www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 53 – Haziran 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
EĞİTİMDE GERÇEK ÖZGÜRLÜK / Yunus Emre UYAR
SUÇLULARIN TELAŞI İÇİNDESİNİZ / Çağhan SARI
ÇEVRESEL KİRLİLİKTE MİKROBİYAL BİOSENSÖRLER / Fatma Özge ÖZDEMİR
SOYKIRIM SUÇLAMASININ HUKUKİ BOYUTU ÜZERİNE / Nami Cem İYİGÜN
AYLAK ATMACA’NIN DÜŞÜ / Veysel Gökberk MANGA
ATATÜRK’ÜN 23 NİSAN’INI ANLAMAK / Açelya OĞUZ
BİZ BİRKAÇ YÜZYILLIK GENÇLERİZ/ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI
H. NİHAL ATSIZ'IN "BOZKURLARIN ÖLÜMÜ" ROMANININ TANITIMI / Serdar NASİP
KURGU METİNLERDE GERÇEKÜSTÜLÜK VE KÜLTÜR TAŞIYICILIĞI/ Aslıhan KAYA
BENCİL/ Zehra Aybüke KARAUZ
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 53 – Haziran 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
BAŞLANGIÇ; FEMİNİZM/ Dilek AKILLIOĞLU
VARSA GÖĞÜN KALBİ/ Onur ÇELİK
KİTAP TANITIMI: İBRAHİM KAFESOĞLU – TÜRK İSLAM SENTEZİ/ Milli Kitap
TÜRK MİLLİYETÇİLERİ’NİN MESELESİ – MODERN BOYCULUK/ Nizameddin TOPCU
AYARSIZ DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ/ Gencay Dergisi Editör Ekibi
EDEBİCE DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ/ Gencay Dergisi Editör Ekibi
İHTİMAL DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ/ Gencay Dergisi Editör Ekibi
DERGİCİLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME/ Burçin ÖNER
GENCAY
1
EĞİTİMDE GERÇEK ÖZGÜRLÜK
Yunus Emre UYAR
“Gerçek özgürlük” en özlü ifadesiyle
“kültür robotu” olmaktan kurtulmakla
mümkün. Kültür robotu, Cüceloğlu’nun bu
kitapta ortaya koyduğu en önemli kavram.
Birey olabilmenin önündeki engellerin
büyük bir bölümünü barındırır. İnsan,
toplumsal bir varlık olarak toplumun
hayat algısını oluşturan kültürün de doğal
bir parçası ancak bu parça-bütün ilişkisi
bizim gibi toplumlarda çoğu kez bütünün
parçayı yutması şeklinde ortaya çıkıyor.
Bu koşullar altında kültürün çevreleyerek
öznel, özerk kişisellik alanı bırakmadığı
kişilikler ortaya çıkmış durumda. Bu da
aslında insanların yaşam mutluluğunu
derinden etkileyenlerin başında gelir.
Öyleyse özgürmüş gibi hissetmek ya da
davranmak yerine esaslı bir özgürlük,
kitabın adı gibi gerçek özgürlük isteyen
kimselerin kültür robotu olmaktan
kurtulup kültür yapılandıran bireyler
hâline gelmesi gerekir.
Cüceloğlu, kitabında meselesini bir
psikoloji profesörü ile üniversite
öğrencisinin karşılıklı konuşmaları
formatında ele alır. Kitapta değinilen,
kültürün bize hazır lokma halinde verdiği
ilk kalıp şu: “büyüklere saygı, küçüklere
sevgi” Koca psikoloji profesörü Yakup Bey,
genç bir üniversite öğrencisi olan Timur’a
hitabının bile eşitlikçi olmasından yanadır.
Hoca, gence şöyle der: “Size ‘Timur Bey’
demek istiyorum çünkü ‘bey’ sözcüğü
ilişkimizdeki ‘eşit saygınlığı’ ifade ediyor.”
“Timur hayretler içindeydi. Böyle bir şey
ilk defa başına geliyordu. ‘Eşit saygınlık’ ne
demekti? Timur büyüklerle birlikteyken
hep saygı duymuş ama kendisini ‘saygı
duyulacak’ biri olarak görmemiş,
düşünmemişti.” Aslında Yakup Bey henüz
konuşmanın başında sağlıklı bireyin kendi
toplumsal rollerinin ötesinde bir benliğe
sahip olduğundan karşısındakiyle
ilişkilerinde eşitlikçi bir tavrı yeğlediğini
belirtir. Bizim toplumumuzda küçüğe
saygının yeterince yer etmeyişini yerer. Bu
da içinde bulunduğumuz kültürün bize
ustalıkla aktardığı bir durum. Ancak Yakup
Bey, bunu aşmaya niyetli görünür. Böyle
bir tavır genç öğrenciye fark edilen,
önemsenen birisi olmanın coşkusunu
verir. Karşısında mürit-mürşit ilişkisi
istemeyen bir bilim adamı vardır. Aslında
bu değinti çağdaş sınıf yönetimi ülkü ve
ilkeleri için de önemlidir.
Yeni öğretim programlarında benimsenen
Yapılandırmacı felsefe gereği artık
öğretmenin bilginin, sınıfın, sürecin
merkezi konumundaki salt bir otorite
olmaktan çıkıp öğrenenin de birey olarak
öğrenme ortamında daha fazla değer
görmeye, katılımcı kılmaya önem
GENCAY
2
verilmeye başlandı. Yani tam olarak Yakup
Bey’in sözünü ettiği ilişki biçimi öğrenme
ortamlarında istendik hâle geldi. Buna
ilişkin kuramsal materyaller elde mevcut.
MEB, öğrencilerin henüz çocuk yaşta birey
olma yolunu tutmaları, öğrenme
ortamlarında birer özne olarak yer almak
suretiyle hem öğrenme hem de kişilik
gelişiminde yepyeni bir anlayışın yoluna
girmiş durumda. Ancak hâlâ önceki
asırlardan kalma insan telakkisiyle
hareket eden, etkisi çok su götüren hizmet
içi eğitimlerin kendi zihnindeki insan
anlayışını biçimlendirmesine karşı direnen
koca bir öğretmen kitlesiyle bu anlayışın
yerleştirilmesi çok güç. Kendisi ile
öğrencisinin ilişkisini âdeta mürid-mürşid
ilişkisi gibi gören, kendisini merkezdeki
tek kaynak, otorite vb. gibi gören;
öğrencisini edilgen, verdiklerini alan ve
ancak onun tasarısıyla varlığını
belirtebilen silik nesneler gibi gören
anlayış öğretmen kadromuzda oldukça
yaygın. Böyle bir kadrodan da aynı
anlayışla yetişip aynı bakış açısını taşıyan
kişiler yetişecek, onlar da benzerini
yetiştirecek. Aslında bu örnek bile kültür
robotu olmanın topluma etkisi için
verilebilir. Böyle olunca Doğan
Cüceloğlu’nun Yakup Bey karakterine
söylettiği çok önemli bir gerçeğin
toplumsal kabulü epey güçleşecek gibi
görünüyor.
Söz konusu ilişki biçiminin eğitimciler için
en önemli cephesini Doğan Hoca yine
karşılıklı konuşma içinde verir. Böyle
olunca ne olur, sorusunu şöyle yanıtlar:
“İnsan insana sohbet olur. Böyle bir sohbet
içinde öğrenme kendiliğinden olur.”
Aslında bu söz öğretmenliğin büyüsünü
içerir. Öğrencisini kendisine birtakım bilgi
ve değerler yüklenecek nesne olarak
görmek yerine onun da tıpkı kendisi gibi
bir özne olduğunu kabul edip buna göre
eşitlikçi davranmak, Doğan Hoca’nın
deyişiyle insan insana bir ilişki biçimi
kurmak çocuktaki öğrenme yollarını epey
açar. Bu yüzden öğrencilerine birtakım
sınav sorusu çözme taktikleri dışında
değer, tavır, tutum katabilen
öğretmenlerin öğrencileriyle kurdukları
ilişki alt-üst ilişkisinden çok farklıdır. Öte
türlü tavır ve tutumlar ancak birtakım
alışkanlıkların ürünü olur. Ancak belli
uyaranların etkisi altında ortaya
çıkarılabilen davranışlar uzun ömürlü
olmadığı gibi ortam dışında pek kendini
göstermez.
Sözü edilen ilişki biçimi insanın en insanca
gereksinimlerinden olan tanıklık edilmeyi
de beraberinde getirebilir. “Tanık
olunmak” Doğan Cüceloğlu’nun “Başarıya
Götüren Aile” kitabında da değindiği
önemli bir kavram. O, insanlarımızda
yaygın olarak bulunan birtakım
komplekslerin temelinde daha çocuk
yaştan beri kendisine yeterince tanıklık
edilmemiş olma durumunun yattığını
savlar. Hem ebeveynlerin hem
öğretmenlerin çocuklara olabildiğince
tanık olmasını önerir. Heveslerinin,
arzularının, varlığının değer verdiği
kişilerce fark edildiğini yeterince
duyumsamak sağlıklı bir benlik
gelişiminde oldukça önemli olmakla
birlikte tarihte çoğu kez büyük atılımların
da kaynaklarından olmuştur.
Böyle felsefi dokuntuları yüklü bir yapıtta
tahmin edilebileceği üzere hayatın anlamı
bahsine de değinilir. Cüceloğlu, bu noktada
toplum Mermi Uygur’la aynı çizgide
GENCAY
3
seyreder. Uygur, Batı’yı anlamaya
çalışırken Batılı bireyselliğin bencilliğe
savrulmaksızın toplumla birlikte olduğu
sürece anlam kazandığını söyler. Aslında
Cüceloğlu da kitabında “Bir insanın
yaşamının anlamı, o insanın ‘ben’ini aştığı
yerde oluşur.” diyerek birey-toplum
ilişkisi bahsinde önemli bir yeri işaretler.
Doğuluların bireyselliği epey öteleyen
hatta yer yer yok etmeye dönük
anlayışından uzaklaştıkça soluğu sığ
bencillikte alanların öyküsü bu
topraklarda bol bulunur. Ancak
psikolojinin verileri bize kitapta da sözü
edilen birey-toplum dengesinin
gerekliliğini gösterir. Öncelikle bu iki
kavramın binişmesini önlemek için Rus
psikolog Vygotsky’nin kolektif “benlik-
bireysel benlik” ayrımına dayanmak
mümkün. Buna göre insan nesneler
evrenine iki ayrı pencereden bakabilir. Bir
siyasi grubu kendi grubu için tehdit olarak
görürken o grubun bir üyesiyle yakın ve
sıcak ilişkiler kurabilir. Yine psikolojide
çok bilindik “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”ne
bakıldığında temel basamakların bile tek
başına giderilemeyecek ihtiyaçlardan
oluştuğu görülür. Bu da her ne kadar
bireyselliği vurgulayan bir hümanist
psikolog olsa da Maslow’dan hareketle de
güçlü bir bireyselliğin sağlıklı toplumsal
ilişkilerden geçtiğini söylememize yarar.
Görülen o ki “insan insana sohbet”
deyişiyle özetlenen ilişki biçimi ve onun
getirdikleri, gerek eğitim ortamında
gerekse ondan bağımsız görülmemesi
gereken gündelik yaşamda sağlıklı ilişkiler
kurmak ve anlamlı öğrenmelere kavuşmak
için oldukça önemli. Ancak bunu kabul
etmek bir sorunu da beraberinde getiriyor.
O da söz konusu ilişki biçiminin ve bunu
üreten zihin dünyasının Ortadoğu
halklarında nasıl karşılanacağı. Büyüğe
saygının küçüğe sevginin epey vurgulanıp
küçüğe saygının adının bile alınmadığı
toplumlarda “insan insana” sohbet etmek
belli ki birtakım olumsuzlukları da
beraberinde getirir. Bunlar da başka bir
yazının bahsidir.
GENCAY
4
SUÇLULARIN TELAŞI İÇİNDESİNİZ Çağhan SARI
İsmet İnönü'ye ait olan bu söz, son iki
yüzyılda Türk devletinin dış politikada en
fazla teşrik-i mesai yaptığı devlet olan
Almanya'nın 1915 Ermeni Tehciri
hakkında soykırım kararı alması üzerine
yine akıllara gelecektir. Malum olunduğu
üzere Haziran ayı içerisinde Gencay
Dergisi yayına hazırlanırken, Alman
meclisi Bundestag, bir milletvekilinin hayır
oyuyla, oybirliği ile değil oy çokluğu ile
Ermeni Tehcirini soykırım olarak tanıdı.
Birçok kesim, yazılı ve görsel basından
hadiseyi yorumladı. Almanya'yı kınama
gerekliliği üzerinde devlet aygıtının en
tepesinden sokaktaki sade vatandaşa
kadar herkes hemfikir iken bu noktada
zikrettiğimiz herkes kelimesine
parlamentoda vekil sayısı olarak üçüncü
olan güdümlü parti ve onun seçmenleri
dâhil değildir. Zira milli hassasiyet iktiza
ettiği sırada o partinin olması da hayatın
matematiğine aykırı. Anlam bütünlüğünü
daha fazla zedelememek için Almanya'ya
dönelim ve bir kaç soru üzerinden yaşanan
bu gelişme hakkında sürç-i lisan edersek
hoşgörünüze sığınarak fikirlerimizi ve
bildiklerimizi nakşedelim.
İlk yanıtlayacağımız soru, Almanya'nın,
tehciri soykırım olarak görme eğiliminin
ne zaman başladığıdır. Sorunun cevabı,
konuya ilgisi olanlar için basit ama sosyal
medyadaki tepkilerden ölçüldüğü üzere
üzerinde durmakta fayda var. Birinci
Dünya Savaşı'ndan önce, Almanya'da
kurulan ve Türkiye'de faaliyette bulunan
misyoner dernekleri sadece Müslüman
Türkleri Hıristiyan yapma maksadı
güdenlerden ibaret değildir. Gregoryan
Ermenileri de Protestan -bazı derneklerde
Katolik- yapmayı programına alan Alman
misyoner dernekleri mevcuttur. Bu
derneklerden bir tanesinin kurucusu olan
papaz Johannes Lepsius, daha 1900'lerin
başında Ermeniler lehine faaliyetlerde
bulunmuş, Alman çıkarlarını Türk
müttefikliğinde değil, Doğu Anadolu'da
kurulacak bir Ermenistan'da olduğunu
savunmuştur. Daha savaş bitmeden
kaleme aldığı iki kitapta Ermenilerin
katliama uğradığını yazmış, Bahs isimli
başka bir Alman gazeteci tarafından
kitabın uydurma olduğu ortaya çıkmıştır.
Lepsius, savaş bittikten sonra da 1919'da
tehcirdeki Alman sorumluluğu örtbas
etmek için Dış İşleri Bakanlığı'ndan aldığı
arşiv belgelerini tahrif ederek
yayınlamıştır.
Enteresan olan bu belgelerin tahrif edildiği
tehciri soykırım olarak niteleyen
çevrelerce de kabul edilmesidir.
