, im parator Manuel, batıya çekilirken, kendisini, gene de epeyce yıpratan Türkmenlerle karşılaştı, ama artık barış imzalamış olan im paratorun şikâyeti üzerine. Sultanın Emirleri, yalnızca sözlü olarak özür dilediler. Moğol devrinde (1258), yazılı o k rak gelen Selçuklu hitaplarına da Türkm enler kayıtsızdılar.
Selçukluların karışm alarını reddeden Türkmenler, gene de b ir yandan, belki kendilerinden umulmayan biçimde, Selçuklular devletinin genişlemesine yardımcı oluyorlardı. Bizans, bunu anlıyordu, ama göçebelerin gemlenmesi için, artık zaman geçmişti, ülke perişandı.
Nikita Honiat, "Pontus kentlerinin” Kılıçarslan’m oğlu Sultan Rükneddin'e ait olduğundan sözederken, Karadeniz kıyı kentlerini değil, Rükneddin’in Tokat’tan kolayca yönelebildiği ve hızla ele geçirdiği Çankırı ve Kastam onu’yu kastetmektedir.
Latin im paratorluğu’nun kurulm asının (1204 yılı) yarattığı düzensizlikten yararlanan Selçuklular, Bizans kalıtını daha da b ir güçle ellerinde topluyorlar.
Başlangıçtaki “Türkmen hazırlığından” sonra, kentler işgal edilmişti; otlakları ele geçiren, tarlaları tâlari eden vb. keyfî hareket eden Türkmenlerle komşuluğun olanaksızlığım duyumsamaya başlayan Rum halk, yumuşak biçimde, Selçukluları yardım a çağırıyor, Selçuklular da düzeni sağlayarak, Bizans toprağında engelsizce ilerliyordu. Örneğin, gerisinde, artık, Selçuklular bulunduğu için zayıf olan Sinop, bu şekilde kolayca düştü (1214); Güneyde Adalya işgal edildi, kısaca, bu, Selçukluların ele
46
geçirme siyasetinin yöntemiydi.Karşılıklı kültürel ve akrabalık ilişkilerine bağlı ya
da, belki, b irtakım uzağı göremeyen ve devlet karşıtı düşüncelerle, b ir kez, İznik'ten atılan Selçuklular, batıya baskılarım, daha başlangıçta zayıflattılar. Yoksa, kısa süre sonra, Osmanh Sultanlarının kanıtladığı gibi, BizanslIların direnişi önemsizdi. Örneğin, Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev, ikinci kez tah ta çıktığında (1204), İznik’ten geçmek için, Denizli'yi Bizans im paratoru Fedor Laska- ris'e vermişti. Sonra, güç günlerde konukseverliğinden yararlandığı im parator Aleksi Angel'in çıkarlarını savunmak için, bu bölgeyi, savaşla geri almaya karar vermiş, ama başlattığı savaş talihsiz sonuçlanmış. Sultan, Alaşeh ir yakınında, savaş alanında ölm üştü (1210).
Ama, sultanın kayınpederi Manuel Maurozo, Selçukluların himayesinde, Ladik (Denizli), Hunas v>; Menderes nehri havzasında, küçük b ir prenslik kurabilm iştir.
Onların karşısında, batıda, içerden düşman gruplar ve dinsel karşıtlarca yıpratılan, dışardan sürekli saldırılarla ülkeyi yakıp yıkan Latinlerce gözü korkutulan Bizans, tek düşman olarak kalıyor. îlk Komnin'ıer (Aleksi ve oğlu Yoann), Küçük Asya'da sık sık seferler düzenliyorlar. Ama, tehlike,giderek daha da büyüyor; İstanbul sarayının okşayışlarına, galiba, alışmış olan Selçuklular, Bizans’ı yöntemli olarak parçalıyorlar. Ve "Sezar düşü” hastalığına yakalanan I. Manuel Komnin, tah ta geçince, Bizans’ı yok eden yanlış gerçekleşiyordu.
im parato r Manuel’in yol açtığı yanlış kaçınılmaz sonuçlar taşıyordu, ama Bizans, belki de, öyle davranmak durumundaydı; Avrupa’dan Haçlılar geliyorlar, ve Bizans, Küçük Asya’nın sahibi olduğunu göstermek istiyordu, ve ona yardım a gelen herkes, karayoluyla, güvenlik içinde Filistin’e ulaşabilirdi.
Manuel, Haçlılar için, Selçuklu mülkü topraklardan
47
Filistin’e götürecek yolu temizlemek istiyordu. Ama, Ni- k ita Akominat’m belirttiği gibi, Rum ların hapsedildikleri ve koyun sürüleri gibi kesildikleri Miriokefali yenilgisi (1176), Selçuklularm Küçük Asya'daki yerlerinden sürülmesi konusundaki son um udu da yok etti. Ne var ki. Sultan II. Kılıçarslan, Bizans’a m erham et etti ve barış yaptı, ama Bizans’ın bozgunu gözler önündeydi.
Aynı zamanda. Küçük Asya’da, Selçuklularla Daniş- mendler arasındaki yüzyıllık ölüm kalım savaşı sona erdi. Danişmendler, gazilerin’ atası Seyid Battal kanını taşıyorlardı.
Belki, Horasan’dan gelen gazi kalabalıkları sayesinde, 11. yüzyıl ortasında N iksar’da güçlenen Danişmend- 1er, 12. yüzyıl boyunca, Selçuklular için siyasal tehdit oluşturuyorlardı.’°
Danişmendler, başlangıçta, Süleyman Kutılmış'ın buyruğundaydılar, ama hızla güçlendiler. Melik Gazi (1083- 1116), Küçük Asya’da, Rum egemenliğini yok etmek ve b ir Rum - Türk devleti kurm ak istiyor. Bizans’ın im dadına gelen Haçlıları, düşman olarak görüyordu, ama Tarent Prensi Boemund, da, Danişmendler’in Haçlılara engel oluşturduğunu duyumsuyordu. Antakya’da güvenle yerleştikten sonra, Danişmendler’e karşı b ir sefer yapm aya niyetlendi (1100), ama Meliten’de (Malatya) yenildi ve tutsak düştü. Haçlıların Boemund’u kurtarm a girişimleri acıklı sonuçlandı, Kılıçarslan’ın. Melik Gazi'nin ve Rid-
9 A. M ordtm ann. D ie D ln a s tle D an lsch m en d , Z. D, M. Q., Bd. X X X , s. 468.
lO Urfalı M atfey (R^cit, p. 34), b elk i D an işm en d ter in h ır istiy a n la ra eğ ilim in e kap ılarak, o n la r ın E rm eni k ök en li o ld u ğ u n u söylüyor. B u adı a ç ık lam aya g ir işen V . D. Sm irn ov (“M n im ly tu ryetskIy su lta n ”, s. 26) D an lş- m en d ’ln T ürkm enlerde öğretm en o ld u ğ u n u gösteriyor: O sm an lı devrinde "danlşm end", ü ç ü n cü kad em e "talebe" a n la m ın a geliyordu.
K ırım ’a, S elçu k lu lard an ö n ce ge len ler on lar m ıyd ı? Peodosya'da, (K afe) d ah a 13. yü zy ıld a , D an işm en d ler ad lı b ir cam i vardı. K uşku suz, soru n u , an cak (vak ıf) b e lgeleri çözeb ilecektir .
48
Van'ın birleşen birlikleri, onları, Sinop yakınında kırdılar.
Melik G azinin siyasal önemi arttı. Melik Gazi (Ah- med), kendisine sikkeler üzerinde (Rumca) “tüm Rumun ve Anadolu”nun fatihi Unvanını veren güçlü b ir hüküm dardı; am a ardılı Melik Gazi Muhammed, Bizans’a ya- rı-bağımlı olarak "büyük em ir” ünvanıyla yetinmek zorundaydı.”
Kuşkusuz, kendi özel çıkarları doğrultusunda "İstanbul’un surlarına mızrak saplam ak" istediğini cesaretle tekrarlayan Boemund, hıristiyan prenslerin yardımını vaadederek. Melik Gazi’yi, Bizans İm paratoruyla bağdaşıklıktan vazgeçiriyor, Selçuklulardan öç almaya kışkırtıyordu.
Selçuklu başkenti Konya, Melik Gazi tarafından kuşatılmış ve işgal edilm iştir (1101 -1102).
Güneye, Klikya’ya el atan Melik Gazi’nin savaş kahram anlıkları, doğulu - hıristiyan tarihçiler üzerinde güçlü etki bırakm ıştır. Hem Urfalı Matfey, hem de Suriyeli Mi- hail, seferlerini ayrıntıyla yansıtm aktadır. Küçük Asya’da üstünlük Melik Gazi'nin elindeydi, ve sanki bu savı kan ıtlar gibi, Suriyeli Mihail (Bağdat’tan) halifenin ve (Horasan’dan) sultanın, yani Büyük Selçuklu’nun, kendisine Abbasi halifesinin bağımsız hüküm darlık amblemi kara sancak, sultan olarak önünde çalman b ir davul, darbeleri yetki vermeyi simgeleyecek altın b ir asa gönderdiklerini anlatm aktadır.
Melik Gazi Danişmend, Rum Selçukluları indinde^ böylece onurlandırılm ıştı; ne var ki, sonraki kuşaklar, a ta mülkünü parçalayarak. Küçük Asya'daki önemlerini yitirdiler, Selçuklular, bundan da başarıyla yararlandılar.
İleriye, sınır boylarına doğru can atan, gazilerin ba-
11 15. yü zy ıld a İ sta n b u l fa t ih i S u lta n II. M ehm ed de k en d is in e "em ir” ve “ bey” ü n v a n ım verm ektedir.
49
şı, güçlü hüküm dar kentten de uzaklaşmıştır, Bizans toprağında savaşan islamm kahram anı Ahmed G azinin gömülü olduğu türbe, kentte değil (Kayseri ili yöresinde). Melek Gazi köyünde bulunm aktadır.
12. yüzyılın birinci yarısı boyunca, Danişmendler, Selçukluların ik tidar iddiasını çürütmeye çalışıyorlardı; Melik Gazi Muhammed, babasının ününü henüz koruyordu ama. Sultan İzzeddin Kılıçarslan, Danişmendler'i —Yakub Hasan'ı (Amasya'nın ve Ankara'nın hakimi) ve Cun-Nun'u (Kayseri ve Sivas'ın hakimi)— uydular olarak görüyordu. Sultan, Cun-Nun’un elindeki mülke (belki Erzurum beyi Saltuk 'un kızı olan nişanlısı elinden alınınca duyduğu kızgınlıkla) el koymuş, ama Selçuklunun ikbal- perestliğinden “oruna, yüksekliğe düşkünlüğünden” rahatsız olan Suriye atabeyi Nureddin Danişmend'e yardım etm iştir. Ama, Danişmendler, henüz güçlüydü, onla- la şimdi Bizans yardım ediyordu. Danişmendler tarafından sıkıştırılan Sultan II. Kılıçarslan, İstanbul’a geldi (1162), Manuel’den destek olmasını istedi. Manuel Sivas'ın kendisine verilmesi rızasını alarak anlaşm a yaptı. Sultan, yardımcı birlikler sağlamayı üstlendi. Ama, Bizans, eskiden de olduğu gibi, Rum halkını Karadeniz'e çeken müttefiklerinin eylemlerinden rahatsızdı.
N ureddin'in ölümü (1174) Selçukluları coşturdu ve destekten yoksun kalan Danişmendler, onların önünde eğilmek zorunda kaldılar.
II. Kılıçarslan, devleti bölgelere ayırıp po.ylaştırdığı zaman (1188), Sivas'ı oğlu II. Kutbeddin Melikşah'a verdi. Artık, Selçuklular rahat edebilirlerdi. Küçük Asya'da sınırsız olarak egemendiler.
Danişmendleri güçsüzleştirmek için, Selçuklular, onları yönetim görevlerine yerleştiriyorlar; kendi ortam ından koparılan Danişmendler, belki, Eskişehir çevresinde göçebelik eden Türkmen boylarının başına veriliyor. Ama
50
bir on yıl daha geçiyor, Yağıbasan’ın oğulları Danişmend- 1er de, yeğeni III. Kılıçarslan tarafından işgal edilen tahta, Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in geçmesine yardım ediyorlar. Kendisine bağlı beylerin hizmetlerini değerlendiren sultan, kardeşleri cömertçe ödüllendirdi. "Daniş- m endler'in bölgelerini”, o, gerçekte, oğlu Alaaddin’e verdi, ama Muzaffereddin M ahmud’a da eski b ir bölgeyi, N iksar’ı ve Koyulhisar’ı verdi. Muzaffereddin, Kayseri'ye dönebilmiştir; Sultanın tah ta çıktığı yıl (h. 602 yılı), orda cami yaptırm aktadır. Zahareddin’e'^ "pervane” görevi bağışlanmıştır.
Artık, kendisini tah tta sağlam duyumsayan I. Keyhüsrev’in oğlu Sultan I. tzzeddin Keykavus, Küçük Asya’nın fethinin tarihini ısm arladı ve yazman îbni - Âlâ’- nın kalemiyle, bu tarih, Danişmendler hanedanının övgüsüne dönüştü.’
Şimdi artık, Selçuklular, Küçük Asya üzerinde egemen olan güçlü b ir devlettir. Onlar, karm aşık b ir siyasal yumağın içine çekilmişlerdir. Hem Haçlıların hem de BizanslIların başlangıçta yok etmek istedikleri Selçuklular’- ın şimdi her iki taraf da korumasını, yardımını, ittifakını aram aktadır, tsaak Angel’in tutum una öfkelenen Alman im paratoru I. Fridrich Barbarossa, Rumlara karşı haçlı seferi ilan edilmesini istiyor. O, K ılıçarslan'la ittifaka giriyor ve onu, Manuel'i Avrupa’dan soyutlamak için, Bizans'a saldırmaya ikna ediyor. Oğuz boylarının Küçük Asya’da hıristiyanları nasıl dehşete düşürebildiklerini bi-
12 V akayinam e, ona, Z ahireddin İ l i şek lin d e tu h a f b ir ad veriyor.13 D an işm en d ler k on u su n d a b ir m on ografi İçin , san ır ım ö n em li m a lze
m e b ir ik m iş du ru m dadır: K azanova’n ın n u m izm a tik d enem esi vardır (R evue N u m lzm a tlg u e Prançalse, 3 -m e sârle, t t . X II, XIV, 1894, 1896); M aks von B ersch am y a z ıtla r ı İn celem iştir (Z e ltseh rlft fü r A ssyrlologle, X X V II ); İdeo lo jik ta ra f —G azi te m silc iler i olarak D an işm en d ler— P. W 1ttek ta ra fın d a n İn celen m iştir (B yzan tlon , t. X I) . R u s d ilin d e P. t. U sp en sk t'n in m ak alesi vardır: "M elik G azi 1 D zu l - N u n D anlşm endl" (Z apiski O desskovo ob şçestva Istorll 1 drevnostey t. X I, 1879, s. 2 2 9 - 268).
51
liyor. Bizans im paratoru ise, ikili 030ınu yürütüyor; Selçuklulara arm ağanlar ve haraç göndererek onlarla iyi komşuluk ilişkilerini korumaya çalışıyor, ama gizliden kinli niyetler taşıyor ve III. Haçlı yürüyüşünün hedef aldığı Salahaddin'le görüşmeleri sürdürüyor. Bizans İm paratoru, belli ki, Mısır.ı, Filistin’i ve Suriye'yi birleştiren ve artık M ardin’i işgale yeltenen Eyyûbiler hanedanı kurucusunun Rum Selçuklularını da engelleyebileceğini um m aktadır. Isaak Angel, Salahaddin’in tehlikeli düşmanı Fridrih 'ı engelleyecektir, Salahaddin’se, buna karşılık, “kutsal yerleri” Bizans’a geri vermeyi vaadetmektedir.
III. Haçlı yürüyüşünden sonra, Selçuklular’ın Bizans ve Haçlılar yönünden hiçbir korkuları kalmamıştır. Bununla birlikte, içten b ir tehlike. Sultan II. K ıhçarslan'm yaşlanınca, güçsüz düşerek, devleti çocukları arasında on iki parçaya ayırm asından dolayı, kendi kendini yok etme tehlikesi belirdi. Devlet bölüşüldü, ama onun en yakın ardılları, oğlu ve torunları yeniden birleştirdiler, dağılmış olan devlet, yeniden büyük b ir doruğa yükseldi.
Sultan K ıhçarslan’m oğulları da, kentleri, kardeşlerine ve çocuklarına dağıttılar, ama bu artık pay olarak ayrılmış bölgeler değildi; Selçuklu ailesinin üyeleri, feodallerin genel yükümlülüklerini yerine getiren, merkezdeki sultana bağlı feodallerdi.
Uzakgörüşlü çocuklar (başlangıçta Kutbeddin, sonra Bukreddin), anlaşılan, babalarının tutum unu kınam ışlardır. Kutbeddin, ihtiyar Sultanı atlam a cesareti göstererek, Kılıçarslan'ı kabile, cemaat ilkelerini dirilten bu ihtiyatsızca adımı atmaya belki de itmiş olan veziri H asan’a hakaret etmişti.'"' O, topraklan tek rar birleştirmeye çalışıyor, Kayseri’ye gitmek istiyor, babasını Malatya'yı kendisine vermeye zorluyor, ve ürken Muizeddin, Salahad-
14 Su riye li M ihall, V ezir H asan 'ın K ılıça rsla n ’ı o ğ lu n u n ü zerin e k ışk ır ttığ ın d a n söz ediyor.
52
din'e kaçıyor, onun yeğeni veMelik Adil’in kızıyla evleniyor, yeni b ir bölgeyi, Urfa’yı alıyor. K utbeddin ise, babasının iradesini çiğneyerek Konya’ya yerleşti, ama sevdiği (Uluborlu'da yanında yaşadığı) küçük oğlu Gıyased- din Keyhüsrev tarafından desteklenen Kılıçarslan, isyancının üzerine yürüdü, başkenti işgal etti ve kısa süre sonra da orada öldü.
Kutbeddin yok edilmiştir, K utbeddin’in k arşıtlan Gı- yaseddin’e bağlılık andı içmişlerdir, ama Gıyaseddin henüz gençtir, güçlü kardeşi Rükneddin ise, ik tidar savaşımını sürdürüyor, Gıyaseddin’i ülkeyi terketm ek zorunda bırakıyordu. Rükneddin’in devlet zekâsı, yara lan çabucak iyileştirmiştir. Onun bölgesi, kuzeyde bulunduğuna göre dikkati de aynı yere çevrilmiştir.
Selçuklu tarihinde, eski ilişkilere geri götüren talihsiz öykü, böylece sona erm iştir.
13. yüzyılın ilk yarısı (Rükneddin Süleyman Şah'dan Alaaddin Keykubad’m oğlu Keyhüsrev'e kadar) askerî başarı belirtileri altında geçer.
Yalnızca, Rumların yerleşmediği, ya da Rum lardan çok Laz-iber soylarının yerleştiği Trabzon bölgesi, 11. yüzyılda, Kafkaslara doğru b ir eğilim gösteriyordu. 12. yüzyılda, Komninler (İm parator Manuel), burayı kendisine bağlamayı başarm ıştır. Ama, Angeller hanedanı zamanındaki IV. Haçlı yürüyüşü öncesinde başlayan düzensizlik, Gürcistan Kraliçesi Tam ara’nm (1104-1212) savlarının ortaya çıkmasına yol açmıştı. Maceracı im parator (Bizans’ta sık sık raslandığı gibi, sonunda gözlerine mil çekilen) Andronik’in torunları, ona akraba oluyorlardı. Gürcistan’da öğrenim görmüşler, Doğu hıristiyanlarm ın yüksek koruyucusu kraliçenin kurduğu düşlere kapılm ışlar ve dedelerinin çiğnenmiş haklarını, savaşla geri almak istemişlerdi (Paflagonya, İm parator Manuel tarafından Andronik'e verilmişti). Genç Aleksi, kendine verdiği ün-
53
vanla Büyük Komnin, Trabzon’a yerleşmişti, onun "yol- açıcı ve habercisi” kardeşi David ise, devleti batıya doğru genişletiyordu; ama Samsun’un kuzeybatısındaki ticaret kenti Amasya yakınında, İznik İm paratoru Fedor Laskaris, onu durdurdu.
Ama, Trabzon İm paratorlarının "denizaşırı hüküm dar” ünvam üzerinde iddialı olan Selçuklular da, kuzeye doğru hevesleniyorlardı (Trabzon Komninlerinin kolu daha sonra, 15. yüzyılda, Mangup prensliğine oturm uştur).
Genç Aleksi’nin ihtiyatsızlığı (av sırasında tu tsak (Jüşmüştür), devletin yazgısını belirledi; Selçuklulara bağımlı b ir derebeyine dönüştü. Kir-Aleksis’e lütufta bulunarak Trabzon Krallığına geri gönderen Sultan I. îzzed- din Keykavus, Karadeniz’de b ir limanı, Sinop’u elinde tu ta r (1214), orada "Reis Hetum ”, Kır-Aleksis üzerine sultanın gözüdür. Rum lar üzerindeki gözetim işinde Hetum ’a (belli ki, bu b ir Ermenidir), Sultan rahatça güvenmektedir. Reis ünvanmm gösterdiği gibi, o b ir filoya kom uta etm ekte ve Kırım ’ın güney kıyısının bağlandığı Trabzon ticaretini gözetiminde bulundurm aktadır.
Trabzon’un Selçuklulara bağımlılığı, Komninler için, kuşkusuz, hoş değildi; Aleksi’nin ardılı Andronîk Gid, haraç vermeyi reddedecek olmuş, ama eninde sorunda, Selçuklular önünde eğilmek zorunda kalmıştır.
Hetum, Bizans İm paratorunun hâzinesini tasıvan gemiye el koyduğu zaman (1223), derebeyi ile merkezi hüküm dar arasındaki ilişkiler yeniden bozuldu.
SinoD, denize açılmak için yalnızca b ir basam aktır.’® Sinop, daha sonra yitirilm iştir, ve 13. yüzyılın ikinci yarısında, Moğollar ta;rafından güçsüz düşürülen devlet, bu-
15 H. 612 y ılın a a lt (tS 1215 y ılı) S in op 'tak i yaz ıtlar trnnu d ile g e tir iyor, bkz: H ü sey in HHmI. S in op K itabeleri, S in op , 1923. A b u lfid a (G Sographle d'A boulfâda, trad. S t. G uyard. Paris, 1848, I, 2, s. 140). S a m su n ’u d a Karaf- den lz'd e “ü n lü lim a n ” olarak övmektedir!.
54
ranın ele geçirilmesi için umutsuz b ir çaba harcam aktadır.
Selçuklular, buranın, Kırım yolunu açan b ir dayanak noktası olduğunu iyi kavram aktadırlar. Selçukluların ardılları Osmanlı Sultanları da, Sinop'un stratejik önemini iyi kavram ışlardır. 17. yüzyılda, burt-sı, filo demirleme yeriydi.
Sultan I. Alaaddin Keykubad, b ir Kırım seferi gerçekleştirmeyi başarm ıştı. Moğol saldırıları öncesinde, Ço- banbey, K ırım 'a geçti (1221 - 22) ve Sudak’ı işgal etti.’*
Ancak, Küçük Asya’da ortaya çıkan düzensizlik, Selçukluların planlarını altüst etmiş, onların K ırım 'daki yerini, Tatarlarla, Altmordu’yla anlaşarak bu noktanın kârından yararlanan "denizin köpek balığı" Cenevizliler ele geçirmiştir.
Transkafkasya da, Doğu Avrupa’ya karadan yol açıyordu; burası, ticari kârlarıyla, kuzey için de çekiciydi. Kafkasya "burada, uzak kuzeyde” iyi bilinmektedir, ve Viladimiro - Surdalskoye Knazi Andrey Bogolubski’nin çapkın, maceracı oğlu Grigori, zengin b ir gelinle, Gürcistan Kraliçesi Tam ara’yla evlenme kurnazlığını gösterm iştir.
Devletin kuzeydoğu köşesinde sarkıp duran ve sınır bölgelerini siyasal ve ekonomik etki alanında toplayan Gürcistan, elbette Selçukluların kıskanç kuşkularını üzerine çekiyordu. Daha Sultan II. Rükneddin Süleyman Şah, Gürcistan üzerine b ir sefer düzenlemiş, £ ma Kraliçe Tamara, onu yenilgiye uğratm ış, dağılan ordudan, kendisine büjâik ganimet kalmıştı. Zafer kutlanırken,
16 B u kon u d a, tb n l B lb! vak ay in am esin d en b ir p arçan ın çev irisi ve ta h lil i A. Y akub ovsk i’de ver ilm iştir (R assk az tb n al B îb î o p oh od e m a lo - a z la tsk ih tu rok n a Sudak, P o lo v tsev i ru ssk ilı v ı n aça le X III, v. V lzan - tiy sk ly vrem en nik , t. X X V , 1927, s. 5 3 - 76). S efer in ned en i, “S love Lazarya T rap ezun tskovo o çu d esa lı sv. Y evgen li" (Y. K u lak osk iy . P röşloye Tavridı. K iyev, 1914, s. 96)'da anlatUm ışt:r(.
55
Gürcüler, Sultan’ın sancağını taşıyorlardı; sancağın ardında ise, daha sonra Kraliçe Tam ara’nın demir b ir nal karşılığında sattığı "b ir büyük b ir ünlü e r”, Erzincan beyi yürümekteydi.
Savaştan sonra, Erm enistan da, K ürt ve Selçuklu em irlerinin yönetiminden kurtuldu. Tamara, birkaç yıl boyunca kararlı şekilde, güneye doğru, Malazgirt'e kadar yürür, Van gölü çevresindeki toprakları, Ahlat’ı, E rciş’i yakıp yıkar.
Atabey “Şah Armen”in başkenti Ahlat, 13. yüzyıl başında, Eyyûbilerce ele geçirilmiş sonra Harzemşah Cela- leddin Muhammed, kısa süre burada bulunm uştu; o. Melik Adil’in oğlu Melik Eşref’i bozguna uğratm ış ve Tiflis’i alarak (1226) Gürcüleri kuzeye atm ıştır.
Geçici olarak gerileyen Selçuklular, kararlı olarak saldırıyorlardı. Sultan I. Alaaddin Keykubad, karada, devlet topraklarını bütünleştirm işti.
O, kuzeyde, b ir zamanlar II. Kılıçarslan tarafından Tuğrul Sah’a verilmiş olan Erzurum ’u, ve Karadeniz’den İran ’a giden yol üzerindeki zengin Erzincan kentini, Selçuklulara bağlamıştır.
Meneücüklerin yazgısı tekdüze geçmiştir. Erzincan ve Divriği, daha Alparslan zamanında, gönüllü asker Türkmen Mengücük’e bağışlanmıştı. Erzincan beyi, yum uşak b ir siyasa yürütüyordu, Selçuklularla Mengücük 1er arasındaki ilişkiler, dostça karakter taşıyordu; hane danlar, akraba bile olmuşlardı: Fahreddin Behramsah Sultan İl. Kılıçarslan’ın kızıyla evlenmiş, ve sonra, ken di kı/ım . Sultan I. îzzeddin Kevkavus’a vermişti. Men gücükler hanedanı, 13. yüzyıla deSin bövle vasavasrelmiş Sultan Alaaddin, Davud’un ayrılıkçı yeltenişlerini görmüş onu Erzincan’dan alarak zararsızlastırmıs, Müneccimba şı’nm yazdığı gibi, "devlet yükümlülüklerinden” bağımsız olarak yambaşındaki K ırşehir’e vermiştir.
56
Ama, Transkafkasya’ya, Gürcistan'a uzanıra girişimi düşmüş oluyordu; bununla birlikte, Gürcistan Kraliçesi, Hıristiyan dininde kalması güvencesini alarak, kızı Ta- m ara’yı, Sultanın oğluna vermiştir.
Doğuda, dünya çapında ün düşleyen Harzemşah Ce- laleddin Muhammed’in kısa b ir süre elinde kalan Ahlat ve Haçlıların üslenerek saldırı düzenleyebildikleri Urfa ele geçirilm iştir (burası sultanın elinden çabucak çıkmıştır).
K ürdistan’ı, kuzeyden ve güneyden kuşatan Selçuklular, D iyarbakır’a saldırı hazırlıyorlardı.
Başlangıçta, K ürt beyleri Mervanilerden Büyük Selçukluların yönetimine geçen Diyarbakır, sonra elden ele geçmişti. Yerel devlet zayıftı, ve iki devlet, —Rum Selçukluları ve Eyyûbiler— Diyarbakır beyleri A rtuklular üzerinde egemenlik için birbirleriyle sürtüşüyorlardı. Küçük Asya topraklarını bütünleştiren Sultan I. Alaaddin Keykubad, D iyarbakır'ı işgal etmeyi düşlüyor, ama iki kez başarısızlığa uğruyor. Orada, ancak, oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tutunabilm iştir (1241). Kent yaşayanlarım kendisine bağlama isteğiyle, belki gene o, kente getirilen mallardan, pazarda satılan ürünlerden vb. dolaylı verginin kaldırıldığına ilişkin (Ulu Cami’nin duvarına oyularak yazılan) b ir yasa çıkarm ıştır. Moğol akm larm m yolaçtığı panik sırasında kent, Selçukluların düşmanı Melik Kâmil Evvûbi tarafından işgal edilmiş, ama Hülagü Han, Diyarbakır'ı Selçuklu kardeşler II. Keykavus'a ve IV. Rükneddin Kılıçarslan'a geri verm iştir, ve 1280 yılında, kentin yönetimi, henüz III. Gıyaseddin Keyhüsrev'in elindedir.
Bizans'ın yetersizliği, Kayseri'de yeıleşik Ermeniler- de, çok önceden, b ir ulusal krallık kurm a düş/erî uyandırm ıştı. Güneyde, Küçük Erm enistan'da II. Levon, Er- menileri birleştirm ek ve birleşik güçlü b ir devlet yarat
5¥
m ak istemektedir. "Başkent” Kayseri’ye b ir baskın ve Selçukluları zayıflatma fırsatım dikkatle gözlemektedir. Sultan, derebeyini bastırd ı ve Klikya geçidini savunan kaleleri işgal etti. Ermeniler, büyük haraç ödüyor, Selçuklular da otoriteye ve gümüş sikkelerin ayarına dikkat ediyorlardı. H. Levon’dan sonra, 1375 yılına değin, Sisa’- da tutunan Rupenidler, artık sessiz durm uşlardır.
Selçuklular önündeki dalkavukluklar, açıkça b ir ahlâkî düşüklüğü ve hıristiyan inancının savunulmasına ilişkin yüksek perdeden tümcelerin sahteliğini gösterm ektedir. Venedik’in bezirgân çıkarlarının temelsiz ideallere ağır bastığı IV. Haçlı Seferi zamanında, Bi/.ans, bunu kendi üzerinde, kendi gözleriyle görm üştür. Selçuklular, Küçük Asya’daki istila politikalarını gene de yenilemişler ve ısrarla denizlere doğru jöirümüşlerdir.
Artık, Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev, denize b ir çıkış aram aktadır; Akdeniz yolu üzerinde yerleşik olan küçük beylikleri saf dışı bırakarak, Haçlılara göz kırpan Antalya’yı işgal etti (1207), ve Venediklilerle ticaret anlaşması yaptı; çoban Oğuz, tüccara dönüşmekte, deniz ötesinden tüccar davet etmektedir.
Selçukluların deniz silahları bulundurduğu tek deniz üssü Antalya’dadır; kırk kadar bey sarayını ele geçiren Em ir Mubarizeddin, Arslan Yürekli Rişar tarafından işgal edilmiş olan (1192) Kıbrıs adasını, Haçlıların elinden almayı düşlemektedir.
Akdeniz’de ve Karadeniz’de liman kentlerine sahip Selçuklular, dış ticareti genişletebilmişler, ve bu, üretici güçlerin artısını yükseltmiş, ülkenin ekonomik güvencine önemli ölçüde yardımcı olm uştur.
Selçuklular, b ir zam anlar Antakya’daydı. B ir zamanlar, Küçük Asya’daki yaşamın emekleme çağmda Türk akınlar!, belki de Bizans konusunu daha az düşünerek, Yerussalem’i tehdit ediyordu.
58
Onlar, sonra, Eyyûbilerin yönetiminde bulunan Haleb’e de gezdiktiler, ama I. Keykavus, sık sık Haçlıların iç çarpışm alarına tanık olan Suriye yakınındaki Tell-Ba- şar’da (Fırat'ın sağ kıyısında), Melik Aşraf tarafından agır yenilgiye uğratıldı. Sultan Alaaddin, karşıtlarını hoşnut etmede ustalık gösterdi (bunun için b ir Eyyûbi ile evlendi)'^ ve Mısırlı Kâmil’in başını çektiği koalisyon etkisizleşti.
Selçuklular, hıristiyanlar karşısındaki askerî başarıya önem veriyorlardı; hıristiyan topraklarına yapılan seferleri, T anrın ın isteği olarak yansıtıyorlardı. Sultan I. Alaaddin Keykubad'a methiye okuyan Yazıcıoğlu Ali, "is- lâmın sancağını böylesine yücelten b ir başka sultan gelmediğini”'® söylemektedir.
Komşular böylece bağlı kılınmış ve ezilmiştir.”Selçuklu devleti, Moğol saldırısından önce, şanın do-
ruğundayken "Yemen’den Gürcistan’a ve Abhazya’ya, Rusya mülkünden Tarsus sınırına, Antalya sınırından Antakya bölgesine. Sudak ve Kıpçak bozkırlarından Suriye ve Irak çöllerine, Rum (yani Bizans), Frenk ve Erm eni mülklerinin sonundan Medine’ye ve Yemen’e kadar”“ tüm ülkelerin "prensleri” (mülk) ve " tiran ları” (cebabreh) onla-
17 S u lta n II. K eyhüsrev de b ir E y u b -n in (H alep p ren sin in ) k ız ı G aziye H a tu n ’la evliyd i.
18 Y azıcıoğ lu A li, III. 208.19 Selçu lciu lar. sonra, A vrupa'ya da göz lerin i d ik tiler; 13. y ü z y ılın baş
larınd a, göç d a lg a sı D obruca’ya u la ş t ı (B kz: B u lgar t. K. D im itrova 'n ın in celem esi); 14. yü zy ıld a , t b n i - B a t û t a (II. 416 ve dev .), an laç ılan , K aradenizin b a tı k ıy ısın d a b ir yerlerde y«r a la n b ir "Baba S a ltu k ” ad lı T ürk k en tin d en söz etm ek ted ir . K u zey Fessalya'da (“Serviye” ve "K ozan" yörelerind e) b u gü n de, v a k tiy le B izan s im p aratorların ca, O sm anlIların B alk an yarım ad asın ı İşg a lin e kadar, bu rad a y erleştir ilm iş, S e lçu k lu k u şa k la n "konyar” lar, K onya in san lar ı yaşam aktad ır . B u n u n la b ir lik te , K. treçek (tsto r iy a bolgar. O dessa, 1878, s. 620), K onyarların yerleşim y erler in in 16. yüzy ıld a , T rakya’n ın ve M akedonya'n ın gü n ey b ö lgeleri o ld u ğ u n u ö n e sürm ekted ir; F. B abinger S ch eioh B ed r-ed -d in der Soh n des B ich ter s von Sim av. B erlin 1921, s. 10, n o t) , b u n la r ın k iş iliğ in d e B ulgar a t ço b an lar ın ı görüyor.
20 Y a z ıc ıo ğ lu A li, III, 209.
59
ra boyun eğmişti; Ön Asya devletleri için süıekli özellik olan istilacı eğilimler, Selçuklularda canlanmıştır.
Sultan I. Alaaddin Keykubad, kendisine örnek olarak seçtiği Büyük Selçuklu’yu, Sultan Sancar’ı anımsayarak müslüm an devletinin dünyadaki önemi konusundaki eski tasavvurları diriltm ek istiyordu. O, evrensel b ir ikti- dar düşlüyor, Küçük Asya’daki istilaların, belki de, yalnızca m üslüm anlardan ibaret olmayan b ir dünya egemenliğinin yolunu açacağını düşünüyordu.
Küçük Asya’da, anıt yapılar üzerindeki yazıtlar, Rum Selçuklularının şatafatlı ünvanlandırılm asını dile getirmektedir. Selçuklu (Sultan II. Keyhüsrev), kendisini “kâfirleri ve m üşrikleri öldüren” (katle’l kefere vel m üşrikin) "Rum ’un, Erm enistan’ın, D iyarbakır’ın ve Suriye’nin Sultanı”, "kıyıların hüküm darı” (Em iri’s sevahil) olarak gururla yüceltiyordu. '
İtalyan sözleşme belgeleri de, böyle tum turaklı sultan ünvanlarma uygun biçimde şöyle düzenleniyor: "tko- n ia’nm büvük Sultanı ve Doğuda ve Yarıgece ülkesinde bulunan bütün toprakların, ve Büyük Kapadokya’nm hakimi Alaaddin ("Alatinus Magnus Soldanus îconii et Po- testas omnium terrarum per Orientem et Septentriona- lem Plagam existentium et Magnae Cappadociae”).®’
Selçuklular, dış düşm anlara karşı u tkular kutluyorlardı, ama devletin içinde, sınırlarda, genellikle güçsüzdüler; feodaller, sultanları yerinden ediyor, "uçlarda” duran bevlerse, buyrukları uygulamayı reddediyorlardı.
Selçukluların tarihi, hızlı yükselisin ve düşüşün şaşırtıcı örneğini oluşturm aktadır. 11. yüzyılın ikinci yarısında, H orasan'dan ortaya çıkıveren Selçuklular, tüm 12.
21 S e lç u k lu la n n ü n v a n la n d m im a s ı k on u su n d a, M ax von B erşara'da n o tla r d ü şü lm ü ştü r . (“A sle M ineure” , ya z ıtla r ın y o ru m la n no. 16; g e n e "A m l- da"d a). — Bkz: ayrıca, C elâ ledd in K aratay’ın V ak fiyesi (K onya, 1936, no. 2, B. 127), burada s u lta n İçin o ld u ğ u g ib i, n a ib i İçin de zarif s ıfa t la r verllr mIştIr.
W
yüzyılı savaş içinde geçirdiler, ve tarihin otoritesinin Küçük Asya’da egemenliği onların elinden koparan Daniş- mendlerden yana eğilim gösterdiği anlar oldu, ama düşm anları arasındaki çelişkilerden yararlanarak tutım dular, ve Küçük Asya ortasındaki bozkır kenti Konya’dan, batıya, kuzeye, doğuya ve güneye yayıldılar. Bir zamanlar, Araplarca, ileri saflara sürülen, inanç uğruna sınır savaşçılarının eski bölgesi Küçük Asya’da kültürü büyük bir doruğa yükselten devlete dönüştü. Onlar, burada yarım yüzyıl içinde, yaratıcılarından fazla yaşayan anıtlar gerçekleştirdiler.
Ama, toplumsal kuruluş sallantılıydı, ve devlet kısa sürede parçalandı. Merkezcil güçler, merkezkaç güçler tarafından savrulm uştur.
61
ÎKÎNCt BÖLÜM
Moğollar - Kösedağ Savaşı - Moğol Akınmdan Sonra Devletin Parçalanması - Türkmenler Arasında Kaynaşma - Karaman - Beybars Seferi - Sultan Yönetiminin Düşüşü - Vezirin Yükselişi - Bağımsız Beyliklerin Kurulması - Mo
ğol Etkisi - Vergi Sistemi
Bizans’ın üzerine doğudan yüklenen göçebe dalga lan , 11. yüzyılda, burada, yavaş yavaş sönmeye başladı Ama Rum Selçukluları devleti de, 13. yüzyılda Batı As ya’yı ve Doğu Avrupa'yı basan korkunç b ir gücün saldı rısı altında çökm üştür. Parçalanma süreci, hızlı gelişti çünkü devlet organizması da henüz sağlam değildi.
Küçük Asya’da dipten gelen sarsıntılar çoktan beri duyuluyordu; Moğollar, önce, Harzem Şahı Celâleddin Muhammed’i yenmişler (1200-1231), arkasından Küçük Asya’yı göçmenler doldurm uştu. Topraklarım ve evlerini yüzüstü bırakm ış perişan feodaller. Küçük Asya halkına, bozgun sırasında yaşadıkları korkuların b ir uyarısı gi
62
biydi; ama yabancı yerlerde, durum dan hoşnut olmayan bu insanlar, çıkardıkları gürültüyle, toplum sal b ir dönemin temellerini sarsıyorlardı. Ortam karmaşıklaşıyordu.
Küçük Asya’ya saldıran Moğollar, yolları üzerinde rastladıkları kentleri ve otoriteleri yerle b ir ettiler. Önce (1225) Transkafkasya, sonra (1243) Küçük Asya, ensonu (1258) halifeliğin başkenti Bağdad, yabancı akm larmm ağırlığını gördüler.
H ıristiyan ve müslüm an tarihçiler, Moğoı saldırılarının dehşetini, açık olarak yansıtm ışlardır. Sonra, kuşkusuz, her şey atlatıldı, am a daima olduğu gibi, yaşamın barış içinde akışını yıkan o ilk an şaşırtıcı oldu ve kalıcı acılar bıraktı. Musul’da yaşayan ve Moğolların Trans- kafkasya’da gerçekleştirdiği yıkımı yakından gözlemleyen tarihçi îbn-al-Asir, bakın ne diyor:
"Islâm ın ve m üslüm anlarm bu yenilgisini, kim, kolayca yansıtabilir? Ne çare, anam beni doğurmasaydı daha iyiydi. Keşke, bundan önce ölseydim de, sonsuza değin unutup kalsaydım. Ben, önce duraksadım , ama sonra, gecelerin ve gündüzlerin b ir benzerini daha doğurmadığı, ve tüm yaratılm ışları saran ve özellikle müslüman- lara dokunan en büyük olayın, büyük mutsuzluğun ta rihini anlatmaya başladım. Tarihin kaydettiği en büyük bela, Navuhodonosor’un İsraillilere karşı hareketi, onları yok edişi ve Yerussalim’i yıkışıdır. Ama, lanet olası Tatarların kırıp geçirdiği ve her kentin Yerussalim’den birkaç kez daha büyük olduğu şu ülkelerle kıyaslandığında, Yerussalim ne ifade eder ki? Ve, onların yok ettikleri yanında, tsrailoğulları nedir ki? Zira, onlar m yok ettiği tek b ir kentin sakinleri, tüm İsraillilerden daha çoktu. Kimseyi bırakm ıyorlardı; k an lan , kocalan ve çocukları öldürüyorlardı, hamile kadınların karnını deşiyor ve dölü t halindeki yavruları öldürüyorlardı.”’
1 N. t I lm ln sk l’n ln esk i çev ir is in i b iraz k ısa ltarak alıyorum . Bkz; A.
63
Daha sonraları, Avrupalı tarihçilerin de korudukları Moğol yağmacılara karşı oluşan olumsuz bakış açısı, ilk kez, burada yansımıştır.
Moğollar, Kafkasya’yı, geçici olarak bıraktılar; tehlike, geçici olarak uzaklaşmıştı.
Doğudan gelen felaketi sezen Sultan I. Alanddin Key- kubad, Moğollarla barışçı ilişkileri desteklemeyi yeğliyordu. Moğolların, oğlu Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev'i Kösedağ’da ağır yenilgiye uğrattığı (1243) ve £>rtık devletin zayıflamaya başladığı talihsiz yıla değin durum böy- leydi.
Moğolların bıraktığı izlenim, akıllara durgunluk vericiydi. Selçuklu ordusunun sayısı çok fazla olmasına karşın (Ibni-Bîbî'ye göre^ Kösedağ çarpışm asında sultanın 70 bin askeri vardı), Moğollar, onları kolayca bozguna uğrattılar. Felaketten 10 yıl sonra, Küçük Asya’da dolaşan Vilhelm de Rubruk, sultanın tüm ü atlı 200 bin adamı varken. T atarlar olsa olsa 10 bin kadardı, demektedir.® Rubruk’un aktardığı sayılar, kuşkusuz, kesin sayılar olarak kabul edilemez, ama bunlar, çağdaşlarının genel izlenimini ,genel kanısını dile getirmektedir; başka türlü olsa, Selçukluların çok fazla düşman sürüsü karşısında gerilediğini söylemek doğal olurdu.
Gürcü vakayinameleri, Sultan'm 400 bin savaşçısı olduğunu söylüyor. Ama, Moğollar, savaş geleneklerini izleyerek sağ kanada Gürcülerden ve Ermenilerden seçme gönüllüler yerleştirm işler ve Sultana yüklenmişlerdir. Sultanın da, hıristiyanlardan ücretli kom utanları vardı (Gürcü Dardan Şarvaşidze ve Erm eni kralının oğlu Van), ne var ki, Gürcü önder öldürülmüş ve Sultanın bir-
K un lk . I sto r lçesk ly e m a ter la lı 1 rozıskan iya , II, V ıp ıska İz tn b -e l-A tıra . U çen iye zap isk i P ervovo 1 T retyevo o td elen ly A kadem ll N auk, t . II, s. 640.
2 tb n l B tbl, IV, 237.3 V d e H ubruk. P u teşestv ly e vı V o stocn ıye stran ı. V veden iye perevod 1
prlm eçan lya A . M alelna. Spb. 1910, s. 175.
64
likleri sarsıntıya uğram ıştır.Kösedağ'da iki sancak karşılaşm ıştı, kırmızı (Moğol)
ve siyah (Abbasi - Selçuklu); Küçük Asya üzerinde k ırmızı bayrak yükseliverdi.
Mantık, Selçukluların düşüşünü açıklayabilir: Onlar için, güçlerin konumu elverişsizdi; devlet düzeni, hem halkın alt kesimlerini hem de feodalleri, aynı şekilde, baskı altına alıyordu. Çok kısa b ir süre önce. Baba Ishak’m yönettiği köylüler ve göçebeler, kenti tehdit etmişlerdi; ama feodaller da bağımsızlık düşlüyorlardı. Sultan, doğallıkla, yenilgiye uğram ak durumundaydı; gözü korkmuş olarak birliklerini terk eder ve savaş alanından kaçar.
O zaman, ordugâha saldıran Moğollar, eısakı, eşyayı ve çadırları ele geçirdiler. Keşiş Magaki’nin belirttiğine göre. Sultanın karargâhının dışının ve içinin döşenişi zengindi. Çadırın girişinde, kaplan, aslan, leopar gibi yaban hayvanları bağlıydı.
Selçuklu devletinin çıkarları çerçevesine zcrla sokulmuş olan Önasya beylikleri, şimdi, Moğol sald;rılarm dan yararlanıyorlardı. Bağımsızlıklarını gözeterek Selçuklularla aralarına mesafe koyuyor ve Moğollar önünde, görünüşte b ir bağlılığı vurgulamak istiyorlardı. Örneğin, Moğollarla kız alıp vererek akraba olan Prens Haçen, Haşan Cemal, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev'e karşı Baycu seferine de katılmışlardı.
Moğollar, Küçük Asya’yı ürkütm üşlerdi, Moğollardan Tavar dağlarına gizlenmiş gibi duran Küçük Ermenistan, doğu konukseverliği kuralını bozm uştur: Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in karısı ve kızı, Kösedağ savaşından sonra H etum ’a kaçınca, Hetum, onları Moğollara teslim etti.
Moğol saldırısının sonuçları, yaşamın tüm alanlarında derhal yansımıştır.
65
Tarım altüst oldu; tarlalar bakımsız bırakılm ıştı, ve 1243 yılında, ülkede ağır b ir açlık başladı. Türkler, yığınlar halinde, Bizans devletinin sınırlarına yöneldiler.
Nikifor Grigora’nm (1295 -1359) yazdığı gibi, “Yollar, kadınlar, erkekler ve genç insanlardan oluşan bu halkla dolmuştu. Türklerin tüm zenginliği —altın, gümüş, dokuma, mücevherler—, her şey, Rumların eline geçti. Küçük b ir ölçek buğdaya büyük paralar veriliyordu, herhangi b ir kümes hayvanı, öküz ya da keçi çok yüksek fiyatlara gidiyordu.'"*
Küçük Asya'nın, Erzurum , Kayseri gibi kü ltü r m erkezleri boş alanlara dönüşmüştü; sakinleri kırılmış, za- naa tkârlan Orta Asya'ya götürülmüş, halka yüksek vergiler yüklenmişti. Ülkeyi, üç ay içinde yerle b ir eden Bay- cu, Azerbaycan’daki kışlık otağına döndü ve ininde, önünde serili duran ganimetine bakınmaya başladı. Direnişi kırm ak için, Moğollar, devleti bölmüş ve egemenler arasına düşmanlık tohum ları ekmişlerdi.
Selçukluların yıkılması, doğallıkla, Bizans’ın, Küçük Asya topraklarının bu ihtiyar aşırtıcısınm başarı um utlarını yükseltebilirdi, am a onun susması, Moğolların yarattığı kargaşaya kayıtsız gözlerle bakması, Mirio- kefali yenilgisinden sonraki zamanda, çok daha açığa çıkan fiziksel ve ahlâksal çöküşün derinliğini göstermektedir.
Türkmen kalabalıkları, belki gaziler de, çoktandır Karadeniz kıyısına yöneliyorlardı; doğuda, Moğollarca ezilmiş olan bunlar, doğallıkla, batıya, Bizans taşrasına, Paflagonya ve Pamfiliya’ya doğru yola çıkmışlar, bu yüzden saldırının tüm ağırlığını üzerlerinde duyumsamışlar- dı.
Nikifor Grigora, bunu, doğru kavram ıştır. Şöyle ya-
4 V izan tiy sk iye Istorik i, t. I, R lm skaya is to r iy a n ik ifora G rlgorl. Spb, 1862, str. 41 - 42 (d evam ın d a N ik ifor a r lg o r a k ta rılıy o r).
66
zıyor: “Birçok despotluk yapan Türkler, Iskitler (yani Moğollar) tarafından kovalanmış olarak, kendileri de Rumları (yani Bizanslıları) kovalıyorlardı, ve İskitlere kıyasla ne denli güçsüzleştilerse. Kumlara karşı o denli yiğitleşiyorlardı. Her türlü eşkiya, b ir araya gelerek soygunculuğa sarıldı ve Rum ülkesinin sınır köjderini alabildiğine rahatsız ettiler.”^
Sultan II. Keyhüsrev'in uğradığı yenilginin ardından, kendisini, Sultan Alaaddin Keykubad'ın oğlu olarak gösteren düzmece b ir Türkmen, (V. de Bobe’nin kaydettiğine göre) "K oterin” ortaya çıktı. O, kardeşinin yeteneksiz ve kadınsı biri olduğunu ve ülkeyi yönetmesinin yakışık almayacağını söylüyordu. Türkmen, çevresine 20 bin yandaş toplayarak Konya yöresini yakıp yıktı ve güneye, Ki- likya’ya hareket etti. Ne var ki, I. H etum 'un ona incinmiş olan ve çoktandır Selçuklulara dayanan kuzeni ta rafından püskürtüldü. Düzmece Türkmen, Alaiye’ye girmeye hazırlandığı sırada ele geçirildi, ve asıldı. Üç ay süren dalgalanmalar, kısa süre sonra, yeniden başlam ak üzere durdu.
Sultan II. K ılıçarslan’ın ussal olmayan eyleminden sonra, kendini toparlam ış olan Selçuklu devleti içten sarsılıyordu. Yönetim aygıtının güçsüzleşmesinden, "uçlarda" oturan ve merkeze ancak korku duydukları sürece bağlı kalan Türkm enler yararlanıyordu.
Devlet aygıtı bozulmuştu. Moğolların doğrudan saldırılarından kaynaklanan dağınıklık, Oğuz (Türkmen) boyları arasında kaynaşmaya yolaçtı. Başlangıçta (1261), Karaman (Ermenek’le) boyu başkaldırdı, sonra (1275) Cimriler. Bunlar, Konyayı işgal ederek yağm alattılar. Başkaldırı genişleyerek Aksaray’a sıçradı.
"Uçlarda” göçebelik eden Oğuz boyları, Selçuklulara karşı feodal yükümlülüklerine son verdiler; bunların boy
S N li i fo r G rigorla, s. 132.
67
önderleri bağımsızlık ilan ettiler.Selçuklu devletinin doğu yarısının huzurunu göze
ten Moğol ham Hülagu, Türkmenlere, devlet karşıtı, "kuşku verici” b ir unsur olarak bakıyordu. Tavr Türkmen- 1er arasına düzenlediği b ir geziye Selçuklu îzzeddin ve Rukneddin kardeşleri de kattı. Başlangıçta, İzzeddin’i destekleyen Türkm en önderi Muhammed al-Uci (yani "uçta”, sınırda duran), ondan kopmuştu. Hülagu, Türk- meni yanına çağırdı, ama Muhammed Al-Uoi bunu reddetti. Asinin bastırılm ası görevi, Rukneddin’e verildi. Muhammed Al-Uci yakalandı.
Devlet, adım adım zayıflıyordu ve Türkmen baskılarını püskürtm ede güçsüzdü. Erm eni vakayinamelerinin yazdığına göre, “îsmailyen soyundan” olan Karaman da çileden çıkmıştı. O, kendisini sultan ilan etti ve Akdeniz kentlerini yakıp yıktı. Sultan Rükneddin'in cesareti kırılmıştı, ama I. Hetum ona yardım etti. Başarı geçiciydi, 1277 yılında Muhammed-İbn-Karaman, Konya’yı işgal etti.
Yabancı saldırıları ortam ında, Küçük Asya’da, anayurda sevgi duygusu da doğdu. Başlangıçta, yurt kavramı yabancıydı ve anlaşılmazdı; Türk, sık sık, devleti terkedi- yor ve Bizans'ın yolunu tutuyordu; sultanın akrabası, öç almak isteğiyle, Moğollara saldırabiliyordu, ama komşuları, "bilgili Bizanshlar” da aynı şekilde davranıyorlardı. Şimdi, Karaman bölgesi temsilcileri, Selçukluların feo- dalları, çiğnenmiş olan haklarını savunmayı üstleniyorlardı. Bunlar, uç beyleriydi: Karaman, Zeynel Hacı, Bunsuz*, otuz bin atlıyla Konya’ya yürüdüler ve tahta, Izzed- din Keykavus’un oturm asını istediler; bu, onların Türk dilinin üstün kılınması savaşımıydı.
Karaman beylerinin uslarında, Moğollara karşı koym a konusunda, belki, belirsiz b ir düşünce dolaşıyordu. Merkezin güçsüzlüğünü gören Karaman, ulusal, Küçük
6 Krş. E sk i U ygu r b e lgelerin d ek i M u n gsu z adı.
68
Asya ortak çıkarlarını savunmayı üstlenmek, Selçukluların başkentini yabancıların siyasal ve kültürel egemen liginden kurtarm ak istiyordu. Divanlardan Fars dilini kovan ve Türk dilini yerleştiren^ "köylü ik tidarııu”, vergilerin ağır baskısı altındaki köylüler destekliyordu.
K aram an beylerinden ve yüksek ünvanlı Selçuklulardan, Mısır Sultanı Beybars'ın niyetlendiği (1277) karışmayı da onaylayan yandaşları bulunuyordu.
Moğolların kendilerine Suriye yollarını açan hızlı devingenliği. Küçük Asya’yı, güney yönünden darbelere açık hale getirmişti. Bazan, Haçlı yürüyüşlerinin sonuncu heveslisi Kral IX. Lüdovik’Ie bazan Suriye hıristiyanlarıy- la görüşmeler yürüten "Yüce Tatar Sultanı”, Memlûkleri telaşa düşürmüşlerdi. Mısır Sultanı Beybars, Suriye’yi yengilerle geçerek Küçük Asya’ya girdi ve Moğol yandaşlarım yenilgiye uğrattı.
O, Kayseri’ye yöneldi, ama buradaki yüksek ünvanlı Selçuklular kaygılandılar, ve Muineddin Pervane, küçük yaştaki Sultan III. Keyhüsrev’i alarak Tokat'a kaçtı.
Moğol devrinde, Küçük Asya, bazan, deyim yerindeyse, b ir açık avlu özelliği gösteriyor, egemenlik için, Selçukluların kalıtı için savaşan düşman taraflar bu avluda geziniyorlar.
Bir zamanlar, dış politika iplerini yönlendiren Selçuklular, şimdi ilgisizce bu savaşımı seyretmektedir. Onlar, tartışm ayı çözmede güçsüzdür, ve biri (örneğin, Muineddin Pervane) etkin davranm a isteğiyle ortaya çıkarsa, bunun sonuçlan acıklı olm aktadır.
Gürcü vakayinamesinin söylediğine göre. Sultan II. Gıvaseddin Keyhüsrev, boyun eğerek Moğollardan, Küçük Asya üzerinde b ir "şan”®, yani "şihne” (şahne) kuru-
7 K aram anoğlu M eh m ed'in K onya'y ı işg a lin d en (1277) sonra T ürk d il in in y ü k se liş i k on u su n d a, bkz: F. K öprülü . Encyclopfid ie de l ’Islam , IV, 989.
8 M. B rosset, op. c it., p. 520.
69
mu oluşturm alarını dilemiştir. Bununla birlikte "Şignagi” sanı, Selçuklularda çok eskiden, daha Orta Asya’dayken vardı.’
Sultan’ın gücü ise düşüyordu, çünkü hazine de boşalmıştı. Moğol döneminde, devlet gelirleri şöyle paylaşılıyordu: Sultana yalnızca üçte b ir gidiyor, üçte birini Mogollar ve diğer üçte birini feodallar alıyordu.
Bağdad’ı işgal eden (1258) Hülagu, Selçuklular devletinin ikiye bölünmesini gerçekledi, desentralİ2asyon (yerinden yönetme), süreci ise, çok daha çabuk işledi. Feodallar arasında düşmanlık güçleniyordu; her grup, kendi adayını ileriye sürüyordu; b ir süre (1249 -1257) Küçük Asya'da üç Selçuklu (II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in oğulları) birden egemenlik sürer olmuştu.
Rekabet doğuran ikili yönetim, kuşkusuz Moğollara siyasetlerinde başarı sağlıyordu; örneğin, Gürcistan’da on yılı aşkın süre ortak yönetimde bulunan iki kraliçeyi b irden onaylamışlardı.
Sultan, otorite kullanmıyordu; o, hanın önünde baş eğmeye gitmek zorundaydı, orada, deyim yerindeyse, "ün- van belgesi” elde ediyordu. Gerçekte, fiili yönetici, Moğol hanının genel vahşiydi. Han, ya da "îlhan”, em irleri de atamaktaydı, vezirlerse Sultanın değil. Hanın istemini uyguluyorlardı.
K ars’ta b ir yerde oturan Moğol genel valisi Baycu, uzaktan, iktidar için didişen kardeşlerin ne yaptıklarını gözlemektedir.
Ensonu, Sultan II. Keykavus'un, haraç vergisini yatırm ayı geciktirdiği gerekçesiyle, ülkeyi yıkarak, onun üzerine yürür. Sultan direnmeye çalışır, ama Mihail Pa- leolog’un yardım ına karsın. Sultan, Sultanhan yakınında bozguna uğram ıştır ve ülkeyi hemen terk eder. İktidara,
9 M aterla lı po is to r il tu rk m en u T u rkm enll, I, a. 314.
70
tek başına Sultan IV. Kılıçarslan geçer.Hanedanın düşmesi öncesinde, II. Keykavus’un toru
nu, Moğolların beğenmediği, onları başarıyla yenilgiye uğratan Sultan III. Alaaddin, gene onlar tarafından devrildi, o zaman kul ruhlu yüksek ünvanlılar, sahiplerinin istemini sezerek, sultanı boğdular. Böylece, sultanları etkilemede, eski yöntemler. Küçük Asya’da devam ediyor, erkân ile Moğollar arasındaki sınır çizgisi silinmiş oluyordu.
Selçuklular, çoktan, Moğol hanının derebeylerine dönüşmüştü; han. Sultanın Küçük Asya’daki mülklerine kendi malı gibi egemen oluyordu. Örneğin, Mısır Sultanı Beybars’ın üzerine hareket eden han Abaka, Erzincan’dan geçmişti; kentliler, ona bağlılık gösterdiler, am a silahlı birinin surlar üzerine çıkmasına öfkelenen han, kenti, yıktı. Sonra, b ir zamanlar, Mengücük Beyliği’ne dahil olan Divriği kenti, Feramerza'nm oğlu Sultan III. Alaaddin Keykubad'ın disiplinsiz çapulcu birlikleri tarafından yağmalandığında, düzensizliklere canı sıkılan Han Gazan, sultanı azletti. Kısa süre sonra da, Selçuklu hanedanı sona erdi.
Genellikle, feodallarm çaldığı havayı oynayan Selçuklu hanedanı, 14. yüzyıl başına kadar yaşamıştır, ama13. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak sultan, artık, Moğol hanlarının isteğine göre göreve gelea vezirlerin ellerinde tah ttak i b ir kuklaydı.
Moğolların egemenliği sırasında, işleri, vezirler istedikleri gibi çekip çeviriyorlardı; bunlar, sultanın vezirleri olm aktan çok, Moğolların genel valileriydiler. Yaşam ve ölüm yetkisi vezirdedir; katilleri o yargılam aktadır.’" Aflâkî'nin anlattığına göre," b ir kez 2 ya da 3 bin dinar ödemekle yükümlü b ir kişiye yardım da bulunm ak iste-
10 A flâk î, I. 119 - 120, llA f lâ k î, I, 119.
71
yen Celâleddin Rumi, Vezir Muineddin Pervaneye hoşgörü ricasında bulunm uştur; vezir bunu reddedince, Celâleddin, vezirin kişisel adım ("Süleyman”) ima ederek ikinci kez yazmıştır: "Devler, Sultan Süleyman’ın buyrukla- n n a boyun eğerler; Süleymansa, devlere divan durmaz.”'
Bir seferinde, Muineddin Pervane, Konya halkına kızm ıştır, sayısız bela beklemektedir onları ve ancak Celâleddin Rumi’nin arka çıkmasıyla, öfkeli vezir, 10 bin dinar gibi büyük b ir fidyeye razı olm uştur.
Celaleddin’in gönderdiği ve vezirin saygıyla göz gezdirdiği basit b ir pusula, halkı b ir felaketten kurtarn aştır. Her şeye gücü yeten vezir, böyle davranm ıştır çünkü, anlaşılan, o, şeyhin istemini itirazsız uygulamak durumundaki b ir "m ürid”dir.
Ama, bu geçici mem urun yolsuzlukları ve onun ikiyüzlü politikası —dıştan Mogolları destekliyor, gizlice de Beybars’ı onların üzerine yönlendiriyordu.— Eninde sonunda ölçüyü aşmış, ve Muineddin Pervane, 1278 yılında, Abaka Han tarafından idam ettirilm iştir.
Moğol döneminde, yalnızca Han karşısında hesap veren, başına buyruk diktatör vezir tipi böyle oluşmuştur. Komşular, belli ki, Selçukluları artık unutm uşlardır; Gürcü vakayinamesi, Pervane’yi "sultan” olarak yüceltmektedir.'® ’
Küçük Asya’da feodallar kazandılar. Sultan’ın m erkezi iktidarı güçten düştü ve yerini, Moğol hanının temsilcisinin denetimine bıraktı. Kenar bölgelerde, feodallar, siyasal anlamda bağımsız oldular ve olabildiğince, kişisel ya da dar bölgesel çıkarlar gütmeye başladılar.
Bölgelerde, bazan Selçuklu başkentinin yanıbaşında, yeni mülk sahipleri (sultanlar, beyler) ortaya çıktı. Bun-
12 B urada çevrilm ez b ir söz oy u n u var: 1) "D ivan”, d ev let m eclisid ir , 2) "dev" sö zcü ğ ü n d en çoğu l "devler”, "periler". ("Dev” , esk i R u sça "dlv").
13 M. B rosset, op. c lt., p. 58T.
72
1ar, m ülklerin parçalanm asını reddediyor, tersine, kendilerinin ve soylarının ellerindeki toprağı tutm aya çalışıyorlardı. Küçük Asya'da, iktidarda blundukları sürede, başlarında, büyük yurtluklar edinen vezirlerin bulunduğu küçük beylikler serpilmişti. “Vezir hanedanları” (sülale al vüzera) hüküm darlıkları oluşmuştu; Atyon Kara- hisar'da Sahiptaoğullan (Vezir Sahip A tanın soyu), Karadeniz kıyısında Pervanezadeler (Vezir Muineddin Pervane, Sultan IV. Rükneddin Kılıçarslan’dan Sinop’u almıştı) vardı. Kastam onu’yu, 14. yüzyılın 30'lu yıllarında, yaşlı Süleyman Padişah yönetiyor, doğrudan ardılı en küçük oğlu Cevad da burada yaşıyordu, diğer oğlu İbrahim ’i Sinop yöneticisi olarak atamış, (kısa süre sonra ölen) annesi de buraya taşınm ıştı.’'* Durum, her yerde böyleydi.
K ararlı olarak toprak biriktiren feodallar arasında, Osman soyu sivrilmişti. Sultan Osman konusunda, tbnî Batûta, onun 100 malikâneyi ele geçirdiğini sö y lü y o r ,y a ni 100 küçük feodal onun iktidarını kabul etm iştir.
Küçük Asya’nın batı ucunda, gerginlik, daha az duyumsanıyor, ve Sultan Osman, elverişli koşullardan yararlanabiliyordu. Küçük feodallar ona yaklaşıyor, çağın kaygılı ortam ında, onda huzur buluyorlardı. Bizans üzerine yaptıkları baskın tipindeki seferler ise, yitirmiş olduklarını geri getiriyordu.
Böylece, doğal olarak, Rum Selçuklularının mülkleri üzerinde doğan beyliklerin ortasında, gideıek, bazan savaşlarla, bazan gönüllü katılm alarla, Selçukluların geniş topraklarım elinde toplayan Osmanlı sultanlarının devleti yaratılıyordu; Osmanlı sultanları devletin sağlıklı ve hızlı yükselişini Moğol saldırısına borçludurlar.
Küçük Asya, bağımsızlığını, henüz b ir ölçüde koruyordu, ama artık, burada Moğol nizamları geçerlidir, ve
U tb n l B a tû ta , II, 343. IS İb n l B a tû ta , II, 322.
73
bir gözetim kurulm uştur. Moğol im paratorluğu, toprakları üzerinde özgürce, güvenlikli yer değiştirmelere, ancak payca —Rus vakayinamelerinde "baysa”— izin verebilmektedir.
“ İlhanlılar” (İran Moğolları) zamanmdan beri, başlangıçta iç özgürlüğünü korum uş olan Selçuklu devleti, Moğol etkisini, üzerinde duyumsamaya başladı.’
Selçukluların düşüşünün ardından yeni ünvanlar, sanlar duyulur: ağa ve belki de paşa terim lerini Moğol- 1ar bırakm ıştır, bu iki terim e Aflâkî'de rastlanıyor. Aynı dönemde, "önder bey” anlamında "noyon” sö/cüğü ortaya çıkıyor. Besim Atalay’m deyimiyle "bu çok güzel ad”. Sultan Osman Gazi'nin Germiyanoğlu Yakup Eey’e mektubunda kullanılm ıştır.”'
Moğollar, yönetim sistemini değiştirdiler, vergi toplanmasını da düzene soktular. Onlar, topraktan, yani yerleşik halktan "kılan”, hayvandan, yani göçebelerden "kupçur” kentlilerden ve tüccarlardan "bac” ve "tam ga” alıyorlardı; tek para sistemi de yürürlüğe konmuş, kısaca. Küçük Asyada "ekonomide anarşi” son bulm uştur.’®
Hamdullah Kazvini (14. yüzyıl tarihçisi), kesenekler (iltizam) belirlenmesinden devlet için yarar sağlandığına işaret ediyor. Bu arada, vergilerin toplanması, eskiden ol* duğu gibi kadılara düşüyordu, kadılarsa sıksık azledildik- leri için, biran önce, halkı soymaya bakıyorlardı. Vergileri, düzenli şekilde toplamak için, sayım düzenlemesi gerekliydi, ve "büyük divanda”, halka, hayvanlara ve tarım a
16 Krş; K. S tra to n itsk i, M ongolskoye u p rav len iye p ok oren n ım l K itayera 1 A rm eniyey. M., 1913, (O ttlsk ).
17 B esim A talay, agy. s. 107.18 V. B artold . O n ek otorıh v o sto çn ıh rukop lsah , s. 0128, ayrıca n o t 4;
M oğollaroa B u m a y ü k len en haraç 20 b in tü m en , 500 k u p on İpek, 300 b in p arça deri (k oyu n p o stu ) 500 a t ve 500 k atırd ı. — "K upçur" ter im i V. B arto ld ’d an a lın m ıştır (P ersldskaya n ad p ls n a A niyk oy m eçetl M anuçe. SPb., 1911, s. 30), dah a ö n ce E. Q uatrem 6re (on a gönd erm e .A. Y akub oysk l’n ln , agy. s. 116, primi. 1).
74
ilişkin istatistik bilgiler b ir araya getirilmişti.Kuşkusuz, kesenek sistemi, belki hazine içjn kârlıydı
(çünkü devlete b ir elden belirli meblağ sağlıyordu), ama aynı zamanda yolsuzluklara geniş alan açıyordu; mültezim, tıpkı kadı gibi kişisel çıkarlarının peşindeydi ve hâzineden kesenek (iltizam) aldığı zaman, harcadığım, fazlasıyla geri döndürmek istiyordu.
Ekonomik karşılıklı ilişkilere, Moğollarca getirilen değişiklikler sonucu, feodallar ile köylüler arasındaki bağ çok daha zayıfladı, çünkü köylüler, vergilerini, büyük bölümüyle, feodali atlayarak hâzineye ödüyorlardı.
Çin'den Karadeniz’e dek çok geniş b ir alanda, tek iktidar, Moğolların iktidarı sağlamlaştığına göre, güneyden Karadeniz’e ve Kırım ’a sıçrayan ticaretin kârlı çıktığı göreli b ir güvenlikde yerleşmiş bulunuyordu. Daha önce de zengin olan Sivas kenti, daha da gelişmişti (1336 yılında bütçe bakım ından Rum ’un gelirlerinin iıçte b irinden fazlası iki kente, Konya ve Sivas’a düşmektedir). Sivas’ta, 1276 yılında, artık b ir Ceneviz konsolosu bulunuyordu, bu da kuşkusuz, Cenevizli tüccarların ticaret işlemlerinin oylumunun büyüklüğünü dile getirmektedir.
Bu durumda, vergilerin toplam tutarı, önemli ölçüde artm ıştır. Bu, gerçekten, Moğollar zamanında güçlenen ticari dolanımdan kâr elde eden halkın refahında b ir yükselmeyi mi doğrulam aktadır, yoksa, tersine, yalnızca, halkın sırtından ne mümkünse koparan ve onun yoksullaşmasına yol açan ve, kaçınılmaz sonuç olarak, merkez ile kenar bölgeler arasında ayrılığa götüren vergi baskısının ağırlığını mı göstermektedir, yani kenar bölgelerin merkezden siyasal kopmasına yolaçan ekonomik nedenler midir?
Selçuklular devrinin ekonomik yaşamı karanlıkla örtülüdür. Küçük Asya’nın Moğol dönemi ekonomisi üzerine yargıya varm ak için, bilgilerin sınırlılığı, dolaylı gös
75
tergelere başvurm aya zorlamaktadır.Hülagu’nun îlhan ulusuna Azerbeycan da dahil ol
duğu için, Transkafkasya’da, 19. yüzyıla değin b ir bölümüyle sürmüş olan vergi terimleri, Küçük Asya’daki yönetim örgütlenmesi konusunda b ir fikir verebilir. Dönem in finans sistemini ortaya koyan eski belgeler, çok daha önem kazanıyor. 15. yüzyıl sonu "soyurgal” af kararnamesinde, beylerin ödemek zorunda olduğu, am a hanın bağışladığı feodal vergiler sayılmıştır. Terimler karışımı (Moğolca, Türkçe, Arapça ve Farsça), kuşkusuz, Küçük Asya'da, yabancıların egemenlik zam anlarını gösteren ilişkilerin karmaşıklığını dile getirm ektedir.”
Bununla birlikte, merkezi hüküm dar ve feodal arasındaki ekonomik karşılıklı ilişkiler, daha Orta Asya’da yerleşmiştir, Moğol öğeleri (terimler ve vergi türleri). Küçük Asya’ya Oğuzlar tarafından da getirilmiş olabilir. Türk ve Moğol boyları, Moğol saldırılarının Selçuklu devletinin yaşamını a ltüst etmesinden çok önce, Orta Asya’da yüz5TÜze gelebiliyorlardı. Türklerin ve Moğolların karşılıklı etkileşimi hipotezi sırada bekliyor. Türk ve Moğol boylarının erken dönem yerleşim haritası. Küçük Asya’da feodalizmin biçimlenmesini açıklayan bu hipoteze, b ir somutluk kazandırabilecektir.
19 V. M inorsky. A. Soyu rgh âl o f Q asim b. J a h a n g ir A q -q u yu n lu . B u lle tin o f th e sch oo l o f O rleuta l S tu d ies . ü n iv e s ity o f L ondon , vol. IX , P art IV, s. 927 - 960.
76
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Oğuzlar - Küçük Asya'da Soy Dizisi Kalıntıları - Oğuzların Küçük Asya’da Yerleşmesinin Tarihi İçin Toponomi- nin Önemi - Sımr Beyleri, “Gaziler” ve “Alplar" - Oğuz Boylarının Askerî Örgütlenmesi - Şölende ve Ziyafette Soyun Öncelliği - Av - Oğuzlarda İslâm - Soy Adları ve Lakaplar - Oğuzların Töreleri; Düğün, Yargılama, Kan
Davası - Kadınların Durumu - Kurultay ve Sultan Seçimleri
Oğuzlar, eski Türk boylarından biridir;' IS 8. yüzyıl Orhon anıtları, onlardan sözediyor. Oğuzlar, dokuz boya ayrılıyorlardı (Tokuz oğuz); dokuz sayısı, bu soy için büyük b ir iç anlamı dile getiriyordu. Ama, o zamanlar, Orhon Türklerinde soy dizisi artık ayrışmaya başlamıştı.
O zamanlar, şimdi artık yitmiş olan boy adları vardı. Örneğin, yazıra boyu, adım karataşlı olarak değiştirmiştir.^ Etnografik terim lerin ardında, genellikle Türk- lerin siyasal asker-soy birliği gizleniyordu. Güvenlik ya
1 O ğuzların (gu zlar ın ) ta r ih i "EncyclopSdle de r is la m ”da, V. B artold ta ra fın d a n k ısaca ö ze ten m iştir (m ak ale artık e sk im iştir ); krş.. F. K öprü lü '- n ü n n o t la n (A nadolu'da İslam iyet, b. 37, n o t .) .
2V . B artold , Oçerk Istor ll tu rk ın en sk ovo naroda, s. 38.
77
da çıkar düşünceleri, güçsüz b ir boyu, soy adım kurban etmeye zorluyordu.
Oğuzlar, giderek, Moğolistan’dan batıya, Aral boylarına doğru yer değiştirdiler; 10. yüzyılda, yolu üzerinde onlarla karşılaşan Îbni-Fadlan, Oğuz zenginlerinin 100 bine kadar koyun sahibi olduklarını belirtiyor,^ bu ise, artık sürüsü küçük olan yoksulun ezilmesine yol açan toplumsal farklılaşmayı göstermektedir.
İlk kez, 11. yüzyılda, Kaşgarlı Mahmud, Oğuzların 24 boya ayrıldığını bildirm iştir (bununla birlikte o, yalnızca 22 boy saymaktadır);"* daha sonra 15. yüzyılda Türk vakanüvisti (Yazıcıoğlu Ali) tarafından alıntı yapılan Ra- şideddin'in® 13. yüzyıla ait notlarından b ir bölümüyle ayrılan Kaşgarlı M ahmud'un terimleri, eski dil formlarını yansıtm aktadır. “24" sayısı, göçebeler için b ir tü r geleneğin ürünüydü. Buna, hem H unlarda (24 görev), hem de Oğuzlarda (örneğin, Meru Türkmenlerinde 24 kıdem) rastlanmaktadır.'^ Kaşgarlı M ahmud’da 22 boyun varolması, sanki 11. yüzyılda. Oğuzlarda, artık soy kütüğünün parçalanmaya başladığını dile getirmektedir: İslâm dönemi öncesinde, artık iki boy kopmuş ve 10. yüzyılda. Güney Afganistan’da yaşayan “Halac” ("Kalaç”) halkını oluşturm uştur; belli ki, onlar, fiziksel kurtuluşları için boy bağımsızlığından vazgeçmeyi yeğlemişlerdir.
Selçuklular önderliğindeki Oğuzlar, aileleri ve sürüleriyle birlikte, Orta Asya’dan^ Küçük Asya’ya doğru çevre sakinlerine korku salarak hareket ederler.® “Dede Kor-
3 P u teşestv iy e tb n -F a d la n a n a V olgu. M .— L., 1939, s. 66.4 K aşgarlı M ahm ud, D lv a n ü L û g a t- lt T ürk, 1. 56.5 T rudı V ostoçn ovo o td elen iy a A rheologlçeskovo obşçestva . t. V. s. 25
ve dv. (R usça çev ir i); t, VII. s. 32 ve dev. (F arsça m etin ) .6 V. B artold . Istor iya tu ry etsk o — m on g o lsk ih narodov. T aşk en t, 1928,
s. 4.7 Son raları O ğuzların b ir b ö lü m ü y le geri d ö n ü ş h arek eti aneydana g e
liyordu; T im ur z am an ın d a b öy le o ldu , bkz: F. K öprülü , "Oğuz E tn o lo jis in e D air T arih î N otlar” , T ü rk iyâ t M ecm uası, I, s. 203.
78
kut K itabı”, "destan kahram anları çağı” olarak, Oğuzla- lan n Küçük Asya zamanını yansıtıyordu.
Oğuz boylarının Küçük Asya'da yayılma alanı, m addî anıtlarla olduğu gibi, sözlü yapıtlarla da ortaya konabilir. Bunun yanısıra, atların üzerine basılan damgalarla, genel olarak, köylerde henüz korunan mülkiyet işaretlerinin incelenmesi yardımcı olacaktır. Bu kbnuya, yüzeysel olarak Rıza N ur ilgi gösterm iştir.’
Öte yanda. Küçük Asya’da günümüz toponomisi de, “yer adları, yerleşim adları, yeradıbilim ”, ülkenin eski halkı Oğuzlar konusunda anılarla doludur.'“
Belki de. Prof. F. K öprülünün direktifine göre hareket eden Türk bilim adam ları, Oğuz-Türkmen boylarının Küçük Asya’da yerleşimi konusunda yargı olanağı verecek malzemeyi toplamaya başlam ışlardır.
1928 nüfus sayımı öncesinde, istatistik yönetiminin, köy yerleşim noktalarının listesini içeren bin sayfalık geniş b ir kitap yayımlamasıyla, Türkiye’de toponomi incelemeleri kolaylaşmıştır.”
Türkiye'de, Genelkurmay tarafından yayımlanan Küçük Asya haritalarını gözden geçiren H. Nihal ve A. Naci, köylerin kökenini, eski halk geleneklerini vb. dile getiren sözcükleri çıkarm ışlardır. Onların yorumları, gene de, bazan kuşku doğuruyor (yazmada özgür yakınlaştırm aları var), örneğin: (Kargın, karnık);'^ herhangi b ir yerleşim
8 “Y ellzavetp o lsk aya b ö lg e s in in K u tk a ş in N u h in köyü" yaşayan ları, to p rak ta kem ik ler b u lu n ca , b u n la r ın O ğuz d ev lerine a it o ld u ğ u n u d ü şü n ü y o rlard ı (R aşid - bek E fend iyev, Sborn ik m ater la lov d lya op isan iya m estn ostey i p lem en K avkaza". vıp. IX , s. 140).
9 T am ga ou tag , m arqu e au fer ch a u d su r les ch ev a u s â S in ope, Jou rn a l A siatiqu e, 1928, Jan v ler - Mars.
10 B ü yü k T uran 'dan K ü çü k A sya’ya ge len T ürk b oy lar ın ın etn ogra fik d ağ ılım d en em esin i, m illiy e tç i araştırm acı B esim A talay da yap m ıştır, bkz; 1922 ya da 1923 y ılın d a A nkara'da verd iği k on feran s raporu: V. G ordlevski. İz j lz n i sovrem yon n ıy T u rts ii. V ostok , kn. 4 , s. 204 - 205.
11 K öy ler im iz in Adları. İsta n b u l, 1928.12 A n ad olu ’da T ürklere A lt Yer İsim leri" . T ü rk iyat M ecm uası, II. ss.
243 - 259.
79
yerinde soy terim inin bulunmayışı, sonuçlar çıkarmak için yeterli değildir; çünkü, eski etnografik adlandırm a unutulm uş ya da yerini başka ada bırakm ış olabilir. Doğru sonuçlar, eski Doğu ve Avrupa tarihsel coğrafya yazınının gözönüne alınması ve kullanılmasından sonra elde edilmelidir.
Hakimiyeti Milliye (şimdi Ulus) gazetesi de, topono- miye büyük ilgi gösterm iştir. Sayfalarında süıekli olarak bu konuda makaleler çıkmıştır. Küçük Asya Oğuzlarının akrabaları, doğuda yaşam akta olduğuna göre, Hüseyin Namık Orkun, Bayat (Nişabur çevresinde) ve Kayı boylarını anımsatmıştır.'^ Bütün bunlar biliniyor ve doğaldır; bu, büyük Türk boylarının ve halklarının batıya göç etmesi olayıdır, ve boyların, bugün, siyasal bakımdan dağılmış olan bölümleri, tek b ir etnografya bütünlüğü göstermektedir; Îbn i-B îb î vakayinamesinde, "Türkmen- 1er” terim inin kullanılm akta olduğunu da, bu arada belirtelim .’*'
H. Nihal’in ve A. Naci’nin yaptığı gibi sistem atik olmasa bile, Avni Ali Candar, b ir dizi ildeki köy adları listesinden, Oğuz boylarının anısını sürdürenleri çıkarmıştır.'^
Küçük Asya’da, Oğuzlardan yalnızca köy toponomi- sinin sözetmesi, kuşkusuz, şaşırtıcı değildir; göçebeler, artık, kültürlü halkın işgal ettiği boğucu kentlere değil, özgür alanlara, engin otlaklara koşarak, bozkır da yurtlanıyorlardı.
Ankara, Selçuklular devletinin b ir yönetim bölgesi olduğu için, ben, Avni Ali Candar'm malzemesi içinden,
13 Yer ad lar ım ızın ta r ih e yardım ı (U lu s, 1935, no: 4852). Y azarın U lııs gazetes in d e b a s ıla n m ak aleleri, "O ğuzlara D air'’ (Ankara, 1935) k ita b ın d a to p la n m ıştır .
M lb n B ib i, IV, 282.ıSB kz: "Y u rd u m u zu n esk i d ili" (H ak im iyeti m illiy e , 1933, no . 4185).
B ir sü re ön ce F. A ksu "İsparta İli, yer ad ları’’ (İsparta , 1936) k ita p ç ığ ım çıkardı.
80
günümüz ve Selçuklu dönemi Ankara top rak lan birbirine denk düşmese bile, bu ilde bulunan köyleri örnek olarak alıyorum. Ankara ili topraklarm da şu soylar yaşıyordu: Kayı, Bayat, Alkaevli, Yazır, Dudurga, Avşar, Kı- zık (asıl, Kesrelik - Kızığı köyü). Bey dili, Kargın, Bayındır, Peçeneg, Çavundur, îym ir, Oregil, îğdir, Bügdüz (Çandır köyü), Kınık, yani Ankara toprağında 24 Oğuz boyundan, en az 17'si vardı.
Burada, 24 (22) boyun birden bulunm uş olması da olanaklıdır, ama eski adlandırm alar, ya istatistiklerden kaçmış ya da yok olm uştur. Soyların b ir bölüm ü ise, yerinden olmuş, bunlar, diğer boylarda erimiş ve kaynaşmış olabilirler. Adları ise, örneğin, hiçbir şey ifade etmeyen Tava ya da Karaevli'* gibi, hızla unutulm uş ya da bozulmuştur. Çapni ve Salor boyları, Ankara dışında yerleşmişti: Çapni, Sinop’ta, Salor da Ankara’nın güne- yindedir (bu soyun dallarından biri Karam an beyliğini oluşturm uştur),’ bununla birlikte Çapni boyunun (K. Hu- m ann tarafından Tahtacılarla özdeşleştirilen bir bölümü) Güneybatı Anadolu’da göçebe yurtluklarına yerleşmiştir.'®
Ankara ilinde, adlarında (sağ kanattan ilk dört boydan birinin totem i olan "doğan”ın”) bozulmadan devam ettiği Akdoğan, Doğanlar, Şahinler gibi köylere sık rastlanır, ama belki de, bu köyler, av için şahin sağlamakla uğraşıyorlardı.
Ama, Ankara toponomisi, küçük yerleşme noktaları
l6K rş: A bulgazI'de "K araeyll" (V. B artold , Oçerk ts to r ll tu rk m enekovo naroda, s. 44). K aşgar ard ılları K araeyll olarak ad lan d ır ılıyord u ("Kairaev- 111er” ): b u n la r d iğer lerin d en dah a yok su ld u .
17 F. K öprü lü , "O ğuz E tn o lo jis in e D air T arih ! N otlar", T ü rk iya t M ecm u ası, I, 193.
18 K ü çü k A sya e tn o lo jis i k on u su n d a bkz: tzv e st iy a K avkazskovo o td ela B u ssk ovo keografıçeck ovo obşçestva , t . VI, s. 57, (K. H u m an n 'ın “V e r ia n d - lu n g en der G ese llsch a ft fü r E rd kun de’', Bd. VII, 1880. ç a lışm a sın d a n m a k ale çev iris i).
19 A nkara ilin d e (Zir ilçesin d e) S encer k ö y ü de vardır, b u S e lçuk lu s u lta n ı (M ellk şah 'ın oğ lu ) S encer'in an ısıd ır.
81
(köyler) içerdiğine göre, belli ki, Oğuz boylan, batıya doğ ru hareket ederken yol boyunca dağılmışlardır.^ Boylardan bölüntüler kalıyordu, bu yüzden, İğdır yerleşim noktasına, yalnızca Ankara ilinde değil, K ars’ta, Konya’da ve Zile’nin güneybatısında [Artova’da], Bayındır’da (İzm ir ilinde vb.) rastlanmaktadır,^' yani Oğuz boyları her yanda yerleşmişlerdi
Kayı boyunun dağılımını özel olarak incelerken, Av- ni Ali Candar, Çanakkale’den K ars’a, Urfa’dan Manisa’ya değin çok büyük b ir alanda, bu boyun soyundan ve kuşaklarından bölüntülere rastlamıştır.^^
Bütün bunlar, boylar arasındaki zayıf kcynaşmayı, soy kütüğündeki bozulmayı dile getirmektedir. Güçlü boy oluşumlarını, bilinçli olarak parçalayan Selçuklu siyasal sistemi de, bozulmayı hızlandırabiliyordu.^'*
Kentleri ya da bölgeleri ele geçiren Selçuklular, buralara, Oğuzları yöneltiyorlardı. Bir cami yapımı, sanki yerleşme anını göstermektedir; örneğin, Sudak’ı işgal eden Çoban Bey, kalede cami yaptırm ıştır. O. belli ki, burada, K ırım ’da yerleşen ardıllar, Anadolu konuşma Türkçesinin özelliklerini koruyan koloni sakinleri bırakm ıştır.
Oğuzların Küçük Asya’ya aralıksız taze akını, onların başarıyla gelişmesini kolaylaştırıyor, yerli halk da,
20 B ir yerleşim n o k ta sın d a da, d eğ işik boy (ya da u lu s) p arça ların ın b u lu n m a sı İ lg in çtir , örn eğ in , A h la t k en t in in gü n ey k esim i “K açar”, ku zey i “T onos" adları taşıyordu .
21 B u yerlerin h a lk ı, herhalde, an trop o lo jik b ak ım d an göçeb eler in ç izg ile r in i k orum uştur; örn eğ in , 19. yü zy ıld a K u zeyd oğu K ü çü k A sya’y ı gezen A, M crtm an n (A n ato llen , H annover, 1925, p. 266), B ay ınd ır'd an (B olu civarı) bir za p tiy en in N agay t ip in e işaret ediyor.
22 K onya yöresind e, O ğuz b oy lar ın ın d a ğ ılım ı k on u su n d a M esut K o- m a n 'ın y a z ısı "K onya” dergisi, 1936, no . 2, s . 121 -123 .
23 A vnl A li Candar, “K ay ı’n ın B ö lü n tü ler i” , H âk im iyeti M illiye, 1934, no. 4473.
24 K ü çü k A sya'da O ğuz b o y la r ın ın gru p lan m ası k on u su n d a bkz: M ükre- m ln H alli, agy., s. 83; ku zeyde "bozok”lara a lt boylar, gün eyd e, tersin e "üçok" boyları ağ ır basıyordu.
82
giderek asimilasyona “özümlenmeye'' uğruyordu. İslâm laşmaya doğru da b ir dönüş vardı; Küçük Asya’da devlet kurulduğu, asimilasyonun büyük maddi çıkarlar sağladığı Selçuklular zamanında, bu süreç, geniş boyutlara varmıştır.
Ama Oğuzlar da ortam ın etkisine uğruyordu. Batıya ne kadar yaklaşıyorlarsa, göçebe gelenekleri, o ölçüde zayıflıyor, kent yaşamının yatkınlıklarım ediniyorlardı.
Oğuzların Küçük Asya'daki durumu, çok şekilli ve karm aşıktı. Komşuları hıristiyanlar arasında, "cihad bölgesinde”, islâmın savunucuları az ya da çok ayrı b ir yaşam sürüyorlardı. Din, onları diğer halklarla karışm aktan ve asimilasyondan alıkoyuyordu, am a tüm bunlar, bilinçsizce oluşuyordu, çünkü Oğuzlar —Oğuz kitlesi— gene de kötü m üslüm anlardı ve yurtseverlikleri zayıftı. Dinsel ya da boysal b ir kıyaslama engelinin bulunmadığı yerde, Anadolu’nun doğusunda, Araplar ve K ürtler arasında, Oğuzlar, bazan denasyonalize “ulusal niteliklerini bozmak” oluyorlar, ulusal özelliklerini yitiriyorlardı.^
Sınır boylarında, dağlarda, merkezi iktidarın otoritesi, hiç denecek kadar önemsizdi; buralarda. Oğuzlar, kendilerini bağımsız duyumsuyorlardı; örneğin. Sultan I. Gı- yaseddin Keyhüsrev'in seçilmesi, Bizans’ın eski düşmanları Danişmend Yağıbasan’ın sınır beyleri olan üç oğlunun onayı ve desteğiyle, önceden kararlaştırılm ıştı.