Görüldüğü üzere daha hadiseler sırasında
dahi Almanya'da bir ''Ermenici'' muhit söz
konusudur. Alman parlamentosunun da
2005'te çıkardığı bir yasa zaten mevcuttur.
Ancak bu yasayı yetersiz bulan ve genel bir
kabul için mesai veren aşağıda
değineceğimiz olan Hofmann ve ekibidir.
Geçen yıl 1915'in 100 yıl sonrasında
Almanya Cumhurbaşkanı soykırım
kelimesini telaffuz etmediği için Ermeni
çevreler tatmin olmamıştır.
Peki, Almanya tehcirin neresindedir? Bu
soruyla ilgili birçok akademik makale ve
kitap mevcut olmaktadır. Prof. Dr. Selami
GENCAY
5
Kılıç, Prof. Dr. Mustafa Çolak, Taner
Balcıoğlu, Burhan Oğuz ve Kerem Çalışkan
çalışmalarının okunmasında fayda olan
isimler arasında hemen ilk başta
zikredilenlerdir. Birinci Dünya Savaşı
sırasında neredeyse bütün Osmanlı
ordusuna hâkim olan, genelkurmay
başkanlığından alt birimlere kadar birçok
mevkide görev yapan Alman subaylar
arasında Goltz Paşa'nın tehciri bizzat
askeri gerekçelerle önerdiği iddiası
önemlidir. Bir belge bulunmamakla
beraber, tehciri soykırım göstermek
isteyen maksatlı çevreler arasından
Dadrian'ın da kabul ettiği bu iddiaya göre
Goltz Paşa, Doğu Anadolu'da, Ruslarla
mücadelenin sağlıklı sürmesi için bir
tehcir istemiş, hatta tehcir edilecek
Ermenilerin Berlin-Bağdat demiryolu
güzergâhı üzerinde iskân edilerek,
tehcirde dahi Almanya'nın ekonomik
kazancını tasarlamıştır.
Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı yapmış
Bronzart Paşa da tehcirin gerekliliğini
yıllar sonra kaleme aldığı bir gazete
köşesinde savunmuştur. Daha çok
detaylandıramıyoruz nitekim bu yazının
hududunu aşmamak ve diğer soruları
yanıtlamak için Alman sorumluluğunu tek
bir cümle ile özetleyebiliriz. 1914-1918
yılları arası (hatta 1913-1918) Alman
Islahat Heyeti olarak göreve başlayan, kısa
süre sonra da Alman askeri misyonu olan,
nihayetinde de Osmanlı ordusunun yüksek
komuta kademesini oluşturan Alman
subaylara ve bağlı oldukları Berlin'in
bilgisi dahi olmadan bir tümenin yerinden
oynatılması dahi gerçekçi değildir.
Almanya'nın tehciri soykırım olarak
tanımasının altındaki sebepler nedir?
Bu soruya verilebilecek tek cevap
bulunurken tek cevabın altında birleşen iki
kesim bulunuyor. Yanıt elbette
Almanya'nın dünya tarihinde kendisinden
başka bir soykırım daha yapıldığı tezini
işleyerek soykırım suçunu basite
indirgemek ve kendi sabit suçuna ortak
başka milletler olduğuna dair kamuoyu
oluşturmak çabasıdır. Ermeni dostu,
kurduğu enstitü ile Taner Akçam gibi
''Soykırımcı'' kitapların yayınlanmasını
sağlayan Hofmann ve onun başını çektiği
grup işi daha da ileriye taşıyarak;
Almanya'nın soykırım yapmayı da
Türklerden öğrendiği, Atatürk'ün beş
milyon Rum, Ermeni ve Kürt'ü katlettiği,
ilk gaz odalarının Anadolu'da, Trabzon'da
kurulduğu yalanlarını yazarak,
Almanya'nın suçunu paylaşmanın da
ötesinde Holokost'u da Türklere mal
etmeye çalışmaktadır.
Öteki kesim ise Neonazi çevreler olup
soykırımı basite indirgeme dışında ikinci
bir amacı olmayan gruptur. Almanya'daki
on bir Türk milletvekilinin kabul oyu
vermesi üzerine ise değerlendirme
yapmaya lüzum yoktur. Maalesef, göçmen
travması, kültür kopukluğu gibi nedenlere
ihtiras, yükselme arzusu ve ''anadan'' öç
alma eksenindeki üvey evlat sendromu
dışında söylenecek fazla bir şeyin olmadığı
kanısındayız.
Almanya'ya gösterilecek tepkiler neler
olmalı hususunu yanıtlarken daha ziyade
ne olmamalı noktasından hareket
edeceğiz. Türk parlamentosunun da
Yahudi Soykırımı'nı tanıması şu aşamada
bir tepki olmayacaktır. Çünkü Türkiye,
Birleşmiş Milletler üzerinden bu soykırımı
tanımıştır. Dahası Almanya, İsrail'e
tazminat ödemesi yapmıştır. Esas
GENCAY
6
itibariyle Almanya için Holokost konusu
kapanmıştır. Ancak Almanya'nın ilk
soykırımı Holokost değildir. 20. Yüzyılın
başında Afrika'da binlerce Namibyalıyı
doğrudan katleden Almanya, alınan
mahkeme kararlarına rağmen soykırım
suçunu kabul etmemektedir. Tıpkı
Fransa'nın Cezayir’deki ikircikli tutumunu
örnek gösterebiliriz. Tanınması için
çalışma gösterilmesi gereken soykırım
Namibya'daki Alman katliamıdır. Fransa
ve Amerika gibi ciddi bir Ermeni lobisinin
olmadığı, üç buçuk milyonu aşkın Türk'ün
yaşadığı Almanya'da Türkiye'nin lobi
gücünün olmaması, tepkilerden önce
kişinin kendisine yönelteceği tenkit
oklarıdır.
Sonuç olarak, sorumluluğundan sıyrılmak
isteyen, insanlığa önceki yüzyılda yaşattığı
acılara ortak arayan Almanya’nın bu
kararı, tarih yazımını etkilemek şöyle
dursun, hakikat arayışındaki tarih yazımı
için kara mizah olarak kaydedilecektir.
GENCAY
7
ÇEVRESEL KİRLİLİK TAKİBİNDE
MİKROBİYAL BİOSENSÖRLER Fatma Özge ÖZDEMİR
Mikrobiyal biosensörler; kompakt,
taşınabilir, ucuz, etkileyici, kullanımları ve
yapımları nedeniyle fazlasıyla basit
özelliktedir ve kirliliğin yerinde izlenmesi
için uygun özelliklere sahiptirler. Hücreler,
mikrobiyal biosensörler için çevresel
izlemede kullanılan yeni moleküler
araçlardan birisidir (Shin, 2011).
Biosensör uygulamalarındaki birçok
raporda, kirletici, toksisite ve biyolojik
tahlil özellikleri kullanılmaktadır. Bu
konuda genetiğe bağlı bakterilerde
işlenmiş organizma sayısı hızlı bir gelişme
göstermiştir. Son zamanlarda çevresel
kirlilik takibinde biosensör kullanımları
hızla gelişmektedir. Bu yüzden mikrobiyal
biosensörler, çevresel kirlilik takibinde
önemli bir yer almıştır. Mikrobiyal
biosensörlerin çeşitli alanlardaki tespiti
için fiziksel ve kimyasal sinyal hedefleri
çok kullanışlıdır (Shin, 2011).
Çevre sorunları gün geçtikçe artmaktadır.
Bu artışın başında da tarım ve endüstri
sektörü gelmektedir. Kirliliğin nedenini
anlamak için düzenleyici elemanlar ve
potansiyel iyileştirme araçları gereklidir.
Fakat bu sistemler oldukça pahalıdır ve
karmaşıktır. Bu kapsamlı analizlerin
yapılıp, analitik işlemlerin kesin verilere
dayanması için özel laboratuvarlara
ihtiyaç vardır. Yerinde izleme (in situ) adı
verilen sistem pahalı fakat kesin verilere
dayanan bir sistemdir. Bu sistem bazı
toksik kirleticilerin taşıma sırasındaki
olası uçuculuğunu engelleyip, daha kesin
veriler elde etmek adına oldukça
uygundur. Çevre odaklı biyoanalizler canlı
sistemlerin kullanımına dayanmaktadır.
Bu sistemin amacı; canlı organizma
deneyleri ile değişen alt hücre
bileşenlerine dayalı başka hücrelerde
toksisite ve enzim testleri yapmaktır
(Belkin, 2003).
Bakterilerin popülasyon büyüklüğü, hızlı
büyüme oranı, düşük maliyeti ve kolay
üretilebilir olması özellikleri kirliliğin
izlenmesi için bakterileri kazançlı bir
seçenek yapmaktadır. Bakterilerin sahip
oldukları bu karakteristik özellikler ‘’özel’’
çevre koşullarında bir sinyal ile yanıt
vermek için önceden belirlenmiş
değişiklikleri de tespit edebilme özelliğine
sahiptir. Ayrıca bakteriler genetik
manipülasyona daha kolay adapte
olduklarından giderek daha cazip hale
gelmektedirler (Belkin, 2003).
Rekombinant DNA teknolojisi; reporter
gen ile doğal düzenleyici genleri
füzyonlayıp, başka bir sistemde bulunan
mikroorganizmaya uyarlamak için
kullanılmıştır. En sık kullanılan reporter
genler; yeşil florasan proteinini kodlayan
lux/luc, gfp ve β-galaktosidaz kodlayan
lacZ genleridir (Shin, 2011). Mikrobiyal
biosensörlerin yerinde izlenmesi için
kimyasal analizler etkili bir araç olarak
görülmüştür. Fakat çevresel izlemede
Rekombinant DNA teknolojisinin kimyasal
GENCAY
8
analizleri daha düşük tekrarlanabilirlik ve
hassasiyet sağlamaktadır.
Son zamanlarda mikrobiyal biosensör
etkinliğini iyileştirmek amacıyla bazı
konularda ilerlemeler olmuştur. Mesela
hassasiyetler mikrobiyal seçicilikler
kullanılarak geliştirilmiştir. Bu konuya
ilişkin önemli ilerlemeler olmasına rağmen
kullanımı henüz yaygın değildir.
Mikrobiyal biosensörlerin optimum
koşullarda düzgün çalışıp, daha sert
ortamlarda farklı sonuçlar doğurması
mikrobiyal pazar uygulaması için
dezavantajdır. Fakat buna dezavantajlara
rağmen, mikrobiyal biosensörler başarıyla
uygulanmaktadır. Çevre kirliliğinin
yerinde izlenmesi (in situ) için ticari
amaçlı olarak üretilmektedir. Bu yüzden
biosensörler laboratuvar koşullarında
optimum çevre izleme potansiyel ağı
oluşturmaktadırlar.
Biyosensörler
Canlıların çevrelerindeki değişimi algılama
ve yanıt verme mekanizmaları
biyosensörlerin geliştirilmesi için baz
alınarak, temel oluşturmuştur.
Biyosensörler, sıklıkla biyolojik analizler
için kullanılan bir çeşit özel sensördür ve
‘’International Union of Pure and Appşied
Chemistry’’ (IUPAC) tarafından, ‘’kimyasal
bir bileşiğe karşı verilen biyolojik yanıtı
optik, termal ya da elektriksel sinyallere
dönüştüren cihazlar’’ olarak
tanımlanmaktadır (Rasooly, 2005).
Son yıllardaki mikroelektrik alanındaki
gelişmeler ve biyolojik moleküllerin
mükemmel duyarlılıktaki yanıt verme
kapasitesinin keşfedilmesi, biyosensör
teknolojilerinin hızla gelişmesini teşvik
etmiştir. Biyosensörler genel olarak,
analizlenecek madde ile seçimli bir şekilde
etkileşime giren biyoaktif bir bileşenin, bu
etkileşim sonucu ortaya çıkan sinyalini
ileten bir iletici sistemle birleştirilip,
bunlarla birlikte bir ölçüm sistemi
kombinasyonu oluştururlar.
Biyosensörler, biyolojik sistemler ve bu
sistemlerden gelen bilgiyi analitik olarak
kullanışlı bir sinyale dönüştüren iletici
sistemlerden meydana gelir. Spesifik bir
analit ya da analitler grubunun
konsantrasyonuna bağlı olarak sinyal
oluştururlar. Biyosensörlerin biyolojik
bileşeni; katalitik özellik taşıyan ve
katalitik özellik taşımayan biyomateryaller
olarak iki önemli gruba ayrılır. Katalitik
özellikteki grup enzim, mikroorganizma ve
dokuları içerirken, katalitik özellik
göstermeyen grup ise antikorlar,
reseptörler ve nükleik asitlerden oluşur.
Bir biyosensörün fonksiyonu biyolojik
aktif materyalin biyokimyasal
spesifikliğine bağlıdır. Biyolojik materyalin
seçimi spesifiklik, depolama, operasyonel
stabilite gibi birçok faktöre bağlıdır. Bu
kimyasal bileşenler; nükleik asitler,
antijenler, mikroplar ve hormonlar gibi
parametreleri de engeller. Biyolojik
GENCAY
9
sistemlerde immobilizasyon tekniğinin
kullanılması da biyosensörün
hızlanmasında önemli bir etkendir.
Bir elektronik sinyale dönüşen sistem,
bileşiğin derişimine bağlı olarak değişik
sinyaller analizleyebilir. Elektrokimyasal
ölçüm prensibini temel alan mikrobiyal
biyosensörleri metabolik aktiviteyi ve
mikroorganizmalar tarafından üretilen
aktif metabolitlerin ölçümünü temel alan
sistemler olarak iki grupta toplamak
mümkündür. Metabolik aktivitenin
ölçümü; hücrelerin asilimilasyonu sonucu
metabolik aktivelerindeki değişimi temel
alır ve genel olarak substratın ortama
eklenmesiyle artar. Bu değişim substrat
derişimi ile ilişkilendirilir ve ortamdaki
oksijen değişimine bağlı olarak izlenir. Bu
yüzden bu sensörlerde aerobik
mikroorganizmalar kullanılır. Diğer sınıf
mikrobiyal biyosensörlerde ise;
mikroorganizmalar tarafından ortama
salınan H2, CO2, NH3 ve organik asitler
gibi elektrokimyasal aktif metabolitlerin
ölçümü esas alınır. Bu tip sensörlerde
aerobik mikroorganizma kullanma
zorunluluğu yoktur.
Biyosensörlerin, yüksek spesifikliğinin
yanında; renkli ve bulanık çözeltilerde
geniş bir konsantrasyon aralığında
doğrudan ölçüme olanak sağlamak gibi
üstünlükleri vardır. Fakat reseptör olarak
adlandırılan biyokompenentler ph,
sıcaklık, iyon şiddeti gibi ortam
koşullarından etkilenirler. Bu olay,
biyosensörün kullanım ömrünü kısalttığı
için bir dezavantaj konumundadır.