Merkezden uzakta, devletin sınırlarında, Oğuzlar, b irlik ve dayanışma içinde yaşıyorlardı. Buralarda, sürülerin rahatça otlanabildiği boş topraklar vardı; burada, boy başkanları olan “beylerin” iktidarı güçlüydü. Oğuzlar, “İ l” denilen boy birliği oluşturuyorlardı (ve boyun
25 B kz: D ogu A n ad o lu ’da (en son ) “d en asyon alizasyon " (u lu sa l n ite l ik ler in b ozu lm ası) örnekleri; C. B rockelm ann . D as N a tlo n a lg e fü h l der T ürken lan L ich te der G esch lch te , H alle a .s., 1918, p. 13. — 18. y ü zy ıl son u n d a M ardin’de Arapça kon u şu lu yord u .
83
askerî başkanm a "ilbaşı” deniyordu); bu terim, daha sonra, halkın karışık olduğu bölge çapında siyasal birliğe de geçmiştir, örneğin, K am ereddin’in mülkiyetindeki topraklar, Karamanoglu’na geçince, buralar için ‘‘iç-il’’ adı yerleşmiştir.^
Küçük Asya’yı ele geçirmede kendilerine yardım eden Oğuzların hizmetlerini anımsayan Selçuklu sultanları, Oğuz boylarının önderlerine ayrı b ir önem veriyorlar, devletin sınırlarının korunmasını, onlara em anet ediyorlardı. Sınır beyleri (uçbeyleri)^, devlet içinde 3İiksek görevlerde bulunuyordu.
Babaların şiî düşüncelerine kapılmış, demek ki, derin b ir dinsel kanı ayrılığı duyan Oğuz Türkmenleri, inanç uğruna, çengin beklediği yere istekle gidiyo>'lardı. Günümüzdeki Teke bölgesi devletin güney sınırının tutulm ası için, Selçuklular tarafından buraya gönderilmiş olan Türkmen Teke boyunu anım satm aktadır. Söz konusu boy, buraya yerleşmişti, ama 16. yüzyılda, Şah İsmail Sefevid'- in (Safavî) seferi, Sufilerde, sünnilere karşı m oral gücü yükseltmiş ve hüküm et, baskı önlemlerine başvurmak ve onları Avrupa Türkiye’sine göçürmek zorunda kalmıştır.^
Oğuzlar, sınır boylarına istekle gidiyorlardı. Çayırların oluşturduğu toprak parçalarına sahiptiler.” Göçebe
26Y azıcıoğ lu A li, III, 369 - 370; ş im d i, “İçel" adı, A kd en iz k ıy ısın d ak i M ersin İlin e verilm iştir .
V B aşlan g ıç ta u z u n süre, (A bu'l F lda 'y ı, 941, çev iren) S. O tiart'm y a p tığ ı ve sonra K. H u art ta ra fın d a n b ir kez d ah a y in e len en esk i b ir y a n lış olarak "uç" sö zcü ğ ü n ü n T ürk boyu a n la m ın a geld iğ i dü şü n ü lü yord u . B u n u n la b ir lik te , D oğu h ır ls tly a n ta r ih ç ile r i de (örn eğ in . K raliçe T am ara'n ın ta r ih ç is i, G ü rcü B a sili), "uçlar'’ derken, T ü rk lerl am açlam ıştır . Bkz; V. D onnu a. B asili, Istorik ts a r its ı T am arı. P a m y a tn ik i ep o h l B u sta v e ll, L., 1938, s. 61; a y n ı şek ilde, B rosset.
28Bkz: V. G ordlevskl. V n u tren n eye so sto y a n iy e T u rts il vo vtoroy p o lo - v ln e X V I veka. T rudı M oskovskovo İ n st ltu ta vastokoveden iya . Sb orn ik n o . 2, M„ 1940, a. 92.
29 ö rn e ğ in , İb n l B a tû ta (II, s. 314), b ir T ü rk m en b o y u n u n (y a n i O ğuz-
84
için kent, b ir tü r hapishanedir, ve 13. jöizyılda, İstanbul’da bulunduğu sırada sıkılan şehzade Izzeddin, bu ruh durum unu çok güzel dile getirmiş, Bizans Im paratoru’- na şöyle demişti: "Biz Türkler, sürekli olarak kentte de yaşayamayız. Bizi, şöyle kıyıda köşede b ir yere yerleştir.”
Izzeddin'in ağzından, bu sözleri nakleden tarihçi Se- yid Lokman, günümüz Türklerinin de iyi bildiği b ir halk sözünü yinelemektedir: “Türk için kent hapishanedir’’®’
Sultan da sıkılır; onun içinde de b ir göçebe yaşamaktadır, yerinde duramaz; sık sık Konya’dan Kayseri'ye geçer, kış gelince Akdenize, Antalya’ya gidecektir.
Daha 19. yüzyılın sonunda, Akdeniz kıyisi boyunca uzanan köyler ve kentler, yazın ıssızlaşır, sakinleri, sürülerini alırlar ve yaylalara çıkarlar, boğucu sıcaktan kaçıp buralarda serinlik ararlardı.
Sınır boylarında Oğuzlara ait sürüler otlar; buralarda, Oğuzlar, kom şuları üzerine "akınlar” (akın) gerçek- leştirirlerdi. Yaşam, merkezi iktidarın koyduğtı düzenden bağımsız, tok ve rahat olarak akar giderdi.
Sonrasız b ir savaşım, —savaş değil— b ir tü r spor, güreş devam ederdi. Çatışmanın sonucunu, genellikle, teke tek vuruşmayla belirleyen kahram an bahadırlar ("Alplar”) buralarda doğuyoi'du.
9. yüzyılda, H orasan’da ortaya çıkan savaşçı tipi, daha "Kutadgu - Bilik”te betimlenmektedir;^' bu Orta Asya yapıtı, "b ir orduya bedel", "dört bin savaşçıya eşit”“ alpa yüksek değer veriyor.
lar ın ) M an isa y a k ın ın d a k en d iler in e a lt m eralarda (f i m er’a -i leh ü m ) gö çeb elik e t t iğ in i söy lem ek ted ir .
30 V. G ordlevskl. İz Istorii o sm an sk oy p o s lo v lts ı 1 pogovorki. J lvaya etarina, 1909. v ıp . I I - I II , s. 111.
31 D as K u d atk u E llik (V. V. B a d lo v y a y ın ı), p . 207.32 A lp ların k ah ram an lığ ı —b ir a lp a gerek li d ok u z n ite lik — A şıkpaşa'da
(14. y ü zy ıl) '■aaribnam e"de a n la tılm ıç tır . Bkz; P. K öprülü . T ürk E debiyat ın d a tik M u tasavv ıflar , s. 273, n o t. 2.
85
Yapay şekilde dinsel ateş tutuşturuldugu zaman ise savaşımı, genellikle topraksız, evsiz insanlar^^ "gaziler’ benimsemiştir, ve Tarihçi Âşıkpaşazade’nin dediği gibi bunlar, ayrı birim ler değil, çoktandır “Futuvva" yasası nm birleştirdiği "Rum Gazileri’nden (Gaziyân-ı Rum) büyük müfrezelerdi.
Bu yoksul çulsuzlar takım ına toprak Vaadeden önü ne geçilmez b ir atılganlık, onları batıya çekiyordu; fetih 1er, bunların içinde kaynayan güce verim sağlıyordu, ve Danişmendler’i saf dışı bırakan Selçuklular, fetih düşündükleri zaman, bu öncü kollardan yararlanıyorlardı.
Selçuklular için tehlikeli "baba” düşüncelerine ka pilmiş çevrelerden çıkan Danişmendler, bu gazilere da yanıyorlardı; 12. yüzyılın birinci yarısında, b ir dönem bunlar. Küçük Asya’nın orta bölüm ünde (Niksar, Kayse ri, Ankara ve diğer kentler) egemenlik sürm üşlerdir.
Ama alplar ya da gaziler olsun, bunların aynı olan düşünceleri savaşa, yağmaya yönelikti, ve gâvurlara karşı savaş, "gazavat” (akınlar, seferler, savaşlar) ilan eden sultan, "adam larının” iyi doymasını istiyordu. Vakayiname, inançsızlardan ele geçirilen ganimeti, ayrıntıyla anlatm akta, ama İslâm laştırm a konusunda susm aktadır.
Kuşkusuz, hakkında söylenceler oluşan, Seyid Battal gibi (en görkemlisi Seyid Gazi) gerçek inanç savaşçılan da vardır.
Seyid Battal söylencelerinin temelinde, Omayadların Küçük Asya seferlerine katılan birinin (bir Arap’m) tarihsel anıları yatm aktadır.^
33 A. Y akub ow sk i on lar ı b öy le n ite liy o r (M ahm ud G aznevid, sborn ik “FerdovBİ’', L. 1935, s. 63). "G aziler" k on u su n d a gen e bkz: F. K öprü lü: T ürkiye T arih i, İ s ta n b u l, 1923, I. ss. 81 - 82. G ene on u n ; L es O rig ines de l ’Em pire O ttom an , p. 93, 101 - 106.
34 Seyid B a tta l G azi'n in "yaşam öykü sün de" , on u n , in ek d er isin i çok in c e şer itlere bö lerek İ sta n b u l k e n t in in y a r ısın ı n a s ıl e le geçird iğ in d en söz ed ilm ek ted ir: burada, 8. yüzy ıld a , Arap k o m u ta n ı M aslam a’n ın ricasıy la ,
86
Rum bilgini Karolidis, Seyid B attal’ın, Digenis Ak- r it üzerine Bizans söylencelerinin doğmasında etkili olduğunu düşünüyordu. Sorunu en iyi bilen H. Greguar, bu varsayımı geliştirdi; Seyid Battal efsanesinde, 12. yüzyıl başının tarihsel ortam ına ilişkin —Selçukluların Bizans'a saldırısı— gibi im alara da rastlanm aktadır. Bu efsanenin son bulduğu dönemdir; ama öykünün Arap kaynaklarına uzanan başlangıcı, Amori hanedanı dönemi olan 9. yüzyıl olaylarını canlandırm aktadır, ve Bizans destanına da y a n s ım ış tırB u ra d a , Seyid Battal ve Digenis Akrit ayır- dedilemez.
Sınır boylarında, Bizans akritlerinin ve Türk akıncılarının içinde bulunduğu aynı koşullar, aynı ortam , Digenis Akrit’in ve Seyid B attal’ın tiplerine, b ir ıç ortaklık ve buradan koşutluk sağlamıştır.
Öz toprağının bağımsızlığım savunan halklarda, bu savaşım, aynı tarzda söylenceler doğurm uştuı; örneğin, BizanslIlarda Digenis Akrit, Erm enilerde David Sasunki,“ Balkanlarda —Sırplarda ve Bulgarlarda— Marko Krale- viç yaratılm ıştır, ikili inanç ortam ı koşullarında ise, Bizans - Erm eni söylenceleri m üslüm an Türkler tarafından da kolayca* benimsenmiştir; onlar, "gazinin”, —savaşçı islamın kahram anı— Seyid B attal’m yiğitliğini dile getiren söylencelerin oluşumuna, yakın b ir takım etkiler katmışlardır.®' "Devgeniyevo deyaniye" daha önce, 12. yüz-
îs ta n b u l’da b ir cam i y ap ım ı k o n u su n d a k i an ılar y a n sım ıştır ; bkz: Skazkao h ltro s tl D id on l 1 K o n sta n tin o p o l (İzv estiy a A kadem i! N auk, 1918). Y ak u t'u n “C oğrafya S özlü gü " n d e b ild ird iğ in e göre S e lçu k lu la r ın b a şk en ti K ayse- r l’de E bu M uham m ed B a tta l cam isi vardı.
35 H. GrSgolre, L’âpopĞe b y za n tin e e t ses raports avec I'âpopâe q u e e t l ’âpopâe rom ane. B u le tt in de la c la sse des le ttr e s e t des sciens'es m orales e t l'A cadâm le B . de B elg lque, 5e sârle, t . X V II. 1931, s. 463 seqq. — ayrıca bkz: S. K yrlakldes, E14m ents h ls to r lq u es b y za n tln s d an s le rom an tu rc de Sayyid B a tta l, B y za n tio n , t. X I, 1936, p. 563 - 570.
34 A. V. B ank. D ig en is A krit v izan tiy sk ova eposa i D avid S a su n sk iy (D av id sa su n sk iy , Y u b iley n ly Sborn ik , p o sv y a şçen m y 1000 — le t iy u eposa. Y e- revan, 1939, s. 143 ve dev.).
37 tn a n ç sa v a şç ıs ı Seyid B a tta l G azi tip i, h erhalde, m ü slü m a n la r ın gön •
87
yılda, yani Küçük Asya’da, akritlerle akıncılar arasında savaş henüz sürerken, Rus diline çevrilmiştir. Destan, öy- küsel içeriğinin yanısıra, sınır bekçisi Rus bahadırlarının içinde bulundukları askerî ortam ı anım sattığı için, okura yakın gelmiştir.
Küçük Asya’da hıristiyanlar ile müslüm an dünya arasında, sınır savaşı, çok eskiden başlamıştı. Aralıksız savaşlar, öykülerde ve şarkılarda yankısını bulmuş, ve daha 10. yüzyılda (10. yüzyılın ilk yarısında) Digenis Ak- r it destanının temel çekirdeği oluşm uştur. Askerî kazanım lar duygusunun canlı, çarpışm alara ilişkin anıların taze olduğu sınır boylarında, Greguar’ın, Samasata yakınında Digenis Akrit’in ölümü olayını çözümlerken başarıyla kanıtladığı gibi, kahram anca yararlık şarkıları, b ir bölümüyle oluşmuştu.® Ama, Haçlılar da, Suriye'de müs- lüm anlara yükleniyordu; aynı şekilde Seyid B attal söylencelerinde yansıyan Arap yiğitlik öyküleri de burada yaygınlaşıyordu.
Ve, Hıristiyanların korujoıcusu Digenis Akrit Bizans dünyasının sın ırlan ötesinde, Sam osata yakınında düşmüşse, Bizans’a saldıran müslüm an kahram an Seyid Battal, doğallıkla, batıya kaydırılm ıştır. Onun mezarı, Bizans’ın kutsal yeri Nakoleon (sonra Seyid Gazi) kentine düşm üştür. Gazi’nin savaşçı ardılları bektaşi dervişler, burada Seyid B attal mezhebini yaratm ışlardır.^
lü n e u y g u n d ü şm ü ştü r . A. A, S em yon ova'dan d u yd u ğu m a göre, S ey id B a tta l a a z l'n in gazavatlar k ita b ı, B u h ara .hanı N asru lla (1827 - 1860) zaim am nda T ü rk çed en T acik çeye çevr ilm işti. K itap , V olga boyu T atar lar ın a İki yo ld an g e leb ilm iştir : B u hara'dan ve sonra doğrud an İstan b u l'd an . G en işçe 'dağılan ta şb a sm a sı yay ın , H. E th em ta ra fın d a n çevr ilm iş (D le P ah rten d es S a jjld B a tth a l. L elbzlg, 1871), R u sça olarak V. Sm irn ov'da ö ze tle n m iştir (Oçerk Istorll T uryetsk oy L itera tu rı. V seobşçaya Istoriya L ite r a tu n K orşa - K lrp lç- n lk ova, t . IV. s . 447-•466).
38 H. Grfigorie. Le to m b ea u e t la d a te de DlgĞnIs A kritas, B yzan tlon , t , V I. 1931, p. 481 - 508; "A ütour de D lgSn is A k rita s” V ll'd ek l İncelem en in özeti.
39 0 . Jacop. D le B ek tasch l]Je İn ih rem V erh S ltn ls zu verw an d ten E rsc lıe l- n u n gen . M ü n ch en 1909, s, 28. — T h. M enzel. D as B ek tascM - K loster SeJjld-1
88
Seyid B attal öyküsü, genel olarak, ikili inanç ortamının b ir yazınsal ürünüdür: Seyid B attal’m savaş arkadaşları, hıristiyanlarla savaşı yürütm ede yardım cı olan, görünmeyen m üslüm anlardır.
Sınırların korunm ası için yerleştirilen Oğuzlar, arada bir. Sultana başkaldırıyorlardı. Selçukluların düşmesinden sonra, doğal olarak, sınır beyleri kendilerinde güç hissettiler, ve Moğol genel valisi E ratna bey, b ir defasında, onların bastırılm ası için Amir Arif Çelebi’yi gönderdi.'"’
Bunlar, sultana pahalıya mal olan hırçın ve kendi keyfine göre davranan insanlardı. Onların, devlet düzeninin sağlamlığını tehdit eden bu delişmenliğini ve keyfiliğini bilen sultan, bunlar kendilerini soy başkanı olan beye değil. Sultana bağımlı saysınlar diye, boyları ufalamaya ve ayırmaya çalışıyordu. Sultanın siyasetinin dayandığı işte buydu. Bu yüzden, göreli olarak küçük b ir alan üzerinde, Ankara ili topraklarında, Türkmen (Oğuz) boylarının çoğunluğunun temsilcileri toplanmıştı; bundan dolayı boyun küçük bölüntüleri, birbirinden uzaklara serpilmişti.
Oğuzlar, boy önderinin çevresinde birleşince tehlikeli oluyorlardı, birbirinden ayrılmış durum da güçsüzdüler: Onlar için yalnızca soya, boya dayalı ik tidar anlaşılır b ir şeydi. Başka her boy, onlar için yabancıydı, ve onu düşman olarak görüyorlardı. Akraba boylar arasında iç çarpışm alar böyle ortaya çıkıyordu. Yalnızca Sultana karşı duyulan korku, bazan göçebe boylan dizginliyordu. Ama, Selçuklular yok olunca, her şey değişti. Küçük Asya yolculuğu sırasında, Îb n i-B â tû ta Erzurum ’da
G hazi (M. S. O. S .), Jah ran g X X V III, A b te llu n g II, s. 82 - 125. Beyld B a tta l - G azi (C afar İb n - H ü sey in - G azi) a m sı İ sta n b u l’da da sürüyordu , bkz: E vliya - Ç elebi. P u tesestv ly e , I, s. 470 - 471.
^OAflâkî, II, 41 S -4 1 6 .
89
iki Türk boyu arasında, kentin zarara uğradığı b ir iç savaşa rastlamıştı.'" Ve yüz yıl sonra, 15. yüzyuda, Küçük Asya’nın kuzeydoğusunda, “Dede K orkut K itabı”nda, bu halk yazını yapıtında canlandığı gibi, boylar arasında savaş henüz sürüyordu.
Oğuzlar başkaldırınca, “arm ağan” ödentilerine son veriyorlardı, ama sultanlar, armağan konusunda duyar- lıydılar, her tü rlü olağandışı olay, tah ta çıkma, evlenme, olağanın dışında giderlere neden oluyordu, ve Oğuzlar, sultanın hâzinesini ve mutfağını dolu tutm ak zorundaydılar. Ve onlar. Sultana, sürü, deve, tutsak, köle türünde doğal "arm ağanlar”, açıkçası, hıristiyan topraklarına akınları sırasında ele geçirdiklerini göndermektedirler. Haraç, süreklilik niteliği taşıyordu; örneğin, Büyük Selçuklu Sancar’m (12. yüzyıl) mutfağına. Oğuzlar, her yıl 24 bin koyun gönderiyorlardı.
, ,i Bozkır geleneğine göre,'* Türk boyları arasında öteden beri “sağ” ve "sol” kol bölünmesi vardı. Oğuzlarda da böyleydi; kol 12 dala bölünüyordu. “Sağ kol”un (sağ kol) başında Kayı boyu beyleri (ve Bayat), "Sol koF'un (sol kol) başında Bayındır (ve Çaudor [Çavundur, ç.]) beyleri bulunuyordu.'"^
Kayı boyu (Yazıcıoglu Ali Vakayinamesinde, b ir yerde, sınır beyi E rtuğrul anımsatılmaktadır)'*'*, sonunda, Moğolların ardından doğan feodal beylikleri yeniden toparlamış, ve Osrpanh devletini kurm uştur. Bayındır boyu,14. -15. yüzyıllarda. Küçük Asya’da egemen b ir yer tut-
41 İb n l B a tû ta , II, 294.42 B. V llad im irtsov . O b şçestven n ıy stroy m on golov . L ., 1934, s. 135.43 B u b ö lü n m en in k ö k te n llg l ve ö n em i k o m ısu n u , P. K öprü lü de d ile
g etir iyor (B izan s M ü essese lerin in T esir i, ss. 193 . 194, n ot. 1 ve kayn ak ça). A yrıca bkz: C harm oy. E xpSd ition de T lm ou r - i - L enk contre T ogtam isch o . M âm oires de l'A cadâm ie d e S t .— P etersb ourg, VI sfirie, t. 3, p. 148. "Çangar" — sol kol; “bungar" — sağ kol.
44 K u şk u su z , bu , O sm anlI s u lta n ı O sm an’ın b ab asın ın r a stla n tısa l bir adaşıdır, bkz: H a lil E dhem . K ayseriye Şehri, s. 57, n o t. 1.
90
muştur;'*® 15. yüzyılda, onlar, Ahlat’ta hüküm sürüyorlardı. “Dede K orkut K itabı"nda, Bayındır, Oğuzların yüksek önderi olarak yüceltiliyor. Ordu önderinin önemi, onun m addi gücüne bağlıydı.
Savaş, askerî yiğitliği yükseltiyor, kahram anlar doğuruyordu. Bu, doğallıkla, Oğuz için onurlu b ir uğraştı, Oğuz bununla gururlanıyordu. Burada, tipik eski Türk çizgisi ortaya çıkıyordu; B uhara’da "urugdar” ("soy sahibi”), "Buhara sultanlarına hizmetiyle kendini belirginleştiren Özbek” anlamına geliyordu.'^
Her boy, b ir tümen, yani (belli ki, atlı) 10 bin kişi veriyordu ve yalnızca (Selçukluların içinden çıktığı) Kınık boyu, 40 bin kişilik 4 tüm en sağlıyordu. Bu, b ir tü r çalışma vergisiydi.
Bu kuru ve yüksek rakam lar, gene de, kuşku yaratıyor. Sanki boyların sayıları aynıymış izlenimi uyandırıyor. Kınık boyundan, sultan, şurası kuşkusuz ki, öbür boylardan dört kat daha fazla sayıda kişi alıyordu. Kınık bo}aı, Küçük Asya’da büyüm üştü; Selçukluların siyasal yengisi, Kınık soyuna, daha az şanslı Oğuz boylarının eğilimini güçlendiriyordu.
"Tümen” terimi, örgütlenmenin köklerini ortaya koym aktadır. Selçuklulara daha sonra geçen bu terim , Mo- ğollarda boyun 10 bin savaşçıdan oluşan b ir yüksek askerî birliği anlamına geliyordu; belli ki. Oğuzlarda, " tü m en”, artık tümüyle sayı, anlamım yitiriyordu- "tüm en” kendine özgü b ir resmî birim , belirli b ir yeri, göçebe konağını işgal eden boy parçasıdır,'*^ ayrıca bu, soy terim lerinin alışılan yazgısıdır.'*®
45 B ay ın d ır ve o ğ lu n u n tü rb eler i ü zerin d ek i yaz ıtlar . Bkz: A bdurralıim Şerif. A h la t K itâb eler l. İsta n b u l, 1932, ss. 77 - 80. A iıla t h ü k ü m d a rın ın , z e n g in olarak ü n ü vardır; bkz: B en im "O sm anskiye sk azan iya i leğ en d i” (E t- n ograflçesk oye obozrevan iye, 1916, no . 3 - 4 , s. 2 0 -2 1 ) .
46 N . H am kov. O p isan iye B uharskovo h a n stv a . spb., 1843, str. 182.47 B. V lad im irtsov , ts it , soç ., str . 104.48 D ah a sonra, O rta A sya'da '‘tü m en " bölge, kaza dem ektir, bkz; A.
91
Oğuz boylarından toplanan ordu, bu insan çığı, Küçük Asya’yı doldurduğu zaman, hatırı sayılır b ir gücü temsil ediyordu; onlarda devriye (talaya), öncü (karol),'” artçi (çağdol)®’ gibi, korunm a için ileri karakollar vardı, kısaca bunlar, gene de düzensiz b ir kitle değil, çarpışma sırasında, daha önceden belirlenm iş görevleri yerine getiren örgütlü askerî birliklerdi.
Askerî birlikler için özel terim lerin varlığı (sağ kol ve sol kol, ileri karakol, öncü, artçı) yeniden, Oğuz boylarının savaş taktiğinin Tatarların (Moğolların) savaş yürütm e yöntemlerine benzediğini düşündürüyor. Örneğin, Sudak seferi sırasında, sultan ordularının kom utanı Çoban, yeniliyormuş izlenimi vererek bilerek geriye çekilmiş, düşmanı kaleden uzaklaştırm ıştı. Ve belki, OsmanlIların Bizans’a saldırısı da (Avrupa’ya geçip önce Edirne işgal edilerek, İstanbul’un arkadan kuşatılması) eski yöntem leri yansıtm aktadır. Ama, Tatarlar da, böyle hareket ediyorlardı: 16. yüzyılda Rusya’yı ziyaret eden tngiliz Fletçer, Tatarların askerî ustalığına şaşırmıştı.
Türk savaş taktikleri, kom şuları tarafından çoktan çözülmüştü: Bizanslı Nikifor Grigora bundan sözetmek- tedir; "Solovo o polku tgorove” de, Polovets’lerin îgo r’- un ordularını nasıl üzerine çekerek pusuya düşürdüğünün ve sonra üzerine saldırdığının öyküsünü anlatm aktadır. Oğuzlarda, askerî birlikler, ondalık sisteme göre kurulm uştu. Yazıcıoğlu Ali Vakayinamesi, kom utanlardan
Sem yon ov , Oçerk p o zem eln o — p od atn ovo i n a logovovo u stro y stv a b. B u - harskovo h a n stv a . T aşk en t, 1B?9, str . 39, prim . 74. Krş; ayr ıca B abur’da kaza dem ek o la n "bölük" sö zcü ğ ü K ü çü k A sya T ürklerinde “askeri b ö lü m ” dem ektir, bkz: V. B ad lov sözlü ğü , IV. 1701. "T üm en" sö zcü ğ ü n ü n e tim o lo j is i ve k avram ın İçeriğ in e bkz: W. B arth old . E n e y c lo p id ie de l'Islam , IV. 880.
49 B u sözcü k , M oğol a k m la n s ıra sın d a T atarlar aracılığ ıy la R u sçaya da girm iştir , ■—'‘K araul".
50 V akayin am ede (Y azıc ıoğ lu A li, III, 150) b ir yerde "D uydar b e g i” o la rak an ılm ak tad ır , h er h a ld e bu , “D um d ar b eg i” yerin e b ir b ask ı h atasıd ır .
92
söz ederken, b ir yerde, “serverler”den ("server”, Farsça, önder, başkan) ve "elliliklerden” (ellibaşı) söz etm ektedir.
Ama, bu da, Oğuzlara Orta Asya'dan getirilm iştir. Örneğin, Nizam-ül-Mülk (bl. XIX), her 50 seçme “gu- lam ”m (bunların sayısı belki 200'dür) başına b ir “nakîb” yerleştirmeyi salık veriyor. B uhara'da da, ordu, on sayısına göre örgütlenmişti; dıyahbaşı (onluk grup başı, onbaşı), "pıyancabaşı” (ellilik grup başı, ellübaşı)
Devletin kuruluş gelişmesinin ilk aşamasında. Sel çuklularm ordusu, her an savaşa hazır, seferberlik duru m unda yaşayan boylardan oluşturulm uştu. Savaş sırasın da, bu ordu, hem Moğollarda hem Türklerde olduğu gibi soy ve boy hiyerarşisine dayalı dönemini sürdürüyordu.
Timur ordusunun donatımını anlatan tarihçi Mir hand, putperestlerden, yani Orta Asya Türk - Moğol hal kından savaşçıların, eski ve yeni âdetlere uyarak, yanla rında, b ir yıllık yiyeceklerini ve b ir yayla 30 ok getirme lerinin zorunlu olduğunu belirtiyor.®
Bu düzenin kalıntıları, barış zam anında olduğu gibi savaş zamanında da devlete yükümlülüklerini yerine ge tirerek, altı aylık yiyeceklerini, sürekli elinde bulundu lan yürüklerde de (yörüklerde Ç.), devam ediyordu. "30’ sayısı ise, soy düzeninde, herhalde, büyük rol oynuyor du. Yürüklerdeki "Ocak”, 30 aileden oluşuyordu; Make donya'daki eski M anastır ilinin, bugünkü Serfiyçe kenti nin Küçük Asya'ya göç eden Rumeli Türkleri b ir süre önce saptandığına göre, beylerine bağlılıklarım, 30 oktan oluşan b ir sadakla ifade ediyorlardı.
Bundan başka, tehlike zamanında, korkusuzca kendi
51H. H am kov, agy., s, 184. — B kz: ayrıca, V. B ad lov . Srednyaya Zera.v- şau sk aya d o lin a . Z apiski B u ssk ovo geografiçeskovo ob şçestva , 1880, t VI, s. 82ı
52 B . G rekov 1 A. Y akub ovsk iy . Z o lotaya Orda, L., 1937, s. 82 - 83.
93
boyunun yardım ına atılan seçme, ayrıcalıklı alplar ve bahadırlar grubu bulunuyordu.
Selçuklular, özverili cesaretleriyle göze çarpıyorlardı. Bunlar, Reşideddin’in anlattığı gibi, “her yerde saygı gören”, “değerli" ("aziz”) Kınık boyundandı.^ Örneğin, Sultan Arslan’m adına, “alp” sanı çoktan eklenmişti. Belki de bu cesaret, Selçukluları, Oğuz boyları üzerinde yükseltmiş ve küçük b ir boya, tah t hakkını sağlamıştır.^
Kaşgarlı Mahmud, Oğuz boylarını sayarken, ilk sıraya, "sultanların içinden geldiği" Kınık boyunu yerleştiriyordu.
Ama, başlangıçta, Kınık boyu, gölgede kalmış bulunuyordu. “Selçukname"de, 24 Oğuz boyunun başında “Sa- lo rlar”m bulunduğundan sözedilmektedir. Küçük b ir Oğuz boyu temsilcisi, “bahadır, sağduyulu ve bahtı açık”, anne tarafından ise hüküm dar soyundan gelen Lokman Han, daha sonra seçilmiştir.'® Sonuncu düşünce, sanki, bu boyun ani yükselişini haklı çıkarır gibidir.
Selçukluların (son sultanının) kendi yerini alacak yeni b ir gücün gelmekte olduğunu görerek, Osman Gazi’- ye, bağımsızlık simgesi olarak davul ve sancak gönderdiğine ilişkin söylenti, Selçuklularda devletin askerî temeli konusundaki anıların ne denli güçlü olduğunu dile getirmektedir.^
Sefere niyetlenen sultan, bunu, m ektuplarla sınır beylerine duyuruyordu. Oğuzlar toplanınca, sultan, onlar için geleneksel b ir şölen, "şilan”^ düzenliyor, koyun-
53 T rudı V ostoçn ovo o td elen iya , t. VII, a 38.54 H. N ih a l ve A. N aci, (agy., ss. 253 - 254). K m ık b o y u n u n a d ın ı ta ş ı
ya n 15 yer sayıyorlar; gen e bkz: H ü sey in N am ık O rkun. A nadolu'da O ğuz Boy Adları. "U lus” , 1935, n ° 4871. Yazar, B ergam a'da K ın ık n a h iy es i b u lu n d u ğ u n u an ım satıyor; b u n d an başka M araş'ta (A hm ed B efik , age, d o k u m en tı no: 185, 201), K uzey Su riye'd e (ayn ı yerde, d o k u m en t no: 159) (" K ın ık U şak” ) vardır.
55 Ziya G ökalp. Eski T ürklerde İç t im a i T eşk ilâ t. M illi T eteb b û ler M ecm u ası, n ° 4, ' s. 437.
56 P. K öprü lü . B izan s M üessese lerin in T esiri, s. 185..57 T ürkler ş im d i "şölen '’ şek lin d e yazıyorlar.
94
1ar kesiyordu. Bu, sultanın tah ta çıkışında da yapılan eski b ir ulusal kutlam a töreniydi, ayin masası çevresindeki Oğuz boyları temsilcileri, töre gereğince, b ir parça kızartılmış yağ alırlardı.®^ Ortak yağı yiyen Oğuzlar, b ir anlamda, sultana ant içmiş olurlardı.
Küçük Asya’da ulu b ir devlet kuran göçebe halk, Oğuz Türkleri, göçmen yaşamının geleneklerini, alışılmış "töre” hukukunu sürdürüyordu.^’
Töre’nin, Oğuzların alışılmış hukukunun tutkusuz sürdürücüsü Sultan I. Alaaddin Keykubad, 13. yüzyılda da, göçebe yaşamım dile getiren eski yemek alışkanlıklarını yeğliyordu."*
Ziyafette, "yer hiyerarşisi” özenle gözetiliyor, temsilciler, alışılmış hukukun belirlediği yerlerinde oturuyorlardı; bu hukuk, Oğuzların efsanevi atası Oğuz Han tarafından kutsal kılınmıştır.^'
Yazıcıoğlu Ali Vakayiname’sinde, boy önderlerinin "şölende” oturm a düzeni anlatılm ıştır. Düzyazıya kaçan, kendine özgü b ir sofra töreni şarkısı olan koşuk parçasına, belli ki, sonradan eklemeler yapılmıştır. Şiir, kuşku-
58 P. K öprü lü , T ürk E d eb iy a tın ın M enşei. M illi T eteb b û ler M ecm uası, n ° 5, ss. 27 - 34. — N. llm in sk iy . D revn iy ob ıçay rasp redelen iye k u skov m yasa, soh ran ivşiy sya u k irk izov (— kazakov). Izvestiya V ostoçn ovo e td e le - n iya A rhologiçeskovo obşçestva , ç. 1, vıp . 5, spb, 1860, s. 109 - 127. A ynı yerde, s. 128 - 136. "P rim eçan lya n a p lsm o N. i . t im in sk o v o k P. S. Savelyevu" L anu G alsan a G om boyeva. — Ziya G ökalp, agy., s. 414 - 418. A bdulkadir. O run ve Ö lü ş M eselesU T ürk H uk uk ve İk tisa t T arih i M ecm u ası, c. I, sç. 12 1 -1 3 3 .
59 F. K öprü lü b u n a İşaret e tm iş tir (T ürk E d eb iya tın d a i lk M utasavvıflar , s. 210).
60Y azıcıoS lu A li, III. 215.61 O ğuz d esta n la r ı ve 24 O ğuz boyu k o n u su n u A bu'l G azi B ah ad ır h an
da y in e lem ek ted ir (R odoslovnaya T ürkm en. A. T u m an sk i çevirisi, Aşkabad, 1897). İ s ta n b u l’da O ğuz söy len ce ler i y a y ım la n m ıştır (b ana u la şm a d ı): W. B ang — Q. B . R a h m ati. O ğuz K ağan D esta n ı. İstan b u l, 1935. A yrıca bkz: S itzu n g b er ich te d. P reu sslch en A kadem ie der W issen sch a ften X X X V , 1932, A. N . Bernştaim , " tstor içesk aya pravda v ı leğende ob O ğuz - K agane" (S o - vetsk aya etn ogra fiya , 1935 g. n ° 6, s. 33 - 43) m ak alesin d e, S e lçu k lu lar d ö n em in e d eğ in T ürk ha lk lar ı ta r ih in in aşam alar ın ı belirtiyor.
95
suz, Sultan II. M urad için yazılmıştır. (Osmanlı sultanlarının içinden çıktığı Kayı bojmnun egemenliği konusundaki varsayım da, burada yer alm aktadır). Sultanm hiçbir zaman güçlü karşıtları olmayan "ahilerin” sıradan düzen koyucular. Oğuzların (20. yüzyıla değin bırakm adıkları) eski geleneğinin sürdürücüleri rolüne düşürülm esi de, Türkçe m etnin işlenmesinin ,en azından, 15. yüzyıla değin uzandığını ortaya koyuyor. Halk şarkıcıları "ozanlar” ya da “âşık lar” tarafından yaygınlaştırılan iktidar üzerine resm î görüşler, Raşideddin tarihinden alıntı bulunan bu parçada da yansımıştır.^
H autsm a'nın yayımladığı metin özensiz hazırlanmış- tır;‘® ama, şiirin sonundaki özel adların seslendirilmesi (ve biçimi), b ir önceki şiirde aynı göründüğüne göre, et- nografik terim lerin, 24 bojoın adlandırılm ası konusu üzerinde b ir kez daha durm ak isteğiyle, parçanın çevirisini aktarıyorum.*^
"H anların atası, Oğuz -han söyledi; — şöyle belirledi töreyi, yolları ve yasaları; — şu şekilde öğüt verdi — töre oğullarına yol olsun diye. — Dedi: Sonra Kayı, han olacağı için, — O, sağ kolun beylerbeyi ilan olunsun, — Töreye göre sol kolda da beylerbeyi olacak, — o da Bayındır olmalı — Töre, kurallar ve ikram da yine — şu düzende olmalı, ey kardeşim: — Baştan Kayı oturacak, sonra Bayat , — sonra Alkaevli ve Karaevli, ağırbaşlı,“ — sonra Yazır otursun, onun ardından Düker, — sonra, tabii, Tundırga, Yapurlu“ — Avşar, Kızık** ve sonra Bek-
62 A bdulkadlr, agy., s. 123.M Y azıc iog lu A li, III. 203 - 204.64 A naliz Th. H ou tsm a (D le ah u zen stB m m e. W. Z. K. M., II, s. 219 - 233)
ta ra fın d a n verilm iştir , m ak ale, k u şk u su z, ş im d i e sk im iştir (bkz: F. K öprülü . A n adolu’da İsla m iy et, s. 37, n o t. 1).
65 M etinde, "Sonra h a lk a a v lık ta u lu b a şb a t” ; kop ya ed en H ou tsm a, d ize an laşılm am ıştır . B eşid ed d in 'd e A lk ırev ll ve K araevli.
66B eşldü 'd D ln'de; Yayırtı.67Reşldü'd D ln ’de: K an k .
96
deli, — ve sağ kolda en sona Kargın.Sol kolun başında Bayındır olacak, — onun altında,
küçük kardeşi Biceneg^ — sonra Çaundur,^’ yanına çep ni'’“ b ir de Eynürle Salor otursun, — sonra Alayünlü^’ ve Urakir^ — îgdir, Bükdür,^® Yivak '" ve Kınık. — îşte bu düzenle oturm ak gerek; — önlerinde payları olmalı;” Ku- mus ve “K ım ran”^ aynı bu düzenle — içilmeli büyüklerle küçükler arasında; — Beylerin görev ve sanları, bu düzende dağılsın soylarla dallar arasında,^ — Bu soylardan herkese dağıtılsın — eğer kalırsa, o zaman ötekiler de yararlansın.” ®
Bu düzen, Rum Selçukluları için b ir ideal olan Büyük Selçuklu, Sultan Sencer^’ zamanında, 12. yüzyılda sıkıca gözetilmektedir.
Barış zamanında, savaşın yerini sportif oyunlar ve özellikle,, Cengiz H an’ın®° belirttiği gibi, savaş okulu olan av alıyordu, ama, av Moğollarda da sevilen b ir uğraş ola-
68 K aşgarlı M ahm u d’da: Peçeneg.69R eşid ü’d D ln ’de: ça v u n d u r .70 M etinde; Ç inl.
71 B eşid ü 'd D in'd e: U layon tlı; krş: A layu n t, K ütahya'da, A nadolu dem iryolu ağ ı İstasyonu . [T ok at - A rtova’da "A lanyu rt” ]
72 R eşid ü'd D ln ’de: U rekir (krş: A nkara y a k ın ın d a U regll dem iryolu is ta sy o n u ), ayrıca m etin d e “b ıy ık ’’ şek lin d e .
73 R eşid ü'd D in'de: B ükdüz.74 R eşid ü ’d D in'de: " y iv e '’: H ou tsm a (D le O h u zen stam m e, s. 226) o k u
n u şu şöyle veriyor: “Y avm ” ; M ükrem in H alil (agy., s. 42): “Y avuk" ya da "Yıvık".
75 M etinde: M uçlar m ü çe sö zcü ğ ü bkz: AbdulkadiT, agy., s. 1 3 1 -1 3 2 ; orada V. R adlov sö z lü ğ ü n e (IV. 2227), ve P. M elioran sk i’ye (ZVO, t . XIV, s. 021 - 022) gönd erm eler var; V III. y ü zy ıl. Y en isey y a z ısın d a "dü ğü n arm ağanı".
76 V. R odlov. O pıt s lovarya tu rk sk ih nareçiy, t . 11. s. 854: “kam ran '’ (K azan T atar d il i) , su y la k arıştır ılm ış , k a y n a tılm ış in ek sü tü .
77 M etinde: soy, u ru g terim leri: soy ter im ler in in u y u şm a z lığ ı k o n u su n dan , V. B artold söz ediyor (Oçerk Istorli T urkm enskovo naroda, s. 29 - 30).
78 Ç eviri varsay ım la verilm iştir , m etin d e; "artır ise ayruğı hoş göreler’'.79 V. B artold . Oçerk isto r ii tu rk m en sk ovo naroda, s. ' 2 (R avendl’d en ).
O n u n a n ıs ın ı M erv h a lk ı sayg ıy la koruyor, adı çevresinde m asa llar y a ra tıyordu: bkz: V. A. Jak osvk iy . R azva lln ı starovo Merva. spb., 1894, s. 125 - 126.
SOUstav lova vı Y ase (bkz: Q. V ernadsk iy. O so sta v e V elikoy Y ası C ln- glzh an a .) B ru ssel 1939, s. 21 - 22.
97
rak savaşa hazırlarken, aynı zamanda ekonomik önem de taşıyordu; bu, bozkır feodalinin kendine üzgü b ir doğal yükümlülüğüydü.
Asya'nın her yanında, av, bir Sultan uğraşıydı, (daha sonra Rusya’da benimsenen) geleneksel, sevilen b ir hüküm dar uğraşı; Kaçar Şahı yüceliğinin tüm parıltısıyla b ir yere hareket ederken elinde şahin tutan b ir şahinci, ona eşlik ediyordu.®'
Bozkır Türklerinde, şahinle yapılan av, çok eskiden beri yaygındı.®^ Kaşgarlı Mahmud, "Sözlük”te, avdan (si- gor) ezeli biı Türk geleneği olarak sözediyor. Selçuklular da, doğallıkla, eskiyi özenle koruyorlardı; Büyük Selçuklu Melikşah zamanındaki av törenlerini anlatan özel bir "Av K itabı” ("Şikârnam e”) vardı.“
Rum Selçuklularında, avın başında “em ir” bulunuyordu; "erki sınırsız" vezir Sa'deddin "Köpek”, b ir zaman, av başkanı "em ir” görevinde bulunmuştu.
Oğuzlarda, Küçük Asya'da "büyük av” (ulu av)®"* yılda iki kez oluyor ve 15 gün sürüyordu;®® geniş b ir alanda hayvanlar gözetlenip izleniyor, sonra sürülerek sıkıştırılıyordu.®^ Bu b ir soy ve boy töreniydi; Oğuzlaim kuş ve
81 E. A ubin. La Ferse d 'an jourd 'h u l. Paris, 1908, s. 132.82Bkz: “K u tad gu B ilik ” (İzd. V. R adlova) s, 212. — A yrıca krş: M.
G avrllov. P erep elin ıy sport u T aşk en tsk ih sartov. J ivaya starina , god X V III, 1909, s. 47 - 51. — , B u a vm K ü çü k Asya'da n e d en il yayg ın laşm ış o ld u ğu n u (P. G ize ta ra fın d a n kayd ed ilen ) T ürk h a lk tü rk ü lerin d ek i şiirse l tip ler gösterm ektedir; d e lik a n lı ve genç k ız arasın da aşk ın doğuşu, ik i k u şu n , k e k liğ in ve ş a h in in arasın daki savaşım b iç im in d e b etim len iyor: bkz: V, Gord- levsk ly . İz n a b iü d en iy n ad tu ryetsk oy pesney. E tnograflçesk oye obozren iye, kn. 79, M., 1909, s. 31. — K eklik tasv ir in e . K ü çü k A sya’da b ir yerde y a ra tıla n ve T ürk h a lk tip le r in in ve b e tim lem eler in in ya ra tılm a sın ı e tk iley en D igen is A krit R um d esta n ın d a da T aşlanm aktadır.
83 F. K öprülü . B izan s M üessese lerin in T esiri, s. 268, n ot. 1. — P. K öprü lü . T ürk E d eb iy a tın ın M enşei M illi T eteb b û ler M ecm u ası, n ° 4, ss. 34 - 40.
84 F. K öprülü , agy., n ° 4, ss. 34 - 39.O SYazıcıoglu A li, III, 215.S iY a z ıc io g lu A li'd en görü ld ü ğü g ib i (III, 68) yaban dom uzu avı y a p ılı
yordu: İzn ik ve İn ö n ü arasın da S u lta n I. G ıyasedd iu K eyhüsrev’in ço cu k lar ın a orm and a yaban d om u zu sa ld ırm ıştı.
98
vahşi ha5Tvan totemleri, bunu dile getirmektedir. Sultan sağ kol ve sol kol beylerini ve sipahileri (sultanın kişisel hassa birliği "oğlanlar" da katılıyordu) b ir aıaya getiriyordu. Sipahilerin varlığı, boy töreninin yalnızca soy üyelerinin değil, genel olarak askerî hizmet yapmaya uygun kişilerin el isabetinin ve gücünün sağlamlaştığı sportif askerî oyunlara dönüştüğünü göstermektedir.
İsabetli vuruşlar ödüllendiriliyordu. Küçük Asya'da, Selçuklular, daha Orta Asya’da oluşan düzeni koruyorlardı. Eğer biri, okunu kaplana isabet ettirirse, koluna kaplan kuyruğu "Kufas” bağlanıyordu.®^ Kuşa başarılı isabet durum unda, "Sultan”, ihsanda bulunuyordu. 12. ve 13. yüzyıllarda. Küçük Asya’da, kaplan ve yaklar bulunuyor muydu, belli değil; daha doğrusu, tüm bunlar, vakanüvist tarafından, Nizam-ul-Mülk-ün "Siyasetname”sinden kopya edilen, Orta Asya’dan gelme betimlemelerdir. Ama, İzmir bölgesindeki Selçuk’ta (eski Efes), İzm ir’deki Müze M üdürü Selahattin K antar’m savladığına göre, bugün de panterler bulunmaktadır.®® Bunun yam sıra, P. A. Çi- haçev'in atlasında, da, İzmir çevresinde öldürülm üş b ir panteri yansıtan gravür bulunm aktadır.
Sultanın atalardan kalan b ir başka tutkusu daha vardı. Büyük b ir at hayranıydı. Küçük Asya’da, sultanın zevkleri incelmektedir, ve ona Macar ve Kafkas (tavlin)®’ atları getirilmektedir.
At, akınlar yapan binicinin sevinciydi, Önasya’da ata yüksek değer veriliyordu; örneğin, Gürcü kralı. Tamara'- nm kocası David Soslani, b ir at karşılığında, Kale ve köyler vermişti.
Öğrenim, kuşkusuz, düşük düzeydeydi, ve yabancı87 "K utas" k o n u su n d a bkz: P. Savvaitov. O pisaniye s ta r ln n lh russk ih
u tvarey, od ejd ... i. k on skovo pribora. spb., 1896, s. 15 - 16.88 Bkz; Y azarın “U lu s" tak l m ak alesi, 28 Ş u b a t 1938, "İzm ir'de K aplan
Var m ı Y ok m u ?’'89 Bkz; Y azıciog lu A li, m . 341.
99
din adam larınca yaygm laştınlan yazıya, alfabeye Oğuzlar, boş inanlı b ir korkuyla bakıyorlardı; daha Uygur- larca Çinlilerden alınan “b itik” (mektup) sözcüğü onlarda tılsımla eşanlamlıydı.^'"
10. yüzyılda Îbni-Fadlan, Oğuzları gözlemlediği sırada, onlar, henüz putperesttiler. Fadlan, onlarda, 8. yüzyıl Türklerinin putperest cenaze ayinlerini bulm uştu. Ama, ik i-ü ç yüzyıl geçtikten sonra. Küçük Asya’da, is lâm, çağlarca oluşan yatkınlıkları ancak yavaş yavaş değiştiriyordu.
Örneğin, daha 13. yüzyıl başında, herhalde, ölünün gövdesini örten toprağın kutsallığı konusunda, henüz İslâm öncesi (Şaman) anlayışıyla dolu olan Selçuklu, düşmanı Danişmend Yağı Basan’dan öç alarak, onun mezarını açmış, kemiklerini yakarak külünü rüzgâra savur- m uştur: O, düşmanın “ruhunu” topraktaki sığmağın huzurundan yoksun kılmak istiyordu.
Oğuzlar, m üslüm an olurken, eski düzenlerine sıkıca sarılıyordu. Bugün bile. Küçük Asya Türkmenlerinde, m üslüm anlara güvensizliği kanıtlayan b ir atasözü devam etmektedir: “Müslümanm yolundan gitmek olmaz.”’’ Selçuklular döneminde, boysal, ulusal gelenekleri zorla yok ettiği ölçüde. Oğuzların m üslüm anhğa antipatisi daha güçlüydü.
Oğuzlar resmî olarak müslümandı, ama bu, işin dış yüzüydü, ve daha uzun süre, onların çift adiarı vardı; Yeni, müslüman, ve eski, soy adı ya da lakap. Eski adlarını Tcoruyan Oğuz m üslüm anlan, içgüdü ile, b i ' halk öğüdünü anım sam aktadır: "Kardeş yabancı adı almak, ya-
90M aterialı po is to r ll... T u rk m en il, 1, 311.91 T ürkm en A şiretleri. İstan b u l, 1332 (1916), s. 321. K m peryalist savaş
sırasın d a T ürk iye’de ça lışm ış o lan A lm an lar (m ü h en d is F reylih ve R aulig ) ta ra fın d a n h az ır lan an bu k ita p — beşyüz sa y fad an fazlad ır— n a sılsa fark ed ilm em iştir , am a ça lışm a g en iş b ir en togra fya ve so syo lo ji m a lzem esi İçermektedir'.
100
bancı ulusa benzemek dem ektir.””İkili ad, (islâmm derinlemesine girmek durum unda
olduğu) saray ya da m em urlar zümresinde de görülmektedir, örneğin: Ziyaeddiri K ara Arslan (askerî artçı b irlik başkam), Fahreddin Arslan Doğmuş, Mubarizeddin Ertokuş, Seyfeddin K ara Sonkor, Şemseddin Altunpa vb..
13. yüzyılda yüksek yöneticilerde boy adlarına eğilimin başka örnekleri de var. Aymak, "Kaym arlı” yöneticisi, Amasya valisi (Aymak, anlaşılan, Amasya çevresinde de göçebelik ediyordu) iki ad taşıyordu: Nureddin Tugrak; onun çocukları da iki adlıydı: Seyfeddin Salor, Şemseddin Oğuz, Hüsameddin Timur; ve adı, "Slovo o polku îgorove”den Polovets hanını anım satan diktatör vezir Sadeddin Köpek.’
Bazan soy adı, Oğuz’a dayatılan yeni ada üstün geliyordu (örneğin. Em ir Oğulbey’de olduğu gibi); Selçukluların eski düşmanı. Sultan kinlenen ve bu yüzden ihanet eden Danişmend Yağı Basan, belki, kom şular üzerinde korku doğuran, soyunun adını taşıyordu.
Basit savaşçılarda, eski adlar, kuşkusuz daha ağır basıyordu, am a sıradan sipahiye feodal vakayinamede yalnızca b ir kez rastlanm aktadır: Salor Yoluk (Yuluk)’'* Arslan.
Boy lakapları, 14. yüzyıla değin tutunuyor: Sultan Velet’in m üridleri arasında Em ir Mehmed Sokurci (burada Oğuz totem i “sonkor”, yani şahin, görülüyor)’® bulunuyordu; Ladik’teki inanç Bey’in adı gene Oğuz totemini yansıtan, kardeşi Doğan Paşa vardı.’
92 V. R adlov. O braztsı n arodn oy L lte r a tu n tu rk sk ih p lem en V. 227 (M anas ü zer in e).
93 Krş: P. Fadlev. N ogayskaya skazka ob A k-K öbyoke. Sb orn ik M uzeya an trop ologu 1 e tn ogra fil, t . V. s. 189 - 196.
94M ükrem ln H alil böyle okuyor (agy., s. 56).95A flâkî, II, 314.94A flâki, II, 327, 384. — A yrıca krş: K onya İlinde b u g ü n k ü yerleşim
nok ta ları: D oganbey, D oganhlsar.
101
Bunlara, seyrek olarak, 16. yüzyılda da rastlanmak- tadır. A. Refik tarafından yayımlanan, madenlerle ilgili belgelerde, h. 980 yılında Oğuz adlı b ir eski sipahiden sözediliyor.’
Oğuzlarda lakaplar, genel olarak, boyun kökeniyle ya da soyun totemiyle bağlantılıydı.’® Sol kol boyu Kınık'tan gelen Selçuklularda, sanki, sık sık “çakır" (aladoğan) lakabı beklenir gibidir, ama onlarda, “Arslan lakabına da
rastlanm aktadır. Burada, daha sonra sikkelerde de, yansıyan eski İran amblemine ("aslan ve güneş”) duyulan heves dile gelmektedir.*”
“Kılıç” adında, lo rnand’m bildirdiğine göre, bunlar arasında yaygın b ir kıbç saygısının anısı yatm aktadır. îkili ad "Kılıç - Arslan”, H autsm a’nm düşündüğüne göre baba boyunun ve anne boyunun totem lerini göstermektedir; ama, totemlere b ir inancın da bulunmadığı isimleri tahlil eden P. M. Melioronski, H outsm a'm n kuşkulu varsayımına karşı çıkıyordu: "Kılıç - Arslan” birleşim inde, iki sözcük de, her şeyden önce, erkek totem leridir: Kılıç (erkeğin silahıdır), Arslan, Selçuklular sojoınun ikinci adıdır (krş. Süleyman - îb n - Kutıimtş - İbn - Arslan - tbn - Selçuk); Arslan, belki, Selçuk'tan daha küçük b ir alt birliğin soy adıdır.
Oğuzların islâmı benimsemesinden sonra da, ataların işleyip geliştirdiği zorunlu yaşam norm ları törede yer
97 A. R efik . O sm anlI D evrinde T ü rk iye M adenleri. İsta n b u l, 1931, no. 26, s. 16.
98 Tlı. H outsm a. E in T ü rk lsch - arab isch es G lossar, lierau sgegeb en u n d erlgu tert. L elden. 1894, s. 26. — D aha geç dönem de, H outsraa'dan b ağ ım sız olarak, A. N . M aksim ov, b u k on u y la ilg ilen m iştir {K. voprosu o to tem izm e u narodov S ib iri. U çen iye zap isk i RANtON, t . VI. s. 7 ve dev.).
99 tran dak i a slan lar üzerine, b aşlan g ıçta , kah ram anların a n ıt m ezarları k on u su n d a bkz: A. R om askeviç. tzvayan iya i izobrajen iya Ivov v ı Irane, III. M ejdun arod nıy syzed po iran sk om u isk u sstv ü i arhebiogil. M. - L., 1939, s. 209 - 215. B u n u n la b irlik te , aslan , aslan p ostu , aslan ku yru ğu, çok esk id en beri ik tid ar sim gesiyd i (H ititlerde, M ısırd a , ve d ah a sonra B izanslIlarda).
100 Th. H outsm a, op. c lt., s. 27.
102
almıştı; toplumsal ya da özel yaşamın her adımı, kurallara bağlanmış bulunuyordu. Oğuzlar, (başları daima örtülü olması gereken) m üslüm anlar olduklarını unutarak, sevinç anında, şapkalarını ("külahlarını") havaya fırlat- m aktadırlar.'“' Ama, belirtm ek gerekir ki, bu, belki de (harfi harfine yorumu da inandırıcı olmayan), şapkanın yere çalınmasının umutsuzluğu dile getirmesine'^ benzer, tipik b ir sevinç ifadesidir.
Küçük Asya’da, törenin koruyucusu, Oğuz boylarının önderi Selçuklu sultanıydı. Sultan I. Alaaddin Keykubad’- ın ölçülerindeki sadelik, devletin görkemli gelişme ve yücelme çağında devam eden göçebe (boy) geleneklerinin gücünü dile getirmektedir. Vakanüvist, Sultan I. Alaaddin'in, Oğuzların alışılmış hukukunu, "Oğuzname’yi çok iyi bildiğini gururla vurgulam aktadır. Saray yaşamından (sivil) mahkemeye kadar, küçük ayrıntılar bile, "Oğuzname’nin kesin buyruklarına dayalıydı.'”
"Oguzname''de, “çeri” ve "yasa” norm ları bildirilmiştir, yani Alaaddin, eski askerî "çeri” ve sivil "yasa” kurallarını gözetiyordu.
Belli ki, soy kütüğünün çözülmesi süreci, yavaş, ama (Ahmed Refik’in yayımladığı belgelerden görüldüğü gibi, 17. yüzyılda bitmemiş olsa da) aralıksız devam ediyordu, îbni - Bîbî'nin vakayinamesini yazdığı 13. yüzyılın sonuna doğru, Selçuklu devleti ü st zümresi, daha yarım yüzyıl önce egemen olan ölçülerdeki sadelikten ne denli uzaklaştığım açıkça duyumsuyordu. Ama, değişiklik, çoktan. Sultan I. Alaaddin Keykubad’dan çok önce görünmeye başlamıştı; o, tarihçi için, Selçukluları erişilmez b ir doruğa yükselten ideal hüküm dardı; bu, onun eskiye, dedelerinin eski geleneklerine bağlılığı, devleti uçurum a sü-
101 Y azıo ıog lu A li, III, 105.102ibnl B îb l, IV. 114.103 Y azıciog lu A li, III, 217.
103
rükleyen yeniye karşı nefreti sayesinde olmuş gibi görünüyordu.
Selçukluların saray yaşamında, şehzadenin eğitimcisi, onun vasisi, onurlu "atabek” sanı devam ediyordu. Öğrencisi yükseldiği zaman, atabek, büyük b ir etki kazanıyordu; Sultanın güvendiği kişi, ilk danışman odur, çünkü o, her şeyden önce, "a ta” olarak adlandırılm ıştır.
Düğün törenlerinde, Oğuz gelenekleri, renkli şekilde ortaya çıkıyor.’ Oğuzlarda, evlenmeler, boy içinde yapılıyordu, bunlar endogam “içten evlenme” evlenmelerdi. Sultanların harem leri esirlerle doluydu; Selçuklular, siyasal düşüncelerle karşı taraftan, Bizans’tan ya da Gürcistan’dan eş alıyorlardı, ama gene de, Türkmen kadın daha yakındı: Sultan I. tzzeddin Keykavus’un evlenmesi sözkonusu olunca, ona, II. Kılıç Arslan’m "temiz soyundan” gelen Erzincan beyinin kızını ("melike") gösterirler.
Cenaze sırasında da, m üslüm anhktan önceki gelenekler gözetiliyordu. Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in cesedi (Rumlarla çarpışm ada ölmüştü) Konya’ya getirildiği zaman, oğlu, I. îzzeddin Keykavus, zengin bir ayin sofrası düzenlemişti; ayrıca, onun binek atım (türbesine?) yerleştirmişlerdi, cuma günleri, üzerine, kızıl Türkistan atlası Örtüyorlardı.’
tnsanın yeryüzündeki bağlı dostu ve yoldaşı at, ölümden sonra da sahibini koruyan b ir tılsıma dönüşmüştü. Rubruk,'“ gezisi sırasında, b ir Moğol mezarının çevresindeki yüksek sırıklara, her yana 4 olmak üzere 16 a t postu
104 B u k o n u d a a y r ın tı iç in bkz: VI. G ordlevskiy. tz k om m en tariyev k afcaroosm anskom u perevodu h ron ik i m a lo a z ia tsk lh Selçuk ldov, ta k n azvaye- m oy h ron ik i İb n i B ib i, s. 6 - T.
105 Y azıcıög lu Ali, III, 114: "ve b ir n ö b eti cen ib e ti 'y ed e k at. çavgar, ç ." and a m ü lâzım kad ı ve k ız ıl a tla s b ir K estü a n ı (T ürk istan 'ı?) b ir le h er azin e “süs, z iy n e t, ç.” g ü n m ü retteb k a lu b tu ta r la rd ı.” Krş: P a lla d i’n in a n la tt ığ ı M oğol h a n la r ın ın cen azeleri: V. B artold . K . V oprosu o pogreb ain ih obryadah tu rok 1 m on golov, t . XXV, s. 65.
106 v. de R ubruk . Puteşestviy© v ı vosto çn ıy e stran ı, s. 80.
104
asıldığını görmüştür.Sultan tarafından yönetilen mahkemede, eski yön
tem ler egemendi. Öldürmeye karşılık öldürm e gerekiyordu, ama kan, "kun” parası ödemek de olanaklıydı. Örneğin, Aflâkî, vezir Muineddin Pervane’nin Celâleddin Rum i’nin ricasıyla, dostunun evinde saklanan bir katil için düşmanlarına "kan bedelini” ödediğini anlatm aktadır.’" "Kan bedeli” bazan büyük tu tarlara ulaşıyordu; mevlevi- ligin başkanı tarafından büyülenmiş olan Alameddin Kayşar (Aksaray hükümdarı), Celâleddin Rumi'yi hoşnut etmek için, varlığını (40 bin dirhem) seve seve dağıtmış- tı.'“
îslâm , kadından, daha önce yararlandığı özgürlüğü almıştı: Kadınlar, örneğin, "şölene” katılıyorlardı; "Dede K orkut K itabı”nda, kadının da, savaşta kahram anlık gösterdiği doğrulanm aktadır.
Selçuklular çağında, (anıt yapılar üzerindeki) yazıtlarda genellikle, kadın hayırseverlerin (Selçuklu "prenseslerin”) adları yer almıyor, adlar, sıfatlarla yer değiştiriyor; "dirliği ve inancı temiz”, ya da, kısaca sultanın ya da sarayın çevresinden kadın ünvam olarak "hond”da yer alıyor, (hond).’°’ Bu ünvana yalnızca Selçuklular devleti toprağında (Niğde ve Kayseri’de) değil, Osmanlı devrinde Bursa’da da rastlanm aktadır ("Hondi - H atun”); tıpkı bunun gibi, vakayinamede değinilen adlar da gerçek adlar değildir."” Müslüman dini, resmen, kadını gizliyor ve hatta aşağılıyordu. Rum Selçuklularının tarihçisi müslü- man Aksarayi'nin kadın konusundaki düşüncesi de alçal- tıcıydı.'”
lOTAflâki, I, 120.lOSAflâkt, I. 361.109 N iğde’de H ond k o n u su n d a bkz; VI. G ordlevskiy. t z j lz n l sovrem yon -
n oy T u rtsll. V ostok , kn . 3, str . 206.110 H alil E dhem , K ayseriye Şehri, s. 32.111V. B artold . O n yek otorıh v o s to çn ıh ru k op lsa lı, s. 0133, prim . 1.
105
Ne var ki, gelenekler ve yaşamın istemleri karşısında, İslam boyun eğmek ve ödün vermek zorundadır. Güçlü kadın, dinin koyduğu putları kırmayı başarabiliyordu.
îb n i- B ib in in annesi, erkekler arasında dolaşıyordu. Ama bu, onun mesleğiyle, önceden bilen horos Fastas et nefastas, [uğurlu ile uğursuzu bilen falcı, m üneccim ], sultanın m utlu ve mutsuz saatlerini kestiren, ber saatini yönlendiren b ir "müneccime” olmasıyla açıklanıyordu.
Küçük Asya tarihinde, kadının, kocasının ölümü üzerine, onun yerini aldığı durum lar olm uştur. Sultan I. Iz- zeddin Keykavus’un dayılarına bağlı olan Halco’te G^ura- da b ir zam anlar Melikşah’m kardeşi Tutun” hüküm dardı), küçük yaştaki Melik yerine “otorite vekili \e devletin yöneticisi” görevini, annesi Azize yerine getiriyordu;”’ Halep’te, fiilen, atabek Şihabeddin Doğrul yönetici olsa da, Yazıcıoğlu Ali (1218 yılında) yalnızca Tayfa’dan söz ediyor.”'’
Daha geç dönemde, 14. yüzyılda da, Osraanlı toplu- munun (islâma kapılmış) yüksek çevrelerinde, eski bozkır gelenekleri kortmmaya devam ediyordu. îbni - Batûta, İznik'te, kocası Sultan Orhan adına kenti yöneten "Beya- lun”a, yani Nilüfer’e”® rastlam ıştı; daima islâmm koruyuculuğunu yapan Îbni - Batûta, onu, dindar vo üstün bir kadın olarak tanıtıyor.”^
Bazan ödünler veren İslâm, gene de, Türklerde, putperest oldukları sürece egemen olan gelenekleri yumu-
112 B elk i bu b ir ad değil de, “tu d u n " ü n v a n ı. A yrıca M ükrem in H alil (agy., s. 63) o n u " tu tu ş” şek lin d e adlandırıyor.
113 Y azıcıoğ lu A li, III, 163.114 V. B artold . M usu lm an skIy m in istr - f ilo so f ep oh i k restov ıh pohodov.
V ostok, kn . 4, 1924, s. 134.115 p. G lze 'n in ön erd iğ i ok u n u ş; dem ek, h a n M uhaınm ed U zb ek 'in k a
r ısı olan , B izan s im p aratoru n u n k ız ın ın adı da N ilü fer'd i. (B ilü n ?) (Bkz; İb n i B atû ta , II, 383).
116 Îb n i B a tû ta , II, 323.
106
satıyordu. "Karısı ve çocukları bulunan biri ölünce, çocuklarından en büyüğü, eğer annesi değilse, kadınla evlenir” diye yazıyordu İbni - Fadlan.” Bu kez. Sultanın dul karısı, yakın m em urlardan birine veriliyordu; örneğin, vezir Muineddin Pervane, sultanın ölümünden sonra, onun karısı Gürci H atun’u almıştı.
Yaşamda, kadın, din adam larının baskılarını savuşturuyordu. Yeni inancın buyrukları, Oğuz müslümanla- rina henüz yabancıydı, ve onlarda her şey eskisi gibi kalıyordu. "Dede Korkut K itabı”, yüksek çevreye (örneğin sultanlara) erken mal olan çok karılılık konusunda susm aktadır.
Yacızioğlu Ali’nin belirttiğine göre, (daha önce hapiste bulunan) Sultan I. Alaaddin Keykubad, Konya’ya girdiği zaman, kadınlar, pencerelerden alayı seyretmişlerdi.”® Akdeniz kıyısında (Alaiye’de), 14. yüzyılda, kadınlar, henüz açık dolaşıyorlardı."’ Ama, burada, belki hıristi- yan gelenekleri etkili oluyordu. Çünkü, Alaiye, Bizans kenti Kolonoros’un yerinde ortaya çıkmıştı, belki de liman yaşamı, islâmm zayıf ilkelerini kırıyordu.
Küçük Asya'da, her şey, müslüm an yaşam biçimine benzemiyordu. Yeni karşılıklı toplumsal ilişkilerin karmaşık durum a soktuğu yüksek devlet iktidarı düşüncesi bile, soy kütüğünün yansım alarını koruyordu.
Arapça olarak kazılan anıt yazıtlarında, tum turaklı Arapça ünvanlarm yanısıra, örneğin "cabuaa”'^ yani Or- honca "vabsu” gibi eski sıfat ve sanlara da rastlanmak- tadır; 10. yüzyılda îbni - Fadlan, "yabgu” formvmda, Oğuz boyları başkanının sanını vermektedir. [îbni - Bîbî’de es-
117 P u teşestv ly e tb n F ad lana n a V olgu, s. 61.118 Y a z ıc io g lu A li, III . 202, Eğer ben , (buradaki “d erlçe” “saray lar”
d eg ll de “p en cere” ) doğru an lad ıysam , b ir zam anlar, K onya'da, ev lerin p en cereleri sonradan o ld u ğu g ib i av lu ya değil, caddeye açılıyordu .
I l9 lb n l B a tû ta , II, 256.120 VI. G ordlesvkiy. K voprosu o v lly a n ll tu ryetsk ovo yazıka n a arabskiy.
Z apiski k o lleg il vostokovedov, t. V, s. 273.
107
ki Türk sanı "Tutun” ("Tudun Behadır”) şekli de vard ır].’ '
Selçuklularda, ordunun eski örgütlenmesini yansıtan eski Türk sanlarının sürmesi de doğaldı: "Yabgu” ve “şad”, ordunun sağ ve sol kanatlarının başkanlarıydı.
Sultan öldüğü zaman, onun ardılı sorunu, müslü- man kurum u olan "mecliste” görüşülmüyordu; erkân, Oğuz boylan temsilcilerinden b ir kurul olan "kurultay”ı topluyordu. Selçuklularda kurultay, hanın ilan edildiği boylararası ortak toplantının eski işlevlerini sürdürüyordu. B ir seferinde, kurultayda, düşünce ayrılıkları başgös- termiş, o zaman, Maraş beyi Nusreddin, Oğuzların alışılmış hukukunu anımsatm ıştı. Şöyle diyordu: "Büyük kardeş varken küçüğe serverlik düşmez” (“Aga varken eyni- ye serverlik değmez.
Oğuz beyleri, seçilenin çevresinde ayakta durarak, önünde üç kez eğiliyorlardı; sonra, ona bal ve kımızla dolu sağraklar sunuluyordu, Osmanlı tarihçisi Lütfi Paşa, böyle anlatıyor.
Yazıcıoğlu Alinin bildirdiği tah ta o turtm a töreni, Ka- ramanoğulları hüküm darlarında, henüz devam eden eski Türk geleneklerinin aynısını canlandırıyor;’® sultan, kollara alınarak kaldırılıyor ("taşınıyor”) ve tahta oturtulu- yor,’"* sonra, üzerine yağmur gibi dirhem ve dinarlar (gümüş ve altın sikkeler) savruluyordu.
Alıştığı eski form lardan istemeyerek vazgeçen bozkır insanı, her yanda duyumsanıyordu.'^ Sultanın sarayına
121 îb n l B îb l. r v . 314; b u sözcü k k o n u su n d a bkz; "Sborn lk M uzeya a n trop ologu 1 e tnograril" m ak alesi, t . V. s. 395 - 400.
122 Y azıcıoğ lu A li. m, 97.123 V. V elyaan h ov . Zernoz. İssleclovan lye o kasım ovsk lh tsaryah 1 tsa re-
vlçah . spb ., 1864, ç. II, s. 403 -4 0 9 (votsaren iye U raz - M uham m eda).124 ib n l Btbî, IV, 251, ve a y n ca 280 (K u r’an ü zerin e y em in de bu rad adır).125 V. B arto ld (O çerk isto r ll tu rk m en sk ovo noroda, s. 28), S e lçu k lu s ik
k elerinde, K ın ık boyu d am gasın ın (u cu yu k arıya d ön ü k ok) b u lu n d u ğ u n a işaret ediyor. Bkz: E cşid ü 'l D ln ’de dam ga ta sv ir i (T rudı V ostoçn ovo o td e le -
108
gelen beyler, "Oğuz geleneğine göre” eğiliyor, toprağı öpüyorlardı. Bizans İm paratoru Roman Diojen de, Alp Arslan önünde toprağı öpüyordu. 11. yüzyılda. Büyük Selçuklular, bağlı beyliklerle ilgili tören düzenini henüz bilmiyorlardı.
Sultan, iktidarı güçlü olduğu sürece, toprağı, oğulları arasında soy "uluslarına” bölüyordu. O, Rum ’a kişisel yurtluğu gibi bakıyordu. Sultan II. Kılıç Arslan böyle davranmış, daha Büyük Selçuklularda var olan geleneği izleyerek, toprakları 12 parçaya bölmüştü.'^'^ Bilindiğine göre, bu, bozkır adamı sultanın iradeyi dağıttığı son olaydır. Oğulların bölgelerinden sultanın divanına gelir gelmiyordu, yalnızca, yılda b ir kez, çocuklar, babalarının önünde eğilmeye geliyorlardı.’®’
“Halkın sesi” de saraya girebiliyor, burada, sık sık halk ozanının türküsü duyuluyordu. Ve ozanlar, (Prof. F. K öprülünün ortaya çıkardığı) anonim ozan örneğinde görüldüğü gibi, daha 15. yüzyılda bile vardılar.’® Ozanlar, halk şairleriydi, türkülerin yazarı da çabucak unutuluyordu.
Selçuklularda, şiir. Şaman dini izlerini taşıyordu.16. yüzyılda. Sultan I. Selim’in "ordu şairinin” adı (ya da yazınsal takm a adı). Kazakların bugün de koruduğu bir terim olan "Bahşi”’ idi.
Oğuzlarda töre (alışılmış hukuk,) her yanda ağır basıyordu ve îran kültürüyle beslenmiş yerleşik kentli ile, göçebe Oğuz arasındaki uçurum, yabancı b ir mevlevi olan
n ly a A rheologioeskovo obsçestva , t . VII, s. 38), K aşgarlı M ahm ud'da Salor- la rm dam gası dah a çok, R eşidü'd D ln ’ln K ın ık İçin dam ga ta sv ir in i a n ım satm ak tad ır . — F. K öprü lü (B izans M ü essese lerlııln T esiri, s. 257, n o t. 5), "K ın ık ” d a m gasın ı çom ak olarak an lam ıştır .
126 B elirte lim kİ, S u lta n II. K ılıçarslan 'ın o n b ir o ğ lu vardı, o n İk incisi k ız ı t s m e tû ’d D in G evher H atu n ’d u (bkz: 'Ekler").
127 Y azıciog lu A li, III, 11.128 Y u su f Ziya, H alk E deb iyat A n to lo jis i, İstan b u l, 1933, s. 12. (— E debiyat
serisi, s. 24).129 Agy., ss. 13 - 14.
109
Aflâkî’nin gözüne çarpm ıştı. Atalarının düzenlerini ve söylencelerini özenle savunan göçebelerin yerleştiği bozkırların ortasında, kent kültürü vahaları yalnız başına görünüyordu.
Aflâki’ye, Oğuzlar yabancıydı. O, Oğuzları umacı gibi görüyordu. Celâleddin Rumi’nin oğlu Bahaddin Veled’in, Türkler halife üzerinde güç kazandıkları zaman, olasıdır ki, Bağdad'da tahrif edilmiş olan b ir "hadis" anımsadı ğmı anlatıyor: "Benim, doğuya yerleştirdiğim b ir ordum var; adlarını Türk koydum. Öfkemi ve gazabımı onlara bıraktım ; ve kurallarını çiğneyecek b ir kişi ya da halkın bulunduğu her yerde, üzerlerine Türk'ü salacağım, bu benim intikam ım olacak.”’ “
Aflâki, m üslüm an sofuluğuyla ağulanmış Kaşgarlı M ahmud’da, daha 11. yüzyılda yer alan “tanrının felaketi” barbar Türkler konusundaki eski uydurm aları yinelemekte, ama Selçukluların gene de Küçük Asya'da, müs- lümanhğm kalesi olduklarını, mevlevilerin Oğuzlar sayesinde yükseldiğini ve yoksul, bilisiz köy halkım sömüren güçlü feodallara dönüştüğünü unutm aktadır.
İranlılar da, Türklere bu gözle bakıyorlardı: Ubeyd Zakani, “Risalei Târifât”ta, "Türkler, deccahn ön habercisidir”, demektedir.
Müslüman kültürüyle "ışıklanmam ış” basit insan "Türk”ü, geleneksel aşağılama, Osmanlı aydınlarına İranlIlardan geçmiştir.”'
130Aflâkl, II, 478 - 479.131 Ö rneğin 16. yü zy ıl şa iri M esihl, belki, yaban cıların bu İ lg isiy le alay
ederek şöyle söylüyor: “Y a Arab’dan ya A cem 'den yürü gel b ize ’’ (Ya arab- d an ya acem den yü rü ge l) . A yrıca, O rta A sya'da da "Türk"e b öyle b a k ıyorlardı; Babür, day ısı S u lta n A hm ed’den, h içb ir şey ok u m ayan "saf y ü rek li b ir T ürk” ( 'T ürk ü sade idi") olarak söaetenektedir, bkz: V. B artold . U lu gb ek i yevo vrem ya. Pgr. s. 145.
110
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Selçuklular Devrinde Oğuzların Durumunun Bir Görünüm ü Olarak 15-18. Yüzyıllarda Küçük Asya
Göçebe Boylarının Örgütlenmesi
"Oğuz zam anı” ("Oğuz Zamanı”) Osmanlı döneminde uzun süre am msanmıştır. Bir bölümüyle "Dede Korkut K itabı”nda yansımış olan Oğuzlar üzerine söylenceler, halk türkülerince sürdürülüyor ve halk bu türküleri severek dinliyordu.' Soya dayalı içgüdülerin yankıları, Küçük Asya'da, uzun b ir süre yaşamaya devam ediyordu.
Küçük Asya’ya, daha, Orta Asya ya da Moğol bozkırlarından getirilen, Oğuzların eski örgütlenmesi, Anadolu’da Türk "aşiretleri” (göçebe boylan) üzerine 16.-18. yüzyıllar belgelerinde, kuşkusuz, yansımıştır. Osmanlı
1 B elli k on u lar ş im d i de K ü çü k Asya'da h e n ü z yaşam aktad ır, bkz: “B ey . şoh lr’de bir E rm en in in n o t la n ” (Ü lkü, 1938, no . 2 ve dev .).
111
hükümeti, buyruklar yayınlarken, eski ferm anlara dayanmakta,^ arşivlerde bulunan eski düzenlemelerin gözetil- meşini istemektedir. Osmanh sultanlarının “kanunnam eleri”, Sultan II. Mehmed zamanından beri, göçebelerin alışılmış hukukunu, daha önce, Selçuklular devrinde oluşan norm ları yasallaştırıyor, sağlamlaştırıyordu. Göçebe Oğuzların atalarının yaşamını kavram ak için arşiv malzemesinin büyük önemi buradan bellidir.
Bu belgelerde “Oğuz” sözcüğü kaybolmuştur; boy bağlarını yitirmiş ve Arap ve Fars yazınları üzerinde eğitilmiş Osmanh yönetici zümresi için, şanlı ataları Oğuz "Türkleri"nin anısı artık utanç vericidir, ve onlar, “Yürükler” ve “Türkm enler" sözcüklerini kullanm aktadırlar; ayrıca, bu terim ler birbirinden ayrılm akta ve karşıt olarak alınm aktadır (bkz: örneğin, Ferman no: 205, s. 162). “Yörük” (göçebe) terim inin çok eskiden yerleşmiş olm ası m üm kündür; belgede (no; 196, s. 148) "eski yürükler” den sözedilmiştir.
Ne var ki, Türkm enlerin küçük parçaları, bunların 24 boy adını, şurada burada sürdüren Oğuzlar olduğunu dile getirmektedir. Örneğin, 233 no’lu belgede (s. 203) Begdili Türkm enleri adı geçmekte, 246 no’lu belgede ise (s. 215), Bayat boyu (Suriye Bayatları) anılm aktadır.
Terminoloji, artık, değişikliklere uğram ıştır, boyların bölümleri, yöneticileri ve boy başkanlarına vb. ilişkin terim ler arasına Arapçalan katılm aktadır; genel olarak eski Türkçe terim lerin yeni Arapçalarıyla b ir karışımı görülmektedir.
Okuryazarlarca hazırlanmış olan belgelerde, kuşkusuz, boyların “cem aat”e, “m ahalle”ye ("mahle”) bölünmesinde, Arapça terim ler (“taife, aşiret”) yer t ’ıyor; ama Türkçe terimler, çok daha ayrıntılı geçiyor: "Ocak" (otuz
2 S u lta n II. M eh m ed'in "K an unnam esi" k on u su n d a "bu k a n u n n a m en in o n u n b a b a sın ın ve d ed esin in o ld u ğu ” söy len m ek ted ir .
112
ailelik birlik), boy (“cem aat” bunun Arapça karşılığı), "aym ak”, "bölük”, "oba”. Bu terim lerin evrimi, büyük b ir toplumsal yarar taşıyor; bu terimler, b ir bölümüyle ortak Türk soy kütüğünü yansıtm akta (krş: örneğin, oymak), b ir bölümüyle, Osm anlılann askerî birim lerine geçmiştir; örneğin: bölük; "ocak” terim i yeniçeri ordusu için benimsenmiştir.
Boyun başında, eskiden beri, "subaşı” bulunuyordu.^ Daha 16. -18. yüzyıllarda, belli boyların ya da boy bir- liklerinin'* yüksek yöneticileri, böyle adlandırıl dığına göre, ister istemez, önceden de, Selçuklular döneminde bu terim in göçebeler arasında çok yaygın olduğu ve Oğuzlarda soyun yarı askerî yapısının kalıntısını gösterdiği, su- başıların göçebe feodallar olduğu varsayımı ortaya çıkıyor. Örneğin, Selçukluların atası Selçuk'un sanı subaşı idi.® Sonra, Osmanlı döneminde subaşı, eski konumunu yitirmiş, taşrada polis işlevlerini görür durum a gelmiştir; komiser ya da mahalle polisidir;‘ Evliya Çelebi’den anlaşıldığına göre bu işlevler, en azından 17. yüzyılda artık görünmeye başlam ıştır.
17. yüzyıl başında, göçebelerde, "subaşı” terim i yok oluyor; bunun yerini "başbuğ”, "m ir” (miri aşire t-boy beyi), "reis” (“reis”) terim leri alıyor. Bunuma birlikte, "m ir" terim inin ardında yüzyıllık b ir geçmiş vardır: Sultan II. Mehmedin “Kanunname”sinde, Yürüklerin emirin- den (Mir) sözedilmektedir. Eski terim lerin yerini terket-
3 w. B arthold , 12, V orlesun gen , s. 101. T ürk iye’n in A vrupa k esim in d e (T ekirdağ’ın g ü n ey b a tıs ı) S u b aşık öy vardır.
4 T erim e bazan "m ü3eH lm ’'İ6rde rastlan m ak tad ır . (b elge no. 63, s. 50).5 W . B artold . 12 V orlesun gen , p. 101 (btez: K aşgarlı M ahm ud, I, 397:
“S elç ik S u b a şı” ).6 (Ordu) ve (su ) sö zcü k ler in in karışm ası, b ozu lm aya yard ım etm iştir ;
krş. Saiml B ey sö z lü ğ ü (II, s. 386 - 387), Fr. K raelits - G relfen h orst n edense b öyle an lıyor (K an u n n am e S u lta n M ehm eds des Eroberers. M. O. O,, I, 1921, p. 39, n o t 2). "Su bashl" sözcü ğü k on u su n d a bkz: m ak ale, J. H. ICra- m ers. “E ncyclopâdle de l ’Isla m ” (IV . 5 1 3 -5 1 4 ) .
7 S. 169'da (b elge no: 161) y a n lış y a z ım (baş ve b u g ).
113
mesi, doğal biçimde oluşm aktadır. Bunlar, dışarıdan, İstanbul’dan hüküm et m em urları gönderilmesiyle b ir yana itilmektedir.
Boyun kuruluşu gereği, ayrıca boyların başkanlan olan boy beyi, (beğ, big) bulunuyordu, Selçuklular zamanında, onların iktidarının önemi ve kapsamı, sanki daha fazlaydı; "bölükbaşı", “çeribaşı”.
"Bölük”, önce, Orta Asya'da kullanılan, bonra, Mo- gollarca İran ’ın yönetim yapısına sokulan eski b ir terim dir; “Çeribaşı” “çerilerin” yani savaş için donatılmış kişilerin, askerlerin yöneticisi demektir.® “Çeri” sözcüğü, Türk dillerine çok eskiden girm iştir; önce, H indistan’dan Uygurlara geçmiş, Uygurlardan, onların devlet yapısının kalıtçıları Mogollarca alınm ıştır (krş. Moğolca "tsirik”). Son olarak, Osmanlılar, Yürüklerin (Oğuzlar) askerî örgütlenmesinden hareketle, yeniçerileri oluşturm uştur.
Ayrıca, seçkin görev adamları, ya da yaşları ve zekâlarıyla güven kazanan kişiler vardı; büyük rol oynayan "kethüda” (yöneticiler); "ihtiyarlar” (Orta Asya’daki "aksakalla r”); "iş erleri”; "söz sahibleri”; "il erleri”, tüm bunlar "en iyi kişiler”'(ahassi rical) idi (belge no: 198, s. 153).
Sonra, sipahilerin ve yeniçerilerin baskılarından korunm ak için, Yürüklerde, iç milis olan "yiğitbaşı” kurumu yaratılır (belge no: 108, s. 57).’
Göçebelerin soy örgütlenmesi, doğallıkla, dağılıyor; Selçukluların siyasetini sürdüren Osmanlılar da onların çözülmesi için çaba harcıyorlar. Bu süreç, 17. yüzyıl ortasına doğru hızlandı. Aynı dönemde, b ir örnekseme reform u oluyor, (kethüda, yiğitbaşı) gibi resmî görevler,
8 V o y n u k la n n önderleri u zu n süre, 19, y ü zy ıla d eğ in böyle a d la n d ır ılıyordu, bkz: K. treçek , agy. s. 579. T erim ş im d i ç in gen elerd e (b ir tü r m u h tar lık ) sürm ektedir.
9 Krş: İran ’daki' (“I lo t” ) Türk göçeb eleri K aşkay’lar ın ö rgü tlen m esi: A. R om askevlç , P esn ı K aşkaytsev, Sborn ik M uzeya an trop ologu 1 e tn ografll, V, 575 - 576.
114
İstanbul'da, zanaatkâr örgütlerinde, atelyelero>. de ortaya çıkıyor. Devlet aygıtı sağlamlaşıyor, yönetimde merkezileşme meydana geliyor. Göçebeleri yönetmek ve denetlemek için İstanbul’dan “voyvoda” gidiyor. Bu konuda ilk değiniye, h. 1103 yılında, yani 18. yüzyılın başına doğru rastlanıyor. Bu noktada, artık, Balkan Slavlarının etkisinin yansıması duyuluyor. Voyvoda, anlaşılan, askerî yönetimi de üstleniyordu. Durumuna göre "boybeylerin- den” daha yüksek b ir konumdaydı (belge no: 221, s. 165). Ve (Göçebeler içinden seçilen) Kethüda, artık, merkezi yönetimce saptanıyor ve belli ki, İstanbul'dan "berat" ve onur "cübbesi" alıyordu (s. 219).
Boyların üyeleri arasında, gene de, henüz güçlü bir bağ vardı. Görevler, kalıt şeklinde geçiyordu. Bâbıâli, boybeylerine, onların torunlarına ve akrabalarına veriliyordu (s. 191, 209), ama b ir seferinde, kethüdanın yakalanmasını buyuran hüküm et aynı zamanda onım akrabalarına da gözdağı veriyordu (s. 216).
Boyun birlik ve dayanışması, hüküm et tarafından iyi kullanılmıştır: herhangi b ir yeni önlem alırken (örneğin savaş zamanında insanların toplanması), taşra yönetimi, "boy seçkinlerini” dinsel divanda topluyordu, ve bunlar, b ir yükümlülük alıyorlar, yani, boy adına merkezi yönetimin isteminin yerine getirilmesi görevini (asker sağlanması, suçluların teslim edilmesi) üstleniyorlardı.
Hükümetin politikası, boy önderlerinin göze girme çabası üzerine kurulm uştu. Bunlara, onursal sanlar bağışlanmakta (belge no: 219, s. 182), ya da tersine, hükümet, itaatsizlikten ötürü, sürgünle ya da azletmekle tehdit etmektedir. Onlardan, zengin ve soylu kişiler rehin alınıyor, hapishaneye kapatılıyordu.
Göçebelerin hakları, giderek kısıtlanıyordu. Silahları (ateşsiz ve ateşli) alınıyor, ata binmek, kılıç kuşanmak, (levend ya da yeniçerilerinkine benzer) askerî giysi giy
115
mek vb. yasaklanıyordu; tüm bu önlemlerle, hükümet, Yürüklerdeki savaşçı ruhu öldürmeye çalışıyordu.
Daha Selçuklular zamanında, göçebe Oğuzlara, "ik- ta ”'° denilen toprak parçalan ayrılmıştı; onların yalnızca, herhangi b ir bölge çerçevesinde hareket etmelerine izin veriliyordu.
Böyle olmakla birlikte. Yürükler ve Türkmenler, bir yerden diğerine göçmeye devam ediyorlardı. Yürüklerden söz eden belgeler sık sık ekliyor: "konar, göçer” Yürükler; ama bunların yer değiştirmesi, eskiden beri, hüküm eti kaygılandırm akta ve rahatını kaçırm aktadır.
Türk boylarının göçebeliği, ik tidarlara kaygı ve huzursuzluk veriyordu. Bunu çok iyi anlayan Nizam-ül-Mülk, uygun b ir siyaset oluşturm uştu; İstanbul da ona öykünüyordu. Ama, Küçük Asya’daki başına buyruk Türkler, merkezi yönetimin eylemlerini büyük dikkatle gözlüyorlar. Yürükleri toprağa bağlamaya yönelik önlemlere, başkaldırılarla karşılık veriyorlardı. Bir yandan savaşçı atılganlıklarını yansıtan, öte yandan toprağa yerleşen arkadaşlarım, “Fellahları” horgören “iskân türküleri”, bu savaşımı, ustaca dile getirmektedir."
Anadolu’da, zaman zaman, kuşkusuz, denetim amacı güden, göçebe yazımları yapılmıştır. H. 1133 yılında, yani 18. yüzyılın 20’li yıllarındaki yazım bunlardan biriydi (belge no: 236, s. 208). Yazlık ve kışlık göçebe konakları olan yaylaklar ve kışlaklar yüzyılların geleneğiyle, göçebelere ayrılmış bölgelerdi. Daha sonra, h. 1143 yılında. Yürükler konusunda b ir tüzük de yayımlanmıştı.
Yürükler ve Türkmenler, Anadolu’da gürültü ve taşkınlık yapıyorlardı, yerleşik köylülerin bereketli tarlaları on lan çekiyor ve dağlardan inerek ekinleri batırıyor, köy-
10 F. K öprü lü . B izan s M üessese lerin in T esiri, ss. 226 - 227.H B kz; A. R efik ta ra fın d a n “H alk B ilg is i Haberleri", 2, no. 16, ss, 9 3 -9 9 .
d erg isinde ya y ım la n a n b elgeler üzerine y a z ıla n A bdulkadir'in m ak alesi.