Biyosensörler için mümkün uygulama
alanları;
• Klinik diyagnostik, biyomedikal sektör
uygulamaları
• Proses kontrolü uygulamaları
• Tarla tarımı, bağ-bahçe tarımı ve
veterinerlik uygulamaları
• Bakteriyal ve viral diyagnostik
uygulamaları
• İlaç analizi uygulamaları
• Endüstriyel atık su kontrolü
uygulamaları
• Çevre koruma ve kirlilik kontrolü
uygulamaları
• Maden işletmelerinde toksik gen
analizleri uygulamaları
• Askeri uygulamalar.
Biyoreseptör moleküller; biyosensör
teknolojisinin gelişmesinde anahtar rol
oynamışlardır. Analiz edilecek madde ile
seçici olarak etkileşime giren oldukça
duyarlı biyolojik moleküllerdir.
Biyoreseptör moleküller, enzim, antikor,
protein, nükleik asit gibi biyolojik
molekülleri ve hücre, doku,
mikroorganizmalar gibi de biyolojik
sistemleri içermektedir. Biyoreseptör
olarak kullanılan moleküllerin en önemli
özelliği tespit edilmesi istenen hedef
moleküle karşı yüksek afinite ve özgüllük
göstermeleridir. (Rasooly, 2005)
Biyoreseptör olarak kullanılan birçok
biyolojik molekülün orijini
mikroorganizmalardır.
Mikroorganizmaların kendileri de
biyoreseptör olarak kullanılabilirler.
Çoğunlukla inorganik veya organik toksik
kimyasal maddelerin tespitinde
GENCAY
10
kullanılırlar ve diğer biyoreseptör
moleküllerine göre daha fazla çeşitlilikte
kimyasal yapı saptayabilirler. Genetik
modifikasyonlara uyumlu olmaları, farklı
pH ve sıcaklıklarda işlev görebilmeleri
mikroorganizmaları ideal biyosensörler
yapmaktadır.
Mikrobiyal Biosensörler
Mikrobiyal biyosensörler yararlı birçok
bileşikle birlikte endüstriyel ve bilimsel
çalışmalarda kullanılmaktadır. Özellikle
son dönemler de oldukça fazla
uygulamaları mevcuttur. Çevresel sistem
tayinlerinde mikrobiyal biyosensörler için
yapılan uygulamalar karşımıza
çıkmaktadır. Bunların büyük bir kısmı
enzim katalizli ya da mikrobiyal katalizli
reaksiyonları temel almaktadır. Enzim
sensörleri ilgili substratlarına karşı yüksek
spesifiklik gösterir, ancak enzimler
genelde pahalıdır ve stabil değildir.
Mikrobiyal biyosensörler biyokimyasal
süreçlerin on-line kontrolü için uygundur.
Bu yüzden birçok araştırmacı için çalışma
konusu olmuştur.
Mikrobiyal biyosensörler avantajlara sahip
oldukları gibi dezavantajlara da
sahiptirler. Mikrobiyal biyosensörlerin
belli başlı avantajları;
1- Geniş bir alanda bulunarak, kimyasal
analizleri kontrol ederler.
2- Farklı koşullara adapte olabilirler.
3- Farklı koşullara karşı tolerans
gösterirler ve çözgen inhibisyonundan
kolay etkilenmezler.
4- Aktif enzim izolasyonuna ihtiyaç
duymadıkları için ucuzdurlar.
Dezavantajlarından bazıları ise aşağıdaki
gibidir.
1- Ürün ya da substratın hücre
membranından difüzyonu zordur.
2- Kullanıldıktan sonra rejenerasyon için
daha fazla zamana ihtiyaç duyarlar.
3- Hücreleri birden fazla enzim içerdiği
için seçicilik oranı düşüktür.
Mikrobiyal biyosensörlerin, yapılacak
uygulamalarda avantajları ve
dezavantajları dengelenmelidir. Böylece
daha verimli değerlere ulaşılacaktır.
Sistemin dengede olması matematiksel
verilerin takibi açısından yararlı olacaktır.
Bir biyosensörün en basit ihtiyacı,
biyolojik materyali fizikokimyasal
değişimleri ölçmeye yarayan sistem ile
başarılı bir şekilde kombine olmasıdır.
Mikrobiyal biyosensörlerin ölçümünde,
mikrobiyal biyosensörler ilgili türün
spesifik olarak tanınmasında
mikroorganizma bileşeni olarak kullanılır.
Mikrobiyal biyosensörde ölçüm
prensipleri
Yapılan çalışmalara bakıldığında
geliştirilen mikrobiyal biyosensörlerin
çoğunun metabolik aktiviteyi temel aldığı
görülmektedir. Optik esaslı mikrobiyal
biyosensörler ise, lüminesans temelli
fiziksel iletim elemanlarını
kullanmaktadır. Burada, fotobakterilerin
yüksek duyarlılıkları temel alınmıştır.
Biyolüminesans hücre biyosensörleri
GENCAY
11
genetik olarak modifiye edilmiş
mikroorganizmalar (GEM) kullanılarak da
geliştirilebilir. Bunlar organik, pestisit ve
ağır metal kontaminasyonlarının
görüntülenmesinde kullanılabilirler.
Örneğin, ilgili analiti tanıyan promotorun
kontrolü altında lüsiferazı kodlayan genler
plazmide yerleştirilerek modifiye
organizmalar hazırlanabilir. Bu şekilde
hazırlanan mikroorganizmalar organik
kirleticileri metabolize ettiğinde genetik
kontrol mekanizması lüsiferazın sentezi
için devreye girer ve üretilen ışık
lüminometre ile belirlenebilir. (D'Souza,
2001)
Sonuç
Biyosensörler, örnek alımı ve sonuç verme
arasındaki süreyi oldukça
kısaltmaktadırlar. Nanolitre veya daha az
miktarlarda örnek gerektirmeleri ve aynı
zamanda yüksek düzeyde duyarlılık ve
özgüllüğe sahip olmaları en önemli
avantajlarıdır. Ölçüm sistemlerinin
otomasyona uygun ve taşınabilir olması
değişik alanlarda kullanımlarına imkân
vermektedir. Buna karşın biyosensörlerin
geleceğini maliyeti ve örnekler üzerindeki
etkinlikleri belirleyecektir. Çevre
sorunlarındaki artış taleple eş değerdir.
Talebin artmasıyla tarımsal ve endüstriyel
kirlilik de artmaktadır. Mikrobiyal
biosensörlerin çeşitli alanlardaki tespiti
için fiziksel ve kimyasal sinyal hedefleri
çok kullanışlıdır. Çevre odaklı
biyoanalizler canlı sistemlerin kullanımına
dayanmaktadır. Bu sistemin amacı; canlı
organizma deneyleri ile değişen alt hücre
bileşenlerine dayalı başka hücrelerde
toksisite ve enzim testleri yapmaktır.
Teknolojik yenilikler açısından başka
gelişmeler ile kıyaslandıklarında çağımız
aynı anda birden fazla çevre
parametrelerini izleme yeteneğine sahip
mikrobiyal biyosensör nesli olacaktır.
Gelecekte daha ekonomik, daha kullanıcı
dostu bir ekipman tercih edilmesiyle bu
dizilerin daha ileri versiyonları piyasaya
çıkacaktır. Genel toksisite ve bir numune
içinde bulunan ayrı ayrı bileşenlerin
hepsinin in-situ izlemeyi kolaylaştırması
sağlanacaktır. Tek hücreliler için
biyosensörlerde görüntüleme fiber
demetler sayesinde olmaktadır. Gelecekte
daha etkin biyosensör kullanımı, tamamen
yerinde izleme sistemlerinin otomatik
gelişimini sağlayacaktır. Bu sistem gerekli
atık üreten numunelerin hacmini azaltarak
çevreye ve ekonomiye yarar sağlanmasına
da yardımcı olacaktır.
Mikrobiyal biyosensörlerin hızla yerinde
ve çevresel değişkenlerin daha kompakt,
mobil, otomatik ve kablosuz cihazlara
dönüşmesi gerekir. O yüzden mikrobiyal
biyosensörler yakın gelecekte daha geniş
uygulamalarda yer alacağı ve daha büyük
umutlar vadedeceği açıkça görülmektedir.
Kaynaklar
Belkin, S. (2003). Microbialwhole-cellsensing
System of Environmental Pollutants.
Currentopinion in Microbiology.
D'Souza, S. (2001). Microbial Biosensors. Biosens
Bioelectron.
Rasooly, A. (2005). Biosensor Technologies.
Methods.
Shin, H. J. (2011). Genetically Engineered Microbial
Biosensor For In Situ Monitoring Of Environmental
Pollution. Applmicrobial Biotechnol.
GENCAY
12
SOYKIRIM SUÇLAMASININ HUKUKİ
BOYUTU ÜZERİNE
Nami Cem İYİGÜN
Geçen yıl sözde Ermeni soykırımının 100.
yılı dolayısıyla Vatikan’da düzenlenen
ayinde Katolik dünyasının dini lideri Papa
“20. Yüzyılın ilk soykırımı” ifadesini
kullandı. Ardından Avrupa
Parlamentosu’nun aldığı kararda 1915
olaylarına “soykırım” nitelemesi getirilip
Türkiye’ye geçmişle yüzleşme çağrısı
yapıldı. Hemen peşine Avusturya
Parlamentosu 24 Nisan 1915’te
Ermenilerin tutuklaması ile başlayan
olayların tehcir ile devam ettiğini ve
soykırım ile son bulduğunu öne süren bir
bildiri yayınladı. Avusturya
Parlamentosu’nun bildirisini Rusya Devlet
Başkanı Putin’in “soykırım” mesajı takip
etti. Geçtiğimiz 24 Nisan’da ilk defa
“soykırım” sözcüğünü sarf edebileceği
düşünülen ABD Başkanı’nın “katliam”
demekle yetinmesi Türkiye’ye geçici bir
rahatlama sağladıysa da, önümüzdeki
birkaç yıl içerisinde başımıza geleceklerin
sinyali gibiydi.
Bu yıl ise Almanya’nın hamlesi geldi ve
sözde Ermeni soykırımının tanınmasına
ilişkin önergenin 2 Haziran 2016 günü
Alman parlamentosunda oylanacağı
duyuruldu. II. Dünya Savaşı ertesinde
Alman siyasetçiler usta bir manevrayla
Yahudi soykırımının sorumluğunu
Nazilere yıkarak Alman milletini
sorumluluktan uzak tutmaya çalıştıkları
halde, işlenen insanlık suçunun ağır
yükünü Alman kolektif hafızasından
silemediler. Suçluluk algısı, Alman
toplumunda güncelliğini yitirmeyen utanç
duygusuna ve derin psikolojik etkilere yol
açtı. İşte o sebeple Avrupa bütünleşme
sürecinde tarihi bir rol oynamak ve dünya
politikasında ekonomik gücüyle orantılı
bir güç merkezine dönüşmek isteyen
Almanya, suçunu paylaşacak tarihi
ortaklar aramakta ve vicdanını
temizlemek için Türk milletini hiçbir
hukuki geçerliliği olmayan Ermeni
soykırımıyla suçlamaya yeltenmektedir.
Ermeni İddialarının Hukuki Değeri
Türkiye, Ermeni Diasporası’nın iddialarını
tarihi ve siyasi boyutlarıyla ele almak
üzere istikrarlı bir devlet stratejisi
oluşturmakta epey geç kaldığından dünya
kamuoyu nezdinde diasporadan kat be kat
avantajsız konumda bulunmaktadır.
Soykırımı tanıyan ülkelerin sayısı yıldan
yıla artmakta ve bazı ülkelerde “1915
olayları soykırım değildir” diyenleri
cezalandıran yasalar çıkartılmaktadır.
1915’te yaşananları tarihi alanda
tartışmaktan kaçan Ermeni Diasporası,
propaganda faaliyetlerini siyasi alanda
sürdürmekte ve “3T” kısaltmasıyla
adlandırılan “Tanıma-Tazminat-Toprak”
idealleri doğrultusunda sözde soykırımı
olabildiğince fazla ülkeye tanıtmaya
çabalamaktadır.
Artık tartışmanın tarihçilere bırakılması
önerisinin geçerliliğini kaybettiği ve
meselenin tamamen siyasileştiği bir
aşamaya varılmıştır. Türkiye’nin Ermeni
GENCAY
13
iddialarıyla mücadelede şimdiden itibaren
yapması gereken, soykırım kavramının
hukuki boyutundan azami ölçüde
yararlanmak ve yargısız infaza geçit
vermemektir. Rastgele kullanılabilecek bir
sözcük olmayan “soykırım”, uluslararası
bir suçtur ve bir uluslararası hukuk
enstrümanıyla kodifiye edilmiştir. Bu
enstrüman, 9 Aralık 1948 tarihinde
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda
oybirliğiyle kabul edilen ve 12 Ocak 1951
tarihinde yürürlüğe giren “Birleşmiş
Milletler Soykırımın Önlenmesi ve
Cezalandırılması Sözleşmesi”dir.
Anılan sözleşmenin 2. Maddesi “Bu
Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal
veya dinsel bir grubu veya o gruba
mensup olanların tümünü veya bir kısmını
yok etmek kastıyla öldürmek (…) gibi
fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu
oluşturur” demiş ve grupları sayarken
“politik grup”tan söz etmemiştir. Politik
grup, özerklik veya bağımsızlık kabilinden
politik amaçlarla mücadele eden grup
anlamı taşır ve 1. Dünya Savaşı sırasında
Osmanlı topraklarında bağımsız devlet
kurmak amacıyla isyan çıkaran Ermeniler
bir politik gruptur. Keza Osmanlı
Devleti’nin 24 Nisan 1915’te ülke
güvenliğini korumak adına çıkarttığı
kararla tutuklanan Ermenilerin tamamı da
örgüt mensubu olmaktan
tutuklanmışlardır.
Yine aynı sözleşmeye göre “Bir zanlının
ve/veya devletin soykırım suçu ile
suçlanabilmesi için, yetkili mahkeme
tarafından suçun objektif ve sübjektif
unsurlarının kanıtlanması ve bilhassa
suçun özel kasıtla işlendiğinin hiçbir
kuşkuya mahal vermeyecek şekilde
saptanması şarttır“. Sözleşme, soykırım
iddialarını kapsayan davalara bakmakla
yetkili mahkemeleri olayın vuku bulduğu
ülke mahkemesi ve tarafların üzerinde
anlaşacakları uluslararası ceza mahkemesi
olarak belirlemiştir. Gelin görün ki
günümüze değin ne bir Türk
mahkemesinde, ne de bir uluslararası
mahkemede herhangi biri Ermenileri
soykırıma tabi tutmaktan ceza yemiştir.
Sözleşmeyle devletlerin soykırım
hususunda aralarında çıkabilecek
ihtilafları Uluslararası Adalet Divanı’na
götürebilecekleri de öngörülmüş, fakat
Ermeni tarafı iddialarında son derece
kendine güvenli görünmesine rağmen
Uluslararası Adalet Divanı’na gitmeyi
aklından geçirmemiştir. Zira Uluslararası
Adalet Divanı’nın ortaya koyduğu
içtihatların hepsini terk etmedikçe Türkiye
aleyhine bir hüküm kuramayacağı
anlaşılmış ve gelecekte meselenin oralara
kadar uzanması ihtimali Türkiye’den
ziyade Ermeni tarafını endişelendirmeye
başlamıştır.