116
leri basıyor, yağmalıyorlar, sürüleri, insanları vb. kaçırıyorlardı. Sivil halk, yasal kom şuları göçebeler tarafından yapılan zorbalığa, o anda dayanmak zorundaydı. Bu baskınlar, yıldan yıla tekrarlanm aya, dışardan yeni göçebe kalabalıkları gelmeye başlayınca, İstanbul’a şikâyetler yağıyor, hüküm et de göçebeleri, belgelerde kayıtlı geleneksel topraklarına döndürm ek için çaba harcıyordu. Bunların yerleştirilmesi konusuna özen gösteriliyordu; hükümet, toprak parçaları belirliyor, taş evler ve damlar kurm aya zorluyor, yer değiştirme sırasında, b ir yerde üç günden fazla kalmayı yasaklıyor, göç etmelerini güçleştirm ek ve ağırlaştırm ak için, dağlarda boğazları ve geçitleri tutuyordu. Her yanda, özel kişilere bağlı karakolla r bulunuyordu; bunlar, “h an '’larda "ağalar”, dağ geçitlerinde (daha sonra, anlaşılan, jandarm a kurum u olan "zaptiye’yi oluşturan) "zabitler”di. Anadolu'da, kendine özgü b ir göç ya da yerleşme yönetimi yaratılm ıştı: burada, toprak işlerini düzenleyen acentalar (iskânbaşı) bulunuyor, Anadolu’da yağmacılığın kovuşturulm ası için paşalar gönderiliyordu (belge no: 222, s. 186). Ve, olasıdır ki, göçebelere elverişsiz topraklar veren hüküm et, gizliden gizliye, bu niteliksiz, huzursuz insanlardan kurtulm ayı düşlüyordu. Bu topraklarda, insanlar ve hayvanlar, sık sık hastalıktan ölüyordu. Göçebeler için, b ir yerde kalmak bunaltıcıydı. Onlar, özgürlüğe can atıyordu.
Yerel yöneticiler olan "valiler” ve "m ubassırlar” göçebeleri eziyordu; Bâbıâli bile, b ir seferinde, Aydm’daki Gümüşlü bojomdan alınan parasal haraçların haddinden fazla olduğunu kabul etm işti (belge no: 204, d. 162).
Baskılar altında ezilen göçebeler, yollar boyunca, kervanlara ve askerlere saldırıyorlardı, göçebelerin ayaklanm aları ve başkaldırıları (tam öyküsünü arşiv malzemesi ortaya koyabilir), büyük top rak lan kapsıyordu. H. 1100 yılında (1689) Türkmenler, Elbistan halkına kırk
117
gün süren korku yaşattılar. Kısaca, 16. -18. yüzyıllarda, göçebe Türkler, 20. yüzyılda, Dersim’de Kürtlerin eylemindeki gibi davranıyorlardı. Savaşım güçtü. Hükümet, “onları yenmenin çetin b ir iş” olduğunu itiraf ediyordu. Göçebeler, eski yerlerine dönmeyi reddediyor, hüküm et güç kullanınca ise kaçıyorlar, dağlarda barınak buluyor, akrabalarında gizleniyorlardı. Bazan, onları, "ortakçı" diye göstererek " tım ar” sahipleri saklıyorlar, ya da esnaf ve zanaatkarlara (ehli san’at) başvuruyorlardı.
Hükümet, ne olursa olsun, eski düzeni korum ak istiyor ve Yürüklerin "yürük durum undan” çıkmasını yasaklıyordu. Ama, hüküm et karşısında suçlu olan Yürüklerin aranması, genellikle sonuçsuz kalıyordu.
Ensonu, hükümet, üstünlük sağlayınca da, göçebeleri acımasızca tepeliyor ,onları fiziksel olarak yok ediyordu. Bu aşamada, her şey uygun görülüyordu: Şeyhülislâmdan, öldürmeye izin veren fetva çıkıyordu (bkz. belge no: 194); bu, her iki dünyada da, "burada ve öbür dün yada”, "hayırlı b ir işti”. Yoksul göçebeler, onların önderleri Kıbrıs adasına, daha sonra 19. yüzyılda özgürlükçü yazar, çilekeş Namık Kemal’in kapatıldığı Magosa kalesine sürdürülüyorlardı: Buraya kilitlenip, özgür bozkırların develerin, sürülerin özlemiyle eriyip gidiyorlardı.’
Bütün bunlardan halkın ekonomisi zarar görüyor, yerel yönetim, hatta saray yönetimi zarara uğruyordu.
Göçebeler için, yerleşik halka göre, belki, vergi ayrıcalıkları belirlenmişti; onlar, örneğin, "Azerbeycan’da Yönetim Tüzüğü” tasarısında "yerel” gelenek olarak nitelenen, toprak sahibine "dünyalık (köylü) maddi yardım ı” şeklindeki "avarız”' gibi özel yükümlülüklerden kurtul-
12 F. G ize’n ltı to p la d ığ ı yü rü k şark ıları y itir ilm iş özgü rlü ğe ö z lem le d olu dur, ve, belk i, Bozbeg, b oy beg l soy ter im in in b ozu lm u ş b iç im id ir .
13 “A varızlar” , “evrezler” , S u lta n I. S ü leym an ’ın k a n u n la r ın ın y a y ın c ıs ı M. A r if in a ç ık lam asın a göre, fe th ed ilen top rak lard an savaş zam an ı k o şu lla r ın a göre a lm a n o la ğ a n ü stü vergilerdir. Bkz: K o lon ia ln aya p o litik a rossiys-
118
muşlardı. Küçük Asya’da "dünyalık (köylü) yardım ı” ("kömek”) köylü yaşamında 20. yüzyıla değin sürm üştür.
Hükümetin, göçebelerden aldığı hayvan ve köy ürünleri (süt, yün vb.) vergisinin ve toprağa yerleşenlerden aldığı tarla, bağ ve bahçe vergilerinin düzenli olarak akışında çıkarı vardı.
Tüm Anadolu’ya dağılan göçebeler, b ir L ölümüyle, “tim arlar”da ve “zeametler’de çalışıyorlar; diğer bölümüyle, keseneğe verilen köylere (mukataa kariyeleri) katılmışlardı; ayrıca, “vakıf” gelirleri, "kutsal kentler” Mekke’ye ve Medine’ye "arm ağan” “serh” giden sultan malı (has, havas) topraklardaki göçebeler vardı.
Barış zamanında, çalışmak için, göçebelerden büyük gruplar ayrılıyordu. Onlar, kale yapılarının onarım ı için, toplumsal binalar, camiler vb. inşaatları için, İstanbul’dan, Edirne’den isteniyorlardı. Bunlar, bedava emek-gü- cünü oluşturuyordu. Hükümetin, bunların beslenmesi için kaygılanması gerekmiyordu. Yürük, çalışmaya giderken, savaş zamanında da gözetilen genel kurala uygun olarak, altı aylık yiyecek malzemesini yanma alıyordu, ve hizmet süresi de, galiba, altı aydı. Ancak, en son olasılıkla, Yürük başka b ir işe geçirilirken, her gün iki ekmek (çift nan) veriliyordu.
Yürüklerin askerî yükümlülükleri. Sultan H. Meh- m ed’in kanunnamesinde belirlenmişti. "Ocak”tan, yani her 30 Yürük ailesinden 5 kişi alınıyordu. Avrupa Türkiye’sinin "fatihler soyunun” (evladı fatihan) yükümlülüğü de aynıydı. Altı “Fatihler soyu”, b ir "eşkinci” veriyordu. Askerlik yükümlülüğünden kaçınma durum unda para cezası (600 akça) alınıyordu.
Barış zamanında olduğu gibi, savaş zamanında da yükümlülüklerin yerine getirilmesi, îra n ’m 9 M artta baş-
kovo tsar izm a vı A zerbaycane v ı 20 - 60 g g . X IX v. M. - L,., 1937, s. 57. A ynı yerde ayrıca B kz: "U kazater', "avarız” sözcü ğü .
119
layan gayriresmi yeni yılı "nevruz”a’‘', ya da Hızır gününe yani eski tarzda, 23 Nisana rastlatılıyordu. Küçük Asya’da emek-gücünün kiralanm ası da, gene 6 ay üzerinden, Hızır gününden Kasım gününe değin, b ir yaz boyunca yapılıyordu.’
Görülüyor ki, bu ayrıntı bile, Selçuklular devrinde egemen olan ve yıllık savaş kam panyalarının sürelerinde yansıyan b ir düzeni yineliyordu. Göçebe yaşamı norm larından geçen bu eski geleneğin gücü, Türklerde, savaşta da, barış yaşamında da, her zaman, yürürlükteydi. Kasım günü gelir gelmez, askerler arasında, dinlenm?j gereksinmesi üzerine konuşm alar çoğalıyordu. Daha 17. yüzyılda durum böyleydi.'*
Prof. Ahmed Refik’in yayımladığı belgelere göre, 16.-18. yüzyıllarda Türk göçebelerin yaşamı böyle beliriyor.’ Selçuklular döneminde Oğuzlar ve göçebeler, halkın temel egemen sınıfını oluşturuyordu. 16. -18. yüzyıllarda beliren, Selçuklular dönemi için belgesel bakım dan şimdilik kapalı olan tüm bu çizgiler, kuşkusuz, daha belirgin olarak ortaya çıkmalıydı.’®
Osmanlı devletinde. Oğuzlar, toplumsal merdivenin aşağılarına kaymışlardır. Selçuklular döneminde, onlar, ana konumda bulunuyorlardı; şimdi, devlet, keyfî davranıyor, onlara yaşamın akışını engelleyen yük olarak bakıyordu. Devlette yerleşiklik öğeleri üstün geliyordu.
1‘i B u n u n la b ir lik te , vergiler, M uharrem de de öden iyordu (F . K öprülü . B izan s M ü esseselerin in T esir i, s. 173).
15 VI. G ordlevskiy. M aterla lı d lya osm an sk ovo narodnovo K alendarya. J iv a y a star in a , god X X . 1911, s. 439.
16 N alm a. T arih (İsta n b u l y a y ın ı h . 1280), I. 84.17 B ilin d iğ i g ib i, K ü çü k A sya’da yarı göçeb e T ürkler 20. y ü zy ıla d eğ in
v a r lığ ın ı sü rd ü rm ü ştü r; bkz; VI. G ordlevskiy. Po M oloy Azil. V p eça tlen iya o t poyezdkl v ı 1913 g. R ussk iye V edom osti, 1914, no. 240. Ali R ıza Y a lm an ’ın "C enup ta T ürkm en O ym akları" b a şlık lı g«n iş ça lışm asın d an (4 c i lt ) , h er . hald e, ilg in ç m alzem e ç ıkarılab ilird i, ben y a ln zca ad ın ı b iliyoru m .
13 O ğuz T ü rk m en ler in in akrabaların ın çağ ım ızd ak i d u ru m u ü zerin e, bkz: F. M ihaylov. T u zem tsı Z akaspiyskoy ob lasti i İh Jlzn. E tnografiçesk Iy oçerk. A çhabad, 1900. — Q. K arpov. P lem en n oy 1 rodovoy sostav T ürkm en P o lto - ra tsk (A şhabad), 1925.
120
BEŞÎNCÎ BÖLÜM
Küçük Asya’da Feodalizm - Selçuklular Devrini Kavramada Malzeme Olarak Doğu İllerinde Feodal Kalıntılarm Günümüzdeki Tablosu - Selçuklularda Soy Kütüğünün Bozulması - Askerî Tımarlar Sistemi - Bunun Moğol Kökleri. Selçuklular Öncesinde Küçük Asya’da Toprak Düzenleri - Tımarlar, Bunların Türleri - Feodallann Zenginliği - “Gulamlar” - “Derebeyi” Tipinin Doğuşu - Feodallann Askerî Yükümlülükleri - “Sipahiler” ■ Bağlı Beyler ve Merkezi Hükümdar (Yasallar ve Süzerenler) - İtaat İfadesi - Bağlı Beyliklerin (Vassallığın) Doğulu ve
Batılı Öğeleri - Sultan ve Halife
Şeyh Said isyanından (1925 yılı) sonra, Dersimde bulunmuş olan N. Hakkı (şimdi Uluğ), 11-13. yüzyıllarda, yani Selçuklular döneminde, Oğuz boyları için, devletin sınırlarını koruyan boylar için aynı olan öğeleri sürdüren, Kürtlerin bu ıssız, yaban bölgesinin’ kölelik yaşamını anlatmıştır.
Resmî bakımdan merkezi hükümete bağlı olan Der-
1 N aşit H akkı. D erebeyi ve D ersim . A nkara, 1932. B u ilg in ç k itab ı "H ak im iy e ti M illiye'’ gazetesin d ek i m ak alelerden b iliyoru m : m ak a leler in bir d iz is i de. y a y ın ın a son veren “K adro” (no. 7, 8, 11) derg isin d eyd i, k ita b ın içeriğ i R u sça olarak A. D. N oviçev (K voprosu o feod a lizm e v ı tu ryctsk om K urdistan e. B lb liogra flya V ostoka, vıp. 2 - 4, 1933, s tr . 54 - 64) ta ra fın d a n ö zetlen m iştir .
121
sim ’deki Kürtler, boy başkanınm [aşiret reiriinin —ç.] iradesini uygulamaktadır: Bunlar, onun adam larıdır ve genellikle onun adını (örneğin, Kangozade) taşım aktadırlar. —Yüzlerce, binlerce dönüm— toprak ona aittir, tar- laları dağıtm akta ve çevre köyleri yönetmektedir. Hayvancılıkla uğraşan köylülerin ona bağımlılıg’., yalnızca ekonomik bakım dan değildir. Ekonomidışı önlemlerle de (yağmalama, öldürme) hareket eden, yürütm e ve yargı işlevlerini gören, onların "ruhunu” sezen boy başkanı, köylüler için her şey demektir; toprak ağası caur, yönetmen kaymakam odur, şeyh odur; feodalda dünyasal ve dinsel iktidar birleşip bütünleşm ektedir. Bununla birlikte, ağa ve şeyh, genellikle, köylüleri aralarında bölmektedirler; ağa dünyasal feodal, şeyh dinsel feodaldir.
Kentte yönetim ya da "tekke” tarafından, boy baş- kanının kötü uygulamalarının üzeri kapatılm aktadır. Bunun karşılığında feodal, koruyucusuna, kaymakama ya da şeyhe, köyünden arm ağanlar (hayvan, altın, gümüş) götürmekte, diğeri ise, ziyaretçisine karşı armağan olarak kumaş, atkı, "m intan” ya da "en tari” vermekte; konuğuna, bey olarak bağımlılığını simgeleyen gömlek bağışlamaktadır.
Savaş zamanında, devlet aygıtı sarsılınca, feodal, geçim olanaklarından yoksun köylülerin hükümete öfkesini, ustalıkla yönlendiriyordu. Em peryalist savaş sırasında, b ir boy, kom şularına saldırmış, varlıklarını yağmalarken hüküm et binalarını da kırıp dökmüştü.
Böylece, soy ilişkileri, giderek zayıfladığı ölçüde, boy başkanı feodale dönüşüyordu. Akrabaları üzerinde iktidarını sürdürerek, onların posasını çıkaran feodal, hoşnutsuzluğu, kendi üzerinden uzak tutm ayı başarıyor, ve tüm suçlar hükümete yükleniyordu.
Selçuklular döneminde, olup biteni açıklamava yardımcı olan Doğu Anadolu'daki feodal düzenin çözümlen
122
mesi böyledir.Oğuz boyları —soy kitlesi—, boy yöneticilerine (sU’
başılara) bağlıydı. Boyun nüfusu ne denli fazlaysa, göçebe feodal da o denli güçlü ve tehlikeliydi. Boy beylerinde toplanan gücü, eylemsiz kılmak için, sultan, boyları bölüyordu. Aralarındaki soy bağını parçalayarak, onlara yeni görüşler aşılıyordu. Toprak, devlet düşüncesinin ki- şileştiği sultanın malıdır; toprak alanı, bölgeler elde eden boy başkanı sultan karşısında yükümlülükler taşım aktadır; şimdi o, sultana bağlı b ir feodal beydir, am a daha büyük feodal —sultan—, sınıfsal haklarını ve çıkarlarını ihlal ettiği zaman, sultana karşı ayaklanma başlatm akta, saray darbesi yapm aktadır.
Oğuzlarda, soya dayalı yaşamın bozulması. Küçük Asya’ya gelmeden çok önce başlam ıştır. Orta Asya’da yaşam, Büyük Selçukluların veziri (başlangıçta Alp Arslan’- ın, sonra onun, ardılı Melikşah’ın vezirliğini yapan) Ni- zam-ül-Mülk tarafından belirlenen değişiklikler yaratm ıştı.^ Nizam-ül-Mülk'ün yapıtı "Siyaset-name” ("Yönetim Kitabı") ya da siyaseti-m'ülûk ("Hüküm darların Yaşamları”), Vakayiname’nin geçmişe dönük olarak betimlediği gibi Selçukluların ideal hüküm darı olan Sultan I. Ala- addin Keykubadın el kitabıydı.
Askerî tım ar sisteminin kökleri. Doğu Asya’ya uzanm aktadır; bunlar, henüz soy düzeninde yaşayan Türk boyları üzerinde, Moğolların ya da, belki, ayrılmalarından önce Moğol-Türk boyları üzerinde b ir başka bilinmeyen ortam ın kökten etkisini düşündürm ektedir. Hem soy terim leri (uruğ-kuşak, akraba) hem de yüksek yasama kurum u soy üyeleri kurulu, (Kurultay), Moğol dilinden aktarm alardır.
2 N lzam -ü l-M ü lk , ayrıca, top rak yasa ların ı, toprak lar ü zerin d e tem e ls iz sav ların ortadan ka ld ır ılm ası İçin, k u ra lları d ü zen len m iş ya da d erg ln lem lş- tlr , bkz: V. B artold . O n yek otorıh v o sto çn ıh rukop lsah , s. 0117 - 0118.
123
G. D. Sanjev, Cengiz Han® döneminde askerî örgütlenmedeki yetkinliğin, belki, Mogollarca, komşularmdan, kuşkusuz, Çinlilerden aktarılan birtakım eski yansımaları gerektirdiğine benim dikkatim i çekmişti.
Türk halklarının tarihini doğru kavram ak için, Moğolların incelenmesi zorunludur; böyle b ir inceleme, hem Türklerin soy kütüğünü, hem de onların toplumsal-eko- nomik örgütlenmesini aydınlatm ak durum undadır. MO’ ğolların kalıtı eski Asya düzenlemeleri, Küçük Asya’daki Türklerde, uzun süre devam etmiştir.
Eski Oğuz geleneklerinden kopan Nizam-ül-Mülk un öğütlerini izleyen Selçuklular, babadan oğula geçen, kalıtsal askerî tim arlar sistemi gibi Orta Asya düzenlemelerini alıkoyuyordu. Kalıt ilkesi, kuşkusuz, devlet düzenine süreklilik sağlıyordu.
Askerî tim arlar, İran 'da, İran Moğollarmda da vardı. Han Gazan tarafından yayımlanan (1303)'' tim arlar tüzüğü, müslüm an izlerini (köylülerin bireysel özgürlüğü) taşıyordu. Ama, tim ar kurum u için (Îbni-Bîbî'nin de bildiği) b ir Moğol terimi, soyurghal — "lütuf”, "bağış”, "yaşamboyu kullanm a” (şimdi sözcük eskimiştir) kullanılm aktadır.’
Bu terim , Fars dilinde, 18. yüzj'ilda geçebilmiştir; hatta, belki, "soyurghal” sözcüğü, İran ’da, ancak, 18. yüzyılda oluşan gerçek ilişkilerin Moğol diline sonradan çe-
3Y asa 'd a ask eri tü zü k , bkz: G. V ernadsk iy, agy., s. 2 0 -2 1 .4 C. D ’O hsson, H tsto lre d es M ongols. La Haye e t Arasterdam , 1835, t. IV,
p. 420 -429 .5B . V lad im irtsov. O b şçestven n ıy stroy m on golov , s. 115. prim , 2. — K u ş
k u su z , " tlu l" (" teyü l" ) k u ru m u da ayrıca Incelenm 'eUdir, bkz: B ilim ler A kad e m isi ta ra fın d a n ya y ım la n a n belgelerde ter im in ta n ım la n m a sı (K o lo n la l- n a y a p o litik a rossiyskovo tsar izm a v ı A zerbaycane. M. - L. 1937, ç. II, U k a za te l). V. R adlov (III. 1380 . 1381) sö zcü ğ ü Ç ağatayca sayıyor ve şöyle çeviriyor: "Y aşam boyu k u lla n ım a b a ğ ış lan m ış top rak parçası" , y an i k en d in e özgü b ir tü r "İkta"; ayrıca bkz; B ab ü r’e ve Sarden’e gönderm eler yer a lan L. B u d agou 'u n “S ö z lü ğ ü ” (1. 423 - 424). S özcü ğü n e tim o lo jis i açık değild ir, ga lib a , bu rad a da araştırm ayı, M oğollara yön lend irm ek gerekiyor.
124
virisidir. Ama, belki de, tersine, yaşamboyu bağışlar konusunda birtakım eski Moğol yansımalarım, bu "soyurg- hal” sözcüğü dile getirmektedir, yani Selçuklulardan (kalıtsal) askerî tim arlar sistemi alınınca, sözcük, İran ’da doğal olarak yüzeye çıkmıştır* Büyük Selçuklularda, askerî tim arlar, 11. yüzyılda konulduğuna göre,^ aktarm a Moğol işgallerinden önce meydana gelebilmiştir. O zaman, bu, İran ’da yalnızca toprak mülkiyeti term inolojisinin değil, sulama terim lerinin de dile getirdiği, Orta Asya halkları arasında, eski özgür karşılıklı etkileşmenin b ir kanıtıdır.®
Ordu için gene b ir Moğol terimi, xoshun’ Fars dilinde (dille kuralcı reform lardan önce “kuşun”) kullanılıyordu. Daha sonra, 17. yüzyılda, M ançurların boyunduruk altına aldığı, feodal hüküm dara bağlı feodal birlikler "hoşun” olarak adlandırılıyordu,'" ama, gy>liba, daha önce de, bu terim, askerî değil, toplumsal içerik taşıyordu, ya da doğrusu, bu birliklerin ordu bulundurm ası gerekiyordu.
Şurası kesin ki, Moğol İm paratorluğunun, Batı uluslarındaki tim ar sistemi üzerinde, Moğol etkisi kuşkusuzdur. Moğol istilasının, daha önce, Horasan’a geçmiş olan etkiyi pekiştirmiş olması m üm kündür. Moğollarda, özenli b ir askerî örgütlenme vardı, ve disiplin —anında savaş durum una geçiş— resmî görevlilere bağışlanan ayrıcalıklarla destekleniyordu. Selçuklular devletinin olu-
6 Sorun, özel araştırm a gerektiriyor, ayrıca bicz: F. K öprü lü . B izan s M ü essese lerin in T esir i, s. 100.
7 C. H. B ecker (Isla m stu d len , L elpzlg , 1924, Bd. I, p. 243; S teu erp ach t u n d le h n w esen ), y a z ın k ayn ak ların a dayanarak, b u s istem in de B ü yü k S e lçu k lu la r ta ra fın d a n k u ru ld u ğ u n u varsayıyor. B u n u n la b ir lik te . N izam ü l M ülk red detse de, bağışlar, yer yer S am an iler ve G aznelller zam an ın d a m e y d an a g e lm iştir , bkz: A. K rım skly. Istor iya Persll, t. 1, M., 1916, s. 134 - 135.
8 VI. G ordlevskly. İz Istorll vod op olzovan iya v ı K onye. Zapiski tn s t l tu ta vostok oved en iya , t . II, s . 199, prim . 3.
9 B . V lad im irtsov , agy. s. 133.10 A ynı yerde, s. 196.
125
şum koşulları, doğal olarak, Moğolların telkini düşüncesini doğuruyor.
Nizam-ül-Mülk, toprak parçaları —askerî tim arlar— dağıtılması yöntemini Selçukluların yarattığını savlam akta, ama, Moğol terim lerinin varlığı, bununla çelişm ektedir. Nizam-ül-Mülk, deneyimli siyaset adamı olarak, Moğolların sisteminden yararlanabiliyordu. Bu sistem elverişliydi, çünkü, devletin zayıf mâliyesini, orduya maaş ödemek için gelir aram a derdinden kurtarıyordu.
Orta Asya'da kökleşen askerî tim arlar sistemi, Küçük Asya'da, doğallıkla sınır bölgelerinde, Oğuz boylarının savunma için konumlandığı yerlerde devam ediyordu.” Taşrada, yönetim yöntemleri, merkezdekinin aynısı değildi. Başta gelen gelir kaynakları merkezde yoğunlaşmıştı, sınır bölgelerinde ise, halk, son derece doğasal b ir ekonomi içinde yaşıyordu. “Sınır beyleri”, merkezdeki tim ar sahiplerinin karşıtıydı, hukuksal bakımdan da onlardan ayrılıyorlardı.
Sınır beyleri, toprakları, bağımsız olarak yönetiyorlardı; sultanlar, toprak hakkını biçimsel olarak onlara bırakmıştı. Böylece, sultanlar, devleti düzensizlikten korumak için, dolaysız yarardan hareket ediyorlardı. Merkezi iktidardan bağımsız yaşayan beyler, mülkündeki toprakları genişletmede sultana yardımcı oluyorlardı. Askerî ti- m ardan yararlanm a karşılığında ordu birlikleri sağlıyorlardı, ama onlar için bu ağır değil, hoş b ir yükümlülüktü; savaş, kendilerine zengin ganimet getiriyor, askerî içgüdülerini doyuruyordu.
Ancak, Selçuklular, Küçük Asya’ya akın ettikleri zaman, burada yerli ve aktarm a toprak düzenlemelerine rastlam ışlardır.
Bir yandan. Küçük Asya’da, Araplar çoktan yerleş-
n B u s istem in d o ğ u şu n u n doğru a ç ık lam asın ı F. K öprü lü (B izan s M ü - e ssese lerln in T esiri, s. 227) verm ektedir.
126
mişlerdi. Erm enilerin oturduğu topraklarda. 9. vüzvılda, srtık , toprağın devlet tarafından kiraya verilnnesi düzen- lenebilmişti, vergi ve haraçların ödenmesi için b ir araç olarak "ik ta” sistemi Abbasiler döneminde bundan böyle vardı.
Bizans İm paratorluğu çürüyor, devleti biçimlendiren güç zayıflıyordu. İstanbul, latinyanlar tarafından doldurulm uştu, ve bu da, ayrılıkçılığa güçlü b ir neden oluşturuyordu. Latinyanlara karşıt duygular içindeki Bizans devleti öğeleri. Küçük Asya'da, Karadeniz kıyısında, metropolden daha fazla yaşayan Trabzon im paratorluğunu kurdular; başkentin yakınındaki İznik’te, geçici olarak Laskarlar yerleştiler. Doğuda, Sivas'ta ve Tsezara'da, güneyde Kilikya'da Ermeni krallıkları ortaya çıktı. "Fem" başkanları da bağımsızlık hissediyorlardı. Her yanda, Selçuklularla kimi düşmanlık, kimi iyi komşuluk ilişkileri başlamıştı; Küçük Asya'da, her yandan yabancı soy ve çevrelerin toplumsal etkisinin sızması için elverişli ortam oluşmuştu.
Selçuklular, İstanbul ile Yerusalim arasm daki yol üzerinde yerleşmişlerdi. Haçlılar, onların topraklarından geçiyordu. Herhangi b ir yeri gözüne kestirince, bunlar, kendilerini Doğuya iten kutsal amacı çabucak unutuyor, yol boyunca prenslikler kuruluyor, şatolar inşa ediyorlardı. Örneğin, Akdeniz'in güney kıyısında —Antalya yakınında— Latin im paratorluğunun kuruluş dönemine doğru, “sahil prenslikleri” yerleşmişti; Küçük Asya, Rodos ve Kıbrıs adalarından da franklar geliyordu. "Baron" (Baron Vasil vb.), "konnetabl" gibi feodal terim ler, Va- kayiname'de yer almaktadır.'^ Bu Batı Avrupa aktarım ları da, Selçuklulara anlaşılan, Erm eniler aracılığıyla geçm iştir. Küçük Erm enistan’ın kurucusu, Toros ya da Feo- dor Latin baronlarının desteğini bulmuştu. Çağdaş Er-
12 Y azio loğ lu A li, III, 146.
127
meni dilinde, "baron” sözcüğü (Vakayiname’de Erm enistan prensine uyarlanm ıştır) "boy" anlamı kazanmıştır.
Tüm bu sistem ler (Moğol, ya da Moğol - îran , Ermeni - Arap, Bizans, Batı Avrupa), birbirini karşılıklı etkileyerek devlet ve toplum düzeninin alacalı tablosunu oluşturm uştur. Yalnızca yüzeysel düşünceler çiziktiren İbni - Bîbî Vakayinamesi, bütün bu öğelerin, bütün bu akımların özgül ağırlığının, oranlarının ortaya konması için oldukça yetersizdir. Bunun için, Bizans, Ermeni, Batı Avrupa kaynaklarının incelenmesi zorunludur.
Ve tüm bunlar ,etnik çeşitlilik fonu üzerinde, dirlik içinde yaşıyordu. Küçük Asya’da, dillerin ve halkların karışm ası geniş çaptaydı. Vakayiname’de, Küçük Asya için az rastlanır b ir poliglottan ("birçok dilbilene”) sığınmış olarak Bizans’ta bulunduğu sırada, erkân tarafından gizlice Selçuklu şehzadesi Gıyaseddin'e (daha sonra I. Keyhüsrev) gönderilen Zahariya’dan sözedilmektedir;o, Türk ve Fars dillerinden başka, ayrıca beş dil biliyordu. Belli ki, müslümanlığa yeni dönmüş biriydi, adına bakılırsa, büyük olasılıkla Yahudi idi. Din adamı giysileri giymekten b ir sıkıntı duymuyordu; galiba, yerel diller, Rumcayı ve Ermeniceyi de biliyordu. Zshariya’nın konuştuğu diğer üç dilin (anlaşılan, îbranice v t iki Batı Avrupa dili) hangileri olduğunu belirlemek önem taşıyabilirdi.
Bununla birlikte, tüm bunlar, sonuç vermeyecek varsayımlardır; "beş" sayısı simgesel olarak dillerin çokluğunu içeı-mektedir.
Ayrıca, bu öyküde, derviş çevrelerinden gelen, biraz destansı b ir belirti de vardır.
Karmaşık ortam . Küçük Asya Selçuklu Devletinin toplumsal yapısını etkilemek durumundaydı.
Toprak alanlarının ve taşınmazların ölçüleri, mülkiyet koşulları değişikti ve toprağın kime, niçin bağışlan
128
dığına bağlıydı. Sultanın kaprisi, keyfiliği, kuşkusuz, büyük rol oynuyordu. İşte sultanın "ihsanının'' özgün b ir örneği. Bir seferinde, sultan, kendisini tehlikeli b ir hastalıktan kurtaran hekim Fasil'i (bu, Rum Vasili’dir) ödüllendirmek istemiş, kendisini seven herkesi hekime bir armağan vermeye çağırmıştı; sayısız "dirhenjler ve dinarlar, atlar ve katırlar, ve kaftanlar verilen hekim, sabah yoksul uyanmış, akşam a dünyanın birinci zengini olm uştur.”’® Vakayiname, burada büyülü b ir masal sahnesine öykünmektedir.
Vakayiname'de toprak mülkiyeti terim lerinin kullanılması, her şeye karşın, tutarsızdır. Şurası kuşkusuz ki, "tim ar" (Farsça "teym ar" sözcüğünün başlangıçtaki “himaye" anlamı, sonra “ihsan”, "para bağışı” ya da “ik ta”,’'' küçük yurtluklar; bazan "tım ar” sözcüğü, Arapça "m ülk” ("taşınm az”, "top rak”) sözcüğüyle birleşm ektedir; “Mülk”, toprak sahibini, merkezi hüküm dara hizmetten kurtarıyordu.
“Zeamet” büyük " tım ar”, büyük yurtluklar. Arapça terim, "zeam et”e, daha îbni - Bîbî’nin (Farsça) Vakayina- me'sinde rastlanm aktadır. A. M. Şamsuddinov'un bana gösterdiği gibi, Osmanlı döneminde zeametleri ,ilk kez. Sultan I. Murad bağışlamıştır; anlaşılan M urad'ın öncelleri olan ilk Osmanlı sultanlarının toprakları, henüz yetersizdi, ve o zamanlar, sultanlar, ancak küçük toprak parçaları “tım arlar” dağıtabiliyorlardı. Zeamet, ne kadar büyüktü? Belli değildir. Sultan Muhteşem Süleyman'ın “Kanunnam e”sinden, yani 16. yüzyıldan örnek rakam lar şöyledir: Osmanlı döneminde Sivas bölgesi vezirinin zeametinin gelirleri 900 bin “akçe” düzeyindeydi; “eyalette” toplam 48 zeamet ve 948 tım ar bulunuyordu.’
13Y azıcıoglu A li, III, 31 1 -3 1 2 .14 S ö zcü ğ ü n a n lam ı ve k u lla n ış ı k on u su n d a bkz: F. K öp rü lü . B izans
M ü essese lerin in T esir i, s. 233, n ot.15 B . N a fiz ve İ. H akkı. S ivas Şehri. İ s ta n b u l, 1928, b. 11.
129
Büyük yurtluk olan zeametin sahibi, büyük ekonomi yürütm ekten, genellikle kaçınarak, kendisi, yardımcılarına, kasaba ve köy ölçülerinde toprak alanları dağıtıyordu. Örneğin, meclis em iri güçlü b ir beyin birliklerinde, her biri bin nefere değer 100 seçme savaşçı vardı, ve "emir, bunlara iyi kasabalar ve köyler vb. verm işti”.’'
Feodallar zinciri denebilecek bu hiyerarşik sistemi, B. deola Broguiere de, 15. yüzyılın birinci yarısında far- ketmiştir.'^ Sultan II. M urad’ın, savaş zamanında, 2 bin asker donatan güçlü Bursa valisinin yönetimi altında, durum una göre, kimi ikiyüz, kimi üç yüz kişi çıkaran feodallar vardı.
Her iki terim —"tım ar” ve “zeamet”—, Selçuklular döneminde taşıdığı anlamsal içeriği, belli ki, koruyarak, Osmanlı yaşamına da girmiştir.'®
Ibni-Bîbî Vakayiname’sinde, büyük yurtluğun (bölge) belirtilmesi için, “am al” terim ine de rastlanıyor.” Belki, "tım ar" ve “zeam et” terimleri, daha çok, merkezdeki toprak alanları için kullanılıyor, sınır bölgelerinde ise, “ik ta” terimi ağır basıyordu.
" İk ta” “ terim i ("tım ar” ve "ik ta”ya (tımai ve ikta) b ir arada rastlanm aktadır), toprakların kirayla, geçici kullanımını göstermektedir; bu, sultan tarafından sahibine, toprak üzerinde yaşayan köylülerden vergi toplama hakkı verilen yurtluktur.^’ Selçuklular dönem irde "ik ta”, çok daha geniş uygulanıyordu.^
16 Y azıcıoğ lu A li, III, 145. "Eyü kasabe köyler ve tim 'ir lar ve h a s ıllu ylr ler vlrm lşdl."
17 B ertrand on de la Brogulâre, V oyage d ’D utrem er M âm orles de l ’I n s t ltu t N a tio n a l des S c ien ces e t Arts, S c ien ces M orales e t P o lltlq u es , V. Paris, 1804.
18 B u kon uda R u s d ilin d e d ah a a y r ın tılı bkz: V. Sm irn cv . K u çib ey G ö- m ü rd cln sk ly 1 druglye osm an sk iye p isa te ll X V II v. o p r lç ln ah vp ad k a T u rts il. spb., 1873.
19 lb n l B îbî, IV, 261.2 0 lb n B îb î, IV, 247.21 Y azıcıoğ lu A li, III. 170.22 '‘tk ta '’n ın evrim i k o n u su n d a bkz: t . P etru şevsk iy . H am d u llah K az-
130
Devlete ya da sultana özgü b ir başka toprak fonu, "has" bulunuyordu. Bu fondan, toprak, resm î görevlerin yerine getirilmesi kaışılığm da, b ir tü r ödül olarak veriliyor ve, anlaşıldığma göre, kişiler değişir değişmez geri almıyordu; bu, kalıt olmayan ve (yaşamboyu verilmeyen), kişiye değil, göreve bağlı, denebilirse, devingen b ir toprak fonuydu. Ama, Selçuklular soyuna ve hatta sultana ayrılan, artık bölge niteliğinde topraklar vardı; buna da "has” deniyordu.
Göçebe, komşusu üzerine akın yaptığı zaman, onun için ekmek, b ir ganimetti; Selçuklularda sefer, yağmacı akınlar, devletin toprak fonunun tam am lanm ası için elverişli b ir olanaktı. Kendi tarafında toprak fonu tükenince, sultan, karşı tarafta toprak arıyordu.
Hayvanlar ve insanlar (savaş ganimeti) ekonomiyi destekliyordu, böylece, ülkenin verimliliği, yapay önlemlerle, geçici olarak ayakta duruyordu.
Hıristiyan prenslerinin (Ermenilerin, Rumların) topraklarında, büyük zenginlikler b ir araya gelmişti; seıer- den sonra buraların varı yoğu boşaltılm ış oluyor, halk "haraca”, asker sağlama yükümlülüğüne bağlanıyor; toprak ise, sultanın savaş arkadaşlarına dağıtılıyordu. Zengin kentler üzerine seferler, genellikle eğlenctli gezilere dönüşüyordu.
Eğer sultan ordusu, düşman topraklarını engelsiz olarak işgal etmiş ve hiç kimse direniş göstermemişse, sultanın merkezi hükümdarlığını kabul eden prens, mülk sahipliğini sürdürüyordu. Ama eğer, prensin kendi toprağı üzerinde kalması herhangi nedenle kuşku doğurmuşsa, mülkünden koparılıyor, topraklarından uzakta bir "beylik”, bey haklarıyla yönettiği b ir bölge alıyordu.
v in l, kak Istoçn ik po so ts ia ln o . ek on om lçesk oy Istorll V ostoçn ovo Zakavkaz- ya. İzv estiy a A kadem ll N auk SSSR , O td elen iye ob şçesven n ıh n au k , 1937, no. 4, s. 882 ve dev.
131
Kir Farid 'e (bu, Bizans’a bağlı, mülk sahibi b ir E rmeni prensiydi), Akşehir "beyliği" üzerine tm iar belgesi ("m enşur”) verilmiş, "b ir dizi, çok güzel köy”, ona "m ülk”, olarak kaydedilmişti.^ İk ta ve temlik ("ikta ve tem lik”) terim lerinin b ir arada bulunm ası, toprağın onun yaşam- boyu kesin mülkiyetine (temlik) verildiğini, am a kalıt olarak yeni kuşaklarına geçemeyeceğini dile getirm ektedir. "'
Müneccimbaşı, b ir yerde. Sultan Alaaddin’in, Erzincan beyini, "devlet yükümlülüklerinden” bağışladığını net olarak dile getirdiğine göre, feodalin genellikle salt asker sağlamakla kalmadığı, başka birtakım "devlet yükümlü- lükleri"ni de yerine getirdiği ortaya çıkıyor.^
Toprak sahibini görev ve yükümlülüklerinden bağışlayan sultan, ona, toprak üzerindeki hakkı bırakıyor. Ama, toprak sahibinin toprağı satma, toprağı istediği gibi yönetme hakkı var mıydı? Belgede, buna değinilmiyor! Şurası kuşkusuz ki, Rum Selçukluları döneminde toprak üzerinde özel mülkiyet kurum u doğmuştur.
Kir Farid’in ölümü üzerine, bölgesi, belli ki, geri alınmış ya da kahtçısız varlık olarak hâzineye gitmiştir; her ne olduysa, sonunda, Sultan, Akşehir’i ve Abgerm'i^ Alaaddin Davudşah’a bağışlıyor ve (yanına saray hizmetlileri, m uhafızlar ve sipahi gaziler vererek) onu, mülkün başına törenle yerleştiriyor. Burada, Akşehir ve Abgerm, ikta ve tim ar ("ikta ve tim ar”) olarak belirleniyor; terim ler, sanki askerî yükümlülükleri düşündürm ektedir.
23Y azıcıoğIu AU, III, 244; “M ü lk lü ye m a stû r "yazılm ış” olub".24 V. Sm irn ov (agy., s. 157, n o t 2 ). B â lin ’i y ineleyerek , b u n u n , “ tam
m ü lk iy e t hak ların a d ayalı toprak" o ld u ğ u n u söylüyor.25 M. von B erchem — H. îM hem . A sle M ineure, s. 103.26 G ü n ü m ü zd ek i I lg ın (ga lib a S e lçu k lu la r devrinde b u yer "abgerm ” —
'‘s ıcak BU, ı l ıc a ” a d ın ı ta ş ıy o r d u ); S u lta n I. A laadd in K eykubad ta ra fın d a n bu rad a ılıca la r k u ru lm u ştu (ve V ezir S a h ib a ta ta ra fın d a n yen id en d ü zen le n m iştir ) , C elâ ledd in BumJ, ted av i iç in b u raya geliyord u (bkz: A flâk i, I, 134). ^
132
Sultan, sık sık, yalnızca beylere değil, yakınındakilere de, kentler ve bölgeler^ bağışlıyordu, örneğin, kardeşi Alaaddin'i (daha sonra Sultan I. Alaaddin Keykubad) yenen I. İzzeddin Keykavus, Niğde, Malatya, Elbistan kentlerini silah arkadaşlarına dağıtmıştı.^
Soy askerî törenlerini (şölen) unutan ilk müslüm an Türk yapıtı "Kutadgu - bilig”, yüksek kom utanlara (su paşçızı) ayırdığı XXXI. bölümde, cömertliğin savaşçılar için çekici gücünden söz etmektedir. Komutan, insanlarına değer vermek zorundadır; burada, Orta Asya Türk’ünün bakış ve uygulaması yineleniyor.'
Timarlar, karadakiler için olduğu gibi, denizdeki savaş kahram anlığı için de bağışlanıyordu.” Sultan I. Alaaddin Keykubad’ın dediği gibi, bu, Rum ların ve Ermeni- lerin ülkesinde inanç uğruna savaşanlara b ir hak, ya da daha doğrusu, hıristiyan topraklarını yağmalama karşılığında b ir ödül, "gazilik hakkı” idi. Örneğin, Ankara ilinde Gazibeyli köyü vardır. Burada, anlaşılan, "akm a” katılan b ir Gazi yaşamıştı; ayrıca Em irler köyü var; ama bunun, daha çok birtakım dervişleri çağrıştırdığım sanıyorum.
Verilen toprak alanının büyüklüğü, kuşkusuz, sultanın ödüllendirmek istediği insanın durum una ya da önemine, ensonu, hizmetlerine göreydi.
Toprak, insandan iyi bakım istediğine göre, tim ar sahibi, devletten ayrıca, yardım, parasal ücret alıyordu: "Rum - Erm eni tim arlan ve gereken para ve ödenekler gazilerin hakkıdır."^
27B azan, su lar , s u a la n la n da b ağışlan ab iliyord u ; örneğ in , k ısa süre ön ce b a lığ ı bol B afa g ö lü (A ydın’da) ü zerin d e h ak sa h ip liğ i sav layan , b e lgeler ortaya k oyan b iri ç ık tı (bkz: "K urum ’' gazetesi, 1935, no. 6230).
28 A m a su lta n , para, at, cü p p e g ib i ta ş ın ır m allarla da ("m al'’) ö d ü llen d iriyord u ; örnek iç in bk z: Y azıciog lu A li, III, 211.
29 J . D eny. B ncyclopâdle de l'Islam , IV, 830 - 840, “Tim ar" m addesi.SOYazıcıoglu A li, III. 211. “R u m ve A rm an İk lim in in t im a r la n ve m avâ-
clb lerl, gaz ilerin h ak k ıd ır .'’
133
Bütün bunlar, kuşkusuz, özgür kişilerdi; topraklan küçük olanlar, “sipahiler”, "ordu m ensubu” "askerlerdi.” ’ Sınırlardaki özgür yaşam biçimini, tarım la uğraşmaya dönüştüren Oğuz erler de bunlardandı; Vakayinamede, b ir kez, Salor boyundan b ir sipahi olan Yoluk (Yülük) Arslan'a "yulukaslan”ı değiniliyor. Gaziler (inanç uğm na savaşanlar), daha sonra, "sipahi" sam alabiliyorlardı.^
Tim arlarm geri alındığı oluyor, ve bu sık oluyordu. Vakayiname, Sultan I. Izzeddin Keykavuş döneminde, divandan birine, b ir kez bağışlanmış olan tim arlarm , artık, geri alınmadığını (bu, genel kural içinde b ir ayrıcalıktır) vurgulam aktadır.^
Anlaşılan, mülk sahibinin kişisel hakkı sınırlanmıştı; askerî bağışın sahibi, bunu, kişisel gözetimine göre, istediği gibi çekip çeviremiyordu. Bu, Küçük Asya’da ve Orta Asya’da yürürlükte olan genel b ir düzendi. Büyük Moğollar hanedanının (16. yüzyıl) kurucusu Babürşah, bu düzeni, H indistan’a da götürm üştür. O, burada, feodalin ölümünden sonra, toprağın hâzineye geçmesi düzenini getiren b ir yasa yapmıştı, ve hüküm et, bu toprağı, kendi vargısına göre, onun oğluna ya da b ir başkasına bağışlıyordu.
Ama timar, giderek gerçek yurtluSa dönüşüyor, vani babadan oğula geçiyordu. Sultan I. Alaaddin Keykubad, sınırlam alar getirdi, askersel ruhu desteklemeye çalışarak, tim arlarm . ancak, silah kullanabilen, ok atabilen, spor mevdanında ustalık gösterebilen osullara kalabileceği uygulamasını vürürlüSe koydu. Timarlarm, denebilirse, yeniden yazımı meydana geldi. Bu yüzden sık sık spor oyunları yapılıyordu.
31 P arsça "sıpah" sö zcü ğ ü n d en — ordu.32Joh. H. M ord tm an n. M. SOS., BdV, 2. p . 166. A yrıca Ukz: P . -VVİttek’in
n o tla rı, ZD M a, Bd. 79, p. 289.33Y azıcıoğ lu AH, m , 110.
134
Tim ar toprağının bağışlanmasındaki anlam, burada açık olarak belirtilm ektedir: Askere toprak, hüküm darın ilk çağrısıyla, tim ar sahibi, silahlanmış olarak savaşta hazır bulunsun diye verilmiştir. Kişi, savaş kahram anlığı gösterebildiği sürece, toprak, onda kalmaya devam etm ektedir, çünkü, eğer toprak, rahata alışmış tim ar sahipleri elinde bulunursa, devlet, örgütlü askerî gücünü yitiriyordu.
Şurası kesin kij Sultanın ölümüyle, tim ar üzerindeki hakkın hukuksal gücü ortadan kalkıyord ı. Tahta çıkan yeni sultan, toprak üzerindeki hakkı yeniliyordu. Bu, Selçuklu (ve Osmanlı) döneminin hukuksal norm ları için belirleyici özellikti. Belgelerin yenilenmesi, devlete iyi gelir getiriyordu. Erm eni kralı Levön da, yönetimi için. Sultan I. İzzeddin Keykavus’dan "yenilenen belge” ("men- şur-i m üceddid”) almaktadır.^
Timar sahibinin hapse girmesi durum unda, sultanın güvenilir adam lar (naibler, kadılar) evine giriyor, mal varlığının listesini yaparak el koyuyorlardı, tim arlar, hâzineye geçiyordu.
Arabaların ve ardılların durumu, çok daha güvencesiz ve acıklıydı; Bunların varlıkları, talana tcrkediliyor- du. Örneğin, Sultan I. Alaaddin Keykubad'm komplocuların üstesinden gelmesinden sonra böyle olm uştu;’ Em ir Orkodi idam edilmiş (Celâleddin Rumî’nin rvine saygısızlığından ötürü Allah tarafından cezalandırılmıştı), ve soyunun varlığı yağmaya bırakılm ıştı; yalnızca, o, zarar görmekle kalmıyor, akrabaları da kurban gidiyordu.’
Toprak, yalnızca savaş kahram anlığı karşılığında dağıtılmakla kalmıyordu, devlet içi hizmet de, 3oırtluklarla ödüllendiriliyordu. Demek ki, saraydaki yüksek orun sa-
3 4 lb n l B lb î, IV, 66.35Y azıcıog lu A li, m , 276.36Af1âkl, II, 303. Cl, H u art'm ok u y u şu (''Orkodi") k u şk u lu d u r; galiba .
Arap h a r fler in in u y u m u n d a " ü rk tü ” şek lin d e k i h a lk a d ın ı görm ek gerekiyor.
135
hipleri, bölge yöneticileri, din adam ları, bütün bunlar, feodal özelliğindeydi5
Küçük Asya’ya yönelen seyyidler, şeyhler, dervişler, artık . Küçük Asya’da yaşam akta olan ulema, kadılar, m üftüler, tüm ü toprağa yöneliyorlardı, tüm ünün vakıf yurtlukları vardı, topraktan gelir sağlıyorlardı. Ankara ilinde sık sık, b ir zamanlar, burada din adam larının yaşadığını, buraların, b ir zamanlar, din adam ı şeyhlerin m ülkü olduğunu gösteren köylere rastlanm aktadır: Sofular, Şeyhler yayalar, Kırşeyhler, Tagşeyhler, Dedeler, Alişeyhli, Seyidabdallar, H ızırlar vb..
Din adam ları feodallaşıyordu, bunların topraklan , yüz kızartıcı şekilde söm ürdükleri hizm etkârlar ve halayıklar kadroları vardı; örneğin, Ladik kadısı, hadisi ihlal ederek, güzel kadın hizmetçilerini fuhuşa göaderiyordu,^ bu yüzkızartıcı davranış, belirtelim ki, serfliğin hüküm sürdüğü Avnıpa’da da sürekli yineleniyordu.
Mevlevilerde, Celâleddin Rumî’nin tekkesinde de, kuşkusuz, büyük zenginlikler toplanmıştı. Ve, zenginliklerini korum ak için, bunlar, başlangıçta Selçukluların, sonra Moğolların “yasal” iktidarını destekliyorlardı, ve en sonu, Küçük Asya’yı fetheden gaziler amblemi sunarak b ir tü r yatırımla, kılıç kuşanm a eylemiyle, bu yasal- lığı Osmanh Sultanlarına bıraktılar.
Sultanın zevklerini bilen herkes, ona, b ir şey sunmaya çalışıyordu. Sultan da toprak bağışlıyordu.
Örneğin, Em ir Kılavuz’un oğlu şahinci Tuman Bek (anlaşılan bu b ir kom utanlık görevidir), kendisine Sol- h a t’dan (Eski Kırım) gönderilen b ir deniz aşın şahini yetiştirerek, tim ar alma umuduyla, MogolHanı Gazan'a götürür.^ H anlar ise, şahinlerle, şahin avıyla pek ilgileni-
37 F. K öprülü . B izan s M ü essese lerin in T esir i, s. 229.38 tb n î B a tû ta , n , 272.39A nâkl, n , 3 1 0 -3 1 2 .
136
yorlardı. Marko Polo, Kubilay H an’ın, avda, yanm a 10 bin şahinci ve 500 akdoğan aldığını anlatıyor.'®
Bu, her ne kadar, Moğol devrinden b ir olgu ise de, Selçuklularda, av, sevilen b ir ulusal eğlence olduğuna göre, daha önceleri yineleniyordu.
Sultan, kendi çıkarına olunca, yurtluklar dağıtmada cömertti.
Vakayiname, sultanı kom ploculardan kurtaran Ke- maleddin K am yar’a bağışlanmış olan ödülün ölçülerini tam olarak belirtiyor. Sultan, ona, 1000 florin, 5 yük katın , eğerli ve dizginli 5 at, 6 halayık ve ayrıca Sivas bölgesinde, geliri 100 bin "akçe” tu tan ve 50 hizmetkârın bulunduğu Kars çevresini (Kars ili) vermişti. Bu zengin bağış da, tim ar olarak nitelendirilm iştir.''’
Kısaca, toprak ve halk Nizam-ül-Mülk un açıkladığı gibi, Sultana aittir. Sultan, genellikle, küçük ölçüde olanları dağıtarak toprağı istediği gibi kullanm aktadır. Ölüm ya da suç işleme durum unda, "ik ta”nm geçerliği kalkm aktadır. Sultan, toprak mülkiyetinden gelir hakkını geçici olarak vermektedir.
Sultanın zenginliği, talih arayanların ve maceracıların önünde geniş ufuklar açarak, yakın ve uzak beyliklerden kişileri, onun hizmetine çekiyordu, örneğin. Kadı Se- fareddin’i armağan yağm uruna tu tan Sultan I. Izzeddin Keykavus’un cömertliği, oğlu Taceddin’in de gönlünü çelmiş, o da Erzincan’dan (herhalde Behram şah’ın ölümünden sonra) Selçuklular tarafına geçmiştir.
H er tü r yöntemle, kişisel cesaretle ya da sultanın ihsanlarıyla, feodallar, çok büyük zenginlikleri ellerinde topluyorlardı. Sultan, sık sık, düşm andan ele geçirilen ganim etlerden beyleri ve feodallan ödüllendiriyordu.
-)0 P u te şe stv ly e M arko Polo. V. B arto ld red ak siyon u yla t . M inev çevirisi. spb„ 1902, s. 138.
41 Y aa ic iog lu A li, III, 278.
137
Bu yüzden —vezirler, geçici yöneticiler— gibi yüksek orun sahiplerinin de, başkentten uzakta dinlenmeye ya da sessizliğe çekildikleri toprak m ülkleri vardı. Sahi- bata, Afyon K arahisar'daki N adir köyünde, Sa’deddin Köpek Amasya ili Köprü kazasmm bir köyünde yaşıyordu.
Feodallar, —ün peşinde koştuklarından mı, yoksa elkoyulabileceğinden korktuklarından m ıdır— zenginliklerinin b ir bölüm ünü, hayır amaçlı işlere yatırıyorlardı: Atabek Altunpa (“altın ayak”), Konya’da, Celâleddin Rumî için, kentte en iyisi olan b ir medrese inşa ettirmişti."*’
H er yanda, feodalların anıtları vardı. Yirmi yıl boyunca, Sultan I. Alaaddin Keykubad’a çalışmış olan Selçukluların eski hizmetlisi Karatay, Konya’da biı medrese, Antalya’da cami yaptırmıştır.'^^ Kayseri'de (Bünyan kazasında) çok büyük b ir medresenin örenleri arasında Karatay köyü bulunmaktadır;'*^ Kayseri ve Malatya arasındaki anayol üzerinde, ayrıca, b ir tü r kışla işlevi gören büyük b ir hanın örenleri korunmuştur.''® Kendisine, Af- yonkarahisar'ı seçen vezir Sahibata da (35 yıl hizmet etm iştir) toplum sal yapılar kurdurmuştu."**
Küçük Asya’da, Selçuklu döneminin anıt yapıtlarının (medrese, türbe vb.) b ir haritasını düzenlemek ilginç olur-
42A flâkl, 1, 22. — A yrıca bkz: VI. G ordlevskiy. J it iy e Sadreddlna K o n - yevl. tzv e st iy a A kadem i! N auk, 1929, str . 545, prim , 2.
43 R. M. R ie fs th a l. T u rk ich a rch itec tu re , in s o u th - w e s te m A n ato lla . Cam brldge, 1931, p. 49.
44 A vnl A li Candar. E sk i T ürk ab id eler in i b ir araya top layan şeh ir K ayseri (H ak im iyeti M illiy e ). Krş: A, R efik , akt. yap., belge no: 114. “K aratay ı... evk afın d an , K aratayı n am karlyey l..." A li A vnl Candar. "K aratay” sö zc ü ğ ü n de b o y adı görm ektedir.
45 H alil E dhem . A nadolu 'da İslâ m î K itabeler . T arih i O sm anî E n cü m en i M ecm u ası, no . 33, ss. 521 - 522.
46 O n u n y ap tırd ığ ı a n ıt yap ıların lis te s i , H alil E dhem ’d e verilm iştir (K ayseriye Şehri, s. 105). H a lil E dhem , çok tan beri, b u kon uda m on ografi I h a z ır la m a n ın ön em in e d ik k a ti çek iyordu (ayn ı y ap ıt, s. 103); ş im d i b u d ü şü n ce , ça lışm alar ın ı, 1934 y ılın d a K onya “H a lk ev r 'n in yay ım lad ığ ı Perld ve M esud ta ra fın d a n k ısm en gerçek leştir ilm iştir . Am a, b ir ta r ih m on ografisi İçin , bu , h en ü z, an cak h azır lık , m alzem esid ir .
138
du. Bu, feodalların yerleşimi ve topraklarının ölçüsü üzerine b ir yargıya varm ak için malzeme sağlayabilirdi; feo- dallar, kendileri için ekonomik çıkar görünen yerlerde yerleşmişlerdir.
Toprak sahipleri arasında, sultanın küçük birliğini oluşturan “gulam lar” da bulunuyordu; sonraları, "gulam- 1ar”, Hıristiyan tu tsaklar arasından toplanıyordu.'^ Küçük Asya’da toprak mülkiyetinin tarihini kavram ak için, ya da, daha doğrusu toprak sahiplerinin bileşimini aydınlatm ak için, “gulam lar”, büyük önem taşım aktadır.
Komutan Seyfeddin Turuntay (kendisine, anlaşılan, "gâvurlar”la savaşlardaki yararlılığından ö türü "inancın kılıcı” adı verilmişti), îbn i H aldun’un belirttiğine göre. Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in azat ettiği b ir "gu- lam ” idi.'® Saraya yakınlığı bulunan büyük b ir feodal olarak, Konya çevresinde, anısı, coğrafya adlarıyla süren bir yurtluğu vardı.'”
Saray hizmetlisi halayıklar, gulamlar, hizmette ilerleyerek yüksek görevlere geliyorlardı; bunlar, esas olarak, maaşlarıyla yaşıyorlardı, m ülkleri yoktu,“ ama onlar da, sultandan toprak alabiliyor ve böylece, giderek, yeni bir toprak sahibi katm anım oluşturuyorlardı.
Ankara ilinin Keskin kazasında Gulamuşağı köyü vardır. Belki de eski hıristiyan köleler, gulam “uşaklar”®' ya da gulam toprak ağasının mülkünde yaşayan, Hıristiyan inancını koruyabilmiş köylüler, burada yaşamışlardı. Şurası kuşkusuz ki. Küçük Asya’da, Hıristiyanların yaşa-
47K rş: E vliya Ç eleb i’n in d ey im i (S eyah atn am e, I, 559 - 600). '‘D evşirm e g u lam lar .”
48 Cl. H uart. E p lgraphle arabe, p. 24.49 VI. G ordlevskiy. İz Istor lı vodop olzovan lya vı K onye. Zapiski İ n st ltu ta
vostok oved en iya , t . II, str . 187-188.50 N izam ü l M ülk (b l. X X III) şö y le diyor: '‘A n -ç l gu la m a n a n d İkta
n ed u ren d .” “K öle lerin İk tası o lam az, ç .”51 M em lüklerde “u şâk l, vuşS.kl,'’ sözcü k ler i '‘köle" a n la m ın a geliyordu
(bkz: F. K öprülü . B izan s M ü esse se le ıln in T esiri, s. 248).
139
dıgı, Lozan Antlaşması’nm imzalandığı zamana değin 1923 burada b ir Rum - Hıristiyan topluluğu vardı, ve başkanı olan Papaz Eftim Keskin (Ürkmez), Anadolu Hıristiyan Rumlarının Türk kökenli oldukları hipotezini savunu- yordu.“
Saray muHafızlan, homines novi —“yeni insanlar”— içinden oluşan toprak sahibi feodallar katm am önemliydi; babası, Deylem“ doğumlu olan vezir Muineddin Pervane örneğinde olduğu gibi, 13. yüzyılda, sultanın muhafızları, vezirliklere yükseliyorlardı; Kobyak’tan kurtu lmak isteyen sultan, Sivas’tan K araca C andan çağırmıştı ("candar” — muhafız, zaptiye), Selçukluların düşmesinden sonra, K astam onu’da, Candaroğullan hanedanı o rtaya çıkmıştır.
Selçuklular döneminin feodali, Osmanlı dönemi dere- beyinin prototipidir. Örneğin, Lala K am ereddin’in toprakları (Ermenek bölgesi), Kam ereddin’in "ili” olarak da adlandırılıyordu.
Derebeyinin oluşum süreci, sağ kol beylerbeyi Hüsa- meddin Çobanbey örneğinde göze çarpıyor. "Onun cöm ertliği ve cesareti, dünyanın kentlerinde ve ülkelerinde güneş gibi parlıyordu, bilgili şairler, sanatkârlar, "alpla r”, "bahadırlar”, "çiğitler”, heryıl ona gelirleı ve onda beslenirler, onun iltifatım kazanırlardı. Kendisi ise, askeri oyunlarla idm an yapar, Allahın lütfunu kazanmak için, gazavatlarda bulunurdu, ve "savaş alanından” döndüğü zaman, "seyyidlere” ve "sufilere” ve Mekke, Medine ve Yerusalam "m ücavirlerine”*'' arm ağanlar dağıtırdı.”®
52 B u k on u d a k ısaca bkz: VI. G ordlevskiy. İz J iz n i sovrem yon noy T u rts ll. V ostok , kn . 4. (1924), s tr . 210.
53 A yrıca, P ervan e'n in b a b a sın ın K aşan'dan , y an i İran lı o ld u ğ u n a İlişk in bir başka versiyon vardır (bkz: H alil E dhem : T a rlh -i O sm anı E n cü m en i M ecm u ası, no . 43, s. 44).
54 B ü yü k ib ad eth an e ler in çevresinde y ılla r ın ı geçiren m ü n zev iler .55 Y azıciog lu A li, III, 369 - 370, ayrıca bkz: F. K öprülü . A nadolu 'da ts -
lâ m iy et , s. 63, n o t. 1.
140
Kardeşi karşısındaki aşağılanma günlerinde, Hüsa- meddin Çoban'ın korunm asını anımsayan sultan I. Ala- addin Keykubad, ona, b ir zamanlar, Danişmendlerin bölgesi olan K astam onu’yu bağışlam ıştır
Selçukluların düşmesi, ona, siyasal bağım.sızlık sağladı; buralar, artık. Çoban Beyin kalıt niteliğinde müU küydü, topraklarını istediği gibi kullanıyor, çocukları arasında bölüştürülüyordu. Vakayiname’nin Türkçe işlemesinin yazarı Yazıcıoğlu Ali, sözlerini, "kısa süre öncesine kadar (yani 15. yüzyıl) onun aile üyeleri, çocukları, ("oğlanları”), babalarının yolunu izleyerek K astam onu’da egemenlik sürüyorlardı,”^ diyerek bağlıyor.
Yazıcıoğlu Ali'nin anlatımı, kuşkusuz süslenmiş, sanki, Halife H arun Reşid’in vezirlerinden BarmeKİlerin yan söylence tarihinden alınmıştır.
H er neyse, bunlar, artık , sadaka ve armağanlarıyla, yöreyi kazanan, babadan oğula derebeylerdir. Tüm bu güruh —şairler ve m üftüler kalabalığı—, Ç obar’ı göklere çıkarıyorlardı; bunlar aracılığıyla, Çobanbey ve ardılları, propaganda yapıyor ve K astam onu’daki etkilerini pekiştiriyorlardı. Giderek, halk, güçsüz İstanbul hükümeti karşısında, yakın, iyiliksever, her an yardım a hazır dere- beyini üstün tutm ayı öğreniyordu.
Vakayiname'de, henüz, derebeyi terim i bilinmiyor. Artık, Türkiye’de derebeylerinin tarihini incelemenin zam anıdır; Osmanlı tarihçilerinde ve Avrupah gezginlerde, bunun için bol malzeme vardır.^
Sultandan toprak elde eden feodallar, savaş için as-
56 T a la t M üm taz Y am an, K a sta m o n u T arih i, İsta n b u l, 1?35, s. 80.57 Y a z ıc ıo ğ lu A li, III, 320 - 321; “O ğlan ’' te r im in in ardm da, belk i, sö z
cü ğ ü n esk i a n la m ı vardır. (A yrıca bkz: E vliya Ç elebi, S ey a h a tn a m e II, 223: Ç obanlar ta ra fın d a n E rzurum İlinde in şa ed ilen köprü; b u k on u d a bkz: A strabadi agy. s. 462).
53 D erebeylik k u ru m u n u n in ce len m esi k o n u su n a M. H artm an işaret e t m iş tir (M. H artm an n. Zu "Aus der n eu eren o sm a n lsch en D ic h tu n g ’’. MSOS., J ah ran g X V I, 1918, p . 52, n o t.)
141
ker yetiştiriyorlardı; bunlar, denebilirse, “askerler için tim ar kefilleri’ydi ("kafil-i zeamet-i asakir).
Sultana sağlanan askerlerin sayısı, toprak alanının genişliğine bağlıydı.^’ Örneğin, ordunun öncü birliklerine kom uta eden meclis emiri, Erm eni kralı Levon üzerine yapılan sefer zamanında, 3 bin atlı ve ayrıca "cenk için donatılm ış şanlı bahadırlardan” oluşan, 100 alplık b ir b irlik çıkarmıştı.
Selçukluların, bağlı beyliklerince de (Trabzon kralı "K ir - Aleksis”, Küçük Erm enistan Kralı II. Levon ta rafından), yardımcı askerî birlikler çıkarılıyordu.
Küçük tarlaların (timarlarm) sahibi sipahiler, savaşa atlı ve silahlanmış olarak çıkıyorlardı; “sipaLi” terim inin dile getirdiği gibi, bunlar özgür feodallar ordusunun er kitlesini oluşturuyorlardı.
Sefer öncesinde, sultan, genellikle, M araş’ın, Malatya’nın, Sivas’ın sağ ve sol kol beylerine, yani Oğuz boyları önderlerine, atlı ve yaya kalabalık b ir birlikle hizmete gelmeleri, ve kuşatm a araçlarını ve diğer askerî donatım larını getirmeleri için tezkereler gönderiyordu. Sonra, sultan, kentler bağışlayacağım vaadettiği bir şölen düzenliyordu.
Savaşa katılm ak, feodalin görevidir. Feodal, bu görevi, severek, isteyerek yerine getiriyordu, çünkü zengin ganimet ya da ödül alacaktı. Ama, feodallar zenginleştikleri ölçüde, yerlerinde rahat oturm ayı yeğliyorlardı; birtakım düşünceler adına, ortak yarar adına özveride bulunm ak, onlara yabancıydı ve anlaşılmazdı.
13. yüzyıl ortasında, doğuda, Selçukluların tehlikeli düşmanı Moğollar boy gösterdi. Bağlı beyliklerle ilişkiler zayıfladı ve Moğolların akm larım püskürtm eye hazırlanan sultan, feodallara, arm ağanlar gönderip yardım di-
59 F. K öprülü . B izan s M üesseBelerInIn T esiri, s. 229, n o t. 4.
142
1er hale geldi.^Barış zamanında, Selçuklular, herhangi b ir yapı kur
maya niyetlenince, feodallar da çalışm alara katılıyorlardı, bu, onlar için b ir tü r doğal yükümlülüktü.
Örneğin, Sultan I. Alaaddin Keykubad zamanında, başkent Konya, Fransız gezgin Teksye'nin 1835 yılında gördüğü gibi, 19. yüzyılda da henüz sağlam olan, güçlü duvarlarla çevrilmişti; ; alışm alarından ötürü, kendi kendilerini ödüllendiren feodallar, kuleler ve duvarlar üzerine adlarım kazımışlardı.
Soya dayalı, yaşayış, giderek, daha da bozuluyordu; yeni ülkeler ele geçiriliyor, ve yeni bağlı beylikler, Selçukluların sarayına, yeni düzenlemeler, yeni gelenekler getiriyorlardı.
Ama başlangıçta, Selçuklular, Küçük Asya’ya, Orta Asya düzenlemelerini getiriyorlar. Büyük Selçuklu Alparslan, Bizans İm paratoru Roman Diojen'i yendiği zaman, Diojen ona bağımlılığını gösterebilmek için, tıpkı b ir köle gibi, kulaklarına halkalar takmıştı.
Selçukluların, feodal ile merkezi hüküm dar arasındaki bağımlılık ilişkilerini belirleyen tören düzenlemeleri, Doğu ve Batı öğelerinin alacalı bileşimini ortaya koyuyordu.
Feodallarm itaati, kendi üzerlerinde sultanın yüksek haklarını kabul etmeleri, "eğilip alnını yere koyma", C'öğ- nüb alnın yire koyup") "diz çökme” ("dizin çöküb"), "el bağlam a” ("el bağlayub"), "el öpme" ("desbus-i eşref") gibi dervişlerde süren hareketlerle simgelenmektedir.
Em ir Ayba, (bir Frank tarafından öldürülen) SultanI. Gıyaseddin Keyhüsrev’in cesedini görünce ağlamış ve yüzünü sultanın ayağına sürmeye başlamıştı.'*'
Sultan, bağımlı beyin yaşamı ve ölümü üzerinde öz-
iO tbn i BSbî, IV. 239.61 Y azıciog lu A li, III, 96.
143
gür karar sahibiydi. Vakayiname’de renkli bir itaat tab- losu verilmişti. Eski b ir kabahatini onarm ak isteyen Em ir Seyfeddin, Alaaddin'e, tahta seçildiği haberini götürür; Alaaddin'in önünde alçalarak eğilir, koynundan bir kefen çıkararak boynuna sarar, barışçı niyat taşıdığını gösterm ek için, daha önce, saray kom utanına verilmiş kılıcı alır, ve sultanın önüne koyar,“ böylece, kendisini bütünüyle Sultanın yargısına teslim etm iştir.
Bu itaat simgesinde, Selçukluların hırisliyan komşularından, H açlılardan aldıkları etki (kılıç) ve eski Türk geleneği şeklinde iki öğenin bileşimi vardır.
Selçuklular, Bizans im paratorunun sarayında, bağımlı prensin itaa t törenlerini görmüşlerdi (onların ataları, im paratorun erguvani iskarpinlerini öpüyorlardı), bütün bunları, kendileri de almışlardır.^
Sultanın, merkezi hüküm darlığını açık biçimde gösterm ek istediği, b ir m onarşik prenslik sözkonusu olunca, tören, daha karm aşık durum alm akta, alçaltıcı nitelik kazanm aktadır. Bu, prensin kimliğine, müslüm an mı, Hıristiyan mı olduğuna, bağlılık andı içmek için mi, yoksa yalnızca şükranlarını bildirm ek için mi saraya geldiğine bağlıdır, ve tören, buna göre biçim değiştirmektedir. Ve eğer, bu, b ir hıristiyan prens ise, sultan. Batı Avrupa biçimlerini seçmektedir; onlar sultanın prestijini yükseltmek zorundadırlar.
Kir Farid, sultanın kurulduğu tah ta üç kez yaklaşarak yeri öper, o kadar. Sultan, kayınatasmın onuruna fazla kıyamamaktadır.
«S Y azıcıog lu A li, III, 191. T ürkler ü zü n g işa re ti olarak b oyu n lar ın a s i y a h keçe dolarlardı, bkz: A. R om askeviç. N oviy çagataysko - persidsk iy slovar. E born ik “M ir A li Şir", L., 1928, str. 98.
63 P. U sp en sk iy . O çerki i z Istorii T rap ezu n tsk oy im p erii. L-„ 1929, str. 33. P. U sp en sk i, S e lçu k lu la r ta r ih i iç in İn g iliz m a lzem esi k u lla n m ış ve S u lta n İzaed d in 'in a d ın ı “A yzed d ln ’> olarak verm iştir . G enel olarak, özel adlar tam İşlen m em iştir , örn eğ in , 63., sayfada K ösed agı y er in e K oesedae şek lin d e r a st , lan ıyor, A rcinga ise E rzin can ’dır.
144
Behram şah'ın uzun yıllar süren yönetiminden sonra, Erzincan'da, iktidar, Selçuklulara düşman b ir siyaset güden oğluna geçmişti. Bir süre, gerçek niyetlerini gizleyerek, o, sultana şükranlarını bildirm ek için Kayseri’ye yola çıkmıştı. Daha uzaktan, Sultanın kapısını (“çatır”) görünce, atından iner ve yürüyerek gitmek ister, am a sultanın buyruğundaki beyler, onu, atına bindirirler. Bir süre sonra, Davudşah, yeniden attan inmek ister, bu kez, onu, sultan durdurur, ve bey, atının üzerinde oturduğu halde, merkezi hüküm darın elini öpmekle onurlandırılır.
Daha önce, Sinop’u yitirmiş olan Konya bağımlı prensi Kir Aleksis ("Büyük Komnin” I. Aleksea) üzerine anlatılan öykü ilginçtir. Sultan (I. tzzeddin Keykavus), atının üzengisine ayağını koyunca, "akıllı ve kurnaz” Aleksis, seyisten çulu alarak sultanın atı önünde yürümeye başlar. Sonra, sultan. Kir Aleksis’ten çulun alınmasını buyurur; Kir Aleksis, atına biner ve sultanla yan yana yola devam eder."
Küçük Erm enistan da, Selçuklular önünde, aym şekilde baş eğmek zorundaydı. Madem ki, Bizans, Ermeni- leri eziyordu, onlar da Küçük Asya'da, Türkleri, gönül hoşluğuyla karşılamışlardı, ama I. Haçlı yürüyüşünden sonra hıristiyanlara, doğudaki Latin prensliklerine eğilim yeniden ağır basıyordu. Devletin siyasal bağımsızlığını korumaya çalışan II. Büyük Levon, Roma papalığıyla yazışıyor, inançsızlara karşı b ir savaş için onayını almaya çalışıyordu. Küçük Erm enistan, bunu, pahalıya ödemiştir. Kral II. Levon (1198-1220), Sis kentini (Küçük Erm enistan'ın başkenti) elinde tu tarak sultana boyun eğiyor ve "bağlılık çulunu başında taşım asına” ("ita-
6 4Y azıcıoğ lu Ali, III, 377. A leksea’n m a lça lm asın a , A. K uL ik de is te m e yerek İşaret e tm ek zoru nda ka lm ıştır , (O snovan iye trapezuntsjfoy Im perii, vı 1204 g. U çen iye zap isk i A kadem ii N au k po pervom u i tr e ty em u otd elen iyam , t . II. 1854, str . 731).
145
atcı gaşiyesin çeknüne [?] götüreyin”) izin vermesini di- liyordu.“
Üzengi öpme, b ir şükran simgesine dönüşmektedir. Örneğin, sultanın evlenme törenleri sırasındaki çalışmalarından ötürü ödüllendirilen Kadı Şerafeddin, kendisine bağışlanan atın üzengisini öper.
Bu görenek, Selçuklulara, belki, yurtları olan Orta Asya’dan gelmiştir. Büyük Selçukluların atası, at göreneğini bilen ve anlayan bozkır adam ı Tugm l Bey, Bag- dad’a girdiği zaman. Halifeyi, katırının dizginlerini tu tarak saraya götürm üştü. Ama, bu tutum a. Haçlıların, Latin prenslerinin törenlerinde de rastlanm aktadır: Antakya prensi, Bizans İm paratoru Manuel Komnin’in atının üzengisini tutuyor, böylece Bizans'ın merkezi hükümranlığını simgeleştiriyordu."
İran ’da, atın üzengisinin ve kişinin elinin öpülmesi- ne, birinci emperyalist savaşa değin b ir saygı işareti olarak rastlanıyordu. Bir kente ya da köye konuk geldiği zaman, atını dizginlerinden tu tarak götürüyorlardı, hem Küçük Asya’da, hem Suriye’de, bunu daima gördüm. Köy yaşayanları, saygın konuğu, b ir verst uzakta karşılıyor ve atının dizginlerini tu tarak eşlik ediyorlardı ve bu gelenek, yalnızca, m üslüm an doğuda gözetilmekle kalmamış, Türklerden Rumeli’ye, Slavlara da geçmişti.
Hizmetçilerin (seyisin ya da silahdarm) görevleri gö- zönüne alınarak, çul taşınması. Küçük Asya'da. Batı Av- rupalı Haçlılardan aktarılm ış ve Selçuklulara, belki, dolaysız olarak yerli hıristiyan Erm enilerden ya da Kumlardan geçmiştir.
Ermeniler, başlangıçtan beri, siyasal bakımdan, Do-
65Y azıcıoğ lu A li, III. 160 (b u n u n la b ir lik te , o sıra artık K ü çü k E rm en is ta n 'ın başınd a Hetuım vardı).
66 P. U sp en sk iy . V ostoçn aya p o litik a M an u lla K om n ia. T ü rk l-se lçu k l 1 h rIstiansk Iye gosu d arstva S ir ll 1 P a les tlm . S oob şçen iya B osalyskovo P a les- tln sk o v o obşçestva , t . XJİIX, 1926, str . 131.
146
guya (îranlılara, Araplara) bağlı olunca, Erm enistan sarayının yüksek görevlilerinin sanlarını anlatan terimler, Doğu etkisini dile getirm ektedir: Örneğin, "Em ir", "ha- cib”, “sipahsalar”, “sipah” sonuncusu, anlaşılan askerî yükümlülükler taşıyan saraya bağlı feodaldir.
Ermeni prensleri, dış görünüşleriyle de değişmişlerdir; m üslüm anlara öykünen Rupenidler, sarığı andıran başlık, vuruyorlardı,^^ ama onlara, bu, Selçuklulardan değil, İrandan, halifelerin valilerinin egemen olduğu sıralarda, Ani kentinden geçmiştir;*® Ermeniler, kom utan karşılığı olarak Türkçe "subaşı" sözcüğünü değil de, Farsça "sipehsalar" sözcüğünü, bu yoldan alm ışlardı:’.
KüçükAsya 'da, Haçlıların topraklarının sınırında yerleşen Rupenidler, Batı Avrupa Feodal düzeninin etkisinde kalıyor, onlara Batı terim leri geçiyordu." Haçlılar, Rupen'e, “baron” sanı vermişlerdi; 1178 yılında, Kral II. Büyük Levon, bağımlı prensliği reddederek "k ral” sanını aldı. A ktarmaların yönü, kuşkusuz, Rupenidlerden Küçük Erm enistan'ın komşuları Selçuklulara uzanmaJctadır.
Kilikya'da, Batı ve Doğu kültürleri uyum sağlamıştır; Kilikya, eskiden beri kültürlerin kavşak noktasında bulunuyordu.
Bu şekilde. Batı Feodalizmi (kuşkusuz, terimler, törenler gibi dış çizgilerle), Selçuklulara, hem batıdan (Bizans'tan) hem doğudan (Ermenilerden) geliyordu.
Feodal, (genellikle b ir perdenin arkasında duran) sultanın huzuruna çıkınca, yeri öpmekte, ve el bağlaya-
67 N . Marr, A ni. K n ljn aya Istoriya goroda 1 raskopkl n a m este gorodişça. L.. 1934, str . 60, 129, prim . 20.
«8V. Kraçkovsicaya ve t. K raçkovsk iy. tz arabskoy ep igrafik i v ı A ni. Sbornllc A kadem ii N au k SS SR KILıV A kadem ika N. Y. M arru, L.., 1935, str. 673.
69 V. L anglols. E ssal h ltoriq u e e t e r ltlq u e dela c o n s t ltu t io n socia le e t p o lltiq u e de l'Arm;6nie Bous les rois de la d y n a stle R oupĞ nlenne. s t. —p., 1860. pp. 53 - 54 (—M em olres de l'A cadâm ie des S c len ses de S t. —P., VII serle, t . III, no: 3).
147
rak saygıyla ayakta durm aktadır. Bu, doğu törenidir; Bağdat'taki Abbasi halifelerinin de benimsediği, İran, Sa- sani kültürünün b ir başka etkisidir.
Örneğin, Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev karşısında, yeğeni III. Küıçarslan el bağlamıştı. Kılıçarslan, beyler tarafından terk edilmişti, ama sultan amcası, yeğenini yanm a çağırmış, oturtm uş, kendisinin merkezi hüküm dar, yeğeninin bağlı bey olduğunu göstererek "eliyle, ona dokunm uştu”; yeğen, amcasından değerli taşlarla işlenmiş sarık, cüppe, kemer, altın b ir kılıç, koşumlu ve diz- ginli b ir at, kısaca, beyin bağımlılığını dile getiren, ve merkezi hüküm darın istemi üzerine, savaşa katılmaya hazır tim ar sahibi için gereken her şeyi almıştı.
Kir Aleksis'in Trabzon krallığı üzerinde kalıt haklarını b ir ant belgesiyle onaylayan Sultan I. Izzeddin Key- kavus, ona, "şah” cübbesi, törenlerde giyilen "nevruz” sarığı, ("külah-i nevruzi),^° b ir a t armağan eder.^' Bütün bunlar, Orta Asya’dan geçen, bağımlı beyliğin belirleyici işaretleridir; hüküm dar, bunlarla, savaş için süvari donatmış olm aktadır, merkezi hüküm darın bağımlı beye bağışladığı Standard arm ağanlar takımı. Küçük Asya’da devam ediyordu.
Sultan, bağımlı beyler üzerinde yüksek yargıçtır. E rzincan Beyi Davudşah, atalarının yolundan saparak, çevresindeki beylere azap vermeye başlayınca, beyler, Sulta^ na şikâyette bulunurlar; sultan ise, ona, b ir uyarı mektubu gönderir: "Zarara uğrayanların m alları ve toprak’ lan , oğulları ve kızları zedelenmemiş, sağ ve salim olacaktır.” Sultanın gözdağı, etkisini göstermiş, Davudşah hapsettiği beyleri özgür bırakm ış ve mallarını geri vermiş^ t iP
70 "Nevrûz" k o n u su n d a bkz: P. S avvaltov, agy. s . 84.71 Y azıcıoğ lu Ali, III , 137.72Y azıcıog lu A li, III, 377 ve dev.
148
Yeni bağımlı beyle antlaşm a yapan suUan, artık, onun hiç kimsenin yardım ına başvurmamasını, yalnızca özel olarak sultana um ut bağlamasını, kıskançlıkla istiyordu/^ Uygulamada, bağımlı bey, kuşkusuz, sultanın kendisini koruyabildiğine ve haklarım savunabildiğine inandığı sürece, antlaşm anın gereklerini gözetiyordu.
Merkezi hüküm dara bağımlılığın en yüksek işareti, beyin kendi haklarım önemsemeyerek, sultan adına sikke bastırmasıydı; örneğin, (Mardin’deki) A rtuklır, (Sis’deki) Rupenidler böyle davranm ışlardı; ama eğer, sözkonusu bey müslümansa, camide, sultan adına "hutbe” okutuyordu.
Ama, sultanın üzerinde de b ir hüküm dar, halife vardı. Abbasi halifesinin kendi üzerinde egemenliğini kabul eden sultan, ondan, onur hırkası alıyordu, Selçuklular, daha Orta Asya'dayken sancakları için siyah rengi seç^ mişlerdi.
Bağdat’tan sultana, halifenin elçisi geldiği zaman, sultan, halife önünde büyük saygıyla eğilen bağımlı b ir beye dönüşüyor. Halifeden gelen m ektubu, yüzünü doğuya, Bağdad yönüne çevirerek, ayakta dinlemektedir. Müslüm anların başkanınm kendisinden yardım istemekte olduğu bilinci, herhalde Türkün özsaygısını okşam aktadır. Sultan I. Alaaddin Keykubad, halifeden gelen betiği saygıyla başına koymakta. Doğuda yaygın olan bu jestle, halifenin sözünün uvgulanacağını göstermektedir.
Kendisine, halife tarafından gönderilen armağanları, tahtından kalkarak kabul etmekte, altın naili katırın tırnağını öpmekte, halifenin verdiği hırkayı giymekte, başına sarık bağlam aktadır.”
Sonra, halifenin yarı düşsel yerini, Mo^ol hanları, onların "noyanları” işgal edince, Selçuklu, " îlhan” kar-
73Y azıcıog lu AJl, III, 305. 74,Y acızıoeiu A li, III, 223.
149
şısında başını eger/^Kuşkusuz, sultanın saygı işaretleri, belki yalnızca,
hüküm dar - halifeye olduğundan çok, m üslüm anların dinsel önderi imam - halifeye yöneliktir; uysal b ir müslüman olan Sultan I. Alaaddin Keykubad, m üslüm anların kutsal kentlerinin sultanlarının sözlerini ve buyruklarını da derin b ir saygı ve sevgiyle karşılıyordu.
Böylece, halifeden sultana, zengin feodaldan küçük tim ar sahibine kadar her şey, düzgün hiyerarşik b ir ün- van sayısı merdivenini ortaya koyuyor.
Boy başkam, subaşı, han olan Selçuklu sultanı, bir merkezi hüküm dara dönüşmüş. Küçük Asya’da hayvancılıkla uğraşan boyların birliğinden, sonuçta, b ir feodal devlet kurulm uştur.
7 5 ib n l B tbî, IV, 204.
150
ALTINCI BÖLÜM
Sultanın Otoritesi - Feodallann Başı Olarak Sultan - Feo- dallann Arasında Katmanlaşma - Sultanın Dayanağı Olarak Yeni İnsanlar (“Orta Beyler”) - Sultanın Mutlakçılığa
Eğilimi - Sultanın Haraçları - Ekonomide Sömürü Sistemi
Moğolların sald ırılan sonunda devrilen Selçukluların dağılması, devletin yapısının ne denli sallantılı olduğunu gösterm iştir. Feodallann başı, onların, denebilirse, kâhyası sultanın otoritesi yüksek değildi. Büyük zenginlikleri, taşın ır ve taşınmaz m alları elinde toplayan feo- dallar kuşkulu askerî serüvenlere isteksizce giriyorlardı. Moğollara karşı ise, çok daha büyük sakınm a gösteriyorlardı. Dayandıkları sınıf —onlar tarafından sömürülen köylüler— perişan olm uştu ve dayanılmaz b ir zulüm altında inlej’ erek, kendilerine karşı ayaklanm alar gerçekleştiriyordu.
Îb n i-B îb î Vakayiname'sinin anlattığı dönem olan 13.
151
yüzyılın birinci yarısında, iç çekişmeler ve sınıfsal çelişkiler açıkça ortaya çıkmıştı. Dış itke Moğol saldırısının çabuklaştırdığı felaket kaçınılmaz oluyordu.
Selçuklular hanedanının çoktan beri, artık, b ir hükmü kalmamıştı; tum turaklı yapmacık yaşayış, Bizans sarayının entrikaları, siyasal koşullar, her şey. Sultan I. Ala- addin Keykubad’m destansı sadeliğini alıp götürm üştür. Iç savaşlar, Selçuklular’ı, oldum olası parçalıyor ve güç- süzleştiriyordu. Selçuklular sarayının tarihi, saray darbeleriyle, şiddet kullanarak öldürüm lerle (zehirlenmelerle, boğmalarla) ve bunlara benzer ilgili bilgilerle doludur. Bunlar, siyasal karşıtlar sözkonusu olduğu ya da yol üzerindeki birini ortadan kaldırm ak gerektiği zaman, Selçukluların kullandığı yöntemlerdir; örneğin. Sultan II. Ki- lıçarslan, Danişmend Zun Nun’u zehirlemiştir. Onlarda, kişisel esenlik kaygısı, toplumsal çıkarlara üstün geliyordu. Sultanı, sürekli olarak b ir korku kemiriyor, "taht kenti” Konya’daki yerleşimini pekiştirerek, b ir an önce, akraba karşıtlarını saf dışı bırakıyordu. Komplo yanılsam alarına düşüyor ve şehzadeler, —kardeşler ve yeğenler— saraydan uzakta, ücra taşradabiryerde ya da hapiste tutuluyordu: Sultan I. îzzeddin Keykavus, ortanca kar- deşi Alaaddin’i (sonraları I. Keykubad), Ankara'dan sürmüş ve H uzerpirt şatosuna (Malatya yakınında) gönderm işti;’ şehzade Keyferidun, Koyulhisar’da^ hapsedilmişti vb.. Ama buralarda da, b ir başına zararsızlaştırılm ış şehzadeler, sultana tehlikeli görünüyor ve kale kom utanı, her dakika, idam buvruğu alabiliyordu.
Em ir Seyfeddin’in beklenmeyen gelişi, Alaaddin'i kor-
1 D ah a ön ce Ermenll&re a lt o lan şa to m ın (ad ın a g ö r e yarprıya vararak) ta m yerin i be lir lem ek o lanak sızd ır. (Bkz: H alil E dhem , K ayseriye Şehri, s. 36). B u n u n la b ir lik te , I. Îzzed d in K eykavus ü zer in e m a k a len in (E ncylope d le de r isa m , II. 681) an on im yazarı, Defr^m ery (H isto lre des Croisa des, I, 143, 3 )'de yay ım lan an E rm eni k ayn ak ların a dayanarak, b u k a ley i, "M lnşar" (b u g ü n M laere) olarak ad landırıyor; M alatya’n n gün eyd oğusu ndad ır .
2 Ş eb in karah isar’da b ir n ah iye, bkz: E vliya Ç elebi, S eyahatnam e, II. 198.
152
kuya düşürm üştü; geceleyin gördüğü, üstün makama yükseldiğine işaret olan düşü çabucak unutm uştu, ve şimdi, ona, sultan adam göndermiş de, kendisini öldürm ek istiyormuş gibi geliyordu, ve ürkm üş olarak, ölüm öncesi duasını edebilsin diye, kale kom utanından Seyfeddin’i kapıda oyalamasını diliyordu.
Yalnızca kendisini düşünen sultan, b ir ardıl belirlemiyordu, ardıl, onun için tehdit olabilirdi; bu yüzden Selçuklularda, veliahtlık düzeni sallantılıydı. Şehzadeyi, tahta, rastlantılar getiriyordu; taht, büyük oğula, küçük ogula ya da kardeşe kalabiliyordu, genellikle her şey, başkentin gerekli anda kimin eline düştüğüne, saray çevrelerine (ve Oğuz boyları önderlerine) dayanarak iktidarı kimin ele geçirdiğine bağlıydı.
Ve gene de, birbirleriyle ik tidar çekişmesindeki Selçuklular, kendilerini, yekpare soy olarak görüyorlardı: Konya’da, daha sonra. Sultan I. Alaaddin Keykubad tarafından restore edilen camide, (Sultan I. Mesud zamanından başlayarak) Selçuklular hanedanının soy türbesi vardı. II. Kılıç Arslan’ın uzun yıllar süren hüküm darlığı (öl. 1192) üzerine söylenceler, ülke sınırları dışına taşmıştı. 13. yüzyılda, Moğol devri tarihçisi İbn-al-Asir için bile,II. Kıhçarslan, Rum Selçuklularının ilk ataşındı.
Ardıl sorununu, sultanın kaprislerinden çok, feodal- lann istemi çözümlüyordu. Erkân, sultana, isteğinin yerine getirileceği yolunda söz verivordu, am a onun ölümünden sonra, çokça, üzerinde sözleştikleri şehzadeyi tahta geçirmiyorlardı. Sınıfsal çıkarlarını gözönünde tutan feodallar, kendileri için elverişli birini aday gösteriyorlardı. örneğin, Sultan I, Alaaddin Keykubad’m ölümünden önce, her iki taraf, veliahtlık için, tzzeddin konusunda karara vardılarsa da, feodallar, II. Gıyaseddin Key* hüsrev’i tah ta geçirmişlerdi.
Ne var kî, feodallar, Selçuklulara sadık kalıyorlardı;
153
onlarda, Küçük Asya’yı fetheden “Selçukluların şanlı soyundan” birinin devlet iktidarının köklü ve herhalde, yasal taşıyıcısı olduğu düşüncesi, bilinçsizce egemendi, yani devletin başında, Selçuklu bulunmalıydı. Onların tek anlaşmazlık konusu, Selçuklular soyundan kimi tah ta geçirmek gerektiği, kimin kendi ellerinde uysal b ir araç olabileceğiydi. Bu şekilde, sultan, siyasal bakım dan feo- dallarm sınıfsal amaçlarını, kendi sınıfının amaçlarını gerçekleştiriyordu. Sultan, feodallarm başta gelenidir; o, iç gelirlerini feodallardan, dış gelirlerini prenslerden ve seferlerden elde etmektedir. Sultanda, yalnızca temsilci olmanın görkemi, b ir de savaş ve barış hakkı vardır. Bu İkincisi, bazan kurultayca, yani feodallarca, sultanla kendilerinin çıkarları genellikle denk düşse de, sınırlanmaktadır. Savaş, onlara zenginlik getirmektedir; onlara, sö' m ürm ek için, işlenmiş, değerlenmiş toprak gereklidir. Sultan, iktidar fiilen feodallarda bulunsa da, feodallarm am açlarını gerçekleştirdiği sürece, tah ta rahatça oturabiliyordu. Feodallar, um utlarının boşa çıktığını farket- tikleri zaman, (kendi elleriyle tah ta çıkardıkları Sultan I. Alaaddin Keykubad örneğinde olduğu gibi) sultana sırt çeviriyor ve kom plolar tasarlıyorlardı. O zaman, sözler, yeminler, her şey unutuluyordu.
Seçilme sırasında, her iki taraf, sultan ve feodallar, biçimsel b ir sözleşmeyle, karşılıklı yükümlülükler saptıyorlar, anta dayalı karşılıklı vaatlerde bulunuyorlardı. Örneğin, (Bizans’ta gözetim altında yaşayan) Şehzade I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in isteğini artırm ak çr-basındaki erkân, şehzadeye, çoban değneği içinde m ektup götüren gizli aracı Zahariya'yı yollamıştı. Bir zamanlar, Alaad- din'i incitmiş olan Em ir Seyfeddin, ona seçildiğini açıklamadan önce, kendi elyazısıyla yazılmış b ir yemin almış ve, sultana, ne yaşamına, ne de mal varlığına dokunmayacağına ilişkin, b ir de K ur'an üzerine yemin e ttirm iştir.
154
Kaynaşmaları önlemek için, erkân, bazan hiç alışıl mamış önlemlere başvuruyor, (belli ki, kendi hapsettig insanların bulunduğu) hapishanelerin kapılarını açıyor du. İnsanları özgür bırakan feodallar, onların desteğin umuyorlardı; böylece, taraftarların ın sayısını artırıyor ve bu, karşıtlarının saldırılarını durdurm ak için yapılı yordu. Ayrıca, başkentin dış dünya ile ilişkilerini kes mek için önlemler alınıyordu; kapılar kapatılıyor ve özen li b ir korum a örgütleniyordu; korumayı, bazan yüksek görevli feodallar yürütüyordu.
Onlar, islâmın gereklerini bozarak,^ (daha sonra, Os- manh devrinde de olduğu gibi) sultanın ölüm ünü halktan gizliyorlardı; örneğin. Sultan I. tzzeddin Keykavus, V iranşehir'de öldüğünde böyle davranmışlardı, I. Alaad- din Keykubad, ancak, tabutun kapağını açtığı ve orada gerçekten ağabeyinin yattığını gördüğü zamun rahatlamıştı. Böylece, Sivas'a gider, silahdarlarla ve muhafızlarla çevrelenmiş olarak, artık, korkusuzca tah ta oturur.
Em ir Seyfeddin, perdenin ardından, im am ların ve beylerin önüne çıkar ve Sultan I. tzzeddin Keykavus'un öldüğünü açıklar. Saray salonundaki perde, b ir yana çe- kilivermiştir, ve tah tta , artık, yeni sultan otuım aktadır, ve bu fait accoınpli güçlenen silah şakırtısı karşısında, tartışm aları sona erm iştir. Salona giren beyler ve "soylu kişiler", yeri öpmekte ve övgüler düzmektedirler; meclis emiri Mubarizeddin Behramşah, onları, sultana doğru götürür, müslüm an yöntemiyle el sıkışırlar.
öpm e töreninden, ant içmekten açık şekilde kaçınmak, tehlikeli olabilirdi, böyle b ir tavır, hemen feodalin düşmanca niyetlerini ortaya kovmuş olurdu.
Din çevrelerinin başı olan Kadı, —Selçuklu dönemi-
3 İslâm d in i, ö lü n ü n , ö lü m g ü n ü n d e gö m ü lm esin i b u yurm aktad ır; ölüm , İk ind i n a m a zın d a n sonra m eydan a gelm işse , ayrıcalık o lan ak lıd ır . Am a, s u lta n la r ın göm ü lm esin d e , siyasa l d ü şü n celer , d in se l gereklere ü s tü n geliyordu.
155
nin şeyhülislâmı— saray camiinde ant içme töreni düzenliyordu. Saray, O rta Asya’da da alışılmış süre olan 3 gün boyunca yas tutuyordu; sultan, beyaz atlas giysiler giyiyor, beylerse, başlarına "tersyüz edilm iş” börkler takıyorla rd ı/
Sultan, beyleri ve erkânı, onur hırkalarıyla ödüllendiriyor, sözleşmeye uygun olarak, toprak ve görev haklarını, belgelerle onaylıyordu. Çok eskilerden beri, böyle yerleşmişti. Nizam-ül-Mülk de, tah ta yeni geçen hüküm dara, toprak belgelerinin yenilenmesini öneriyordu,® bu da, devlet düzeninin henüz ne denli zayıf olduğunu gösterm ektedir.
Sultan, kendisinden önce egemen olan düzenin tam olarak yürürlükte olduğunu, feodal düzenin, t i r kez daha, değişmediğini açıklıyordu. Ama sözleşmeler, yalnızca bunları imzalamış olanlar için yürürlüğünü sürdürüyordu; ardıllar, öncellerin benimsedikleri yükümlülüklerden bağımsızdılar. K ur’an ve încil üzerine yeminler, boş b irer formaliteydi, gerektiği zaman, her iki taraf, sultan da, feodallar da, bunlara ihanet ederek bozuyorlardı.
Tahta geçişini. Emin Seyfeddin’e borçlu olan I. Ala- addin Keykubad, sonradan, onu darağacına gönderir. Bir zam anlar verdiği sözü sultana anım satan Seyfeddin’in inleme çığlıkları boşunadır, ve kısa sürede, Seyfeddin’in yazgısı, b ir zamanlar, sultanın tah ta çıkması için çaba harcayan tüm feodallar zümresinin başına gelmiştir.
4 "Tersyüz ed ilm iş börkler” ("m aklub börkler” ) İfadesi (Y azıc ıoğ lu AH. III, 195), ga lib a b ir O guz gören eğ in i İçerm ektedir; S in op 'ta , E m ir İb rah im 'in an n es in in cen azesin d e, o ğ lu erkân ve köleler, başları aç ık olarak yü rü yorlardı. G iysileri İse, "ters çevr ilm işti" (tb n l B a tû ta , II, 353 - 354). A ynca , D eylem itlerd e de tu h a f görenek ler Vardı: Ö lü n ü n ardından gözyaşı dökerken b a şla r ın ı açıyorlar, g iysilere b ü rü nüyorlard ı (bkz: K. In ostran tsev . S asan ld s- kiye e tu d ı. spb., 1909, str . 115, 133). D ey lem itler , çoktan dır , S e lçu k lu la r ’ın h a ssa ord u su n d a b u lu n u yorlard ı; sonraları, “gu lam lar” gib i, on lar da b azan yü k sek görevlerde b u lu n ab iliyor lard ı, b u yoldan , yü k sek çevrelere, D ey lem it gelen ek leri g irebiliyordu,
5 P . K öprülü . B iza n s M ü essese lerin ln T esiri, s. 224, n o t. 1.
156
Selçukluların tarihinde, bu, sık sık yineleniyordu, sultanın durum u sağlamlaşır sağlamlaşmaz, istemediği feodallar saf dışı bırakılıyordu.
Alman İm paratoru Fridrih Barbarossa, Konya’yı terk edince, burada yerleşen Sultan Kutbeddin de (1191) böyle davranmıştı. Sultan, ona, Em ir'leri rehin olarak vermiş, bununla toprakları üzerinden Haçlıların engel' sizce geçişinin sorumluluğunu üstlenmişti. Örneğin Sa- deddin Kobyak "köpek, ç.” tarafından kışkırtılan Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, yüksek görevlileri aldatarak Erzincan’a çekmiş, onları burada idam ettirm iştir. Böylece, kendisine karşı oy kullanm alarının öcünü almıştır. Sultan II. İzzeddin Keykavus’un yandaşı Şemseddin Muhammed Îsfahanî, üç Selçuklu kardeş ta iıtta bulunduğu sırada (h. 652 yılında) öldürülm üştür.
Feodalların etkisi, topraklarında yerleşen, onların cömertliğinden yararlanan insanların sayısınca artıyor ve belirleniyordu; feodalların çevresinde akrabaları, korum aları altındakiler vb. besleniyordu.
Sultanın nasıl yaşadığını gözlemleyerek, bunlar kendilerine b ir saray düzeni belirliyorlardı. Feodal, ne denli soyluysa, evi de o denli lüks dayanıp döşenmiş oluyordu. Sudak’a yapılan Kırım seferi sırasında, belli ki, düşmanı hayran bırakm ayı amaçlayan Çoban Bey, başkom utanlık karargâhını, b ir sultan sarayına dönüştürmüştü. Yol boyunca, altın zırh takım ları giymiş savaşçılar dizilmişti, bunlar, koşumu ve dizginleri değerli taşlarla, işlenmiş atların üzerindekiler, ve “Rus Knezinin” elçisi. Sultanın beylerbeyinin huzuruna, boyun eğen b ir uysallıkla çıkmıştı.'^
Feodallar, zenginliklerini kıskançlıkla koruyorlardı ve çıkarlarına dokunulduğu zaman, bunu, kesin b ir ta-
i Y azıciog lu A li, III, 342 - 343.
157
vırla dile getiriyorlardı; onların ik tidar karşısındaki konumunu, bu belirliyordu.
Konya çevresinde, b ir günlük mesafede, bahçeler ve bağlar uzanıyordu/ Feodallar, yaz aylarında burada yaşıyorlardı; zaten genellikle kentlerde yaşıyorlar (başkent, kuşkusuz, onları daha çok çekiyordu), kent yakınında ise, “yazlıkları” bulunuyordu, bu banliyö topraklarını kararlılıkla koruyorlardı. Konya çevresi, coğrafya adlarının incelenmesi, gerçekten, buralarda, Selçuklular dönemi büyük feodallarının topraklarının bulunduğunu göstermiştir.®
Konya'yı kuşatm aya girişirken, I. Gıyaseddin Key- hüsrev, nasıl davranm ak gerektiğini kavrıyordu; O, bahçelerin kesilmesini ve bağların sökülmesini buyurur. Kenttekilerin direnişi, bu yolla derhal kırılm ıştır; III. Kılıç Arslan'ı savunma isteği yok olmuş, genç sultana, yaşamının, kendilerinin "tım arların ın” güvenceye alınmasıyla, amcasının affına sığınmasını önermişlerdir. Sultan ya da Konya’daki yandaşları, feodalların önerisini dinlem işler ve tartışm asız boyun eğmişler, böylece, her türlü direniş yararsız durum a gelmiştir.
Feodalların m addi durum ları aynı düzeyde değildi; varlık farkları, bunlar arasında ayrılıklar doğuruyordu. "Ulu beğler”, “kadim beğler”, yani daha güçlü ve daha zengin olanlar, çoğunluğu kendi yanlarına çekmek için, her türlü olanağı eyleme geçiriyorlardı. Örneğin, I. Ala- addin Keykubad’ın seçilmesi sırasında. Meclis Em iri Beh- ram şah ve Beylerbeyi Seyfeddin Ayba, vaatlerde bulunma ve parlak şölenler düzenleme yoluyla, Kurultayı kendi çevrelerinde kenetlemeyi başarm ışlardır.
"Devlet sarayının bu ham ileri ve devletin yüksek ma-
7 Y a z ıc ıo g lu A li, m , 251.8 VI. G ordlevskiy. İz is to r li vodop olzovan iya v ı K onye. Z apiski tn s t l tu ta
vostokoveden iya, t, II. str . 188 - 189.
158
kam larının bu koruyucuları”, iktidarı tam olarak kendilerinde alıkoymak istiyorlar, ve entrikalarla, kendi adamlarını yüksek görevlere getiriyorlardı. Örneğin vezirlik görevinden alınan Sahib Ata Osmancık'a sürüldüğü zaman (13. yüzyılda), dik tatör Muineddin Pervane, onun yerine, dam at Mecdeddin'i oturtur.
Feodallar, saray darbeleri düzenlemektedirler. Sultan IV. Rükneddin Kılıç Arslan kandırılarak Aksaray'a çekilmiş ve boğularak öldürülm üştür. Bu cinayetin sorum lusu, erki sınırsız vezir Muineddin Pervane ve onun uysal suç ortağı, kısa süre sonra, vezirin eliyle öldürülen Niğde Em iri Şerafeddin Hatıroğlu'dur.
Ne var ki, sarayda, anlaşılan, b ir m uhalefet grubu, çıkarları büyük feodallarm çıkarlarından oldukça ayrı olan yeni b ir klik biçimlenmektedir. Bunlar arasındaki karşıtlık, özel olarak b ir kıskançlığın zorlaması sonucu değildir; bu, kendine özgü b ir feodal muhalefet grubudur; birinciler, "u lu” ve “kadim beyler” diye adlandırılınca, muhalefeti, Vakayiname’de yer yer adlandırıldığı şekliyle, "orta beyler” oluşturuyordu.
Genel olarak beyler, yüksek ve aşağı biçiminde ayrılıyorlardı, Vakayiname, b ir yerde, "büyük av” törenlerini aktarırken "aşağı beylerin” ("aşaga begler”), ancak, sultandan sonra atış yapabildiklerini dile getiriyor. Burada, feodal düzen koşullarında doğal olan zorunluluklar ortaya konulm aktadır. Rus vakayinamesi, genç yaştaki Knez Svyatoslav’ın mızrağını drevyanlar yönüne savurduğunu ve yakm ındakilerin bunu çarpışm a işareti olarak anladıkları biçiminde b ir öyküyü korum uştur.
Beyler, üç gruba ayrılmış mıydı, saptam ak güç, ama feodallar zümresine m uhalif duygularla dolu "orta beylerin” ortaya çıktığı kesindir. Bunlar yeni sivrilmişlerdir. Sultanın b ir korkusu yoktur, çünkü zengin değildirler, ama sultanın gözüne girmişlerdir, büyük feodallarm et-
159
kişini kırabilm ektedirler, zaten kendilerini aşağıladıkları ve hor gördükleri için büyük feodallara hınç duymaktadırlar. “Orta beyler”, sultanı korurken, kendilerini koruduklarını açıkça görüyorlardı.
Sultandan uzaklaşan feodallann taktiği değişiyordu: "Güçle elde edemediğin yerde kurnazlık yapacaksın”. Onlar da, saray üzerindeki baskılarını sürdürm ek için, her türlü çabayı gösteriyorlardı. Vakayiname’, sultanın ''şölene”'” günde 30 koyun kestirdiği dönemde. Em ir Seyfed- din Ayba Bey'in 80 baş, yani sultandan yaklaşık 3 kez fazla hayvan kestiğini anlatm aktadır.” O, böylece, giderek çevresinde, sarayda meydana gelen gizli konuşmaları, kendisine rapor eden omuzdaşlar topluyordu.
"Orta beyler” arasında, Türk olmayan, mülk sahibi Hıristiyan prenslerden sultanın yanma geçen kişilere de rastlanıyordu. Toplumsal kökenleri, feodallara belki aykırı gelebilen "gulam lar” da burada bulunuyorlardı. "Yeni insanlar”, yerli feodallann entrikalarına kayıtsız kalıyorlardı. Sultanın ilgisine değer vererek, bunlar, feodal- larm dolapları konusunda onu uyarıyorlardı. Örneğin, Sultan I. Alaaddin Keykubad’a karşı komplo hazırlandığı zaman (feodallar, sultam boğmak ve tah ta Key Feridun'u getirmek istiyorlardı), Em ir Kamnenus ve Hokka- bazoğlu Kamereddin sultanın gözlerini açmışlardır. Ama, Antalya’da, güçlü Ertokuş Bey'in yakınında bulunan sultan, b ir zaman oyalanmış ve ancak, Kayseri'ye geçtikten sonra, şölen sırasında komplocularla hesaplaşm ıştır.
Kamnenus, belli ki, Rum dur ve. adına bakılırsa,
9 Y a z ıc ıo ğ lu Ali, III, 271.10 "Ş ölen ” b u rad a başka an lam kazanıyor: B u, su lta n ın soru n lar ı iç in
saraya gelenlere, dah a N izam ü l M ülk (bkz: b ö lü m X X X V ) ta ra fın d a n yerle şt ir ilen a lış ılm ış ikram dır.
11 K oyun , D oğu ’da ağ ır lam a ö lçü sü d ü r: ev sa h ib i k on u ğu on u ru n a akşam ley in k u zu keser, ve dah a k ısa süre ö n cesin e kadar. K ü çü k Asya'da, s ü n n e t n eden iy le yap ılan tören lerde k es ilen k o y u n la n n sa y ısı 500'e u la şa b iliyordu.
160
Komninler so j^ndan gelmektedir; Kamereddin'in aile lakabı ise, babasının “aşağı b ir meslekten” ("hokkabaz”) olduğunu göstermektedir; bununla birlikte, Selçukluların hokkabazları ünlüydü ve sanatlarıyla İstanbul’daki BizanslIları hayran bırakıyorlardı.
Feodalların cüretkârlığı ve keyiFiligi, giderek artıyordu. Sultan I. Alaaddin Keykubad'ın veziri, Konya ve Aksaray arasındaki "Zazada” hanını inşa eden'^ Sadeddin Köpek, II. Gıyaseddin Keyhüsrev'i babasını öldürmeye kışkırtm ış’ ve ardından genç sultanın deneyimsizliğinden ya:rarlanarak yüksekten bakan b ir tutum takınmaya başlamıştır. Bu, erki sınırsız b ir "naib”, sultanın genel vahşiydi. Sultan, sarayında b ir tutsak gibi oturuyor. Sadede din Köpek ise, onun yanına silahlı, kılıcını kuşanmış ola- la k giriyordu.
Gözü korkm uş olan Sultan, Köpek’i ortadan kaldırmak için Sivas’tan Karaca Candar’ı çağırtm ışnr. Böylece, gene b ir taşralı, (lakabının gösterdiğine göre muhafızlıktan gelen biri) sultanın koruyucusu olarak güçlü feodala karşı çıkarılm aktadır; taşranın küçük feodah için, bu, hizmette ilerleme sağlayacak çok elverişli b ir fırsat oluşturuyordu. Sonraları, "orta beylere” duyulan olumsuz duygular, dinsel b ir ayırtıyla renklendirilmektedir. Moğol döneminde, dayanıklı savaşçılar olan m üslüm anlar, Selçukluların boyunduruğundan kurtulduklarına sevinen hı- ristiyanları korkaklıkla suçluyorlardı.
Feodallar arasındaki ayrılığı gören sultan, bundan ustalıkla yararlanıyordu. Feodalizmin doruğu en güçlü feodallar, devletin başkenti Konya’da toplanmıştı. Bu, sultanı rahatsız ediyordu. Bunların arasında, güçsüz ve otoritesiz kalıyordu ve istekle "tah t kenti” Kayseri'ye çe-
l2B kz: A bdulkadir H am dizade (şim d i E rdoğan), "Türk S özü ” gaz, 1918, 1X0; 54.
13 H alil E dhem , K ayseriye Ş ehri, p. 62, n ot. 1.
161
kiliyordu; burada, cesaretle “orta beylere” yaslanabiliyordu.
Sultan I. Alaaddin Keykubad’ı tah ta geçiren eski hizmetli Em ir Seyfeddin, b ir zam anlar, sultanm kendisine bahçede söylediği sözleri anımsadığı ölüm saatinde, bu değişikliği fark etm iştir: "Yaşlı ağaçları sökmek ve yerine genç ağaçlar dikmek gerek”.'''
Bu şekilde, Rum Selçuklularında b ir yönetim evrimi meydana geliyordu. Feodallarca baskı altına alınan sultan, vasilik altında bulunm aktan kurtulm ak istiyor, onda, zorbalık yönetimi ya da yabanıl egemenlik biçimleri olan mutlakçıliga doğru eğilimler beliriyordu.
Yüksek orun sahiplerinin ve geçici yöneticilerin yazgısı değişkendi. Önceleri, komplolarından ve ihanetlerinden kuşkulanan sultanların kaprisi nedeniyle, kelleleri uçuruluyordu. Sonraları, Moğol saldırısı, tutkularını ve doymazlıklarını daha da aşırı durum a getirince, birbirlerine karşı entrikalarda yok oluyorlardı.
Yüksek yöneticiler, ik tidar savaşımı içinde, yurtlarını batkınlığa sürüklüyorlardı, ve başlangıçta Rükned- din’in yandaşı olan Muineddin Pervane ve. Sultan îzzed- din'i yüzüstü bırakan Sahib Ata gibi en iyi devlet adamları, bu günahı işliyordu. Sonraları, Konya, Selçuklular için parlaklığını yitirir. Burada, güçlü feodallar vardır; sultan, başkentten kaçar, ama feodalların ağır pençesi, onu, her yerde yakalam aktadır. Feodallar, kendilerini so yup soğana çeviren sultandan nefret etmektedirler.
Büyük zenginlikler feodalların ellerinde yoğunlaşmış olsa da, tarım ürünleri, değiş tokuş edilen ya da satın alınan m allar ve m amul mallar, savaş ganimeti, genellikle sultana gidiyordu. Sultanm evlenmesi durumunda, ya da başkentte bulunmadığı (Akdeniz kıyılarında geçirdiği) uzun b ir süreden sonra dönüşünde, beyler ve naib-
M tb n l B îb l, IV. 114.
162
1er, bunu, feodallara duyuruyorlardı, feodallar ise, sultanın sarayına arm ağanlar götürm ek zorundaydılar.'^
Vakayiname, Kayseri subaşısı Seyfeddin Abu-Bekr’in bölgenin sınırı olduğu anlaşılan Çubuk'ta sultanı karşılayarak uzun zaman boyunca biriktirdiği tüm varlığını ona sunduğunu yazmaktadır.''^ Sultanı kendi gözleriyle görmek m utluluğu feodala pahalıya mal olm uştur.
Sultan, gezisi sırasında, geçtiği her yerde, güzel erkek ya da kadın tutsaklardan, altın dolu keselerden, Türk ve Arap atlarından vb. oluşan arm ağanlar topluyordu. "Melikler", sultana değerli taşlar sunuyorlardı. Bağışlarla tükenmeye yüz tutan hâzineyi zaman zaman doldurduğu bu gezileri, istekle gerçekleştiriyordu. Bir eliyle dağıtırken, o, yitirdiklerini kat kat fazlasıyla topluyordu.
Sultanın tahta çıkışı sırasında, zengin armağanlar sunuluyordu. Bu, merkezi hüküm darın, uyruğuyla, bağlı beyleriyle buluşması, feodalin mülküyle tanışmasıydı. Bu vergilere ya da haraçlara, görünürde b ir yasallık verilmişti; Vakayiname dilinde, bu, “huzurda bulunm a karşılığı yasallaştırılmış pay hakkı” (“hakk’ul kudüm ”) olarak adlandırılmaktadır.'^ Osmanlı döneminde "tebşiriye” ve "kudûmiye” şeklindeki iki tü r vergi, anlaşılan, buradan doğmuştur.
Sultanın haraçları feodallar tarafından, fazlasıyla, durum ları gittikçe kötüleşen köylülere ödetiliyordu. Perişan durum daki köylüler, dayanılmaz b ir zulüm altında bunalıyordu. Feodallar, köylülere, sultanın feodallara baktığı gibi bakıyorlardı.
Ülkede, zorbalık ve baskı egemenliği sürüyordu. Köylülüğün, —reayanın— haraçlardan şikâyetleri sonuçsuz
15 E m irlerin (F eo d a lla n n ) su lta n a arm ağanlar verm esi, I>ogu’da a lış ılm ış bir o lgud ur. Ö rneğin bkz: F. B ern ye'n in ya z ısı (İstoriya p osled n lh p o litlç es - k ln perevorotov vı gosudarstve V ellk ova M ogola. M. —h . , 1936, str. 191).
l iY a z ıo ıo g lu A li, r a , 198.17Y azıcıoglu Ali, III, 107.
163
kalıyordu; Nizam-ül-Mülkun sözünü ettiği “hakça vergi” (hall-i hak) her tü rlü ölçüyü aşıyordu. Selçuklular döneminde “tah t kentleri’ ne (Konya’ya, Sivas'a, Kayseri’ye) giden büyük yollar üzerinde, (kendine özgü kaleler olan) kuşatm alara dayanıklı kervansaraylar ve hanlar inşa edildiğine göre, ülkede güvenlik düzeni yerinde değildi; bu devlet düzenlemelerine, karşı duygular besleyen (bağımsızlığım yitirmiş olan Danişmendlerin yandaşlan vb.) insanlar vardı; feodallar da, kuşkusuz, kargaşalardan yararlanıyorlardı vb..
Hoşnutsuzlar kesimi, belli ki, kulluktan ve seferlerden yorgun düşmüş köylülerden çıkıyordu. Bunların yitireceği b ir şey yoktu; savaş sırasında, her şeyi yüzüstü bırakıyor, feodallardan kaçıyor ve “büyük ana yollara” çıkıyorlardı: Buralarda, kervanları soyuyorlardı. Soygunlar, kent pazarlarında da sürüyordu, ve alışılmış olgu haline gelmişti. Vakayiname yazarı Yazıcıoğlu Ali, SultanI. Alaaddin Keykubad’ı ülküleştirerek onun hüküm darlık döneminin "altın çağ” olduğunu belirtm ektedir: Pazarlarda ticaret huzur içinde yürüyor, insanlar, yaylaklarda huzur içinde çalışıyorlardı, yani her yanda bolluk vardı, köylüler ve esnaf rahat yaşıyordu. Ama, Sultan I. Alaaddin Keykubad döneminde böyleydi, genelde ise b ir kural olarak, insanlar, güvensizlik içinde yaşıyorlardı. Herkes, varlığı ve b ir parça toprağı için korku duyuyordu.
Sonraları, Osmanlı döneminde de durum böyleydi. Lami (16. yüzyıl), "Latifeler”inde, günlük yaşam betim lemesi yaparken, toprak sahibi b ir şeyhin tarlasını "mü- ridlerinin” beklediğini anlatm aktadır. Anlaşılan, hırsızlık geniş çapta yaygındı.
164
YEDİNCİ BÖLÜM
Feodallann “tab i”leri - Köleler ve Bunlarm Yaşamda Rolü - Mülk Sahibi Köylüler (“dehkanlar”) ve Irgatlar
(“ekiciler”) - Baba İshak - Baba İshak’ın Yönettiği Köylü Ayaklanması
Doğallıkla, feodallar ile köylüler arasındaki sınıfsal çelişkiler keskinleşiyordu; feodallar, her dakika, baskıların um utsuzluk noktasına getirdiği köylülerin kendilerine karşı ayaklanmasını bekleyebiliyorlardı. Sakınma önlemleri alan feodallar, tahkim edilmiş yerlerde, kalelerde yaşıyorlardı.
îç güçlüklere, b ir de dış düşmanın eklendiği Moğol döneminde, örneğin, Sahib Ata'nm soyu (“Sal'j'bata oğulla rı”) Afyon K arahisar’da, b ir dağın doruğunda kurulu kalede oturuyorlardı.
Feodalin toprakları üzerinde, b ir bölümüyle de, feodalin sultandan aldığı gibi, feodaldan toprak parçaları
165
alan, feodalin akrabaları, ona yakın kişiler olan özgür insanlar oturuyordu; bunlar, feodallara bağlı "tab i’lerd i. Ama, bundan başka toprak, özgür çalışma (köylü emeği) ve köle çalışmasıyla (tutsakların emeği) işleniyordu.
Ne var ki, üretim in temeli, köylülerin emeğiydi; kölelik ise, en başta, ev yaşamında önemini sürdürüyordu.
Dinsel feodallarm işleri iyice düzenindeydi; bunların topraklarında da köylüler oturuyordu, ama ayrıca, belli ki, şeyhlerin çırakları olan "m üridler” de dinsel feodal- 1ar için çalışıyordu. Dinsel tarikatın üyesi ola a x (sıradan) m ürid için bedensel çalışma, b ir zanaatta uğraşma zorunluydu. Feodal şeyhler, m üridler üzerindeki manevi etkilerinden yararlanarak bunlardan bedava işgücü yaratabiliyorlardı,' m üridler, çalışmayı, "h ikm etli'n in verdiği bir ders, tanrıya hizmet olarak görüyorlardı.
Askerî seferler, canlı işgücü yedeklerini, sürekli ola- lak bütünlüyordu; savaş ganimeti olarak bu güç, feodala ucuz, bedava veriliyor, ve tutum suzca harcanıyor, çabucak azalıyordu. Fethedilen kentlerin ve bölgelerin halkı (çoğunlukla hıristiyanlar), köle topluluğuna dönüşüyor, kalabalıklar halinde, ülke içinde oradan oraya sürülüyordu.
Sudak’ı ele geçiren kom utan Çoban Bey, K ırım ’dan K astam onu’ya ve Sinop’a ve, olasılıkla, Oğuzların merkezi Boyabad’a, yani kendi 5oırtluklanna, partiler halinde tu tsaklar göndermiştir.
Savaştan sonra, kentlerin pazarlarım , köleler ve tu tsaklar dolduruyordu: Bunlar, hem Kıpçak bozkırlarından, hem Akdeniz kıyılarından getiriliyordu. Ama, barış zamanında da, köle akını daima sürüyordu; köle ticareti büyük kârlar sağlıyordu.
1 Bkz: A. M alçanov'un İlginç gözlem leri (S obran iye v o sto çm h rukop isey V. L. V yatk ina. T rudı G osudarsven noy p u b llçn o y b lb llo tek l U zbeksk oy SSR, t . I , T aşk en t, 1936).
2 "Boyabad” a d ın a “boy” sözctiğü g irm iştir .
166
Abulfeda’nın® yazdığına göre, Akdeniz kıyısında, Antalya yakınında yaşayan Türkmenler, hıristiyan çocuklarını kaçırıyor ve bunları m üslüm anlara satıyorlardı; burada, kuşkusuz, ülke dışına, Mısır’da b ir yerlere, Mem- lüklere satış söz konusudur. Ama, kolay zenginleşme sağlayan bu uğraş, ülke içinde de ileri boyutlardrydı.
B. de la Brokyer, Fransa'ya dönüşünde, yolu üzerinde, M acaristan’da b ir yerde, askerlerin ele geçirdikleri hıristiyan tu tsaklan , boyunlarından birbirine zincirleyerek, Edirne’ye satmaya götürdüklerini görmüştü, b ir halk türküsü de, tutsağın elleri arkadan bağlanarak yaban ellere nasıl götürüldüğünü canlı biçimde betimlemektedir.''
Bir köleyi, dış görünüşü hemen belli ediyordu: Kulağına halka takılıyordu,^ şair Nizami de, köleyi böyle canlandırıyor; saçları kırpılm ış ya da usturaya vurulmuş oluyor, giysi yerini tu tan b ir çul taşıyordu;^ görünüşü, belli ki, acmasıydı, ve eğer sahibini bırakarak kaçarsa, bu hemen göze çarpıyor, ve yol üzerinde herhangi biri, "kimliğinin araştırılm ası için”, onları kolayca alıkoyabiliyordu.
Feodallar, bu insanları, evlerinde, askerî tım ar toprağı tarlalarında çalıştırm ak için alıyorlar, onları her anlamda sömürüyorlar, birbirlerine armağan ediyorlardı vb.. Köle, tümüyle sahibinin malıydı, sahibi onu istediği gibi kullanırdı. Ağır işler kölenin üzerindeydi; maden ocaklarında onlar çalışır, m ezarları onlar kazarlardı (top rak kazmak ise o, zam anlar utandırıcı b ir işti).
Sonraları, Ahmet Refik’in belgelerinde görüldüğü gi-3 O eorgraphle d'A boulf^da (çev. S t. G uyard), II. 134.4F r. G iese. E rzSh lungen u n d L leder au s dem V ila je t QonJah, B erlin —
N ew York, 1907, no: 6, p. 34.5 Parsça, köle, şö y le ad lan d ırılıyor: "H alka beguş".6 D ah a sonraları, O sm anlIlarda da böyleydi. İT. y ü zy ıl son u n d a , T ürk-
lerde tu tsa k b u lu n a n Y. Streys (Trl P u teşestv ly a . M., 1935, str . 112), g iy s i ler in i soyd u k ların ı, saçlar ın ı k estik le r in i ve ya ln ızca İnce k e ten İç d on uyla çıp lak olarak kü rek b a şın a o tu rttu k la rn ı an latm ak tad ır .
167
bi, maden ocaklarında çalışmaya "yürükler” (Küçük Asya göçebe Türkleri), Küçük Asya fatihleri Oğuzların torunları yönlendiriliyordu. Maden ocaklarında, hükümetin güvenilir acentalan olan “em inler” bulunduğuna göre (bk. belge No: 224) madenleri devlet işletiyordu.
Siyah halayıklardan (harem ağaları, kadın ev hizmetçileri, dadılar vb.) oluşan köleler kurum u, Türkiye’de, 19. yüzyıla değin sürm üştür. Bununla birlikte. Küçük Asya feodal toplum unun ekonomi sisteminde, bu, artık b ir kalıntıydı. En azından, Selçuklular devrinde büyük üretim gücü olarak köleler üzerine b ir işaret bulunm am aktadır.
Hazer denizinin güney kıyısından ya da Orta Asya’dan, tüccarlar da, köle getiriyorlardı. Bunla’’ sultanın hassa birliğine giriyor, bazan tahtın basam aklarına değin yükselen "gulam lar”, bunlar içinden devşiriliyordu.
Dışardan getirilen ya da yerli genç ve güzel köleler arasından saray hizmetçileri ve maiyet görevlileri seçiliyordu; bunlar, şölenlerde konuklara yiyecek ve içki sunarak hizmet ediyorlardı. 14. yüzyılda, îbn i - Batûta, Sultan Birgi'nin sarayında ipek giysiler giymiş yirmi kadar düzgün biçimli Rum hizmetçi görm üştür; saçları buklelerle aşağı dökülmüş, tenleri karbeyazıdır, yanaklarında b ir allık oynaşmaktadır.^ Bunlar Küçük Asya’nın yerli "gu- lam lanydı”.
Küçük Asya’daki gezisi sırasında, tbn i - B atûta’nın sık sık köle bulundurm ası gerekmiştir; kimi zaman, ona, İzm ir’de b ir cüce armağan ederler, kimi zaman yol boyunca hizmetleri için b ir Rum (Nikolay ya da Mihail) satın alır; Ayazhk’ta (bugünkü Selçuk), genç b ir Rum kadın için 40 altın dinar ödemiş, Balıkesir’de köle Mar- garita'yı satın almıştır.
îbn i - B atûta’nm ödediği fiyat ne kadar göstergedir,
7 lt ın l B a tû ta , II, 303.
168
belli değil. O, arm ağanlarla ve bağışlarla yaşıyordu, ve büyük tu tar ödediğini söylemekle, anlaşılan, kölenin üstün niteliklerini vurgulamak istiyordu.
Sultan I I ’ M urad’ın ordusuyla birlikte bulunan tarihçi Âşık Paşazade, 100 akçeye güzel b ir çocuk satın almıştır, bu, belli ki, ucuz b ir fiyattır, ama, kuşkusuz, iki yüzyıl içinde akçenin değeri.de düşm üştür.
Savaştan sonra, tutsakların fiyatı düşüyordu.Kral II. Levon’a karşı, Erm enistan üzerine yapılan
sefer sırasında, "hesaba gelmez, sayısız ganim et” ele geçirilmişti. H er şeyin götürüldüğü ve ilk fiyatların geçerli olduğu Kayseri’de, güzel b ir Ermeni (erkek ya da kadın) tutsak 50 akçeye satılıyordu. Bu, kışın, sert soğuklarda, (Küçük Asya’da etine büyük değer verilen) b^r kekliğin fiyatından daha yüksek değildi.®
Em ir Seyfeddin’in m asasına gelen lezzetli b ir yemeğin şişirilmiş fiyatı, sofra hizmetçisi olarak atanabilen b ir insanın düşük fiyatına eşitti.
"Tezkere”de (bibliografik yazın sözlüğü), "îskender- nam e” yazarı şair Ahmedi bölümünde, onunla Timurleng arasında, ham am da geçen cesur b ir konuşm adan sözedil- mektedir. Tim ur’un, dünya fatihi olarak kendisine ne değer biçtiği yolundaki sorusuna, Ahmedi, aslında yalnızca üzerindeki giysinin para edeceği karşılığım veriyordu. Bu öykü, tutsaklığın alışılmış insan yazgısı olduğu ve köle insanların metelik yerine konulmadığı sert savaş ortam ını yansıtm aktadır; b ir parça ipek. Küçük Asya’ya getirilmiş herhangi kumaş, insandan daha değerliydi.
Tarihsel gerçekliği olmadığı sanılan (sonradan Nas- reddin Hoca’ya bağlanan) bu fıkra, 15. jmzyılda devletinin yıkılmasıyla aşağılanan Osmanlının ulusal özsaygısını avutmaktadır.
S Y a z ıc ıo g lu A li, III, 188.
169
Selçukluların gelişinden önce, Küçük Asya’nın Hıristiyan yerli halkı (Rumlar, Ermeniler), Bizans’a bağlıydılar. Roman Diojen’i yenen Alparslan’ın ardılı Sultan Süleyman Kutılmış (11. yüzyıl sonunda), b ir toplumsal reform gerçekleştirdi: O, Küçük Asya’daki büyük yurtluklarda çalışan köleleri ve toprak kölelerini özgür ilan etti, ve bunlar kitleler halinde islâma geçmeye başladılar. Daha sonraları da Selçuklular, Bizans köylülerini,bu yolla kendilerine çektiler.
Siyasal değişiklik, özellikle, Oğuz (Türk) tabakasının henüz ince, yönetim aygıtınınsa zayıf olduğu başlangıç döneminde, (ekonomik) kolaylıklar getirdi. Şeriatı izleyen müslüm anlar olarak Selçuklular, hıristiyanlardan yalnızca genel vergi olan "haraç” almakla yetiniyorlardı, bu nedenle, köylüler, isteyerek Selçuklulara yaklaşıyorlardı. Küçük Asya’da toprak alanlarının tümüyle sahip- lenilmesi yavaş yürüyordu. 14. yüzyılda. Küçük Asya’da dolaşan îbn i - B atû ta’nın yolu, Osmanlı "beyi” Orhan’ın topraklarındaki İznik yakınında Huonik kentine düşm üştü; burada, "Rum ları yönetenlerin oturduğu yalnızca b ir müslüm an ev vardı”’, yani kentte, Türk olarak, yalnızca yöneticiler bulunuyordu.
Eğer Prens, topraklarını gönüllü teslim etmişse, yönetimin değişme anı sağlıklı olarak tatlıya bağlanıyordu; o durumda, halk, kişisel özgürlüğünü koruyor ve yaşam eski akışını sürdürüyordu. Ama, eğer Oğuzlar, direnişle karşılaştılarsa, halka, Antalya’da olduğu gibi davranıyorlardı. Burada, günler boyunca, baş kesme kırımı ("kır- gun”) sürmüş, kan seli ovadan denize ulaşmış, ve ancak bundan sonra, askerler, kılıçlarını kınlarına sokmuş, am a beş gün talan yaparak halkı soyup soğana çevirmiş ve köle yapmak üzere kaçırmışlardı; ancak altıncı gün, merham et ("am an”) gösterilmiş ve sağ kalanlar ev-
9 tb n i B a tû ta , I I , 329.
170
lerine dönebilmişlerdi.’°Küçük Asya’nın Bizans halkı içinden özgür insanlar
ve köleler yaratılmış olan ortam ı işte budur.Feodallarm toprağını işleyen, kişisel bakım dan öz
gür köylüler, b ir feodaldan diğerine-geçme hakkına sahiptiler. Ama, durum ları her yerde aynı olduğuna göre, onlar, bu ayrıcalıktan vazgeçiyor ve eski yerlerinde, aynı patronun yanında kalıyorlardı. <
Ancak, tarlaları perişan eden savaş, köylüleri, her şeyi terketmeye, kendilerine başka feodallar yanında daha iyi topraklar aram aya zorluyordu. Toprak sahibi köylü, yersiz yurtsuz sığıntıya dönüşüyordu. Bu alışılmış b ir olguydu,
Sultan I. İzzeddin Keykavus, Sinop’u kuşattığı zaman, ne öküzü, ne toprağı, ne suyu bulunan ("çiftsiz, yer- süz, susuz”) tarım da yerleşik halk hıristiyan köylüler, reaya, ("reayat”)" yani yersiz ırgatlar, Sinop bölgesinden kaçtılar; ama daha sonra, naibler, onlara sürme ve ekme işleri için öküzler sağlayınca, köylüler eski yerlerine geri döndüler ve tarım la uğraşmaya devam ettiler. Başlangıçta, Celâleddin Muhammed’in (Hürzem 1218’de Cengiz Han tarafından işgal edilmişti), sonra Moğolların saldırmaya başladığı 13. yüzyılda,Küçük Asya’nın doğusunda (Ahlat’ın doğusunda) uzanan topraklar terkedilmişti.'^
Bu yüzüstü bırakılm ışhğı gören hükümet. Ahlat çevresinde habersiz kaybolanlarla ve Öldürülenlerle ilgili sa-
lO Y azıcıoglu A li, r a , 85.l l j . H. M ord tm an u’m (Z. D . M. G., Bd. 68, p. 138, n o t.) b e lir tt iğ i gib i
'‘reaya" sö zcü ğ ü ancak 18. y ü zy ıld a ya ln ızca h ır is tiy a n la r iç in k u llan ılm aya b aşlan m ıştır , d a h a ön ce d in ayrım ı gözetilm ek s iz in k öy lü ler iç in k u lla n ılıyordu. U zu n süre "reaya” k e n t lin in k arşıtı, y an i k ö y lü olarak a lın m a k ta dır; bkz: "reaya” sö zcü ğ ü n ü n "Türk" sö zcü ğ ü yerin e k u lla n ıld ığ ı su lta n I. M ehm ed’in " K an unnam e" si (Fr. K raelitz - O reifenhorst, op. c it ., pp. 21^35). K oçubey, H acı K alfa ve d iğer İT. y ü zy ıl O sm anlI yazarları "reaya” kavram ına böyle b ir İçerik k a tm ak tad ır lar (bkz: V. Sm irnov. K uçib ey G om u rcin sk iy , str . 77, prim . 1, ayrıca, str . 209).
12Y azıcıoglu Ali, i n , 138.
171
yım yaptı, Ibni Bîbî’nin anlattığına göre, feodallar “deh- kanları” "dihkan” ve "ekicileri” ("mezari”) “suya ve toprağa” çağırdılar, onlara tohum, hayvan verdjler ve yükümlülüklerden bağışladılar. Kalelerin yöneticileri —zulüm yapan toprak sahipleri— yerlerinden alındı, gelirleri ve giderleri kaydedildi. Bunları duyan "ezilenler” ("mi- nezzi’can”) ve “sığıntılar” ("m üteferrikan”), Ahlat’a, eski ocaklarına döndüler, ve çevrede kısa zamanda bolluk başladı.'^
Toprağa yerleşik köylülerin iki tü rü böylece beliriyordu; anlaşılan, küçük toprak sahibi, ve herhalde özgür köylüler (Raşideddin’de sözcük bu anlamda kullanılıyor) olan "dehkanlar” ve ortakçı olarak çalışan, yani işlemeye ve ekime kişisel emeğini koyan, am a feodalin üretim araçlarını ve hayvanlarını kullanan kişiler olan "ekiciler”.
Büyük zenginlikleri elinde bulunduran feodallar karşısında köylüler, yoksul sınıfı oluşturuyordu, vakayinamede bunlar için çoklukla "fukara” (“fukara”) terimi kullanılmaktadır.
Ayrıca, Küçük Asya’yı baştan başa yığınlar halinde dolaşan göçebe Türkler, “yürüyüş halindeki bu halkın” aralıksız gelgit tablosunu yaratıyordu. Hayvancılıkla uğraşan bu Türkm enler (Oğuzlar), küçük çapta yerleşik köylü ekonomilerinin fonu üzerinde ağır basıyordu.
Onlar, tarla ekmek için konaklıyorlardı, yani ürünü kaldırınca gidiyorlardı. Toprak işlemeyle, özellikle kendi tüketim lerini karşılam ak için uğraşıyorlardı, bütün ilgileri hayvancılığa yönelikti.
Marko Polo, Küçük Asya’da, Türkmenlerin dağlarda ve ovalarda, hayvancılıkla uğraştıkları için, serbest otlak bulunduğunu bildikleri her yerde yaşadıklarmı belirt-
13tb n i B lbî, IV, 18T.
m
m ektedir.’'’ Marko Polonun 13. yüzyılda gözlemlediği bu durum, 20. yüzyıla değin sürm üştür. Osmanlı im parato rluğu yıkıldıktan sonra, daha 20. yüzyılın 20'li yıllarında Kemal A tatürk hükümeti, Yürüklerin sürekli yerleşim yerine bağlanması konusunda buyruk yayımlamıştır. Yürüklerin sürekli yer değiştirmesi, ensonu, böylece yasaklanmıştır.
Köylülük hukuksal bakım dan serfleştirilm iş miydi? Açık b ir yanıt için, benim en azından, doğrudan tanıtlarım yok. Ne var ki, m antık yardımcı oluyor. Köylülük, "toprağa bağlanm a” koşullarını gönüllü olarak hazırlamış, 14. yüzyılda, bu, Gazan Han tarafından yasalaştırıl- mış ve Ahmed Refik’in belgelerinden görüldüğü gibi, daha sonra (16-17. yüzyıllarda) gerçekleşmiştir. Kaçak köylülerin geri dönmesi zomniuydu. Ayrıca, Niğbolu sancağı "kanunnam esi”nden bilindiğine göre, kaçak b ir köylüyü, sahibi, 10 yıl boyunca arayabiliyordu.'® Moğol yasalarında, bu süre, 30 yıl olarak belirlenm ektedir. Burada, zaman farkına göre süre değişmesi de ilginçtir; Türkler’de bu sürenin azalması (Avrupa Türkiye’sinde), toprak mülkiyetinde çok daha sağlam biçimlerin varlığını kanıtlam aktadır. Zaten, kaçan köylünün geri döndürülmesine ilişkin maddenin Türk yasalarına dolaysız olarak Moğol- lardan geçtiğini düşünmek güç olurdu; en büyük olasılık, bunun Selçuklulardan aktarılm ış olmasıdır.
Türkiye'de köylülüğün serfleştirilmesi (15. yüz3alın birinci yarısında), Simavna Kadısioğlu Şeyh Bedreddin'- in esinleyip yükselttiği başkaldırının bastırılm asından sonra tam am lanm ıştır; köylülüğün gücünü geren hükümet, köylüleri feodallarm tam gözetimine teslim etmek zorunda kalmış, köylü ayaklanmaları böylece önlenmiş, en azından, uzun b ir süre için, hükümete karşı tehlikeli
14 P u teşestv iy e M arko Polo, çev. i . M inayeva, red. V. B artold , str. 26.15 Jos. H am m er, op. c lt., I. 304.
173
olm aktan çıkmıştır.Küçük Asya’da köylülüğün ekonomik durum u konu
sunda, Vakayiname, doğal olarak, susuyor. Köylülerin hangi yükümlülükleri taşıdıkları belli değildir ama onlar, ağır yükümlülükler taşıyorlardı. Patron, toprağa ve suya çağırdığına göre, yalnızca toprak üzerinde değil, su üzerinde de hak ona aittir. Onun toprağı sulanıyordu ve sulama sistemi her yıl onarılm ak zorundaydı. Her şeyi su çözümlüyordu, su, feodala güç veriyor, köylü de, ister istemez, ona baş eğiyordu.
Yarı göçebe bozkır insanından, büyük baş hayvan ve özellikle koyun vergisi alındığı varsayımı doğaldır.'*^
Sultan II. Mehmed’in "K anunnam esi'nde görüldüğü «ibi, Küçük Asya'da, göçebe boylar (Yürükler), ocak vergisi salarlık,'^ ve arpa, yulaf, darı gibi tahılla;'dan ondalık anlamındaki yıllık vergi "aşar” ödüyorlardı (Türkmen, Özbek, Kazak gibi Türk dillerinde vergi kavramı "sal” köküyle ifade edilmektedir).
Sonraları “salarlık” ya da "salariye” vergisi, "aşar” vergisiyle aynı anda alınıyordu. Bu, yemlik vergisiydi.
Yükümlülükler konusundaki yargılar, b ir dereceye kadar, karşılaştırm a yoluyla oluşm aktadır. Daha geç dönemde, Türk boyları (Orta Asya’da), toprağa yerleştikleri zaman, kimi, ürünün onda birini (Hürzan şahına) ödüyor; kimi, büyükbaş hayvan vergisi veriyor; kimi, kuş ya da "nuker” ("hizmetçi ya da muhafız”) sağlıyordu;'®
16 D ah a U ygur b ö lgelerin d e ra stla n a n M oğolların k oyu n verg isi —k u p - çur— (yü z k oyu n d a b ir k o y u n ). K üçük A sya'da, S u lta n II. M ehm ed'e d eğ in sü rm ü ştü r; R aşid ü ’d D ln ’e göre, kupçur, y ıld a İki k ez a lın ıyord u .
17 Fr. K relltz (K a n u n n a m e S u lta n M ehm eds des El'oberers. M. O. G ., I, p. 24, n ot. 1) te r im i y a n lış b ir yak laşım la , F arsça “salar" —başk an — s ö z cü ğ ü n e bağlıyor. P. M «lloranskl, (D ok u m en t u ygu rskovo p ism a su lta n a Omar Şeyha. ZVO, t. XV, str . 06) ayrıca “s a lg ıt” (vergi) sö zcü ğ ü n ü aktarıyor. A yrıca krş. H iv’d e " salg it" top rak vergisid ir. (P. tvan ov . A rhlv h lv in sk ih h an ov. Zapiski İ n st itu ta vostokoveden iya, t . V II. str. 13.).
18 V. B artold . Oçerk is to r ll turkm ,enskovo naroda, str. 45.
174
burada, artık, örgütlenmiş m üslüm an vergisi ("aşar”), erzak haracı ve çalışmayla ödeme yükümlülüğü sözkonu- sudur.
K arşılaştırm a için bir başka örnek: 1184 yılında Suriye’de bulunmuş olan Ibn Cubeyr, Haçlıların topraklarında yaşayan müslüm an çiftçilerin ürünün yarısını teslim ettiklerini, kişi başına 15/24 dinar (bir dinar yaklaşık 5 rubledir), meyve ağaçları için de küçük b ir vergi ödediklerini yazm aktadır. Onlar kendi yazgılarını, müslüman beylerin yönetimi altında kalan kardeşlerinin yazgısından daha iyi buluyorlardı.”
Böylece, görülüyor ki, çiftçinin işlediği toprak vergilendiriliyor; ayrıca, kişi başına vergi ya da ocak vergisi ödüyordu.
Selçukluların kendi üzerinde merkezi hüküm ranlığını (egemenliğini) kabul eden Kir Aleksis, vergisini, aynı zamanda "sü t” ürünleriyle ("m ahlubat”) ödüyordu.^" Buradan, Küçük Asya'da, köylülerden aynı vergi alındığı ortaya çıkmaktadır.
Sınırları koruyan (ve asker veren) Oğuz boyları, saraya, çoğunlukla ayni (koyun) şekilde yıllık arm ağanlar yol- luyorlardı, ama akınlar sırasında, hıristiyan komşulardan ele geçirilen değerli ganim atten de pay ayrılıyordu.
Doğuda yaygınlaşmış olan, halk için bu ağır gelenek, Osmanhlara da geçmiştir. Bayramlarda, aile kutlam alarında, sultan, yalnızca paşalardan değil, esnaftan da, at, kumaş, mamul eşya gibi zengin arm ağanlar alıyordu.
Savaş zamanında, her iki tarafta, sınır bölgesi halkına, vergi bağışıklığı uygulanıyordu; ülkeyi yıkan savaşlardan sonra da bağışıklıklar sağlanıyordu. Aynı şekilde, örneğin, maden ocaklarının işlenmesi, yolların ve köprüle-
19 V. B arto ld . M u su lm an sk iy m ln istr - f llo so f ep oh l k restov ıh pohodov. V ostok. kn . 4, s tr . 136.
2 0Y azıcıog lu A li, III, 187.
175
rin yapımı ve onarım ı yükümlülüklerinin devlet tarafından yüklendiği köy halkının durum u da, vergi indirimleriyle dengeleniyordu.
Barış zamanında, köylülük, hukuksuzluğa ve baskıya sessizce dayanıyordu, ama feodal sınıfın temsilcisi saf- yürek vakanüviste, her yanda sessizlik ve bolluk varmış gibi görünüyordu. Ama, köylülüğün esenliği, kuşkusuz, görüntüsel, düşseldi. Feodalların toprağı üzerindeki köylüler bunalıyorlardı. Bu, ağır, köleci b ir çalışmaydı.
Selçuklular döneminde, özgür kesim —sipahiler, ve genel olarak asker kitlesi— savaşa, b ir kazanç aracı olarak bakıyorlardı. Konaklama görevleri, arabalar, askerî donatım sağlama yükümlülükleri büsbütün ağırdı ve köylüleri batkınlığa sürüklüyordu. Devlet stokları konusunda Nizam-ül-Mülk'ün salık verdiği önlemlerin gözetildiği kuşkuludur,^' kişinin maddi varlığı ve onuru çiğneniyordu. Devletin dış düşmanların kesintisiz saldırılarından ve sınır beylerinin keyfiliklerinden ve baskılarından zarara uğrayan sınır bölgelerinde, sık sık, köylü ayaklanm aları çıkıyordu; halkın alt tabakaları devrimcileşiyor- du. Böyle ayaklanmalardan biri, köylülerin öfkesinin dışa vurduğu, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in hüküm darlığı zamanında meydana gelmiştir.
1239 yılında, derviş Baba - îshak ’ın başını çektiği eylem, açıktır ki, toplumsal nitelik taşıyordu. Bu başkaldırı, Vakayiname’de, kuşkusuz, köylülüğün sınıfsal düşmanı olan taraflı b ir gözle ortaya konulm uştur.
Baha İshak, bilisiz Türklerin iç dünyasını kavrayan b ir büyücü, sahtekâr biri olarak betimlenmiştir. Vakayiname, köylüleri, sessiz erinci içinden, ancak, büyücülüğün çıkarabildiğini, safça sezdirmektedir.^
21 Krş. 19. y ü zy ıl e şiğ in d e , K arabağ h a n lığ ın d a a lın a n vergiler (K o lon la l- n a y a p o litik a rossiyskovo tsar izm a v ı A zerbaycane, M. —L., 1936, ç. I. str . 11).
22Y azıcl0glU A li, III, 263, 270.
176
Baba îshak, F ırat nehrinin sağ kıyısında (kadim Ur- fa’m n kuzeyinde), eski b ir Suriye kenti olan Sam osata’- nın ticaret bölgesi Kefersud doğumluydu.
Bizans'ın tersine, Suriye, çoktan beri. Küçük Asya halklarının güvenini kazanmıştı; Erm enilerin tinsel kültürü, Suriye kökenliliği açıkça belirgin izler taşıyordu. Örneğin, Küçük Asya’da, Erm enilerin yerleştiği bölgelere bitişik topraklarda, Bizans’tan gelen (tinsel bakımdan) kurutucu ve (ekonomik bakımdan) ezici baskıya karşılık olarak, Suriye’ye geleneksel b ir eğilim vardı.
Samosata, insanlığın düşünce tarihinde büyük rol oynayan b ir dizi kişi çıkarmıştır.
Katı dinsel öğretiden sapmış olan M itra’lar, müslü- m anlar, "Tanrıların Yüce Annesine” tapınm a temsilcileri, burada, Mezopotamya'dan, İran 'dan, H indistan’dan gelen yolların bu kavşağında yüzyüze geliyorlardı. Ayinlerin ve törenlerin bol çeşitliliğini gören insan, inancını yitiriyor, yığınların kolaylıkla kandırılabilirliğine gülerek bakıyordu. "Antik çağ Volteriyeni" Lukian (Î.S. II. yy) ve dualist Palos mezhebinin kurucusu Pavlos (Î.S. III. yy) Sam osata’dan çıkmışlardır. Bu İkincisi, başlangıçta Küçük Asya'da güçlenmiş, uzun b ir aradan sonra değişime uğramış olarak Bizans Im paratorluğu’nun Avrupa topraklarına, oradan, Bulgaristan üzerinden Moskova’ya geçm iştir.
Samosata, Selçuklular tarafından ele geçirilince, ilişkiler güçlenmiş. Baba Ishak da Küçük Asya'ya geçerek düşüncelerini özgürce yaymaya başlam ıştır. O. Selçuklular devletinin yapısında örülü çelişkileri, hemen kavramıştır.
Niyetleri düşmanca olan tarihçiler, feodal sınıfın temsilcileri, başkaldırının önderinden, özverili dava adamı maskesine bürünen dinden sapmış biri olarak sözet- mekte, yani savaşımın toplum sal anlamım suskuyla ge
177
çiştirerek, her şeyi dinsel ayrılıklara indirgemektedirler. Dinsel bakış açısından var olan düzeni reddeden kişi, sapmış, başka anlayıştan görüşler taşıyan b iri olmak durum undadır ve gerçekten de öyleydi.
Doğu kaynaklarından yararlandığını yazan Hüsamed- din. Baba Ishak’ın başında bulunduğu hareketi, geniş şekilde düşünülmüş b ir Rum (Bizans) entrikası olarak görmektedir.^^ Buna göre, Baba îshak güya dış görünüşüyle İslâmî kabul etmiş, Komninler soyundan b ir Rum ’du; Sadeddin Köpek sözde onun adamıydı ve her türlü desteği sağlıyordu vb., ama tüm bunlar dayanaksız ve kuşkuludur. Bununla birlikte onun hıristiyanlıkla uzak b ir ilgisi vardı; hıristiyan tarihçileri. Baba İshak'ın dedesinin Süleymaniye’li ve Nesturi mezhebinden olduğunu, İslâm dinine girerek Samosata'ya geldiğini yazm aktadırlar.
Adının da gösterdiği gibi. Baba İshak, b ir "baba" idi. Oğuzlar arasında, şii görüşlerini yayan ''baba”lardan b iri olan Baba İlyas Horasanî’nin müridiydi,^'' Cenabi’den yararlanan Hammer, tu tsak alman Baba İlyas’ın sultanı hayran bıraktığını, bu yüzden, incinen Celâleddin Rumi’nin ve sofu mevlevilerin sultandan uzaklaştıklarını belirtmektedir.^®
Baba İshak'ta, köklü b ir ayrılıkçı protestanhk temeli üzerinden, islâm sekterliği, yaprak yaprak dökülüyordu, o, b ir "harici” idi. Ama çok okumuştu, hadisleri iyi biliyordu. (İbni - Bibî onun "Rivayedar''ından sözetmektedir).^'*
Baba İshak’ın öğretmeni Baba İlyas, Amasya'da yaşıyordu. Tarihçi Âşıkpaşazade’nin bildirdiğine göre, bura-
23 A m asya ta r ih i, İsta n b u l. 1329 - 1332, II, 363.24 B u başkald ırı k on u su n d a tü m kayn akları gözden geçirm ek ve öğret
m en B aba tiy a s'ın ve çırak B aba İsh a k ’ın ro llerin i ayırm ak gerekirdi (bkz: P. K öprülü , A n adolu’da İslam iyet, p. 56. — A yn ı Yazar. T ürk E d eb iyatın d a t ik M utasavvıflar , ss. 232 - 234).
25 G. o. R„ I, 52.26 İb n i B îb î, IV, 227.
178
ya, Baba İlyas’a, Hacı Bektaş u ğ ra m ış tı ,E rm e n i dönmesi ve Karamanoğlu hanedanının kurucusu N ur Sufi, Baba İlyas'ın düşüncelerini benimsemişti.^® Türkm en “Kızıl hoca oğ lan ları'nm karargâh ı da, bir zaman, burada bulunm uştu. Bunların lakabı, sanki, “sapmış hocaların” (“Kızıl hocalar")^’ izleyicileri olduklarını göstermektedir. Burası, genellikle, dinsel muhalefetin eski b ir merkeziydi. Sonraları, 14. yüzyılda, Amasya yakınındaki Sunus’ta,^ Şaman yansım alarını sürdüren müslüm an tarikatlarından birinin kurucusu Ahmed Rufai'nin torunları yaşıyordu. Baba İshak da burada yerleşmiştir.
Baba Ishak, sürü güdüyordu, o, belki, tu tsak düşmüş ya da herhangibir feodalin hizmetine girmişti. Sade, özverili b ir yaşam biçimi sürdürüyor, köylüler arasındaki anlaşmazlıkları çözümlüyor, karı kocaları barıştırıyordu. Bütün bunlar, köylüleri, ona ısındırmış, ve sonraları, izlendiği sıralarda sultanın ordusundan gizlenmesine yardımcı olm uştur.
Baba İshak 'a düşmanca niyetler güden Vakayiname'- nin de vurguladığı bu olumlu çizgilerin (çobanlık, yalnız yaşam, barışseverlik) ardında, ağırbaşlı, b ir zaman yeraltına çekilmiş, am a önündeki amaca ulaşm ak için dirençle çabalayan b ir insan gizlenmektedir.
Baba îshak 'm planı genişçe düşünülmüş, tasarlanmıştı. O, başkaldırı ateşini devletin sınır bölgelerinde (o arada, yurdu Suriye’de) yani eskiden beri merkezkaç güçlerin etkin olduğu yerlerde tutuşturm uştur. Celâleddin Hürzemşah’ın düşmesinden sonra Küçük Asya’yı doldu-
27A şıkpaşazade. T arih (İsta n b u l y a y ın ı), s. 207.28 J. H am m er. G. O. B ., I, 195 (C enabl'den a lın tı) .29 A şıkpaşazade, s. 212.30 Ş im di, burası, T okat İlin e dah ild ir . “M elik D an işm en d Söylen celerl”n -
de “H arsanuslye" k e n tin e rastlanım aktadır (sözcü ğü n İk inci b ö lü m ü , a n la şılan , “S u n u ş” İle b ağ ın tılıd ır ); b u g ü n b u k e n t “N iksar" olarak a d la n d ır ıl- d ıg ın a göre, b u ran ın , V. D. Sm irn ov’u n (M nlm ıy tu ry e tsk iy su lta n ZVO, t. X V III, str . 33) sa n d ığ ı g ib i T oros H ersonesl o ld u ğ u n u d ü şü n m ek gü çtü r.
179
ran Türk boyları da, onu içtenlikle destekliyorlardı. Belki, komşu Eyyûbiler de, öç sevinci duyarak, Selçukluların içinde bulunduğu siyasal güçlüklerden yararlanm ak istiyorlardı.
Kaynaşmalar başlangıçta, sınır bölgeleri boylarını sardı, onlardan batıya, Malatya ve Sivas üzerinden Tok a t’a ve Amasya'ya sıçradı. Buralarda ise, daha önceden, uzun süre hazırlık yapılmıştı: Köylüler, erdemli b ir insan olarak Baba îshak ’ı tanıyorlar ya da duymuşlardı; Baba İshak’m kişiliği, buralarda büyük çekiciliğe sahipti.
Baba îshak ,eylemi, m üridleri aracılığıyla yönetiyordu: Kimini Suriye’ye, kimini M araş’a göndermişti. O, anlaşılan, doğudan takviye bekliyordu; Oğuz (Türkmen) boyları, Horasan asıllı derviş-baba’lar tarafından yapılan propagandayla, önceden inandırılmıştı. Baba İ 'h ak ’a candan bağlı m üridler, köylerde dolaşarak, her yerde yandaş devşiriyorlardı. Dindar yaşamıyla, köylülerin sevgisini kazanmış münzevi babanın öğrencileri olarak m üridler, halkın dinsel duygularını kamçılıyor ve Sultan II. Gi- yaseddin Keyhüsrev'in yakışıksız b ir yaşam sürdüğü söylentilerini yaygınlaştırıyorlardı, ama bu, yalnızca işin dış yüzüydü. Uygulamada ise. Baba îshak, toplumsal adaleti savunuyordu, onda, belki, Mazdak öğretisinin yankıları duyulm aktadır.
Köy, kentin üzerine yürüdü. Bu, kölece çalışmanın perişan ettiği köylülerle, zulmedici feodallar arasındaki karşıtlıktan yükselen gerçek b ir sınıf savaşımıydı. "Eski düzen”, köylüleri, barış zamanında, feodal için çalışmaya, savaş zamanında, onun uğrunda kan dökmeye zorluyordu.
Köylüler, köyleri yakıyor, büyük kin duydukları "soylu yurttaşları” öldürüyor, ve kent üzerine yürüyorlardı. Onlar, "Bize dost olan, ganimete o rtak tır”. ' diye
31 İb n l B îb î, IV. 228.
180
bağırıyorlardı; isyancılara karşı çıkanları ise koşulsuz yok ediyorlardı.
Feodallar, çoğunlukla, kentlerde yaşıyorlardı, ama yurtluklar zarar görmüştü. Köylülere zulmü ve zorbalığı anım satan tarım sal ürünler ve iş hayvanları, köylerde toplanmış bulunuyordu.
Feodal için, kent çevresindeki toprak, büyük değer taşıyordu; malını kentten rahatça gözetleyebiliyor, gerektiğinde, ürünleri hızla taşıyarak satabiliyordu. Kentte yaşarken saraya yakınlığını koruyor, feodal gruplar arasında daima süren savaşımı izliyordu; bu, ona, olayları çok geç, her şey olup bittik ten sonra öğrenen taşra feo- dahna göre, büyük ayrıcalıklar sağlıyordu.
Koşullar oluştuğu zaman. Baba İshak, kendisini "Tanrının elçisi” (“Rasulullah”) ilan etti. M üridleri tarafından, tahtırıvanla taşınan yeni halife, Amasya’ya girdi. Tahta oturm ak için, babasının cesedi üzerinden geçmiş olan Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in durum u sallantıdaydı.
Köylü ayaklanması genişliyordu. İsyancılara karşı birlikler (Emir Ali Şir) gönderildi, ama köylüler, onları bozguna uğratarak askerî birlikleri tümüyle yok ettiler, sancaklarını ele geçirdiler. Uzun süren çabaların ardından, ensonu. Atabek Hacı Armağanşah, başkaldırının önderi Baba îshak’ı ele geçirdi. Baba îshak asıldı. Ne var ki, dinsel ateşin bürüdüğü isyancılar, onun ölümüne inanmadılar, onlarda, m ürşidin büyülü gücüne olan eski Önasya inancı, böylece devam ediyordu.^ Erzurum ’dan sınır bölgesi birlikleri getirildi, başkaldırı ancak böylece bastırıldı.
Öfkeye binen sultan, başkaldırıya katılanlardan acımasızca öç aldı, bunlar, tümüyle kılıçtan geçirildiler. Va- kayiname’nin bildirdiğine göre, yalnızca iki üç yaş çağın-
3*Fr. B abinger, op. c lt., p. 75, n o t . 1.
181
daki çocuklara aman verilmişti. Tüm mal varlığma el kondu, şeriata göre, hayır işlerine, seyidlere, yoksullara vb. giden beşte b ir pay ayrıldıktan sonra, kalanı askerlere dağıtıldı.
Baba îshak’ın esinleyip yükselttiği eylem bastırılm amış, yalnızca derine itilmişti, onun öğretisi Oğuz boyu Çepniler’ce^ benimsenmiştir. Çepniler’in eyleme katılm ası, belki, daha Baba Ishak tarafından sağlanmıştı, ama bozgundan sonra kuzeye, Sinop'a çekildiler ve coşkun savaşçı yatkınlıklarını korudular. 15. yüzyıl başında, Kla- viho, Semerkand yolu üzerinde, Trabzon ve Erzincan arasında, onlara rastlanmıştır.^'' Çepniler’i inceleyenler ,onla- rm Sünnilikten saptığım belirtiyorlar. îbni - B atû ta’nm yazısını çözümlerken, Fuad K öprülünün sağlam dayanaklı varsayımına göre, 14. yüzyılda, halkın tavşan eti yemeyen “kızılbaşlar” olarak düşmanca baktığı, işte bunlardı.®’
Baba îshak başkaldırısı, Selçukluları düşüşe götüren sınıf savaşımındaki keskinleşmenin parlak b ir örneği, kent ve köy arasında toplum sal eşitleme denemesidir.
Bundan sonra, her şey yatıştı mı? Kuşkuludur. Moğolların saldırısı, alt tabakaların yalnızca sesini söndürmüş, ama köylülüğün maddi ya da hukuksal durumu, eski düzeyinde kalmıştır.
Küçük Asya’daki başkaldırı, “müslüm an doğuda” köylülerin uyanış olgularından biri Mahmud Tabari'nin önderlik ettiği, B uhara’daki (1238) köylü ve zanaatçılar
33 P. K öprü lü . O ğuz e tn o lo j is in e da ir n otlar, ss. 206 - 207. A ynı yazar. A nadolu 'da İslâm iyet, sa. 62 - 63, not.
34 O rijin a lin tra n sk r ip siy o n u n u (Sreznevsk i ya y n ım a göre C hapanles, p. 129) Q, le Stran ge (“ th e Broadw ay T ravellers” serisi, p. 120) n ed en se (Ç ap a n o ğ lu ile karıştırarak) C hapanli T ürks şek lin d e verm ektedir.
35 ltın l B a tü ta . II, 353. — F. K öprülü . A nadolu'da İsla m iy et, s. 63, n ot. T avşan , "gerçek in a n c ın ö lçü tü d ü r" . E sk i k u ra lları savunanlar, ta v şa n y iy e n in k ir li o ld u ğ u n a in an m ak tad ır lar .
182
başkaldırısıyla, zaman bakım ından rastlaşan b ir olgu- dur.“
Aynı ağır koşullar aynı sonucu, başkaldırıyı doğurm uştur. Ama, 13. yüzyılın birinci yansında, Küçük Asya'da zanaatçı örgütleri henüz zayıftı; en azından. Vakayiname, bunların katılım ı konusunda susm aktadır. Bu da anlaşılır b ir durum dur: Küçük Asya’da, “ahiler”, yeni yeni belirmekte, onların toplumsal - siyasal kişiliği, 14. yüzyılda ortaya çıkmakta, şimdilik protestoları bireysel nitelik taşım aktadır.
Küçük Asya’da, 13. yüzyılda, köylülerin zanaatçılardan kopuk başkaldırısı, marksizm kurucularm ın, köylü başkaldırılarının ancak işçi başkaldırısıyla birleşmesi durum unda sonuca götürebileceği şeklindeki açıklam alarının haklılığını b ir kez daha doğrulayarak, başarısız kalmak durumundaydı.
36 A. Y akub ovsk iy . V osstan iye T abari v ı 1238 g. D oklad ı .gruppı v osto - kovedov n a sess li A kadem ii N au k SSSR. 20 m arta 1935 g. M. L., 1936, str. 101 - 135.
183
SEKlZÎNCİ BÖLÜM
Zanaatçılar, Bileşimleri ve Birlikleri - Zanaatçilarm Ekonomik ve Hukuksal Durumu - Koruyucu Arayışları
İçinde Zanaatçılar
Selçuklular devletinin ekonomisinde, tarım , temel yeri tutuyordu. Ama, hem ev yaşamı için, hem tarım için, hem savaş için, feodala mamul eşya, araç, silah vb., kısaca, ancak zanaatçıların hazırlayabildiği her şey gerekliydi Büyük feodalin hizmetlileri arasında, daima, patronun istediği malzemeyi yapan ustalar bulunuyordu, ve bu da doğaldı.
Küçük Asya’da, oldum olası, böyle süregelmiştir. Daha Hititlerde, yurtluğun demirbaşında, zanaatçılar sepiciler, demirciler, “am orit giysileri im alatçısı” terziler sayılıyordu.
Sultan I. Alaaddin Keykubad’ın portresini betim ler
184
ken, Vakayiname, sultanın boş zam anlarında kendini zanaata verdiğini belirtiyor. Onun elinden her türlü ustalık geliyordu. Yay yapar, dülgerlikten anlar, süsleme resim ler çizer, saraçlıkla uğraşır, bıçaklar imal ederdi;’ ve eğer sultan, her şeye böyle yetenekli idiyse, açıktır ki, adam ları da ondan geri kalmıyordu.
Zanaatçı, kente yerleşiyordu, çünkü onun üretimi, kentte geniş pazar buluyordu. Zanaat, burada, toprağında yaşayan insanlara, yalnızca kendi tüketim i için gerekli mamulü yapma görevini veren feodalin bireysel ekonomisinin yardımcı alanı değildir.
Zengin feodallar, sultanlar ve beyler, kentlerde yaşıyorlardı; zanaatçılar da, herhangi b ir kentte yerleşmeye can atıyorlardı. Burada, hem malzeme bulm ak daha kolaydı, hem de mamulün satışı daha kârlıydı. Burada, zanaatçı ustalar arasında, artık, yarı spekülatör satıcı tipi biçimleniyordu.
Aflâkide Mevlana Celaleddin’in kasap olan yaşlı b ir m üridinden söz edilmektedir. Kesim için gelen hayvanlar, anlaşılan, ondan geçiyordu; atlar da getiriliyordu. Arap tay lan alıyor, bunları yetiştirerek "yü'^- kişilere” satıyordu.^
Ama, köylerde de zanaatçılar yaşıyordu, örneğin, demirci, her yerde gerekliydi. Yabanabad “kaza’ sında (Ankara ili), yöreye hizmet veren demircilerin çıktığı anlaşılan, Tem urçular köyü vardır. Zanaatçılar, emeklerine istem olan yerlerde toplanıyorlardı. Zanaatın jâikselmesi- ne ve gelişmesine neden olan hammaddenin bulunduğu yerlerde, zanaatçı birlikleri doğuyordu.
Zanaatçılar, kapalı b ir grup oluşturuyorlardı. Bunlar, zanaat yatkınlıklarını, soydan soya, babadan oğula
' B en b u b ilg iler i dah a ön ce " tz k om m en tariyev k staroosm an sk om u perevodu h ron ik i m a lsa z iy sk ih S e lçu k ld ov , ta k n azıvayem oy h rö n lk l İb n l - B lb î” (str. 6) m ak a lesin d en to p la m ıştım .
SA flâkI, 1, 75.
185
aktararak sürdürmeye çalışıyorlardı.^ Çocukluk yaşlarından başlayarak loncaya girmiş olan zanaatçıların çocukları için avantajlar ve ayrıcalıklar böyle oluşuyor ve pekişiyordu; ve dışardan gelmiş olan çırak ve kalfaların hukuksal ve m addî durum u böylece kötüleşiyordu.
Kapalılık, yabancılara yüklenen ağır maddi ödemeler gibi yapay önlemlerle de korunuyordu; atelyede, çıraklık sistemini düzenleyen Orta Asya "risaleleri” de, bunu dile getirmektedir, örneğin, loncaya giren çırak, "er- vah-i p ir” düzenliyor, üç gün süren iflas ettirici b ir ağırlam ada bulunuyor, ustalara giysi, hırka, armağan ediyordu; buna karşılık, ustaların oğulları için bu ağırlama, b ir güne kadar inebiliyordu.
Rekabeti ortadan kaldıran zanaatçılar, kendi soylarında, kentlerinde ve bölgelerinde zanaat tekniklerini koruyor ve geliştiriyorlardı, ve bu, ustalıkta karm aşık hesaplar ya da incelikler, süsleme zarafeti gerektiren loncalarda, daha net olarak belirgindi.
Ekim Devrimi öncesinde, bizde bile, Ural'daki bir döküm fabrikasında ya da Belorusya’daki camcılarda, kuşaktan kuşağa soy düzeni korunduğuna göre, elbette doğu’da, üretim lerinin başarısı ve satışıyla canla başla ilgilenen loncalarda, zanaatçılarda, meslekî akrabalık bağları çok daha güçlüydü. Üretimin gizlerini koruyarak, ürünlerinin yüksek kalitesini, onlar, yalnızca onlar güvenceye alabilirdi.
Başlangıçta, belki, zanaatçı, toprakla ilişkiliydi (köy asıllı) ve zanaat onun için yardımcı uğraştı; sonra, kentte çalışırken, kent dışında küçük b ir mülk edinmiştir. Küçük Asya’da, ben, zanaatçıların genellikle, kent dışm-
3K arş, Ö rneğin, 1. i . Z aru bin’in y a z ıs ı (S k azan iye o pervom k u zn etse V I Şu gn an e, tzv e st iy a A kadem li N auk SSSR , 1926, B tr . 165): ''D em irci m esleğ i, çoğu n lu k la , bab ad an o g u la geçer." am a b u n a , dah a önce 17. yüzyıld a, P. B ernye İşaret e tm iş t ir (Istoriya p o sled n lh p o lltlç esk ih perevorptov v ı go - su d arstve V elikovo M ogola, str. 204 - 226).
186
da, bağ ve bahçelerinin yer aldığı, b ir ev ve bostandan oluşan toprak parçalarının bulunduğunu gözledim. Bunlar, kentten köye gitmiş değildi, köyden kente gelmişlerdi.
Devlet yönetimi .ekonomik yaşam için, zanaatın önemini kavram ıştı ve b ir kenti ele geçirince, yerel zanaatçıları toparlıyordu. Moğollar, böyle yapmışlardı, ve sonra Osmanlı sultanları da böyle davranıyorlardı. Sultan II. Mehmed'in buyruğuyla, vezir-i âzam Mahmud Paşa (1466 yılında), Konya’dan ve Larende’den seçtiği zanaatçıları İstanbul’a göndermişti.'’
Küçük Asya’da, zanaatlar, çok eskiden gelişmiş durumdaydı; ülkenin fatihleri Selçuklular, kentin zanaatçı örgütlenmesini korum uşlardı, ve kentin b ir noktasında yoğunlaşmış olan yerli halk, ustalık uğraşlarını sürdürüyordu.
İbni B atûta’nm gezi betimlemelerinde, zanatçıların yaşamı konusunda bol malzeme serpilmiş durum dadır ve kuşkusuz, İbni B atûta’nm 1331 yılında gözlemlediği, daha önce, en azından Selçuklular devrinde oluşmuştu, daha da büyük olasılıkla. Küçük Asya zanaatçısının yaşamında eski zamanda kalıntılar devam ediyordu.
Küçük Asya’da, Selçuklular’m gelişinden çok daha önce, zanaatçılar bulunduğuna göre, bunlar, kuşku yok ki. Küçük Asya’nın artık yok olmuş yerli halkından b irçok şey almış olan (Ermeni, Rum) hıristiyanlardı.
Türklerde, "zanaatçı” için, yabancı, Arapça, Farsça deyimler vardı (“hünermend, erbâb”), ve bu Orta Asya (ve Küçük Asya) Türkleri arasında, zanaatların göreli olarak, daha geç geliştiğini dile getirmektedir.
13. yüzyılın ikinci yarısında, “Türkm enistan”!, yani Küçük Asya’yı geçen Marko Polo da şöyle diyor: "Ayrıca Erm eniler vej Rum lar var; bunlar, karışık olarak kent-
4 H am m er. G. O, R-,, II, 89.
187
lerde ve kasabalarda yaşıyor, ticaretle ve zanaatla uğraşıyorlar”.
Kentlere yerleşen hep hıristiyanlardı. Lozan Antlaş- m ası’na (1923) göre, Rumların Anadolu'dan göç etmesinden sonra, örneğin, Niğde gibi Selçuklular devrinin önemli b ir kentinde, daha önce, 25 bin olan nüfus iki katı azalmıştır.
Büyük sanat gerektiren zanaatlar, Hıristiyanların elindeydi ve öyle kalıyordu; ressam lar ve m im arlar, Rum^ ya da Ermeni, ha tta tlar İranlIydılar; basit işler de, galiba, hıristiyanlarda yoğunlaşmıştı; en azından, onlar, Türklerden daha iyi yapıyorlardı. Örneğin, bahçelerin çevresine kerpiç duvarlar ören ustalar, ya da evlerin çatılarının toprak tesviyesini yapan ustalar, yani toprak işleri uzmanları Rumlar arasındaydı;^ kuşkusuz, Türk ustalar da vardı, ama onların iş niteliği düşüktü, Konya’daki zenginler, Rumları, Türklere tercih ediyorlardı.
Selçuklular, göçebe yatkınlıklarını bırakarak kentlere yerleştikleri zaman, yerlilerin üstünlüğünü Kemen fark ediyor ve, yeni yerleşimleri sırasında, hıristiyan zanaatçılara başvuruyorlar. Bir seferinde. Şeyh Salahaddin, bahçe duvarı ördürm ek için Türk ustalar getirtm iştir. Celâleddin Rumi (artık 13. yüzyıldır), bu iş için, Rum ustalar gerektiğini buyurur. Eğer yıkmak gerekseydi, Türk ustaların zorunlu olacağım belirterek sürdürür düşüncesini ve şöyle der: "Dünyanın kurulm ası, Rumların uzmanlığıdır, yıkılması ise Türklere vergidir. Konya'nın yıkılması da, eninde sonunda, adaletsiz ve merhametsiz Türklerin elinden olacaktır”.®
Burada, İran kültürüyle eğitilmiş b ir insan olan Celâleddin Rumi’ye göründüğü şekliyle, Türk halklarının
5 P u ta şestv ly e M arko Polo, çev. M inayev, red. V. B artold , s. 26 - 27.öAflftkI, n . 69.7A flftkl, II, 275.SAH âkl, I, 208.
188
olumsuz, yıkıcı rolü, kasıtlı olarak vurgulanm ıştır; ola ki, burada, onun Hıristiyan Rum lara kişisel ve ailesel eğilimi de yansıtılm ıştır. Ama ne olursa olsun, Celâleddin Rumi'nin kızgın tiradı, Konya’da, dinsel düşmanlık bulunmadığını göstermiştir.
Yerel koşullara (hammadde varlığı) ve atalardan geçen geleneklere uygun olarak şu ya da bu zanaat, belirli b ir bölgede gelişiyordu, ve 12 -13. yüzyıllarda, tüm ülkede, ustaları ve ürünleriyle ün kazanan kentler vardı.
Erm enistan'da, çok eskiden beri, m adenler çıkarıldığına göre, maden işleme işleri, Erm enilerin elinde bulunuyordu. Kapadokya, çok eskiden, gümüş madeniyle ünlüydü; Toros dağlan, daha Babilliler zamanında, “gümüş dağları" adını taşıyordu. Bakır gereçlerin zanaatsal üretimi de, Erm enilerin elindeydi, ve 19. yüzyılda, bu konuda Erzurum ünlüydü.
Genel olarak, yerel sanayide, Erm eniler büyük rol oynuyordu. Kazılar gösteriyor ki, 9 -10. yüzyıllarda, Erm enistan'da çömlek, demir, silah, kuyumculuk ve dokuma zanaatları gelişmişti.
îbn i B atûta'nın yazdığına göre, 13. yüzyılda, Erzincan halkının önemli bölüm ünü Erm eniler oluşturuyordu. En güzel kum aşlar buradan çıkıyordu,’ dokumacılık da Erm enilerin elinde olmalıdır.
Vakayiname'de sık sık, değerli taşlarla süslenmiş başlıklardan, kemerlerden, her türlü kuyumculuk ürünlerinden övgüyle söz edilmektedir. Göçebeler, parlak sözlere düşkündüler. H er doğu insanı gibi. Sultan I. Alaad- din Keykubad da, değerli taşlardan anlıyordu.
Kuyumcular, büyük bölümüyle (bugün de olduğu gibi), galiba Ermenilerdi; en azından, sultana düğün arm ağanları gerektiği zaman siparişler, Hıristiyanların ve
9Y . M anand yan . O torgovle 1 gorodah A rm enll v ı svyazi s ı m irovoy to r - govley d revn lh arm yan. Erivan, 1930, str . 159.
189
frankların yerleştiği bölge olan Antalya'ya veriliyordu. Alaiye, kuyumculuk işleri ile ün kazanmıştı.
Demek ki, zarafet eşyaları, Akdeniz kıyısı boyunda imal ediliyordu.
Bununla birlikte, Konya’da, Türkler arasında kuyumculuk sanatı gelişmişti; Em ir Altunpa'mn 13. yüzyıl başı vakıf kaydında, ulem adan Yusuf Konevi ile Şeyh Osman Uveys’in kuyumcu oldukları dile getirilm ektedir.'” Hepsinden daha büyük olasılık, derviş tarikatlarına giren ya da medreselerde öğrenim gören kuyumcu kalfaları, sonraları alanlarında ilerliyorlar, ama daha önce kazandıkları zanaatçı yatkınlıklarını sürdürüyorlardı; altın kakm a işiyle uğraşan mevlevi şeyhi Salahaddin, "Zerkub” lakabını, anlaşılan, böylece sürdürm üştür.
Rumlar arasında usta zanaatçılar vardı.Ladik kentinde, Rum kadınlar, "pam uklu dokumala
rı altın oya”" ile işliyorlardı; Aksaray, halılarıyla ünlen- mişti.'^ Sudak’ı ziyaret eden îbn i Batûta şöyle diyor: "Burada Türkler ve onların himayesinde bulunan bir grup Rum yaşıyor. Bunların hepsi zanatçı”.’
B ir yandan kendini korum a duygusu, kişisel ve mal güvenliği için duyulan korku, öte yandan (örneğin, savaş için tırm anm a merdivenleri, kuşatm a mekanizmaları, cami yapımı ve genel olarak anıtsal yapılar, sulama işleri gibi) karm aşık zanaat ve inşaatlar, tüm bunlar, zanaatçıları birleşmeye zorluyordu. Yalnız başına çalışan zanaatçı ezilebilirdi. Böylece, Küçük Asya’da, loncalar, erken dönemde oluşmuştur.
Konya’da, Celâleddin Rumi’nin evini, bir usta dülgerler ortaklığı yapmıştı; mevlevi şeyh Bedreddin de,'"*
10 VI. G ordlevskly. tz J izn i sovrem yon noy T u r ts il. V ostok kn . 4, str. 208.11 İb n l B a tû ta , II, 271^12 tb n i B a tû ta , II, 286. '13 lb n l B a tû ta , II, 415.14A flâkl, I, 218.
190
bunların yanında çalışıyordu; yani ortaklıklarda, erken dönemde de kalfalar vardı. Anlaşılan, dervişler de, ekmeklerini kazanmak için kendilerine b ir zanaat seçiyorlardı.
Kentlerde, zanaat kolektifleri, loncalara göre, meslekî özelliklere, ve belki, doğum yerine göre (doğum yeri genellikle uğraşılan zanaatı da belirliyordu) yerleşiyordu. Her loncanın kendi "dükkânları” vardı. Onlar, burada çalışıyor ve ürünlerini, burada satıyorlardı. Daha 20. yüzyılda, Osmanlı döneminde, Avrupa ortaçağının çizgilerini sürdüren Küçük Asya kentlerinde ve İstanbul’da gözlenen durum, belli ki, Selçuklular döneminde vardı.
Zanaatçılar, loncalarda birleşerek ekonomik bakımdan güçlenmişlerdi. Bunlar, devlet için, artık, b ir gelir kaynağı oluşturuyorlardı. Yazıcıoğlu Ali'de, "kârhane yazıcıları” deyimine rastlanm aktadır; böylece, bunların, örneğin halı dokuma atelyeleri gibi, büyük im alathane "işletm eler” olduğu düşüncesi doğuyor. Genel olarak, tüm esnaf ve zanaatçılar, kayda geçirilmişlerdi ve vergi ödüyorlardı; bunlar, hüküm etin siparişlerini (örneğin, sikke basımı, güherçile üretim i vb.) gerçekleştiren devlet atel- yeleriydi.
Zanaatçıların durumu, hukuksal bakım dan gene de istikrarsızdı,'^ ve bunlar, düşünce akım larına kapılıyorlardı.
Bunlar, ayrı b ir toplumsal sınıf değildi, ama güçleri ve önlemleri henüz feodallar için açık olmayan yeni bir toplumsal katm anı oluşturuyorlardı, bu yüzden de, feodallar, onlara kayıtsızca bakıyordu.
Tinnis’deki özgür ve tasasız yaşamı gören Naşiri H üsran (11. yüzyıl), şöyle yazıyor: "Burada durum, divanın ve sultanın zanaatçıları ağır çalışmaya zorladığı baş-
15 B u n u n la b ir lik te , karş., P. K ö p rü lü 'n ü n d ü şü n ce s i (Les or lg ln es de rB m p lre O ttom an , s. 75).
191
ka ülkelerdeki gibi değil."'‘ ama, yalnızca Mısır’da böy- leydi.
Zanaatçılar, "patronlarından” zarar görüyorlardı. Bir seferinde, Celâleddin Rumi’ye başvurmuşlar, “iğrenç zorbaları” şikâyet etmişlerdi. Celâleddin’in sÖ2İeri, onları yatıştırm ış, ve dünya yaşamının adaletsizliklerine dayanmaya razı olm uşlardır.’
Anlaşılan, başlangıçta, zanaatçılar, büyük b ir tinsel ve maddi gücü temsil eden Mevleviler yönüne eğilim gösteriyorlardı.
Celâleddin’in sağlığında (o, Türklere yüksekten baksa da), toplantılarında "aşağı tabakadan kişiler ve zanaatçıla r” ağır basıyordu, bilgi sahibi ve saygıdeğer insanlar ise, tersine, ayinlerden uzak duruyorlardı.'® Ne var ki, Mevlevilerin arasında, giderek, feodal ermeniler, mevlevi- lerin çıkar elde edebildikleri zengin kişiler göze çarpıyordu. "Aydın” kesime, İran kültürüne eğilimleriyle, (Aflâ- ki’nin "Menakib-ül-Arifin”inin sayfalarından sızan) Türk- leri aşağılamalarıyla, Mevlevilerin tüm yapısal zanaatçıları, doğal olarak loncaların artan önemini gözden kaçıran ve iyileştirmeyi ahilere bırakan bu "dünya beylerinden” iuzaklaştınyordu.
16 N aşiri H usrau, K n iga p u teşestv iy a , per. Y. B ertels, M. 1933, Btr. 97. 17A nâkl, II, 35.ISA flâkl, I, 117.
192
DOKUZUNCU BÖLÜM
Küçük Asya’da, Ahilerin Ortaya Çıkması - Ahi Topluluğuna Kabul Töreni - Ahilerin Yükselişi - Mevleviler ve Ahiler Arasında Ayrılık - Zanaatçılar ve Ahiler Arasında
Yakınlaşma - Feodallarla Ahiler Arasında Savaşım - Osmanlı Döneminde Ahilerin İzleri
Zanaatçıların, zanaatçı loncalarının çıkarlarının savunulmasını üstlenen ve onları Mevlevilerden koparabi- len usta politikacılar olan bu Ahi' ham iler kimlerdi?