Sözleşmede vurgu yapılan özel kasıt,
soykırım suçunun ancak belli bir grubu
veya o grubun mensuplarını sırf grup
mensubiyetlerinden ötürü katletme
kastıyla hareket edilmiş olması halinde
gündeme geleceği anlamındadır. 1915’teki
tehcir, Ermeni nüfusunu yok etme kastıyla
değil, askeri mecburiyetlerle
kararlaştırılmış ve talimatnameler
çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.
Yüzbinlerce insanın hayatını yitirmesi
zorlu savaş koşullarının sonucudur ve
ölenler sadece Ermeniler olmamıştır.
Öte yandan evrensel hukukun en temel
ilkesi olan kanunilik ilkesi uyarınca
kanunsuz suç ve ceza olmaz, ceza
GENCAY
14
kanunları makable şamil uygulanamaz.
Başka deyişle işlendiğinde suç kapsamına
girmeyen bir fiil daha sonra suç
kapsamına sokuldu diye zanlının aleyhine
olacak şekilde geriye yürütülemez. Bu
bağlamda bir anlığına 1915’deki tehcir
olayının tüm diğer unsurları yönünden
soykırımın tarifine uyduğunu varsaysak
bile Türkiye’yi soykırımla suçlama imkânı
oluşmaz. Soykırım ilk defa 1951 yılında
yürürlüğe giren BM sözleşmesiyle
tanımlanmış bir suç tipidir ve 1915’te
meydana geldiği iddia edilen olaylardan
kaynaklı sorumluluk yaratmaz.
Neticede bir zanlıya yöneltilen soykırım
suçunun objektif ve sübjektif unsurlarının
mevcudiyeti ile özel kasıtla işlendiği yetkili
mahkemece kesin hükme bağlanmadığı
sürece soykırım iddialarının hiçbir hukuki
değeri yoktur. Batılı tarihçilerin yanı sıra
pek çok ülke parlamentosu ifrat
derecesinde bir önyargıyla Türkiye’yi
suçlamaya devam ededursun, Türkiye’nin
uluslararası hukuk açısından eli güçlüdür
ve yukarıda bahsedilen temel hukuk
prensipleri ışığında soykırımla suçlanması
mümkün değildir.
Perinçek-İsviçre Davası ve AİHM
Kararının Anlamı
Kaldı ki Türkiye’nin hukuken elini
güçlendiren yeni bir gelişme olarak
uluslararası hukuk nezdinde kazanılmış
somut bir başarı da mevcuttur. Geçtiğimiz
yıl Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM)’nin Büyük Dairesi, Doğu
Perinçek’in İsviçre’de “Ermeni soykırımı
emperyalist bir yalandır” dediği
gerekçesiyle ceza alması hakkında 2. Daire
tarafından Aralık 2013’te verilen ihlal
kararıyla ilgili İsviçre devletinin yaptığı
itiraz başvurusunu 7’ye karşı 10 oyla
reddetmiş ve Perinçek’i haklı bulan karara
uymuştur. Yani 1915 hadiselerinin
soykırım olmadığını söylemenin suç
sayılamayacağı ve soykırımı inkârı
cezalandırmanın ifade özgürlüğünü ihlal
anlamına geleceği, AİHM önünde
tescillenmiştir. Avrupa Konseyi üyesi kırk
iki ülkeye doğrudan bağlayıcılığı olan bu
içtihat, evrensel hukukun en önemli
mabedi sayılan AİHM’in nihai kararı
olması hasebiyle diğer dünya ülkelerini de
ister istemez bağlayacaktır.
Perinçek, 2005 yılında İsviçre’de verdiği
konferanslarda “Ermeni soykırımı
emperyalist bir yalandır” demesi üzerine
İsviçre mahkemesinde “ırkçı ayrımcılık”
suçlamasıyla yargılanmış ve cezaya
çarptırılmıştı. 2008’de konuyu AİHM’e
götürünce AİHM 2. Dairesi 17 Aralık 2013
tarihinde Perinçek’in sözlerinin ifade
özgürlüğüne girdiğine karar vermiş ve
İsviçre’yi haksız bulmuştu. İsviçre’nin
karara itiraz etmesiyle dava AİHM’in
temyiz organı Büyük Daire’ye taşınmış ve
Büyük Daire 28 Ocak 2015’teki ilk
oturumda tarafların savunmasını
dinlemişti. O sırada Perinçek’in Ergenekon
davası kapsamında yurt dışına çıkış yasağı
bulunması dolayısıyla Büyük Daire
oturumuna katılabilmek için yurt dışı
yasağına itiraz yapması gerekmiş ve itirazı
değerlendiren İstanbul 4. Ağır Ceza
Mahkemesi Perinçek’in yasağını
kaldırmıştı.
Yurt dışı yasağının kaldırılmasını takiben
Strasbourg’daki oturuma katılan Perinçek,
savunmasında “Osmanlı devletinin
Ermenileri topyekûn yok etmek kastıyla
hareket etmediğini, Birinci Dünya
Savaşı’nda karşılıklı ölümler ve zorunlu
GENCAY
15
göçün söz konusu olduğunu, Ermeni
probleminde dönemin büyük devletlerini
sorumlu gördüğünü” ifade etmiş; Perinçek
adına söz alan Avukat Mehmet Cengiz ise
“davanın özünün ırkçı söylem ve nefret
suçuna değil, düşünce ve ifade
özgürlüğüne dayandığını, müvekkili
Perinçek’in 1915’teki trajediyi
reddetmediğini, ancak yaşananların
hukuki bakımdan soykırım kavramıyla
nitelendirilemeyeceğini savunduğunu ve
kaynağının tamamen hukuki olduğunu”
belirtmişti. Davaya Perinçek tarafının
yanında müdahil olan Türkiye ve İsviçre
tarafının yanında müdahil olan
Ermenistan’ın heyetleri de oturumda hazır
bulunmuşlardı. Nihayet 15 Ekim 2015
Perşembe günü AİHM’in Büyük Dairesi
nihai kararını verdi ve tarafların
savunmalarını dinlediği ilk oturumdan
yaklaşık dokuz ay sonra vardığı kararında
Perinçek’in haklılığına hükmetti.
Doğu Perinçek’in AİHM’de kazandığı dava,
yüz yıllık Ermeni soykırımı iftiralarına
karşı uluslararası hukuk düzleminde elde
ettiğimiz tek ve en büyük başarıdır.
Perinçek’in başarısıyla birlikte Türk
milletinin eli güçlenmiş, morali düzelmiş
ve korkusuzca “Ermeni soykırımı
emperyalist bir yalandır” diye
haykırabileceği geniş bir mevziiye
kavuşmuştur. Ayrıca Perinçek’in AİHM’de
kazandığı davanın gerekçeli kararı, sadece
soykırımın inkârını suç saymanın fikir
hürriyetini ihlal anlamına geleceğini tespit
etmekle kalmamış, aynı zamanda
soykırımın var olup olmadığına karar
vermek noktasındaki yetkinin siyasi
parlamentolarda değil, uluslararası
mahkemelerde olduğunu da vurgulamıştır.
Böylece bizim de yukarıda açıkladığımız
“Zanlıya yöneltilen soykırım suçunun
objektif ve sübjektif unsurlarının
mevcudiyeti ile özel kasıtla işlendiği yetkili
mahkemece kesin hükme bağlanmadığı
sürece soykırım iddialarının hiçbir hukuki
değer taşımayacağı” gerçeği ilk defa bir
uluslararası hukuk metninde yer almıştır.
Sonuç
Arşivlerini açma, çeşitli dillerde yayın
yapma ve tarih tezlerini dünyaya kabul
ettirme trenini kaçıran Türkiye’nin en
azından bundan sonrasında uluslararası
hukuk bakımından sahip olduğu
avantajları etkili biçimde kullanması ve
haykırması elzemdir. Savaş sırasındaki bir
tür nefis müdafaası olan tehcire soykırım
demenin hukuken mümkün olamayacağını
ve hiçbir siyasi organın mahkeme rolüne
soyunamayacağını dünyaya anlatmak
konusunda her bir Türk vatandaşına
büyük görevler düşmektedir. Hamasi
nutuklarla Türk’ün Türk’e propagandasını
yapmak yerine haklılığımızı dünyanın
gözünün içine sokma yollarını aradığımız
takdirde ise önümüze set çekebilecek
kimse bulunmamaktadır.
Kaynakça:
“No:275, 15 Ekim 2015, AİHM’in Perinçek/İsviçre
Davasına İlişkin Büyük Daire Kararı Hk.”,
http://www.mfa.gov.tr
“Alman Parlamentosu Taassubun Esiri”, Milliyet Gazetesi
(Düşünenlerin Düşüncesi), 23.05.2016
Çakır (K.O.), “Uluslararası Hukuk Bakımından
Ermenilerin Soykırım İddialarının İncelenmesi”, 2012
Elekdağ (Ş.M.), “Ermeni Savları ve Soykırım Suçunun
Hukuksal Niteliği – Ermeni Soykırımı İddiasının
Uluslararası Hukuk Açısından Değerlendirilmesi”, 2006
Elekdağ (Ş.M.), “Tarihsel Gerçekler ve Uluslararası
Hukuk Işığında Ermeni Soykırımı İddiası”, 2010
GENCAY
16
AYLAK ATMACA’NIN DÜŞÜ
Veysel Gökberk MANGA
Nihâyet insanız. Sayısız hissin, râbıtanın,
sezginin ve tefekkürün telkîni altında
yaşıyoruz. Dünyâda ve evrende, duyup
anlayamayacaklarımızın sayısı, geri
kalanlarla gâlibâ kıyas götürmeyecek
kadar fazla. Büyük ve toplu varlığın içinde
belki teker teker hiçbir şey ifâde etmiyor
olabiliriz; fakat yine de, kendi varlığımız
içinde hepimiz muayyen ağırlık ve
kıymetlere sâhibiz. Bunun için, uçup giden
ve ancak üzerine yazıldığı kâğıt kadar bir
ağırlığa mâlik olabilen yazının yanında,
her biri en az “üç değirmen taşı”
çekebilecek sözler vardır; her söz bunun
için kıymetlidir ve bizim tarihimizin en
esaslı yanlışlarından birini tevil
mecbûriyeti, böylece doğar; doğrusu
şudur: yazı-rüzgâra tutulmuş bir kâğıt
gibi-uçar, söz kalır!
Yûnus-hattâ bakın, o kadar Yûnus’tur ki o,
Hazret-i Yûnus-bir şiirini, Türkçenin en
veciz ifâdelerinden biriyle bitirir. Gerçi bu
lâf daha önce hiç söylenmemiş değildir ve
bütün kültürlere mensûp kulakların
duvarlarında ondan önce bunu çınlatanlar
olmuştur ve ondan sonra da olmuştur ve
olacaktır ama gelmiş geçmiş ünleyişlerden
hiçbiri, girdiği yeri böyle dolduracak kadar
kaabiliyetli olamamış olsalar gerektir. En
büyük şâir aydır:
“Be hey Yûnus, sana söyleme derler;
Ya ben öleyim mi söylemeyince!”
Bâzı şey vardır ki, ham maddesi dikendir,
içi dışı dikendir, gülü çiçeği dikendir.
Çöküp oturduğu yeri kanatır durur.
Kurtulmanın, iyileşmenin tek yolu, bince
yıldır bu hayâtı yaşayan adamların
yaptığını yapmaktan ibârettir yalnızca:
aytmak, yâni söylemek.
“İnsan düşündükçe yaşar.” derler de
“İnsan konuştukça yaşar.” demeyi nedense
unutuverirler. Hâlbuki onlar,
düşündüklerini söylemeden
duramayanlardır; fakat bunun böyle
olduğunun da maalesef farkına varmayı
“unutmuşlardır.” Ben, damarlarımızda,
kanla berâber “söz”ün de taşındığını
bilenlerdenim. Kalp çarpıntısı denen şey,
kadim ve kebir sözün, rûhun odalarında
yankılanmasından ibârettir. Sâdece bu
sebeple dahi olsa söyleyen ve sırf söylediği
için yaşayabilen binlerce adam vardır;
bunlara şâir denir ki ölmemek için
konuşmak zorundadırlar. Ancak
konuştuğu, söylediği hâlde ölenler de
vardır ve işte bunlar bütün insanlık
tarihinde bambaşka bir yer işgâl ederler.
Yetik Ozan, Türk edebiyât tarihinin-birkaç
bakımdan-görmediği, tanımadığı bir şâir
tipidir. Yapılması gerekeni yapmış, şiirini
gelenekle beslemiş, eski ve yeni usûlde
birçok şiir yazmıştır. Onu diğerlerinden
ayıran ise, şiirinin ses tonu, vurgularının
kendine özgülüğü, başka kimsede
bulunmayan ve bulunamayacak gibi duran
hasretli üslûbu ve nihâyet ölüm şeklidir.
Bu özellikler Yetik Ozan’ı, ölmemek için
söyleyenlerin dünyâsında söylediği için
ölen adam olmak ayrıcalığına eriştirir ve
hayât ağacının şanlı tepesinde, muhayyel
GENCAY
17
Türk tanrısının yanına, onun için bir taht
daha konmasına neden olur. Şamanlar ve
bozkurtlar Tanrı’dan kut ve ondan şiir
almak için ulukayına tırmanırlar.
Yarın yapacaklarını kendi ses tonuyla
anlatır:
“Eğer vurup borana dağlardan akacağım;
Hışmımdan boz başaklar dalgalanacak
gene,
Çelikten kanatlarla göklere çıkacağım;
Başımda dolunaylar tolgalanacak gene.”
Kendine özgü vurguları davullarını çalar:
“Salınıp geçerken sen gökçe belden
Düşer devşirdiğim çiçekler elden,
İncesin lâleden, sümbülden, gülden;
Hangisini taksam yük başına yar.”
Hasretli üslûbu eski günlerin
bohçalarından çıkarak yürekler dağlar:
“…
En ulu yangından sağ çıkan sazı
Son sofu omzuna astı götürdü.
…
Bir ümmi çobanın yazdığı cöngü
Bilginler bağrına bastı götürdü.
…
Bozkırın sırrını açık denize
En sabırlı ırmak sustu götürdü.”
Ve nihâyet, kendince ölür:
“Var, gökçe gülleri al eyleyip git!
Bakır bulutları şal eyleyip git!
Kısır ahlatları dal eyleyip git!
Göğe adam asılır mı?
Kırık divitlerde özüm bu sıra.”
Yetik Ozan, yâni Turgut GÜNAY, o gün hiç
kimseye bir şey demeden, yalnızca bir
ölüm muştucusu sayılabilecek olan 37.
Damla’yı bırakarak Ulus’ta bir otel
odasında kendini asar. Fakat onun
intihârını diğer intihârlar gibi görmemek
lâzımdır. O, bizim aramızda, bizim gibi
yaşamayan, yere başka basan, gülü farklı
duyan, yemeği ayrı tadan adam, bizim bir
duvar olarak gördüğümüz otel odasının
tavanında göğü görmüş, kendini “göğe
asmış,” kendi divitini, anlayacağınız gibi,
kendisi kırmıştır.
Yazımı, onun 37. Damla'sına nazîre olarak
yazdığım bir şiirle bitirmek istiyorum.
Buyurun:
Bardaktan Taşan Damla
-kendi divitini kıran, kendi bardağını
taşıran Yetik Ozan’ın 37. Damla’sına
naziredir-
“Değme geç, değme geç bana tan yeli!”
Bırak bahçelerim küleksiz kalsın,
Yârin saçlarını elbet tararsın,
GENCAY
18
Bir lâhza ara ver, dindir şu seli.
İpekten elleri yâdlarım sarsın,
Vuslattan, hatrını, hasretler sorsun,
Âteşîn şûleler uzakta dursun,
“Tünle kırbaçlanmış yüzüm bu sıra.”
Fikrimi astılar, darlarda kaldım,
Kışın karlar, yazın hârlarda kaldım,
Aşılmaz geçilmez yarlarda kaldım
“Gerçi, gönlüm yedi kuşak Egeli.”
Bıçağım gök kinlerde bilenmiştir,
Merhamet, nefretten hak dilenmiştir,
Yolum yok, ayağım çivilenmiştir,
“Ağrı doruğunda gözüm bu sıra.”
*****
Değ de geç, değ de geç bana tan yeli,
“Var, gökçe gülleri al eyleyip git.”
Kanımı kinine çal eyleyip git,
Bir hey çekişinde kızarsın gökler,
“Bakır bulutları şal eyleyip git.”
İntikâm burcunda doğsun bebekler,
Zehrimi diline bal eyleyip git;
Dökük yaprakları sal eyleyip git.
Ardım “Kansu,” önüm Balkan’dı benim,
Elim, savaşlarla yıkandı benim,
Dilim denizlerde çalkandı benim,
Sus deme; sus deme! Alçaklar sussun!
Gölgesinden kaçan korkaklar sussun!
Hiddetim göklere dayandı benim,
“Üç değirmen taşı sözüm bu sıra.”
*****
Ki benim ellerimden baharlar dökülürdü,
Rûhumda sırtlanların dişleri sökülürdü
Ve kötü adamların düşleri yıkılırdı;
“Kırık divitlerde özüm bu sıra.”
“Yaraya tuz basılır,” basılır buralarda;
“Başak boşa kasılır,” kasılır buralarda;
“Göğe adam asılır!” Asılır buralarda!
GENCAY
19
ATATÜRK’ÜN 23 NİSAN’INI ANLAMAK
Açelya OĞUZ
“Küçük hanımlar, küçük beyler; sizin hepiniz,
geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız.
Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz.
Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu
düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey
bekliyoruz.”
M. Kemal ATATÜRK
Ülkemizde her yıl “Ulusal Egemenlik ve
Çocuk Bayramı” olarak kutlanan,
çocuklarımızın etkinlikleriyle renklenen
bu bayram ne zaman kutlanmaya başlandı,
amacı nedir? Bu sorunsal metnin ana
eksenini şekillendirecektir.
Kelime etimolojisi yaptığımızda “Ulusal
Egemenlik” kavramını irdelememiz
gerekmektedir. Ulus, aynı topraklar
üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih,
ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği
olan insanların oluşturduğu topluluk
olarak tanımlanmaktadır. Egemenlik ise
“Milletin ve onun tüzel kişiliği olan
devletin yetkilerinin hepsi, hükümranlık,
hâkimiyet”(www.tdk.gov.tr) olarak
tanımlanmaktadır. O halde Ulusal
Egemenlik; bir milletin hiçbir diktaya,
baskıya boyun eğmeden ortak kurallar
oluşturarak kendini yönetmesi, hürriyetini
korumasıdır. Bayramın adında geçen
“çocuk” kelimesi ise Atatürk’ün dünya
görüşü ve milli algısıyla birlikte
yorumlanmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk,
biyolojik olarak evlat sahibi olmamakla
birlikte on bir çocuğu evlat edinmiştir.
İhsan, Ömer, Afife, Abdurrahim, Zehra'yı
(Zühre) Cumhuriyet öncesinde; Sabiha,
Afet, Rukiye, Nebile, Ülkü ve Sığırtmaç
Mustafa'yı Cumhuriyet sonrasında manevi
evlatları olarak kabul etmiştir. Bu
çocukların ortak özellikleri ebeveynlerini
savaşta kaybeden kimsesiz çocuklar
olmalarıdır. Bu çocuklar Atatürk’ün
gözetiminde iyi bir eğitim alıp çeşitli
kademelerde görev yapmışlardır. Atatürk
bu çocuklarla zaman geçirmiş, onların
yaşantısındaki savaşın acılarını silmeye
çalışmıştır. Atatürk evlat edinemediği
savaş sırasında öksüz ve yetim kalan daha
yüzlerce yoksul çocukları bir bahar şenliği
ortamında sevindirmeyi amaçlamaktadır.
23 Nisan’ın çocuklara adanmasının milli
sebebi budur.
(Atatürk ve oğlu Abdurrahim Tuncak)
Atatürk’ün düşünce dünyasındaki “çocuk”
algısı ise bağımsızlığın bayrağını taşıyacak
olan neferleri ifade etmektedir. Bu bayram
ülkemizin ilk Cumhurbaşkanı olarak
Atatürk tarafından dünya çocuklarına
GENCAY
20
armağan edilmiştir. Sevmeyi, hoşgörüyü,
kardeşçe yaşamayı bilen bir toplumu
ancak dünya çocuklarının
oluşturabileceğini bilen Atatürk aslında bu
bayramı barışa adamıştır. Bu iki kavramın
birlikte addedilmesinin sebebi budur.
Atatürk’ün 23 Nisan’ı yorumlamasında
etki eden dünya görüşü ve milli algısı bu
bayramı çıkış noktasıyla ulusal, uygulanış
noktasıyla evrensel bir hüviyete
büründürmüştür.
(Atatürk ve kızı Ülkü)
TBMM’nin açılışının birinci yılında
kutlanmaya başlanan bu bayram
saltanatın kaldırılmasıyla “23 Nisan Ulusal
Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak
adlandırıldı. Türk’ün dünya milletleri
karşısında ölüm kalım mücadelesini
sembolize eden milli bayramlarımız
topraklarımızı kanlarıyla besleyen
şehitlerimizin, öksüz ve yetim
çocuklarımızın anısına, onlara
duyduğumuz şükran borcuyla en iyi
şekilde yad edilmelidir. Bu şekilde hem
bağımsızlığımız kutlanmalı hem de
atalarımızın ruhları onurlandırılmalıdır.
Kaynakça:
Yrd. Doç. Dr. Ali Güler, Sarı Mustafam, Truva
Yayınları, İstanbul, Kasım 2010, S. 119-124.
www.tdk.gov.tr
GENCAY
21
BİZ BİRKAÇ YÜZYILLIK GENÇLERİZ Mehmet Batuhan KAYNAKÇI
Biz birkaç yüzyıllık gençleriz;
Bu iftar sofrasında…
Ruhumuzdan aşağı;
Cennet şarapları, kımızlar…
Soframıza konuktur;
Soğuk kış gününde,
Bozkırda yahut
Orhun kıyısında,
Kışlamışlar…
Biz birkaç yüzyıllık gençleriz.
Bizde saklıdır mukaddes
Fecri istikbalin…
Muhteşem atinin
Işığında saklı abide yazmışlar.
Bizde saklıdır ulular,
Ulu uluyuşları…
Ergenekon renkli tomurcukların
Ve tomurcuklardan, ordular kurmuşlar.
Biz birkaç yüzyıllık gençleriz,
Bu iftar sofrasında…
Ruhumuzdan aşağı;
Cennet şarapları, kımızlar…
GENCAY
22
HÜSEYİN NİHAL ATSIZ'IN "BOZKURLARIN
ÖLÜMÜ" ADLI ROMANININ TANITIMI Serdar NASİP
Hüseyin Nihal Atsız’ın Hayatı ve Yazın
Yaşamı
Hayatı:
12 Ocak 1905’te İstanbul Kadıköy’de doğan
Atsız, baba tarafından Gümüşhane’ye bağlı
Torul kazasının Midi köyündeki
Çiftçioğluları ailesine, anne tarafından ise
Trabzon’un Kadıoğluları ailesine mensuptur.
Hüseyin Nihal Atsız, Deniz Kuvvetleri’nde
Deniz Güverte Binbaşılığından emekli olan
Mehmet Nail Bey’in, bir Deniz Yarbay’ının
kızı olan Fatma Zehra Hanım ile evliliğinden
olan üç çocuklarından biridir. Atsız’ın bir
kardeşi yine bir eğitimci ve yazar olan
Ahmet Necdet Sançar, diğer kardeşi ise
Fatma Nezihe Çiftçioğlu’dur.
Atsız, ilk ve orta öğrenimini Kadıköy’deki
Fransız ve Alman Mektebi’nde, Kadıköy ve
İstanbul Sultanisinde yapmıştır. Lisenin
onuncu sınıfındayken sınavı kazanarak
Askeri Tıbbiye ’ye girmiştir. (1922) Buradan
çıkarılınca Kabataş Lisesi’nde üç ay yardımcı
öğretmenlik, sonrasında ise Deniz Yolları’na
bağlı bir Vapur’da kâtip yardımcısı olarak
çalışmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’nin “Yüksek Muallim Mektebi”ne
girdikten bir hafta sonra askere alınmıştır.
İstanbul’da askerliğini yaptıktan sonra
yeniden okuluna dönmüş ve mezun olup
aynı bölümde asistan olarak kalmıştır.
1931 yılında felsefe bölümünde okuyan
Mehpare Hanım ile evlenmiş; fakat 1935’te
ayrılmıştır. Bu dönemden sonra aylık
yayımlanan “Atsız Mecmua”yı çıkarmaya
başlamıştır. Çıkardığı dergilerin çoğu, bir
süre sonra mahkeme kararları ile
kapatılmıştır. Atsız, bir dönem Milli Eğitim
Bakanlığı da yapan Reşit Galib’in Prof. Dr.
Zeki Velidi Togan’ı ağır bir dille eleştirmesi
üzerine, aralarında Pertev Naili Boratav’ın
da bulunduğu sekiz arkadaşıyla birlikte
“Zeki Velidi’nin öğrencisi olmakta iftihar
ederiz.” diyen bir protesto telgrafı çekmiştir.
Bu telgraftan sonra Reşit Galib, Atsız’ı
mimlemiş ve onu üniversiteden
uzaklaştırmak için fırsat gözetmiştir.
Nihayet Atsız’ın bir makalesi ile bu fırsatı
yakalamış ve 13 Mart 1933 tarihinde onu
görevden uzaklaştırmıştır. Üniversite
görevinden uzaklaştırıldıktan sonra, üç ay
Malatya Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni
olarak; dört ay Edirne Lisesi’nde edebiyat
öğretmeni olarak çalışmıştır.
“Atsız Mecmua”nın devamı niteliğinde olan
“Orhun” dergisini çıkarmaya başlamıştır. Bu
dergide, o dönemde liselerde ders kitabı
olarak okutulan tarih kitaplarındaki
yanlışlıkları dile getirmesi üzerine 1933’te
bakanlık emrine alınmış, Orhun dergisi de
kapatılmıştır. Dokuz ay bakanlık emrinde
kalan Atsız, 1934 tarihinde Kasımpaşa’daki
Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe
öğretmeni olarak atanmıştır.
Yazın Yaşamı:
Usta kalem Atsız’ın, okuyanı kendi
dünyasına çeken büyük bir yazarlığı ve
şairliği, ne yazık ki birçok çevre tarafından
görmezden gelinmiş ve o yalnızca bir
“siyaset adamı” olarak gösterilmeye
GENCAY
23
çalışılmıştır. Oysa Atsız, hiçbir zaman
siyasete girmemiş, yalnızca ömrünü adadığı
Türkçülük sevdasını kalemiyle yüceltmeye
çalışmıştır.
Atsız, henüz 25 yaşındayken “Türklere Ait
Yer İsimleri” adlı bir makale hazırlamış ve
hem yazarlığındaki güç hem de çalışkanlığı
ile hocası Fuat Köprülü’nün dikkatini
çekmiştir. Çok genç yaşta yazmaya başlayan
ve Mahmut Kemal İnal’ın “atlıyı atından
indirecek kişi” olarak tanımladığı Atsız,
geçirdiği zorlu günlerde bugün milyonlarca
kişinin tekrar tekrar okuduğu büyük eserler
yazmıştır.
Roman ve şiiri herkes yazabilir; fakat
yazdıklarıyla milyonlarca genci harekete
geçirip, bir düşünce akımı yaratarak
yaşadığı döneme damgasını vurmak güç
iştir. İşte Atsız, bunu başarabilmiş bir
şahsiyettir. Şiirlerinin çok azında aruz
veznini kullanmış, geri kalanında hep milli
ölçümüz olan hece ölçüsünü kullanmıştır.
Ayrıca şiirleri yalnızca Türkçülüğü konu
almamıştır. Sevgi ve ayrılık konulu şiirleri de
vardır.
Bazı romanları, bölümler halinde
gazetelerde yayımlanmıştır. Tarihi
romanlarıyla, tarihi yaşatmıştır. Ölmeden
önce “Yalnız Adam”ı ve Bozkurtlar’ın üçüncü
cildini yazacağını söylemiş; fakat buna ömrü
yetmemiştir.
“Bozkurtların Ölümü” Adlı Romanın
Tanıtımı
Hüseyin Nihal Atsız “Bozkurtların Ölümü”
nü 1946 yılında yargılandıktan sonraki üç
yıllık işsizlik döneminde yazmıştır. Kitap,
yazarın ilk romanıdır.
Bu romanda genel olarak Göktürkler
dönemindeki Türk yaşantısı ve töresi, tarihi
olaylarla canlandırılmıştır. Çin’e yapılan
seferler ve çerilik romanın temelini
oluşturmaktadır.
Kitapta Geçen Başlıca Kişiler
Yüzbaşı İşbara Alp: Romanın birçok
yerinde karşımıza çıkmaktadır. Göktürk
askeridir.
Çalık: Yüzbaşı İşbara Alp’ın at uşağıdır.
Onbaşı Yamtar: Göktürk askeridir.
Onbaşı Pars: Göktürk askeridir. İşbara
Alp’ın kızı Almıla’yı sevmektedir. Romanın
ilerleyen bölümlerinde Almıla ile kaçarlar.
Çuluk Kağan: Göktürk hakanıdır. Kürşad’ın
babasıdır. Çinli karısı İçing Katun tarafından
kitaptaki deyimle ağulanarak, günümüzdeki
kullanımıyla zehirlenerek öldürülmüştür.
İçing Katun: Göktürk hakanı Çuluk Kağan’ın
kitaptaki deyimle evdeşidir. Kitabın
17.sayfasında verilen bilgiye göre Çin’de
eskiden kağanlık yapan Sui Kağan
ailesindendir. Daha sonra tahta Tang Kağan
ailesi sahip olmuştur. İçing Katun da
yeniden kendi ailesinin tahta çıkması için
Çuluk Kağan’ı kışkırtmaktadır.