1 J . D eny (Jou rn al A sia tlq u e, 1920. X I sSrle, t . XVI, p. 183, (D oğub lllm - c ilerl D ern ek leri F ederasyon u 2. to p la n tıs ın d a k i rapor ö z e t i) , '‘a h i" sö zc ü ğ ü n ü n Arapça k ö k ü n ü reddederek, b u n u T ürkçe agi, gânâreux, “cöm ertu - verglU’' ch eva leresq u e " y iğ itçe” sözcü k ler in d en tü re tm işt ir , "A hiler’' k o n u su n d a genel b ir dü şü n ce , " îz Jlzn l tseh o v v ı tu r ts il. K Istorll ahi" (Z apiski K o lleg il vostokovedov, t. II, str . 235 - 248) m ak alem de, b en im tarafım d an v erilm iştir . A h iler in in ce len m esi, " Islam ica (vol. III. V) Z. D. M. O. N.P. (X II) , S itzu n g sb erich te ter P reu ssisch en A kadem ie der W lssen sch aften . Phil, h ls t K lasse (1932, X X V I) dergilerinde, bir d iz i değerli ça lışm a yay ım layan Prof. Pr. T aesch n er'in ısrarı sayesind e, ö n em li ilerlem e k ayd etm iştir ; ayrıca bkz; Fr. T aeschner, P. K ahle, t , Ş a h t'ın m a k a le ler in in y a y ım la n d ığ ı "F est- sch r if t Georg- J acob '’ (Lpz. 1932). A h iler k on u su n d a çok g en iş b ir m alzem e, dogm acı M. C evdet'in (öl. 1935) şu ça lışm a sın d a to p la n m ıştır : Zeyl â li fasi al f ity e n D el ü l hayyal T ü rk iye f l k ita b ü ’l rahle lab u B atü ta , (İsta n b u l, 1932).
193
Anadolu’yu dolduran savaşçı gaziler arasında, tarihçi Otbi’nin belirttiği gibi, "yiğitlerin başkanları” (reis al fetyan)^ yönetimindeki gençliğin oluşturduğu Ahiler de bulunabiliyordu. Ahiler, Küçük Asya'ya, savaşçı ün ve ganimet kazanma düşüyle geliyorlardı; sultanlar, bu yiğitleri ,istekle hizmete kabul edebiliyorlardı.
Ahiler, başlangıçta, sultanın saray muhafızlığına bireysel olarak giriyorlar, Nizam ül Mülk un sözettiği “m üfredler” ("müfred") grubunu oluşturarak sultandan, toprak değil, maaş alıyorlardı. Sultan I. Aluaddin Key- kubad, Obruk’a girdiği, yani Konya bölge sınırını geçtiği zaman (1219), onu karşılayanlar arasında "fıtyanlar” ve ("fetyan”) ve “m uhafızlar” ("nöbetçi”), yani ahiler ve yiğitler bulunuyordu.^
Bunlar, Küçük Asya’ya, kesintisiz akın halinde geliyorlar ve burada, Orta Asya Türk lakaplarını, uzun süre koruyorlardı; örneğin, îbn i B atûta Niğde’de lonca şeyhi görevi yapan Ahi Caruk'a rastlam ıştır.
“Alii” terimine, ben, Cullabi’nin (11. yüzyılın ikinci yarısında ölm üştür) sufi yazınında da rastladım; burada "Ahi Zengani adıyla tanınan”, "dindar yaşam adam ı”, "övgüye değer sufi” Şeyh Şekik F arrac’dan sözedilmek- tedir.'’
Bu ahi, üzerinde durmaya değer. Her şeyden önce, "Farruh” ve "Farrac” adları, kolayca karışabilm iştir (belki, Farrac diye b ir ad hiç yoktur), elyazmaları, "Zengani” şeklinden başka, ayrıca, "Zencani” okunuşunu da vermektedir. O halde, bu, "Ahi Farruh Zencani” olabilir, ama şeyh şair Nizami’nin adı da böyleydi.® Burada, biri, belli ki, 11. yüzyılda, öbürü 12. yüzyılda yaşamış olan iki şeyhin adlarının çakışması, b ir rastlantı mıdır, bilmiyo-
2 P . K öprülü . T ürk iye T arih i. İsta n b u l, 1923, s . 81.S Y a z ıc ıo lu A li, III, 107.4 V. Juk ovsk iy . R a sk n tiy e sk r ltovo za zavesoy. L„ 1925, str, 215.5Y . B ertels. V ellk iy azerbaycanskIy p oet N izam i. B aku, 1940, str . 32.
194
rum. Ama, şair şeyhe verilen adın, tarihsel perspektif yittikten sonra düzenlendiği varsayımı daha inandırıcı olacaktır. O zaman, Ahi Farruh Zencani'nin ahi şeyhlerin piri olduğu anlamı çıkm aktadır ve topluluğun tüzüğünü oluşturan kişinin yaşam öyküsünün er ya da geç bulunması gereklidir. Cam inin “Nafahat ul uns’unda, h. 457 yılında, yani Cullabi’nin de, sanki, aynı kişiden sözettiği sıralarda ölen b ir "Ahi Farac” adı geçmektedir.
Ahiler arasında seyidlerin bulunması, aynı zamanda, bunların yabancı kökenli olduklarını,^ halifelikle güçlü bağlarını dile getirmektedir.
Bağdad’da, Hahfe N asır'dan (1180 ile 1225 yılları arasında) çok önce, kendine özgü tinsel tutum tüzükleri olan “Futuvvalar” yaygınlaşmıştı. “Bast malad a t tavfik”, yapıtından görüldüğü gibi. Halife Nasır zamanında, b ir yeniden düzenleme meydana gelmiş, futuvvaları seven halifenin hüküm darlık dönemine değin sızmış bulunan dallanma ve sapm aları "Futuvvalardan” çıkarm ak için bir yazınsal (belki de gerçekleşen) girişimde bulunulmuştur.^
Bu tüzükler (ve bunlardan çıkan törenler). Küçük Asya’ya, Sultan I. îzzeddin Keykavus’un hüküm darlığında (onun kızıyla evli). Halife Nasıralidinillah’dan aktarılm ıştır.
Sultan, halifeyi, Sinop'un ele geçirildiğinden haberdar ederken, ona, değerli arm ağanlar göndermiş, halife ise, sultana, "pâk ve onurlu gövdesinden”, "arı temizlik şalvarı” ("ismet ü taharet seravili”),® "yararlık giysisi” (mürüvvet-i m i’zeri), "Fütuvvetname” ve "ik tidar izin bel-
6 P. K akle, D le F u tu w a - B ü n d n Isse des K a llfen en-N asIr. P estsch rlft G eorg Jacob. pp. 112 - 115.
7 B u d ü şü n cey i P. W lttek d ile g etirm iştir . (Zur G esh lch te A ngoras İm M ltte la lter . F e stsch r lft G eorg Jacob, p. 360.)
8 B u “şalvarlar" k on u su n d a bkz; R. Dozy. Su pplS m ent aux d lc tlo n n a - İres arabes, II, Leyde, 1881, p. 241 (burada litera tü re de işaret ed ilm iştir ); ayrıca bkz: C. von A rendonk. E ncyclopSdie de i'Islam , II, 130. S. P u tuw a; ta r ik a t ın ın b u resıml g iy s is i "şalvarların" ("seravil al fs tu v v et" ) ro lü ve
195
gesi” ("destur-i saltanat”) bağışlamıştır.İzzeddin’in kardeşi I. Alaaddin Keykubad, tah ta çık
tığı zaman, halifenin elçisi, sufilerin “şeyhler şeyhi” yüksek sam verilen’ Abu-Abdullah Ömer-ibn Muhammed Suh- ravardi, sultan üzerinde, kendine özgü kutsam a öğeleri içeren b ir tören gerçekleştirm iştir. Sultan, Bagdad'dan gönderilen hırkayı giymiş, elçi ise, sultanın sırtına üç kez hafifçe vurarak adaleti gözetmesini ve şeriatı çiğnememesini öğütlemiştir. Sultana, halifeden katır getirdikleri zam an ise, o, katırın tırnağını öpm üştür.’®
“Fütuvvetname”de, Türkiye'de, loncaların tüzük kitaplarında, at, eşek tırnağı öpülmesi, yetkinliğe götüren basam aklardan, şövalyelik kalıntısını sürdüren törenlerden biridir; sırta vurulması, B atı’da, şövalyelik verilmesinde zorunlu asıl öğeyi anım satm aktadır.
Küçük Asya’ya, tören kuralları, tü rlü yollardan geliyordu. Astrabadi (14. yüzyıl sonu). Şeyh Ali M ısrî’nin (belli ki uzun süre M ısır'da yaşamıştır) makasla, Sivas Kadısı Ahmed Burhaneddin’in saçlarını kestiğini dile getirirken,” burada, gene, şövalyeliğe kabul edilmede, ortaçağ öğelerinden biri görülüyor.
Sultana bakarak, hem feodallar, hem ahiler (Mezopotam ya’dan olduklarına göre "futuvva” yoluyla b ir bölüm ünü bildikleri), bu görenekleri ve törenleri istekle benimsediler. Ahilerin ateşli yandaşları oldukları, kısa za-
a n lam ı kon u su n d a, ayrıca bkz: W. B jörkm an n. E ncyclopâdie de l'Islam , IV, 472 - 473. L. A. M ayer'in k a n ısın a göre (L. A. M ayer. Saracan lc Heraldry. O xford, 1933) “A h iler”ln to p lu lu k am b lem i şa lvarlar, h erh an g i b ir a h in in arm asına d ö n ü şm ü ştü r (bkz: D. L. Z. 1935, 107 - 108).
9 B u k on u d a bkz: O tto Sp les. M u n is a l'u sh sh ag . — B onner. O rlen ta lls- t ls c h e S tu d ien . H e lt 7, pp. 8 sg.
lO Y azıcıoğlu A li, III. 220: “T ım a g ın '’.11 A strabadi, agy. s. 60. İçer iğ in T ürkçe k ısa b ir ö z e tin i veren m etn in
y a y ın c ıs ı K ilis li R ıfa t, n edense, açık lam ada b u lu n m a m ıştır . Y azıcıoğ lu A li V akayin am e'sln dek l tü m ced e, b u saç k esm eden söze tm iyor m u (III, 224); " S u ltan a ve k a la n beglere sim a em ir C elat a l-d in K aradayı’ya m u k razk ân o ld u ve b azı beglere h em İrâdat h ırk a sın giydiler."
196
m anda üye yazımını gerçekleştiren dinsel kardeşlik topluluğu da, bu temel üzerinde doğdu.
14. yüzyıl başına doğru, ahi düşünceleri, aydın çevreleri de sarmıştı: Ozan Yunus Em re'nin şiirlerinde, "Fü- tüvvete” değiniler görülmekte, hatta o, doğrudan ahilere seslenmektedir.'^
İbni B atûta tarafından ayrıntıyla anlatılan kılıkları, ahileri belirgin olarak ayırıyordu.'^ Sufiler, geleneksel giysileri''* hırkayı taşırken,'^ bunlar, şalvar giyiyoı, başlarında beyaz kalpak bulunuyordu. Ahilerde, beyaz renk, b ir tü r simgeydi; kırmızı baş giysileri taşıyan Türklerden kendilerini böyle ayırıyorlardı.'* Ama, sınır beyi Meh- m ed’den sözederken, o sıralarda da giyilen beyaz kalpakları anlatan Aflâki’nin açıklaması, bununla çelişmekte, en azından, b ir düzeltme yapm aktadır. Yani, ahiler ile sınırlardaki Oğuz boyları arasında b ir bağ yok muydu? Bunlar, Küçük Asya'ya, birlikte mi gelmişlerdi?
Ahilerin yanı sıra, kardeşlik topluluğunun b ir bölümü olduğu anlaşılan "yiğitlerden” de sözedilmektedir.
Ahiler, artık, sarayda büyük rol oynam aktadırlar Sultan onların görüşlerini sormakta, alplar gibi silahlan maktadır,'^ ve sultan, kendilerine sahibin kapıları önün de yer alm alarım buyurm aktadır. Bu, artık, kendine özgü b ir saray muhafızlığıdır. Moğol döneminde, ahiler, belirli muhafızlık görevlerini yerine getiriyorlardı. Düşmanlar, vezir Şemseddin Isfahani'ye karşı sefere giriştikleri zaman, "Tusi oğlu”'® Necmeddin, ahileri silahlandırmış ve
I2Bkz: "H alk B ilg is i H aberleri" , Y ıl 2 (1931), no: 16, d erg isin d e Z. F. b aş harfler iy le y a y ım la n a n yazarın n o tu .
13tb n l B a tû ta , II , 264.T4lbnl B a tû ta , II, 282.ISAfl&kl, I, 117 (C elâ ledd in R u m i’n in ş llr l) .16 VI. G ordlevskiy. t z J lzn l tse h o v v ı T u rts ll. Z aplskl K o lleg ll vostoko-
vededov, t . II, str. 246.17Y azıcıoglu A li, III, 223 - 224.18 M etinde: P u çer T usl, y a n i bab ası, T u s (tra n ) d oğu m lu yd u . "Ruser:
O ğul, ç."
197
veziri kendi evinde saklamıştı.Ahiler, toplantılarda görülmektedir; kadılar, şeyhler,
em irler ve ahiler o turm akta ve sıralam ada öncelik hesabı yapm aktadırlar, yani bu öncelik hesabı, ahileri de sardığına göre, onlar, belli ki, kendilerini, diğerlerinden yüksek değilse bile, hiç de aşağı saymam aktadırlar.
Sultanlar, onları ödüllendirmekte, em ir görevlerinde bulunm aktadırlar: Ahi Em ir Ahmed, "ünlü ve saygıdeğer, zengin b ir hayır sahibidir”.
Böylece, ahiler, feodallar düzeyine yükseLnekte, onlar da toprağa yerleşmektedir. Aflâki’de, başlangıçta, simyacılıkla uğraşan b ir Ahi Muzaffereddin öyküsü vardır; ahinin saçmalıklarla uğraşm asına kızan Çelebi Amir Arif, onu, toprak işine yönlendirir. Ahi, söz dinlemiş ve kısa sürede zengin olm uştur.
Ahilerin elinde, devlet toprakları üzerinde yer alan yurtluklar toplanm ıştır. Ankara ili köylerinin toponomisi üzerinde, Avni Ali Candar tarafından yapılan özet çalışmada, dört "kazada” ahilere rastlanm aktadır: Zara’da Ahıç, Haymana’da Ahiboz, Keskin’de Ahılar, Yabanabad'- da Ahılar; yani ahiler, her yere dağılmış durum dadır. Ben, Ankara ilindeki bu ahilerin, Avni Ali Candar’ın düşündüğü gibi (ahiler denilen) Türk soyları temsilcileri değil, eski b ir toplumsal katm anlaşm anın kalıntıları olduğuna inanıyorum.”
Ahiler, her yanda güçlenmektedir; ticaret yapm akta ve bu alanda zenginleşmektedirler.^” örneğin, Konya’da ahilerin başı Ahmedşah ipekli, yani, dışalım kum aşları ticareti yapm aktadır. Bu ise, onun zenginliğini gösteriyor;®' ayrıca, bunlar arasından ulema da çıkm aktadır,15. yüzyılda Konya’da Kadı Ahi îb n Kalemşah^ (Aflâki'-
19 "H ak im iyeti M illiye" , 1933, no: 4165.20 P. W lttek . Zur G esch lcte A ngoras İm M ltte la lter , p, 350.21 A flâki, II, 350, ayrıca 112 - 113.2 2 lb n i B atû ta , II, 281 -2 8 2 (İbn l B a tû ta y a m im ıştır ).
198
de Taceddin Kalemşah olarak adlandırılmıştır^®) vardır; îbni Batûta, Birgi’de, çok sayıda izleyicisi bulunan bir ahi çileciye rastlamıştır;^'' kısaca, ahiler, tüm cephelerde kararlı olarak sağlam konum lar kazanmaktad. rlar.
B irtakım ernirlerin ya da sufilerin tercih edildiği ve kendilerinin küçük görüldüğü duygusuna kapıldıkları zaman, içlerinde, derinlerde hoşnutsuzluk m ırıltısı olsa da, onlar, henüz yumuşak başlı ve kanaatkârdırlar.
Ahiler arasında mevleviligin ateşli yandaşlan da bulunuyordu. Örneğin, devletin batı sınırında bulunan b ir ahi (Ahi Pulad), Konya'ya gelmiş ve Celâleddin’in tü rbesini ziyaret ettikten sonra, ayinleri, Aydınoğlu bölgesinde yaymak amacıyla derviş olmuştu.^®
Ahilerin eski kuşağı, genellikle mevleviliğe saygılıdır, ama Celâleddin Rumi'nin ölümünden sonra, yüksekten bakmaya başlarlar. Örneğin, "Anud", yani inat lakabıyla anılan Ahi Ahmet, b ir cenaze sırasında, Mevlevi tasavvuf şiiri yinelenmesini yasaklam ıştır, Celâleddin Rami'nin oğlu Sultan Veled ise, bu durum dan incinerek şu uyarıda bulunuyor: "Bu kural ‘büyük b ir adam ' (yani Celâleddin) tarafından konulm uştur, kaldıracak olan kişi de ondan daha büyük olm alıdır.”^
Sultan Veled, ahilerin, Celâleddin'in otoritesini sildiklerini, artık, mevlevilerden çekinmediklerini seziyordu.
Aflâki'nin vurguladığına göre, Celâleddin Rumi ta rafından adına "M ustafa" eklenen ve yüceltilen Ahi Ahmed’- in öyküsü öğreticidir; çünkü, o, gençliğinde sık sık tü rbede bulunuyor ve Celâleddin’in ailesini çok seviyordu.
Sonraları, "zamanının zorbalarından b iri" olan Ahi Ahmed'in karşısında, tüm Konya titrem iştir; kentin ileri
23A flâk l, II , 428. 2 4 ib n l B atû ta , II, 308. 25A flâkl, II, 370. 26A flâkl, II, 370.
199
gelenleri, onu, Sultan Veled’e şikâyet etmişler, Sultan Veled, öğüt vermeye kalkışmca da, Ahi Ahmed sertçe çx- kışmıştır: “Nasıl davranılacağını en iyi biz biliriz; ancak güç ve kudret, işleri düzene koyabilir, siz, hiçbir şeye karışmayın; sizin tasavvuf dünyanız bizim anlayışımızın tümüyle dışındadır.”^
Çelebi Hüsameddin, sultan tarafından kendisine bırakılan Vezir Ziyaeddin Tekkesi ne girerken, buraya seccadesini serince, birden, Ahi Ahmed, seccadeyi toplamış ve bu adaylığı istemediğini bildirm iştir.
Tekkede büjmk gürültü yükselmiş ve Ahi Türk ile Ahi Beşar ailelerinden gelen önemli ahiler (anlaşılan onu yıldırm ak için), kılıçlarına ve bıçaklarına sarılmışlardır.® Ahi Türk’ün oğlu Haşan Hüsameddin, Celâleddin Rumi’nin yazmanıydı; Mesnevi kitabının girişinde adı çok sık geçmektedir.^
Demek ki, ahiler arasında, biraz olsun bölünmüşlük vardı, eski olanlar, mevleviliği destekliyorlar, yeniler ise, bu yoldan ayrılmışlardı. Ama, ahi topluluğunun eski üyelerinin direnişi, kısa sürede son bulm uştur.
Örneğin, 13. yüzyılın ikinci yarısında, yani Küçük Asya’da Moğol egemenliği döneminde, artık, Konya’da ahilerin önemi hızla artm ıştı. Sultan da ,onlar üzerinde güçsüz kalıyordu.
Sultanın iktidarı düştüğü ölçüde (bu ise, Moğol saldırısından sonra oluyordu), ahilerle sultan arasındaki ilişki azalıyordu; zanaatçılarca desteklenen ahiler (dünyasal ve dinsel) toprak aristokrasisine yükleniyorlardı.
Ahilerle Mevleviler arasındaki uçurum da genişlemektedir. Mevleviler m istik kuram cıdırlar, ahilerse uygu-
27Af]&ki, II, 306.28A flâki, II, 238; sonra, tb n i B a tû ta da, a h iler in u zu n b ıçak lar ta ş ıd ık
la r ın ı belirtiyordu .29 B. G. Brow n, A. llterary H istory o f P ersla , F rlm B erdow sl to Sa’di.
L ondon , 1920, p. 518.
200
lâmacı Mevleviler inandırm aya çalışmakta, ahiler ise davranış göstermektedirler.
Ayrıca, sınıfsal farklılık da ortaya çıkmaktadır: Mev- levilerin elinde topraklar birikm iştir. Mevlevilerin yaşama biçimi de feodallarda olduğu gibidir; Amir Arif Çele- b i’nin atının tırnağı önünde, derviş, uysallıkla eğilmektedir;®’ Çelebi süzeren dervişlere diplom alar dağıtmakta, "ferace”®' giydirmektedir vb.. Selçuklular yıkıldığı zaman, Mevleviler, K ür’an’ı kaynak gösterip Selçukluların yasal ardılları olarak Moğol hanlarım destekliyorlar,®^ böylece, onlar, büyük topraklarını kurtarm ak istiyorlardı. Onları, daha önce, sultan koruyordu. Şimdiyse, hanın himayesin* dedirler. Bağımsızlık ilan eden (dünyasal) feodal, askerî birliğine dayanabiliyordu; Mevlevilerin ise, yalnızca, sözü ve müziği vardı, ve onlar için Moğolların himayesi zorunluydu.
Dinsel feodallar olan mevleviler, anlaşılan, b inlerine dayanan ahiler de karşı çıkıyorlar. Şimdilik saklı olan bu gücün kim olduğunu, 14. yüzyılın ilk yarısında Küçük Asya’yı ziyaret eden tbn i B atûta söyleyecektir.
Ahi topluluğuna, Küçük Asya’da yerli zanaatçıların ezelden beri süregelen sağlam gelenekleri güç veriyordu. Şimdi de, zanaatçı birliklerindeki başkanların yerini ahiler tutuyor ve zanaatçılar, kazandıkları her şeyi başkan- larm a veriyorlardı.®® Ahi dinsel topluluğunun üyeleri tarafından®^ yönetilen zanaatçılar, kafa tutuyorlardı, ö te
M A flâkl, II. 378.31 A flâk i, II, 339.32A flâk i, II , 262.33 tb n l B a tû ta , II, 262j
34 S u lta n III. M u sta fa 'n ın A hi E vran "delegelerine" (B u lgaristan 'ın S o fya u lu sa l k ita p lığ ın d a korun an) 1773 ta r ih li ferm a n ım yoru m layan prof. V. T sonev, lo n ca la r ın K ü çü k A sya’da, 13. yü zy ıld a , Arap k ö k en li A hi EVran ta ra fın d a n örg ü tlen d iğ in i varsayan ta r ih ç i S e la n ik i’ye dayan m aktad ır . Y ani, A hi Evran h ak k m d ak i söylen ce, en azından , 14. yü zy ıld a o lu şm u ştu r , (bkz: N . D erjavin . S led ı d revn egru zin sk ih tse h o v ıh organ iza tsiy p i dan m ra sov - rem yonnoy etn ogra fı. Y azık i litera tu ra , t. I, 1926, s tr . 305, p rim .).
201
yandan ise, ahiler, Mogollardan sonra, ülkede zarar göt- meden kalmış canlı b ir gerçek gücün sağlam zeminini altlarında hissediyorlardı. Zanaatçılar, ahiliğe, herhalde, dinsel topluluğun en alt basamağından yazılıyorlardı, ve onların çıkarları, tümüyle örtüşüyordu.
Kuşkusuz, loncaların ahilere bağımlılığı, bunların özerkliğini yitirmesi, başlangıçta, zanaatçıların özsaygısını incitiyordu, ve ahiler konusunda, ağızlarından beğe nilmeyen sıfatlar çıkabiliyordu. Dinsel feodallarm savunucusu Aflâki, ahileri ima ederek, zanaatçıların ahilere nefretini kışkırtm akta ve onları zorbalar olarak anlatm aktadır.
Feodallar da, eski ağırlıklarım yitirm işlerdir; onların ekonomisi allak bullak olmuştu. Ahilerse, arfık güçlenmişlerdi. Belli ki, (Küçük Asya’da, bugün çocuk oyunlarının dile getirdiği) b ir askerî örgütleri vardı.^® Ahiler egemenliği ele almışlardı ve istemedikleri feodalları, zalimleri ve zorbaları öldürüyor, ayrıca, bunların nıuhafızları- nı ve bunlarla birlikte olan herkesi yok ediyorlardı.^ "Herhangi b ir sultanın (yani yöneticinin) bulunmadığı her yerde, valinin görevlerini ahi yapmaktadır- yönetimde izledikleri yöntem, beylerdekinin aynısıdır."®^
Kentlere, hıristiyanlar eğilim gösterdiklerine ve burada, zanaatla, ticaretle uğraştıklarına göre, doğalhkla, loncaları bunlar doldurm uştu, ve ahiler, feodala karşı savaşım yürütürken, Hıristiyan zanaatçılar, istekle ahilerin yanında yer almışlardır. Hıristiyan zanaatçılar da, belki de, şimdi aşağılanan ayrı inançtan sömürücüye karşı, gizli kalmış b ir öfke bilinçsizce canlanıyordu; ve ayinleri, Sünnilikten ayrılan ahilerin kişiliğinde, onlar, ekonomik
35 VI. G ordlevskiy. D ervişi A h i E vrana i ts e h i v ı T u rts ii. İzv estiy a A ka- dem il N ayk SSSR, 1928, str. 1181.
36 ltın l B atû ta , II, 261.37 tljn l B a tû ta , II, 289.
202
ve dinsel m üttefiklerini görüyorlardı.îbn i B atûta (ya da onun bilgi kaynağı) için, ahiler,
adaletin bekçiliğini yapm akta ve zorbaları yok etm ektedirler, buna karşılık, (mevlevi) Aflâki için, zorbalık, mev- levilerin otoritesini reddeden ahilerden kaynaklanm aktadır.
Aflâki, Moğollardan sonra Küçük Asya’da başlayan toplum un toplumsal güçlerindeki yeniden katmanlaşma- yı görüyordu. Ûnun "Menâkıb-ül ârifin”inde, bu, sürekli yinelenmektedir. Sultan I. Alaaddin Keykubad'm düşünü yorumlayan Sultan Veled, ona, gelecekte, devletin üzerine çökecek olan felaketleri bildirir. Vakanüvist şöyle yazıyor: "Soyu olmayanlar yükselecek, en önemli makamlar, aşağı düzeyde kişilere verilecektir” ,® yani feodalların yerine, ne idüğü belirsiz ahi zanaatçılar gelmiş, "eski düzen” yıkılmıştır. Büyük zenginlikleri elinde toplayan mev- leviler zarara uğram ak durumundaydı, ve bu, kuşkusuz Aflâki'nin hoşuna gitmiyordu.
14. yüzyılda, iyice belirginleşen feodallar ile ahiler arasındaki savaşım, eski feodal düzen içinden gelen Os- m anh sultanları tarafından durdurulm uştur. Feodallara düşman, toplumsal gruplaşm aların ideologları ahiler, bir bölümüyle devlet aygıtına girmiş olsalar da,® Osmanlılarca e z ilm iş le rd irN e var ki, birleşik örgütlere dönüşerek ülkenin ekonomik yaşamını yönlendiren loncalar, güçlerini korum uşlardır; şu atasözü, bunu anımsatıyor:
33 A flâk i 1, 36 (S u lta n V eled 'in b u sözler in i A flâk i " m enak lbu l - A rifin" İn b a şla n g ıc ın d a k ayd etm ekted ir , b e lli kİ, b u n lar, u su n d a sağ lam ca yer e t m iştir ) .
39 P. K öp rü lü ("A n adolu’da İslâ m iy et'’ ve "B izans M üessese lerln ln T esiri", s. 176) O sm anlI d e v le tin in ku ru lm asın d a , ah iler in büsrük rol oyn ad ık la r ın ı d ü şü n m ek ted ir . G ib bons’u n ça lışm a sı (H. A. G lbbons. T he F ou n d ation of th e O ttom an E m plre, Oxford, 1916) n ed en iy le , '“Z eltsch r lft fü r S em itistik . (Bd. 11, 1924) m a k a les in i yay ım layan P. G ize, çok d ah a k ararlı olarak, O sm an lI d e v le tin in ö ze llik le A hi ö rg ü tlen m esi ü zerin e k u ru ld u ğ u n u açıklıyor.
40 V I. G ordlevskiy. t z J lzn l tseh o v T u rts il k is to r li ah i. Z apiski K ollegll vostokovedov, t . ir . str. 242 - 243.
203
"Otuz iki lonca b ir olunca, sadrazam ı düşürür.”'"Ahi topluluğu, Küçük Asya sınırları dışına taşabil-
m iştir; galiba daha Selçuklu seferleriyle, onlara, Kırım yolu açılmıştı. 14. yüzyılda, İbni Batûta, Azak'ta onları bulm uştu; Eski K ırım 'ın 14. yüzyıl mezar yazıtlarında, ahi adlarına rastlanm aktadır.
Daha sonraları, Türkiye’ye bağımlı Kırım hanlığının zanaatçı örgütlerinde, Türkiye’de benimsenen düzen yürürlükteydi.'*^ Ayrıca, 18. yüzyılda, K ırım ’a, ahiler üzerine söylenmiş özel "destanlar” gelmiştir.
Küçük Asya kentleri Ankara’da, B urdur’d. , İsparta’da (herhalde daha başka yerlerde de), zanaatçı loncalarını güçlü olarak kaynaştıran yârı - dünyasal, yarı - derviş- sel eski örgütlerin kalıntıları sürm ektedir. Büyük b ir kültü r ve eğitim çalışması yürüten Türkiye’deki Halkevleri, büyük derleme yapabilecektir. Bu kalıntılar karşılaştırılınca, ahilerin yaşamının açık b ir tablosunu ortaya çıkaracaktır.
Eski zaman yerel yaşamına ilgi duyan Haşan Üçok, Çankırı'da, zanaatçıların savaştan önceki yaşantısının ayrıntılı betimlemesini vermişti. Evlerin mağaraları anımsattığı bu eski kentte, eski gelenekler, uzun süre koru- nabilmiştir. Bu çerçevede, Türkiye'nin her yanında yapılan kış "sohbetlerinde”, 20 ve daha yukarı yaşta lonca üyeleri "yaranlar” toplanıyorlardı (yaşlıların sayısı altıyı geçmiyordu). Bu akşamlarda, (özel kiralanan) müzik çalıyordu; katılanlar, genellikle tarihsel, ülkenin acılı günlerini dile getiren şarkılar söylüyor, oynuyorlardı. Oyunlardan önce, kapılar kapatılıyor, konuk kabulüne son veriliyor, akşamın, yalnızca seçilenlerin bulunabildiği,
■tl VI. G ordlevskiy. D ervişi A h i E vrana 1 ts e h l v ı T u ıts l l . tzv e sty a A ka- d em ll N auk SSSB , 1928, str . 1192.
42 VI. G ordlevskiy. O rgan izatsiya tseh o v v ı K rım u. T rudı B tn ografoarh e- olog içesk ovo m u zeya I M GU, IV, M., 1928.
204
gizli bölüm ü başlıyordu. Sabaha karşı yemek veriliyordu. Yemek sırasında, b ir tü r başkan olan “başağc.”, “yaranla r” tarafından işlenen kabahatleri, tören kurallarına göre yargıladığı, "adaleti” sağladığı b ir divan kuruyordu. "Sohbetler”, öztutum ve disiplini eğitiyor, toplumsal davranış ölçülerini düzenliyordu.
Sohbetlerin düzenlenmesindeki ayrıntılar (örneğin, aydınlatmaya gösterilen dikkat), İbni B atûta’nm eski yazm alarını anımsatıyor; "yaranlar”, gündüzleri atelyelerde çalışan, akşam lan zaviyede toplanan "Fityanların” tıpkısıdır ve bende, Ibni B atûta'nm Küçük Asya'da, genellikle "sohbetlerin” düzenlendiği dönem olan kış mevsiminde bulunduğu düşüncesini doğuruyor.
Loncalar, zanaat merkezi için, loncaların yüksek, kesin yönetici temsilcisi "ahibabayı” onaylayan K ırşehir’deki Ahi Evran tekkesine bağlanmışlardı. Halkla iktidar makamı arasında arabulucu olan "ahibaba”, genellikle, kent belediye yönetiminin başında bulunuyor, loncaların gücünü üzerinde du30imsayan "vali” de ondan çekiniyordu. Çankırı’da, b ir defasında istenmeyen b ir valinin faytona bindirilerek kentten kovulduğu anlatılıyor. Ahibaba'- da, loncaların çevresinde toplandığı b ir sancak bulunuyordu: Mavi zemin üzerine iki yıldız işlenmiş, altına "al- lah” sözcüğü yazılmıştı. Değneğinde ise, anlaşılan, yetki simgesi olan b ir tutam koyun yününden tuğ asılıydı.
Haşan Üçok tarafından yayımlanan ilgi çekici malzemeden bazı çizgiler, işte bunlar; ancak, ne yazık ki, bu malzemede, gündelik yaşantı çizgileri, örgütsel öğeleri gölgede bırakacak kadar ağır basıyor, ama bu eksiklik, belki, malzemeyi özetleyenden kaynaklanmaktadır.''^
Ahilerin izleri, kuşkusuz, Türkiye yaşamında daha uzun süre devam etm iştir. Ahilerin sınıfsal karşıtları Os-
43 E. Borrel. L a confrĞcie d’A hi - B aba â Tchankiri.; R evu e d-es E tud es Islam lq u es, 1936, pp. 309 - 332.
205
manii sultanları bile, özellikle, Küçük Asya'da, bu toplu^ luk tarafından ve ondan aktarılıp mevlevi derviş tarikatı tarafından yerleştirilen tören kurallarını gözetiyorlardı. Tahta çıkma simgesi olarak kılıç kuşanma, kaynağını "Fu- tuvva” tüzüğünden almaktadır.-'’ Dervişlerde, şeyhin "mürid ini” ödüllendirirken sırtına vurm ası da, kalıntıyı gösterm ektedir. Daha 17. yüzyılda, bu, Evliya Çelebi’nin dikkatini çekmişti.''®
Ben de, Batı Avrupa şövalyelik törenlerinin Haçlı yürüyüşleri döneminde, Doğu'dan aktarıldığı konusundaki Hammer Purgstall'm eski düşüncesini destekliyorum.'''^ Ne de olsa, halifelik (Bagdad), dolaysız etkide bulunamıyordu. Demek ki, Futuvva düşünceleri, çoktan, (belki, Nasiriddinillah’ın halife olmasından da önce) Urfa'da, Suriye kıyısında, Yerusalem krallığında yaygınlaşmıştı, ve burada, düşüncelerin yayıcıları ismailiyenler, aktif futuv- vacılardı.
Topluluğa kabul edilme törenleri (kâseden içme, şalvar giyme, sırta vurma, saç kesme), belki, hıristiyanlığa da giren, eski Sami göreneklerinin kalıntılaıını ortaya koymaktadır. Tören görenekleri Suriye’de pekişmiş, oradan Irak ’a, Bağdad’a aktarılm ış, sonra, Küçük Asya’ya geçerek Araplardan Selçuklulara ulaşm ıştır. Bu törenleri, Haçlılar, dolaysız olarak Suriye’den B atı’ya, Avrupa’ya götürm üşlerdir.
44 H. T horn lng , B eitrage zur K en n tn is des Islam isch en V erelnsw esens a u f G rund von B a st M adad e t — T au flq . T ü rk isch e B lb lio th ek , Bd. XVI, B erlin , 1913, p. 217.
45 H. T hornlng; op. c lt., pp. 217 - 218.46 Jos. H am m er - P u rgsta ll. Sur la ch eva lerle des arabes antârieure â.
celle de l'Evrope et sur l'm flu en ce de la prem lâre su r la seoonde. Jou rn a l A sia tlgu e , 4 - §m e serie, t . X IV (1849), p. 5 -151
206
ONUNCU BÖLÜM
Ticaret - Tüccarın Tarihsel Tipi - İtalyan Tüccarları - Ticaret Yollan - Kervansaraylar - Ticaret Malları, Dışa
lım ve Dışsatım ■ Sikke
Devlet, kentler, bölgeler ele geçiriyor, ve doğallıkla da, ülkeye, insan, tahıl, mamul eşya şeklinde askerî ganim et akıyordu. Başlangıçta, sınırlardaki akıncılar, komşu uygar bölgelere akınlar düzenliyorlar ya da sürülerini getirerek süt ürünleri, et, yün vb. m allan, kendilerine gerekli m allarla (örneğin, dokuma) değişiyorlardı.
Zorbalık yöntemleri, uzun süre devam etm iştir; Küçük Asya'da, Selçuklular, "savaş bölgesi'yle ("darü’l h arb”) çevrelenmiş olarak yaşıyorlar, ve hıristiyanlar üzerine yönelerek savaşçı islâmm salık verdiği, özendirdiği gaziler, kutsal akım gerçekleştiriyorlardı.
Dar b ir çevreye sıkışmış, kendi kendine yeten doğal
207
ekonomi, giderek kentlerarası, bölgelerarası ticarî değişim çizgileri kazanmakta, ticaret, zanaatlarm gelişmesine yardım cı olm aktadır. Üretim yaygınlaşmakta, pazar büyümekte, hem üretimle, hem satışla uğraşan tüccarlar da ortaya çıkm aktadır. Kent yaşamı gelişmekte, ticaret ve zanaat kentleri büyümektedir. Devletin toprağı genişlediği ölçüde, ticaret yükselmektedir. Selçuklular ise, dünya ticaretinin temel kavşaklarını ele geçirme çabasmday- dılar.
Hıristiyanlarla yanyana, birlikte yaşama, Selçukluların töre ve görüşlerini değişikliğe uğratır. Selçukluların taktiği değişmektedir. Ticaret sermayesinin çıkarları içine sürüklenm işlerdir, onlara, doğudan müslüman, güneyden Hıristiyan yabancı tüccarlar gelmektedir. Tüccarlar, Küçük Asya’ya, çeşitli m allar ve dokuma getirm ektedirler; ticarî anlaşm alar ve sözleşmeler yapm aktadırlar. Ticaret sermayesi. Küçük Asya'ya yayılmaktadır.
Yerli zanaatçıların mamul ürünleri, artık, feodalları tatm in etmiyordu. Dış seferler gözlerini açmıştı. Onlarda yabancı m allara istem doğmuştu. Hem savaş gereksinmeleri için, hem ev eşyaları olarak. Küçük Asya’ya her yandan mal getiriliyordu. Güneyden silah; Mısır’dan ve Suriye’den dokum alar (sarıklar, yünlüler, genel olarak Mısır işi giysiler, sık sık anılmaktadır); Bağdad’dan, daha Ibni Batûta zamanında, İzm ir’e ulaşan ipek, atlas, işlemeli kumaş;' güzel kokular (misk, sarısabır, amber) geliyordu. İpeklilere, çok eskiden, daha Roma İm parator- luğu’nda büyük istem vardı. İpek, baştan beri Çin'den geliyordu, am a 6. yüzyılda, Bizans’ın kendi ipek sanayii gelişmeye başlamış olsa da, Küçük Asya’da, Çin ipeğine istem azalmamıştır. Orta Asya’dan değerli taşlar gönderiliyordu; Şiraz’dan ve Gürcistan’dan halı, Kafkasya'dan
l l b n l B atû ta , II, 311.
208
at geliyordu; ayrıca, bozkırda yetiştirilmiş ve bu yüzden Oğuzların alışkın olduğu Arap ve Macar atlarına da, Küçük Asya'da büyük değer veriliyordu. Daha 19. yüzyılda, Orta Asya’dan Keşmir şalları, H orasan işi kılıç demir' leri geliyordu.^
Rusya’dan, Kıpçak bozkırları üzerinden (Sudak’tan) geçerek Doğu Avrupa ovalarının eskiden beri ünlü keten ve kürkleri (samur, as, bozkır tilkisi) getiriliyordu. Rus kürkleri, daima ve her yerde, özellikle aranıyordu, ve Rus kürklerinden dikilmiş kışlık giysisi olmayan doğu ülkesi hüküm darı pek yoktu. Aflâki'de görüldüğü gibi, çoktandır ortadan silinmiş, ama kürk ürünleriyle ünlenmiş ülkelerin anısı dilde devam ediyordu. Celâleddin'in eşi Kira hatun, hasta (sıtma) düştüğü zaman, yazın Temmuz sıcağında, herhalde Volga boyundan satmalınmış kürklerden dikilme “burtas” mantosunu® giyiyordu.
Selçuklular, ticarî ilişkilerin gelişmesi için çaba harcıyorlar ve tüccarları, her tü r önlemlerle koruyorlardı. Daha Orta Asya’dayken oluşmuş bulunan ticaret hukuku kuralları. Küçük Asya’da yerleşiyordu.
"Kutadgu Bilig”, maddi açıdan, ilişkileri değerlendirirken, toprağa bağlı feodal karşısında, tüccar için kararlı b ir tercih koymakta ve, “Tüccarın yurtluklar edinmeye heveslenmesi gerekmiyor,■* gümüş, onun toprağı, su}m ve bağıdır.” demektedir. Tüccar, her yanda istenen b ir konuktur; ondan para karşılığında her şeyi sağlamak olasıdır; o olmasaydı, "Sen inci taneleriyle parıldayan siyah sam ur kürkü nasıl giyebilirdin”.
Egemen beyin bencil hesabı, tüccara daima saygı gösterilmesini gerektiriyordu. Vladimir Monomah, şu
2 M. L lh u tin .R u ssk iye v ı az ia tsk oy T u rts il v ı 1854; 1855 gg. spb. 1863, Btr. 177.
3A flâk I, II. 205.4 D a s K u ta tk u B ilik , p. 377.5 D a s K u ta tk u , B lllk , p . 190.
209
öğüdü veriyordu: “Konuğa^ ya da elçiye, armağanlarınız yoksa, yedirip içirerek saygı gösterin, geçtikleri tüm toprak lar boyunca, insanın iyi ya da kötü ününü onlar yayarlar.”
Tüccar, Doğu'dae B atıya doğru hareket etmektedir. Hep, daha çok kâr elde etme düşüncesi, onu ileriye yöneltm ektedir; içinde, yolculuk tutkusu, merak, yabancı ülkeler, yeni insanlar görme isteği de yanm aktadır; sonra, malını sergilerken, o, gördüklerini ve duyduklarını anlatacak, çok bilmişliği ve korkusuzluğuyla, kendine saygı uyandıracaktır. Yolculuklar, tüccarların gözlerini açıyordu; onlar, aynı zamanda, uygarlığın taşıyıcıları, kültür erişimlerini ileten yayıcılardı; Müslüman D oğunun coğ- lafya bilimi de, onlara çok şey borçludur.^
Tüccar, her şeyi bilir; o, ilginç b ir söyleşi arkadaşıdır. Dünyayı boydan boya gezen İbni Batûta, Küçük Asya'daki yolculuğu sırasında, beylerin Arab’a ikram ve arm ağanlarda bulunarak komşu ve uzak ülkeler üzerine anlattıklarını, nasıl büyük b ir ilgiyle dinlediklerini gözlemlem iştir. Tüccar, b ir "canlı posta”, bozkır habercisiydi; örneğin, Moğol Hanı Gazan’m ölümünü, Konya’ya dönen tüccarlar haber vermişti;® Ham adan’da, tarihçi Rovendi'- ye b ir tüccar (Cemaleddin), Sultan I. Gıyaseddin Keyhüs- rev’den övgüyle sözetmişti vb..’
Ama bunlar, aynı zamanda gözcülerdi, ülkeler üzerine birşey öğrenmek isteyen doğudaki hüküm darlar, genellikle, tüccarlara elçi görevleri veriyorlardı; bunu da. Gürcüler iyi kavramışlardı. Vakayinameler, açıkça, sultanın bu sözde elçilerinin yalnızca susluk amacında ol-
6 '‘Konuk'* b u rad a ‘'tüccar'* d em ek tir./T ü c c a r la r ın ro lü k on u su n d a bkz: V. B artold . M esto p r ik asp iysk ih ob-
la s tey v ı is to r ii m u su lm a n sk o v o m ira. B aku, 1925, str. 53 - 54. — A ynı k o n u d a d ah a a y r ın tılı bkz: W. B arthold . 12 Vorlesvm gen, pp. 128 - 130.
S A flâk i, II. 322.9 R avendi, ed. Igbal, p. 462.
210
duklannı belirtm ektedir.Gezgin tüccarın hiçbir koşulda ortadan kalkmayan
sarsılmaz huzuruyla, elçinin dokunulmazlığı, di^ ülke hakkı fiilen sağlanmıştı.
Sonra, hukuksal kuralların yerleşmesi ölçüsünde, "elçi tüccar”, kendisinin resmî Unvanını onaylayan belgeler ya da tanıtıcı işaretler bulunduruyordu. Küçük Asya'ya b ir tüccar - em ir’i gönderen Moğol hanı, ona, “paydza” ve "yarlık” verir.
H ukuksal ölçüler, halk atasözlerinde devam eden alışılmış hukuktan çıkmıştır: Küçük Asya’da "haberci öldürülm ez” sözü, eski b ir düşünceyi yinelemektedir.
H üküm darın güvenilir adamı olarak tüccarın kişiliği böylece kutsaldır, O trar'da, b ir ticaret kervanının katledilmesi, Küçük Asya'ya girmek için. Cengiz Han'a, elverişli yasal bahane yaratm ıştı.
Yabancı ülkelerin az bulunur m allarının Küçük Asya'daki üstencesi tüccarın çevresinde saygı oluşmuştu. Selçuklular, tüccarları kendilerine gelmeye razı etmek için, ısrarlı çaba harcam aktadırlar. Feodalları zenginleştiren ticaret —uğrunda savaşım süren kentleı, bölgeler fethedilen ticaret— Küçük Asya'da büyük gelişme gösteriyordu.
Eski ticaret yollan, şimdi ıssızlaşmıştır ve ancak, han yapılarının örenleri, yazıt kalıntıları, buralarda, b ir zam anlar egemen olan canlılığı dile getirmektedir.
Konya'dan ticaret yollan, hem Sultanhan, Akhan, Kayseri'de Aksaray ve Sivas üzerinden doğuya, hem de Ilgın, Akşshir, îshaklu, Çay ve Akhan kervansarayının henüz ayakta durduğu (Denizli yakınında) Goncarlu üzerinden batıya ayrılıyordu;'® kuşkusuz, güneye, Akdeniz kıyısındaki Antalya limanına da, b ir kervansaraylar hattı
10 B atıya g id iş yolvınu 1895 y ılın d a Fr. Z aire geçm işti.
211
uzanıyordu; Rifstal, burada, denizaşırı ticareti koruyan yol olan altı kervansaray kalıntısından sözediyordu.
Küçük Asya'ya, her yandan tüccarlar akın ediyordu; Orta Asya’dan (bunlar, belli ki, müslümanlaı dı) ve güneyden, (İtalyanlar, Rumlar ve Araplar); örneğin, İbni B atûta Antalya'da hıristiyan tüccarlar görmüştü. Limanda yaşadıklarına göre, bunlar, belli ki, yabancı tüccarlardı.” îbni B atûta'nın b ir Ceneviz gemisiyle’ geldiği Ala- iye'ye, M ısır'dan ve Suriye’den tüccarlar uğramışlardı;'^ Gümüşhane'de, Irak ’tan ve Suriye’den tüccarlar vardı.'''
Anlaşılan, Akdeniz’in güney kıyısı İtalyanlarca işletiliyordu, ve Antalya ve Alaiye lim anlarından yukarıya, kuzeye ve batıya tırm anıyorlardı. Burada, Akdeniz’de, m allar için stok noktaları vardı.
İtalyan kent cum huriyetleri Ceneviz ve Venedik, Küçük Asya’ya, Latin İm paratorluğunun doğuşundan (1204) sonra gelmeye başlıyorlar. Rubruk, Konya’da, “birçok Franka” ve Ceneviz tüccarına rastlamıştı.'^ Yaklaşık yüz yıl sonra, Cenevizliler, artık Manisa’daydı.'*
Korkulu düşler gören Bizans, Doğu ile doğrudan ticaretten kaçınıyordu; Doğu mallarını, Bizans’a, Venedikliler sağlıyordu.
Orta Asyalı tüccarlar, Sivas’a kadar gelince duruyorlardı; burası merkez noktaydı; ve Moğol saldırısı, b ir zaman, hareket etmeyi güçleştirince, Sivas’ta, tüccarların kervanları birikm işti. Genellikle, Sivas'ta, tüccarlar iki kola ayrılıyorlardı: B ir kol kuzeye, Karadeniz’e, öbürü güneye, Konya'ya yöneliyordu. Küçük Asya'da, Orta Asya ve Akdeniz tüccarlarının ticarî etki alanları, iki ticaret
II İb n i B atû tn , II, 259.12 lb n l B a tû ta , II, 254.13tb n l B a tû ta , II, 257.14tb n l B a tû ta , II, 293.ı s v . de B ubruk . P u teşestv ly e v ı V ostoçn iye stran i, str. 176.16 ib n i B a tû ta , i t , 314-
212
hattıyla bölünmüştü.Belirtelim ki, daha hareketli olan îta lyan’t,r, İtalyan
cum huriyetleri (deniz onlara, Orta Asyah tüccar karşısm- da avantaj sağlıyordu), Küçük Asya'ya kuzeyden, Karadeniz’den de akm ediyorlardı. Trabzon, İstanbul u Asya ile bağlıyordu; Rum kum aşları ve diğer malları, buraya ulaştırılıyordu.
Dünya ticaret yollan, kuzeye kaymıştı. îtalyan Cenevizliler, burada, "konuksever” Karadeniz’de kaynaşmaya başlamışlardı.
Karadeniz’in Küçük Asya ve Kırım kıyılarında îta lyan Cenevizliler,'^ “canlı m al” satınalıyorlar ve yüzlerce, binlerce tutsağı, Akdeniz ülkelerine götürüyorlardı; insanlara biçilen fiyattan anlaşıldığına göre bu, kârlı b ir ticaretti.
Kuzeydoğu Avrupa’dan, ve belki, Asya'dan da, malların getirildiği Sudak, stok noktasıydı: Orta Asya'da adları tüccarın cins ismi haline gelen işbilir insanlar "so- godların” eski b ir kolonisiydi. "Karanlık ü lkeji”nden gelen kürk, tutsaklar, Rus keteni, tüm bunları», Doğu’da yüksek değerler veriliyordu, her yanda, bunlara, büyük istem vardı.
Bu durum da. Sudak seferine yol açan, yalnızca, askerî düşünceler değildir, b ir o kadar da, buna, ticaretin çıkarları neden olm uştur. Sudak, Tatarlar, yani Altmor- du tarafından ele geçirildikten sonra da. Küçük Asya ve Kırım arasındaki tem aslar sürüyordu; Kırım halkı, ekonomik bakım dan eskisi gibi. Küçük Asya’ya eğilim gösteriyor ve oraya, denizin ötesindeki Rum ülkesine gidiyordu.
Trabzon'dan kuzeye, İran 'a uzanan yol, daha sonra (13. yüzyılda)., Avrupalıların Asya'ya geçişinde, asıl hattı
17 C enev izliler in tic a r e ti ü zer in e bkz: Q. I. B ra tian u . R ech erches sur le com m erce g^ nois d an s la M er N olre au trelziSm © slScle. Paris, 1929.
213
oluşturuyordu. Erzurum üzerinden binlerce at, deve ve katırdan oluşan kervanlar geçiyordu.
Venedik, çok önceden, Bizans'a giden b ir yol açmıştı: Ona, Bizans İm paratoru Aleksis Komnin tarafından ayrıcalıklar bağışlanmıştı.
"Adriyatik kraliçesi” Venedik’le (1220 yılında) b ir ticaret sözleşmesi yapan Selçuklular, tüccarlara büyük avantaj ve ayrıcalıklar sağladı.’® Ticarete el atan devlet, tüccarlara kişisel ve mallarıyla ilgili güvenlik garantisi veriyordu. Onlar, Selçuklu yargı yetkisinden b ir bölümüyle, bağımsız tutulm uşlardı; yabancı (İtalyan) ve yerli (Küçük Asya) tüccarlar arasında doğan ticarî anlaşmazlıklar, kavgasız, dostça çözüme bağlanıyor, devlet, karışm aktan geri duruyordu, ve yalnızca cinayet davaların^, kadının, şeriat mahkemesinin görmesi gerekiyordu.
Genel olarak, ticaret için, yabancı tüccarlar için koşullar çekicivdi. Örneğin, Venediklilerle yapılan anlaş- mava göre, değerli taşlar ve inci, gümüş ve külçe ya da sikke altın, ensonu, hatta hububat” gümrük versisinden bağımsızdı; kalan maddeler, % 2 ölçüsünde, düşük gümrük vergisine bağlanmıştı. Sultan I. Alaaddin Keykubad, kardeşinin ve babasının sivasetini sürdürüvordu. Bu siyaset, ülkeye, yalnızca feodallarm satınalabildikleri malların özgür, gümrük vergisiz dışalımına izin vererek feodallarm çıkarlarını koruyordu.
Yabancı tüccarların büyük paraları olduSuna göre, Selçuklular hazinevi doldttrmak için, eski (belki de Mo- ğollardan aktarılan)’” kesenek yöntemlerinden Yararlanıyorlardı. Örneğin, Rubruk, Konya’da, Sultan II. İzzeddin
18 w . Heyd. G esch lch te des Le v a n th a n d lcs im M itte la lter . Bd. I, S tu t t - gart, 1879, pp. 301 - 302.
19 S elçu k lu lar la tta ly a n la r arasında, karşUıkU tica r i İlişk iler k on u su n d a bkz: W. Heyd. G esch lch te des L avan th an d es İm M itte la lter . Bd, I, pp. 332 - 336; a y n ca s. 402 ve dev. K ü çü k E rm en lstan 'm ö n em i Ü7;erlne.
20 B u n u n la b ir lik te kesen ek ler, dah a 10. yü zy ıld a B uhara'da da vardı.
214
Keykavus tarafından, belli ki, dışsatım için, kendilerine. Küçük Asya’daki şap ticareti üzerinde ayrıcalık hakkı^’ verilen iki İtalyan’a rastladığım yazmaktadır.
Selçuklular, ticaıetin çıkarlarını, tüccarın çıkarlarını kıskançlıkla korayorlardı, ve birileri tarafından tüccarın soyguna uğraması, tüccarın gasptan şikâyeti olması durum unda (tüccar, uğradığı fiziksel saldırıyı simgeleyerek yakasım yırtardı), sultan soyguncuyu cezalandırmak için üzerine yürüyordu. Tüccardan çalman, onun yitirdiği her şey, savaş ganimetinden ya da feodal valinin elindeki yedek akçeden karşılanıyordu. Eğer, herhangi b ir nedenle, zarar, yerinde kapatılmadıysa, tümüyle hâzineden ödeniyor, ve sonra zararı verene yansıtılıyordu.
Yolların güvenliksiz olduğu yolunda, ülke dışındaki haberlerin bırakabildiği kötü izlenimi silmek isteyen Sultan I. Izzeddin Keykavus, Horasanlı ve Iraklı tüccarların, Antalya’da soyulan îranlıların ve Arapların ticarî gümrük ödemelerini bağışlamıştı.
Böylece, savaş sırasında sönen ticaret, tüccarlar için yollar açılınca, yeniden canlanıyordu.
Saldırılardan çekinen tüccar, baskından korunm ak için, tüm önlemleri alıyordu. Tüccarlar, uzun yola yalnız başlarına çıkmıyorlar, konvoylar, kervanlar halinde b ir araya geliyor, b ir kıdemli başkan ("bazargânbaşı”) seçiyorlardı.^ Yalnız olan tüccarlar ya da kutsal yerleri ziyarete giden hacılar vb., daima yol arkadaşları bekliyorlardı.
Her yanda, eşkiya ve hırsızlar dolaşıyor ve tedbirsiz yolcuları gözlüyorlardı, ve bunlar örgütlü çeteler, bazan aşiretlerdi. Örneğin, 1276 yılında, sınırda yaşayan Oğuz-
21 V. d e R ubruk. P u tesestv ly e v ı vostoçn iye stram , str . 176.22 B u d ü zen lem e, d ah a sonra ları da sü rm ü ştü r: K ü çü k A sya’da, b en im
tara fım d an k ayd ed ilen çocu k oyu n ların d a , a y n ı şek ild e "kervanbaşı’' görü lüyor, bkz: VI. G ordlevskiy. tg r ı a n a to liy sk ih tu rok . tz v e stiy a O bşçestva ob sled ovan iya 1 Izu çen iya A zerbaycana, no: 5, B aku, 1928, str. 09 -100 .
215
1ar ("etraki uç”), Frank - İtalyan kervanına saldırmışlar, altınlarını ve m allarını almışlardı.^
Hükümet, ancak, büyük yollar üzerinde düzeni sağlayabiliyordu. Devletin içindeyse, herkes korku içinde yaşıyordu. Herkesin kulağı kirişteydi, herkes, içerden ya da dışardan beklenmeyen b ir darbeden korkuyordu.
Ibni Batûta, zenginliğin büyülerini yaşamıştır; o, ba- zan Germiyan boyunun (Ladik yakınında) yolu tuttuğunu ve yolcuları soyduğunu işitmekte,^'* bazan, Manisa yakınında Türkmen göçebeler, burnum ın ucundan atını çalmaktadırlar.^^
Güvenliğin sağlanması için büyük anayollarda, kervansaraylar inşa edilmişti; tüccar, burada hem dinlenebiliyor, hem de gerektiğinde, eşkiya tehlikesine karşı, buraya sığınabiliyordu.
Ahmenidlerin başkenti Suz'dan Akdeniz’e (Efes’e) kadar uzanan, H erodot’un deyimiyle, "Kral yolu”, daha sonra, Küçük Asya’da ticaret yollarının düzenlenmesinde, kuşkusuz, b ir önörnek olm uştur. Kervansaraylar, deve yürüyüşüyle dokuz saat olan b ir günlük yol uzaklığındaki “konaklarda” kuruluyordu. Sultanlar, feodallar, doğrudan ya da dolaylı olarak ticarete para yatıran herkes, kervansaraylar yaptırıyor, üzerine kazman yazıtlarla, inşa ettirenin adım sonsuzlaştırıyorlardı. Karatay, Sadeddin Kobvak ("Zagada”) vb. kervansarayları, bozulmadan ko- runabilm iştir. Aflâki, Ziyaeddin îsfahani'nin (Sivas'ta), vezir Muineddin Pervane’nin (Sivas ve Konya arasında) vb. kervansaraylarından sözetmektedir. En canlı ticaret hattı olan Sivas ve Kayseri arasındaki yol üzerinde, Abul- fida'nın yazdığına göre,^ 24 kervansaray yeralmıştı, yol-
23 V. B arto ld . O n ek o to r ıh v o sto çn ıh ru kop isah , str, 0130. 24tb n i B a tû ta , II, 2T1.25İbn l B a tû ta , II, 315.26Q 6ographie d'A boulfSda, II, 2. p. 139.
216
cular buralarda kendilerine gerekli her şeyi bulabiliyorlardı.
Gezginlerin heyecanla anlattıkları heybetli Sultanhan kervansarayı, kalın duvarları üzerinde 24 kulesi olan görkemli b ir kale görünümündeydi. Buranın stratejik ve ticarî önemi vardı. Konya, Ladik ve Ankara’dan gelen yolların kavşağı olan burada, yüzlerce deveden oluşan kervanlar, elverişli ve güvenli b ir barınak buluyorlardı. Başkente yakın olan kervansarayda, m ühim m at ve yiyecek depolanıyordu. Sultan I. Alaaddin Keykubad tarafından inşa ettirilen (1229) kervansaray, Mogollar döneminde yıkılmış, yazıtında belirtildiğine göre, Sultan II. Keyka- vus tarafından yeniden yaptırılm ıştır.
Daha 19. yüzyılda, P. A. Çihaçev’in yazdığına göre, Konya çevresinde yoğunlaşmış olan bu kervansarayların avlularında, Selçuklu egemenliğinin işareti olan betimlemeler vardı.
Kuşkusuz, kentlerde de, örneğin vezir Ziyaeddin kervansarayında olduğu gibi, bazan çalgıcıların^ sahneye çıktıkları müzikli "lokantalara” dönüşmüş kervansaray^ 1ar bulunuyordu.
Bunlar, feodalin günahlarının bağışlanmasını sağlamaya ya da sultanın gözünden düştüğü zaman mal varlığım, el konulm aktan kurtarm ak isteğiyle inşa ettirdiği cami, medrese, hastane ya da havuz değildi. Kervansarayları inşa ettiren feodallar, kazanç sağlama düsüncesin- deydiler. Böylece, tüccar için, hareket etme tehlikesi azalıyor, feodal içinse, ticarî işletmelerden sağlanan kâr yükseliyordu; ticaret alanına giren feodallar, büjmk zenginlikleri ellerinde toplamışlardı.
H areket sırasında, nehirlerden geçiş rahathğı sağlamak için, örenleri bugüne değin korunm uş olan köprüler
27Afmklı, 1, 185; II, 7 0 -7 1 .
217
kurulm uştu; Tokat’ta, Küçük Asya’da, artık Moğolların egemen olduğu sırada, üç Selçuklu kardeş tarafından kurulm uş b ir köprü bulunm aktadır.
Kervanlar, korum a altında hareket ediyorlardı; tüccarlar, yol boyunca kendilerini koruyan silahlı öncüler ya da ekipler kiralıyorlardı.
Moğollardan sonraki dönemde, yolculuğun nasıl ağır ve pahalıya mal olduğunu, Trabzon'dan Sem erkand’a, Tim ur’a gitmek üzere yola çıkan Klaviho anlatm aktadır. Ülke, küçük parçalara ayrılmıştı ve her bölgenin yöneticisi, engelsizce geçiş için, sürekli arm ağanlar istiyordu. Klaviho, Trabzon’dan yola koyulduğu zaman, im parator, kervana b ir askerî korum a birliği vermişti.^ Trabzon im para to r’una bağımlı, yalçın dağlardaki ulaşılmaz şatolarında yerleşmiş beyler, açıkça, geçenlerden aldıkları haraçlarla yaşadıklarını bildiriyorlardı.
Küçük Asya’da, kervansaraylar ağı ve sikke buluntuları (numizmatik) haritası, Selçuklular döneminde, ticaret yolu hattın ı tam olarak saptam aya olanak verecektir. Moğol dönemi, kuşkusuz, değişiklikler getirmiştir. Bu konuda da, ortaçağ Batı gezginlerinin anlattıklarına dikkat etmek önem taşıyacaktır, örneğin, Rubruk, daha önce, Sivas'tan geçen ticaret yolunun Moğollar zamanında, Erm enistan’ın güney bölgelerine kaydığını söylemektedir; İtalyan Pegoletto (14. yy), Dudriga dediği b ir ticaret istasvonunu anm aktadır, anlaşılan, burası, Oğuz Dudurga boyunun göçebe yurtluğu va da konaklama veridir.
Ticaret yolları çizgilerini (numizmatik) sikke buluntuları çekmektedir. Topraktaki sikkelerin geçerli para olarak ömrü kısadır; sikke, kısa sürede, toprak altında kalır, ama gömüler, belirli b ir zaman kesitindeki ticarî işlem ve alışverişlerin yansımasını ortaya koyabilirler.
28 R. G . de K lavih o. D n evn ik p u te şe stv iy a ko drovu T im ura v ı Sam ar- k an d vı 1403 - 1406 gg. spb., 1881, str. 123, 126.
218
Transkafkasya’da bulunan gömüler (bunlar arasında Rum Selçukluları sikkelerine de rastlanm aktadır), Moğol döneminde, Küçük Asya'nın da içinde yer aldığı ticaretin boyutlarını dile getirmektedir. Ansızın saldırıya uğrayan tüccar, sermayesini ivedilikle toprağa gizliyordu. Kuşkusuz, daha önceleri de, Transkafkasya ile Küçük Asya arasında ticaret vardı, am a o zamanlar, ticaret, huzur içinde yürüyor, sikkeler de b ir iz ve belirti bırakm adan elden ele geçiyordu. Özgün ve canlı b ir gömüler tarihi hazırlayan Y. Pohomov’un^ düzenlediği sikke gömüleri listesi, Küçük Asya’dan kuzeye doğru b ir yön belirlemektedir; ama numizmatik koleksiyonların özenlice incelenmesi, bu yolları, doğu (Orta Asya) ve güney (İtalya) yönlerinde genişletecek ve kesinleştirecektir.
Küçük Asya ile Kafkasya arasındaki ticarî ilişkiler, kültürel etkileşimi artırıyor, böylece yerleşik yaşam yatkınlıklarına tutkuyla sarılan göçebelerin kültürü zenginleşiyordu.
Yabancı mallar, yaygın tüketim e yönelik değildi. Bunlar, pahalıya mal olan ve halkın yalnızca yüksek, zengin tabakalarında, yani feodallar ve onlara yakın olan Mevleviler arasında sürüm bulan lüks maddelerdi.
13. yüzyılda canlanan ticaret. Küçük Asya'ya, az bulunur m allar getiriyordu. Sultan Rükneddin'in yenilgisinden sonra. Gürcülere, içinde Hindistan elmaslarının da bulunduğu zengin ganimet kalmıştı. Bu H indistan’lı tüccarlar, belki de, Orta Asya yerleşik halkı Özbeklerin, aşağılayıcı "şa rta” hitabını aldıkları, o, "sartaban” tüccarlar, Uygurlardı. Bunlar, çok eskiden, Hürzem’den Orta Asya’ya gelmişler, Astrahan'a ulaşarak burada yerleşmişlerdi (Hindistan kolonisi 18. yüzyıla değin var olmuş-
29 Bkz: T rudı O bşçeatva ob sled ovan iya 1 Izu çen iya A zerbaycana v ı p. 3 (1926), İ n s t l tu t is to r ll, yazıka i l lter a tu r ı A zerbaycanskovo f ll la la A kadem il N au k SSSR , H. (44), 1938.
219
tur);®’ bunlar, Küçük Asya’ya, mücevher, Keşmir halıları, banyo dokum aları vb. getiriyorlardı. Keşmir, eskiden beri ipek sanayi ile ünlenmişti.
Kuzeyden ve güneyden, ve daha çok doğudan m allar geliyor, ama batıdan gelmiyordu. Bizans’la ticarî tem asla r az gelişmişti. Selçuklular için, Bizans, askerî saldırı hedefiydi.
Moğol saldırısı öncesinde. Küçük Asya, çok zengin ülkeydi, ama Moğol vergi toplam a sistemi, burada, gönenci bozmuştur. Değerli taşlar ve kuyumcu işi mücevherler, feodallar arasında pazar buluyordu, ve feodallar^ dan jfüksek fiyatlar isteniyordu; onlara, yakutlar "sunuluyor”, bunun karşılığında iyi b ir parasal ödül verileceğinden emin olunuyordu.
Kumaşlar da, gene çok pahalıya mal oluyordu. Çelebi Amir Arif, iyi b ir kumaş alınması için, görevliye 20 dinar, yani altın sikke vermiştir. Aracının sonradan bildirdiğine göre, kendisinden 22 dinar istemişler, ama o, pazarlıkla, 18 dinara alabilmiştir.®'
Kitapları, yani yapıtların elyazması kopyalarım (genellikle pratik gereksinmeler için) okumuş kimseler, dinsel kişiler alıyorlardı, ve kopya uzun süre alsa da, kitap fiyatları düşüktü- örneğin, Halep'te, iki ciltlik fetva yorum u için kırk dirhem ödenmişti,® ve hem yazma malzemesi hem de emek bunun içindeydi.
N işabur’da, 50 yıl boyunca, meslek olarak kopyacılıkla uğraşan Abu Hatim, bu işi, "yaşarken ekmeğin, ölümden sonra ise kefen parasının kazanılamayacağı”® zavallı ve lanetli b ir uğraş olarak görüyordu.
Bu yarı aydın yoksul "yazmacının” şikâyeti, aslında,
30 N . Palm ov. A strah anskIy arhiv. Z apisk i İn st itu ta vostokoveden iya, t . II, str . 1 6 1 -1 8 2 .
31A flâk i, II, 375,32A fIâkl, I, 163.33 A. M ez. D ie R en a lssan ce des Islam s. H eidelberg, 1922, p . 176.
220
N işabur'dan, Büyük Selçuklular toprağından geliyordu ama, onun durumu. Küçük Asya'da, m üslüm an kültürü ve yazı geleneklerinin göreli olarak düşük olduğu Rum Selçukluları’nda daha iyi olabilir miydi? Yazmacılık, tanrı hayrına b ir iş olmayınca, dünyasal elyazmalarımn, bilim adam larını, zekâlarım tüm keskinliğiyle ortaya koymaya zorlayan yanlışlıklarla dolu olmasında şaşılacak b ir şey yoktur.
Yazmacılık olarak, insan emeği, hiç yerine konuluyor, en başta, kâğıda değer biçiliyordu; b ir defter kâğıdının ederi 2 dirhemdi;^'* Mevlevi dervişi Aflâki, sufilik tarihçisi Sulama N işaburi’nin “H akikatlar K itab ı'n ın yazmasına, 40 defter harcadığını anım sam aktadır.
Kuşkusuz, beyaz yazı kâğıdı, başlangıçta, kâğıdın yurdu Çin’den, daha doğrusu, Doğu kâğıtçılığının 20. yüzyıla değin gelişkin, olduğu O rta Asya’dan, Sem erkand’dan geliyordu.
Gerçi, feodallar, yabancı m allar satın alıyordular, ama yerli üretim , dış pazarda ün kazanmıştı. îbn i Batûta, "başka hiçbir kentte eşi bulunm ayan” Aksaray halılarını övmektedir. Bunlar, M ısır’a, Suriye'ye, Irak ’a, Hindistan 'a, Çin'e ve “Türklerin ülkesine" ihraç edilmektedir;^^ Abulfida, Türkmen halılarından sözediyor. Batıda da, dünyanın en zarif ve güzel işleri olarak halılara, ve gene kırmızı ve diğer renklerden lüks kum aşlara değer verili yordu.®^
Küçük Asya, b ir tarım ülkesi olunca Antalya’dan Mı sır'a tarım ürünleri dışsatımı yapılıyordu; Konya’dan çekirdekleri ta tlı badem tadını anım satan (adını Arap- lardan aldığı anlaşılan, kam areddin cinsi) kuru kayısı
34A flâkl, II, 100.3 5 tb n i B a tû ta , II. 286. — E rm en ilerln d esen li yer h a lıla r ın a D oğuda
esk id en b er i değer veriliyord u (td r is l’n lu aç ık lam ası, bkz: N . Marr. A ni, Sj 128, n o t 165).
36 P. W Ittek. D as F ü rsten tu m M en tesoh e, p. 2.
221
gönderiliyordu.®"Doğallıkla, Küçük Asya, aynı şekilde hajiımadde dış
satımı da yapıyordu; Fethiye^ ve Alaiye^ lim anlarından İskenderiye'ye, tüm M ısır'a dağılan kereste dışsatımı yapılıyordu.
Dış ülkeler arasında, Küçük Asya hammaddesinin (ve halı mamullerinin) başta gelen tüketicisi Mısır'dı, bu da anlaşılır b ir durum dur; vıcuz deniz taşımacılığı, buna, önemli ölçüde elverişli koşullar hazırlıyordu.
Ama, İtalyan tüccarlar, yalnızca, satın alma ya da değişimle yetinmiyorlardı; onlar, Küçük Asya'da, Suriye kıyısında da olduğu gibi, topraklara sahip olabiliyorlar, bu topraklar üzerindeki halkın ürettiği ya da çıkardığı tarım ya da sanayi malları, ve kereste, deniz yoluyla Avrupa ve Afrika pazarlarına taşmıyordu.
Selçuklularda, dengenin aktif mi yoksa pasif mi olduğu belli değildir. Ama her türlü durumda, ticaret genişti; bu, artık, tram pa yoluyla ticaret değil, parasal hesaba dayalı b ir ticaretti.
Sikke sistemi, Selçuklulann merkezi egemenliğine bağlı olduğu Abbasilerden aktarılm ış olmalıdır. Selçuklular, (Konya, Sivas, Erzincan gibi) çeşitli kentlerde sikke basıyorlardı.
Bakır sikke "m angır”,'’'’ ilk kez, Sultan Rükneddin Mesud zamanında (12. yüzyılın birinci yarısı) ortaya çıkıyor. Onun ardılı Sultan II. İzzeddin Kılıçarslan, uzun süre dinar'” olarak adlandırılan, daha sonraları ise dirhem ya da sultani (sultan sikkesi)''^ denilen gümüş sik-
3 7 lb n l B a tû ta , II, 259 - 260, 281.38 A bu lfid a (tb n l S a id 'in ta n ık lığ ı) ; b u g ü n de, F eth iye, orm anca zen g in
bir bölgedir.3 9 ib n l B atû ta , II, 267.40 İsm ail G alib . T ak v im i m esk û k a t-ı S elçuk iye. K o sta n tln iy e 1306 (— 1888)
s. 2. — Ö rneğin "m angır’", T ürk ç in gen e lerin d e para a n la m ın d a k u lla n ıl- jnaktadır.
41 İsm ail G alib , op. c it., s. 5 - 7 .42A flâki, I, 110.
222
keler (1185) basar.Selçuklularda, altın sikke de yürürlüktedir. Altın sik
ke, "alai" adını taşıdığına göre, bunun basımına, en azından, Sultan I. Alaaddin Keykubad zamanından itibaren başlanmıştır.'*^ Bunun yanısıra, yabancı altın, halife altınları, (“halifeti altunlar") İtalyan “florinleri”, Mısır ya da Halep "yusufları", Selçuklularla ticari tem asa sahip ülkelerin sikkeleri geçerlik taşımaktaydı.'^ Bağımlı hıristi- yan prensleri, devlet gelirlerinin başta gelen kalemlerinden birini oluşturan "haraçları” da, altın sikkeler halinde ödüyorlardı.
Küçük ödeşmeler için akçe kullanılıyordu; örneğin, ekmek gibi zorunlu gereksinim maddeleri, akçe ile satın alınıyordu, sultanın arm ağanları da akçeyle, am a artık binlerce, yüzbinlerce akçeyle ölçülüyordu.
Halife M ustansır zamanında (h. 632 yılında), yani Sultan I. Alaaddin Keykubad'm hükümdarlığında, “bir dinarın” on dirheme eşit olmasından yola çıkan İsmail Galib, Küçük Asya'da da altınla gümüş arasındaki oranın Bağdat’takinin aynısı olduğunu varsayıyordu."’
14. yüzyılın ilk yarısında altınla gümüş arasındaki oran değişmemişti; îbni Batûta, Birgi prensinin kendisine 100 miskal ya da altın sikkeyle 1000 dirhem bağışladığını söylemektedir.'^
Selçuklular zamanında geçerli olan sikkenin gerçek değerini saptam ak iyi olurdu; bunun için, Küçük Asya'ja ziyaret eden yabancı, Batı Avrupalı zenginlerin yazdıklarını da dikkate almak gerekecektir. Kuşkusuz, sikkenin değeri değişiyordu; akçenin satın alma gücü, ekonomiyi baskı altında tu tan siyasal konjonktüre göre, bazan yük-
43 İsm ail G allb (op. c it., a. 38) ayn ı şey i söylüyor.44 Aflftkl, II, 237. —Bkz; S ten lı L en— P u l. M u su lm an sk iye d ln a stil, Çev.
V. B artold , spb., 1899, str. 60.45 ism aU G allb , op. c lt., ss. 39 - 404 6 lb n l B a tû ta , II, 307.
223
seliyor, bazan düşüyordu. Örneğin, Klahivo ‘'esper”in (es- pera), yani espr - akçanın Erzincan’da ’/z gümüş riyale eşit olduğunu'*^ yazm aktadır, am a bu, artık, 1:5. yüzyıl başında, Timurleng'in saldırı zam anında böyleydi.
Aynı yazarda, değişik yerler için, birçok ayrı saptamaya rastlanm aktadır: Broker (15. yüzyılın i1k yarısın da), Anadolu için, b ir Venedik dükası karşılığında 50 akçe değerini saptarken, Edirne'de A kçenin değeri daha yüksektir; burada 36 akçe b ir dükaya eşittir.'*® Belirtelim ki, bu, aynı zamanda dış ticaretteki hacim farklılığını dile getirmektedir.
Doğuda, her yerde olduğu gibi, banka işlevlerini sarraflar yerine getiriyordu; Selçuklularm Küçük Asya bor- sasmda alınıp satılan sikkeler, bunlardan geçiyordu.
Olasıdır ki, Erm enistan'da da olduğu gibi, dış ticare t mallarının iç pazara sürüm ünü gerçekleştiren aracı rolünü, yahudiler oynuyordu.''’
11. yüzyılda, Basra’daki sarraf işlemlerini. Naşiri Husrav anlatıyordu; “ bunlar sim sarlar ve tefecilerdi, ve paraları olduğuna göre, m alların fiyatlarını düzenleyebiliyor, doğuda, vergi toplama keseneklerini de bunlar alıyorlardı.
Feodallarm gereksinmelerini karşılarken, ticaret, devlete dolaysız kârlar sağlıyordu. Dış ticaret, devletin gelir kaynaklarından biriydi. Küçük Asya’ya gelen ya da buradan yalnızca geçen (belki, transit ticaret yürüten)) tüccarlar, "güm rük vergileri” (“baç”), geçiş vergileri vb. vermekle yükümlüydüler. Kuşkusuz, iç pazarda da (tarım sal ve zanaatsal yerli üretimden) vergi alınıyordu.
Ticaret yolları üzerinde yer alan büyük kentlerin ge-
47 R. G. de K lav lh o . D n evn lk p u teşestv ly a k o dvoro T im u ra vı Sam ar- band, str . 140.
48Voyage d'Outre-wer, pp. 539, 588.49 Y. M anandyan, agy. s. 69.50 K n lga p u teşestv iy a , str. 185 - 180.
224
lirleri önemli boyutlardaydı. 1336 yılına ait yazımdan görüldüğü gibi, Moğollarca konulan yüzbinlerce dinarlık vergiler, ticaretin görülmemiş gelişkinliğini, kent halkının zenginliğini dile getirmektedir. Tarihçi Hamdalla Mustavfi (Osmanlı devrinde Konya ilinin küçük b ir taşra kenti olan) Aksaray’dan, "en büyük beş kentten b iri” olarak sözetmektedir. Ama, Selçuklular döneminde de, anlaşılan, Aksaray ünlenmişti, buraya, zaman zaman sultan lar uğruyordu. Burası, sultanların yazlık konaklama yeriydi.
225
ONBÎRÎNCİ BÖLÜM
Kent - Kent Düzeni - Halk - Selçukluların Başkenti Konya’da Yaşam
Selçuklular dönemi kentlerinde feodal - kök-ci toplum yapısı açık olarak yansım aktadır; kent, feodal düzeni destekleyen b ir askerî - ticarî merkezdir; burada, yüzyıllar boyunca feodal yapının biçimleri devam etmektedir. Dışardan bakınca; debdebe, merkezde görkemli yapılar göze çarpıyor, ama kenar bölgelere ilerledikçe yaşam alımsızlaşıyor, yoksullaşıyordu.
Bir tepenin sırtında ya da yalçın kayalar üzerinde b ir malikâne, feodal beyin ikametgâhı dikiliyordu (Küçük Asya'da da, İran ’da da feodallar böyle yerleşiyordu); çevrede saray erkânı ve uyruk yer alm aktadır; feodallar, hizmetlilerle çevrelenmiş b ir kümenin ortasında yaşamaktadırlar.
226
Kent planı, b ir kez ve kesin biçimde belirlenmiştir. Bu planı, Ibni B atûta usunda iyi tutm uştur: Cami, medrese, "zaviye”, hamam ve, genellikle, feodallar tarafından ganimet ve vergi fazlalıklarıyla kurulan b ir müslüman kenti için zorunlu, buna benzer yapılar.'
Feodal kültürün taşıyıcısı Küçük Asya kenti, çevre halktan, b ir duvarla ayrılıyordu. Kente yaklaşan ve ekonomik zulmün merkezini her zaman yok edebilecek göçe* be halk ya da yan yerleşik köy, kent için korkunçtur Abulfeda’nm yazdığına göre,^ daha 14. yüzyılın ilk yan smda, Kastamonu çevresinde, 1000 Türkmen çadırı yerleşmiş durumdaydı.
Akşamları, kentin kapıları kapatılıyordu, eğer bir yolcu gecikmişse, kentin duvarları dışında geceliyor, sabahleyin nöbetçi onu sorguluyor ve ancak, tatm in edici karşılık alınca içeriye girmesine izin veriyordu Kalenin (kentin) komutanı, askerî birlik eşliğinde, her sabah, kentten çıkıyor ve çevreyi gözden geçiriyordu. Örneğin, Ibni Batûta Davas'daki (Muğla yakınında) büyük b ir kaleyi anlatmaktadır.^ Ama, kuşkusuz, bu, b ir istisna değildi; insanlar, her yanda ürküntü içindeydi. Daha, çok eskiden, Arapların akmları, halkı kalelere kapanmaya ahştırm ıştı. Henüz eski sayılamayan b ir gerçeği yansıtan "meddahla r” (halk öykücüleri), sultanlığın başkenti İstanbul konusunda bunu anlatm aktadırlar. Küçük Asya'nın derinliklerinde, bu düzen, Kemalistlere değin değişmeden kalmıştır; sultanlık döneminde kent kapıları, D iyarbakır kentinin kapıları, herhalde, K ürtler karşısında duyulan korku-
1 K ü çü k A sya'da k en tler in (ve b ü yü k k a sa b a la n n ) say ısı, bir bölüm b ilg iye göre, ik i yü ze u laşıyord u (M ükrem in H alil, op. c lt., s. 87). M elikşah ta ra fın d a n K üçük A sya’ya gön d erilen "m inberlerin '’ sa y ısı (sek sen yed i), çok d a h a m ü tev a zı b ir say ıy ı d ile getiriyor.
2 a^ orgrap h ie d'A boulfâda, II, 2, 145.3 tb n i B a tû ta , II, 277. — B u kale kon u su n d a, ayrıca bkz: P. W ittek
D as F ü rsten tu m M en tesche, p. 66, n ot.
227
dan, doğuda oldum olası kökleşen b ir sistem olarak, akşamdan kapatılıyordu.
Kent, ticaret ve zanaat merkezidir. Kentin örgütlenmesi, onun yönetimi, Abbasilerden aktarılm ıştı. Her semt duvarla çevrilmişti. Müslüman olmayanlar ayrı yaşıyorlardı: Rumların, Yahudilerin vb. gene genellikle, duvarla çevrili kendi mahalleleri vardı.
Kısası, kent, meslekî ya da dinsel ve etnik yapısına göre bölümlere ayrılmıştı.
Yabancı tüccarlar da ayrı yaşıyorlardı. Eğer bu, örneğin, Antalya gibi b ir liman kenti ise, gemilerinden kıyıya çıktıkları liman yakınında yaşıyorlardı, ve bu da, tüccarların göreli olarak, kısa süre önce ortaya çıktıklarım anlatm aktadır. Bu, Haçlı seferleri sırasında, Levan- ta ’da b ir İtalyan tüccarın düşü olan, denize ulaştıran b ir caddeyi, "ruga”yı anım satm aktadır. Küçük Asya’da, onlar, eskiye göre yaşam aktadırlar. Semt, duvarla çevrilidir, kapılar, yalnızca geceleri değil, müslüm anlarm ortak namaz günü olan cum aları da kapatılm aktadır. Bir dayanağı var m ıdır yok m udur, am a Hıristiyan tüccarlar, anlaşılan, b ir dinsel fanatizmin parlayıvermesinden korkm akta ve köşelerine çekilmektedirler ya da basbayağı başka inançtan olanlara antipati süsü verilerek yağmadan çekinmekte, mallarının üstüne titrem ektedirler.
Kentin dışında, çayırlar, otlaklar, bahçeler uzanıyordu; kent ve köy birbirine karışıyor, aradaki sınır belirsizleşiyordu, buranın kent olduğunu söylemek güçtü. Buralarda, örneğin Ahlat’ta ve İznik'te olduğu gibi, yalnızca bahçeler değil, sürülmüş tarlalar da yer a lıyordu / Kentte yaşayan herkesin b ir avlusu, tarlası ve bahçesi vardı, ve bunlar, hemen yakında bulunuyorlardı. Buralar, belli ki, henüz tümüyle yapılaşmamış ve yerleşmemiş olan feo-
4 tb n i B a tû ta . II, 323 - 324.
228
dalların genç merkezleri, yeni Türk kentleriydi.Büyük kentlerde (Konya, Sivas, Kayseri) yaşayanla
rın sayısı, galiba, 100 bine kadar ulaşıyordu. Gelişme çağında, Sultan I. Alaaddin Keykubad döneminde, ticaret yollarının merkezinde yer alan Sivas'ta, 15. yüzyılda, Bi- zanslı yazar Halkondil'in belirlediğine göre, 120 bin kişi yaşıyordu.
Dokuma ve maden sanayii merkezi Arsengan’da,^ yani yaşamı boyunca, birçok yer sarsıntısına uğramış olan Erzincan kentinde, R ubruk’un Küçük Asya gezisi öncesinde, kayıtlarda belli olan 10 bin kişi ölmüştü, Haklarında bilgi bulunm ayan yoksullar, bunun dışındaydı.'®
Kentler arasında, kuşkusuz, devletin başkenti, siyasal, ticarî kültürel yaşamın merkezi Konya belirginleşiyordu.
Adını, duvarlardaki Meduza başı betimlemesinden almış olan eski Rum kenti Konya ("Ikonion"), kaynaklar fışkıran tepelerin eteğinde bulunm aktadır. Kentin yeri, iyi seçilmişti. Su, barış zamanında yaşamı şeneltiyor, kuşatm a sırasındaysa, duvarları çevreleyen kanalları doldurarak, kenti düşmandan koruyordu. Susuz Konya bozkırlarım geçtikten sonra, çaylar ve yeşil alanlar bulan sultanın beldesini gördükleri zaman. Haçlıları saran heyecan da anlaşılır b ir şeydir.^
Ama, 12. yüzyıl sonunda, Konya, henüz b ir askerî kamp, geniş b ir göçebe yurtluğu görünümündeydi. IH. Haçlı yürüyüşünün am yazan Tagenon (1190 yılında), Konya'da, Türklerin çadırlarda vaşadı&mı yazmaktadır.
Genellikle, dışardan da tehlike tehdidi vardı. Örneğin, Selçukluların başkentinin (1190 yılında) duvarları
s l b n l B a tû ta , II, 294.6 V. de R ubruk . P u teşestv iy e v ı vosto çn ıy e stran ı. str, 175.7 VI. G ordlevskiy. İz Isto r ll vodop olzovan iya v ı K onye. Zapiski tn s t i tu ta
vostokoveden iya , t . II, str . 184.
229
önünde, Haçlıları, Alman im parato ru Fridrich Barbaros- sa’yı görüyordu, daha sonra ise, Boemund yüzünden sultana kızan güçlü Melik Gazi Ahmed Danişmend, birliklerini Konya üzerine yöneltmişti. Tahta iyice yerleşen Sultan I. Alaaddin Keykubad da, doğal olarak, sağduyuyla, kentin tahkim atını restore etmeye karar vermişti.
14. yüzyılın 30'lu yıllarında, yani Selçukluların yıkılmasından hemen sonra kentte bulunm uş olan tbni Batû- ta şöyle yazıyor: "Burası, suyu ve çayları, bahçeleri ve meyveleri bol, iyi kurulm uş büyük b ir kent. Konya’nın caddeleri geniş, pazarlan şaşırtıcı güzellikte düzenlenmiş, ve her zanaat türü, ayrı b ir yerde konumlanmış durum da.’’®
îbni B atûta’nm uğrayıp göz attığı her yerde atelye ustaları ("ehl-i küll-i smae”), m.eslekî gruplar ("taife"), birbirinden ayrı yaşıyorlardı. Örneğin, Konya’da, altın işleri ustalarının, yani kuyumcuların’ dükkânlar dizisi vardı, pam uklu dokuma tüccarları “bezzaziye”'“ sırasını oluşturuyorlardı vb.; yani tüccarlar da, herhangi b ir tü r m ahn ticaretini yapan kendine özgü loncalarda birleşi- vorlardı; bunlar, ticareti tekelleştiriyorlardı. Bunlar, b irlikleri adına ortaklasa harcam alar yaparak parasal özveride bulunuyorlardı, örneğin, Konya’da pam uk ve pamuklu dokuma tüccarlarının yaptırdığı b ir medrese vardı.
Ticaret, belirli verlerde yürütülüyordu. Kentlerdeki pazarların sayısı çoktu. Örneğin, Konya’da atpazan vardı (bugünkü mevdan da bunu dile setirivor"): tutsak kölelerin sunulduğu “Esirler Methali” denilen b ir eiriş yeri vardı; daha sonraları B. dela Broyker Bursa’da ticaret
8 ib n l B a tû ta , II, 281. B u n u n la b ir lik te , 14. yü zy ıld a yaşam ış olan M u stavfi, K onya’n ın y ık ılm ış lığ ın d a n sözetm ek ted lr (G. Le Stran ge. T he L ands o f th e E astern C allphate. Cam bridge, 1930, p. 148).
9A flâ k i,II , 375.lOAflâkl, II, 262.
230
düzenini gözlemlemiştir; tu tsak lar peykeler üzerinde oturuyorlardı, yalnızca yüzleri ve elleri görünüyordu; kadınlar, (bunu, Şam 'da görm üştür) atlar gibi, teşhir edilmek üzere kent boyunca dolaştırılıyordu; Yahudi mahallesinde şarap satılıyordu," müslüm an b ir devlet olarak Selçukluların başkentinde, şarap için, merkezde b ir yer ayırmak, kuşkusuz, uygun değildi. Düzenlemeyi ise, katolik sansürü işlevlerini yerine getiren "m uhtesib”' (belediye işlerine bakan memur, ç.) izliyordu.
Aflâki'nin yazdıkları, Celâleddin’in eski yaşamına ilişkin öyküler, kentin topografisi için değerli malzeme içermektedir. Ayrıca, günümüz Konya kentinin, kuşkusuz, Selçuklular dönemi izlerini henüz koruyan mahalle ve yer adlarının incelenmesi, ve m ülklerin sınırlarını belirleyen vakfiye (vakfın koşullarını saptayan belgeler, ç.) hibe senetlerinin gözden geçirilmesi, bunun iyice ortaya konulmasına yardımcı olacaktır, örneğin, Naib Celâled- din Karatay vakfiyesinde ilginç topografik işaretlere rast- lanm aktadır: Tahıl pazarı; kentin sınırları dışında Çaş- nigir Kalesi; anlaşılan o, saray nezdindeki göreviyle herkesçe tanınan biriydi; giriş kapılarının karşısında Karatay medresesi bulunan Kemaleddin Rum taş medresesi; Sultan kapısı, Necmeddin Behram şah mülkleri, kadın mülkleri: Melek hatun, Saliha hatun. Bunlar, anlaşılan, kocalarının ölümü üzerine taşınmaz mal hak lan kendilerine geçen varlıklı kadınlardı.
Devletin başkenti Konya’da, "toplum un seçkin kesim i”, saray, feodallar ve onların hizmetlileri toplanmıştı. Din adam ları kesimi, kadılar, ulema, dervişler, (rüşvetle büvük varlıklar elde eden) divan görevlileri ile camileri, türbeleri, anıtları koruyan m uhafızlar da burada yaşıyorlardı.
11 A flâk l, II, 121. IJA flâk l, II, 320.
231
Her yandan insanlar başkente akın ediyorlardı. Kuşkusuz, yerli Hıristiyan halk, Rum lar ve Ermeiiiler, ve yabancılar, Araplar ve îran lılar vardı. Iranhlar, herhalde, daha fazlaydı. Bunları, sultanların genellikle îıanh lardan seçtiği yüksek görevliler, vezirler getiriyordu; okuryazarlar, hatta tlar tranlılardı.
Mevlevilerin de uğradığı gürültülü meyhaneler, heveslilerden zengin olan ve yüzlerce köle kadına sahip çalgılı yerler vardı'^ vb..
Selçuklular dönemindeki eski Konya’nı.'i bıraktığı izlenim güçlüdür. Celâleddin Rumi, oğlu Bahacddin Sultan Veled'e hitaben, ve duyduğu hayranlıkla .şöyle haykırıyordu: "B ir göz at, emirlere, erkâna ve eşrafa ait kaç bin ev, saray var. Kentte, tüccarların ve eşrafm ("eşraf”) evleri, esnafın evlerinden daha yüksek, em irlerin malikâneleri ise, tüccarların evlerini aşıyor; tıpkı böyle, sultanların ve beylerin saraylarının kubbeleri de yüz defa daha yüksek ve diğerlerinden daha değerli.’’’''
Yerel toponominin ve eski gömütlüklerin incelenmesi, kuskusuz, Selçuklular devri feodallar sınıfının tarihi için güvenilir belgesel malzeme sağlayabilirdi. Konya yakınındaki, sahiplerine iyi ürün ve, herhalde, iyi gelir sağlayan sulak topraklarda yerleşmek için feodallarm çabalarını, ben, ortaya koymayı denemiştim.’'
Konya’nın yüceliğiyle övünen Celâleddin Rumi’nin ağzından, Aflâki, toplumsal ilerlemelerin de belirdiği en yüksek gelişme çağı olan 13. yüzyılda, Selçuklular dönemi kentini anlatm ıştır.
Kent topraklarını b ir sıra halinde işgal eden birbirinden tümüyle ayrı konutlar, yerli halkın üç kesime ayrıldığını işaret etmektedir. Feodallarm ellerinde —sultan
13 A flâk i ,I, 185; II, TO - 71.14AfiaM, I. 215.15 VI. G ordlevskiy. İz Istoril vodop olzovan iya v ı K onye. Zapiski fn ts ltu ta
vostokoveden iya, t. II.
232
tarafından bağışlanan topraklardan, seferlerden ve ticaretten biriktirilen zenginliklerden oluşan— taşınır ve taşınmaz m allar bulunuyordu. Bunların zengin malikâneleri vardı. Köleleştirilmiş olan köylülük, tümüyle bunlara bağlıydı; köylülük hem köyde, hem kentte onlar hesabına işlemektedir. Ama, toprak ürünleri çıkaran tarım ülkelerinde, el zanaatları sanayisi de belirginleşiyordu. Feodal ile köylü arasında, yeni b ir toplumsal kesim, zanaatçılar yükseliyordu. Zanaatçı, feodalin himayesinden kurtulm uştur; o, b ir zamanlar, köyde hesabına çalıştığı sahipten bağımsız durum a gelebilmiştir. Zanaatçı, henüz kararsızdır, dayanacak b ir yan aram aktadır, ama lonca dayanışması ona güç sağlam aktadır. Zanaatçıların çalışkanlığı sayesinde, kentlerde, zanaatlar gelişme gösterm ektedir. El zanaatları sanayisi, kentin önemini yükseltmiş, nüfusu ve onun gönenci artm ıştır. Kenar bölgelerde ise, kent yaşamı koşullarının türettiği b ir yoksul kesim, acınası, sıkışık barakalarda barınm aktadır.
Bu üç yerli toplumsal kesimin dışında, tüccarlar yer alıyordu; yabancı ve denizaşırı m alların çekiciliğine kapılmış olan feodal, ülkeyi, kaygısızca, tüccarların soygununa teslim etmiş ve tüccarın nasıl mal satın aldığını, yerel doğal zenginlikler ve m am uller üzerinde nasıl spekülasyon yaptığını, sakince seyretmektedir. Mal varlığının üzerine titreyen tüccar, kervansaraya kapanarak kendisini soyutlamaktadır. Ama, tüccar, cebini doldururken bile, buraya, incelmiş yatkınlıklar da taşım aktadır; tüccar, ayrı soylardan halkları yakınlaştıran b ir kül+’" r tasıvıcı- sıdır. Böylece, onun aracılığıyla, başka ülkelerin kültürünü kazanan Selçukluların başkenti, daha da parlak şekilde bezenmektedir.
Kentin yapılarının hepsinden daha üstün olarak sultanın sarayı yükselmektedir; kentte düzeni, feodalların çıkarlarını koruyan ücretli b irlikler sağlamaktadır.
233
Yaşam pahalılığının durum u belli değildir. Kuşkusuz olan şu ki, tarım sal ürünlerin (ekmek, bal, et vb.) fiyatları düşüktü. Bir ürün zamanı, Fahreddin adlı b ir kişi, bahçesinden 9 bin dirhem kazanmıştır; gerçekte, ürün, Celâleddin'in “kutsal hırkasını” sağladığına göre, bu rakam, Aflâki’nin sofuca uydurm asının b ir sonucudur.
Ama kuraklık durum unda, fiyatlar, ansızın yükseliyordu,''^ savaş zamanında da böyle oluyordu. Aksaray’ı, Mısır Sultam Baybars’m geri çekilmesinin erzak yetersizliğinden kaynaklandığını anlatm aktadır; b ir garnets tahıl, 40 dirheme bile almamıyordu, b ir pud üzümün (16,3 kg) fiyatı 10 dirhem di.’
Gündelik yaşamın ayrıntılarıyla uğraşan Aflâki, ba- zan, yaşam maliyeti konusunda kesin b ir düşünce vermektedir. Celâleddin Rumi zamanında, b ir çörek 1 akçe ediyordu (120 akçe b ir sultan dirhemiydi). Celâleddin’in gizemli m ürşidi Şemseddin Tebrizi, yarım çörekle açlığım gideriyor, diğer yarısını yoksullara veriyordu.'®
îbni B atûta’nm Küçük Asya’da yolculuk \ap tığ ı 14. yüzyılda, köy ürünlerinin fiyatı artık yükselmişti, ama gene de, o, ülkede ucuzluk görüyordu: K astarronu’da, o, temizlenmiş semiz b ir koyun gövdesinin yansını 10 dirheme, 10 kişilik ekmeği 2 dirheme almıştı, bu, onlara b ir gün yetiyordu, ayrıca, ballı helva yine 2 dirhemdi.”
Akçenin ve dirhemin hesabım yalnızca yoksullar yapıyordu. Zenginler, paraya acımıyorlardı, kutsal savaşlar olan gazavatlardan, hıristiyanlardan alınan genel ver-
16Aflâkl, I, 270 - 331.17 V. Bartold. O n y e k o to n h vo sto çm h rukop lsyah , str. 0132. l3A flâk l, II, 127 (O rijinalde '‘pul" sö zcü ğ ü vardır; R aşidü'l D ln ’de R um
akçesi çok daha sağ lam bir sik k ed ir). 15. y ü zy ılın ik in c i yar ısın d a (su lta n II. M eh m ed'in h ü k ü m d arlığ ı s ırasınd a, ağ ır lığ ı durm adan aza lan ) gü m ü ş akçe, M. G alib 'in sa p ta d ığ ın a göre, 33 parayı karşılıyordu (Bkz: Ali, F atih zam an ın d a akçe neydi? T ürk T arih E n cü m en i M ecm uası, no: 4 9 -6 2 , s. 59), B u n u n la b irlik te , bu , 13. yü zy ıld a a k çen in değeri k on u su n d a yetersizd ir.
19tbni B atû ta , II, 342.
234
gi olan haraçlardan gelen zenginlikler, kentlerde toplanıyordu.
Savaş sırasında yağma yapılıyordu, ve öyle oluyordu ki, yerel taşım a olanakları yetmiyordu. Kral II. Büyük Le- von üzerine yapılan sefer sonunda elde edilen ganimet, o denli fazlaydı ki, Raşideddin’in belirttiğine göre, silahla- rnı, ganimetin yerleştirilmesi için, Kayseri'den eski arabalar olan 200 "kağnı” istenmişti. îk i tekerlekli “kağnı” arabalarının yerine, zamanın dört tekerlekli arabalarını yerleştirmeye çalışan îsm et İnönü'ye, Ankara’da b ir köylü, bu arabaların 500 okkaya kadar, yani 600 kilogram yük taşıyabildiklerini bildirm işti. Demek ki, 200 arabaya 120 bin kilogram yüklenmiş oluyordu.
Fiyatlar hızla düşm üştür. Vakayiname, ancak, başarılı b ir seferin pazarda değişiklikler getirmesi gibi olağanüstü durum larda, bundan sözetmektedir: Bir inek 2 akçeye satılıyordu, 5 koyun ise 1 akçe ediyordu, yani inekle koyun arasındaki fiyat oram, 40:1 kadardı, ya da b ir ineğin değeri 40 koyuna eşitti.^ Ve belirtelim ki, zenginliğin büyük baş hayvan sayısıyla hesaplandığı m eraları bol b ir tarım ülkesi için, bu, şaşırtıcı değildir.
Vakanüvist, Kayseri pazarında, güzel b ir hıristivan tutsağın 50 akçeye, yani b ir ineğe verilen tu ta r karşılığında satıldığını yazdığı sırada, açıktır ki, her şeyin değeri düşm üştür. Ama, bu ucuzluktan kârlı çıkanlar, yalnızca feodallardı.
Feodallar, saga sola para saçıyorlardı, her bakım dan bolluk içindevdiler. Sarayın yüksek zümresi (n'eclis Emi- ri Mubarizeddin Behram şah ve Em ir Seyfeddin Avba Bev") Yandaşlarını bir araya tonladığı zaman, m utfaklarında, günde 100 kovun pişiriliyordu; sofra takımları, kaplar, değerli taşlarla işlenmiş altındandı. Feodaliarın
20 G enel olarak ve galiba, bu , y a ln ızca o zam an İçin ve ya ln ızca K üçük A sya İçin b ir gösterge deglld l, 1 İn eğ in fiy a t ı 10 koyu na e ş itti.
235
cömertliği konusunda okuduğu ya da işittiği tipik öyküyü yineleyen Yazıcioglu Ali’nin anlattığına göre, bunların en kötü ozana ya da b ir garip konuğa bağışladıkları en küçük armağan, bin altına eşit olabiliyordu.
Sultan, kuşkusuz, çok daha lüks b ir yaşam sürüyordu. Onun feodallara verdikleri b ir bölümüyle kendisine geri dönüyordu, tahta çıkışı sırasında ya da hatta başkente dönüşü sırasında, üzerine gümüş ve altın sikkeler, dirhem ve dinarlar serpiliyordu.^’ Sultan II. Gıyaseddiri Keyhüsrev’in eşi, b ir Gürcü kızı olan Gürcü Hatun, b ir defasında, kendisine sunulan yakut karşılığında, 180 bin dirhem para ödemişti.
21 Para serpm e, D ogu ’da b u g ü n de h â lâ sü ren bir ge len ek tir . "D ünya T iyatrolarında" b a şlık lı an ıların da , Papazyan , bir seferind e, Cezayir'de bir Arap İzley ic in in a k tr is tin (T in a di L orentso) o y u n u y la lıeyecan a gelerek k u şa ğ ın d a n ç ık ard ığ ı ş işk in bir kesed en , o y u n cu n u n üzerin e g ü m ü ş sikkeler serp tiğ in i an la tm ak tad ır .
236
ONÎKÎNCÎ BÖLÜM
Selçuklular Dönemi Sanat Anıtları - Selçuklu Sanatının Kökeni - Selçuklu Sanatının Özgün Çizgileri - Yerli Etki
Selçuklular, tüm Küçük Asya’da, cöm ert elleriyle, üstün sanat yapıtları gerçekleştirdiler. Yollar üzerinde özel pratik gereksinmeler için yapılan hanlar, kervansaraylar; kentleri güzelleştiren ve hayır sahibine cennet yolunu açan camiler, medreseler, "darülcezeler” vb., sanat yapıtları özellikleri taşıyordu.
Toplumsal yapıların kurulduğu yerler, yalnızca, başkent, ya da Küçük Asya ortalarındaki kentler değildi; Selçuklu egemenliğinin bazan hayal meyal olduğu, örneğin Efes Ayazluk gibi batıdaki uzak bölgelerde de Selçuklular dönemini anım satan yapılar kalm ıştır.'
1 K ü çü k Asya'da arkeolojik ve p la stik sa n a t a n ıtlar ı, g en iş bir ç a lışm a da a n la tılm ış tır : A. G abrlel, M on u m en ts T urcs d’A natolIe, Paris. 1934.
237
Selçuklulara ün sağlayan yapıların kurulm ası, 13. yüzyıl ortalarına rastlam aktadır. Yurdundan zoraki ayrılığı sırasında, İstanbul’da, Avrupa kültürünü öğrenen, sanat yapıtlarının ateşli koruyucusu Sultan I. Alaaddin Key- kubad, camiler, kervansaraylar gibi anıtsal yapılar dikmektedir; kentler kurm akta (Alaiye ve Kubadiye), Konya’nın ve Sivas’ın surlarını restore etmekte, başkentin su dağıtım sistemiyle ilgilenmektedir, ve tüm bunlar, sağlamlık ve güzellik damgası taşım aktadır. Ticaret, büyük kazançlar getirmektedir; zenginlikler, yalnızca, feodallar- da yoğunlaşmakla kalm am aktadır.
Selçuklular döneminde, Sivas’ta, gönencin ne denli yüksek olduğunu, örneğin, kent yaşayanlarından birinin kurduğu çok güzel b ir medrese dile getirmektedir: Yapıyı yaptıran, kendisini, sadece "hakir kül” olarak adlandırm aktadır, onun resmî yüksek konumunu gösterecek başka hiçbir ünvanı yoktur.^
Rum'a yolu düşen b ir yabancıyı heyecan sarıyordu.Boyundurukçu Türklere, onların kültürüne karşı,
kuşkusuz, gizli karşıt duygular besleyen doğu hıristiyan- ları, Selçuklular başkentinin güzellikleri önünde hayran kalıyorlardı.
17. yüzyılın ortasında, Konya’dan geçerek Moskova’ya seyahat eden Antalya Patriği Makari, “Kentte olağanüstü yapılar ve çeşitli kişilere ait çok sayıda tablo ve resim var. Bunlar, öyle ki, b ir konuşm adıkları kalıyor.” diye yazıyordu.
Bu görkemli yapıları gören yabancı,'' kurucularının zenginliği karşısında, saygıyla dolu b ir heyecan duyuyordu. Ticaret genişliyor, sermaye ve az bulunan mallarla
2 M ax van B er c te m e t H alil Edhem , A sie M ineure, p. 28.3 P u te şe stv ly e ... Çev. G, M urkos, v ıpask perviy, M oskova, 1896, str, 9.4 Bkz: Fr. Sarre. K onla. S e ld sch u k lsch e B andenkm âler. B er lin s. a.
("D enkm aler perslscher B au k u n st" T eli 1, ayrı b asım ı, ayn ı yerde s. 27 - 30 ek len en m ak ale: M ax D evi. D le S e ld sch u k lsch e O rn a m en tik ).
238
ilgili işler çeviren feodallar sınıfı zenginleşiyor, zengiıt leştikçe yapı yapıyordu.
Selçuklularda, sanata eğilim ansızın güçlenmiştir. İZ yüzyılda, henüz, sanatı düşünmeye vakit yoktu. Savaşını 1ar, tüm zamanı alıyordu; 11-12. yüzyıllarda, devletin oluşum dönemi, öyle görünüyor ki, sanat bakımından bir iz bırakm adan geçmiştir. Kuşkusuz olan şu ki 12. yüz yıldan, çok seyrek anıtlar kalmıştır; örneğin, Konya’daki Alaaddin Camisi’nde bulunan ağaç oyma minber, üzerin deki yazıttan anlaşıldığına göre, Ahlatlı Hacı usta ta ra fından, 1155 yılında bitirilm iştir. Minber, belki, Konya’ ya sonradan taşınmıştı.
Ama, devlet güçlendiği zaman, Selçuklular, başka hüküm darda olanın kendilerinde de bulunm asını yeğlemeye başladılar. Şu var ki, bunlar, henüz, tüm zamanlarını, akm lara ve savaşlara harcıyorlardı. Sultan Alaaddin Keykubad tarafından yenilenen Konya surları, bu bakış açısından ilginçtir. Kenti saldırılardan korurken, o, surları, aynı zamanda kendine özgü sanat yapıtı clarak kurdu. H er şeye karşın, bunlar, sultanın henüz sanatsal değil, askerî am açlar güttüğünü göstermektedir.
Bundan aşağı yukarı yüz yıl önce, Konya’yı ziyaret eden Ş. Teksye, Sultan I. Alaaddin Keykubad tarafından yaptırılan kent surlarının dokunulmadan bütün olarak kaldığını söylemektedir.® Bunlar, birbirindea 40 adım uzaklıkta dört köşe kuleleriyle bozulmadan kalmıştır, duvarlara Aşil’in yaşamını betimleyen lahit, antik ve Bizans yazıtları kalıntıları yerleştirilm iştir vb.; bundan iki üç yıl sonra, Konya’da bulunan Moltke, “putperest” sunaklarının, hıristiyan mezar yazıtlarının, aziz betimlemelerinin, Ceneviz haçlarının, Roma kartalının "ve Arap aslanının” bulunduğunu eklemektedir. Kapıların üzeri ise
5C h . Texler, D escrlp tlon , T exte, 2. Paris, 1849, p . 144.
239
iki barelyef, Ormuzd ve Ariman ile süslenmişti. Buradaki, çeşitli çağlardan toplanan anıtların, üslupların düzensiz b ir karışım ıdır. Yapıları yapanlar, antik ve ortaçağ anıtlarına, kendisine özgü gerekli b ir malzeme olarak bakm aktadır, ve yalnızca bu kadar. Ve bu, belki de, surları, deneyim sahibi olmayan, pratik ten yetişme yerli ustaların kurm asından kaynaklanm aktadır. Ne var ki, surlara düzensiz olarak yerleştirilen bu öğelerden, kısa sürede, bütünlüğü olan b ir Selçuklu sanatı yaratılm ıştır.
Konya’nın surları, gelişmesinin ilk aşamasında, Selçuklu sanatının simgesini ortaya koyar gibidir. Tüm bunların alıntı olduğu açıktır, usta, bunları izleyene safdilli- likle anlatm aktadır, bunların sonradan keşfedilmesi için, sanat araştırıcısının bakışı gerekmektedir.
Yerli kültürün geriliğini gören Selçuklular, ülke dışından ustalar çağırırlar; kendi yurtlarında ağır koşullarda yaşayan yabancı ustalar. Küçük Asya’ya yerleşirler.
Önce, Harzemlilerin, sonra, yolları üzerinde rastladıkları her şeyi yıkıp yağmalayan Moğol ordularının saldırısının yaydığı korkular, insanları, doğup büyüdükleri yerleri terketmeye zorlamıştı. Rum Selçuklularının devlet yapısını ve kültürünü oluşturan kafa emekçileri, topraksız zanaatçılar, dervişler, ulema, özellikle kaçmışlardı.
Azerbaycan’dan, G ürcistan’dan, Erm enistan'dan gelenler, Küçük Asya’yı doldurm uşlar ve sanatsal sanayinin ve mimarlığın gelişmesine yardımcı olmuşlardır.
Her yandan, iş isteminin sürüklediği b ir insan seli akıyordu; siyasal ve ekonomik karışıklıklardan ötürü, ülkelerini terkeden bu insanlar, Küçük Asya’da, güleryüz ve sevecenlik buluyorlardı. Alabildiğine hızlı tem polarla kentler kuruluyor, camiler, köprüler, medreseler vb. yapılıyordu. Bu yüzden, kalifiyeleşmiş zanaatçılar gerekliydi.
Ezilmiş b ir sınıf olarak zanaatçılar, şimdi, kent ya
240
şamında büyük rol oynam aktadırlar. Bunlar arasından, yapıları planlayan, m im arlık kurallarını yaygınlaştıran, sanatsal tarzlar yönlendiren gerçek ustalar çıkmıştır.
Ustalıklı ince metal ve ağaç oymalar, arabesk süsle- leme vb.. Tüm bunlar, onların elinden çıkıyordu;* onların çalışmaları sayesinde düzgün, zarif yapılar kuruluyordu. Feodallar tarafından özendirilen zanaatçılar, Selçuklu sanatını yaratm ışlardır. Adları, yapılarda bazan rastlantısal olarak kalmış olan bu zanaatçı ustalar, Selçuklular dönemi sanatım, yüksek b ir basamağa ulaştırm ışlardır.
Selçukluların yapılarında, yalnızca yerli ustalar çalışmadığı gibi, onlardan daha fazla yabancı (Kafkasya'dan, Mezopotamya'dan,^ Şam'dan) ustalar çalışmışlardı.
Sultan I. Alaaddin Keykubad zamanında. Kuzey Suriye, mimarlığın ve sanatsal sanayinin merkezi durum undaydı. Mısır'a, Mezopotamya’ya ve Küçük Asya’ya, buradan, ustalar gidiyordu. Konya’daki Selçuklu anıtlarında da, Suriye okulunun izleri yansımıştır.®
M imarlar arasında hıristiyanlar da vardı, am a bunların ad lan , bazan, milliyetlerinin belirlenmesini güçleştirm ektedir; örneğin C. H uart, Sivas inşaatçılarından "Kaloyani”yi Rum olarak kabul ederken, Max: Von Ber- şam için, bu, Konya'nın kuruluşunda iz b ırakan b ir Er- menidir.’
Anlaşılan, b ir bölümüyle Selçuklu devleti toprağında yaşayan yerli Hıristiyan Rum ların ve Erm enilerin katılım ları da önemli boyutlardadır.
Sikke koleksiyonlarında, görülüyor ki, sikke basım ında da dışardan gelme ve yerli ustaların katılım ı belli
6F r. Sarre. E rzeugn isse is lam lsch er K u n st, B . II, S e ld sch u k isch e K le in - k u n st . M it 25 T a fe ln u n d 38 T extab b ild u n gen . LeipzIg, 1909.
7 Cl. H uart. E plgraphle arabe, pp . 32, 33, 45.8 M. van B erohem e t J . S trzygow sk l. A m lda. Held,elberg, 1910, p. 104,
n o t. 3, ( litera tü re gönd erm eler b ir araya g e tir ilm iş tir ).9M ax va n B ercb em e t H alil Edhera. A sle M ineure, p. 21, n ot. 3, 4.
241
olm aktadır. Gümüş sikke üzerindeki zarif desen, dışarıdan, b ir m üslüm an ülkeden aktarılan güzel yazı tekniğini, Bağdad okulunu belli etm ektedir, ama bakır sikkeler üzerindeki açıklayıcı yazılar, bunları kazıyan ustanın içerik ve harfler bakım ından kendisine yabancı bu kutsal formülleri işlerken, ne denli özensiz davrandığını göstermektedir. Has madenlerden bakıra geçerken, sanatçı, kaba b ir zanaatçıya dönüşüyordu. Anlaşılan, sikke basımıyla uğraşılan devlet atelyelerinde, yerli hıristiyanlar da çalışıyordu.
Çok küçük sanatsal çalışma ürünlerinde, kuşkusuz, ad bulunmuyor, ama çalışma stili, karşılaştırm alı inceleme, bunların doğduğu yeri gösterebilmektedir. Ahilerin zaviyelerinde keyif meclislerine katılan îbni Batûta, ba- zan, Mezopotamya avizeleri konusunda not düşmektedir. Yabancı ustaların sanatlarını, yerli ustalar da kavram ışlardır.
Mimari anıtlarda en çok sevilen, fon, koyu mavi renkti; elyazmaları desenlerini de koyu mavi b ir zemin, "Türk mavisi” süslüyordu.
Selçuklular, m inyatürü bildikleri gibi, portre ressam lığını da biliyorlardı. Bir ara İkdam gazetesinde, M. Fuad Köprülü, Küçük Asya’da Türklerin sanatına ayrılmış b ir dizi deneme yayımlamıştır. Rum Selçukluları dönemi için belirleyici özellik olan hıristiyan - müslüman kültürel b irliği, burada b ir kez daha yansım ıştır. Örneğin, b ir hıris- tiyan usta, "Rum ressam ” Aynû’d Devle, sultanın eşi Kiçi H atun'un (belki, m istik şairi seven Gürci hatun) verdiği görevle, Celâleddin’in portresini yapm ıştır; aynca, Erm eni ve Türk (şeyh Bedreddin Yavaş) ressam lar vardı. Yazarın, kabul ettiğine göre, resim sanatında Bizanslılarm etkisi belirgindir.'®
10 VI. aord levsk iy . İz Jlznl sovrem yon noy T u rts il (V ostok, kn . 3, str.204).
242
Rum Selçuklularının yaratıcılığının özgünlüğünü bütünüyle reddeden P. Wittek, Selçuklular dönemi Küçük Asya anıtlarının, yalnızca, daha yetkin olan Iran anıtlarına, incelemek için ulaşılamadığı ya da daha az ulaşıldığı için, b ir izlenim bırakabildiğini belirtm ektedir. Burada, kuşkusuz, b ir abartm anın, Selçukluların sanatının değerini önemsememenin önemli payı vardır; o. belki de bilinçsiz olarak, sonraları, görüşlerini değiştirmiş olan F. Zarre’nin b ir zam anlar söylediğini yinelemektedir. Wit- tek için, Rum Selçukluları tarihi, b ir yandan Bizans talihini, diğer yandan Türkiye tarihini açıklayan b ir ek malzemedir.
Tarihçi olarak, P. W ittek’in bakış açısı taraflıdır. Türkler, Küçük Asya toprakları üzerinde, Selçuklulardan çok önce yerleşmişlerdir, ve Selçuklulardan sonra da Küçük Asya, Türklerin yönetiminde bulunm uş (ve bulunm aktadır), am a sadece Selçuklular tarafından yaratılan anıtlar, erişilmez örnekler ortaya koymaktadır.
Kuşkusuz, Rum Selçuklularının üstün yararlılığı, artık, iç düşm anların üstesinden gelir gelmez, dinsel —başına buyrukçu düşünceler taşıyan Danişmend— gaziler saf dışı bırakılır bırakılmaz, yerleşik Türk öğelerin yerini bulm asında ve Selçukluların da yapılarla uğraşmaya başlam alarm dandır.”
Köyde, demirciler tarafından; kentte, kerpiç yapı ustaları tarafından, yerli halkın zorunlu pratik gereksinmelerine hizmeti sürdüren, ve zenginleşen feodalların desteği sayesinde gelişen Selçuklu m addi kültürü, 13. yüzyıl ortasında, ansızın, görülmemiş b ir yüksekliğe erişmiştir; kültür, kaba zanaatçılıktan incelmiş b ir zarafete ilerlemiştir; dinsel ve dünyasal yapılar, sanatsal (hah
11 M ü slü m an k ü ltü rü n d e , S e lçu k lu la r ın ro lü k on u su n d a bkz: T. K o- valsk l, N a sz lak ach Islam u. Szkicez h is to r il k u ltu ry lu d o w m u au lm an sk lch . K rakow , 1935, pp. 78 - 82.
243
dokum a ve metal) sanayii, ufak elişleri (kuyumculuk, oyma işleri) vb., tüm bunlar, Selçuklu sanatm m belirleyici özelliğini ortaya koyan ortak damgasını taşım aktadır.
Sanatsal sanayi, ortak b ir kü ltür kaynağının izlerini taşım aktadır, seccadelerde ve camilerdeki m inberlerde, aynı m otiflere ve renklere rastlanm aktadır, çünkü bunlar, aynı şekilde dinsel am açlara hizmet etm ektedirler.
Ne var ki, kültürünü ivedilikle benimsedikleri Hıristiyan halkla çevrelenmiş ve İstanbul’daki Bizans imparatorlarının yaşamını gören Selçuklular, dinin koyduğu temel istemleri bozmuşlardır.
Onlar, canlı varlıkların, taşlar ve ağaçlar üzerinde kuş (kartal) ve diğer hayvanların (aslan) heykel betim lemelerine izin vererek, m üslüm an bağnazlığından ayrılm ışlardır.
Selçuklu sanatı, küçük heykelciklerle betimlemelere oldukça düşkündür. Bu alanda, Selçuklular, Ermeni - Mezopotamya yaylasında gelişmiş olan gelenekleri kullanmışlardır; ama, Glück’ün ’ gösterdiği gibi, Türklerin Çin ve Hint kültürüyle çok eskiden beri tem asta bulunan anayurtları Orta Asya’dan getirdikleri heykel betimlemelerine olan eski eğilimleri, bu geleneklerin benimsenmesini, Küçük Asya yerli m otif ve yöntemlerinin aktarılm asını kolaylaştırm ıştır, örneğin. Küçük Asya sanatını. Güney Rusya bozkırlarındaki Kuban buluntularıyla yakınlaştıran eski bozkır motifleri. Küçük Asya'da canlılığını sürdürüyordu.
Glück, bu konuda, herhalde yalnız değildir: Türklerin çok eskiden beri. Yakın Doğu'da sanatın yaratılm asında etkili olan 5Öiksek gelişkinlikte b ir m addi kültürleri
12 H. G lück. E in e se ld sch u k lsch e S p h ln x İm M useu m von K o n sta n tln o - pel. Jah rb u ch der a s la tlsch en K u n st. Bd. II, 1925, H erausgeben von O. B l- eınn'ann, M p z lg 1925, pp* 123 - 127,
244
olduğunu varsayan Strjigovski de, özel olarak, bu görüş açısını savunmaktadır.'^
Ama, hem dokumalar, hem ağaçlar ve taşlar üzerinde betimlenmiş yarı simgesel, yarı fantastik kanatlı hayvanlar, kuşkusuz, dışardan, belki Sasaniler’den, belki de, Küçük Asya yerli halkı H ititlerden ya da Kumlardan alınm ıştır.
1220 -1270 yılları arasında, yaklaşık 50 yıl boyunca yaratılan Küçük Asya Selçuklu sanat anıtlarını inceleyen F. Zarre, başlangıçta, bu yapıtların özgünlüğünü reddediyor ve bunların karm a b ir kuruluş üslubunu açığa vurduğunu, İran ’dan gelen etkiyle karm aşık hale gelmiş Rum-latin ve Bizans sanatlarının zemini üzerinde, yükseldiğini düşünüyordu. Moğol saldırısı sonrasında çini mo- zayiği, elbette, buralı ustalarca. Küçük Asya’ya getirilmişti.'''
Ne var ki, daha sonraları, Zarre, düzeltme yapmış ve Küçük Asya Selçuklu sanatının Fars (tran) sanatından farklılığını vurgulamıştır.
Bu sanatı oluşturan öğelerin çok çeşitliliğine işaret ederek, o, H. Glück’ün (1917 yılında) yazdıklarını aktarıyor: "Bu gelişkin bezekleme içindeki Fars, Horasan, Suriye, Arap, Ermeni, H int ve Orta Asya öğelerini ayır- detmek için, daha çok çalışmak gerekiyor. Sözkonusu öğelerin ayrılmaz şekilde birbirine geçmiş olması nedeniyle, bu, çok daha güçleşmektedir; gerçek Türk ruhunun istediği bu öğeler, tek b ir bütün halinde kaynaşmıştır, ve bu da yaratılara, Selçuklulara özgü karakter sağlam aktadır.”
Hem Doğu’dan, hem Batı'dan yapılan birçok ak tarm alara karşın, Selçuklular, sanatsal anıtlarda Türk “ru-
13 J . S trzygow sk i. A lta l, Iran u n d V öllcerw anderung. L eipzig, 1917.M Fr. Sarre. R eise in K le in a s ie n zuar se ld sch u k iso h en K u n st. B erlin ,
1896, pp. 5 7 -5 8 , 70.
245
hunu” sürdürebilm işlerdir. Onlar, örneğin, binanın içindeki mozayikten, tavanda dışarıya çıkan ve kubbeyi çevreleyen "Türk üçgeni” motifini yaratm ışlardır.
Bu şekilde, Glück, Selçuklu sanatının özgün çizgiler taşıyan öğeleri üzerinde dikkatini yoğunlaştırmaktadır.
Ama, Batılı sanat araştırm acıları, herhalde, Selçuklu sanatını resim leştiren, yaşayan yerli geleneklerin önemini küçümsemektedirler.
Bu sanatın kendine özgü form larını. Küçük Asya'da sürekli olarak yaşayan yerli gelenekler doğurm uştur. 13. yüzyılda Harzem ve Küçük Asya arasında etkileşim, gözle görülür biçimde güçlenmektedir; Küçük Asya’da ve Harzem ’de (Kunya - Urgença’da) kurulan mimari anıtlarda (türbelerde) ortak b ir kültürel görünüm yansım aktadır, bunlar, Transkafkasya’ya ulaşan b ir kültür zinciri birliğini ortaya koyuyor.
Küçük Asya’da, göçebelikten yerleşikliğe geçen Selçukluların yeni yaşam düzeyinin yetkinleşmesi ölçüsünde, eski Önasya kültürünün etkisi de, daha güçlü ve daha önemli durum a geliyordu.
N. Y. M arra’nın Ani’dekl kazılarının ortaya çıkardığı Hıristiyanlıkla müslümanhğın geçmiş dönemlerde barış içinde birlikte yaşaması, Orta Asya’dan gelenlerin, yerli kültürü, hızla ve sağlıklı olarak benimsemesi olanağını hazırlamıştı. Selçuklular dönemi sanatının kökeni, tekniği ve form larını doğuran yerli (Kafkas) öğeler üzerinde, î. A. Orbeli, ilgisini yoğunlaştırm ıştır.’
Daha ilk bakışta, Transkafkasya anıtlarım anımsatan anıtsal yapıların tipi, açıkça, Selçuklulara buradan ustalar geldiğini ve bunların kim ler olduğunu, dile getirmektedir. Selçuklular, dinsel anıt yapılar için hıristiyan mim arların ve ressam ların sanatlarına değer veriyor ve on-
15 î , O rbell. P roblem a selçu k ld sk ovo Isku sstva . III. M ejdun arod m y kon- gress po Iranskom u Isk u sstvu i arheologll. M. —h . , 1939, str. 150 - 154.
246
la n davet ediyordu.'^Selçuklulardan kalan Küçük Asya yazıları, belki,
Türklerden de yeni kuşak yetiştiren ustaların yüksek tekniğinin, ve ayrıca m üslüm an yönetimin soylu hoşgörüsünün ya da dinsel ilgisizliğinin b ir belirtisidir. Selçuklulardan ise, bu teknik, eski Kırım anıtlarının incelenmesinin gösterdiği gibi, K ırım ’a, Tatarlara da geçebilmiştir.
Selçuklular döneminde Küçük Asya’da yaratılan sanat anıtları, hıristiyan ve m üslüm an ortak yaratıcılığının izlerini taşım aktadır.
Sivas'taki Gökmedrese gibi, daha geç dönem Moğol devri yapılarında ve b ir dereceye kadar halıla/da da, sanat araştırm acısı A. Gabriel tarafından desteklenen bir düşünce olan. Uzak Doğu konularının izleri de farkedil- mektedir; bunlarda, hayvanların yanı sıra ejder betimlemeleri de yer almaktadır.'^
Belirtmeli ki, D iyarbakır’da, Halep kapıları üzerinde daha 1183 yılında, yani Moğolların saldırısından çok önce, Çin ejderi betimlenmiştir.'® Buradaki b ir eski yansıma olabilir, çünkü Sasaniler’in sancağında ejder resmi bulunuyordu.
H. Glück’ün varsayımına göre, Çin sanatının öğeleri, Türkler tarafından, daha, Orta Asya’da benimsenebilmiş- tir. Belki, Glück'ün düşüncesini yineleyerek, S. Bessonov” da. Küçük Asya’daki türbelerde, "Çin’den çıkm a” Türkler tarafından getirilmiş olan b ir Uzak Doğu, Çin etkisinden sözetmektedir.
Şimdi, Küçük Asya’da b ir Uzak Doğu, Çin sanatı,
16 N. Marr. A ni, str. 36 - 37. — G. de Jerp h an lon . M dlanges d ’arohSologie a n a to llen n e . B eyrouth , 1928, p . 85.
17 Q. de Jerp h an lon , op. o ltj, pp. 77 - 78i, 83. B u n u n la b ir lik te G. H ofrlch ter (A rm enlsche T epplohe. W len, 1837), "ejder" m o tifin d e , k ü rk çü ler in gerilm iş d er ilerin i görm ektedir.
18Max van B ercham . A m lda, p . 82.19 S. B essonov. P am yatn lk l se ld cu k ld ov arh ltek tu r ı v ı Erzerüm e. Izvestiya
O bşçestva ob sled ovan lya i Izu çen iya A zerbaycana, no: 5, B aku , 1927, str . 67.
247
yeniden belirm iştir, ama bunu getirenler, belki doğrudan Moğollar değildir. Bu, belki de. Geniş Birleşik Moğol im paratorluğu, halklar arasm da kültürel ve ticari tem aslar için elverişli koşullar oluşturduğu zaman ve Selçukluların zayıflamasından sonra yükselen canlı ticarî tem aslar sayesinde gerçekleşmiştir.
Küçük Asya Selçuklularının kültür yaşamındaki doğrultu , ulusal ya da dinsel ayrım lardan hareket etmiyordu; kişinin ortam ı, onun önemi, emeğiyle, çalışmasının niteliğiyle ölçülüyordu. Bu ise, devlet içinde, mesleklerin, zanaatçı örgütlerinin ağırlığını yükseltiyor, sınıfsal tabakalaşm aya doğru götürüyordu.
Sanata değer veren Selçuklular, böylece, etkin insan güçlerini, kendi saflarında yoğunlaştırabilmişler, Küçük Asya’da m üslüm an kültürünün yüceliğini desteklemişlerdir.
Olanakların bolluğuyla kurulan toplumsal yapılar, camiler, kervansaraylar, m edreseler vb., Selçuklu sanatının ününü yükselterek yüzyıllar boyunca yaşadı. Adları b ir zamanlar gürültü koparan feodallarm konutlarına ilişkin anılarsa, yitti; anlaşılan, kısa süre öncenin göçebesi, yaşadığı yere, kişisel konutunun dış görünüşüne kayıtsızdı, yapı için, dayanıksız malzeme seçiyordu. Bunlar, sahibinin ölümünden sonra kısa sürede dağılan kerpiç evlerdi; yalnızca. Sultan I. Alaaddin Keykubad'ırf'’ uzun süre gizemli b ir korku uyandıran köşkünün enkazı, dokunulm adan kalmıştır.*'
20 V ak tiy le S. T ek sye ta ra fın d a n a n la tıla n b u a n ıtı, sa n a tsa l bak ım dan , Fr. Zarre İn celem iştir (Pr. Sarre. Der K iosk vo n K onia . B erlin , 1935): dah a önoe S trjigovsk i y a zm ıştı (Z e itsch rlft fü r d ie a e s c h lc te der A rch itek tu r, 1, 1907).
21 VI. GordlevskIy, O sm ansk iye Istoriçesk iye skazanlya. E tnografiçesk oye obozren iye, 1915, no; 1 - 2 , str, 15.
248
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Yönetim - Merkezi Organlar (Divanlar) - Taşra ■ Yerel Yönetim Malikâne ve Denetim - Moğol Döneminde
Meydana Gelen Değişiklikler
Rum, Büyük Selçuklu devletinin on iki bölgesinden biri olduğuna göre, Küçük Asya’daki sivil, mali ve askerî kurum lann örgütlenmesi, Orta Asya’dan aktarılm ıştı. Sultan Melikşah’ın veziri Nizam ül Mülk de. Küçük Asya'ya vezir göndermektedir. Küçük Asya Selçuklularının divanı da, belli ki. Büyük Selçukluların divanının b ir kopyasını ortaya koymaktadır. Dinsel kuruluşların (mahkemelerin, medreselerin vb.) yöneticisi başkadı, "kadılar kadısı” Bagdad’dandır, Halifeden gelmektedir. Küçük Asya, Oğuzlar tarafından fethedildiği zaman. Küçük Asya Selçuklu devletinin kurucusu Sultan Melikşah, kent yaşamının, müslüm an toplum yaşamının düzenlenmesiyle il
249
gilenerek, cam iler için, 70 m inber göndermişti. Böylece yönetimsel ve dinsel aygıt, dışardan düzene sokuluyor, m addi demirbaş da dışardan geliyordu.
Hanın çadırı önünde yargılama yapıldığı zarhanlar, o zamana ilişkin izleri korum aktan çok, gene de eski Fars kültürel kalıntılarını yansıtarak, Selçuklularda hükümet kuruluşları “kapı” ("kapu”) adını taşıyordu; bu terim, Selçuklulardan Osmanlılara geçmiş, onlarda her şeyi yöneten “Babıâli” oluşm uştur.
Merkezi kurum lar, devletin başkenti (“darü ’l m ilk”) Konya’da bulunuyordu. Yöneticiler, kom utanlar ve vezir, ülke içindeki hareketi sırasında, genellikle, sultana eşlik ediyorlardı.
Yönetim, Sasanilerden aktarılm ış b ir kurum olan "di- van 'la rd a yoğunlaşmıştı. Burada, devlet aygıtı iyi düzenlenmişti, divanların sayısı ona ulaşıyordu,' ama Küçük Asya'da kaç divan bulunduğu Vakayiname'den belli değildir. Rum Selçuklularında da, kuşkusuz. Buhara için Ner- şahi olarak geçen yüksek yönetim kurum lan vardı; ama bunlar sahiplere bağlı divanlar mıydı? Açık değildir, kuşkusuz olan iki divan vardı: Yönetim divanı (“divan-i ve- zaret”) ve "tım arlar divanı” (“divan-ı arz”).
Devlet varlığının hesabını yürüten on iki yazmana "vezaret divanı yazm anları” ("divan-ı vezaret kâtipleri”) deniyordu. Tım arlar divanı yazmanları için, “sunu divanı yazm anları” ("divan-ı arz kâtipleri”) terim i kullanılmaktadır. Vezaret divanı yazmanları, defterleri tutuyor ve kararları ("ahkâm, defatir”) yazıyorlardı; bu, kendine özgü, devlet kalem bürosuydu.^ "Sunu divanında” tim ann asker hesabı (“çeri defteri”) tutuluyordu, burada, "sunu em iri” ("emir-i arz”) sanını taşıyan resmî görevli kişiler
\ D ivanları, V. B arto ld a n la tm ıştır (T ürk istan , str, 238 ve dev .).2 Bkz; A. Borlsov. M in ia ty u n “K n lg l M akam " a l - harlrl. P a m y a tn ik i
e p o h i Rusta,veli. L„ 1938, str. 176.
250
bulunuyordu.^Rum Selçuklularının uyruğu olan hıristiyanlardan
alınan genel vergi "haraç” işlerini yöneten özel yazmanlar ayrılmıştı.
Bu yolla, sultan, serbest toprakların m iktarım daim a biliyor ve bu fondan, istediğine bağışta bulunuyordu.
Kuşkusuz, taşınmaz m alların olduğu gibi, taşınırların da hesabı tutuluyordu. Savaşın ya da seferin sona ermesinin ardından, hemen, usta saymanlar ve tahsildarlar (mihasib, yazıcı) harekete g eç iy o rla rd ıB u n la r, silah, erzak, altın gibi ganimeti, deftere geçiriyor ve sultana, bunların listesini gönderiyorlardı.^ Tıpkı bunun gibi, kamulaştırm a sırasında, mal varlıklarının listesi de divanda bulunuyordu.
Mükremin Halil, anlaşıldığına göre, Rum Selçuklularında, devlet kurulu niteliğinde, özel olarak tek b ir divan* bulunduğunu varsaym aktadır.
Divan heyetine "hazinedar”, (müstevfi), devlet yazmam "pervane”, ordu komutanı, (arz-ı ceyş), bunlar arasında eşit muamele gören "başbakan” ya da divan başkam, (Sahib-i divan, tuğrai), yabancı ülkelerle yazışmaları yürüten yazmanlar başı em ir (mülk-ül küttap) dahildir; devlet güvenlik işlerini yürüten em ir (müşeref), kadılar (kadı) ve diğer em irler (emir).
Tım arlar sistemi üzerinö kurulu devlette, doğaldır ki, toprakların (bölgelerin, yurtlukların ve malikânelerin) resmî ekonomik hesabı, birincil görevi oluşturuyordu; bu, feodallar tarafından, doğal, parasal ve askerî yükümlülüklerin yerine getirilmesini güvenceye bağlıyordu.
Olasıdır ki. Küçük Asya’da divanlar, kesin şekliyle
S Y a z ıc ıo ğ lu A li, III, 109.4 Y a z ıc ıo g lu AH, III, 253.S Y a z ıc io g lu AU, III, 368.6 M ükrem in H alil. A n ad o lu n u n F eth i, s. 76.
251
Sultan I. Alaaddin Keykubad tarafından kurulm uştur. Geleneksel olarak 24 boy sayısına göre, 24 yazman vardı (divan münşileri, divan kâtipleri); bunlardan on ikisi, devlet varlığının gelirlerinin (emval-i milk) hesabını yürütüyor, ve diğer on ikisi orduyu, bağış tım arları yönetiyordu/
Ayrıca, "gelir defterlerini” (emval-i defateri) tu tan Osmanlı dönemi yazmanları, "defterdarlar” vardı.®
Hâzineyi yöneten özel b ir resm î görevli de (hazinedar) bulunuyordu.
Gözetim ya da mali görevlerin öneminin yanısıra, devlette diğer işlevler de vardı. Belli ki, daha başka b irtakım divanlar ya da m akam lar bulunuyordu.
Dış ilişkiler bölümü, ya da basit deyimle dış yazışma, vezarat divanında bulunuyordu. Vakayiname’de "melik- ül-küttab”, "yazmanlar em irine” değinilmektedir, ve olasıdır ki, bu, daha sonra Osmanlılarda (16 -17. yy.) (reis ül küttab,) sanım alan dışişleri bakanıdır;’ galiba, gene yazm anlardan olan "m ünşi”ler (davetdar)'“ ve çevirmenler (tercüman) bunlar arasında sayılıyordu. Daha çok, "elçilik çevirmenleri” olan bu kişiler, kendine özgü bir tü r diplomat işlevi görüyorlardı,” örneğin, îbni Bîbî'nin babasının biyografisinin gösterdiği gibi, bunlar, sultanın verdiği siyasal görevleri yerine getiriyorlardı; vezir Sa- deddin Köpek de, başlangıçta, elçi çevirmeniydi.
Selçukluların dış politikası, doğudaki ve batıdaki kom şularına yönelikti; diplomatik yazışmaların yürütülmesi için, üslup inceliklerinde usta, geniş bilgi sahibi kişiler gerekliydi; bu aygıtta, genellikle tranlılar, Horasan-
7 Y a z ıc ıo g lu A li, III , 210.S Y a z ıc ıo g lu AH, III, 105. A y n ca bkz: F. K öprülü . B izan s M üessese lerl-
n ln T esir i, s. 204.9 A m a b aşlan g ıçta . S u lta n II. M eh m ed’in ''K an u n n am e" sin d en g ö rü l
d ü ğ ü g ib i b u n la r ın b ü yü k b ir ö n em i yok tu ; bkz; F. K öprülü . B izan s M ües- sese ler in ln T esiri, s. 215.
lo tb n i B îb î, IV, 80.11 Y azıo ıog lu A li. III, 381.
252
lılar çalışıyordu, ve sultanlar, belge düzenleme yetisine (inşa ü mektubat)'^ (yazışma ve belgeleme) yüksek değer veriyorlardı.
Selçuklularda, yazışmalar, hangi dilde yürütülüyordu? Tarihçi Aksarayi'nin savma göre, 13. yüzyıla değin, Küçük Asya'da, belgeler, Arapça olarak yazılıyordu, ve yalnızca, Baba Tugrai’nin yerine geçen Vezir Fahreddin Ali ibn Hüseyin (yani Sahibata) için, belgeler, vezirin de belgeleri okuyabilmesi için Farsçaya çevrilmişti.'^ Daha önce V.V. Bartold 'un yazdığı gibi, bu, kuşkusuz, "son derece inanılmaz” b ir durum dur. Arap dili, tüm zamanlarda, şeriat temelinde faaliyet gösteren kum m lardan, dinsel yönetimden kaynaklanan belgeler için devam ediyordu.
Bu durum, kuşkusuz, çok daha önce meydana gelmişti ve "kutsal dil” üzerinde eğitilmiş olan okuryazarların hizmetinden vazgeçilmesi anlamına geliyordu. Selçuklular, Küçük Asya'ya, Iran kültürüyle içli dışlı olmuş olarak geldiklerine göre, Selçukluların devlet düzeninin temellendiricisi Nizam ül Mülk'ün dili de üstün gelmek durumundaydı.
Çok geçmeden, îbn i Bîbî’nin deyimiyle “insan güruhu” Cimri ayaklanması sırasında yeni b ir reform oluşturm uş, Fars dili, yerini Türkçeye bırakm ıştır. "Bundan böyle, divanda, sarayda, özellikle Türkçe yazılması” için karar alınmıştır.''* Anlaşılan, Moğol saldırısından sonra, halkın alt tabakaları harekete geçmiştir; taşra, sınır bölgelerinde yaşayan Oğuzlar, devlet dairelerinde yerleşmiş yabancılara karşı protestoda bulunm aya başlam ışlardır. Farsça, bunlar için anlaşılmaz b ir dildi, ve meıkezi yönetim, ayrıca, Fars dilini, ancak, istemi dışında kabul etmiş
12Y azıcıogm Ali, III, 105.13 V. B artold . O n y ek o to n h v o sto çn ıh rukop isah , str. 0129, prim . 2.M lb n l B îb l, IV. 326,
253
olan, yansını hıristiyanların oluşturduğu kent halkı, za naatçılann da, taşrayı desteklemeleri nedeniyle, ödün vermek zorunda kalmıştı.
Böylece, en sonunda, Küçük Asya’daki yönetim aygıtında, Türk dili, üstün gelerek yerini bulm uştur.’
Selçuklularda, yüksek makamları, daima İranlılar işgal ediyordu; örneğin (Sultan I. İzzeddin Keykavus zamanında) divan "sahibi” H orasan kökenliydi, "devlet yazm anı” ise Tebriz’dendi, yani yerli (Küçük Asya’h) kişiler değildi.'^
Vakayiname'de, genellikle, kurum lardan çok, bunları yöneten kişiler anılm aktadır, bu ise, devletin yapısını değil, olayların gidişini anlatan yazar için doğaldır.
Doğu'da, işleri, küçük yazman hizmetlilerin oluşturduğu, söz dinleyen b ir organ olan divandan çek, başkan durum undaki "sahib” çözüme bağlıyordu.
Başkanın durum u bağımsızdı, o, divanda istediğini gerçekleştirebiliyordu.
Bağışlama tezkereleri, buyrukları, kararnam eler ve anlaşm alar şeklindeki sultan belgeleri (takrir,'^ ahkâm, sevzendname, (yemin, ant mektubu, antlaşma, ç.) menşur'®), m ühürle ("tuğrayla”) onaylanıyordu, ve m ühürü basan kişi, büyük b ir rol oynuyordu. Mühürün basılması, b ir belgenin divandan geçişinin en önemli ve son aşamasıdır. Herhangi b ir karışıklık ya da panik sırasında, darbeler zamanında, bu aşama, birden öncelik kazanıyor, herhangi b ir önemli belgeye m ühür basılıyordu.
Örneğin, b ir seferinde, iktidar savaşımında üstünlük
15 V. B artold . O n y e k o to n h v o sto çn ıh ru h op u sah , str. 0126.16Y azıcıoğlu A li, III, 105,17 O sm anlI dön em in d e, b u ter im i, b e lk i m ü lk ü ya da görevi on aylayan
belge a n la m ın a g e len (m ukarrernam e) ter im i karşılıyordu. Bkz; V. Sm irnov, agy. s. 125, n o t. 2.
18 "M enşur” sözcü ğü yle , ku şk u su z, t ım a r b e lgesi kasted ilm ek ted ir; krş: W. B Jörkm ann. B eitrege zu r G esch ich te der S ta a tsk a n z ie i im Islam isch en A egypten . H am burg, 1928, p. 51.
254
sağlayan saray hizibi, Şemseddin Mahmud Tugrai’yi cömertçe ödüllendirmişti. Yalnızca “Baba” adıyla övülen bu kişi, anlaşılan, resmî hizmetli kesiminden değildi; Küçük Asya’ya, belki, H orasan'dan gelmiş ve, anlaşılan, gizli dinsel propogandayla uğraşıyordu. Ama o, ustaca belgeler düzenleyebilen yüksek nitelikte b ir üslupçu idi.” Çok uzun süre görevde kaldı. Öyle becerikliydi. Ve ona, öylesine alışıldı ki, kendisi için "Tugrai” (sultan mühürü “Tuğra basan”)^ lakabı yerleşti. îk i Selçuklunun birden tahta kurulduğu sırada doğan saray karışıklıklarından yararlanarak, o, sarayın şakşakçı takımına, yüksek devlet makam ları gösteren belgeler düzenledi ve m ühür vurarak bunlara ferman gücü sağladı.^’ Büyük b ir mal canlısı olan Baba Tugrai, daha sonra. Sultan II. Keykavus’un vezirliği görevinde bulundu, ama yetkilerini adaletsizce kullanması, sultanın hoşnutsuzluğunu üzerine çekti ve idam edildi, mal varlığına el konuldu.^
Bu yüksek görevli, genellikle, “pervane”^ sanını taşıyordu (pervane, belki tim ar ve zeamet işlerini yönetiyordu); bu, bazan, daha yüksek b ir göreve, vezirlik görevine gelmek için b ir başlangıç, b ir hazırlıktı. Örneğin, eski görevine ilişkin anı, lakabında devam eden M uiuüddin Pervane, vezirliğe, pervanelikten yükselmişti.
Vezir, fiilen, sultan adına yönetimi gerçekleştiriyor-
1 9 lb n l B îb î, IV, 83, 157.20 O ğuzlar tara fın d an , O rta A sya'dan g e tir ilen b u sö zcü ğ ü n k ök en i b e lli
değild ir; bkz: W. B artold . 12 V orlesun gen , p. 119. — F. K öprü lü: B izans M üessese lerin in T esir i, ss. 199 - 200. F. K raelitz . O sm an ich e U rkund en . W ien, 1918; p. 18, n o t. — T uğra k on u su n d a ayrıca bkz: A libey 'in (Tarlh-1 O sm anî E n cü m en i M ecm u ası, no: 43 - 44) ve B ab in ger’lu (D le grossh er lich e Tuğra. E in B eitrag zur G esch ich te des O sm an lsch en U rkund en w esens. Jah rb u ch der A sla tlsch en K u n st, Bd. II).
21 İb n i B îb î, IV, 251.22 v. B artold . O n yek otorıh v o sto çn ıh ru kop isah , s tr . 0129.23 Sözcü k lerd en aktarm alar yap an H alil E dhem (Tarih-1 O sm anî E n cü
m en i M ecm u ası, no: 35, s. 653, n o t .) "Pervane'; sözcü ğü n d en , veziriazam ın y a rd ım cıs ın ı an lam ak tad ır. A yrıca bkz: K. H uart'ın , A flâ k l'n ln çev irisi ü ze rine yazsı (I. 80, n o t .) .
255
du. Vezirlik m akam ının belirtileri olarak mürekkep hokkasını, bazan, özel b ir ihsanı ve talihi de, o, sultandan alıyordu. O, sultanın sivil alandaki yardımcısıydı.^'*
Bazan, az okumuş kimseler de, vezirliğe yükselebiliyordu; böylelerinden biri üzerine tarihçi Aksarayi, gerçekten de olmuş b ir fıkra anlatm aktadır. Sultan II. Gıya- seddin Mesud’un veziri Fahreddin Mustavfi Kazvini, insanı ürpertecek denli bilgisizdi; b ir defasında, o, “Cizye nedir?” diye sormuştu. O sıralar, cizye (müslüman olmayan halktan alman genel vergi), Selçuklularda hâzinenin başta gelen gelirini oluşturuyordu.^
Sasanilerde, divanın başında bulunan yöneticiye bey, başkan anlamında “sahib” deniyordu.^
Bu Arap sanı, egemen beyler için de kullanılm aktadır; örneğin, Vakayiname’de (Farsça metinde) “Şam sahibi” (Sahib-i Şam) anılm aktadır.^ 607 tarihli (1210/11) Dokuzhan K ervansarayının Arapça yazıtında Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev de, "müminlerin hüküm darının muzaffer yardım cısı”, “onun dostu, dava arkadaşı” (sahâ- be) ® olarak ünvanlandırılm aktadır.
Küçük Asya’da, Rum Selçuklularında da, sözcük ("başkan”, “dava arkadaşı”) anlam larında kullanılmaktadır; Yazıcıoğlu Ali Vakayinamesi’nde de, gere, "divan sahibi” (sahib-i divan)^ deyimine rastlanm aktadır; "uğursuz” vezir Muinüddin Pervane, Moğollarla barış yapmış olan “sahib” Mühezzibeddin'in oğluydu.®*
24 P. K öprülü . B izan s M üessese lerin in T esir i, s. 188, n o t. 1.25 V. B artold . O n y ek otorıh v o sto çn ıh ru kop lsah , str . 0133 - 0134.24 F. K öprülü. B izan s M ü essese lerin in T esiri, s. 188, n o t. 1. (lite ra tü r de
g ö ster ilm iştir ). — A yrıca bkz: M ax von B erchem . MatĞriaux pour u n Corpus İn scr ip tion u m A rablcarum (—M em olres de l’I n s t itu t Prançals pour l'ArchS- o lo g le O rientale , X X IX , p. 20) ve Kcyclop^dle de l ’Islam , IV, 62 (b u n u n la b ir lik te , T. C routher O ordon'un y a z ısı b itm e m iştir ).
27İb n l B îbî, IV. 224.23 Cl. H uart. E pigraphle arabe, p . 36 (ter im in a n lam ı k on u su n d a bkz: s. 77).29 Y a z ıc ıo ğ lu A li, III, 215; ayrıca III , 105.30 H alli E dhem , K ayseriye Şehri, s. 82, not.
256
Divanlar üzerindeki yüksek yönetici, yüksek görevli kişi, Selçukluların veziri ayrıcalıklı olarak “sahib" sanını da taşıyordu. Örneğin, Konya'da gömülü olan ünlü vezir Fahreddin, sonraki kuşaklara, "Sahibata" sanıyla geçmiş, Konya'daki büyük bir sulam a kanalında da adı devam etm iştir.
Bazan, sultanın iradesizliği ya da güçsüzlüğü ortamında ilerleyen vezir - sahib, b ir diktatöre dönüşüyordu; yüksek orun sahipleri, sultanın önündeki yerlerini aldıkları zaman. Sultan II. İzzeddin Keykavus'un veziri Şem- seddin Muhammed İsfahanı (o, anlaşılan İranlıydı) tahta yaslanmış, bu davranışıyla kendisinin “tahtın dayanağı” olduğunu göstermişti.
Sultanın askerî alandaki genel yetkilisi "naib"di, sultan ona altın b ir kılıç bağışlıyordu.®' Bu maKam, sultan iktidarının görüntüsel olmaya başladığı Moğol döneminde ortaya çıkmış gibidir.
Bununla birlikte, naib, genel olarak vekil vali anlamına gelen b ir cins isimdi; sultanın taşradaki temsilcileri de naib olarak adlandırılıyorlardı.
Sefer sırasında, ordulara kom uta edilmesi şeklindeki yüksek askerî yönetim, "beylerbeyine” (begler begi) veriliyordu. Bu, em ir ül üm era sanının Türkçeye çevirisidir; ayrıca b ir de, "em irü'l üm era” deyiminin anlamdaşı olan "m elikü’l üm era” deyimi geçmektedir.^
Beylerbeyi (begler begi) sanı, b ir zamanlar, halifeyi Bağdad’a yerleştiren Büyük Selçuklu Tuğrul'a Abbasi Halifesi tarafından verilmişti; şimdi, kudret hisseden Rum Selçukluları, bu sam, kendileri (bazan “m elikü’l üm era” şeklinde de) bağışlam aktadırlar. J. Deni’nin varsayımına göre, bu, t.S. en azından 5. yüzyılda. Erm e
si Y a z ıc ıo g lu A li, III, 247. Y azıciog lu A li'de, (III, 68) B izan s ordu k o m u ta n la r ı da n a ib olarak ad lan d ır ılm ak tad ır .
32İbn i B îbî, IV, 183.
257
nistan yöneticilerine, Sasaniler tarafından verilen "işhan işhanats” Erm eni sanının b ir çevirisidir.^ Her nasıl olursa olsun, hem Araplar, hem Türkler üzerinde yansıyan İran kültürü etkisi, yeniden görülmektedir. Ama bu eski İran sanı, sonradan, Türklerden kendi yurduna dönmüştür: 19. yüzyılda, İran 'da "beylerbeyi”, askerî validir. Ba- zan, yüksek kom utan için, ayrıca “çaşnigir” '* sanı bulunsa da, genellikle bu, "çaşnigir” (tada bakan) teriminin etimolojisinden de ortaya çıktığı gibi, çeşnici ve saki görevlerini yerine getiriyordu; o, şölende yiyecek dagıtı- yordu.“
Selçuklular, “b ir denizden (Karadeniz) diğer denize (Akdeniz)” yayıldıkları zaman, onlarda, deniz kuvvetlerine kom uta eden em irler de ortaya çıktı; bunlar, türlü sanlar taşıyordu; "deniz kom utanı” (reisü'l bahr), “kıyılar emiri (emirü’l sevahil), "kıyılar beyi” (melikü’l sevahil).^
Geleceğin sultanı şehzadenin eğitimcisi, baba olarak adlandırılan "atabeg”, Selçuklularda, büyük etkiye sahipti, bu da saygın b ir sandı.^^
Küçük Asya'da, genellikle, İranlılardan ve Araplar- dan aktarılan ünvanlar, “şah”, "padişah” sanları (Meclis Emiri Behram şah'ın adında olduğu gibi), Selçuklular tarafından cömertçe dağıtılıyordu.
Sultan Veled’den sonra, Mevlevi tarikatı şeyhi, ge-
33 J . D eny. Som m alre des arch ives tu rg u es du Calre. Le C aire 1930, pp. 41 - 42.
34 ît)n l B îbî, IV, 183.35Y azıoıoglu A li, III, 215.36Bkz: F. K öp rü lü ’n ü n d ü şü n celer i (B izan s M üessese lerin in T esiri, ss.
208 - 207), B ana da öy le geliyor ki, K aradeniz'de bir "reis ü l bahr" (d en iz k o m u ta n ı) bu lu n u yord u ; b u n u n la b ir lik te krş: “S lovo Laz,arya T rap ezu n ts- kovo" (Y. K ulakovskIy, agy. s. 96). " İkonya su lta n ın ın k o m u ta n ı B eis Y e- tu m a, S in op 'ta b ir gem i e le geçirm iştir .”
37Buhara'da, ("atab«kl'> k arşılad ığ ı a n la şıla n ) "atalık", h izm et h iy e rarşisinde 15., en y ü k sek rütb eyd i, bkz: A. Sem yonov, agy. s. 14. n o t 2. Bu "atabek" (ya da K afk asya ’da "ata lık ” ) ter im i, M. O. K osven 'in g österd iğ i g ib i (S ovyetsk aya e tn ografiya , 1935, no; 2) a n a erk lllik ten a taerk lllige g eç iş te k i d ü zen ve ilişk iler in k a lın tıla r ın ı İçerm ektedir.
258
nellikle, yabancı (Suriye ya da Kürt) b ir san olan "çelebi" (Çelebi Amir Arif) ünvamnı taşım aktadır.
îbn i B atû ta’nın 14. yüzyılda Küçük Asya yolculuğunu yaptığı sırada, Eğridir yakınındaki Gölhisar’m ve Sinop’un dinsel işlevleri olmayan hüküm darlarının sanları da çelebi idi.^ Ama, ahiler (îzzeddin Ahi Çelebi) ve dinsel feodallar da, “çelebi” sanı taşıyabilmektedirler.®’
Aynı sırada (14. yüzyıl), b ir de, Kumlardan aktarılan "efendi” sözcüğü ortaya çıkıyor, ama bu, o zaman için, çok saygın b ir sandır, sultanın K astam onu'daki kardeşi, böyle adlandırılm aktadır.'” Bu anlam, Osmanlılarda da devam etm iştir; özellikle tahtın ardılına “efendi” sanı veriliyordu.
Em irlerin sayısı, oldukça yüksekti. Boy başkanları “beyler”, sultanın görevlileri gibi, "em ir” sanını taşıyorlardı: Em ir Karatay, Em ir Yutaş, Em ir Ceıal Horasa- ni vb.. Ayrıca, özel görevlerde bulunan, örneğin, "emir-i ahur”, Osmanlılarda sultanın seyisbaşı olan, "m irahur” ya da "im rahor” gibi em irler de vardı.'*'
Kentte, polis yöneticisi işlevi gören şihne vardı. Sa- m aniler zamanında, bunun b ir muhafız divanı vardı. Bu da, zenginlikleri elinde toplayan büyük yöneticilerdendi. Sivas'ta, Hüseyin ibn Cafer adlı birinin gömülü olduğu (ö. h. 629 = Î.S. 1231) b ir yapının öreni bulunm aktadır, bu bina, “Şihne gümbeti” olarak bilinmektedir.''^
Bugünkü Konya’nın taşra yaşamından görüldüğü gibi, geceleri, muhafızlar, adını farsçadan alan "pasban” (basban), kenti dolaşıyordu.'’® Ama, bu, genel b ir kent
38 İb n l B a tû ta , II, 270 - 350,39 İb n l B a tû ta , II, 349.40 İb n l B a tû ta , II, 345.41 Y azıciog lu A li, III, 163.42tam all H akkı, S ivas Şehri, s. 108. B olu 'da "Şah neler'’ yöresi b u lu n
m aktadır, b e lli kİ, burada "şahne" top rağı vardı.43 B u sözcü k İstan b u l'd a b ilin m iyor; burada korum a iş lev ler in i "bekçi
ler” yerin e getirm ekted ir.
259
kurumuydu: "Pasbanlar”, daha sonra, uzun süre, Avrupa Türkiye’sinde bulunm uş, b ir halk türküsünün hâlâ dile getirdiği, 19. yüzyıl başındaki b ir ayaklanmayı gerçekleştiren Pasbanoğlu da bunlar arasından çıkmıştır.
Yüksek orun sahipleri, sultanın nezdinde b ir "meclis” oluşturuyorlardı. Bu, önemli devlet ve aile sorunlarının, savaş, sultanın evlenmesi vb. konuların görüşülmesi için toplanan danışma organıydı. Biçimsel olarak, burada, çok zengin ve etkili kişilerden b ir başkan da fVakayina- m e’de "meclis em iri” Mubarizeddin Behram şah anılmaktadır) bulunuyordu, am a asıl ağırlığı sultanın oyu taşıyordu. Bazan, sultan, meclisin tutum una aykırı olarak, canının istediği b ir karar alıyor, başarısızlık durum unda, yüksek görev sahipleri, yapılan yanlışı, onun yüksek görevlilerin öğütlerinden saptığını vurguluyorlardı. Buradan da açıkça anlaşılıyor ki, meclis, eski boy meclisi, kurultay kalıntılarım koruyordu.
Selçuklu devletinde, görülüyor ki, görevler için hiyerarşik b ir düzen vardı; genellikle, beylerbeyi sanı, meclis emirliğinden yüksekti, ama sultan, b ir defasında meclis emirini, beylerbeyinin sağ ve sol kol beylerinin üzerinde b ir konuma getirmiştir."”
Yüksek görevliler, yönetimi, kendi çocuklarına, akrabalarına ve kendilerine yakın kişilere devretmeye çalışsalar bile, görev makamları, kuşkusuz, biçimsel olarak babadan oğula geçmiyordu. Bu meslekî ya da grupsal kapalılık, kişiden özel bilgiler istendiği yerlerde devam edebiliyordu ,yani buralarda da zanaatçılarda olan ayıklama meydana geliyordu.
Devlet aygıtında yüksek b ir konumda bulunan kişinin oğlu, ya da varlıklı birinin oğlu, iyi b ir eğitim görüyor ya da görebiliyordu, ve onun önünde geniş b ir gele-
44 Y azıciog lu A li, m, 197 - 198.
260
cek açılıyordu. îşte, Selçuklu vakayiname yazarlarının kişiliğinde de, devlet görevlilerinin önemi görülmektedir: îbn i Bibî saraya yakın b ir aileden gelmektedir, babasının lakabı "Tercüm an”dır, yani "elçi çevirmenidir”, Türkçe- ye, vakayiname uyarlayan Yazıcıoğlu Ali de, adından da anlaşıldığı gibi okuryazar ("yazıcı”) çevreden gelmiştir.
Devlet dairelerinde, daha sonra, Türkiye’de de yerleşen "siyakat” ("noktasız”) yazı kullanılıyordu. Mektup yazılması, üstelik yabancı dilde belgeler düzenlenmesi, karm aşık b ir iş olduğuna göre, sultanlar (örneğin StıltanI. Alaaddin Keykubad), bu görevlerin, eğer yapabilecek yetenekte iseler, oğullarda devam etmesine izin veriyorlardı; böylece, işin niteliği, sanatkârlık düzeyi yükseliyor, buna karşılık ödüllendirme de artıyordu.'*®
Sultanın buyrukları, yazılı olarak veriliyordu. Örneğin, toprak yönetimiyle ilgili b ir buyruk, b ir fermanla onaylanıyordu; savaş için ordu toplanırken, sultan, beylere m ektuplar (mektub, biti) gönderiyordu.'^ Ama genellikle, başkentte bulunan sultan, sözlü buyruklar da veriyordu, ve eğer bu, b ir ilk buyruğu yürürlükten kaldıran karşı buyruksa, doğruluğunu göstermek için, ada kazılı b ir yüzük gönderiyordu.''^ Yüzüğün bulunduğu kişi, sultan adına davranıyordu. Yüzük, onun sözlerine, karşı gelinmez b ir güç, sultan buyruğunun gücünü sağlıyordu; bu, sultanın, yüzük verirken, sanki yetkisini devretmiş olduğu, kendine özgü b ir tü r tılsımdı.
Yüzüğün anlamı, folklor ürünlerinde de çok iyi saptanm ıştır, “Akıllı Kadın” (Afanasyev’in derlemesi) m asalında, sultan baba, "en büyük güvence” işareti olarak
45 Y a z ıc ıo ğ lu AH, III, 2İ0 - 211; "H att ü b e la g e tte ve İnşaya ve s iy a k a tte o lsa te r b it ve şe fk a t Idüb m ersu m u m u cib in z iyad e İderdl.”
46 P. K öprü lü , S u lta n II. M ehm ed za m a n ı belge lerin e dayanarak "biti" n ln ("n işan " an lam d aşı olarak) "vakıf" b elgesi o ld u ğ u n u varsaym aktadır (B izan s M ü essese lerln ln T esiri, s. 15.)-
47 Y a z ıc ıo ğ lu A li, III , 279.
261
oğluna yüzük gönderir.Belli ki, bu, üzerine, sultan tarafından seçilen bir
simgenin, onun “tugra”smın, "tevki”inin (padişah buyruklarına çekilen nişan, ç.) kazındığı ada yazılı b ir yüzüktü.'® örneğin, kaleye kapatılm ış bulunan şehzade Ala- addin’i rahatlatm ak isteyen Em ir Seyfeddin, ona, kardeşinin yüzüğünü götürür, başlangıçta, emire korkuyla bakan Alaaddin, kardeşinin gerçekten öldüğüne inanır."”
Eğer başkentte düzensizlik baş göstermişse, burada, feodallar arasında, yönetim için savaşım, makam savaşımı (çünkü iktidar zenginlik getiriyordu) şeklinde hırgür çıkmazsa, taşradaki durum, çok daha ağır oluyordu. Buralar, feodalların keyfi tutum una terk edilmişti. Bunlar, toprak üzerindeki hakkı, en geniş şekliyle anlıyor ve halkı ezerek bitkin düşürüyorlardı. Nizam ül Mülk, halkın refahına özen gösterilmesi konusu üzerinde ısrarla durm aktadır, ama belli ki, bu, gerçekleşmekten uzak b ir iyi dilek olm aktan öteye geçmemiştir.
Çalışmasını Rum Selçuklu Sultan I. Gıyasettin Key- hüsrev’e ayıran Büyük Selçuklu tarihçisi Ravendi, hüküm dar ve tüm ordu “em lâklar ve bağışlanmış topraklar konusunda tanrı yasasının buyruklarını izledikleri için... kentlerin geliştiğini, bölgelerinse, meskûnlaştığı- nı"“ belirtm ektedir.
Ama, ister istemez, bunun, "ulemanın sığınak, köylülerinse huzur” ' buldukları sultana b ir övgü olduğu kuşkusu ortaya çıkıyor. Her ne olursa olsun, durum, genellikle böyle değildi.
Devletin bölünmüş olduğu beyliklerin iç düzeni, gene de değişikti. Öyle ki, beyliğin nasıl ve hangi koşullar-
-iBP, K öprülü . B izan s M üessese lerin in T esiri, p. 199. n o t. 2, 3.49Y azıoıoğlu Ali, m , 188.50 A. A, Sem yon ov'un çev irisin d ek i aktarm ayı alıyorum (agy. s. 27;
R avendl’ye yap ılan gönd erm e d o ^ u değ il: 40. sayfa d eğ il, 30. say fa ).51 R avendi, ed. Igljal, p. 248.
262
da devletin bileşimine girdiğine bağlıydı. Bunlar, Selçuklular tarafından, eski savaş arkadaşlarına verilmiş olan (örneğin, Erzurum ’da Saltuk, Gümüşhane’de Mengücük, ya da Sivas’ta Danişmend gibi) yarı bağımsız bölge miydi, yoksa, beylik, Selçukluların Küçük Asya’da belirmesinden önce olduğu gibi, bölgesini yönetmeye devam eden genellikle hıristiyan da olabilen (Diyarbakır’da olduğu gibi) eski hüküm darların egemenliğinde kalmaya mı devam ediyordu.
Bölgenin ya da çevrenin başında, özellikle, soy başkanı, sonraları, birlik kom utanı olan “subaşı” bulunuyordu; o, aynı zamanda "hâkim ”di, yani askerî güce dayanarak yönetimi yürütüyordu. Bu, yönetim ve yargı işlevlerini üzerinde toplayan b ir askerî vali, b ir küçük hüküm dardı. Oğuzlarda, subaşı, boyun başkanı olarak han işlevlerini yerine getiriyordu.®^
"Subaşı” terim inin gösterdiğine göre, önceleri, sultan, b ir (Oğuz) boyunu, herhangi b ir bölgenin işgali için gönderiyor, Oğuzlarda boyun başında ise, subaşı bulunuyordu. Çevredeki yerli hıristiyan halk da, ona bağlanmış durumdaydı; sonra, o, b ir bölge üzerinde tam yönetim i de elde etm iştir, daha geç dönemde ise, anlaşılan, boy başkanı olmayan biri de subaşı m akam ına gelebiliyordu.
Subaşıların ne denli güçlü olduğu, "üçlü yönetim” zamanında. Kayseri Subaşısınm Sultan IV. Rükneddin Kılıçarslan’ın, devletin tek hüküm darı ilan edebilmesinden belli olm aktadır.
Bölge yöneticisinin genel olarak büyük yetkileri vardı. Örneğin, Sivas’ta bulunan meclis emiri Mubarizeddin Behramşah, b ir sultanın yetkilerine sahipti: Onun yönelim i altında beyler ve prensler,® yani daha Bizans dev-
52 W. B arthold . 12 V orlesungen , p. 101.53 Y a z ıc ıo ğ lu Ali, m , 257.
263
rinden kalan bazı Erm eni egemen prensleri bulunuyordu. Uzun süre, yerlerinde kalan emirler, tehdit edici b ir gücü temsil ediyorlar ve sultanlar da bunlardan çekiniyorlardı (örneğin, Em ir Ertokuş, 20 yıl boyunca Antalya'da yaşamıştır. Bu, anlaşılan, herhangi b ir Oğuz boyunun yaşlı önderidir).
Bir bölgenin başında bulunan resmî kişi, genellikle, iki san taşıyordu: Türkçe "subaşı” ya da Arapça “em ir”. Daha eski olan birinci terim, Orta Asya'dan geçmiştir; bu terimler, b ir zaman, iktidarın, yönetiminde b ir evrimi yansıtarak b ir arada var olduysa da, sonunda "em ir” sanı birincinin yerini almıştır.
Taşrada, ayrıca, merkezi yönetim organı olan divanların şubeleri vardı. Kuşkusuz, sefer sonrasında, başkentten taşraya, mal varlıklarının kaydı ve nüfus sayımı için yazmanlar geliyor, bunda, belli ki, gözetim am açları güdülüyordu.
Küçük feodallar, zanaatçılar, köylüler, tüm ü ezilmiş durumdaydı. Hepsinden kötüsü kuşkusuz, köylülerin durumuydu.
Ahlat’a, savaştan sonra, başkentten yüksek görevliler gelince, bunlar her şeyden önce kalelerin kom utanlarını yerlerinden alm ışlar ve köylüler topraklarına dönmüşlerdi. Anlaşılan "kalelerin” kom utanları (ketval-i kala), feodalların çıkarlarını koruyorlardı ve güçlerinin yettiğini, en çok da köylüleri eziyorlardı.
Prensleri, Selçukluların egemenliğini kabul etmiş olan hıristiyan bölgelerin halkı, en iyi koşullarda bulunuyordu; bu halk kesimi, yalnızca "haraç” tanıyordu, halk "haraca bağlanm ıştı” (haraç kezer), ama prensler içte özgürdü. Selçuklulardan kalıt olarak alınan bu özgürlük sistemini, Osm anhlar da, müslüm an olmayan topluluklara uygulamışlardır.
Rüşvetçilik, haraçlar, en 50ikardan alt katm anlara
264
değin her yanda egemendi: sultandan küçük feodala kadar. Tarihçi Aksarayi, Sultan II. Alaaddin Keykubad'ı bile doğrudan rüşvetçilik ve zorbalıkla suçlam aktadır.^
Türk milletvekili Aziz Samih’in, “ 1913-1914 yıllarında, Türk - Iran sınırında neler gördüm ?”“ başlıklı anılarında, göçebelerin yerleşmiş olduğu sınır şeridi boyunca egemen olan "yönetim” yöntemlerinin geniş b ir görünüm ü verilmiştir. îran hükümetince, Rizaiye’ye (Urmiya) atanan vali, Tebriz'den görev yerine varıncaya değin, üç ay geçmişti. Yol boyunca, halk, tam anlamıyla soyuluyordu; vali, boy başbakanlarına [aşiret reislerine], at, katır, erzak için ekipler gönderiyor, emrindekileri, itaatsizlik durum unda, ölümle tehdit ediyordu. Selçuklular döneminde de, “yerel yönetim ”, böyle başına buyruk ve u tanmazdı.
Haracın ne olduğu, kuşkusuz, başkentte de biliniyordu. Adaletin koruyucusu Sultan I. Alaaddin Keyku- bad, divanların yetkisi içindeki (“divan”, yani sivil yönetim) davalarına, her gün kendisi bakıyordu. Ve genellikle, davalar. Oğuzların alışılmış hukuk “töre” temeline dayanarak gecikmeksizin^ çözüme bağlanıyordu (örneğin, mirasçılar hızla, mülklerinin başına geçiriliyordu). Kışları, Akdeniz kıyısına gidince, sultan, burada zulmedenlerle ilgili mahkeme kuruyordu. “Mazlum”lar, ona başvuruyorlardı, ve bunu, hesap sorulması izliyordu. Sultan, Konya’da da, sivil dava duruşm aları düzenliyordu.
Nizam ül Mülk tarafından kabul edilen eski b ir Sa- sani geleneği gözetilerek (yeni yıl, "nevruz” günü hüküm darın halk önünde hesap vermesi),'^ Sultan I. Alaaddin Keykubad mahkemeye çıkıyor, ve herkes, ondan şikâyetçi olabiliyor ya da şikâyetini sunabiliyordu.
54 W. B arthold . O n y e k o to n h v o sto çn ıh rukop isah , str. 0138 - 013T.55 "V akit” gazetes in d e b a sılm ıştır , 1934, no: 5929.56Y azıcıog lu A li, III, 215.57 K. İn ostran tsev . Sasan ld sk lye etyu d ı. spb., 1909, str. 98, prim . 2.
265
Selçuklularda, dinsel mahkeme olan, şeriat mahkemesi de vardı. Din alanma ilişkin davalarm duruşmala- rmı. Kadılar (ve müftüler) yürütüyordu. Selçuklularda, Kadı, yüksek dinsel temsilciydi, Osmanh döneminde, bu, şeyhülislamdır.
Ayrıca, merkezden denetleme kurulları gönderilmesi ya da yönetim konusunda rapor verilmesi için, yönetici beylerin bulundukları yerlerden çağırılması yöntemi de uygulanıyordu. Aflâki, Vezir Muineddin Pervane’nin (Sultan IV. Rükneddin Kılıçarslan’ın sarayının bulunduğu) Kayseri’ye b ir sınır beyini (beyaz kalpakları icadeden Mehmed’i) çağırdığını anlatıyor. Bey, Celâleddin Rumi'nin himayesini yoklamak amacıyla, yolu üzerinden Konya'ya uğram ıştır.^ Ya, bey kendisinde b ir suçluluk du- yumsuyor, ya da K aratay’m ölümünden sonra ,halk üzerinde yılgı yaratan Muineddin, ondan rüşvet koparm ak istiyordu.
Cezalandırmalar hızlı ve kesindi. Alışılmış (hafif) ceza, değnek, (çevgan) vurmaktı, ve bundan, em irler de paylarını alıyorlardı, örneğin, perdedarlar emiri, yüksek görevlilerin silahlı m uhafızlarının saraya girmelerine izin vermesi yüzünden, 50 değnek hak etmişti.^ Eğer birinin ihanetinden kuşkulanılmışsa, önce taşınır ve taşınmaz mallarına elkonuluyor, sonra, bunu (boğma, asma, ya da baş kesme şeklindeki fiziksel ölüm) idam cezası (siyaset) izliyordu.^ Bazan, devlete karşı suç işleyenin, isyancının (kendisini Sultan II. îzzeddin Keykavus’un oğlu olarak gösteren) Sahte Siyavuş'a yapıldığı gibi, canlı canlı derisi yüzülüyor ve, samanla doldurulup, düşmanlara korku olsun diye, kentlerde dolaştırılarak gösteri- liyordu.^'
58A flâkl, 1, 10.59 tb n l B!W, IV, 113.M Y azıc ıog lu Ali, III, 277. 393.61 İb n l B lbî, IV, 333.
266
Mahkeme kararını, “adliye başkanı (mirdad), uygulamaya koyuyordu.^ Bu görevde b ir süre bulunanlardan biri (1250 y.) sonradan vezir olan Sahibata’dır.“
Çok daha acımasız, ve herhalde, daha eski b ir cezalandırm a da yaygındı: Suçlu eve kapatılıyor, ve ev ateşe veriliyordu. Halep üzerine başarısız seferinden sonra (1218), Sultan I. îzzeddin Keykavus böyle davranmıştı. Kabahatli oldukları varsayılanlar, birlik kom utanları, bütün yalvarm alara karşın, elleri ve ayaklan bağlanarak (Rabad T artuş’ta) b ir eve kilitlenmişlerdir; evin çevresine odunlar yığılmış ve yakılmış, dışarı fırlam ak isteyen olunca da sırıklarla geriye, içeriye itilm işlerdi."
Bu, alışılmış b ir cezalandırmaydı. Örneğin, 14. yüzyılda, Tversk Knyazı da, Tatar elçisi Çolhan’m bulunduğu evi yakarak acımasızca cezalandırmıştı. 16. yüzyıl şairi Lamiî "F ıkralar” kitabında, kendini çıldırmış gibi gösteren ulem adan birinin subaşını, muhtesibi ve kadıyı, kısaca, saygın b ir grubu evine davet ettiğini, ve evi odunlarla ateşe verdiğini anlatm aktadır. Osmanlılarda, bu cezalandırma, en azından 17. yüzyıla değin kalm ıştır, "ateşte yakm a” (ahrak-ı balnar) genellikle camilere, özellikle de mezhep sapması gösterenlere uygulanıyordu: tslâm- da, cesedin yakılması en ağır c e z a la n d ırm a y d ı16. yüzyılın sonunda. Küçük Asya’da büyük b ir ayaklanma gerçekleştiren Karayazıcı yandaşları, bu yüzden, ölen önderlerinin gövdesine hakaret edileceğinden kuşkulanarak, onu küçük parçalar halinde kesmişler ve değişik yerlere göndermişlerdir. Bir defasında da b ir zamanlar, kendisine ihanet eden erkândan birinden (Zahireddin) öç almak için, sultan, onun mezarının açılmasını, kemiklerinin ya-
6 2 Y azıcıog lu A li, III, 199.63 H alil E dhem , op, olt., 105.64 Y azıciog lu A li, III, 181 - 182; tb n l - B ibt, IV,65 A. M ez, op. c lt., 350 - 351.
267
kılmasını, külünün rüzgâra savrulmasını bujrurmuştur.“Ölüyü aşağılama, Küçük Asya’da rastlanan b ir du
rum du; Bizans tarihçisi Duka’nın anlattığına göre. K araman beyi, Bursa’yı ele geçirdiği zaman, Sultan I. Yıldırım Beyazıt’m cesedini, mezarından çıkarmış ve kalıntılarını yakm ıştır.
Bazan, yüksek görevliler, m akam larından alınıyor ve sürülüyorlardı. Örneğin, erkândan Behaeddin Kutluca, anadan doğma çıplak olarak bindirildiği b ir katırla, Kay- seri’den Tokat’a sürgüne gönderilmiştir.*^ Tıpkı böyle, tehlikeli şehzade kardeşleri, yeğenleri de, sultan, uzakta b ir yerlere sürüyor, ve orada, b ir kale içinde, onlar, sonsuz b ir korkuyla yaşıyorlardı.
Bazan, suçlunun mal varlığına elkoyulduktan sonra, sultan, belki geçici olarak, hapsetmekle yetiniyordu, ve ona, gündelik tayın belirleniyordu: Yarım "m ena”, yani "batm an” et, iki ya da üç "m ena”' ekmek veriliyordu. Buradan anlaşılacağı gibi, hizmetli yine de aç kalmıyordu.
Ayrıca, hapishaneler de vardı. Herhangi b ir yengi ya da yeni sultanın tah ta çıkışı nedeniyle, m ahpuslar, özgür bırakılıyordu; bu, b ir genel af, siyasal am açlar güden b ir önlemdi.
Merkez (başkent) ve kenar (taşra) arasında yollar açılmıştı; tüm ülkede, b ir "posta istasyonları” ağı uzanıyordu, "yam”, ve "yam atları”na‘’ bindirilm iş "ulak”lar,^
6 6 y a z ıc ıo ğ lu Ali, III, 62 - 63, 106, 176, 182.67 tb n l B îbî, IV, 115.6B İb n l B ib i, IV, 217. ''M ena”n m ağ ır lığ ı 640 '‘m iskalle" (—2,97 kUogram )
(T ebriz'de) 1000 "M lskal" (— 4,6 k ilogram ) arasın da değişm ekted ir .«9Y azıcıoğ lu AH, III, 232.70 U lak (p osta) a tıd ır , am a b u sözcük , an lam ca, k a tır ve deveyi de
İçerebiliyordu, bkz; A. Y akubovsk iy . V ostan iye Tabari, str . 115, prim . 1. — G ü n ü m ü z Pars d ilin d e , sözcü k , “nezak eten " "eşek'’ a n la m ın d a k u lla n ılm ak tad ır , bkz: N. B elgorodskly. Sovrem yonn aya persldskaya lek sik a . M. —L., 1936, str . 35. — B uhara'da, b u sözcü k ten , a t lı araba ta ş ım a c ılığ ı İşi an laşılyordu , bkz: A. Sem yon ov, agy. s. 6, n ot. 10.
268
sultanın buyruklarını dağıtıyor (çapar) ve sultanı, her şeyden haberdar ediyorlardı (kasad). "Yam” denilen ulaklar kurum u, Moğol döneminde, artık, kesin biçimini almış durumdaydı. Moğolca "yam” terimi, bunu dile getirmekted ir/'
Sultan, sarayında kuşku içinde, tetikte yaşıyordu; kendisini, sanki, düşmanlarla, komplocularla çevrelenmiş gibi duyumsuyordu. Böylece, curnalcılık ve tuzakçılık gelişmişti; hizmette göze girmek isteyen herkes için geniş b ir ufuk açılmıştı. M utfakta, yiyecekleri, bunların hazırlanışını gözden geçiren (belki b ir bakıma, harcam aları da denetleyen) özel hizmetli m em urlar (mutbahın müşerefleri) bulunuyordu;^^ bunlar sultanın sağlığının gözeticileriydi.
Selçukluların kendilerinden uzakta bulunanları gözetimde tutm ak için çok daha büyük gerekçeleri vardı; bu gözetim için, "devletin gözcüsü" (müşerref-i memalik) sanını taşıyan b ir yüksek görevlinin (müşerref) başında bulunduğu m uhbirler kurum u oluşturulm uştu. Bunlar, yerel bölgelerde olup biten her şeyden, sultanı haberdar ediyorlardı. Nizam ül Mülk, Büyük Selçuklulara m uhbirler kurum unu ortadan kaldırm alarını öneriyordu, ama halifelerden aktarılm ış olan bu casusluk sistemi. Küçük Asya’da yürürlükte kalmaya devam ediyordu.
71 B. V lad lm lrtsov . Z am etk i k d revn etu ryetsk im 1 starom on go lsk im te k s - tam . DAN—B. 1929, str . 290.
7 2Y azıcıog lu A li, III, 188. — A. K n m sk ly , agy. s. 133 (yorum , an laşılan , B eyh ak i'd en a lın m ıştır ).
269
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Ordu, Ordunun Bileşimi - Boy Birlikleri - Feodallann Birlikleri - Savaşın Karakteri Ülke İçindeki Asker!