Kara Ozan: İslamiyet öncesi Türk
edebiyatında “ozan, kam, baksı, şaman” diye
tabir ettiğimiz kişilerin bir yansıması
benzemektedir. Çuluk Kağan’ın ölümü
üzerine yaktığı ağıt yürekleri dağlamıştır.
Kara Kağan: Çuluk Kağan’ın kardeşidir.
Çuluk Kağan’ın ölümünden sonra tahta
geçmiştir. Çuluk Kağanı zehirleyen İçing
Katun’la evlenmesi Türk töresine uygun
olmadığı için hoş karşılanmamıştır. Kağan
olmadan önceki adı Bağatur Şad’dır.
GENCAY
24
Tulu Han: Çuluk Kağan’ın büyük oğlu,
Kürşad’ın da abisidir. Tulu Han adını Kara
Kağan’dan almıştır. Daha önceki adı Yaşar
Şad’dır. Eserin başından sonuna kadar Çin
karşıtı bir politika izlemiş, Kara Kağan’ı
izlediği politika nedeniyle eleştirmiştir.
Kürşad: Çuluk Kağan’ın küçük oğlu, Tulu
Han’ın kardeşidir. Kürşad ismi Kara Kağan
tarafından verilmiştir. Daha önceki ismi Şu
Tegin’dir. Kitabın başından sonuna kadar
devletine bağlı bir politika izlemiştir.
Yukarıda adı geçen diğer kahramanlar da
dâhil bağımsızlık vazgeçilmezdir. Bu
nedenle Kürşad öncülüğünde kırk yiğit Türk,
öleceklerini bildikleri halde Çin sarayını
basmış ve kahramanca can vermişlerdir.
Roman genel anlamda üç bölümden
oluşmaktadır. Her bölümün kendi altında da
konu başlıkları vardır.
Kitap ilk olarak “621 Yılında Bir Yaz Gecesi”
bölümüyle başlamaktadır. Bu bölümde
Atlıların geniş çayırlara yayıldıklarını İşbara
Alp’in kılıç yarışında Tunga Tegin’e yenildiği
için dalgın olarak atlılar arasında dolaşması,
kımız içmesi anlatılmaktadır. Göktür ordusu
Çin’e sefere gitmektedir. Daha sonra şiddetli
bir fırtına çıkar ve yağmur başlar, şimşekler
çakar. Burada dikkatimi çeken nokta ise
günümüzde de çok fazla şimşek çaktığında
yağmurun altına demir atılmasıdır ki burada
da askerler kılıçlarını atmışlardır.
Daha sonra Çuluk Kağan’ın ölüm haberi
gelmiştir. Çuluk Kağan’ı evdeşi İçing Katun
zehirlemiştir. İşbara alp orduya geri
dönülmesini söyler ve ordu atlarını dörtnala
sürerek geri döner. Kara Ozan gece ordunun
konakladığı yerde Çuluk Kağan için ağıt
yakmaktaydı.
Çuluk Kağan öldü mü?
Türkler başsız kaldı mı?
Korkak Çinli güldü mü?
Parçalanır yürekler
Görüldüğü gibi bu şiir ünlü Alper Tunga
sagusunu andırmaktadır. Göktürk ordusu
“parçalanır yürekler” diye hep bir ağızdan
ağlayarak bağırdığında binlerce bozkurt
uluyormuş gibi bozkır inlemekte ve karşıki
ormandan bozkurtlar bu sese kendi
sesleriyle cevap vermektedir.
Çuluk Kağan’ın ölümünden on gün sonra
kardeşi Bağatur Şad Göktürk kağanı seçilmiş
ve Çuluk Kağan’ın oğulları Yaşar Şad’la Şu
Tegin’e Tulu Han ve Kürşad adı verilmiştir.
Kara Kağan’ın İçing Katun’la evlenmesi pek
hoş karşılanmasa da otağı önünde kağan
olması şerefine şenlikler düzenlenmiş,
kımızlar içilmiştir. Ertesi gün sabah güreşler,
öğleden sonra da ok atıcılığı yapılmıştır.
Bunlar o dönemin kutlamalarında kullanılan
eğlence unsurlarıdır.
Kara Kağan tahta geçtikten sonra seferler
durmuştur. Göktürk Devleti git gide
gerilemektedir. Eski gücünü
kaybetmektedir. Fakat kağan bunun farkına
varamamaktadır. Çünkü inli evdeşi İçing
Katun kağanı gözünü boyamaktadır. İçing
Katun’un Çin’den gelen kardeşi Şen-King’in
askeri rütbe alması, yönetim meclisine
katılması diğer askerleri rahatsız
etmektedir.
Aradan geçen süre içerisinde çok büyük
kıtlık olmuş ve ağustos ayında kuşbaşı kar
yağmıştır. Aynı yıl doğanın dengesi
bozulunca kıtlık da artmış ve çok sayıda
Göktürk halkı bu yüzden hayatını
kaybetmiştir. Göktürk halkı ise bunun
nedenini Kara Kağan’ın devleti
yönetememesine, İçing Katun’un etkisinde
kaldığı için Tanrı’nın ona ve bu duruma
engel olmadığı için de Göktürk halkına
GENCAY
25
kızdığını düşünmektedir. Bu nokta
Göktürklerin inanç biçimleriyle ilgilidir.
Kitapta değinilen bir diğer nokta ise, Türk
kızlarının Çin kızlarından daha becerikli v
daha güzel olduklarıdır. Yazar bu konuyu
işlemek için İşbara Alp’ın kızı Almıla’yı
örnek göstermiştir. Almıla, zeki, çalışkan
azimli, at binmesini bilen, güzel bir kızdır.
Bu kıza Onbaşı Pars ve İçing Katun’un
kardeşi Şen-king âşık olurlar. Türk töresine
göre erkek sevdiği kızın çadırına üç gece üst
üste gidip kızdan yüz bulamazsa müsabaka
düzenlenir. Neticede Şen-king üç gece üst
üste Almıla’nın çadırına gider ve Almıla ona
yüz vermez. Bunun sonucunda da, Almıla
evlenmek istediğini duyurur. Almıla2yla
evlenmek isteyenler bir meydanda toplanır
ve müsabaka düzenlenir. Müsabaka şu
şekilde yapılacaktır: Boru öttüğünde
erkekler Almıla’ya yetişmeye çalışıp elindeki
oğlağı kapacaklardır. Bunu yapan Almıla’yla
evlenme hakkına sahip olacaktır. İçing Katun
bir hile yapar ve Almıla Şen-king’in
yakınındayken boru öttürülür. Almıla atını
sürer ve bütün erkekler peşinden gider. Şen-
king tam yetişmişken Almıla kırbaçla Şen-
king’in eline vurur ve onu attan düşürür.
Daha sonra Onbaşı Pars gelir ve Almıla
oğlağı kendi eliyle teslim eder.
Burada da Göktürklerin evlenme kültürüyle
alakalı ögelerle karşılaşıyoruz.
Kitapta Göktürk Devleti’nin yıkılış nedeni
olarak Çinli prenseslerle evlenme ve
yönetimde bulunan tecrübesiz kağanlar
gösterilmektedir.
Bu gelişmeler arasında Kürşad'ı arka planda
görmekteyiz. Daima devletine bağlı biridir.
Abisi Tulu Han Kara Kağan'a karşı bir ittifak
yapmak istemişse de Kürşad kabul
etmemiştir. Çıkılan her seferde umudunu
kaybetmeyerek son ana kadar
savaşmaktadır
Seferlerde Göktürk ordusu başarılı
olamamaktadır. Bunun sonucunda Çinlilerle
yapılan bir savaş sonucu bütün Göktürkler
Çin esiri olur. Kara Kağan dayanamayarak
kahrından ölür. Bütün Göktürk komutanları
durumdan rahatsızdır. Hepsinin tek bir
amacı vardır: Göktürk Devleti'ni tekrar
kurmak. Bunun sonucunda Çin Kağanını
gezinti sırasında yakalayıp esir ederek
istediklerini yaptırmaktır. Baskının
yapılacağı gece aşırı bir yağmur
yağmaktadır ve Çin Kağanı bu nedenle
akşam gezintisine çıkmamıştır. Artık
yapacakları tek bir şey vardır: Saraya
saldırmak! Kırk yiğit Türk arkalarına bile
bakmadan yürümektedirler. Amaçları
bellidir. Çin Kağanını tutsak edip Tulu
Han'ın oğlu Urku'yu kurtarıp Ötüken'e
götürmek ve Göktürk Kağanı yapmak.
Kırk yiğit Türk sarayı basarlar ve
öleceklerine bile bile kanlarının son
damlasına kadar savaşırlar. Bu kırk yiğit
Türk'ün başında Kürşad gelmektedir. Hepsi
ölürler ve kitabın sonundaki şu cümleler her
şeyi anlatmaktadır:
Kürşad ölmüş fakat attan düşmemişti.
Ölmüş, fakat yenilmemişti!
GENCAY
26
KURGU METİNLERDE GERÇEKÜSTÜLÜK VE
KÜLTÜR TAŞIYICILIĞI
Aslıhan KAYA
Gerçek dünyayı gerçek zaman, mekân, kişi
ve olay örgüsü ile yansıtan bugünkü
romanın ortaya çıkışı Orta Çağ sonlarına
denk gelir. Lakin roman türünün geçmişi
çok eskiye gider. Roman türünden önce
dünyada anlatı ihtiyacını karşılamak
amacıyla gerçek özellikler taşımayan
masal, destan, halk hikâyesi gibi türler
vardı. Yani roman birden bire ortaya
çıkmış bir tür değildir. Özellikle destanlar,
hacim bakımından uzun ve geniş, kişi ve
olayları fazla, tasvirli olmaları sebebiyle
roman türünün atası kabul edilir.
Destanlardan yararlanarak ortaya çıkan
roman türünün doğuşunda destan
döneminin çok tanrılı inançlarının terk
edilip tek tanrı inancının başlaması büyük
bir etkendir. Bağımsız bir tür olarak
14.yüzyılda ortaya çıkan roman 16.
Yüzyılda Cervantes ve matbaanın icadı ile
saygınlık kazanmaya başlar. 17. Yüzyılda
ise roman iyiden iyiye hissedilmeye ve
kendi içinde türlere ayrılmaya yani
bugünkü kullandığımız roman olmaya çok
yakınlaşmıştır.
18 ve 19. Yüzyıllarda ise sosyal, bilimsel ve
kültürel şartlarına bağlı olarak şekillenip
gelişir. Bu dönemde yeni düşünce
sistemlerinin ortaya çıkması ile roman tür
ve içerik olarak zenginleşmiştir. “16. yy.
Rönesans, 17. yy. Akıl Çağı, 18. yy.
Aydınlanma Çağı ve 19. yy.
egzistansiyalizm akımı ile roman
değişerek kendisini geliştirir.” (Ayyıldız,
2011: 63).
Daha sonraları Batıdaki gelişmeler, 1. ve 2.
Dünya savaşları, kurulmak istenen
yenidünya düzenleri, özellikle işçi sınıfının
ezilmesinin karşısında konuların
edebiyata dökülmesi, arzu edilen lakin
anlatılamayan durumlar, yazarların dışa
vuramadıkları iç sıkıntıları ve bir şeyleri
anlatma isteği roman türünün
varyantlaşmasını sağladı. Zamanla ortaya
tarihi, suç, macera, belgesel, korku,
fantastik, bilim kurgu roman türleri çıktı.
Hüseyin Nihal Atsız tarihi ve fantastik
roman türlerini bir arada kullanarak farklı
tarzlara sahip romanlar yazmıştır. Bu
türün ortaya çıkmasının nedeni yine masal
ve destanlardır. Özellikle fantastik
romanlarda karşılaşılan gerçeküstülük
durumu destan ve masalların hemen
hepsinde görülür. “Destanlar kültür ve
medeniyetlerin ifade alanlarından biridir.”
(Çetin, 2013:13) bir toplumun tarih
sahnesine çıkmasını, o milletin tarihi süreç
içerisinde başına gelen durumları,
milletleşme sürecini üstün nitelikli
kahraman ve abartılı heyecanlı bir dille
anlatan destan türünün en önemli
işlevlerinden biri aktarıcı olmasıdır. Çünkü
amacı gerçeği yansıtmak değil;
kahramanlar ve olaylar karşısında oluşan
duygusal tepkileri ve vicdani izleri
aktararak milli ruhun canlı tutulmasıdır.
GENCAY
27
Menkıbevi destanlar gerçek olay ve
kişilere dayanıyorsa da zaman içerisinde
gerçekliğini kaybetmiş veya zaten en
baştan olan değil aslında olması gereken
durumlar olduklarından onları da
gerçeklik olarak algılamak yanlış olacaktır.
Mitolojik destanlarda böyle bir durum
yoktur. Bu tür tamamen inanılması
mümkün olmayan tamamen hayali
durumlar üzerine kurulmuştur. Lakin her
iki durumda da gerçeküstülük ağır
bastığından fantastik romanın temelinin
destan türü olduğu su götürmez bir
gerçekliktir.
Türkler kültürlerini ve geleneklerini
yaşatmak için gerçeküstü durumlara
edebiyatları içinde çok sık yer
vermişlerdir. Abartılan ve heyecan
uyandıran anlatı her zaman daha taze
kalacaktır. İslamiyet öncesi Türk
geleneğinde destanlarda kullanılan
şiirsellik ve mitolojik unsurlar kültürün
daha uzun yaşamasında ve kulaktan
kulağa aktarımın kolaylaşmasında,
duyulan heyecanın çoğaltılmasında etkili
olmuştur. Gerçeküstülük her zaman önde
olmuştur. Bunun nedenlerinden biri
kuşkusuz yapılan bir kahramanlık,
yaşanılan bir olay karşısında duyguların
ifade edilmesinde sorun yaşanılmasıdır.
Bir kahramanı, yaptığı kahramanlığın
mertebesine yükseltmek çabası çok sık
kullanılan yöntemdir. Öyle ki Oğuz Kağan
Destanında Oğuz Kağan’ın daha bebekken
göstermeye başladığı insanüstü nitelikler
onun ileride yapacağı kahramanlıklara
zemin hazırlamak için kurgulanmıştır. O ki
ilerde ne iller fethedecek ne kralları
titretecekti, sıradan biri olması doğru
olmazdı. Bu gibi durumlarla İslamiyet
öncesinde Türk geleneği kulaktan kulağa
aktarılarak taze tutuldu.
İslamiyet etkisinde gelişen Türk
edebiyatında ise kültür aktarıcılığı
görevini gazavatnameler ve halk
hikâyeleri aldı. Bu türlerde de görülen
gerçek üstü unsurlar destanlardaki
unsurlarla aynı amacı taşısa da değişen
inanç sistemi nedeniyle yöntem
farklılaşmıştır. İslamiyet öncesinde
tabiatın sunduğu hayat suyunu
İslamiyet’ten sonra Hızır sunmaya
başlamıştır. İslamiyet öncesinde görülen
kahramanların gerçeküstü özellikleri
burada da görülür. Saltuk name de Saltuk
Buğra Han’ın doğumunda görülen
mucizevi olaylar, yerin yarılması, suların
kuruması kişinin ileride özel ve farklı biri
olacağına işarettir.
Bir diğer örnek ise Halk hikâyesi olan
Kirman Şah Hikâyesinde de Kirman Şah’ın
normal olmayan yetenekleri göze çarpar. 7
yaşında okula başlar ve 14 olduğunda
artık hocalarından öğrenecek bir şeyi
kalmamıştır. Koca Arap’la buluşmaya
giderken yolda karşılaştığı ejderhayı,
aslanı, kaplanı pirin verdiği badenin
gücüyle öldürmeyi başarır.
Ahmet Yesevi’nin, Yunus Emre’nin
gösterdiği kerametler de kısmen aynı
nitelikleri taşır. Bu gibi durumlar İslamiyet
sonrası Türk Edebiyatında kültürün
aktarılmasında kullanılan gerçeküstü
unsurların en önemli örneklerindendir.
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına
bakıldığı zaman roman türünde Türk
geleneklerini, Türk mitolojik unsurlarını,
Türk kahramanlarını yaşatmak ve bir
GENCAY
28
sonraki nesle aktarmak adına yazılmış
yeterli roman yoksa da bu konuda ortaya
konmuş sayılı örnekler tarihi roman
sınıfına girmektedir.
Hüseyin Nihal Atsız her ne kadar sayıca az
roman örnekleri ortaya koymuşsa da Türk
edebiyatı içinde önemli bir yeri vardır.
Romanlarında milli ve fantastik unsurları
bir arada kullanarak tarihi-fantastik
romanlar yazan Atsız, daha sonra bu
tarzda yazılacak romanlara bir kaynak ve
rol-model olarak tarihi-fantastik romanın
Türk edebiyatı içerisinde yerinin
sağlamlaşması ve özgünleşmesi adına
önemli bir isimdir. Atsız romanlarında
hem tarihi hem milli hem de gerçeküstü
unsurları bir arada kullanarak romana
yeni bir hava vermekle beraber fantastik
roman türünün kapsama alanını
geliştirmiştir. Yazdığı “Bozkurtların
Ölümü”, “Bozkurtlar Diriliyor”, “Ruh
Adam”,“ Deli Kurt”, “Dalkavuklar Gecesi ve
Z vitamini” romanları ile yeni yazarlara
ufuklar açmıştır.
Atsız Türk geleneklerini devam ettirmek,
kültür aktarıcılığını sağlamak adına
yazdığı romanlarda gerçeküstü unsurlara
çok sık yer vermiştir. Kuşkusuz bu
unsurlar rastgele seçilmiş, bir anlam
barındırmayan, sadece dikkat çekmek
amaçlı oluşturulup kullanılmış değildir.
Atsız’ın kullandığı gerçeküstü unsurların
hemen hemen hepsi Türk tarihi ve
mitolojisi içinde yer etmiş, Türk geleneğini
devam ettirerek ve kalıcılığı etkileyicilik
ile bir araya getirerek sabitlemiştir.
Romanların içeriği düşünülünce
kullanılmış olan gerçeküstü unsurların
azımsanmayacak kadar çok olduğu
görülür. Bu unsurlardan bazıları fantastik
roman türüne tamamen uygunluk gösterir,
bazıları ise Atsız romanlarındaki en
belirgin fantastik unsur olan gerçeküstü
mekânların ve birçok fantastik durumun
hazırlayıcısı olarak görülen küçük
gerçeküstü unsurlardır.
Eğer ki kültür aktarıcılığı kalıcı bir şekilde
yapılmak isteniliyorsa ortaya çıkarılacak
eserlerde gerçeküstü unsurlara yer
vermek çok da yanlış bir durum değildir.
Lakin gerçeküstü unsurlar kullanırken
gerçek olayların arasına gerçeküstülük
eklemek toplumun zihnine yerleşmesi
gereken asıl tarihi gerçekleri baltalayacak
bazen ise öğrenime mani olacaktır. Bu
nedenle gerçeküstü unsurlar
kullanılacağında metnin tarihi
gerçeklikten uzak bir kurgu metin olması
elzemdir.
GENCAY
29
BENCİL Zehra Aybüke KARAUZ
Bencil, bencil dünyaya gözlerini açtığında,
yalnızlık ruhuyla can bulmuş, varoluşunun
arkasındaki acı duyguyu, belli belirsiz
hissederek, hiç yabancılamadan, tek
başına yaşamaya başlamıştı. Kendisini,
ancak böyle büyütebildiğini sanıyor,
etrafına sözlerden kalın duvarlar
örüyordu. “İşgal edemezsiniz Albayım,
burası benim muhitim!” sloganı yazılıydı
duvarlarda. Bir amazon savaşçısı
kadınının, siyah saçlarıyla kazıdığı sözler.
Sabahları, yatağında gözlerini açtığında,
geceleri gözlerini uykuya kapadığında,
sofrada kaşığı ağzına götürdüğünde,
okuldayken kitapların, defterlerin,
bilgilerin karşısında, caddede yürürken,
trafiğe takılıp kırmızı ışıkta beklerken...
Her yerde ama her yerde yalnızlığın
pençesinde yaşanıyor, sloganlar zihinlerde
uçuşuyordu. Bir gün durduğu durakta,
korkunç bir sahneye şahit olmuş, kaskatı
kesilmişti. Dünyada işler böyle yürümezdi,
nasıl olur? Bir serap mı gördüm ben,
ellerim ve ayaklarım titriyor, kalbim
bedenimden çıkacak gibi diye
sayıklıyordu, bencil. Kendisini
sakinleştiremiyordu, nasıl olur nasıl, bir
kadın bir erkeğe nasıl böyle bakar?
Gözlerinde ışıltıyla, sensin benim
yaratılışımdaki mükemmellik, sensin
benim yaratılışımdaki eksiklik der gibi.
Dahası, bir erkek bir kadına nasıl böyle
bakabilir? İçinde kor alevlerin, haset
ateşinin, yanmasına sebep olan bu olay,
onu, duraktan yolculuğa sürüklüyordu.
Saçlarından sürükleyerek, gözlerine aşk
boyasını çalarak, çıkmaz sokaklara, sokup
sokup çıkartıyordu. Bir varlık, başka bir
varlığa, ezelden beri tanıyormuşçasına
bakabiliyorsa böyle, beni, bencillerin kralı
yapan bu bencil dünyada, ezelden
tanıştığım varlığı bulmak, boynumun
borcu olsun dedi. Kendisini arayışa iten bu
olaydan kırk gün sonra, "sevgi" ile tanıştı.
Ama bu kırk gün, onun ömrü hayatında
görmediği ızdıraplara, zevklere kavuştuğu,
kırk koca yıl gibi gelmişti. Kâh geceleri
uykularda sayıkladı, kâh tan vakti kuşlarla
beraber şakıdı. Tüm bu duygular, onun bu
vakte kadar hayalini dahi kuramadığı, ama
artık kimde ondan bir emare görse,
imrendiği, mertebesine erişmek istediği,
bir hâl halini almıştı.
Vaktiyle içinde barındırdığı, kibir
duvarları yavaş yavaş yıkılıyor, benlik
şehri tarumar oluyordu. Öyle ya sevginin
aşamayacağı ne olabilirdi ki? Ve öyle de
oldu. Sevgi, o karanlık şehri, sarıp
sarmaladı, şefkat duygusuyla
aydınlatmaya, ısıtmaya çalıştı. Ara ara
karşısına bazı yanılsamalar çıkıyor fakat
yaşanılan en ufak anlaşmazlıkta, sinir
küpüne dönüşüp, eski karanlık şehrine
çekiliyordu. Bu durumlarda, tabiatında
olan ve boğmaya çalıştığı kibir
GENCAY
30
duygusundan kurtulamadığını fark etti. Ta
ki; “Aşk gelesiye kadar”… İşte o anda sevgi,
bencilin elinden sonsuz bir sabırla tuttu ve
onu yerden yerlere, duvarlardan duvarlara
çarpmaya başladı. Kâh susuz, kâh
yemeksiz bıraktı. Bazen hor gördü, bazen
güzel sözlerle davet edip, ardından
kapısından kovdu. Aşk onun sabrını ve
gayretini gördükçe şiddetini artırıyor, bir
uyuşturucu gibi beyninin tüm
kıvrımlarında onu hapsediyordu. Bir kere,
içine sevgi tohumu yerleşmişti ve
parçalayabileceği büyük benlik duvarını
hedef olarak gösteriyordu. Bencil, bu
sevginin onu büyüttüğünü ve hayata karşı
bakışını nasıl değiştirdiğini, varlığı ve
yokluğu ayırt etmeyi nasıl öğrettiğini
gördü. Sevginin arkasındaki sırrın
sonsuzluğuna, onun aklı ermiyordu belki
ama asla şüphe duymuyordu. Nasıl? Nasıl
olabilir de benim gibi şımarık, kaprisli,
kibirli, asi bir bencili, böyle yollardan
yollara atıp, kendine bağlayabilir diye
sormak aklına bile gelmiyordu. Sevginin
sonsuzluğuyla dönüşürken, artık kendisini
yalnız hissetmiyor ve "yalnızlık" duygusu
onu terk ettiğinde, birliğe varıyordu.
Bencil, bir gün dayanamayıp, sevgiye,
bunu nasıl başarabildiğini, bencilliği sevgi
gibi bir duyguyla nasıl yok ettiğini sordu.
Sevgi de ona:
“Keramet bende değil, bencil diye hor
gördüğün sendedir.” dedi. Başından beri
kendini "yalnız" zannediyorsun ama öyle
değil. Kibrin de bu zanlarından öte geliyor.
O zanlar gidip de Tevhid’i görünce, kibir de
usulca senin yanından uzaklaştı. Ben bir
şey yapmadım sadece biri gösterdim.
Bencil, uzaklara bakarken, derin derin
düşünüyor, geçmişinin muhasebesini
yapıyordu. Kimilerine göre faydasız bir iş,
ama hayatı tümden değişenler için tam
tersi. Sevginin dediklerinden sonra,
aslında kibirle büyüdüğünü düşündüğü
anlarda, yok olduğunu anlamıştı. Ne garip,
şimdi de, sevgiyle yok olmanın hazzına
erişmek için nice eziyetlere katlanıyordu.
Hem de, bunu katlanma olarak görmeyip,
binbir şükür ve sözle ahdini yineliyordu:
“Bu eşsiz duyguyu, hiçbir zaman
bırakamam, bu duyguyu bir kere
yüreğinde hisseden, bırakmaz.”
GENCAY
31
BAŞLANGIÇ; FEMİNİZM Dilek AKILLIOĞLU
Geçmişten yakın tarihe doğru Feminizm
kavramı üzerinde duracağımız bu yazıda
Feminizm kelimesinin içeriğinden ziyade
tarihçesine değineceğiz. Zira Feminizmin
nasıl bir savla ilerlemesi gerektiği
hakkında birçok koldan açıklamalar, yol
göstermeler asırlar boyu yapılmıştır.
Bizler ise onun bu yolculukta nelerden,
nerelerden geldiğine bakacağız.
Feminizmin oluşum tarihçesine girmeden
kadın hareketinin ne denli sıfırdan, yoktan
başladığını bir cümle belirtmek isterim.
“Kadın ruhu var mıdır yok mudur?” Diye
tartışan kilise kurullarının, din
adamlarının, toplum üyelerinin ve
filozofların karşısına “kadın insandır”
sloganıyla çıkmıştır. Böyle işe başlamıştır.
Feminizm durumsal olarak birçok kavramı
içinde barındıran bir olgudur. Tarihsel ve
güncel olarak sorgulayan, kadın-erkek
arasındaki güç ilişkisini dengelemeye
sağlayan, amaçlayan bir harekettir.
Bilindik Britinannica ansiklopedisine göre
feminizm, cinsiyetler arasındaki sosyal,
ekonomik ve politik eşitliğe inanmak
anlamına gelmektedir. Bu tanıma göre her
insan feminist olabilmektedir. Fakat
çoğunlukla yapılan tasvirlere bakılırsak
feministlik kadınlara özgü bir hak arayışı
kabul edilmiştir.
Feminizm kelimesinin ortaya çıkışına dair
çeşitli anlatımlar olması sebebiyle
feminizm için tek bir çıkış noktası
türetmek mümkün olmaz. Kimileri bu
kelimenin, Latince “Femina” yani dişi,
kadın kelimesinden türediğini ileri
sürerken, bazıları da feminizmi sadece
diğer 19. yüzyıl ideolojik “izm”leri gibi
değerlendirmektedir. Ama şu bir gerçektir
ki bu kavram kesinlikle tamamıyla kadınca
kabul edilimiştir. Genel bir tasnifle
söyleyecek olursak o kesinlikle kadın
hakları hareketidir. Fakat tüm kadınların
özellikleri, nitelikleri aynı olmadığı içinde
birbirinden farklı feminizm söylemleri
olduğu doğrudur. Yakın zamanda bile
radikal feminizm, liberal feminizm, eko
feminizm, siyah feminizm, sol feminizm,
post feminizm, yeni feminizm gibi bir dolu
akım görülebilmektedir.
Feminizm için birçok tarihe dikkat
çekilirken bu hareketin başlangıcı büyük
ihtimal ile Fransız Devrimi dönemidir. Bu
devrim yenilik hareketlerinin birçoğunu
kapsadığı ve insan hakları arayışının en
yüksek potansiyelini taşıdığı için
kadınlarda bu arayıştan etkilenmiş ve
farkındalık sağlamışlardır. Fransız
Devrimi’nin temeline karşı yazılmış olan
Mary Wollstonecraft’ın Kadın hakları
savunması ilk modern feminizm metnidir.
Mary’a göre var olan toplumda kadınların
duygusallıkları ve zayıflıkları körüklenip
kadınlığın narinlik, edilgenlik ve bağımlılık
ile özdeşleştirilmesi onları aşağı konumda
tutmaya ve ev içine hapsetmeye sebebiyet
vermiştir. Hazırladığı metinde eşitlik fikri
ön planda tutulmuştur. Kadının erkek ile
konumunun hemen hemen aynı
olabileceği, nasıl bir vatandaş olarak erkek
toplumdaki haklarından
yararlanabiliyorsa kadının da bunlardan
yararlanabilmesi gerektiği vurgulanmıştır.