Birlikler ■ Ücretli Birlikler
Selçuklularda ordunun örgütlenmesi, Nizam-ül-Mülk’' ün eski Mogollardan aktarm aları yansıtan buyrultularının b ir yinelenmesini ortaya koymaktadır.
Toplam sayısı 24 olan Oğuz boylarından, savaşa, belirli b ir birim olan "tüm en” geliyordu.
Kötü b ir biçimde derlenmiş Oğuzlardan oluşan bu insan kitlesi, özellikle, yalnızca çeteci akınlar için elverişliydi; b ir beldeyi (tarlaları, bağları, bahçeleri) yakıp yıkma ve yağmalama; düşmanı çabucak barış istemeye zorlayan savaş yöntemi, işte buydu. Savaş uzadığı zaman, bu, savaşçıları bıktırıyordu; baharda ya da yazın savaşa başlayan askerler yoruluyorlardı, kış gelince, sultan ordu
270
ya izin vermek zorunda kalıyordu; kış aylarında, ordu, dinlenmeyi yeğliyordu, b ir yıl geçtikten sonra ise, askerleri yeniden burada toplam ak gerekiyordu.
Bu durum, göçebelerin düzenli hareketine benziyordu, ne de olsa, ordu da bu göçebe öğelerden oluşuyordu.
Örneğin, b ir zamanlar, ilk Rum Selçuklusu tarafından fethedilmiş bir kent olan İznik’in (Nikeya'nm) Os- manlılar devrinde kuşatılması, 32 yıl sürm üştür. Kent, üzerinde 300 kule bulunan surlarla çevrilmişti. İbni Ba- tû ta 'nm yazdığına göre Sultan "Osmancuk” (Osman), kenti, yaklaşık 20 yıl boyunca kuşatm ış ve ölm üştür. Onun oğlu, İhtiyareddin Orhan, kuşatmayı, 12 yıl daha sürdürmüş ve ancak böylece kenti ele geçirmiştir.’
Daha 9. yüzyılda, Cahız’ın işaret ettiği gibi, Türkler, iyi askerlerdi, onlarda ok atmaya ve ata binmeye büyük önem veriliyordu.
Oğuz boyları, savaşçı yetenekleriyle belirginleşmişlerdi; devletin sınırında yer alan onlar, daima hazır durum daydı. Sınır korum a görevi yünitüyor ya da hıristiyan kom şuları üzerine akınlar düzenliyorlardı.
Ordunun başında, 24 han, melik ya da em ir bulunuyordu, yani 24 Oğuz boyundan toplanmış olan askerî b irlikler, bağımsız askerî birim özelliği gösteriyordu. Boy başkanlar!, sınır beyleri için kullanılan terim lerin çeşitliliği, Küçük Asya'da, göçebelerde meydana gelen evrimi ortaya koymaktadır; boy başkanı, hana, subaşma, giderek b ir feodala (melike) ya da askerî kom utana (emi- re) dönüşüyordu, yani Oğuz kolunun başında, artık, köken olarak bu boyla bağlantısı olmayan b ir kişi bulunabiliyordu.
Kuşkusuz, asker kesimini oluşturanlar, yalnızca Türkmen boylan değildi. Küçük Asya'da, Baba tshak'ın
l i b n l B a tû ta , II, 322.
271
yönettiği ayaklanma patlak verdiği zaman, sultan, Malatya’dan “Türkleri ve Germiyanları" getirtm işti. Demek ki. Vakayiname, bunları açıkça birbirinden ayırmaktadır. Her halde, bu, daha sonra batıya kayan ve güçlü b ir beylik kuran K ürt aşiretiydi.
Ne var ki, daha önce, Büyük Selçukluların başlattığı fetihler için, boyların süvari birlikleri yetersizdi. Onlar, Samanilerdeki askerî örgütlenmeyi almışlardı (krş: örneğin “sipahiler” terimi). Onlarda, artık, korum a birlikleri de ("candarm alar”) bulunuyordu.
Küçük Asya’da da böyle oldu. Oğuz kolları ordunun çekirdeğini oluşturuyordu; kısa sürede ordu, (bir bölümüyle hıristiyanlıktan müslümanliga geçen) Küçük Asya yerli halkının toprağında yerleşerek ekonomi yürüten feo- dallardan gelen birliklerle bütünlük kazanmıştır.
Sultandan toprak alan feodal, sultana insan ve asker yardım ında bulunm akla yükümlüydü. Yani feodal, denebilirse, "atlı ve silahlı o larak” hizmete geliyordu; askerî tım ar sisteminin esası da, devleti, ordu besleme kaygısından kurtarm asında yatm aktadır.
Niğde kentinden b ir birliğe ilişkin vakayinamedeki değini,^ daha büyükçe kentlerin feodallara bağışlandığı, bunların da, o kent çevresinde yer alan toprakları, kendilerinin dağıttığı şeklindeki doğal varsayımı doğrulamaktadır. Toprak üzerinde oturan küçük mülk sahipleri, feodallara bağlanıyor, savaş zamanında ise, kenti elinde bulunduran feodalin çevresinde birleşiyorlardı. Kendisine bağlı çevre köyleriyle, her (büyük) kent askerî birlik sağlıyordu. Birlikler, büyüklük bakım ından farklıydılar, ama onlar bağımsızdı, ve bu da, kuşkusuz, savaş sırasında, manevraları ve operasyonların yönetimini güçleştiriyordu. Feodalların birliklerinin sancakları da vardı. Bu
2 Y a z ıc ıo g lu A li, III, 19S.
272
sancaklar üzerinde, soyun ya da feodalin herhangi b ir işareti bulunuyor muydu (böyle birşey olanaksız görünse bile), bilmek ilginç olurdu.
Ayrıca, devlet sancakları vardı. Sultanı anım satan kara sancak üzerinde, Romen tarihçi B ratianu’nun varsayımına göre, Bizans’tan Selçuklulara uçan b ir kartal göze çarpıyordu,^ ama, olabilir ki, bu arm a betimlemesi, Selçukluların totem kalıntılarıyla çakışıyordu. Ama 13, yüzyıl Selçuklu sancaklarından birinde, "Selçuk mersiyesi”- ne bakılırsa, Sadreddin Konevi ve b ir ejder betimlenmiş- ti; bu ise, artık, Moğol etkisini, Selçuklular tarafından Moğol egemenliğinin kabul edildiğini dile getirmektedir.
Birlikler, savaşa, kendi kom utanları ve sancaklarıyla katılıyorlardı. H. 1178 yılına (18. yüzyılın ikinci yarısı) ait b ir ferm anda görüldüğü gibi, “fatihlerin torunlarından” 2 bin kişilik birlikte, "kırk sancak açılm ak” zorundaydı, yani her 50 kişi b ir birim oluşturuyordu. Selçuklular döneminde de, "ellilikler” bulunduğuna göre, açıktır ki, 18. yüzyılda. Oğuzların torunlarında, henüz eski örgütlenme devam ediyordu. "Ve onlar, silahlanmış olarak hâzineden altı aylık yiyecekleriyle, çadırlarıyla Selanik'ten Gürcistan’a yürüyorlardı.'* vb..
Rum, Erm enistan ve Diyarbakır orduları, yani Rum, Erm eni ve K ürt bölgelerinden feodallarm birlikleri geliyordu. Selçukluların bağlı beyliklerinden gelen birliklerin sayısına ilişkin sayı (500 bin), inandırıcı değildir. Küçük Asya’daki hıristiyan nüfusun m iktarı Küçük Asya’yı fetheden Türk boylarının sayısından (Oğuz boylarından 270 bin kişi geliyordu) sanki yalnızca iki kat fazlaymış gibf
3 D ogu'da, k arta lın ta r ih in i, da lıa önce, R am uzio ay d ın la tm a k is te m iş tir . B esim A talay , k arta lın T ürk anm ası o ld u ğ u n u savu n m ak tad ır , bkz; VI. G ordlevskiy. İz J lzn i sovrem yon noy T u rts ii. V ostok , kn . 3, str. 206. Bkz: Fr, C u m o n t’u n d ü şü n ce ler in in ö zeti (Fr. C um on t E tud es syrien n es, Paris, 1917, pp. 3 5 -1 1 8 ) .
4 A hm ed R efik , agy. s. 218 - 219.
273
bir durum çıkıyor, bu sonuç, kuşkusuz, aldatıcıdır. Oğuzla r için savaş b ir spordu, ve onlardan, doğaldır ki, daha yüksek b ir oran, tüm sağlıklı halk kesimi, savaşa gidiyordu.
Ayrıca, Selçukluların siyasal yöneticisi Nizam-ül- Mülk, hıristiyanlardan da asker alınmasını öğütlüyordu. Buna göre, egemen hıristiyan prensleri, Selçuklulara, her yıl (belli ki, hıristiyanlardan oluşan) askerî birlikler yol- luyorlardı. Örneğin, (yenilgiye uğramış olan) Ermeni Kralı II. Levon, elindeki toprakları koruyabilmek için, her yıl, bin atlı ve 500 topçu, yani seçkin savaşçılar göndermeyi yükümlenmişti.
Kırım Savaşı sırasında, Asya Türkiyesinde iki yıl geçiren M. Lihutin'in belirttiğine göre, sonraları, Osmanlı ordusunda da, b ir bölümüyle, hıristiyanlar (Ermeniler) fiilen hizmet etmişlerdir.®
Ama hıristiyanlar, asker olarak, herhalde güvenilmez öğelerdi ve askerlik hizmetinden istekle uzak tutuluyorlardı. Onlar, genellikle, kurtulm alık parasıyla askerlik hizmeti dışında tutuluyorlar ve "bedel” vergisi yatırıyorlardı.
Küçük toprakları elinde bulunduran tım ar sahipleri, yani sipahiler, bağımsız olarak savaşa gidiyorlardı. Gene de bunların sayısı, göreli olarak fazla değildi; o sıralar huzursuz b ir dönem yaşanıyordu, ve insanlar güvenlik için güçlü feodallara tutunuyorlar ve onların uyruğu oluyorlardı.
Savaş zamanında, loncalar, geride bulunan askerî birliklerde hizmet eden kişiler sağlamak zorundaydı. Os- manlı dönemi için gerçek olan düzenleme, kuşkusuz, Selçuklulardan aktarılm ıştır.
Olağanüstü ivedi durum larda, —örneğin Moğollar
5 M. L lh u tin , agy. s. 44.
274
zamanında, b ir kez olduğu gibi— sultan, saray birliklerini de orduya katıyordu.*
Sonuçta, Selçuklularda, ordunun bileşimi karmaydı, ama bu ordunun İbni Bîbî tarafından işaret edilen sayısı abartılm ıştır/
Askerî eğitim gevşek yürütülüyordu. Askerî idmanlar ve oyunlar (süngü, kılıç, çomak oyunu) için alanlar (talimhane)® kurulm uştur, bunlar, Cl. H uart’m sözcüğü anlamak istediği şekliyle,’ devlet (ya da beylik) toprağında yaşayan sipahi ve haseki çocuklarının eğitim gördüğü askerî okullardı. Arada bir, sultan, feodalin askerî bilgilerinin b ir yoklamasını yapıyor, kom uta heyetinin gösterisini izliyordu; am a kuşkusuz, bu yetersizdi; kitleler eğitimden kaçınıyordu.
Ordu toplandığına ilişkin buyruklar, Selçukluların nereye yayılmaya niyetlendiğine bağlı olarak gönderiliyordu; 13. yüzyılda, baskı, doğudan geldiğine göre, devletin doğu sınırında bulunan ve seferin de tüm külfetini taşıyan boy başkanları, Malatya, Maraş beylerine yapılan çağrılara değinilmektedir.
Sefer öncesinde, ordu, genellikle, devletin coğrafi merkezinde bulunan Selçukluların “tah t” kenti Kayseri'- de’° toplanıyordu. Burada, sultan, orduyu denetliyordu. Geçit resmi ve oyunlar, daima, savaş ruhunu yükseltiyordu.” Sultan I. Alaaddin Keykubad tarafından, halifenin yardım ına gönderilen büyük b ir askerî birlik, Bağdad'a yaklaştığı zaman, savaş sanatı gösterisi yapmış,'^ hızlı hareketiyle, binicilikteki ustalığıyla, ok ve mızrak atışıyla vb. izleyenlerde sevinçli b ir şaşkınlık uyandırmıştı.
6 tb n l B îb î, IV, 182.7 P . K öprülü , S e lçu k ller Z am anın da A n ad o lu ’da T ürk M ed en iyeti, s. 215.s Y azıciog lu A li, m , 211 - 212.9 Cl. H uart, E plgraphie arabe, p. 45.lO tbnl B îbî, IV, 199.11 Y azacıoglu AH, III, 315.12Y azıcıoglu A li, III, 21T.
275
Gelenekleri gözeten sultan, “şölen” veriyordu, ve sultan güçlü olduğu ve askerî girişimleri yengiyle sonuçlandığı sürece, her şey yolundaydı.
Sancaklarını açan ordu, müzik eşliğinde, düşman üzerine yürüyordu. Ordu birliklerinin görünümü, onların "ölüyü bile sersemletebilecek” olağanüstü haykırışları, BizanslIlar üzerinde sarsıcı etki uyandırıyordu.
Daha, Sultan Sancar (12. yüzyıl) zamanından beri, coşturucu gürültülü sesler çıkaran tuhaf b ir müzik, günde beş kez, “sancari” havasım (nevbet senceri) çalıyordu; Selçuklular, müziğe, onun orduyu esinlendiren gücüne, b ir tü r dua gibi bakıyorlar ve, belli ki .müziği b ir yürüyüş m arşı haline sokarken, göçebelerin eski akıncı- lığını, yüksek b ir dinsel yararlılık düzeyine çıkarmak istiyorlardı.
Köylüleri rahatsız etmemek ve onları haraçlarla yıpratm am ak için, daha Nizam ül Mülk, yollar üzerinde, belli uzaklıklarla ordu için erzak depolan hazırlanmasını öğütlüyordu. Bu noktada, Rum Selçuklularının da, öğütlerini izlemek durum unda olduğu Büyük Selçuklu vezirinin devlet anlayışındaki yüksek bilgelik dile gelmiştir.
Ordunun ilerisinde ise, ülkenin durum u ve düşman kuvvetleri hakkında komutanlığa bilgi ulaştıran gözcü- haberciler (casus) hareket ediyordu.
Yangöçebe halkta atlı birlikler, ordunun temel öğesini oluşturuyordu. Bu birlikler, kom şular için felâket demekti, ve Türkün daima gururla yinelediği b ir atasözü vardı: “Türkün atının ayak bastığı yerde, ot bitm ez”. Yengi kazandığı yerde, ordu, halktan özel olarak at nalı vergisi alıyordu.
Piyade, o kadar önemli değildi.'^ Osmanhlarda, piya-
la ib n l B îbî, IV. 183. —Bkz: F. K ö p rü lü 'n ü n (B izan s M üessese lerln ln T es iri, s. 244. n o t. 1) N izam ü l M ülk 'ün b u yru k ların a (b l. X IX ) d ayalı d ü şü n celeri.
276
de (14. yüzyılın ilk yarısında), Orhan’ın büyük kardeşi vezir Alaaddin'in girişimiyle kurulm uştur. Ayrıca, kalelerin ve kentlerin kuşatılm ası sırasında etkin olan özel b irlikler de vardı; teknik donatımı daha yüksek olan yabancı feodallar, topçu birlikleri sağlıyordu.
Okçu askerler, “zevebun”, “ok 'larla , kısa ve uzun m ızraklar "nize” ile silahlandırılmıştı; mızraklı "nizedâr”, birlikler, galiba, kılıç da taşıyorlardı. Barış zamanında, bu silahlar kuş ve yaban hayvanı avı için de kullanılıyordu.
Oklar genellikle zehirli ve çentikliydi; gövdeye saplandıktan sonra, çıkarılm a sırasında, bunlar, büyük ağrıya yol açıyordu; ateşli silahların devreye girmesinden sonra da, Osmanhlarda, bu silahlar uzun süre kullanılmıştır. Bunların, vuruşm a sırasında ne kadar etkili oldukları belli değildir. F. Bernye, bunların "hedefe isabet edenlerden on kat daha fazlasının havada ziyan olduğunu ya da yere saplandığını” yazıyor.
Düşmanın darbelerinden korunm ak için, savaşçılar, zırh takım ları giyiyorlardı. Bunlar “zırhlı” (zerrepaş) askerlerdi, ayrıca, kuşkusuz, "kalkan” da kullanılıyordu. Savaş silahları silah depolarında (zerdhane) korunuyordu.'^
Taşlar, "etkin ateş”, “Rum ateşi”, çerh’® aracı ya da atışları (Farsça tayr-i çerh) de devreye sokuluyordu. “îgor Alayı Destanı”ndaki “şereşir”' sözcüğü buradan geçmiştir.
Genel olarak, silahlar yerli yapımdı; ama daha zengin olanlar ya da saray hassasında görev yapanlar dışalımla getirilmiş, silahlara sahiptiler; Şam ve Taşkent ok-
M tlm l B îb î, IV , 223.15 Araç, b a ru t do ld uran dem ir to p b o ru su n d an İbaretti.16 P. M. M eldoranskl ta ra fın d a n ö n er ilen yorum (bkz: ZVO, t. XIV, str.
X X III; tzv e st iy a O td elen iya ru sskovo y azık a 1 s lo v esn o stl A k ad em ll N auk, t . V II, str . 299 - 301); b u e tim o lo ji P. Y. Korş ta ra fın d a n k a b u l ed ilm iştir .
277
la n ve yayları, “Yemen ve H indistan” işi kılıçlar vardı.'^Feodal b ir ordu, nasıl silahlanmış olabilirdi? Bu, 15.
yüzyılın ilk yarısında, B. dela Broyker’in anlatım ında görülm ektedir: Sultan II. M urad’ın 120 bin askerinin yarısı —atlılar— silahlanmış durtımundaydı, yayalar ise kötü donatılmıştı, çoğunluğu yalnızca sopa taşıyordu. Daha zengin feodalların kollarının oluşturduğu ordu birlikleri, kuşkusuz, teknik bakım dan daha iyi donatılmıştı.
Askerî donatım yetkin olmayınca, taraflar arasındaki çatışma kısa mesafede meydana geliyordu, demek ki, göğüs göğüse çarpışm a ve hatta teke tek savaş, alışılmış b ir durumdu. Türklerde, Oğuz boylarında, kişisel yararlılığıyla çarpışm anın sonucunu belirleyen alp ve bahadır tipi böyle oluşmuştur.
Yüksek sanını b ir yana bırakan sultanlar bile, bazan, isteyerek, teke tek vuruşmaya girişiyorlardı. Bizans’a sığınmış bulunan Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev, im parato ru aşağılayan küstah b ir F rank’ı düelloya çağırmıştı. O, belki de, sonra Frank’la teke tek vuruşm ada ölm üştür. Aralarında, önceden, çatışma ya da düşmanlık bulunan kişiler de (erkân), istekle, teke tek vuruşmaya girişiyorlardı,’® burada, belki, kan davası yasası etkin oluyordu.
Hem sağ kolda, hem de sol kolda, alpler ve bahadırlar bulunuyordu; bunlar, belirleyici anda çarpışmaya atılan özel birlikleri oluşturuyorlardı. Vakayiname, Konyah sipahi Salor Yoluk Arslan’m, m üslüm anlıktaki adıyla Hü- sameddin’in, Antalya surlarına tırm anan ilk kişi olarak yararlığına işaret etmiştir.
Açık alanda savaşmaktan çekinen düşman, kent ya da kale surları ardına gizlenmeye özen gösteriyordu. Surlarla çevrilmiş durum daki kale, düşman kuşatm asına kolaylıkla karşı koyabiliyordu. Surların önüne hendekler
1 7 lb n i B îb î, IV, 383. ıS Y a z ıc ıo g lu Ali, III, 116.
278
kazıltyordu. Evliya Çelebi, Rumeli'deki Sarı-Saltuk tekkesini anlatırken (17. yy.) şöyle diyor: “Kale, yalçın kayalar üzerinde konumlandığı için, hendek yok”.
Kale kuşatm ası için, daha, Sasaniler’ce kural ve öğütler geliştirilmiş, bunlar, “Ayinname”” de yansımış ve galiba, Nizam ül Mülk tarafından da kullanılmıştır.
Kaleye yaklaşan ordu, burada yaşayanlarla dış dünya arasındaki bağı koparıyor ve içeriye dalabilmek için, gedik açmaya çalışıyordu. Bunun için, tü rlü kuşatm a donatım ları kullanılıyordu: “Mancınık”lar ve kuşatm a mekanizmaları (iradat) Antalya’nın kuşatılm ası sırasında, kentin karşısına, surları taşlarla parçalayan 100 mancınık kurulm uştu. Sultanın, karm aşık donatım lar sağlanmasını bile feodallara önermesi, ayırıcı b ir özelliktir. Savaş öncesinde, beylere ve beylerbeyine gönderilen mektuplarda, sultan, m ancınıklara ilişkin de anım satm ada bulunm aktadır
Halk, kuşatm ayı önceden seziyor, ve kentte büyük erzak yedekleri toplanıyordu, örneğin, (Antalya yakınındaki) Kugunya kalesi kuşatm aya karşı hazırlık yaparken, kırk am bar dolusu hububat, dokuz am bar bal, yağ, badem ve tuz, odun yığınları, depolanmıştı; suyla doldurulan sarnıçlarda, denizdeki gibi dalgalar meydana geliyordu. '
Sultan, başka araçları, savaş eylemlerine yeğliyordu. O, halkın psikolojisini etki altına almaya çalışıyordu. Örneğin, düşm ana korku vermek için, kalenin önünde, tutsakların kesilmiş kelleleri sergileniyordu. Casuslarından aldığı bilgilerle, Sinop’u ele geçirmenin nasıl güç olduğunu bilen sultan. K ir Aleksis’i zincire vurm uştur; cellatlar, onu kentin surlarına yaklaştırm ışlar ve, ayaklann-
19 K. tnostrantsev, agy. s. 40,20Y azıcıogIu A li, III, 234.2 1Y azıcıog lu AH. III, 393.
279
dan asarak işkence yapmaya başlam ışlardır. Görünümü seyretmekten bezen kent halkı, teslim olmaya razı ol- m uşlardır.^ Burada, hüküm dara bağlılık andı duygusu incitilmiştir.
Sultan, kent çevresinde çiftliği bulunan kentlilere (feodallara) da maddi zarar veriyor, ve tarlaları, bağları, bahçeleri yakıyordu. Görüldüğü gibi, bu savaş zamanında alışılmış b ir yöntemdi. Halk, kent çevresindeki bahçelere çok değer veriyordu. 637 (1239) yılında, Amid (Diyarbakır), Selçuklulara teslim olduğu zaman, sultan, kent halkına lütfunu bağışlamıştır: Bahçeler, devlete vergi yükümlülüklerinden bağımsız tutulmuştur.^^
Ya da„^ensonu, sultan, rüşvet vererek kaleyi teslim olmaya boyun eğdiriyordu, ve bu da güç değildi. Gerçi, kalede b ir komutan, garnizon kom utanı bulunuyordu, ama kalenin ayrı ayrı bölgeleri, kulelerin ve mazgalların vb. komutası tek kişiye bırakılıyordu, ve burada ihanet için geniş b ir alan açılıyordu.
Örneğin, D iyarbakır’ın kuşatılm ası sırasında, her nedense, hosnutsuz, ihanete karar vermiş ya da altın hırsına, çekiciliğine kapılmış b ir Kürt, Ibni Dinar, Sultana adam lar yollamış, kulelerdeki savaşçıları, belli koşullarla güvenceleyerek kendi yanına çekmiş, bunlar, içerden kale kapılarını açmışlardır.^'’
Sık sık şöyle de oluyordu, m üttefiklerinden ya da kom şularından yardım alamayınca umutsuz durum a düşen kale, sultana, teslim görüşmeleri için temsilciler gönderiyordu. Eninde sonunda, düşüş kaçınılmazsa, yaşayanlar, gönüllü ba&lanmavı, ülkenin yakıp yıkılmasına yeğliyorlardı; gönüllü teslim, şeriata göre, zorbalık ve yağm adan kurtarıyordu.
22 Y azıcıog lu AH, n r , 134.23 A li Em lri, O sm anlI V llâyâ tı Şarklyesl, İsta n b u l, 1918, s. 50.24İbn i B îb î, IV, 224.
280
Teslim olma koşullan tüılü türlüydü: Bazan, kadınların ve çocukların çıkmasına izin veriliyor, ya da halk bütünüyle kaleden ayrılıyordu. Belki bu, askerler ta rafından gelecek aşırılıklardan çekinen, başka mezheplerden olan ya da müslüm an olmayan b ir halktı, daha büyük olasılıkla, burada, hem hıristiyanlarca hem müslüman- larca gözetilen "uluslararası hukuk" işliyordu.
Bir defasında, sultan, öç duygusuyla, kale kom utanına, binek atları satılmasını yasaklamış, ve o, sınıra kadar askerleri tarafından taşınmıştır.^®
Ganimetlerle ağırlaşmış ordu, evine dönüyordu. Sultan, yeni b ir sefere değin orduyu özgür bırakıyordu.
Askerlerse, ganimetlerinden b ir bölüm ünü seve seve Allah yoluna bağışlıyorlardı. Örneğin, 607 (1210) yılında Konya’da "Akıncı” camii inşa edilmişti; belki de bu yapıyı, "akınlar” sırasında zenginleşen herhangi b ir sınır beyi yaptırm ıştır.
Savaşta yararlık gösteren ya da düşman birliğini yok eden bahadırlar ve alplar, sultan tarafından ödüllendiriliyordu. Atlarının boynuna altın süslemelerle işlenmiş yak kuyruğu, "Kutas" bağlanıyordu, sıradan savaşçılar arasında "alp lar” böyle ayrılaşıyordu.^'*
Her yana, Osmanlı Sultanı Orhan'ın da hemen benimsediği b ir yöntem olarak gürültülü "yengi duyurular ı” (Fetihname) dağıtılıyordu.^ Bu, kendi türünde b ir siyasal propagandaydı. Yalan ya da istenmeyen söylentiler yayılmasını önlemek için, sultan, başkaldırmayı düşünen düşm anlarına korku salıyor, ve kararsız ya da güçsüz dostlarını sevindiriyordu.®
Bir halk türküsü, "dost ağladığı, düşman gülmeye
25Y azıcıog lu AU, r a , 198.26Y azıoıoglu AH, III, 211.27 J . H am m er, G. O. B „ 1, 148 - 149, 580 - 587,2SP. K öprü lü . B izan s M ü essese lerln in T esiri, s. 273.
281
başladığı zam an” doğan derdin etkisini çok renkli şekilde yansıtmaktadır.^
Devletin iç düzeyinin korunm ası için de, (maaşlı çalışan) sürekli b ir askerî güç bulunuyordu. Tüm ülkede, "ordu kom utanlarına” (serleşker, subaşı) bağlı birlikler yerleştirilmişti.®’ Birlikler, kenar bölgeleri, düşmanın sızmasından korkuyordu; kentlerde ve kalelerde, polis, karakol hizmeti yürütüyor, yollar boyunca, kervansaraylarda, geçitlerde vb. konumlanıyorlardı.
Moğol saldırısından sonra (olasıdır ki, daha Selçuklular zamanında da), maden ocaklarına, askerî birlikler yerleştirilmişti; hiç değilse (Muineddin Pervanenin saf dışı bıraktığı karşıtı) Şerafeddin Hatıroğlu, Bulgar m adeni "kutvalını” elinde bulunduruyordu (burada 20. yüzyılın başında da maden filizi çıkarımı zanaatı sürdürülüyordu).
Halk, için, bu, ağır b ir yüktü: Feodalların yanında hareket eden askerî birlikler, zanaatçıları, köylüleri vb., vergilerle ve diğer yükümlülüklerle haraca kesiyor, so- jmp soğana çeviriyorlardı.
Devlet suçluları da, aynı şekilde kalelerin yöneticilerine, kom utanlara (dizdar) em anet ediliyordu. Mahpuslardan, bunlar sorumluydu. Kaçış ya da kaybolma durumunda, m ahkûm a kesilen ceza, kom utana yansıyordu.
Karışıkhk zamanlarında, kale garnizonlarının önemi oldukça artıyordu. Çok daha fazla yetkinin ellerinde b u lunduğunu kavrayan bu kuruluşlar, zorbalık yapıyorlardı. Selçukluların yıkılışından sonra, Konya'ya. Karamanoğ- lu egemen olduğu sırada, kalenin başında, "havasız” Türk- lerden yüz kişilik birliğe kom uta eden Kılıç Bahadır adlı "çolak hırsız” bulunuyordu.®’
29 pr. G lese. E rzah lu n gen u n d Lleder, pp. 59, 82, 72.30 '‘Subaşı" ter im iy le , galiba, boy askeri b ir liğ in in k o m u ta m (ya da
b elk i, doğrudan b oy b a şk a n ı), "serleşker" te r im iy le feod al b ir lik k om u tan ı kasted iliyord u .
282
Sultanın başkentine gönderilen büyükelçiliklere eşlik etmek, yol boyunca elçiliğin saldırılardan ve takılm alardan korunm ası için, sınırda bulunan ordudan b ir m uhafıza onur birliği seçiliyordu; bu, sınır beylerinin görevleri alanına giriyordu.
Kısaca, Selçuklularda, ordu, güvenilirlikten uzaktı; sistem köhneleşmişti. Küçük Asya’da, ortam , karmaşık durum aldığı ölçüde. Oğuzlar tarafından Orta Asya’dan getirilen askerî düzenleme zayıflamıştır. Bu, artık, düzenli b ir ordu değil, daha çok, yağma düşüncesiyle ileriye atılan derme çatm a b ir yığındı. Bozulma, feodalların b irliklerini de sarm ıştır; büyük b ir birlik anlayışı, henüz, her şeye karşın, feodal yapının daha yavaş sızdığı sınır beylerinde gözlemleniyordu; köylü kaynaşmaları sırasında, son olanak olarak, sultan, devletin sınırından, Erzurum ’dan birlikler çağırmış, ve ancak o zaman Baba İs- hak’m üstesinden gelmişti.
Akdeniz kıyısında (şatolarda yerleşen). Batı AvrupalI baronların ortaya çıktığı 12. yüzyıl sonunda ve 13. yüzyılın başlarına doğru, sultan. Franklardan kiralık (echor, ecrihor) birlikler^^ edinmeye başlam ıştır; bu birliklere, her yerde rastlanm aktadır (Arran’da Gürcüler ve Franklar hizmet ediyorlardı); genel olarak, daha önce, örneğin, Urfa’da olduğu gibi. Haçlı - Frankların egemen olduğu yerlerde kiralık birlikler belirmiştir.®^
Bununla birlikte, Selçuklular, Frank birliklerini, daha önce de tamyabilmişlerdi. Frank birlikleri, çok eskiden, Bizans im paratorlarının hizmetinde bulunm uşlardı. Onlar, çoktan beri, Selçuklulara da yanaşma eğilimlerini duyumsatıyorlardı. Örneğin, 11. yüzyıl sonunda (1072 yı-
31 A flâk i, II, 374. — M etin d e b ir söz oy u n u vardır: “Dizdar" (k a le ko- im u tam ) ve "düzddâr'' (a s ıla s ı h ırs ız ).
32 ib n l B îb î, IV, 301. — A yrıca bkz: F. K öprü lü . B izan s M ü esseseierin in T esiri, s. 247.
33Y azıcıogIu A li, i n , 199.
283
lında), Norman gönüllü birliğinin önderi (Ursel), Tutuk’- un tarafına geçtiği zaman böyle olm uştur. H ıristiyan vas- sallarm kendisine getirdiği birlikleri gördüğü zamanlar, sultan, bunların avantajlarını denemişti.
Belirtmeli ki, yalnızca yabancılardan değil, Türkler- den de ücretli askerler vardı. Kişisel güvenliğini düşünen büyük feodallar da, ancak, bel bağlayabildikleri kiralık birlikler besliyorlardı: Sahib Şemseddin, karışıklıkları bastırm ak için, kendi birliğini, sınıra gönderir göndermez, karşıtları bundan yararlanm ış ve onu öldürmüşlerdi.
Yardım dileyen halifeye, gücünü göstermek isteyen Sultan I. Alaaddin Keykubad, kılıçlarla silahlanmış 5 bin kişilik b ir birlik donatmıştı. "Rum ülkelerinde”, ayrıca, Türklerden seçilmiş ve Küçük Asya’da, Selçuklularda zengin feodallara dönüşmüş alplara ve bahadırlara, hizm etkârlar (hançer güzâr) eşlik ediyordu. Maaşlı olan b irliğe, ayrıca, 10 bin akçe "yolluk” (yol nafakası), yıllık yedekleri verilmişti; güvenilir ve cesur kom utanlar seçilmişti.^ Bu, Oğuzlardan oluşan eski birliklerden ne denli uzaktır!
Sultan, Franklardan oluşan kiralık birliğin dayanıklılık ve direşkenliğine, feodal orduya olduğundan daha fazla um ut bağlıyordu. Bunların geçindirilmesi pahalıya mal oluyor, ama buna karşılık huzur veriyordu.
Sultan, bunu iyi kavramıştı. Vakayiname, sıradan, disiplinsiz birliklerin çarpışm alarda büyük zayiat verdiğini dile getirmektedir; örneğin, b ir defasında, düşmanın savaşçılarının çoğunluğu öldürülmüş ve ayrıca 700 kişi de tu tsak edilmişken, sultanın tarafından, yalnızca tek b ir Frank ölmüştü.^^ Franklar, çarpışm alarda ilk saflan tutuyorlardı; böylece, onlar, feodal birlikleri, düşman karşısında kaçm aktan alıkoyuyorlardı.
34Y azıcıog lu A li, III, 265 - 266. 3 5 lb n l B îb l, IV, 195.
284
Rum Selçuklularında, Franklara ilişkin ilk bilgiler, Baba İshak’ın biçimlendirdiği köylü başkaldırısı sırasında belirm ektedir. Ve belki, sultanın, isyancılar üzerine Frankları sürmesinin nedeni de budur; o, b ir bölümüyle, topraksız bırakılm ış köylüler arasından seçilmiş tim ar ordusunun propagandaya kapılmış olabileceğinden ve asilere katılabileceğinden korkuyordu.
Bununla birlikte, sultanın. Franklara bağladığı um ut çabuk kırılm ıştır: Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in (1243 yılında), Kıbrıslı ve Cenevizli iki hıristiyanm komuta ettiği 2 bin kişilik kiralık birliği v a r d ı A v r u p a kaynaklarının belirttiğine göre, Kösedağ çarpışm asında ilk kaçanlar Frank askerleriydi.®^
Moğollardan sonraki dönemde, ordunun örgütlenmesi kesin olarak tam am lanm ıştır. Bu dönemde, “askerî yargıçlık” (kadı-i leşker) görevi de kurulm aktadır.^
Bu durumda, ordu, onun feodal - boysal karm a örgütlenmesi, Küçük Asya’da, Selçuklular tarafından aşılan uzun yolu dile getirmektedir.
Küçük Asya'nın fethini, Oğuz atlı birlikleri gerçekleştirm iştir. Devletin sınırlarım koruyan Oğuz boyları, atlı birliklerini sağlıyordu; atlı birlikler, daha sonraları. Sultandan toprak parçalan , tım arlar ve zeametler alan feodalların ve tım ar sahiplerinin birlikleriyle bütünleşmiştir.
Küçük Asya'da, "toprağın yeniden paylaşılması"nın yamsıra, yerli serbest köylülük de devam ediyordu; bu kesim, oldum olası, dedelerinin b ir parça toprağı üzerinde yaşamayı sürdürüyordu, savaş zamanında ve seferler sırasında yayalar bunlardan oluşturuluyordu.
36 C. D 'O hsson, op. c lt., III. 80 - 81.37 Le B eau , H isto lre d u Bas Em plre. N ou velle âd ltion , t. X V III, Paris,
1834, p. 357. n o t. 1. A yrıca bkz: C. D 'O hsson, op. c it., III, 81.38 F. K öp rü lü , B izan s M ü essese lerin in T esiri, s. 198, n o t . 1.
285
Ama feodalin ekonomik gücü, siyasal önemini artırıyordu; feodalların desentralizasyona (yerinden yönetmeye) yönelik eğilimleri, onların başına buyrukluga ve bağımsızlığa doğal yatkınlıkları, feodal ordunun güvenilirliğini azaltıyordu.
Ve çok eskiden beri, Sasanilere öykünen sultanlar da, kendilerini, dağlı savaşkan boylardan korum a birliğiyle çevreliyorlardı.
Selçuklularda, Oğuz Türkmenlerine karşı, b ir tü r ikili duygu vardı. Onlar, Türkmen öğesinin güvenilmezliği konusunda, Nizam-ül-Mülk'ün sözlerini anımsıyorlardı. Ne var ki, bilge vezir, Türkm enleri hesaba katmamanın da tehlikeli olabileceğini anlıyordu ve "Hüküm darların Yaşam Ö yküleri'nin XXVI. bölümünde, bunlardan, Selçukluların bu eski savaş ve eylem arkadaşlarından bin çocuk seçilmesini, onların gulamlar olarak eğitildikten sonra, sultana güvenilir b ir dayanak oluşturacağım salık vermektedir.
Ancak, Oğuz seçkinlerine b ir karşı denge olarak Selçuklular, Franklardan ücretli birlikler toplamışlardır. Bu birlikler sultana bağlıydı; maaşları ondan gidiyordu, ve feodalların iç kavga ve geçimsizliklerine kayıtsızca bakarak, ancak ona karşı yükümlülük duyuyorlardı; sultanlar, herhangi b ir ihanetten çekinmeksizin, güvenle, Franklara dayanabiliyorlardı.
Aylık ödeme olanağı, yani devlet hâzinesinde parasal olanakların varlığı, artık [askerî örgütlenmenin —ed.] doğal ekonomiye bağlı olm aktan çıktığını göstermektedir.
286
ONBEŞÎNCÎ BÖLÜM
Selçuklu Sarayı - B izans, - Saray Tören K uralları ve Saray Sanları Üzerinde İran Etkisi - Oğuz
Geleneklerinin Kalıntıları - Hareni
Özgür bozkırların oğlu sultan. Küçük Asya’da da eski Oğuz geleneklerini ayakta tutm ak istiyordu. Şölende, divanda, avda, her yerde, o, Oğuzların alışılmış hukuku töreyi gözetiyordu. Akşamları ise, işlerden ya da askerî oyunlardan sonra, dinlenmek için, saraydaki köşesine, “halvet”e çekiliyor ve kendisine yakın kişileri çevresine toplayarak içki meclisi kuruyordu. Ama, bu, sadece ilk dönemlerde böyleydi.
Daha, Orta Asya’da, Büyük Selçuklular, îran kültürünü öğrenmişlerdi. Bağdad halifelerini örnek alan Selçuklular, hüküm dar konusunda, onu, dünya üstü b ir varlık olarak gösterme düşüncesini benimsiyorlardı.
287
Bizans’a saldıran Araplarda, çok eskiden, Küçük Asya, Rum ülkesi (“Roma”, Doğu Roma İm paratorluğu) şekline dönüşmüştü. Ve, Rum, ikili anlam kazanmıştı; b ir yandan, burası, artık Selçuklular tarafından işgal edilmiş bölgelerdir, diğer yandan Bizans’ın Küçük Asya mülkleridir:' Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev Alaşehir’deki^ (Filadelfiya) İznik İm paratoru Laskaris’in Rum bölgeleri üzerine sefer gerçekleştirmektedir. Selçukluların ardılı Türkiye de. Küçük Asya’da, "Rum ” adını uzun zaman sürdürm üştür.
Selçukluların Rum ülkesi Doğu Roma İm paratorluğu’nun form larını da kalıt olarak almıştır. Rum Selçuklularının saray yaşamında, saray yaşamının düzenlenmesinde Bizans sarayının parıltı ve görkemi de yansımıştı,® ve sultanlar sık sık sürgün ya da yurtsuzluk yıllarını Bizans im paratorlarının yanında geçirince ya da Bizans erkânını, kaçaklarını ya da konuklarını Konya’da kendi yanlarında gördükçe, bu dönüşüm daha kolay gerçekleşiyordu.
Böylece, Rum Selçukluları, (Orta Asya’dan kendi getirdikleri) Doğu ve (Küçük Asya’da Bizans’tan benimsedikleri) Batı kültürüyle içiçe durum dadırlar.
Sultan, Oğuz akrabalarından uzaklaşmıştır; akrabalık ve boy bağları kopm aktadır. Iranlılardan aktarılan yabancı kültür, sultanı, Türklerin çok üzerinde b ir konuma yükseltm iştir ve yalnızca sultan değil, dünyasal ve dinsel tüm üst tabaka, Küçük Asya'daki tüm feodallar, T ürk’ü aşağılıyordu. Aflâki’de, "Türk” sözcüğü, safdil, aşağı b ir yaratık düşüncesi uyandırıyordu.
Selçuklularda, "şahnam e”dekileri anım satan eski
1 R um , Suriye ile k arşıla ştır ılıyor ya da karşı karşıya k on u lu yord u (R um u Şam beg ler l), bkz: Y azıcıoğ lu Ali, III, 311.
2 Y a z ıc ıo g lu A li, III, 87, 88.3 P . K öprülü . B izan s M üessese lerin in T esir i, s. 269.
288
İran adlarına b ir düşkünlük vardı. Sultan, uyruğuna görünmez; sarayda, onunla uyruğu arasına, b ir perde indirilm ektedir. Sultan hareket ederken ise, eski îran hüküm darlarında olduğu gibi, üzerinde b ir "şemsiye” (çetr)'* taşınm aktadır, ve sultanın “şemsiye’'sini, henüz uzaktan gören erkân ve bağımlı prensler, saygıyla atlarından inm ektedirler.
Sultan, çevresine karşı güvensiz ve kuşkuludur, sarayda korku içindedir. Taht tutsağı halifeye öykünerek, kendisine, yabancı korum a birliği edinmiştir. O, bu koruyucular konusunu, Nizam-ül-Mülk'de okuyor, sonra, aynı tü r korum a birliklerini İstanbul’da Bizans im paratorlarında da görüyordu.
Hazar denizi bölgelerinden devşirilen tutsaklar, sa- tm alınan köleler, tüm bu “gulam lar”, "oğlanlar”, "müf- redler” vb. eskiden beri, Türklerde seçme orduyu oluşturuyorlardı; iyi silahlanmış olan bu özel askerler (hassa askeri) sultanı koruyorlardı, bunların sayısı dört binle beş bin arasındaydı. Ayrıca, boylu poslu, yakışıklı gençlerden yüzer kişilik iki hassa briiği vardı: bunların silah taşıması düzenini de getiren Nizam-ül-Mülk’ün (bl. XIX) öğüdüne göre derlenen bu birliğin yüzü Horasan'dan yüzü Deylem'dendi.^ Sultan, pek istemese de, çevresinde, ayrıca bin Oğuz gulamı bulundurm ak zorundaydı.
O bruk'ta erkânın karşıladığı Sultan I. Alaaddin Key-
4 Şem siye, d ah a 11. y ü zy ıld a , M ısır’ın saray tören ler in e g irm işti, bkz: N aşiri - H usrau K niga p u teşestv iy a , str . 117. — D oğu tören ler i, şem siye a lt ın d a g e ç it tören i, B izan s’ta n R u s h a lk şark ılarına geçm iştir ; D ttkov'un ann esi, k ilise d e n dönerken, gen ç k ızlar, o n u n ü zerin d e “kırk sa je n lik ’' b ü yü k bir g ü n eş lik taşım ak tad ır lar . D oğuda, tören “şem siyesi" k on u su n d a, K. A. İn ostran tsev 'd e bir b ib liogra fi to p la m ıştır (T orjestvan n ıy v ıyezd P a tl- m id s k ih h a lifov , ZVO, t . XV II, str. 6 8 -7 1 ) .
5 P. K öprülü . B izan s M üessese lerin in T esiri, s. 242 - 245. Saray korum ası iç in (ga liba , ifa d e e ttik ler i de d eğ iş ik iş lev ler o lan) tü r lü te r im le - v.ardı, örn eğ in İb n i B ib i (IV, 182): "M aarida-i h a lk a -i h âk ü g u lâ m â n -ı dergâh ü m ü lâ zim a n ı yatak" dem ekted ir, bkz: P. K öprülü , B izan s M ü esseselerin in T esiri, s. 243; "yatak, otak ," su lta n çadırıdır, aym yerde, s. 244, n o t. 3.
289
kubad,‘ deve üzerinde, tah t kentine doğru hareket ederken, iki yanında, "Ruslardan” (herhalde bunlar Varyaglar ya da Kıpçaklardı), Gürcülerden, Kürtlerden, Deylemli- lerden,^ Curcanlardan, Kazvinlerden, Kumlardan (Küçük Asya hıristiyan Rumları), Huriylerden (Afgan boyu) vb. oluşan 500 "serheng” ve bölükbaşı yürüyordu. Ölüm, bunlardan uzaktı. îbn i Bîbî’nin renkli ve canlı anlatım ına göre, ölümden sonra, kişiyi sorgulayan melekler, bu genç yabancılardan kaçıyordu. Onlar, "görünümleriyle Münkire, eylemleriyle Nekire korku salıyorlardı”. Sağ ve sol tarafta, silahlı yüz yirmi kişi (candar) yürüyordu, bellerinde altın kılıçlar asılıydı. Bunlar, "Savul”! (savulun) diye haykırarak sultanın önündeki halkı dağıtıyorlardı.
"Uğurlu b ir saatte”, sultan, kente girdiği zaman, beyler ve erkân, atlarından inmişlerdi; şevkmeyster (şarab- salar) eteklerini bellerine kıstırm ış "keykubadi” başlıklarını giymiş (bu, anlaşılan îran işi b ir baş giysisidir) ve "dünya hakim i” sultanı, atının üzengisini tu tarak götürm üştür, yani. Büyük Selçuklu Tuğrul Bey'in, halifeyi yüceltmesi sahnesi yinelenmiştir.
Selçuklular, Küçük Asya’ya, görkemli karşılam a törenlerini, Orta Asya'dan getirmişlerdir; bunlar, İran 'da, yüzyıllarca sürm üştür. M. Lihutin, 19. yüzyılın ortasında, Makin Hanlığında, ordu komutanına düzenlenen b ir karşılama törenini anlatıyordu. Bezirgan köyünde, onur konuklarının önünde yürüyenler arasında, Alihan'ın uzun bastonlar taşıyan 70 hizmetkârı vardı; bunlar, anlaşılan, "çubdar”lar ya da "durbaş”lardı.®
Sarayda, tahtın yanıbaşmda, mızraklar, kalın sopa-
6 Fr. Sarre. R eise İn K le ln asien . B erlin , 1896, pp. T4, 75.7D eylem U ler, çok esk id en b elirm iştir ; örneğin , N aşiri H usrau (11. y ü z
y ıl) , B asra'da b u lu n d u ğ u sırada, b ir D eylem ll, burada em irdi,8 M. L lh u tin , agy, s. 248.
290
1ar ve “çouganlar'' taşıyan “çavuşlar” ve “durbaşlar"’ dikiliyordu. Arkada ise “saygıdeğer ataların m akam ında”, (ca-i aba-i kiram)'° "uğurlu tah tta”, daha sonra Kaçarlarda da olduğu gibi, "İran hüküm darları” Ahmenilerin "tacım giymiş” (tac-ı keyani), uyruğunda b ir perdeyle ayrılmış sultan oturuyordu. O, yeryüzüne, insanlara inmiş tanrısal derecede tapınılası varlıktı, ve yüzünü görmek, uyruğu için büyük onurdu; sultan, uyruğunu "kul” olarak görmektedir, ve yüksek görevliler bile kendilerini böyle yükseltmektedirler."
Sultanın muhafızları, altın çerçeveli Şam ve Taşkent yayları ve kalkanlarıyla, topuzlarla silahlanmış, "devlete ihanet edenlerin kanını akıtm aya” daima hazır silahlı askerlerden (silahdarlar, canbedarlar) oluşan b ir korum a birliğiydi.
Selçuklularda, saray da —saray bakanlığı— îran yönetimince kurulm uştur. Bu bölüm, biçimsel olarak genel sistemden ayrılm ıştır, ve yalnızca bu bile, her şeye karşın hukuksal esasların yüksek düzeyde geliştiğini dile getirm ektedir. "Divan” ve “saray” (devlethane, bargâh) kavram ları, kesin çizgiyle ayrılm aktadır, tıpkı bunun gibi, sivil yönetim yazmanları olan “divan yazm anları” (divan münşileri) ve saray kalemi olan "saray yazm anları” (bargâh münşileri) ayrıdır.
Buraya giren bölüm ler : "M üşrif”lerin gözetimindeki m utfak, (mutfah); silah ve donatım deposu (cebeha- ne); göreve atam a sırasında sultan tarafından dağıtılan kumaşların, hırkaların vb. bulunduğu gardrop (camdar-
9C1. H uart (A flâki, II, 230), n edense, "durbaş’' sözcü ğü n e, p o lis görevi yap an k iş l d eğ il, “k a lab a lığ ın d a ğ ıt ıld ığ ı sopalar” a n lam ın ! veriyor. "D ur- başlar”, saray c e lla d ın ın b u yru ğu n d a b u lunu yorlard ı, bkz: V. B ertold . T ur- k esta n , ç, II, str . 237. "D urbaşlar” k on u su n d a ayrıca bkz: F. K öprülü: B izan s M ü essese lerin in T esiri, s. 213.
lo lb n l B îb î, IV, 2 5 1 .11 Y a z ıc ıo ğ lu A li, III, 308.
291
hane, camehane); “banyo dairesi” (taşthane);’ arena (rek- hane); a t ahırı (astâbâl), —Fransızca (“astabal - ^table) terimi, sanki, tavla yönetiminin yabancı düzenlenmesi olduğunu gösterm ektedir—; saray avcılığı (şikârhane); kiler (anbar). Bütün bunlar, yüksek görevli kişilerin yönettiği saray, yönetiminin yardımcı alanlarıdır. Örneğin, Aflâki'den bilindiğine göre, daha 13. yüzyılın sonunda, (Moğol hanına b ir akdoğan götürmüş olan) Tumanbay’ın başkanlık sarayında, şahinlik'^ bulunuyordu. Ayrıca “içki bölüm ü” (şarabhane) vardı, yalnızca uyarıcı içkiler (şarap) değil, serinleticiler, hatta içme suyu burada toplanmıştı. Örneğin, Sultan I. îzzeddin Keykavus, V iranşehir’de hastalandığı zaman, kendisine F ırat’tan su getiriliyordu.’
Bunlardan başka, b ir de, sultanın kişisel m ülklerinin (hazine-i has) gelirlerinin yönetimiyle uğraşan bölüm vardı.'®
Sultan, her şeyle ilgileniyordu, herkesin çalışmasını bizzat izliyordu; herkes, belli ki maaşlıydı, ve sultan, ustalık gösteren yazmanların ve saymanların ("muhasible- r in ”) m aaşlarını yükseltiyordu.'^
Saray sanları kadrosu çok yüksek ve çeşitliydi, ve belki de zamana göre değişiyordu: görevler kaldırılıyor ya da ad değişikliğine uğruyordu. Bazan, erkânın işlevlerini belirlemek güçtür, bunlar birbirine karışm akta ve be- lirsizleşmektedir.
Saray yönetiminin başında saray em iri (emirbar) bu-
12 A m a b u rad a gardrob devam etm iştir ; “ta şth a n e" sözcü ğ ü n ü , daha. M arkizi b öy le anlıyordu, bkz: Cl. H uart, l « s sa ln t des dervlches tou rn eu rs, t . I, p. 22, n o te . 1.
ISA flâkl, II, 310.M Y azıciog lu A li, m , 183.15 V. Sm irnov, agy. s. 84.l6 y a z ıc ıo g lu A li, n i , 2 1 0 -2 1 1 ; ayrıca s u lta n ın top rak ların ın , "hazine
İşleri yazm anı" (m ünşl-1 has) bu lu n u yord u , bkz: F. K öprülü . B izan s M ü- essese lerln in Tesiri, s. 201, n o t. 3.
292
lunuyor, o, ziyafetlerde, konukları yerlerine oturtuyordu. "Şölen” sırasında hizmet eden "yiyecek tadıcıları” (çaş- nigir), sofracılar (hansalar), sakiler (şarabsalar) gibi görevliler vardı. Tümü, sultanın güvendiği kişilerdi ve genellikle Rumlardı. Bunlar, ziyafetlerdeki gizli konuşmaları duyuyor (ayrıca özellikle kulak veriyor) ve sonra, karşılığında kendilerine ödemede bulunan patronlarına, bunları yetiştiriyor ve satıyorlardı. Ayrıca, stalmayster (miralıor), "hacib’ler,'^ ensonu, yıldızlara bakarak talih bildiren "müneccim’le r bulunuyordu; bu sonuncular, sultana, niyet ettiği b ir işin "uğurlu saatini” önceden bildiriyor ve uyarıyorlardı.’®
“Kâbenin sahibi önünde yemin ederim ki, müneccimler yalan söylemişlerdir.” hadisinin uyarısına karşın, daima ve her yerde, saray müneccimlerinin rolü büyüktü; bunlar, siyasal karışıklıkların yaklaştığını önceden söylüyor, ve bu şekilde, sürekli korku içinde bulunan hüküm darın üzerinde baskı yapabiliyorlardı.'’ Daha 20. yüzyılda, İran 'da, saray müneccimi, Mohammed Alişah'a tah ta çıkmak için, uygun anı fısıldamaya çalışıyordu.
Doğu’da, saray kadrosunun zorunlu b ir öğesi doktordu ve ayrıca şair, ha tta soytarıydı. Sultanı eğlendirmek ve gönlünü hoş tutm ak, kendisini sanat ve bilim koruyucusu olarak göstermek istediği zaman edebî söyleşide bulunm ak gerekiyordu; hasta olduğu zamansa, anında yardım a koşulmalı ya da ilaç verilmeliydi.
Hastalığı sırasında, sultanın yatağı çevresinde, "Batı'nm ve Doğu’nun en ünlü doktorlarından” '’ b ir konsültasyon ekibi toplanm akta, bu hekimler bir, "tıbbi tan ı”
17 B u n u n la b ir lik te krş. M ükrem ln H alil (op. c it., s. 78): "H aclb” , "m em lû k ’’ o larak ad lan d ırılan , y a n i g u la m kölelerden d er len en özel askerler in k o m u tan ıd ır .
İS Y azıcıoğu A li, III, 136.19 p . B ernye, agy. s. 154 -1 5 6 (B ü yü k M oğolların m ü n ecc im ler i «zer in e
gözlem ler i lg in ç t ir ) .20Y azıcıog lu A li, III, 310.
293
koymaktadırlar; en güçlü em irler hizmetçi görevi yapm akta, örneğin Em ir Karatay, ameliyat sırasm da sultanın başucunda leğen tutmaktadır.^' Hekimler, genellikle Kumlardan ve Yahudilerden oluşuyordu; bunlar, ustalıklarıyla büyük ün kazanmışlardı. 14. yüzyılda, Birgi’de, "kadıların ve Fakihlerin’' önünde ayağa kalktıkları, sahne gösterileri sırasında sultanın karşısında oturan bir Yahudi hekim vardı. îbni Batûta, bunu gördüğü zaman şaşırmış ve duyduğu öfkeyi açıkça yazmıştır.^
Sarayın örgütlenmesi (“çaşnigir”, "salar" —başkan— vb.) Farsça terim lerin bolluğunun da gösterdiği gibi, İran öğelerini koruyordu, ama Selçuklular, BizanslIlardan b ir dizi san almışlardır. Türkler, İstanbul’da konuk oldukları zamanlar, Bizans im paratorları, onlara seve seve yüksek sanlar bağışlıyorlardı. Örneğin, Vakayiname’de —artık Moğol döneminde— Fahreddin Sevastos’a rastlanıyor.^^ Kuşkusuz, bu, augustus şeklindeki eski sanını koruyan b ir dönme Rum da olabilir. Belki de, Bizans’ta sık sık "kayser” sözcüğünü işiten Selçuklular, b ir ada mı yoksa lakaba mı dönüştüğü belli olmayan bu sanı,^'’ feo- dallara dağıtıyorlardı. Sultan I. Kılıçarslan’m oğullarından birinin adı Muizeddin K aysarşah’tı, ve burada, daha önce vurgulanan Bizans ("tsezar” sanının aktarılm ası) ve Iran ("şah” sanı) ikili etkisine rastlanm aktadır. Genellikle, yüksek m akam larda bulunan saray görevlileri arasında, Iranlılar vardı. Bu, aile lakaplarından anlaşılm aktadır: Tebrizî, Isfahanı, Horasanî, Simmanî, Terme- zî. Tusî, vb. "Türk” sözcüğünün karşıtı olarak, îran lı için "Tacik” terimi kullanılmaktadır.^®
21 Y azıcıoğ lu A li, III, 311.2 2 lb n i B a tû ta , II, 305.2 3 tb n l B lbî, IV, 264.24Bkz: İb n l BSbî, Y azıcıo lu A li ve Afl&kl d izin leri.25 Y azıcıoğ lu A li, III, 120. — Erm-enllerce, b u terim , d*ıha ön ce , tü*n
göçeb e h a lk lar iç in k u llan ılıyord u . TJrfalı M atfey , tü m m üslüım an'.crı (h em
294
Sarayın alt hizmetlilerinin sayısı çok daha fazlaydı. Nöbetçiler, (nevbetî); perde dibi hizmetlileri “perdedar” 1ar. Bunlar, sultanın iç odalarında görev alıyor olmalıd ırlar ve özel b ir emire (mir-i perderan),^^ "saray komutanına" bağlanmışlardır; “Haseki”ler; '‘feraş”lar; belki, ayrıca "oğlan 'lar, îbni Bîbî, Vakayiname’sinde, sultanın verdiği görevleri yapan "gulam lar” terimini kullanmaktadır; "ay yüzlü” köle gençler, şölen boyunca konuklara su ve şarap servisi yapan güzel kadınlar; kapıcılar (kapuçı) vb.; ama tüm bunların, örneğin kapıcılarda olduğu gibi (kapucıbaşı has) yöneticileri vardı.
Tüm bu saray koruması (ve hizmetçileri) için "hâvâ- şi” terimi kullanılıyordu.^
Saray koruması, "sultan otağı yasası” (berkanun-i otak) şeklinde özel b ir düzenlemeyle yürütülüyordu.
Sultan örneğinden esinlenen feodallarda da silahlı korum a birliği (sermüzedar) vardı. Bunlar, sultanın sarayına giderken bile, beylerini izliyorlardı; tüm ü ya da b ir bölümü, sahtiyan çizmeler giyiyordu.^
Şölen zamanında, m akam sırasının sıkıca gözetildiği tam b ir toplantı gerçekleşiyordu; Oğuz boylarının beyleri, törede önceden belirlenen düzene göre oturuyorlardı; herhalde, diğer konuklar için de b ir düzenleme vardı.
ik i yanda, iki masa hazırlanarak, ortada .sultanın ve, belki, seçkin konukların oturduğu sahne şeklinde bir yükselti (sadr) yer alıyordu.^ Moğollar da, örneğin Kubi- lay Han, şölende böyle o tu ru y o rla rd ıg e n e llik le şölen-
İran lIları, h em T ü rkm enlerl) b öy le adlan dırm aktad ır , T ürkler ise, daha so n raları, Arap, IranlI ya da T ürk fark ı gössetm eksizin, ta c ik ter im iy le , yerleş ik m ü sItim an h a lk ı kasdediyorlardı, bkz: E. D ulauer. R 4 c lt..., p. 78,
2 6 lb n l B îbî, IV. 113.27 F. K öprülü . B izans M ü essese lerln ln T esir i, s. 246, n o t. 2. s s lb n l B îb î, IV, 113.2 9 lb n l B a tû ta (II, 268) b e lli k l bir is t isn a olarak, E ğridir su lta n ın ın ,
sa h n e ü zerin d e değil, yere, döşem eye ser ili b ir h a lı ü zerin d e o tu rd u ğ u n u belir tiyor .
30D 'O hsson, op. c lt„ I, 638.
295
de, ev sahipleri, herhalde Konya’ya yön veren mevleviler de, böyle oturuyor olmalılar; oğlunu evine akşam yemeğine çağıran Sultan Veled, sedire çıkmış ve onu izlemiştir.^'
Salon ışıklar içinde oluyordu; gümüş şam danlar yanıyordu; eğer daha sonra, 14. yüzyılda, bölge beylerinin ya da Ahilerin görkemi, îbn i B atûta’yı hayran bırakm ışsa, Selçukluların sarayındaki ortam , kuşkusuz, çok daha parlaktı. Masalarda, porselen, altın ve gümüş, zengin sofra takım ı kullanılıyordu.
Şölende verilen yiyecekler, çok çeşitli ve zevkliydi; koyun eti, horozlar, av etleri, güvercinler, keklikler; doyuncaya şarap, şerbet içiliyordu; ama ayrıca, Oğuz ulusal yemekleri ve içkileri de bulunuyordu.^ Güzellikleri, K andahar ve Helluh güzellerini gölgede bırakan şarap dağıtıcı sakilerin (sak) giysileri, altın ve gümüşlerle parlıyordu; başlarında altın işlemeli "eskeler''ler (Asakif) (yemeni anlamında ç.) ya da beyaz veya kırmızı "bürlük”- ler^ vardı, kısaca, Selçuklular, Bizans’ın saray görkemini de benimsemişlerdi.
B ir topluluk, müzik çalıyordu; timbal (nekâre, kûs), boru (nefir, burgu), zurna (surna), "çengi”, "rebab”, darbuka ("tabal”), vb.;^ burada. Iran kültürünün etkisi kuşkusuzdur.
Değerli giysiler given şarkıcılar, "ozan”Iar® ve "ko- puzcu”lar, tam bur ve koüuz çalarak, kentlerin fethedilmesi, bahadırların yararlıkları üzerine sofra türküleri ya- kıvorlar,^ eski Oğuz kahram anlarını anıyorlardı. Bu. savaşları, başkaldırıları vb. şarkılaştıran Kazak bahşileri-
31 A tlâkl, II, 398.32Y azıcıog lu Ali, III, 204.33Y azıcıog lu A li, II, 206.34 M üzik a le tler in in adları, tb n i B îb î'de verilm iştir . (III, 217).35Y azıcıog lu Ali, III, 206.36 Y azıo ıoğ lu A li, III , 359 - 366.
296
nin de sürdürdüğü repertuardı.Ayrıca, öykücüler vardı. Bunlar, anlaşılan, dinsel
destan - şarkılar söyleyip duran ‘'nıeddah”lar "kavval”lar vb. idi.
Günün konularına ilişkin sesler getirebilen halk yaratıcılığı, toplum un üst zümresine anlaşılır ve yakın geliyordu.
Sonraki kuşaklar tarafından unutulan Türk şiir gelenekleri, Selçuklular zamanında, bu îran kültürü hayranlarında, gene de, Osmanlı sultanlarında olduğundan daha güçlüydü; eski kahram anlık törenlerini yansıtan “Dede K orkut K itabı” bu gelenekleri, belleklerde tu tmaktadır.®^ Edirne'deki Milan elçiliğine katılan B. de la Brokyer de, Türk kahram anlarının savaşçı yararlılıklarını dile getiren türkücü müzisyenleri gözlemlemiştir.^
Yazıcıoğlu Ali, saray şöleni tablosunu, anlaşılan. Sultan II. M ürad’ın sarayından başlayarak geriye doğru canlandırm ıştır. Belki, saray hizmetçilerinin "baş giysisi” eskûflar da "eskefe, aslında eşik, eşik bezemesi. Sonradan, başa giyilen b ir yemeni, kufi, ç. - n.” Vakayinameye Türk döneminde girm iştir. Bunu, Sultan II. M urad “türetm iş” ve moda haline getirmiştir.®’
“Dede Korkut K itabı”na girmiş olan kahram anlık söylenceleri. Ermeni Beyşehri’nin eliyle yeniden kaydedildiğine göre,'"’ bu da, sanki, Selçuklular döneminde. E rmeni türkücülerin büyük önem taşıdığını varsaymaya olanak veren b ir kanıt gibidir.
19. yüzyılda, Bayazıd’da, M. Lithutin’in gözlemlediği gibi, türkücülerin repertuarı genişti; bunlar, kahvehanelerde “Şehname” kahram anı Rüstem ’in yararlıklarım tür-
37 Y a p ıt ın gen el karak ter istiğ i, bkz; V. B artold . T u ryetsk iy epos 1 K av- kaz. Y aaik 1 lltera tu ra , t. V, 1930, s tr . 1 - 18.
38 B. de-la -B rokyer, str. 584.39 A. R aslm . O sm anlI ta r ih i. İ sta n b u l. 1328 - 1330, II, 308.40 V aryantlar, "Ü lkü’' (1938, n o t: 1 ve dev.) d erg isinde b a sılm ıştır .
297
küleştiriyorlardı, ama b ir an, kolayca esinlenerek Rus silahının başarılarını ya da Türklerin utanılası kaçışını da, türkülerinde dile getiriyorlardı/' Ve bu, "Allahın kendilerine gönderdiği bütün yöneticilere hizmete ve dalkavukluğa hazır oluş”, şarkıcıların yabancı kökenliliğine ilişkin varsayımı güçlendirmektedir. Ben gene de, Sel- çuklularca, ozanlık kurum unun Ermenilerden alındığım düşünmeye devam ediyorum.''^
Şarkılara, masal anlatılarına türlü oyunlar eşlik ediyordu. Örneğin, hüner sahiplerini genellikle çevresinde bulunduran sultanların sevdiği eğlence ustaları Selçuklu hokkabazları, Bizans'ta ünlenmişlerdi. Sultan II. Kılıçars- lan, İm parator Manuel’in yanında bulunduğu sırada, izleyicilerin karşısında, hokkabazlar, gösteri yapmışlardı, belli ki bunlar, karm aşık akrobasi num araları gösteriyorlardı."”
Yengi kazanmış kahram anların övülmesine, coşkulu b ir ilgi gösteren saray, talihsizliğe uğramış düşmanların sahnede nasıl simgelendiğini de severek izliyordu. Anna Komnin, "Anılar”mda, inme hastalığına yakalanmış olan babası im parato r Aleksis’in "barbarlar” önünde alaya alındığı komedilerin, Sultan II. K ılıçarslan’m başkenti Konya'da nasıl oynandığını anlatm aktadır. Yunan araştırm acı Skarlatos, burada, daha önceye ilişkin (12. yüzyıldan) Rum Selçukluları gölge tiyatrosunun belirtilerini görmek istiyordu. Ama, Profesör G. Jakop'un'*'* da işaret ettiği gibi, Anna Komnin’in sözlerinden bu varsayımı çıkarm ak güçtür. Kuşku yok ki, bu, olayların taze izleri
41 M. L lh u t in , agy. s. 126 - 127.42 VI. Gordl'evskiy, P ro ish o jd en iye osm anskovo slova "uzan". U çyon iye
za p isk i tn s t i tu ta narodov V ostoka, M., 1930, str. 229 - 231. A yrıca bkz: V. B artold . T urtyetskIy epos 1 K avkaz, str. 9. prim ; H. Z übeyir I. R ıfa t. A n ad ild en derlem eler. A nkara, 1932, s. 297. (S ö zcü ğ ü n çağdaş a n lam ı ozan 'd ır).
43 N. Jorga. G esch lch te des osonanischen R elch es, Bd. I. G oth a , 1909, p. 103.
44 a. Jaoob. D le T ürk lsch e V o lk slittsra tu r. B erlin , 1901, pb. 37.
298
üzerinde doğan, halkın kaba siyasal türetm eleridir.Şölenlerde, sık sık, yabancı dilde konuşmaya da rast-
lanm aktadır, çevredekilerden b ir şey saklam ak gerektiğinde, sanki Farsçaya başvuruluyor gibidir/^
Yazın dili, kuşkusuz Farsçaydı, ve bu dilde yazılan tüm yapıtlar, toplum un üst tabakasının kullanması içindi; ama, zamanın koruduğu az sayıda litaratür, büyük tarihsel önem taşım aktadır: İbni Bîbî, Aksarayi Vakayinameleri, Aflâki’nin anıları; Selçuklulara Bizans’tan geçmiş yüksek görevliler bile, Farsça yazıyorlardı; örneğin, Türk- menlere yakınlığım gösterişli biçimde vurgulam ak isteyen, Rum asıllı Hass Oğuz “Munazarai çenguşarap” (“çalgı ile şarap arasında tartışm a”) adlı b ir çalışma hazırlam ıştır.
Genellikle, İran ’dan gelen müslüman kültürü öğeleri, Selçuklularda, oldukça belirginleşiyordu. İran ’dan Küçük Asya'ya, şairler, bilginler yönelmişlerdir. Sultan, şehzadeler, feodal sınıf, Fars dilini iyi biliyor, Farsça şiirler yazıyorlardı; îran şairleri ve bilginleri, onlar onuruna kasideler yazıyor, onlara yapıtlar adıyorlardı^''* vb.; 12. yüzyılın sonunda, şairler. Sultan II. K ıhçarslan’m oğullarına Farsça övgüler yazıyorlardı. Anlaşılan, şehzadeler, okumuş kişilerdi ve îran yazınına değer veriyorlardı.
Küçük Asya’da, Azerbeycan’daki Hancı bölgesinden Nizami’nin şiiri de iyi biliniyordu. Nizami, "Mahzen-i Esra r” başlıklı uzun şiirini —“Beşleme”nin ilk bölüm ünü— Selçukluların dünürü, Erzincan egemen beyi Fahreddin Behram şah’a adam ıştır. Adının sonsuzlaştınim asından hoşnutluk duyan Mengücük, şairi cömertçe ödüllendirmişti. Ama belli ki, Selçuklular sarayı da şiire değer veriyordu. En azından, Ibni Bîbî, bunun öyküsünü ayrmtıy-
45 Ch. Schefer. Q uelq ues chapitreg de l'abrtgâ du S e ld jou - knameh: R ecu ell de textes et traduetions publi^s par le s professeurs d e l ’E cole des la n g u es OTientales vivantes, t. I, Paris, 1889, p. 8 .
46 F. K öprü lü . T ürk ed eb iy a tı ta r ih i. İsta n b u l, 1928, s. 247.
299
la dile getiriyor/^Töreye düşkün olan Sultan I. Alaaddin Keykubad
bile, Farsça şiirler ("rubailer”) yazıyordu. Konya çevresindeki surlai'i restore ettirdiği zaman ise (1222 yılı), taşlar üzerine "Şehname”den dizeler kazılmasını buyurm uştur. Selçukluların savaşçı yiğitliği, İran kahram anlarının yararlıklarının betimlemelerinden güç altyordu.
Belli ki, “Şehname”, Selçuklu sarayında büyük ilgi ve sevgi görüyordu.
M. Fuad K öprülünün dile getirdiğine göre,'® son Selçuklulardan biri, "Selçuklu yurtseverliğini” yükseltmek isteyen III. Alaaddin Keykubad, şiir halinde, "Şehname”- ye benzer b ir Selçuklu saltanat kitabı yazılmasını ısmar- lamıştır. Bu destanın yazılması görevi, şair Hoca Dehha- n i’ye verilmiştir.
Türkmen kökenli (daha sonra anayurdu Horasan’a dönmesi için izin dileyen) Hoca Dehhani, uzun süre ilgi ve sevgi gören Türkçe “gazeller” de yazıyordu.'”
13. yüzyılda, Küçük Asya’da, Orta Asya’dan gelen Türk kültürü etkisi güçlenmiştir. Moğollardan kurtu larak buraya yönelen bilginler, Orta Asya yazını üzerine kurulu b ir yazı ortam ım da taşım ışlardır.
Orta Asya yazını, artık, o zaman. Küçük Asya yazınının dilini ve konularını biçimlendirmeye başlam aktadır. Yerli şairler, içinde ulusal gelişme tohum larının oğul cuklarm ı taşıyan bu "Türk” düşünce akımına, ister istemez, ilgi ve sevgi gösterdiler.
îran kültürüyle yetişmiş Celâleddin Rumi’nin oğlu47İbn l B îbî, IV , 22; Y azıcıoğ lu A li, OT, 57. A yrıca bkz: "Hakan! — N i-
zam i — R u sta v e li’’ derlem esi, 1, M. — L., 1935, str . 39. — Y. E. B'e-rtels’d© (EncyclopĞdie d© l'Islam , III, 1002) nedense, A zerbaycan A tabeyi tld eg lz g ö rünm ek ted ir .
48 P. Köprülü. Türk edebiyatı tarihi, s. 288.49 B u k on u d a bkz: F. K öp rü lü 'n ü n , A nkara'da ç ık an " H ayaf' (1926, no: 1,
str . 4 - 5 ) d erg isin d ek i m ak alesi. A yrıca bkz: F. K öprü lü . T ürk E debiyatı T arih i, s. 318,
300
Sultan Veled de, Türkçe şiirler yazmışlardır. Bu “Selçuk” şiirleri, Hamm er zamanından beri, yüzyıl boyunca, doğu- bilimciler tarafından incelenegelmiştir.“ Sultan Veled'in Türkçe şiirlerinin göreli olarak ayrıntılı b ir seçimini, 1925 yılında, Veled Çelebi yapm ıştır.
Böylece, incelik kazanmış İran simgelerini isteyen sarayın akşam larına karşın. Küçük Asya'da, din çevresi temsilcileri —hocalar (hoca Dehhani, Ahmed Fakih, ya da hoca Fakih), dervişler (Seyyad Hamza)— aslında sufi çizgileriyle örülü b ir Türk şiirini de aşılam ışlardır, ama, Mevlevi tarikatının kurucusu şair Celâleddin Rum i’nin yaşadığı b ir zamanda, ve Moğol saldırısı dönemi için, bunun böyle olması doğaldı. 14. yüzyıl Türk şairleri de düşünceleri üzerinde eğitilmiş olduğu mevlevi dervişleri Celâleddin Rumi ve oğlu Sultan Veled gibi, kendilerini ulusal akıma kaptırm ışlardı. Türk m istik şiiri de, özellikle şölenler sırasında, saraya girme olanağı bulabiliyordu.
Ama şölenlerde yalnızca neşelenmekle, eğlenmekle kalınmıyordu. Siyasal konular da, burada görüşülüyor, hatta anlaşm alar da burada gerçekleştiriliyordu.®'
H aftada iki kez oyun kuruluyor, ok atma, “çevgân” ve “top” oyunları gibi,“ tüm ünün b ir düzene sokulmuş olduğu, Sasanilerden Türklere geçen oyunlar oynanıyor- du.“
Sultan, sevinçli anlarında, güzel kadın halayıklarına
50 P, K öprülü . T ürk D ili ve E d eb iya tı h ak k ın d a araştırm alar, İstan b u l, 1934, ss. 162 - 173.
51 Y azıcıoğ lu A li, III, 381.52 B u o y u n kon u su n d a, O pp en heim 'd e (M ax von O ppenbeim , D er DJerld
u n d das D jerld - Sp iel. ts lam ica , yo l. II) b ilg i verilm iştir . O yun ya ln ızca k en t h a lk ı arasında değil, köylerde de o lm ak üzere, T ürkiye taşrasın d a sağ lam ca k oru n m u ştu r , bkz: VI. G ordlevskiy. O sm anskaya svadba. E tn og- raflçeskoye obozren iye, 1914, no: 3 - 4 , str. 51 - 53. B u oy u n u çocu k lar da oynuyordu: “A tç ılık D erneği" ta ra fın d a n d ü zen len en , İs ta n b u l’daki ya r ışm alara, B ayb u rt’ta n gelen ta k ım ın k a p ta n ı Basri, o n ik i y a şın d an beri, bu oy u n u oy n a d ığ ın ı b e lir tm işti.
53 K. în o str a n tsev . Sasan id sk iye e tyu d ı, str. 72.
301
ve erkek uşaklarına arm ağanlar veriyor, altm kablar içinde h ırkalar vb. bağışlıyordu. Değeri ve rengi farklı h ırkalar armağan ediliyordu.
Bağımlı b ir bey, saraya geldiği zaman, Selçuklular, cöm ertlik parıltıları saçmayı seviyorlardı. Erzincan beyi Davudşah, sultana dilek bildirm ek için, Kayseri’ye gelmişti. Ona, atlastan ve ipekten b ir otağ hazırlanm ıştır. Sonra, saray mutfağından, yiyecekler getirilmiş ve müs- lüm an konukseverliğinin gerekli süresi olan üç gün boyunca böyle sürm üştür. Dördüncü gün, m utluluk verici gelişi nedeniyle, sultan, ona 10 bin altın sikke, değerli taşlarla süslü başlık ve kuşak, zırh takımı, a t vb., yani, bağımlı beye verilmesi gereken her şeyi bağışlamıştır. Beyin geçimi için de, 2 bin koyun, 2 bin yük buğday, 500 yük arpa, 200 tulum şarap ve 20 bin akçe belgesi verilmiştir.
Sultanın Kayseri'deki sarayı b ir bahçeyle çevriliydi.^ Ama, Aflâki’nin “Menkıbeleri’nden anlaşıldığına göre, kuşkusuz, Konya’da da durum böyleydi; ancak Moğol- 1ar zamanında, bahçe bakımsızlaşmış ve giderek b ir mezarlığa dönüşmüştür.
Sultan, bazan kent dışına, Konya ovasına gidiyordu; orada, küçük b ir gölün bulunduğu b ir yerdeki "Filobad” ["K ubâdâbad”] köşkünde dinleniyordu.^^
Kadınlar, ayrı yaşıyorlardı; onlar şölenlerde bulunuyorlardı. Müslüman sultanın b ir harem i vardı ve buraya yabancı erkeklerin girmesi yasaklanmıştı.
Ne var ki, bu durum, giderek oluşmuştur; Sultan II. Kılıçarslan zamanında, henüz, eski âdetler, eski gelenekler egemendi. Örneğin, sultanın kızı îsm eteddin Gevher
54tb n i B îb î, IV, 113.55 A flâki, I, 30; II, 196. H uart, b u adlandırm ayı, P ılop ed ıov (d ostlar
ovası) sözcü ğü n d en tü retm ek ted ir , am a b elk i burada, ik in c i b ö lü m d e "abad" s ö zcü ğ ü gizild ir; ne o lu rsa o lsu n , b u yer adı, saray ın R um sever eğ ilim ler in i d ile getirm ekted ir,
.302
Hatun, babasından pay olarak Kayseri toprağını almıştı; Kılıçarslan’ın M alatya'da ölümünden sonra, onun, adı galiba îzabella olan dul eşi (1124), kentin yöneticisi olarak kalmıştır.^
Eş seçerken, sultan, harcam alar karşısında duraksa- m am aktadır, örneğin, K ıhçarslan’ın "arı soyundan’’ gelin için, 100 bin florin başlık (kalın) ödem iştir^ Yassalar ve hıristiyanlar, Selçuklu, onların kızlarım harem ine aldığı zaman, gurur duyuyorlardı. Sultanla dünürlük ilişkisine girince, bunlar, konum larını güçlendiriyorlardı. Örneğin, Kir Farid siyasal düşüncelerle, kızını sultana ver- mekte,^ Gürcü kraliçesi, Konya'ya kızını göndermektedir vb.. Ayrıca, Tokatlı, öyle görünüyor ki, Türk kadını olan b ir Kumaç H atun anılm aktadır. Bunun, b ir ad olmaktan çok, sultanın ikinci (küçük) eşinin sanı olduğu anlaşılıyor.^’
Sultanların eşlerinin kendi sarayı, (Hıristiyan kadınlardan oluşan) kendi halayık ve köle kadrosu vardı; sultan eşinin b ir kadın haznedar tarafından yönetilen özel hâzinesi de bulunuyordu; hatta, Osmanlı döneminde, (sarayın ekonomisini yöneten) "hasnedar usta", sarayda büyük etki sahibiydi.
Bir defasında, mevleviler, yoksul b ir kızı evlendirirken, saraya. Gürci H atun'a, usta hatunu yollamışlar, o ise, sarayda, emirlerin eşleri arasında zengin çeyiz toplamıştı. Kumaşlar, örtüler, küpeler, yüzükler, bilezikler ve ev için (şamdanlar, kaplar vb. oluşan) tam b ir takım.
Sultanın kızları, burada, harem de eğitiliyordu. Bunlar, Aflâki'nin yazdığına göre, "soylu ve öğrenim görmüş
56E. D ulaurter. R â c it... pp. 70, 106; b u n u n yan ısıra , S u riye li M lhall'in ya y ım cıs ı E. J . C habot (III. 200, n o t. 2) b u varsay ım ı red detm ekted ir.
5 7 y a z ıc ıo g lu A li, III, 157.58Y azıeıoğlu AH, III, 243 - 244.59 B u gü n “kum a" sözcüğü , b u an lam d a ku llan ılıyor; K um aç H atu n k o
n u su n d a . bkz: A flâk i, d iz in su b voce, K araim lerde. “k u m a ” sözcü ğü , k u tsa l k ita b ın a n la y ış ın ın e tk is iy le n ik â h s ız karı, “od a lık ” a n lam ın ı kazan m ıştır .
303
bir kadın” olan, anlaşılan, mevlevilerce salık verilen usta hatunun gözetimine em anet ediliyordu.
Moğol döneminde, genel olarak mevleviler, saraya ustalıkla sızabilmişler ve tüm sultan sarayını, kadınlar aracılığıyla, etkileyebilmişlerdir. Örneğin, Sultan II. îz- zeddin Keykavus'un eşi Gürci Hatun, Celâleddin Rumi’nin alımma kendini kaptırm ıştır; o, Celâleddin Rum i’den (da^ ha sonra dünya pazarını iyi bilen Hindistanlı b ir tüccarın belirlediğine göre), Serendib’te b ir yerde, yani Seylan’da yetişen gizemli çiçekler almış ve bu çiçeklerin taçyaprak- larıyla gözlerine dokunarak hastaları iyileştirmişti.*®
Daha Orta Asya'da, eski Oğuz gelenekleri, İran 'dan yapılan aktarm alarla uyum içinde, b ir arada yaşıyordu. Küçük Asya’da, Selçukluların haremlerine, tutsaklar, odalıklar ve yerli hıristiyanlardan eşler, çoktan Küçük Asya'da yerleşmiş Türk boylarının sonraki kuşakları, KafkasyalI kadınlar vb. giriyordu. Bu da, Anadolu Türkünün dış görünümünde, etkisini gösterm iştir.
60 A flâk i, II, 75. — V. d e R ubruk, b u n u , on a ve derm ansız d ü şen oğ lun a İlişk in olarak a n la tıyor (P u teşestv ly e v ı vostoçn lye stran ı, str. 177).
304
ONALTINCI BÖLÜM
Selçuklular Döneminde Dinsel İnanışlar - Müslümanlık Öncesinin ve Hıristiyanlığın Yansımaları - Resmî Din Olarak İslâm - Küçük Asya’da Dervişlik - Mevleviler ve
Celâleddin Rumi’nin Rum Çevresi
Selçuklular, İslâmî, çok önceden, daha Maverâünne- hir'de benimsemişlerdi, am a dış görünüşün arkasında. Küçük Asya’da eski, müslümanlık öncesi yatkınlıklar, uzun süre devam ediyordu.
Çok eskiden, daha Küçük Asya üzerinde Iran hükümdarlarının egemenliği sırasında, Küçük Asya’ya, Iran kültürü, Iran dinsel düşünceleri yayılmıştı; onlar, burada, belki, henüz tam anlamıyla kaydedilmemiş izler bıraktılar. Küçük Asya’da, Selçuklular, dıştan olduğu gibi, içten de ayrı inancın etkisine uğram ışlardır. Ve Selçuklulara, islâmm kalesi olarak. Haçlıların saldırılarım engelleyen, inanç savaşçıları gözüyle bakm ak doğru olmayacaktır.
305
Küçük Asj^a’da, Selçuklular, gerçekten de, hıristiyanlarla savaşım yürütm üşlerdir; onlar, yazıtlarda, kendilerini gururla, kâfirleri yok ediciler olarak sanlandırıyorlardı; “İslâm sultanları” olarak yüceltiyorlardı, ama dinsel yobazlık, onlara yabancıydı, onların savaşım çizgileri islâm- la yapay olarak bağlantılıydı.’ Selçuklular, dinin çıkar larm ı değil, kendilerinin siyasal ve ekonomik çıkarlarını savunuyorlardı. Selçuklular, uyrukları için gerçek müs- lüm anlardı ya da öyle görünüyorlardı, ama kapalı iç çevrede, gerçek yüzleri ortaya çıkıyordu, ve bu konudaki söylentiler ülke dışına yayılıyordu. Örneğin, Halep’ten Nureddin Zengi, Sultan II. K ılıçarslan’a elçi gönderdiği zaman, o, sultanın inanç yenilemesini istemişti.^ Demek,12. yüzyılın ikinci yarısında, dışarda, Selçukluların tam müslüm an olduklarından kuşkulanılıyordu.
Hemen belirtm ek gerekir ki, suçlamalar, genellikle, islâmi inancın dört ekolünü özdeş değerlendiren dinsel hoşgörüyü kavram aktan uzak ve buna yabancı, dar kafalı, biçimci çevrelerden geliyordu. Yönetici üst tabakanın ikiyüzlülüğünden kuşkusuz, bağımsız olan halkın “alt tabakaları” da islâmdan uzaktı.
Daha 14. yüzyılda, yani Selçuklulardan sonra, îbni B atûta’nın anlattıklarından görüldüğü gibi, Alaiye'de, kadınlar, yüzleri açık olarak dolaşıyorlardı.^ Bunlar, olasıdır ki, yalnızca hiristiyan kadınlar değildi, yabancılar arasında, —^yabancı tüccarların ziyaret ettiği— kentin yaşam koşullarında İslâm dininin istemlerini, kendileri için hoş görmeyen yarı göçebe Türkmen kadınları da böyle davranıyorlardı, tslâm ın ortasında filizlendiği halkın temsilcisi b ir Arap olarak, Ibni Batûta, onlar için istenir b ir konuktu ;ama, öte yandan Alaiye’deki halk, haşhaşın
1 w. B arthold . 12 V orlsu ngen, p . 109.2 Cl. H uart. K onla , la v llle des derviches tou rn eu rs. Paris, 1897, p . 215,3 tb n l B a tû ta , II, 256.
306
büyüsünü de deniyordu.Kuzeyde, Karadeniz kıyısında, yalnızca halk değil,
islâmın resm î temsilcisi kadı da, Sünniliğe aykırı davranıyordu. İbni Batûta, Em ir İbrahim 'in annesinin cenazesindeki tuhaflıkları şaşkınlıkla anlatıyor. Tabutunun ardı sıra, oğlu, başı açık olarak yürüyordu; em irlerin ve kölelerin giysileri ters çevrilmişti,'* kadının, hatibin, fa- kihin ise başlarına sarık yerine siyah örtüler sarılmıştı.® Sinop’ta siyah renk, belli ki, yas anlamına geliyordu, ve burada hıristiyanlarla komşuluğun etkisi yansımıştır.
Kuzey kıyıya, daha önceden, sapkın öğretiler yayılmıştı: Baba îshak başkaldırısının bastırılm asından sonra —Oğuz boyu— Çepniler, burada sığmak bulmuştu.*
Genellikle, cenazeler (halk gelenekleri de çokça burada yansım aktadır), m üslüm an törenlerinden uzaklaşıyordu. Örneğin, mevlevilerde, cenaze alayına, müzik aletleri çalınarak eşlik ed iliyordu/ Ibni B atûta’nm anlattığına göre, M anisa’da, Sultan Saruhan’ın oğlu, ilaçlanmış ve birkaç ay boyunca, yeraltı sininde korunmuş, anası babası kurban bayramı arefesinde, ona bakm aya gelmişlerdir;® îbni Batûta, "Bunlarda kırk gün yas tutuluyor” diye serinkanlıca ekliyor.’
Küçük Asya toplum unun yüksek çevreleri arasında,4 K arş. e sk i Y ahudilerde, ü z ü n tü s im g esi olarak ters çevr ilen yatak ,5 İb n i B a tû ta , II, 353 - 354.6 K. G u m an (Ob e tn o lo g ii M aloy A zli, tzv e st iy a K avkazkovo o td ela
R u ssk ovo geografIçeskovo ob şçestva , t . VI, str . 57). G aliba, T ah tac ılar k o n u su n d a , B uralardan d u y d u ğu n u y in e leyerek şöyle yazıyor: T ürkler, onlara, aşa ğ ıla y ıc ı b ir ad tak arak “Ç apni” diyorlardı. Bu, korku dan , görü n ü şte İslâm î k ab u l eden , ü lk en in k ö k lü h ır is tly a n halk ıd ır .
7 A flâk l, II, 217, 347, (E rzurum 'da, P aşa H atu n yed in ci g ü n göm ü lü yor): 257, (K ire H a tu n ’u n cen azesi s ırasınd a, S u lta n V eled d ış ın d a herkes b aşın ı a çm ıştır ); 410, (A m ir A r if in cen azesin d e , K onya h a lk ın ın b ü yü k b ölü m ü, b aşın ı açarak y ü r ü m ü ştü ): 284, (cam id ek i herkes ü z ü n tü d e n b a ş ın ı açm ıştı) .
8 ib n i B a tû ta , II, 313. B u arada, krş. esk i B uhara'da cen aze. Burada, h a tifç e yü k sek kerpiç s in lerde, ö lü n ü n "ruhu" d ışarıya ç ık a b ilsin diye, a ç ık lık b ırak ılıyord u: b u yüzden , B u h ara’da, cesetlere özg ü b ir kok u o lu yordu.
9 İb n i B a tû ta , II, 354.
307
daha 14. yüzyılda, islâmla çelişen eski dinsel inanışlar, tutunm aya devam ediyordu.
Devletin merkezindeki m üslüm an Oğuzlar da, Hıristiyan düşüncelerinin çevrintisine kap ılıyo rdu :S e lçuk lu - larca işgal edilen büyük kentlerin halkı, yaşamlarını kurtarm ak ve toplum sal konum larını sürdürm ek için islâma geçmişti, am a yeni dönmeler, Bizans ortodoks bakış açısından kalan sapmacı eski inanışlarını genellikle bilinçsizce alıkoymuşlardı, müslümanlığa aykırı bu düşünceler de Oğuzlara geçmişti.
Yukarı F ırat'ta , öğretileri, Ermenilerce istekle benimsenen Pavlikiyenler güçlenmişti; ikonalardan nefret etmeleri, onları, b ir yandan m üslüm an Araplarla yakınlaştırıyordu, öte yandan da, burada. Oğuzlar arasında yandaş kazanmak için, gene elverişli b ir ortam açılıyordu.
Selçuklular üzerinde, Erm enilerin güçlü etkisi olm uştur.” Bizans’ın dinsel baskısından bunalan Ermeni- 1er, Küçük Asya’da, Oğuzların belirmesini hoşnutlukla selamlıyorlardı. Doğallıkla, Oğuzlar da, onlara yakınlık duyuyordu. "Haç”' sözcüğü de, Ermeniceden o zamanlar geçmiş olmalıdır. Erm enilerin Oğuzlara eğilimi, anlaşılan, öylesine güçlü biçimde göze çarpm ıştır ki, hıristiyan tarihçiler, Ermenileri, hıristiyanliga ihanetle suçluyorlardı.
Böylece, Bizans’ın düşmanları, Oğuzların kalbini kazanmış, ve dağılma meydana gelmiş, Küçük Asya’da, eski kültürlerin zemini üzerinde, müslüm an - hıristiyan ikili inancı büyümüş ve sağlamlaşmıştır.
Sonuçları, çıkarırken, anımsatayım. Uluslararası 11. Doğubilimciler Kongresinde, V. D. Smirnov, doğrusu, karışık olan raporunda,'® Küçük Asya hıristiyan halkının
10 F. K öprü lü . B izan s M ü essese lerin ln T esiri, s. 296, n o t. 1.11 tb ld , s. 227, n o t. 4.12 Y azcıog lu A li, m , 63 (am a, ya n ın d a A rapça "salb'’ sö zcü ğ ü vardır).13Les vers d lts " S eld jouk” « t le c h r lst la n lsm e tu rc . A ctes d u on zlem e
308
oldum olası ikili inançlılığı konusunda, düşüncesini dile getirmişti. Küçük Asya'da, hıristiyanlığı baltalayan dinsel öğretiler (gnostitsizm, maniheycilik), eskiden beri yaygınlaşmıştı. Islâm la Hıristiyanlık arasındaki sınırlar siliniyor, islâmın resmî ilgilileri, Hıristiyanlığın sapmacı düşüncelerini de taşıyabiliyorlardı. V. D. Smirnov, Daniş- mendlerin Bizans kültürüne eğilimini (sikkelerde iki dilden, Arapça, Rumca açıklamalar), ya da gerçek b ir yakınlığın, herlıangi b ir yabancılaşma ve yobazlık bulunm adığının gözle görülür yansıması olarak tarihsel vakayinamelerde ya da söylencesel destanlarda ve masallarda, m üslüm anların sık sık Hıristiyan din adamı giysisi giymesini böyle açıklam aktadır.
M averaünnehir’den sürekli olarak yeni kalabelekler, yeni dervişler, babalar geliyor, ve bunlar, sürekli. Küçük Asya'daki Oğuzların basit törelerini ayrıştırıyor ve değiştiriyorlardı. Büyük ilgiyle, simyacılığın gizlerine kendilerini kaptıran dervişler, insanların kafalarını karıştırıyor ve onları inançtan koparıyorlardı.'''
Ama, Selçuklular, resmî olarak sünni idiler ve inancın yönergelerini gözetiyorlardı. Örneğin, eski geleneklerin koruyucusu Sultan I. Alaaddin Keykubad, ateşli bir müslüm an olarak, Ebu Hanife mezhebini izliyordu; o, günde beş vakit namaz kılıyordu, ve yalnızca, gün doğarken, ilk duayı, şafii mezhebine göre yapıyordu.
Ayin kuralları, ayrıntılı ritm le düzenlenmiş, akılcı, şekilde kurulm uştu ve islâmın sünni öğretisi, her şeye karşın, Türk’ün asker doğasına uygun düşüyordu.
Selçuklularda, şeyhülislâm görevlerini yerine getiren kadı, yeryüzünde, tanrısal yasayı simgeliyordu, amao, yalnızca dinsel değil, dünyasal m akam larda da bulu-
C ongres In tern ation a l des o r le n ta lis te s â. Paris, 1897. T roisiâm e sec tlo n . P a ris, 1899, pp. 142 - 157). B u n u n la b ir lik te , V. D. Sm irnov, sonradan görü şü n ü d eğ iştirm iştir . (M nim ıy tu ry etsk iy su lta n , str . 53).
M AflâkI, II, 349.
309
nabiliyordu. Sultan II. îzzeddin Keykavus’un “kadılar kadısı” (kadıü’l kuddat) "atabek" sanını taşıyordu ve vezirdi; hüküm darını yiğitçe savunurken, Moğollarla çarpışmada ölm üştü (654 - 1256 yılı),’® 14. yüzyılda, Sivas’ı, kadı ve şair Sivaslı Burhaneddin yönetiyordu. Feodallar, kadı önünde sultana bağlılık andı içiyorlardı. Kadı, Selçuklular arasında hakemdi; şehzadeler arasındaki tartışm aları ve kavgaları, o, çözüme kavuşturuyor, devletin yüksek orun sahipleri de, onun öğütlerine başvuruyorlardı.
Din adam ları, sultanın anlayış doğrultusunu, çok iyi gözönünde bulunduruyorlardı. Bizans görenekleriyle yakından ilgilenen (bir hıristiyan kadından doğma) SultanI. Gıyaseddin Keyhüsrev’in aykırı tutum larını kınayan kadı Termezi'nin idam edilmesinden sonra, b ir ara, ülkede kuraklık başgöstermişti; sultan, kolayca, bunun, işlediği günahın b ir cezalandırılması olduğu düşüncesine inandırılmış, ve o, pişman olm uştur.’'* Anlaşılan, bu ras tlantının ardından, din adam larının etkisi güçlenmiştir.
"Ezeli söz” (Kelam-ı Kadim) K ur’an, sultan için kutsaldır, ve o, yüksek san sahibinin (feodalin) K ur'an üzerine yemin etmesini istiyordu.
Yazıcıoğlu Ali, Sultan I. Alaaddin Keykubad’m sofuluğunu övüyor.’ O, m ektuplara saygı gösteriyordu, divandan çıkan buyruk belgeler de, onun için kutsaldı. Çünkü, giriş bölümü, Allah adının yüceltilmesini içeriyordu; Küçük Asva Türk’ünün 20. yüzyılda bile, b ir gazete sayfasını ya da kâğıt parçasını, bunlarda kutsal söz yazılmış olabileceği nedeniyle, kaldırm ası ve saklaması gibi,’® sultan da, belgeye bakarken saygılı b ir ürperm e duyuyordu.
ISA bdülkadir H am d izade (şim d i; K rdoğan), K onya G azetesi, "Türle S ö zü", 1917, no; 36.
16 Yazıcıoğlu Ali, III, 80.17 Yazıcıoğlu Ali, III, 217.18 VI. G ordlevskiy. B it osm an tsev v ı suyerveriyah, p r im etah 1 obryadah.
B tnografiçesk oye obozren iye, 1915, no; 3 - 4 str . 9.
310
o, buyruğu imzalamadan önce abdest alıyordu; imzadan önce, duadan önce olduğu gibi, temizlenmek istiyordu.
Ama, belki de, Selçuklu devletinde yaygın olan, yal- nızca, Ebu Hanife’nin sünni mezhebi değildi. Konya’daki Sırçalı medreseyi kuran (1242 yılı) Bedreddin, burayı, "Fakihler ve Ebu Hanife yandaşlarının nafakalarına” (li- yü’l fükaha vel münefaka min ashabı Ebi-Hanife) ayırm ıştı.” Buna işaret etmek gerekti, çünkü, anlaşılan, diğer mezheplerin de yandaşlan vardı.
Irak ’ta, Ebu Hanife ve şafii mezhepleri arasında eski çekişme sürüyordu. Tarihçi Ravendi, Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’e başvurarak bu düşmanlığa son verilmesini d i l e r B u kavganın yankıları, belli ki. Küçük Asya'da da işitilm ektedir; Hanife yanlısı Sultan I. Alaaddin Keyku- bad, sabah namazım işte bu düşmanlığı ortadan kaldırmak için, şafii mezhebine göre kılıyordu.
Belki, malikiler de vardı. Küçük Asya’ya gelmeye can atan yabancılar arasında, uzak Fas'tan da m üslüm anlar bulunuyordu. Selçuklu devleti ve Fas arasında, b ir tü r sıkı bağ oluşmuştu.
Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev, yabancı ülkelerde dolaştığı sırada, gemisi, beklenmedik şekilde Karadenizden Fas'a geçmiştir.^' Konya’da, Sultan HI. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından yaptırılan (1275) "Faslılar Camisi” vardı.^
Ve ensonu, İspanya doğumlu olan "şeyhler şeyhi” Muineddin İbn al Arabi, uzun süre Konya’da yaşamış, burada, öğrencisi ve ardılı Sadreddin Konyevi’yi yetiştir- mişti.“
19 Cl. H uart. E plgraphle arabe, p. 79.20 R avendi, ed. Iqbal, p . 64.21 Y azıcıog lu AH, III , 37. — H u art (op. c lt., p. 57) h a k lı olarak BUltanın
" od isselyasım n ’' (serü ven ll y o lcu lu k , ç .) b ü tü n ü n ü n u yd u rm a o ld u ğu n u düşünım ektedlr.
22 Cl. H uart, op. c lt., p. 65.23 VI, G ordlevskiy. J lt iy e Sadreddina K onyevl. tzv e st iy a A kadem ll N auk.
O td elen iye g u m a n lta rn ıh n au k , 1929, str . 538. 1 sİ.
311
îb n al Arabi figürü, 13. yüzyıl başında Selçukluların iç politikasına da zayıf b ir ışık tutm aktadır. Bu büyük m istik, sufi üzerine, önceden, kulak dolgunluğu olan Sultan I. Izzeddin Keykavus, onu Konya’ya, saraya çağırmıştır. İbn al Arabi, Küçük Asya’da dolaşmış, Sivas’ta, Malatya'da vb. bulunm uş, belki, sultanın verdiği birtakım görevleri de yerine getirm iştir. Ama, sultandan uzakta, îb n al Arabi, onu düşünüyor, askerî başarılarına um ut besliyordu.
Haçlılarca çevrelenmiş olan sultan, onu, dinsel b ir baba gibi görüyor, ve kendisini bezdiren sorulara, ondan karşılık arıyordu. Sultan, devletin sınırları içinde yaşayan hıristiyanlara karşı, nasıl b ir siyaset yürütm esi gerektiği konusunda, ona danışıyordu. Sultana yazdığı ("Fütuhat”a giren) m ektubunda, îbn al Arabi, amansız davranmasını önermektedir. Anlaşılan, bu, Suriye’de, Haçlıların başına buyruk egemenliği görmekten doğan öç duygusudur.
önerinin uygulamada sonuçlar doğurup doğurmadığı belli değildir. Ama, Selçuklu II. Gıyaseddin Keyhüsrev’- in san terim lerinde ("putperestleri kahredici”), gene de, hıristiyanlara, anlaşılan Avrupah Haçlılara karşıt duygular ortaya çıkmaktadır.*''
Orta Asya'da, yaşamın barışçıl akışını bozan kargaşalıklar, bilginleri de Rum Selçuklularının sarayına gitmeye itiyordu. Küçük Asya'da, b ir yandan ilahiyatın, öte yandan mistisizmin meşaleleri parıldadığı için, onlar, buraya büyük hevesle geliyorlardı. Küçük Asya’da, genel müslümanlık bilimi (Arap dilinde) ve şiir (Fars dilinde) gelişme kaydetmişti. Konya, Harzem’den Necmeddin K ubra’vı da, Necmeddin Razi’yi de kendine çekmişti.
Celâleddin Rumi (Öl. 1273) ve Sadreddin Konyevi (Öl.
24 tb n i al A rabi'n in K üçült Asya'da b u lu n u şu k on u su n d a bkz: M iguel A sin P alaclos, E l lalam oristian izado . E stu d io d e l " S u flsm o” a travma de las obras de A benarabl de M urcia. M adrid, 1931, pp . 89 - 97.
312
1274 - 75) sayesinde, 13. yüzyıl ortasında, Selçukluların başkenti, dinsel aydınlanma merkezine dönüşmüştü. Af- lâki’nin anlattıklarından anlaşılacağı gibi, Sadreddin Konyevi’nin çevresinde, başkent toplum unun kaymak tabakası toplanmıştı: Gerçeği aram a peşinde, Doğu'da dolaşıp duran Fahreddin Iraki (öl. 1288), Evhadeddin Kir- m ani (öl. 1298), Kadı Siraceddin, kılıç yerine kaleme sarılan Kadı îzzeddin Atabek vb..
Ama, Celâleddin Rumi'nin m istik vaazı, Konya'dan yayılınca, Selçuklu kentleri, ondan uzak duruyorlardı; sofuluk Kayseri'de toplanıyor, Sünniliğin ateşli yandaşları, burada, medreseler kuruyor ve ortodoks sünni öğretisini destekliyorlardı. Ufak taşra kentlerinde de, örneğin, Akşehir’de bilginler vardı: Necmeddin Ahnıed (öl. 1251) ve Mahmud Hayrani (öl. 1268) kardeşler, Mesud'un aynı türbede gömülü oğulları ve belki, güldüren halk bilgesi Hoca Nasreddin.“
Yabancı adaşlar —Necmeddin Kubra ve Necmeddin Razi—, Küçük Asyalı yerli bilgin Necmeddin Ahmed'i gölgede bırakm ışlardır, ama 14. yüzyılda, Yunus Emre, eski zamanları anımsayarak, şöyle haykırıyordu; "Nerde Fa- kih Ahmed Kudbeddin, Sultan Seyid Necmeddin, Mevla- na Celâleddin? Nereye yittiler dünyanın o kutubları?"^^
13. yüzyıl ortasında, Selçuklulardaki dinsel ateş soğumuştu, ve tutkulu "bir m üslüm an olduğu anlaşılan tarihçi Aksaray! de. Büyük Selçuklularca gözetilen geleneği yenilediği ve dinsel sorunları görüşen bilginleri sarayda topladığı, sonra, bilginlik derecesine göre, bunlara görevler verdiği için, vezir Muineddin Pervane’yi övüyordu.^^
Sultanlar, eğitimi koruyorlar, medreseler yaptınyor-
25 Y aşad ığ ı d ön em ü zer in e d ü şü n ce ler k on u su n d a bkz: VI. G ordlevskiy. A n ek d otı o hoce Naspeddine, M., 1936, str . X III 1 bI.
26 A bdulkadir Erdoğan, N ecm ed d in A hm ed'in san d u k ası. K onya, 1936, no: 2, s. 108.
27 V. B arth old . O n yek otorıh v o s to ç n ıh rukop isah , s tr . 0131.
313
lardı (feodallar da, onlara öykünüyordu); medreselerden^ sınıfsal olarak onlara yakın kişiler, ideolojik bakımdan kendilerine yakın din adam ları çıkıyordu. Medreseler, yabancı bilginlerin (Iranlıların) yönettiği, ama yerli ulemayı çıkaran ilahiyat ocaklarıydı.^
Yollar boyunca, yolcular için zaviyeler (gezgin kabul evleri) kurulm uştur. Bunları, genellikle günahlarından pişm an olup hayır işlerine gelirlerini bağışlayan feodallar yaptırıyordu. Örneğin, K astam onu Emiri Fahreddin, böyle davranmış, zaviyenin gözetimini de oğluna bırakmıştı. “Kutsal ve köklü kentlerden” (Mekke ve Medine’den) ya da Suriye’den, Irak 'tan , H orasan'dan vb. gelen her yoksula, giysi ve bulunduğu sürece, günde 100 dirhem ve yola çıktığı gün 300 dirhem veriliyordu.^
Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in cenazesi sırasında, gömme töreninden sonra, zengin yemekler verilmişti; hafızlar, öğrenciler ve yoksullar arasında, yalnızca Konya’da değil, ülkenin her yanındaki tüm kentlerde, 50 bin altın sikke dağıtılmıştı
Dinleri ayrı kentleri fetheden sultanlar, oralarda cam iler kuruyordu; Ibni Bîbî'nin belirttiği gibi,^' ikonala rm yerini m ihraplar ve m inberler almıştı; buralara, ho ç a la r ,y a n i din öğretmenleri gönderiliyordu. Hıristiyan lan n baskıyla islâma döndürüldüğünü varsaymak güçtür bu islâmın kavga arayan hareketi değildi, sultan, her şey den çok, Selçukluların politikası gereği, elverişli toprak lara yerleşerek. Küçük Asya’nın barış içinde Türkleşmesi ni gerçekleştiren Türk kolonilerinin, Oğuz boylarının din sel eğitimini düşünüyordu. Kısaca, sultanlar, islâmı, gö çebeler arasında pekiştirm ek istiyorlardı. Ayrıca, açıkça-
28A flâkl, II. 38.2 9 ib n l B a tû ta , II. 347 - 348.30Y azıcıogIu A li, III, 114.31 Ib n l B îb î. IV, 137.3 2 tb n i B lb î, IV, 138.
314
sı "haraç” ödemekte olan hıristiyanlarm sayısını azaltmak, ekonomik bakım dan da onlar için kârlı değildi.
Moğolların saldırısı, giderek, aydınlanma alanında da yansım ıştır. Maddi ve manevi anlamda, kültürün gelişmesi durm uştu; 1273 yılında, Celâleddin Rumi öldü ve Sadreddin Konyevi’nin renkli deyimiyle "tespih saçıldı”; o, "Bilgin kişinin ölümü dünyanın yok olm asıdır” hadisini yineliyordu.^
Böylece, sultanın tutum unu, dış görünümüyle şeriat belirliyordu, am a aslında, o, feodalin telkinlerini uyguluyordu.
Feodallar, din adam larını da yönetiyorlardı. Ellerinde toprak ve taşınm azlar ("vakıflar”) toplamış olan din adam ları kesimi, uygulamada, feodallara bağlıydı. Örneğin, Moğollar döneminde, devleti. Vezir Muineddin Pervane yönetiyordu, Konya kadısını bile, o, atamaktaydı.^
H ıristiyan toprakları üzerine yağmalama akmları gerçekleştiren sultan, dinin buyurduğu yolda yürüdüğünü düşünüyordu, ve şeriata göre, inanç için savaşanların "gazi hakkı” olan savaş ganimetinin beşte birini islâma hizmet edenlere, seyidlere, yoksullara ve "bağlı hizmetlilere” (metbu) veriyordu.
Vakayiname, "tokların m erham etinin ederi” bu sadakanın tutarını, b ir yerde, tam olarak belirtm ektedir: Yüz sığır, bin koyun ve on bin akçe.^^ Savaş zamanında, büyükbaş koyunların fiyatı, bilindiği gibi, yüksek değildi, îk i yüz sığır (1000 koyun = 100 sığır), olsa olsa 400 akçe edebiliyordu. Sultanın feodallara, çoklukla, büyük toprakların yanısıra yüz binlerce akçe bağışladığı b ir zamanda, bu, çok önemsiz b ir tutardı. Yoksullara yardım özelliğindeki hayırseverlik, b ir hiç düzeyindeydi. Bu, bedava-
33 VI. a o rd lev sk iy . J lt iy e Sad redd ina K onyevl, str . 545.34Aflâki, I, 325.35Yazıcıo|lu Ali, III, 338.
315
dan, değerli yiyeceklerle donatılmış masasından kırıntılar atan m üslüm an zenginin gösterişli davranışıydı; bu davranış, feodal ile toprağında yaşayan, ona çalışan yoksul arasındaki toplumsal uçurum u b ir kez daha vurguluyordu.
Dindarlık, varlıklı sınıfların yapmacık ve ikiyüzlülüğünü ortaya koyan, işin yalnızca gösteriş yanıydı.
Ama, dinin buyruklarım , yalnızca saray ve feodallar gözetiyorlardı, alt kesimlerde ise kitleler biçimlenmemiş- ti, islâma kayıtsızdı. H atta, sınırlardaki Türk boylarının yöneticileri de, dinsel ayinlere, onları hiç de ilgilendirmeyen, kendinden olmayan, yabancı şeyler olarak bakıyorlardı. Mevlevi tarikatının şeyhini güleryüzle karşılıyormuş gibi davranan Germiyan Alişir’in oğlu (Yakub), b ir yanda dervişler K ur'an okur ve ilahiler söylerken, her zamanki işleriyle, köleleriyle ilgilenmişti. Aflâki’de, "bu, utanmaz b ir Türktü" yargısı beliriveriyor.^
Kent ve köy birbirinin karşıtıydı. Kent halkı, Sünniliğe bağlıydı. Toplumun feodallardan, tüccarlardan ve büyük zanaatçılardan oluşan tutucu çevrelerini oluşturuyordu. Köylülük arasında ise, alevilik egemendi, genellikle, derviş propagandası sürüyordu.
Sultanın uyruğu, eziyet içindeydi. Tanrı, zenginleri koruyor, bu yüzden de yoksullar, resm î dini j^adsıyamn ardından seve seve yürüyorlardı. Onlar, burada, yaşamın güçlüklerinden kurtuluş bulmayı umuyorlardı. Böylece, Küçük Asya, çok eskiden beri yadsıyıcılar ocağıydı. Bizans’tan Selçuklulara geçerken, Küçük Asva’nın halkı, hukuksuz yaşam içinde geçen yüzyılların ürünü olan ideolojisini korum uştu; böylece. Küçük Asva'da, Sünniliğe karşıt (ve müslümanlığa karşıt) öğretilerin gelişmesi için elverişli ortam kolay oluşuyordu.
Ve, her şey b ir yana, İslâm, tepeden gelen ağır dar-
a^Aflâkl, n, 389, 390.
316
belere uğruyordu; Han Baydu’nun (1295) kısa hüküm darlığı sırasında, “m edreseler”, Aksarayi'nin deyimiyle “silinm işti” (Burada çevrilemeyen Arapça sözcük oyunu vardır), medreselere içki düşkünleri yerleşmişti ve neredeyse, müezzin sesi kesilecek ve camiler putların barınağına (yani kiliselere) dönüşecek gibi görünüyorduk Alt tabakalar çok daha sarsılmaya başlamışlardı.
Daha İslâm damgası altında Küçük Asya’ya sızan dinsel- akımlarla, İslâm dindarlığının temelleri sarsılmıştı. Belki, zenginlikleri kendilerinde toplamış olan sarraflar da, Ş İİ dervişlerinin (ismailliler) propagandasını yönlendi- rebiliyorlardı.
Küçük Asya'da zengin hıristiyan topraklarını yutan büyük b ir müslüm an devletinin kurulm ası, şiiliğe eğilimli “babalar", “batimler",®® “Kalenderler” vb. yüzlerce dervişi, H orasan’dan “cihad bölgesine” çekmişti. Bunlar, orada, daha Büyük Selçuklu Melikşah zamanında çoğalmışlardı. Moğol saldırısından sonra, zincirleme akın güçlenmiş, Harzemden, Necmeddin K ubra’nın öğrencileri buraya yönelmişlerdir. Ve bunlar, genellikle, islâmı güç kullanarak yayan gaddar yobazlardı.^ Artlarından kanlarım ve çocuklarını da sürükleyerek savaşa atılıyorlardı.
Dervişler, Küçük Asya’da, “gizli mezheb” ismailiye öğretisini yaydılar. Öğreti, ahilerce, onlardan, bu baba ve hatm ilerden, kolayca benimsenmiştir. Sonra, tüm bunlar, bektaşilik içinde eriyip dağılmıştır. Bugün ise, "gizli kişiler" (ehli batin) deyimiyle, artık yalnızca, kızılbaşlar am açlanmaktadır.
37 V. B artold . O n yek otorıh voa toçn ıh rukop isah , str , 0133. — 14. yü zy ıl b aşın d a su lta n O lcay tu 'n u n h ü k ü m d arlığ ı s ırasın d a a yn ı du ru m y in e len m işti, bkz; A flâk i, II, 322 - 323.
38Bkz: F. K öprülü , T ürk E d eb iya tın d a İlk M utasavvıflar .39Krş. Y alova'da (yan i İsta n b u l yak ın ın d a) s ila h s ız b ir dervişin , k en d i
ler iy le a lay ed en b ir h ır is tiy a n ı, ağaçtan y a p ılm a k ıl ıç la İkiye b iç tiğ i, b u n d a n sonra, tü m çevren in İslâm î k ab u llen d iğ in e İ lişk in söy len ce, bkz; Pr. G lese. D le a lto sm a n lsch en an on ym en C hroniken . B. I. B reslau , 1922, II, 11.
317
Aralarında ahilerin de bulunabildiği gaziler ve yiğitler, "sipehsalarların” “reislerin” vb. yönetiminde, Küçük Asya'yı kaplayan tüm bu kitle, sonra, savaş sona erdiği zaman, ülkede dervişlik propagandasıyla uğraşıyordu.
Sufiler ve seyidler de, Küçük Asya'da, islâmın temellerini sarsıyorlardı. Sultanlar, sufi şeyhlere (meşayıh-i mutasavvıf e), saray kapılarını seve seve açıyorlardı; sufiler, seyidler, şölenlerde, ulemayla, kadıyla, müftüyle vb. yanyana o tu ru y o rla rd ıS e lç u k lu la r , şeyhleri seviyorlardı; daha Sultan I. Mesud (545 -1150 yılında), Amasya'da, "hanaku”'" yaptırm ıştı.
Seyitler, daima, yüksek konum larda bulunuyorlardı. Gerçek ya da sahte, M uhammed'in soyundan gelme özelliğini kullanan açıkgöz seyitler, kalabalıklar halinde. Küçük Asya'ya geliyorlardı. Küçük Asya'da, örneğin, Seyida- bad''^ gibi (bugünkü Seydişehir) seyid merkezleri yaratılmış gibiydi. Olasıdır ki, buralarda, kendisine ait toprak parçasının bulunduğu yere, parlak adını veren, yalnızca, b ir seyit yerleşmiştir.
Seyidler, birlik oluşturm uşlardı; Vakayiname'de, seyitlerin beyi anlam ında “melikü's sâdât" anılm aktadır. Ibni B atûta zamanında, Sivas'ta medreseye benzeyen b ir bina, "seyidlik ocağı” (darü's seyade) vardı. Burada, özellikle M uhammed'in sonraki kuşağından olanlar konaklıyorlar, onların ortak başkanı da (nakib) burada yaşıyordu; kaldıkları sürece, kendilerine, yatak, yiyecek, ışık, vb. sağlanıyor, ayrılırken de, yol için yiyecek gereksinmeleri karşılanıyordu.'*^
Dervişler de iyi yaşıyorlardı. Aflâki'den bilinmektedir ki, devlet, dervişlere, kuşkusuz, önemli sayılacak bir
40Y azıcıoğ lu Ali, III , 221.41 P, K öprülü, A nadolu 'da ta lam lyet, s. 47. 42AflâW , II, 61.43 İb n l B atû ta , II, 289 - 290.
318
tu tar olarak yarım dinar^'' gündelik ödüyordu.Eski, şam an dünya görüşünün öğelerini, henüz ken
dileri de koruyan dervişler, yalnızca kısa b ir süre önce, islân:ıı benimsemiş olan Türkm en halk arasında onaylanan b ir kabul görüyorlardı.
Küçük Asya’ya dolan dervişler, yalnızca dinsel yöneticiler olmakla kalmıyorlardı. Onlar, göçebelere kültür ve devlet yapısı öğeleri aşılıyorlar, Selçukluların yarattığı düzenlemeleri yıkan Moğollara karşı, halkı birleştiriyor, direnişleri örgütlüyorlardı.
Dervişler, Küçük Asya’ya, dört yoldan geliyorlardı: H orasan’dan, Azerbeycan'dan (Ardebil'den), Suriye’den ve Irak ’tan (Erbil'den, Bağdad’dan). Burada, Küçük Asya’da, köylüler ve zanaatçılar arasından kendilerine yandaşlar kazanıyorlardı. Mülksüz kalmış insanlar, yeryüzü acılarının dinme çaresini onlarda arıyorlardı.
H orasan'dan açılmış olan yol üzerinden, Osmanlı döneminde de dervişler gelmiştir, bunlar, zamanımızda da Dersim’de, derviş olarak kendilerine verdikleri adla "Horasan erenleriydi”.
Küçük Asya halkının düşünce yapısına, Orta Asya Türk m istikleri "a ta lar” da, büyük etkide bulunm uşlardır. Bunlar, Küçük Asya’ya, Ahmet Yesevi’nin mezhebini ve onun hikm etlerini taşıyorlardı. Daha 16. yüzyılda, bu konuda, bellekler tazeydi. Örneğin, Lamii’nin “Latifeler” inde, "derviş ata"ya rastlanıyor. Eğridir gölü yakınındaki b ir köyün adı da, ("Ata”). Bu, müslüman özel adı olabilse bile, ilginçtir. Biraz ötede, "Sm ırkent” yeralm aktadır, ve Küçük Asya toponomisinde seyrek rastlanan "kent” (krş. Hankendi, Mollakendi) sözcüğü, Orta Asya yansımalarını dile getirmektedir.
Belki de, (Seyid - B attal’m gömülü olduğu) Seyidga
44A flâk l, I, 345.
319
zi'deki Bektaşi tekkesi/^ daha 20. yüzyılda bile, Ahmet Yesevi'nin'^ anısının sürdüğü Doğu Türkistan’dan ziyaretçi çektiğine göre, burada. Küçük Asya ve Orta Asya arasındaki eski, canlı ilişki sürm ektedir. Selçuklu sultanları, Bizans’ın kutsal saydığı b ir yöresinde ortaya çıkmış olan Seyidgazi’ye de sevgi duyuyorlardı. Sultan I. Gı- yaseddin Keyhüsrev, Selçuklulara, Küçük Asya yolunu açan gaziliğin temellendiricisine sevgisini vurgulayarak, burada b ir cami (1207 - 08) yaptırm ıştır; onun eşi. Sultan I. Alaaddin Keykubad’m annesi, mezhezi bütün Küçük Asya’da yayılmış olan Fatıma (ve kölesi Ayniana), buradaki eski b ir Bizans kilisesinde gömülüdür
Seyyit B attal’m mezarı birçok ziyaretçileri çekiyordu; Seyyit B attal’ın adını, savaşa gidenler, yani gâvurlarla savaştan sonra yengi kazanmış, gazilik borcunu yerine getirmiş olarak evine dönmek isteyenler, simge ediniyorlardı.
Azerbeycan’da, eskiden beri Sünniliğe karşı b ir yapıdaydı. Hazar boyu bölgelerinin halkı, m üslüm an fetihçi- lerden bağımsızlığını özenle koruyordu. Burada, eskiden beri, köylü kitleleri arasında kaynaşma vardı; 9. yüzyılda Babek başkaldırısı, burada, Ardebil’de başlamıştı. Sonraları da şii şeyhler, sürekli olarak Ardebil'de barınıyorlardı. Hurûfi mezhebinin kurucusu Fadlallah da, Ast- râbâd kökenliydi.
Vakayiname’de, Ardebil, yalnızca b ir kez anılıyor. Azerbaycan kökenli şeyh Suhraverdi'nin Konya’da bulunuşunu anlatırken, Yazıcıoğlu Ali, halkta, Ardebil şeyh-
45 Karş. 1918 y ılın d a İ s ta n b u l’da y ay ım lan an D erviş M. Şü k rü m ab ed in in (T ürkçe olarak) a n la tım ı.
46 Th. M anzel. D as B ek tasch i - K loster Sejldj-1 C hâsl. M .S.O.S. Jah ran g X X V III, 1925, W estasi!ıtlseh e A b te llu n g , p. 93.
47 T h. M enzel, op. c lt., pp. 94, 102. B u ta p ın a k k o n u su n d a k i m alzem eler (X V II. yü zy ıld a B atıd ak i en esk i d eg ln ller) F. W. H asluck'd a (op. c lt ., pp. 704 - 710) top lan m ıştır .
320
lerine güçlü ilgi olduğunu dile getirmektedir.*® İran ’da, Şiiliği, devlet dini ilan eden ve Sünniliğin çabalı yandaşları olan Osmanlı sultanlarıyla savaşım yürüten Safevi- 1er hanedanı, 16. yüzyılda, burada doğmuştur. Çepnilerin b ir bölüm ü de. Küçük Asya’dan oraya, Hazar Denizine, Ardebil'e geri dönm üştür. O halde, bu akım, Oğuz boylarını da sarsmıştı. Onlarda, daha önce de, şiiliğe b ir eğilim vardı.
Selçukluların Suriye’ye seferleri, doğaldır ki, bu ezeli yadsım acılar ülkesinden, dinsel kaynaklı toplumsal düşüncelere geliş yolu açm ıştır. Feodalların toprakları üzerinde oturan köylülerin, Baba îshak’m "harici” vaazını nasıl derinden benimsediğini, Selçuklular, kısa süre sonra öğrenmişlerdi.
Ve ensonu, Irak ’tan, Kürtlerin yerleştiği ve anlaşılan Şiiliğe eğilimli b ir çevre olan E rbil’den (eskiden Arbel) ve halifeliğin merkezi Bağdat’tan, Sünnilikle gelişen dinsel düşünceler geliyordu. Orta Asya’ya olduğu gibi,'” Küçük Asya’ya da, derviş dansları, Irak ’tan geçmiştir. Galiba bunlar. Ön Asya’da egemen eski Doğu dinlerinin kalıtları ya da kalıntılarıydı.
Küçük Asya’da, danslar, 12. yüzyılda, tümüyle yayılmıştı. Burada, belki ayrıca, yerli Rum halkın™ sonradan mevlevilere geçen gelenekleri de, etkisini göstermiştir.
Sultan II. K ıhçarslan’ın ve onun oğulları Nasreddin Barkiyaruk ile, "Çertunam e” yapıtını adadığı®' Gıyased- din’in büyük sevgisini kazanan Azerbaycan kökenli Türk“ Şeyh Suhravardi Şihabeddin “M aktul” (578- 1190 yılın-
48Y azıcıog lu A li, III, 225.49 V. B artold . O pogreben ll T im ura. ZVO, t. X X III, str . 4. VI. G ordlevskiy.
B ah au d d in N aksbend B uharsk ly . Sb orn ik “Sergeyu F edorovlçu O ld en burgu’', L., 1934, str . 162.
50 VI. a o rd lev sk iy . J lt iy e Sad redd ina K onyevl, s tr . 540.51 Y a z ıc io g lu Ali, III, 14; krş: Y u su f Z iya 'nm sözleri.52Bkz: b iyografisi, O. Sp ies, op. c lt., p. 8.
321
da öldürülm üştür), dinsel dansları (sema) seviyordu.^ Halife N asiridenillahi'nin elçisi, artık yaşlı olan (doğ.
1145) Şihabeddin Abu Hafs Omar ibn Muhammed Suhra- verdi ve onun müridleri, şarapla sarhoş olmuş konuklar olarak kendilerinden geçip dansetmeye başladıkları zaman, bu. Sultan I. İzzeddin Keykavus'un sarayında hoş görülüp beğeniyle karşılanmıştı; sünni müslüm anlar da, toplu ayin dansı yapıyorlardı. Sultanların ve beylerin ahi topluluğuna dahil olması da, tam burada, yerinde meydana gelmişti. Halife Nasiriddinillahi'nin elçisi şeyh Sahra- verdi, anlaşılan, futuvva tüzüğünü izliyordu. 14. yüzyılda. Küçük Asya'da, ahiler, aynı görenekle şarkı söylüyor ve dansediyorlardı. Dans, ayin dansı, daha önce de, Irak ’ta —Bağdat'ta— Futuvvanın öğelerinden birini oluşturuyordu.
Omar ibn Muhammed Suhraverdi'nin Sünniliği kuşkuludur. Küçük Asya'da, (sultanı yıldırarak) futuvva düşüncelerini propaganda ettiğine göre, o, belki de ismai- liyedendi. Sultan H. îzzeddin Keykavus'un ardılı, IV. Rükneddin Kılıçarslan'm ismailiyeye mensup olduğu yolundaki bilgiyi, Hammer, Cenabi'den almış olmalıdır.^ Kuşkusuz, bu, ahiler ve ismaililer arasında bağ bulunduğuna ilişkin, yalnızca b ir varsayımdır, ama ahileri, genel olarak "batını" zemini üzerinde gözden geçirmek zorun- ludur.“ Bunlar, sünni m üslüm anlar değildi, dervişlere sevgiyle bakıyorlar, ve derviş tarikatlarına bağlanıyorlardı (örneğin, Ahi Yusuf Halveti)
Küçük Asya'da, Ahmed Yesevi'nin kalıtçıları ve ardılları bektaşilerin de bulunduğu açıktır; örneğin, Konya'da (Hacı Bektaş'ın "Vilâyetname”sinde geçen b ir ad)
53 Y u su f z iy a , Ş eyh Ş lh a b e ttin M aktu l Su hraverdi, M ihrab, 1924, no: 1., Y u su f Ziya, E m ir K em aled d in K am yar’ı da, şey h i seven ler arasın d a sayıyor.
54 J . H am m er, a .O .B ., I, 22.55 F. K öprülü , A n ad o lu ’da İslam iyet, s. 67. ,56İbld., s. 89, n o t, 4.
322
Pirebi bölgesi vard ı5"Kalenderiye” dervişlerine de, başka adla "abdalla
ra da (taife-i abdalan) sık sık rastlanıyordu.Âşıkpaşazade tarihinden bilindiği gibi, "abdallar” o
zamanlar. Küçük Asya'da egemendi; bu, ülkenin toplumsal - siyasal yaşamını yönlendiren dört Rum (Anadolu, ç.) gruplaşm asından (abdalan-ı Rum) biriydi.
Kalenderlere, 16. yüzyılda yaygınlaşan b ir terim olarak ayrıca "ışık” deniyordu. Burada, belki, Türkçe "ışık” ve "aşık” (Arapça, "Tanrı sevgisiyle yanıp tu tuşan”) sözcükleri arasında b ir türem e meydana gelmiştir, yani "ışık” sözcüğü sufi terim inin halk dilindeki köküdür.®® Dervişlerin gezgin yaşamı sırasında, belki, dağlara çıkılıyor ya da dağlarda ateş yakılıyordu. F. Gize’nin kaydettiği yarı m istik bir tü rkü böyle b ir yoruma götürüyor.
Uca dağ başında yanar bir ışık Onu bekleyen garip bir aşık ..
Küçük Asya’da, Kalenderler, ortadan kaybolmuş, onlara yakın olan Rufailer kalm ıştır. Aflâki'de onlar için, Türkçe (kılsız, çıplak) anlam ında "cavlak” sözcüğünden, "cavlaki” terimine rastlanıyor. Diğer kullanım lar arasında, o, Niksarlı Şeyh Abu Bekir Cavlaki’ye değiniyor." îbn i Bîbî'de "cavlakiyan” sözcüğü "esiran” (tutsaklar)'^’ sözcüğüyle yan yana yer aldığı için, Halil Edhem, derviş içeriğini ayırarak, buna "yoksul”^ anlamı veriyor.
Olasıdır ki, "ışıklar” terim i altında birleşen kalenderler, abdallar, cavlaklar, sonunda bektaşi tarikatında
57 VI. G ordlevskiy. İz Istorll vodop olzovan lya v ı K onye. Z apiski İ n st ltu ta vostokoveden iya , t . II, str. 188.
53 Y. T senk er (S lovar I, 54) e t im o lo jid en yo la çıkarak, "âşık" sö zcü ğ ü nü , ış ık y a da k ıv ılc ım g ib i b e llr iveren gezg in derviş şek lin d e açık lıyor.
59 Fr. G lese. E rzah lu n gen u n d Lleder, no: 28, p. 69.«OAflâkl, II. 110. — Karş. Arapça yazan “yabancı” yazar İbn al Cavall-
k i'n ln adı (Yapıtı 1867'de E. Zahau tarafından yayım lanm ıştır).61 tb n l B îb î, IV, 242.62 H alil E dhem . K ayseriye Ş ehri, s. 81, n o t, 2.
323
birleşmişler, eski gruplarsa, yerinden olm uştur. Işıklar, dış görünümleriyle, cavlaklan andırıyordu; hepsi de, yüzlerindeki tüyleri yokediyorlardı. 16. yüzyılda, “ışık” terimi, genişçe yayılmıştı. Hem Rumeli’de, hem Anadolu’da, medreselere ve zaviyelere ışıklar yerleşmişti; Seyidgazi ve Sarı Saltuk zaviyesi gibi eski bektaşi tekkelerinde onlar bulunuyordu. Besbelli ki, bunlar, şiilige eğilimliydi; "aşure” günü müzik eşliğinde sokaklarda yürüyorlardı.^ Hükümet, onlara, yeni yöntemler getiren karıştırıcılar gözüyle, olumsuz bakıyordu..
Tarikatın kurucusu Ahmed Rufai’nin oğlu Taceddin, kısa kadife ceketler giymiş yarı deli derviş kalabalığı eşliğinde Konya’ya geldiği zaman, kent erkânı, emirler, sıradan halk ve ahiler, onu, törenle karşılam ışlar ve kendisine, Karatay medresesini tahsis etmişlerdi; rufailerin "olağanüstülükleri” (onlar ateş içine giriyorlardı, ağızlarına kızgın demir koyuyorlardı, yılan yiyorlardı, vb.) büyük etki uyandırmıştı. Mevlevi şeyhi Salahaddin Zerkub'- un eşi Kira H atun da, onların hayranlarından olmuştu. Onlar, vezirlerin, vezir Muineddin Pervane’nin yanında da bulunabiliyorlardı (örneğin, Celâleddin Rumi’nin çağdaşı, Şeyh Abdurrahman Şeyad).*^
Taceddin'in ardılları (torunları) kısa süre sonra, Amasya yakınında, yadsıyıcıların eski b ir merkezi olan Sunuş’a y e r le ş tile rS o n ra d a n îbni Batûta, İzmir'de, Bergama’da ve diğer kentlerde, —rufailere kendi verdiği adla— "ahm ediler” görmüştür.'^ İzm ir’de "hokkabazlık” gösterileri yapan büyük b ir derviş topluluğu (100 kişi) vardı.
63Bkz; VI. O ordlevskiy, V n utrenyeye so stoyan iye T u r ts li vo vtoroy polo- v ln e X V I. v . T ru dı tn s t l tu ta vostok sved en iya , sb orn ik no; 2, M.. 1940, str.105 - 108.
64A flâki, I. 113.6 5 tb n l B atû ta , II, 292 - 293.« ö ib n l B atû ta , II, 310, 316, 328.
324
Ama mevleviler, "Mevlâna”* Celâleddin Rumi'nin izleyicileri, zenginlikleri ve etkileriyle tüm diğerlerini geride bırakıyordu.
Bir yandan yerel geleneklerden yararlanarak, öte yandan Irak ’tan gelen akıma kapılarak,*® Celâleddin Rumi, dinsel ayin dansları uygulamaya koymuştu; bu danslar, Konya’da saray çevrelerini sarmış, mevleviler de, bu şekilde güçlerini pekiştirmişlerdi. Bol akşam yemeği eşliğindeki ayin törenleri, Konya’da, sık sık Celâleddin’in sanatına vurgun b ir topluluğu b ir araya getiren erkân tarafından düzenleniyordu.^
Selçuklular, mevlevilere büyük sevgi besliyorlardı. Örneğin, başlangıçta kuşkulu b ir belirsizlikle bakan Sultan I. Alaaddin Keykubad, kısa sürede Celâleddin Rumi’nin babası Behaeddin Velet karşısında eğilmiş, ve ona, hüküm dar saygısı göstermeye başlam ıştır. Sultan IV. Rükneddin Kılıçarslan (Aksaray’da boğularak öldürülm üştür), Celâleddin’i "baba” olarak yüceltiyordu.’ Onun annesi Gürcü Tam ara (Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’- in eşi), Celâleddin Rumi’ye, b ir tü r derin saygı dujoıyor- du. Celâleddin'in portresinin yapılmasını buyuruyor, Konya’dan b ir yere giderken portreyi yanında taşıyordu, onun b ir giysisini (gömleğini) elde etmek için, büjöik paralar (2 bin altın sikke) ödüyordu, vb..
Kentte, kadınların "zikr” ayinleri de yapılıyordu. Emineddin Mihail’in eşinde, akşamları, kadınlar toplanıyordu (Mihail adı onun Türkm en "Oğuz” kökenliliğini dile getiriyor gibidir, ama, belki de, bu yeni dönme b ir müs- lümandı). Celâleddin, bu toplantılara, "kadınlar şeyhine”
67 ''E fendim iz", özellik le , d in çevre lerin in saygm tem silc ile r in e verilen bir san , ayrıca k a d ın ın resm î san ıd ır .
68Irak'la b ağ ların ı, m evlev iler son ra da sürdürm üşlerd ir , bkz; Aflftki, II, 310 (Ç elebi A m ir Arif, Irak’ın b ü yü k m istik ler in i görm ek istiy o rd u ).
69 A flâk i, I, 137 - 138.70AflâkI, I, 113.
315
geliyordu; kadınlar çevresine oturuyor, onu, gül yağmuruna tutuyor ve üzerine gülsuyu döküyordu/'
Mevlevi tarikatı, giderek, yalnızca başkentte değil, taşrada da güçlenmiştir. Celâleddin’in sesine, daima duyarlıkla kulak vermiş olan vezir Muineddin Pervane’nin çocuklarında, mevlevilere b ir ailesel bağlılık vardı. Örneğin, Amasya’daki Mevlevihane, vezirin oğlu tarafından yaptırılm ıştır.”
Celâleddin’in "m üridleri” (izleyici çırakları) yalnızca müslüm anlar değildi, onu dinleyen ve gözlemleyen hı- ristiyanlar, islâma geçmişlerdi. Celâleddin’in hayranları, ona ait eşyalara binler ödüyorlardı,^^ çünkü, “bunlar, olağanüstü güce sahipti ve sahiplerini uğursuzluklardan ko- ruyordu.” "'
Mevleviler, Küçük Asya’da, derin kökler saldılar. Sık sık, büyük kentlere geziler düzenliyor” ve ayinler yapıyorlardı; her yanda, örneğin, Tokat’ta olduğu gibi, bazan kadınlardan da "yönetici” müridleri bulunuyordu.^*
Celâleddin öldüğünde ise, tabu t sedyesinin çevresinde kalabalık b ir halk toplanmıştı; erkân ve sıradan halk, herkes, başlarını açarak yürümüştü. H ıristiyanlar, yahu- diler, Rumlar, Araplar, Türkler b ir aradaydı; bunlar, Zeb u r’dan ilahiler söyleyerek, Tevrat ve tncil okuyarak yürüyorlar, ve m üslüm anlar, onları uzaklaştıramıyorlardı. Hayranları, “ona bakarak, biz Isa’nın, Musa’nın ve tüm peygamberlerin özünü algıladık” diyorlardı.’
Anlaşılan, ayrı inançtan halk, Celâleddin’in öğretisinde, kendine yakın yankılar duyuyordu. Yasalara özenle
7IA flâk l, II, 14.72 T a la t M ü m taz Y am an. K astam on u T arih i, İsta n b u l, 1935, s. 87.73AflâM , II, 71.74 A flâk i, II, 61 (A hi K aysar'ın o ğ lu A hi Ç oban, M oğol s a id ın s ı s ırasın d a
CelfUeddln h arm an iyesiy le örtü p ü rü n ü n ü k oru m u ştu .75A flâki, II, 326.76A flâki, II, 375.77AfIâki, II, 96 -9 7 .
326
uyulmasını savunanlai' arasında ise, tersine, örneğin. Kadı Siraceddin,^® seyidler (Niğde’de)^ vb. mevlevilerin düşm anları vardı; bunlar müzikten, mevlevi ayinlerinden nefret ediyorlardı.
Celâleddin Rumi’nin oğlu Sultan Veled ise, (Arap harfleriyle) Rum dilinde de şiirler yazıyordu. Demek ki, bunları okuyan birileri vardı. Demek ki, yalnızca Rumse- ver yapıdaki ailesinde değil, belki Rum lar arasında da, bu Küçük Asya sufi şiirinin sevenleri ve hayranları vardı. Sultan Veled, Rum dilini iyi kullanabiliyordu, Mordt- man'ın düşüncesine göre, Rumca şiirler yazmak için, dostlarının yardım ına başvurmaya gereksinmesi yoktu.
Celâleddin Rumi’nin Rumlara, yani hıristiyanliga eği- nimi, kuşkusuz, Hıristiyanlığın dervişliğe, özellikle de mevlevi dervişlerine yansıyan eski izlerini dile getirmektedir. Selçukluların başkenti Konya, sonradan. Karaman beylerinde Hıristiyanlığa sempati patlam asına yolaçan m istik kam utanrıcıhğm merkeziydi.®®
Ülkede, genellikle inanç sloganı altında b ir savaş yürüyor: Sultan Rükneddin, Tam ara’dan, yaşamak isteyen herkesin kendi gözleri önünde hıristiyanlığm simgesi haçı ayakları altında ezmesini istiyor; hıristiyanlar ise, Ani m abedlerinden m üslüm anlan kovacaklarına andiçi- yorlardı —ama tüm bunlar, din adam ları çevresinin fısıldadığı ezberlenmiş sözlerdir; yaşam ise ayrılıkları düzlüyor, insanlar, birbirine candan yakınlık duyuyor, sevgi, onları yakınlaştırıyor, güvenlik yengi kazanıyor, ortak çıkarlar üstün geliyor. B ir Gürcü kızının güzelliğiyle büyülenen Saltuklu şehzadesi dininden dönüyor; Selçuklunun gelini, dinsel inancı konusunda anasının ve babasının kaygı duydukları Gürcü kızı, Konya’ya ulaşınca, islâ-
TSAflâkl, II, 244, 245. — VI. G ordlevskly. J lt iy e S ad red d in a K onyevl, str . 541.
79A flâkl, II, S65.80 V. Sm irn ov, op. c lt . , pp. 151 - 152.
327
ma geçiyor. Halkın alt tabakaları ise, kuşkusuz, dinsel kuşkularını kolay ve çabuk şekilde b ir yana atm aktadır.
Küçük Asya’daki Rum piskoposlukları, giderek, cılızlaşıyor, ortadan kalkıyordu.®'
İstanbul tarafından terk edilmiş olan Küçük Asya Rum halkı, başıûı yitirmişti. Bu halk, genellikle, iki ateş arasında bulunuyordu; Türkm enler tarafından yerinden edilince, onun usuna Selçuklular geliyor, sonra gene düş- kırıklığına uğramış olarak, usulca Kapadokya’nın mağaralarına, ya da Karadeniz kıyısmdaki dağlara siniyor, eski iktidarını düşlüyordu. Küçük Asya’da, müslümanlıgı, yalnızca dış görünümüyle benimseyen gizli hıristiyanlar böylece oluşm uştur. Çünkü, islâma geçince, belki, düşüncede olduğundan çok, gündelik yaşamda, Hıristiyanlığın öğelerini ister istemez koruyorlardı.
Hıristiyanı ve müslümanı, kuşkusuz daha çok, aralarında gerçekleşen evlenmeler yakınlaştırıyordu. Alt tabakada zayıflayan dinsel karşıtlık siliniyordu; Bizans im paratorluğu’nun kenar bölgelerinde, ortodoks hıristiyan- hk eriyordu. Örneğin, Gürcistan’da b ir yandan manihey- cilik, öte yandan sufi öğretileri yayılıyordu.
Yüksek orun sahipleri de, çıkarsever özendirmelerden ya da dünürlerine duydukları yakınlıktan (hıristiyan- 1ar ile m üslüm anlar arasında evlenmeler sık görülüyordu), yurtlarından ayrılarak Selçuklulara gidiyorlardı.
örneğin, Bizans'ta şato sahibi Manuel Mavrozom, İstanbul'da sürgün yaşadığı sırada. Sultan I. Keyhüsrev’e kızım vermiş ve sonra sultam desteklemiş, buna karşılık da cömertçe ödüllendirilmiştir. P. W ittek, özgün b ir varsayımda bulunuyor. Buna göre, o İslâmlığı kabul etmiş, üç oğlu ise —dönme “Abdullah"m çocukları— Selçuklularda yüksek m akam larda bulunm uşlardır; Vezir K ara
sı A. w a c h te r . D er V erfall des a r lc h e n th u m s ' İn K le iu a slen İm X IV Ja.hr- h u n d ert. LeIpzIg, 1903.
328
tay (adına yapılan medrese Konya’yı süslemektedir), Denizli'de yapılar kuran (1250) Em ir Karasankor; Kemaled- din Karagaş “ Her üç kardeşteki “K ara” lakabı, önceki soyadlarının kökü olan Rumca “mavros" (kara) sözcüğünün çevirisini ortaya kojoıyor.
Ama, Selçukluların hizmetine geçen Rumlar, bazan milliyetlerini de, dinlerini de koruyorlardı, örneğin, Komninlerin ve Mavrozomlarm torunlarından birinin, "Âmiroğlu”nun üzerine, Konya'da, b ir müslümanın, rum- ca olarak beceriksizce yazıt kazımış olduğu b ir lahit yapılmıştır.®®
Toprak sahibi, İslâmlığı kabul ederek mülkünü koruyordu; resmen müslüm an olan o, gene de, toprağı üzerinde yaşayan halkı kayırıyordu. Örneğin, Abdullah Mav- rozom’un eski bölgesi Denizli'de, İbni B atûta'nın Küçük Asya'yı gezdiği 14. yüzyılda da, aşağılayıcı "Donuzlu" adlandırm asından anlaşıldığı gibi, domuzculukla uğraşan hıristiyanlar yaşıyordu.
Yerli hıristiyanlarm (Rumların) etkisi, çok eski tarihlerde içerden sızmıştı, feodalların evlerinde, köle cari- yeler, odalıklar, maiyet görevlileri gibi hıristiyan hizmetliler vardı. Küçük Asya’nın her yanında, eski inancını koruyan ya da müslümanlaşan, "ortodoks” ya da "sapm acı” hıristiyanlar bulunuyordu. Bizans’ın zulmünden, hıristi- yanlar, daima buraya kaçıyorlardı.
13. yüzyılda, Selçukluların uyrukları, müslüm anlar ve hıristiyanlar, birbirinin inanışlarından etkilenerek barış içinde b ir arada yaşıyorlardı.®^ Celâleddin'in Rumlara karşı kişisel tutum u ve eğinimi sayesinde güçlenen, mev-
82K aratay v a k fiyesin d e ("K onya", 1938, no: 2, s. 123), y in e m edrese yap tırm ış o la n k ü çü k kardeş K em aled d in R u m ta ş olarak adlan d ırılıyor; bkz: d a h a yuk arıd a s. 125.
B3 P. W ittek . L 'Spitaphe d ’u n C om nâne a k on la . B yzan tlon , X , 505 - 315.84B kz: F. K öprü lü 'de k arşılık lı e tk ile ş im örnek leri (L es or ig in es de
l'E m pire O ttom an , ss. 70, 95, B7).
329
levilerin kam utanncı (panteizmi) dünya görüşleri de, ayrılıkları kaldırıyor, hıristiyanları ve m üslüm anları kendi aralarında yakınlaştırıyordu “ Coğrafyacı Yakut’un bildirdiği gibi, Konya’da, müslüm anlar, “ilahi” Platon’un mezarına derin sevgi ve saygı gösteriyorlardı. Oysa bu, piskopos İkoni Amfilokiya’nm (4. yüzyıl) mezarı, müslü- m anlarca "değişikliğe uğratılan” b ir Hıristiyan tapınagıy- d ı “
Küçük Asya’da müslüm an kültürü elverişsiz temeller üzerine katm anlaşm ıştır; Küçük Asya’da islamdan Hıristiyanlığa doğru b ir köprü atılmıştı.
Küçük Asya’da, çağdaş Türk müslüman halkı, eski dinin, Hıristiyanlığın anılarını, karm aşık biçimde Henüz sürdürm ektedir. Konya ilindeki gezilerim sırasında, sık sık duyduğuma göre, köylerdeki kadınlar (en tutucu öge), ekmek hazırlarken, üzerinde istavroz çıkarm a kalıntısı b ir Hareket yapıyorlardı.®^
Celâleddin’in ailesi, şaşırtıcı b ir örnek oluşturm aktadır. Eşler ve çocukların bakıcıları, tümüyle Rum kadınlardı. Kira H atun (Celâleddin’in eşi), Kiraga H atun (Sultan Veled'in eşi) vb.. Ev çevresinin etkisiyle, mevleviler, çocuklarına, kuşkusuz bu kapsam da kızlarına da, Rumca lakaplar veriyorlardı. Celâleddin’in kızının lakabı, Efendipulo’dur.®® Celâleddin’in torunu Çelebi Âmir Arif'-
85 Fi W. H asluck. C h r istian ity and İs la m u n der th e S u ltana. Oxford, 1929, pp. 370 - 378; hırİBtIyanlarla m evlev iler arasın da k arşılık lı İlişk iler k on u su n d a , bkz: s. 56, 85 - 87, 290. V. D. Sm lrn ov (Les vers d lts “ S eld jok s” e t !e ch r lst la n lsm e tu rc . A ctes d u onzlfeme Congres In tern ation a l des o r len ta llstes . T rolslâm e sec tlo n , I. Paris, 1989, pp. 143 - 157). S u lta n V eled 'in "R ebâbnam e” ad lı T ürkçe ş iir ler in d e, y en i d ön em in ilk y ü zy ılla r ın ın gn os- t lk ‘'b ilircllik , ir fan iye, ç." ö ğ retilerin in . K ü çü k A sya’da da y a yg ın o lan m a n ilıey c iliğ ln y a n s ıd ığ ın ı ta h m in etm ekted ir.
86 p. w. H asluck, op. c it ., pp. 17, 363 - 364, 373.87 K ü çü k A sya T ürk h a lk ın ın ik ili in a n c ı ü aerine m alzem e, b en im
ya y ım lan m am ış özel m ak alem de to p la n m ıştır .88 Ev h a lk ın ın ve en b a şta e ş in in C elâ ledd in’e h ita b ı o la n R u m ca
"erendi” (b sy) sö zcü ğ ü T ürklere, e n azından , 13. yü zy ıld a g eçm iştir .
330
in kızının adı, sonraları Osmanlı döneminde de sık ras tlanan b ir ad, Despina’dır.®’
Konya yakınında, Sille’de, Bilge Platon’“ adına bir Rum m anastırı vardı, ve Celâleddin Rumi, yaşlı ve saygın b ir adam olan m anastır başrahibine büyük sevgi besliyordu.” Aflâki’nin anlattığına göre, Celâleddin Rumi, b ir ara, onun yanında kırk gün geçirmişti; Celâleddin’in ardılları da —oğlu Sultan Veled ve Âmir Arif— manastırı, severek ziyaret ediyor ve Hıristiyan rahiplerle görüşüyorlardı.
Bu çevreye, Rum körinançlarm m sızmış olması da şaşırtıcı değildir. Örneğin, Celâleddin’in eşi, büyük b ir ilgiyle, su perilerine inanıyordu. Aflâki’nin Ilgm ’daki b ir ırm akta “su beyi” bulunduğunu söylediği biliniyor. Türk- 1er, onun her yıl, b ir hayvanı ya da insanı aldığını ve boğduktan sonra, su yüzeyine attığını savunmaktadırlar. Bunu bilen Kira Hatun, (sık sık su tedavisine giden) Ce- lâleddin’e, daha dikkatli olmasını ögütlüyordu. Ama, kocakarı masallarıyla alay eden Celâleddin, üzerinde "feracesiyle”, başında sarığıyla, ırm ağa atılmış ve gözden yitmişti. O anda. Kira Hatun, çadırın önünde, saçları başından ayaklarına dek uzanmış çirkin b ir hayalet görmüştü; yüzü insan yüzüydü, ayaklarıysa ayı pençelerine benziyordu. Bu, işlenmiş günahlar için bağışlanma dileyen su perisiydi.’
Şaman Türkler, eskiden beri, su perilerine inanıyorlardı; daha 7-8. yüzyıllarda, Orhon yazıtlarında değinilen “yersub” ("toprak su”) perileri, dağlarda ve kaynakların yanında yaşıyordu. Ama bunlar, dişi cins varlıklardı; 15. yüzyıl Çağatay şairi Atai bile, henüz "sukızlarm-
89 D esp in a "bayan” dem ektir.90A flâk i, II, 67 - 68.91 J . H. M ord tm an n. t im das M ou so leu m des M olla H un klar in K onia .
J a h rb u ch der A sia tisch en K u n st, Bd. II, pp. 197.92A flâk i, II, 110.
331
dan” (sukızı) sözetmektedir.”15. yüzyılda Türkiye’de bulunm uş olan G6doyn, anı
larında, her yıl 12 Ağustosta, (Hios adasındaki) Karagöz gölünden çıkarak b ir delikanlıyı alıp götüren “kocakarıyla” ilgili notlar yazmıştır.’'’ Bugün de, Küçük Asya'da (Şebinkarahisar’da), yarısı kız, yarısı balık su kızları üzerine m asallar sürm ektedir.” Ahmed Vefik Paşa’nm atasözleri derlemelerinde, "deniz melikesi gibi”’* deyimine rastlanıyor.
Ama, Türklerin harem lerine giren Rum kadınlar da, erkek cinsi su perileri üzerine tasavvurlar aktarabiliyorlardı.’
Türk’ü aşağılayan, Türklere karşı olan Celâleddin’e, büyük mutasavvıfa yakınlığıyla böbürlenen mevleviler arasında, hıristiyan (Rum) kadınlarıyla evlenmeler. Küçük Asya’da alışılmış durumdu. Ama, feodallar, eski yaşam biçimlerini terk ettiklerine ve Bizans’ta yaşandığı gibi yaşamak istediklerine göre, yüksek tabaka arasında da, böyle evlenmeler sık görülüyordu.
Tahta çıkmadan önce, sürgün ya da konuk olarak Bizans’ta bulunan Selçuklular, doğallıkla, Konya’ya Hıristiy an -ru m kültürüyle beslenmiş olarak dönüyorlardı. Orada, "barbarı” kendine bağlamak için, siyasal düşüncelerle, Bizans İm paratorları, bunlara kızlarını, bacılarını veriyorlardı. Öte yandan, hıristiyan toprakları üzerine yürüyüşleri sırasında, çevrede gördüklerinin alımma
93M aterlalı po sred n eazla tsk o tu ry etsk o y litera tü re . Z apiski k o llegü vostokovedov, t. II, s tr . 255.
94 A. Borre. J ou rn a l e t corresp ondan ce d e O âdoyn Le T urc (1823 - 1625), ParİB, 1909, pp . 149 - 150.
95 VI. G ordlevskly. İz o sm an sk oy dem on o log li, M ., 1914, str. 38. (O td el- m y o tt lsk İz “E tn ograflçesk ovo obozreniya", kn . C I - C I I ) .
96 A. V efik P aşa . A ta lar Sözü . İ sta n b u l, s. a., s. 132,97 B u n u n la b ir lik te K azan T atarların d a da h em "su babası" h em de
"su İyesi" vardır, (bkz: K, N asirov. Poverya I p r im etl k azan sk ih ta tar. Zapiski R ussk ovo geograflçeskovo obşcestva, t. VI, 1880, str. 244). A m a bu İnanışlar, o la sıd ır k i. K uşlardan a lın m ıştır .
332
kapılan Selçuklular, hıristiyan kadınlarla evleniyor, hazan, candan dostları olabilen Rumları, kendilerine çekiyorlardı.
Daha, Haçlı seferleri zamanında, Selçukluların sarayları, AvrupalI Hıristiyan kadınlar görmüştü. Örneğin, Sultan I. Kılıçarslan (12. yüzyıl haşı), şövalye Raymond’- un hacısı tzabella ile evlenmişti.’® Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in h ir karısı, Gürcü kraliçesi Rusudan'ın kızı Tamara'ydı, (Gürcü Hatun). Gürcü H atun’dan, oğlu, geleceğin sultanı II. Alaaddin Keykubad doğmuştu. Gürcü H atun’dan başka o, b ir de papazın kızıyla evliydi. Erm eni Kir B arta'nın kızı da, karısı olmuştu, vb..
Daha geç dönemde ise, anayurt kökeninden kopmuş Selçukluların din değiştirdikleri de oluyordu. 15. yüzyılda, Makedonya'da, Selçukluların soyundan geldiğine inanan h ir Hıristiyan aile yaşıyordu. Bunlar, Bizans İm paratoru VIII. Mihail'in yanında geçici sığınak bulan (1259 y.) Sultan II. îzzeddin Keykavus’un torunlarıydı.’’
Konya çevresindeki surların yapımını bitiren, dindar müslüm an Sultan I. Alaaddin Keykubad, surların üzerine, kentte korunduğu anlaşılan beyaz m erm er heykeller'*” yerleştirmişti. O, antik kültürü anlamış gibidir. Heykellerin yüzleri, sonradan meydana geldiği gibi, henüz parçalanmış değildi.
Böylece, Selçukluların dış görünüşü değişmektedir. Selçuklularda Hıristiyan ("gâvur”) eğinimleri belirgin olarak dış yüze yansıyınca, din adam ları çevresi, onlara karşı kampanya başlatıyor ve dinden dönenleri yıkıyordu.'®'
98V erslagen en M ed ed eelin gen d. K . A kadem le v o n W eten sch ap p en (A m aterdam ), 1893, p. 133 (gönderm e, Fr. Sarre’dea a lın m ıştır ).
99Bkz: E ch os d'O rlent, 1934 (n o t P. W ittek 'ln d lr).100 Y azıcıoğ lu A li, III, 258.101 Ama, k u şk u su z, b u n u n te r s i b ir e tk i de m eyd an a geliyordu; 1437
ta r ih li belgelerde görü ld ü ğü g ib i, B u m d in adam ları, “T ü rk iye’n in b irçok nok ta lar ın d a , in a n ss ız la r ın (yan i m ü slü m a n T ürk lerin ) g iy s is in i ta ş ıyor ve
333
Hıristiyan kadınlardan doğan ya da hıristiyan kadınlarla evlenen Selçuklular, dıştan islâmda görünüyorlardı. Ama, bunlar, gizliden. B atın ın , Bizans'm etkisine kapılmış hıristiyanlardı, ya da dünürleri Halife N asiridinillah’- ın Doğu etkisine kapılarak b ir başka aşırılıktan, ismailli- lerdendi.
Selçuklulara dostça duygular besleyen patrik Arşeni, Sultan n . İzzeddin Keykavuş’un gizli Hıristiyan olduğunu savlıyordu. Ve patriğe karşı düşm anların sesleri yükselince, Nikifor Grigora’nın anlatımıyla, bu "gâvurun hitabı, onun için güçlü b ir silah olabilecekti, çünkü, Hıristiyan ana babanın oğlu sultan Azatin, kutsal vaftiz suyuy- la yıkanmıştı, sultan ve Türklerin önderi olunca, o, dinsel ayinleri gizlice gözetecek ve Hıristiyanların geleneklerini açık olarak uygulayacak, İstanbul’da ise, kutsal iko- nolara saygı gösterecekti.’
Doğallıkla, dinsel Hoşgörü, Selçukluların ayırıcı özelliği oluyordu; hiç değilse, onlar, yobazlıktan uzaktılar. Sultan n . Gıyaseddin Keyhüsrev, Gürcü prensesiyle (Ta- mara) evlendiği zaman, Konya’ya Hıristiyan papazları gelmişlerdi. Ama, Gürcü kızının İslâmlığı benimsemesi olgusu doğunca, maiyeti hapsedilmişti. Bu "çem ber”, müs- lüm anlar için, belli ki, hoş değildi. îbn i Bîbî, evlenmeler konusunda susm aktadır; buna ilişkin bilgiler Hıristiyan tarihçilerde (Bar-Hebrey’de) bulunuyor."” Burada belirtelim, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev (Sultan I. Alaad- din Keykubad’m oğlu), kısa süre sonra dinsizleşmiştir; o, belge ve buyrukları sarhoş kafa ile imzalıyordu. Ibni Bîbî de, onun babasının dindarlığını överek göklere çıkarırken, anlaşılan, islâmın buyruklarına aykırı davranan ,tan-
o n la r ın d ilin d e k on uşu yord u" , bkz: R. M. D aw klns. M odern Greek İn Asla M lnor. Cam bridge, 1916, p. 1, n ot. 1.
102Nlklfor Grigora, str . 90.103 H alil E dhem , K ayseriye Şehri, ss. 75 - 76, n o t. 3.
334
ntanım az oğulu anım sam aktadır.Güçten düşme döneminde, Selçuklular, şiiliğe eğilim
gösteriyorlardı, ama Selçukluların Ali soyundan geldiği yolunda kurnazca, tum turaklı arayışlar kuşkusuz saçma- dır.'°
Ve —^yazgının mantıklı, yasal cilvesidir ki— sondan b ir önceki Selçuklu III. Alaaddin Keykubad'm üçüncü kuşaktan yeğeni, dervişliğe, belki, şiiliğe eğilimli Simavne kadısioğlu Bedreddin,’“ yüz yıl sonra, I. Mehmed’e karşı Asya ve Avrupa Türkiye'sinde yayılan b ir başkaldırıyı gerçekleştirm iştir.
Ve Boveli keşiş Vintsenti’nin (13. yüzyıl ortasında ölm üştür) yazdığı gibi yalnızca sultanlar değil, devletin yüksek sanlıları em irler de hıristiyanlara yakınlık duyuyordu; besbelli ki, em irler arasında, önceki dinine eğli- mini henüz koruyan (yerli Hıristiyan vb.) dönmeler de vardı; sözkonusu keşiş, b ir emirden söz ederken, onun Fransızca ve Almanca konuştuğunu anlatıyor.
Hilmi Ziya Ülken (şimdi İstanbul Üniversitesi felsefe profesörü), "Selçukluların Gerileme Döneminde Kon- ya”'“ adlı makalesinde, kentin dinsel yönelimlerini çözümlüyor. Onun kanısına göre, Oğuz gelenekleri, yerini Iran etkisine terk ederek artık yok olm uştur; ama o, üst tabaka sözkonusu olduğunda, büyük abartm alara başvurmakta, halkın alt tabakası sözkonusu olduğunda ise, değerlendirmeye önem vermemektedir.
İdeoloji açısından halkı gözden geçirirken, o, üç akım saptam aktadır.
Sarayda, Büyük Selçukluların veziri Nizam ül Mülk tarafından çok eskiden büyülenmiş feodallar arasında İran akımı egemendi. Iran kültürü hayranı, Orta Asya’-
104 Pr. Babinger,. op. c lt., pp. 7 3 - 74.105 f'r. B abinger, op c it., p. 21.106 ‘'M lhrab" dergisi, 1924, no: İT - 18.
335
dan gelme Celâleddin, dinsel ayinleri yaygınlaştırarak saraya İran rnüzigini de sokmuştu. Moğol döneminde, Iran ideolojisinin sözcüsü vezir Muineddin Pervane'ydi. İran ’ın yeniden doğuşunu düşlüyordu ve bu yüzden, Moğolların yönetimini, başlangıçta istekle kabul etmişti.
Medreselerde, Arap, ortodoks akımı temsilcileri vardı; bunlar, sarayda barınm a olanağı bulan sufiliğe nefretle bakıyorlardı. Böylece, sufiler ile hocalar arasında, eskiden beri, ayrılık pekişmiştir.'®^
Halkın düşüncesi ise, tekkelerden, Abdulkadir Geyla- n i’nin, Ahmed Rufai'nin basit, safyürekli tekkelerinden, yani dervişlerden besleniyordu; halk, açıklama gereksinmelerine, onlarda karşılık buluyordu. Tekkeler, saraya (îranlı sufilere) ve b ir dereceye kadar, anlaşılmaz dille konuşan hocaların yerleştiği medreselere karşı, düşmanca yapılanmıştı.
Hilmi Ziya, islâmdan, islâmın içinde savaşım veren dinsel akım lardan sözettiğine göre, ilginç olan düzenlemesi, zayıf kalm aktadır. Çünkü o. Küçük Asya halkının dinsel inanışlarının karm aşık kompleksini susarak geçiştirm ektedir. Ve açıktır ki, sünni dindarlığın kalesi, Selçukluların başkenti Konya değildi; başlıca medreseler Kayseri’de yoğunlaşmıştı.
Kısaca, Küçük Asya’da, müslüm anlık akideleri zayıftı, hafif b ir müslümanlık zarıyla kaplı sünni karşıtı propaganda, halkta, eskiden beri aralarında babaların koşturduğu Oğuz Türklerinde, müslüm an ya da hıristiyan yerli yaşayanlarda, daima canlı b ir yankı bulunuyordu. Sünniliği yavaş yavaş parçalayan bütün bu dervişler, hatmiler, Selçuklular döneminde. Küçük Asya’da, özgürce dolaşıyorlardı. Selçukluların yıkılmasından sonra ise, arkalarında kalan ve her zaman islamın yıldırıp derinlere
107 VI. G ordlevskiy. J lt iy e Sad redd ina K onyevl, str . 540.
336
ittiği, müslümanlığa karşıt eylemler gizleyen şiirler, Küçük Asya’da başlarını dikmişlerdir. Moğol saldırısı, onlara, Küçük Asya yolunu açmıştı, peygamberin ve "dine bağlı halifelerin” yandaşları, yani sünniler de şaşırıp bundan rahatsız olmuşlardı.'"®
Bölük pörçük olmasına karşın, Selçuklular döneminde, toplum un dinsel yaşamının yüzeysel b ir denemesi, Selçukluların dinsel fanatizmi konusundaki yargıların ne denli abartılm ış olduğunu göstermektedir.
Bu yargılar, 15. yüzyılda İstanbul’u fetheden müslü- m an Türklere karşı, ruhları, düşmanca yapılanmış olan Avrupa kaynaklarından çıkm aktadır.
Batı Avrupalı Haçlı tarihçileri. Batı Avrupa'nın Ön Asya’ya kararlı ekonomik eğinimlerini haklı göstermeye çalışıyorlardı.
Küçük Asya’da devlet kuran Selçuklular, üzerinde sav sahibi oldukları toprakları koparan ya da işgal eden Avrupa'dan gelme yabancılara, kuşkusuz, nefretle bakıyorlardı. Latinyanlarla Selçuklular arasında, Bizans m ülkleri yüzünden kavga sürüyordu. Ama burada, dinsel çelişkiler değil, yalnızca yayılmacılık düşüncesinde iki yağmacı isteklinin arasındaki karşıtlıklar çatışıyordu; ve savaş var olduğu sürece, her iki taraf â la guerre comme â la guerre (her şeye katlanarak) davranıyorlardı. Kimin çıkarına uygunsa, o, dinsel ayrılıkları anım satarak savaş ateşini körüklüyordu. Ama, barış sağlanır sağlanmaz, hı- ristiyanhkla İslâmlık arasındaki karşıtlıklar da sönüyordu. H ıristiyan köylüler, kalabalıklar halinde Selçuklulara kaçıyorlardı; bu hıristiyanlar, besbelli ki, m üslüm anla rm "boyunduruğu altında” daha iyi yaşıyorlardı. Ama, b ir İspanyol gezginin Suriye'de kaydettiğine göre, müs- lüm an köylüler de, Hıristiyan prenslerin yanında yaşamı
lOSAflâkl, II, 322 - 323.
337
yeğliyorlardı. Müslüman yönetim (Küçük Asya’da) ve hı- ristiyan yönetim (Suriye’de), ellerinde bulunan topraklarda, her şeyin yolunda gitmesiyle ilgiliydiler. Onlar için önemli olan, toprağm işlenmesi ve vergilerin sağlam ve zamanmda gelmesiydi, bunlarm hangi yöntemlerle toplandığı ise, onlar için fark etmiyordu.
Ve Küçük Asya Selçuklu devletinin savaşçı islâmın b ir ileri karakolu olduğu görüşü de, kesinlikle reddedilmelidir.
338
SONSÖZ
OĞUZLARCA GEÇİLEN YOLUN AŞAMALARI
OĞUZLARCA geçilen yolun aşamaları, Rum Selçuklu- larınm tarihinde, onların devlet yönetiminde, yaşantı biçiminde, toplumsal ve özel yaşamında etkinlikle yansımıştır.
Selçuklular üzerinde ilk, erken iz, Türklerin ve Moğolların Moğolistan’da b ir yerlerde birlikte yaşadıkları sırada, Moğollardan kalm ıştır. Oğuz boylarının askersel örgütlenmesi, toprak ayrıcalıkları, göçebe feodalizmi konusunda, bu örgütlenmeden doğan önkoşullar, Moğol aktarm alarım dile getirmektedir. Moğollar, 13. yüzyılda, Orta Asya’yı yengiyle geçip Küçük Asya’ya ulaştıkları zaman, Selçuklu devleti, Moğolların, Moğol fetihçilerin et-
339
kişini (yönetimin örgütlenmesi, gelirlerin düzgün akışmı sağlayan genel valilik), deneyimiyle ikinci kez yaşamıştır.
Oğuzlar Küçük Asya yolu üzerindeki H orasan’da, İran kültürünün güçlü etkisine uğramışlardı. Büyük Selçuklu devleti, İranlıların yönetimi altında yaratılm ıştı. Büyük Selçukluların veziri, bozkırlara kent yaşamı yatkınlıklarını aşılıyordu. Nizam-ül-Mülk’ün "Yönetim Kita- b ı”nı ("Siyasetname”) örnek alan Rum Selçukluları, Küçük Asya’da, Sasani düzenlemelerini yürürlüğe koydular, ik tidarın tanrısal kökenli olduğu düşüncesi, onları, H orasan’dayken hayran etmiş ve büyülemişti. Sarayın parıltısı ve görkemliliği, saray törenleri, yönetim, divanlar, malikâne, sultanın halk önünde günah çıkartm ası, tüm bunları, Selçuklular, Sasanilerden seve seve aktarm ışlardır.
İran kültürüne kapılan, yalnızca, feodalların üst tabakası değildi, köylülük de bu etkiyi denemiş, yaşamıştı. Küçük Asya'ya, tü rlü dinsel öğretiler getiren şiiliğe eğilimli, ruhça, Sünniliğe karşıt yapılanmış dervişlerin akışı, köylü kitleleri üzerinde etkili oluyordu, ve propaganda, daha başarılı yürüdüğü ölçüde, dilini unutm uş ve müslümanlaşmış yerli halk da, Bizans’tan geçme toplum sal, dinsel zulmü protesto ediyordu.
Ama, Oğuzlar, Küçük Asya’da da, eski göreneklerini sürdürm üşlerdir. Dedelerinin geleneklerini ("şölen”, büyük av, vb.) gözeten sultanlar da, törelerin büyüsü altında bulunuyorlardı.
Küçük Asya’da, Selçuklular, sağlamca oturm uş toplumsal ve siyasal düzenlemeler buldular. Bizans’ın topraklarını fetheden Selçuklular, onların devlet düzenini de almışlardı. Selçukluların iç yaşamının incelenmesinde, Bizans’ın izleri ortaya çıkmaktadır.
Sönen Bizans’ın yerine, Avrupa’dan Latinyanlar geliyordu. Ama, Selçuklularla Haçlılar arasındaki bu savaşım, dinsel olm aktan çok, ekonomik özellik taşıyordu.
340
ik i taraf, Bizans'ın toprak kalıtı üzerinde, birbirinin savını yok etmeye çalışıyordu.
Ama Selçuklular, düşm anlarından da, yaşantı ve kurum laşm a öğeleri almışlardır. Selçuklular, insanlara, önyargısız, dinsel körinançlarm üzerinde bakmayı, çok önceden öğrenmişlerdi. Onlar, belki dolaysız olarak, ama daha büyük olasılıkla vasallar —Küçük Erm enistan kralları— aracılığıyla Batı Avrupa etkisine kapılm ışlardır. Selçukluların Küçük Asya feodalizmi, en azından, feodalizmin dış yüzü (san terimleri), bu komşuluğu yansıtmıştır.
Selçuklular dönemi, dinsel inanışları, zamanın ve halkların alacalı karm aşasını dile getirmektedir. Dervişler tarafından (Rufai tarikatm ca vb.) 20. yüzyıla değin getirilen eski şamanizm, alt tabakada genellikle yaygın Şiilik, İran ve hıristiyan yansım aları vb., tüm bunlar, resmî dinin, sünni islâmın fonu üzerinde tutunuyordu.
Ne var ki, devletin toplum sal temeli sağlam değildi. Devlet, yalnızca kendisini düşünüyor, feodalların haraç ve vergilerini yatırm aları ve asker sağlamalarıyla ilgileniyordu; feodalların keyfiliğine bırakılm ış köylülük ise bat- kmlaşıyordu; zulüm ve hukuksuzluk egemendi. Köylüler ile feodallar arasında sınıf savaşımı keskinleşiyordu; köylülük, feodallara karşı başkaldırıyordu. Yönetimin otoritesi düşmüştü; devlet aygıtı sarsılmıştı, ve güçlü dış darbe (13. yüzyılda Moğol saldırısı), Selçukluların kaçınılmaz durum a gelen yıkılışını hızlandırm ıştır.
13. yüzyıl boyunca büyüyen yeni b ir toplumsal güç —ahi dinsel topluluğu— topkımsal yeniden düzenleme yaratm aya çalışıyordu. Ahilerin yönetimindeki zanaat örgütleri, feodallara karşı başkaldırm ışlardı. Moğol saldırısından sonra, feodallar, merkezi yönetimin vasiliğinden ve sultan karşısındaki yükümlülüklerden bağımsızlaşmış- lardır; ama köylülük, onlardan yüz çevirince ve tarım
341
sarsılınca, feodallai'in altındaki zemin kaymış ve onların yerini zanaatçıların koruyucuları ahiler almıştır.
Ama, Rum Selçuklularının ardılları, onların toprak larm ın ve kültürlerinin kalıtçıları Osmanlı sultanları, darbelerin etkisinden kendini kurtararak Küçük Asya’da feodal sistemi yeniden kurdular. Ahiler ezilmiştir, ve eski düzen, Türkiye’de 20. yüzyıla değin tutunm uştur.
Osmanhlar, Selçuklular döneminin yönetim biçimini ve yöntemlerini aldıklarına göre, açıktır ki, Rum Selçuklularının incelenmesi, yalnızca Osmanlı devleti feodal döneminin temel siyasal - ekonomik çizgilerinin değil, saray yaşantısı, yönetim yapısı vb. ayrıntılar dahil. Küçük Asya çağdaş tarihinin kavranm ası için’ büyük önem taşım aktadır.
1 ICuşkusuz, P. K öp rü lü ’n ü n ç a lışm a la r ın ın da gösterd iğ i g ib i (örn eğ in , krş. o n u n sözleri "B izans M ü essese lerln ln T esiri", s. 181), İncelem e yü zy ılla r ın d erin lerine u za n m a lı ve T ürk h a lk la r ın ın İslâm ö n cesi ta r ih in i. K ü çü k A sya M oğo llar ın ın ta r ih in i vb. kap sam alıd ır .
342
EK
RUM SELÇUKLULARININ KRONOLOJİK TABLOSU’
HlCRÎ 470 - 707 — ÎS 1077 -1307
Hicri Yıl İS Yıl470 1077 Süleyman, Kutılmış’ın oğlu
479-485 1086-1092 Erk aralığı 485 1092 I. Daud Kılıçarslan Süleym an’ın oğlu
500 (?) 1107 I. Melikşah, I. K ılıçarslan’ın oğlu510 1116 I. Rükneddin'i Mesud, I. Kılıçarslan’m
oğlu551 1156 II. İzzeddin Kılıçarslan, Mesud’un^
oğlu584 1188 Devletin paylara ayrılm ası :
1. Rükneddin Süleymanşah (Tokat'ta).2. Nasireddin Barkiyarukşah
(Niksar’da)3. Muhiseddin Tuğrulşah (Elbistan’da,
Erzurum’da ve Bayburt’ta).4. Nureddin Sultanşah (Kayseri’de).5. II. Kutbeddin Melikşah (Sivas’ta
ve Aksaray’da).6. Muizeddin Kaysarşah (Malatya’da).7. Sancarşah (Ereğli’de).8. Arslanşah (Niğde’de).
1 E. Z em baur'un (M anuel de gân6alogle e t de cron ologie p ou r l'h lsto lre de İslam . H anover, 1927) ta b lo su esas a lın m ıştır . Ayraç İçin dek i tar ih ler S. L en - P u l'u n T ürkçe çev irisin d en (H a lil E tem , D ü veli Islâm iye, İstan b u l, 1927),
2 Su riye S e lçu k lu lar ı h a n ed a n ı k u ru cu su T u tu ş ta ra fın d a n yen ilg iye u ğ ra tılın ca , İn tih ar e tm iştir : bir diğer versiyona göre çarp ışm ada ö ld ü rü lm ü ştü r .
3 M usu l yak ın ın d ak i çarp ışm ada H abur ırm ağın d a b oğu lm u ştu r .4 Y a da, İzzeddin .5 D ev leti çocu k lar ı arasın da p ay laştırd ık tan sonra, y a şa m ın ın son y ıl
la r ın ı dolaşarak geçird i; so n u n d a K on ya’dak i k ü çü k o ğ lu n u n y a n ın a yerle ş t i ve h . 588 y ılın d a ö ldü .
343
9. Nizameddin Argunşah (Amasya'da).10. Muhieddin Argunşah'^ (Ankara'da).11. Gıyaseddin Keyhüsrev (Konya'da ve
Burgulu’da).^12. îsm eddin Geuher-hatuns (Kayseri’-
de).588 1192 I. Gıyaseddin Keyhüsrev, II. Kılıçars-
lan'ın oğlu592’ 1196 II. Rükneddin Süleymanşah, II. Kılıç-
arslan'ın oğlu''’600 1204 III. Izzeddin Kılıçarslan, Süleymanşah’-
ın" oğlu601 1205 I. Gıyaseddin Keyhüsrev (ikinci k e z ) ' ^
607 1210 I. tzzeddin Keykavus, I. Keyhüsrev'inoğlu'3
616 1219 I. Alaaddin Keykubad, I. Keyhüsrev’-in oğlu ’
634 1236 II. Gıyaseddin Keyhüsrev, I. Keyku-bad'ın's oğlu
644-646 1245- 1248 Üç kardeşin hükümdarlığı, II. Key-hüsrev’in oğulları
646-647 (1219) II. îzzeddin Keykavus (ayrı olarak) (647) 1248 -1249 II. Keykavus, kardeşi IV. Rükneddin
Kılıçarslanla birlikte
6 D aha 1201 - 1202 y ılla r ın d a o n u n a d ın a slkkoler b a s ılm ıştı, bkz: P. W lttek , Zur G esch lch te A ngoras İm M itbelalter, p. 341.
7 H erhalde (İsp a rta ’n ın k u zey in d ek i) U lub orlu . — Cl. H u art (E p lg- rap h ie Arabe, p. 55, n o t. 1) burayı, Geredo ve K astam on u arasın d a gösteriyordu.
8 B u S elçu k lu p r en sesin in ad ın a y a z ıtta rastlan m ak tad ır .9 K onya'da b a s ıla n sikkede.10 A nkara’y ı İşgal ederek kardeşi M esud'u ö ld ü rd ü k ten b eş g ü n sonra
öldü .11P. W lttek ’ln d ü şü n ces in e göre, toelki, k en d isin e "pay" olarak belir
len e n T okat'a da varam adan ö lm ü ştü r . T ok at'ın b a ğ ış lan m ası, d ah a geç dönem de, O sm anlI devrinde de d ev lete karşı su ç iş leyen ler iç in h a p ish a n e b u lu n a n T okat'a sü rg ü n am acıy la b ir h ü sn ü ta b ir işaretid ir.
12 İzn ik İm paratoru Pedor L askaris’le H onas yak ın ın d ak i çarp ışm ada ö ld ü rü lm ü ştü r.
13 V iranşeh ir’de (B olu ili) verem den ö lm ü ştü r .14 O ğlu ta ra fın d a n zeh ir len m iştir .ıS F ü c 'e ten ö lm ü ştü r (erkan ta ra fın d a n ö ld ü rü lm ü ştü r? ).
344
647 - 655 1249 - 1257 II. Keykavus’ kardeşleri IV. Rükned-din Kılıçarslan ve II. Keykubad'la birlikte’7
663 1257 -1265 IV. Rükneddin Kılıçarslan's (1264)
655 - 663 1264 - 65 III. Gıyaseddin Keyhüsrev'’681 (682) 1282 - 1283 II. Gıyaseddin Mesud, II. Keykavus’-
oğlu683 (?) 1284 III. Alaaddin Keykubad, Feramerz’in
oğlu683 1284 II. Gıyaseddin Mesud (ikinci kez)693 1293 III. Alaaddin Keykubad (ikinci kez)692 1294 II. Gıyaseddin Mesud (üçüncü kez)700 1300 III. Alaaddin Keykubad (üçüncü kez)^'702 1302 II. Gıyaseddin Mesud (dördüncü kez)^^70423 1304 III. Alaaddin Keykubad (dördüncü kez)707 1307 III. Gıyaseddin Mesud (?), III. Keyku-
bad'ın oğlu '*
16 Y u rtsu z k a ld ık ta n sonra K ırım 'd a ö lm ü ştü r .l7M u n k e y o lu n d a ö ld ü rü lm ü ştü r.18 Zehir e tk il i o lm ay ın ca , A ksaray’da yay k ir iş iy le b oğu lm u ştu r .19 V ezir M u inedd in Pervane ta ra fın d a n ik ib u çu k y a şın d a ta h ta o tu r
tu lm u ş , İlhanlI A hm ed'in b u yru ğu y la E rzin can 'da ö ld ü rü lm ü ştü r.20 K onya, aralık larla 675 (1277) y ılın d a M ısır ord u lar ın ca işgal ed ilm iş
tir; 676 (1278) y ılın d a Y a lan cı - S iyavu ş (II. K aykavu s’u n oğ lu ) ortaya ç ık m ıştır .
21 H an G azan 'ın b u yru ğu y la ö ld ü rü lm ü ştü r.22 A şırı ta h s isa t is tem ler i so n u cu zeh ir len m iştir .23III. K eykubad ü zerin e m a k a len in (E ncyclopâdle de I'siam , II, 686)
an on im yazarı (T. Hautsana?) F erid u n b ey 'in ve M ü n ecclm b aşı’n ın h esap lar ın ı kab ul etm iyor.
24 M ogollar ta ra fın d a n b oğu lm u ştu r .
345
Anadolu Selçuklu Devleti.lin oluşumu, Cunıîıuriyetin üzerinde inşa edildiği toplumsal yapının ilk biçimlenişiyle örtüşür. Türklcıin i!k kültür biçimlerinin, Acem ve Arap kültürleriyle ayrı yönierden kaışılajti;^! ve etkilendiği, Anadolu'da bulduğu farklı kültürlerle yeni bir soııte? arayışına çekildiği zengin bir etkileşim, bu dönendin belirleyici özellikleri arasındadır. Dinlerin, dillerin, törelerin, mülkiyet, üretim ve ticaretin birbirini sürekli etkilediği yeni insan arayışının temelinde de, bu etkileşim ve kaynaşma gizlidir.
Buna karşın, bu dönemden bize ulaşan belge ve bilgilerin eksikliği, Anado'u Selçuklu Devletinin toplumsal yapısı;.>n tam ve doğru ta îi'ir!!' güçleştirmektedir. Kavimler ve dinleı aı js'nd^ki yakınlık ve uyuşmazlıkların, bu dönemi yorumlayan «»etiklerin özüne yarısıma>;ı, doğal ki, sorunu nesnelliği içerisinde çözümleyecek günümüz tarihçisi için ayrı biı güçlük oluşturmuştur. Siyasal anlamda güncelliğini koruyan kimi konular da, yakın tarihteki araştırmaların nesnelliğini gölgeleyen etmenler arasında sayılabilir.
Gordlevski'nin Anadolu Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuk'uları konusunda dü.'c;'li zengin bir materyal sunduğu gibi, bu konudaki çalışm.ıb-a, daha geniş ve daha nesnel yönüyle de katkıda bııluı;uyor.
ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