GENCAY
32
Aslında bu dönemlerde göreceksiniz ki
kadın normalde insan olarak elinde
bulunması gereken temel haklar için
savaşmıştır. Bunlar erkeğin doğal hakları
iken kadına neden lütuf edilmediği
sorgulanmıştır. Fransız devriminin
niteliklerden olan devlet, siyasal, sosyal
alanda kadına yer vermemiştir. Sanayi
toplumu yükselirken kadın sadece ailenin
içinde kalabilmiştir. 18. ve 19. yüzyıllarda
kadın hareketinin alanı biraz daha
genişlemiş, kadın kamusal alandaki yerini
daha fazla sorgulamaya, peşinde koşmaya
başlamıştır. 18. yüzyılda Mary Stanecaft
kadın olmanın öğrenilen, yapan bir durum
olmasına rağmen doğal sayılan bir olgu
olduğunu, 19 yüzyılda Sarah Girimke
görevlerin erkeklerin görevleri, kadınların
görevleri olarak ayrılmasının keyfi fikirler
olduğunu söylemiştir. Toplumsal cinsiyet
ilişkilerine, tüm alanların bu ilişkiler
çevresinde yapıldığına dikkat çekmiştir.
Cinsiyet ilişkilerine toplumun sosyal
olarak verdiği roller üzerinden gidildiğini
belirtmiştir. Kadını erkekten ayıranın
yaradılışından ziyade yaşadığı kitlenin
verdiği rol olduğunu söylemiştir. Bu
noktada kadının izleyeceği, kendi haklarını
savunacağı kadın hareketinin de içeriğinin
ayrımcı olmaması gerektiği
vurgulanmıştır. Zira Feminizm
hareketinin temelinde kadın-erkek eşitliği
varken ya da yatarken insan haklarına
beyannamesine karşılık bir kadın hakları
beyannamesi kadın-erkek olarak bir
ayrılığa, ayrı yasa, tedbir, özgürlükler
oluşturma niyetine dayanmış olur. Oysaki
asıl hedef kadın-erkek ayrımı olmadan
‘insan’ ‘vatandaş’ kavramında buluşmaktır.
Örneğin aziz Simoncuların o dönem talep
ettiği kadınsal kuralların hâkimiyeti ve
bunun yol açacağı toplum biçimi de
ayrımcı bir politikadır. Feminizm kadını
erkekten ayırıp toplumu sadece kadınsal
veya erkeksel yöntemlerle yönetmek
değildir, olmamalıdır.
Feminizm için en büyük yarar olan
kadınlar arası dayanışma 19. yüzyılda
kuvvet kazanmıştır. Bununda nedeni
yukarıda dediğimiz gibi sanayi devrimi ile
gelen iş gücü, istihdam imkânıdır. 17.
yüzyılda kadın hakları ile alakalı olarak
daha çok eğitim üzerinde durulmuş
kadının çocuğunu iyi eğitmesi için kendin
eğitmesi gerektiği söylenmiştir. 19.
yüzyılda bu eğitim hakkı talebi sanayi ve iş
imkânları ile gelişmiştir.
Tarihi açıdan gelişime bakmaya devam
edersek Fransız devrimden sonra ortaya
çıkan sınıflar kadınların kendini savunma
biçimlerini de sınıflara ayrılmaya
başlamıştır. Burjuva kadın hareketiyle
birlikte 21 Nisan 1849’da bugün ilk
feminist dergi olarak adlandırılan “kadın
gazetesi” kurulmuştur. Kadınlar devrimci
kamusal alanlara katılım gösterme
bakımından eylemlere girişmişlerdir. 1973
anayasası kabul edilirken Paris’ten
taşradaki kadınlara mektuplar yazılmış,
anayasanın yasa kabul edilirken onları oy
vermeden mahrum bıraktıklarına dikkat
çekmişlerdir. Bu dönemde yine kadınlar
1792’nin bahar ve yaz silahlı geçit
törenine katılmışlar, yine 1793’de
Cumhuriyetçi Kadınlar Birliği Örgütü
başkaldırısını gerçekleştirmişlerdir.
Liberal Feministler ise hukuksal alanda
mücadele konusunda etkin olmuşlardır.
İleride verilecek velayet hakkı, genel oy
hakkı için yol açmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı zamanına
gelindiğinde ise Alman Kadın hareketinde
GENCAY
33
olumlu gelişmeler olmuştur. 1904’de
Dünya Kadın Konferansı toplanılmış,
sosyalist kadınlar 17 Ağustos 1907’de ilk
uluslararası konferansı düzenlemiştir.
Fakat siyasi yaşamdaki en sesli, kalıcı
hareketi Clara Zetkin yapmıştır. Clara
Zetkin başkanlığında Avrupa ve denizaşırı
15 ülkede 58 kadın delege, sosyalist kadın
enternasyonalini kurmuşlardır. Seçme-
seçilme hakkı, hastalanma riskini artıran
çalışma koşulları, sosyal-cinsiyetçi
eşitsizleri çözmeyi hedeflemişlerdir.
Birinci Dünya savaşının başladığı sıralarda
gerçekleşen radikal kadın hareketinin
birçok temsilcisi etkinlikler düzenlemiş ve
bu etkinliklere kadın kollarının hepsi
katılım göstermiştir. Bu şekilde o dönem
kollara ayrılan kadın hareketleri bir nevi
tek çatı altında toplanmış, bu sosyalist ve
burjuva kadınların kamu önünde nadiren
gösterdikleri mutabakatlarına bir örnek
olmuştur. Ayrıca Birinci Dünya savaşı
sonunda kadınlar gösterdikleri
fedakârlıklar sebebi ile seçme seçilme
haklarını aramaya hak kazandılar. Bu
kapsamda Almanya’da kadın günü
düzenlenmiştir. Almanya dışında ise kadın
günü Amerika, İsviçre, Danimarka ve
Avusturya’da da düzenlemiştir. Birinci
Dünya Savaşı süresince geçen sürede buna
Fransa, Hollanda, İsveç, Rusya ve Böhmen
de katılmıştır. Bunun yanı sıra yüzlerce
kadın toplantısında devlet seçimlerine ilgi
kendini belli etmiştir.
1960’lı yıllarda oy haklarının elde
edilmesiyle yeni bir Feminizm anlayışı
ortaya çıkmaya başlamıştır. İkinci dalga
Feminizm olarak isimlendirilen bu
dönemde, dünyanın çoğu yerinde kadınlar
taleplerini yaygınlaştırma yoluna gitmiştir.
İş bölümünde de eşitlikler istemeye
başlamışlardır. Dünyadaki tüm kadınları,
kadınların ortak çıkarlarına sahip çıkmaya
davet etmişlerdir. Erkek egemen toplumda
yaşadıkları sıkıntıları, deneyimleri
paylaşarak bu durumun üstesinden
gelmeyi hedeflemişlerdir. Dönemin sloganı
kişisel olan siyasaldır cümlesidir. Bu cümle
ile kadınlar özel alanda ezilmişliklerini,
yaşadıkları zayıf tecrübeleri paylaşarak
bunu toplumsal hale dönüştürebilecekler,
bu şekilde özel olan aslında ortak
yaşanmışlıklar olduğu için politik olarak
değerlendirilecektir.
1970 yılların sonun gelindiğinde feminist
hareketinde sosyalizm ve feminizm
arasındaki ilişkilerde tartışmalar ortaya
çıkmıştır. Sosyalistler feminizm olmadan
sosyalizmin olamayacağını vurgulamış,
Marksçılar feminizm kavramına şüpheli
yaklaşmıştır. Diğerlerinin işin içine dahil
olmasıyla daha sonra çoğu kez atıfta
bulunulan 'biz’ duygusu bulanık ve dağınık
hedefler, belirsiz planlar yeni kadın
hareketinin birlik ve beraberlik anlayışı
için ortak programların geliştirilmesini
zora sokmuştur. Hatta kadın hareketiyle
feminizm ayrılmaya başlamış, karşı
karşıya gelmiştir. Bazı feminist düşünürler
tarafından feminizm sert biçimde
eleştirilmiş, feminizmin kadınların ortak
hareketlerini kendilerini aşağılayan ve
köleleştiren erkeklere karşı kışkırttığı öne
sürülmüştür. Bu harekette oldukça etkin
olan Frigga Haug’a göre “Halk
tabakalarının özgürleşmesi
bulunmuyordu, bilakis tüm insanlığın
özgürleşmesini savunulması gerekiyordu.
Düşünürün savunması değişik grupların
var olmasına rağmen bir fikir birliği
oluşturmuştu; kadın hareketinin ne sol
politikaların kadın köşesinde, ne de sağ
GENCAY
34
hareketin alt başlığı altında yer
almamalıdır.
Fransız Devrimi ve Birinci Dünya Savaşı
süresinde gerçekleşen kadın
hareketlenmeleri yukarıdaki gibi inişli
çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bu tarihlerden
sonraki gelişmelere diğer yazıda değinmek
istediğimden kadın hareketiyle ilgili
başlangıcı sonlandırıyoruz.
Kaynaklar
NOTZ, Gisela, Çeviri: Sinem Derya Çetinkaya
“Feminizm,” Phonex Yayınevi, Ankara, Ocak
2012
AKTAŞ, Gül, “Feminist söylemler Bağlamında
Kadın Kimliği, Erkek Egemen Bir Toplumda
Kadın Olmak”, Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat
Fakültesi Dergisi, 2011
DURAKBAŞA, Ayşe, “Toplumsal Cinsiyet
Sosyolojisi” Anadolu Üniversitesi, Açık öğretim
Fakültesi Yayını, Nu:1304, Eskişehir, Ağustos,
2011
SANCAR, Serpil, “Feminizmin Siyasal Bilimlere
Etkisi” İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilimler
Fakültesi Dergisi, Mart 2009
GENCAY
35
VARSA GÖĞÜN KALBİ Onur ÇELİK
Bir mana isterim göğün kalbinden;
Sevdalar, yangınlar görsün.
Bir mana isterim göğün kalbinden;
Küçücük gönül evime, bütün efsunuyla dolsun.
Bir mana isterim göğün kalbinden;
Ruhuma estetik katsın, Çocukluk uzatsın bana.
Bir mana isterim göğün kalbinden;
Yorgunum... Kelimelerin öldüğü günden bu yana.
Bir mana isterim göğün kalbinden
Beni kollarında sarsın,
Beni her dem kucaklasın.
Bir mana isterim göğün kalbinden;
Hüzün dolu yüreğimi sonsuza kadar saklasın.
Bir mana isterim göğün kalbinden;
Umut kapısı göstersin, Elleriyle Aşk'ı sunsun
Bir mana isterim göğün kalbinden;
Kalbime dokunduğumda dünya dursun, zaman donsun...
GENCAY
36
KİTAP TANITIMI: İBRAHİM
KAFESOĞLU – TÜRK İSLAM SENTEZİ Milli Kitap
Bir toplumda yalnızca bir tane egemen
ideoloji bulunmaz. İdeoloji, kelime anlamı
olarak sadece düşüncelerde yer almaz.
İnsanların hayat tarzlarına kadar nüfuz
eder. 12 Eylül sonrası etkinliklerin temel
aracı ve sembolü olan Türk İslam sentezi
ideolojisinin taşıyıcılığını ve
savunuculuğunu yapan Aydınlar Ocağı
(Kurt, 2009)’nın İstanbul’da tertiplemiş
olduğu “Milli Kültürümüzün Temel
Meseleleri” isimli seminerde İbrahim
Kafesoğlu’nun “Milli Kültürümüz” adı
altında yaptığı konuşmanın meyvesi
olarak “Türk İslam Sentezi” isimli eser
ortaya çıkmıştır. Bu konuşmada yazar,
Türk Milletinin, ne parlayıp sönen göçebe
bir kavim, ne de Anadolu’daki ırk
kalıntılarının bir uzantısı ve karmaşası
olmadığını, yabancı ilim adamlarının
referanslarıyla ortaya koyarken, onun
beşer tarihi, kültür ve medeniyetleri
içindeki müstesna ve parlak yerini de
göstermektedir (Yalçın, 1999). Türk İslam
Sentezi süreci, Türk milletinin Orta Asya
steplerinde başlayan kültürel sürecinin
İslamlaşmayla birlikte yeni bir kimliğe
bürünmesinden bahsetmektedir.
Devlet kurmak medeniliğin ve devlet-
merkezli bir tarih toplumu olmanın
göstergesidir. Devletçiliğin Türklerin
varoluş biçimi olduğunu Ziya Gökalp
“Türk, devlet teşkilatından mahrum
kalınca, yalnız aile teşkilatıyla yaşayamaz,
mahvolur. Türkler, en eski zamanlardan
beri, devlet teşkilatını, aile teşkilatının
fevkine çıkarmışlardır” sözleriyle
anlatmıştır (Gökalp, 1981). Türk İslam
Sentezi öğretisinin isim babası bu tarih
tezinin sahibi İbrahim Kafesoğlu’dur (Kurt,
2009). Bu tezini de 1989 yılında kitap
GENCAY
37
halinde yayımlamıştır. 3. Basımı 1999
yılında Ötüken Neşriyat tarafından
yayımlanan kitapta Türklerin tek
tanrıcılığının, Gök-Tanrı inancı ile
yakınlığından bahsedilmektedir. Bu
önermeden yola çıkılarak Türklerin bütün
varlıkların yaratıcısı olarak gördükleri
ebedi, uçsuz bucaksız, soyut bir varlık olan
göğün, bu önermeye benzer soyut bir
Tanrı algısının doğuşuyla benzerlik
göstermektedir. Bu yüzden yazar, İslam'da
Türklerin tek tanrılı dinine geçişle, Gök-
Tanrı inancının İslamiyet ile uyumunu
kendi kadim inançlarının daha sağlam ve
inandırıcı bir sisteme kavuşması olarak
ifade etmektedir. Türklerin kitleler halinde
İslamiyet’i kabul etmesiyle birlikte Türk-
İslam sentezi gerçekleşme yoluna
girmiştir. Yazar kitapta, Türklerin
İslamiyet'i yalnızca siyasal olarak
kurtarmakla kalmayıp, onu gerçekçilik,
akılcılık ve geliştiricilik çerçevesinde
geliştirdiklerinden de bahsetmektedir.
Türk’ün isim anlamı, Türk Soyu’nun ne
demek olduğu, anayurt ve göçler hakkında
detaylı bilgilerin verildiği kitapta, tarihe
Asya Hunları’ndan anlatılmaya başlanıp
eski Türk devletleri hakkında da önemli
bilgiler verilmiştir. İlginizi çekecek,
sıkılmadan okuyacağınız bir eser.
İyi okumalar.
Kaynaklar
Gökalp, Z. (1981). Türk Devletinin Tekâmülü.
Kurt, Ü. (2009). 12 Eylül Rejimi’nin Resmi İdeolojisi
Olarak “Türk-İslam Sentezi Doktrini”: Devlet’in
İdeolojik Aygıtı Olarak “Aydınlar Ocağı”.
Civilacademy, 7.
Yalçın, S. (1999). Takdim. İ. Kafesoğlu içinde, Türk
İslam Sentezi (s. 7). Ötüken Yayınevi.
GENCAY
38
TÜRK MİLLİYETÇİLERİ’NİN MESELESİ
– MODERN BOYCULUK Nizameddin TOPCU
“Tanrı yeri ve göğü yarattıktan sonra ikisi
arasına kişioğlunu yarattı. Kişioğlunun
üstüne de Türkleri oturttu.”
Ancak kişioğlunun üzerine bir idareci
olarak oturtulmuş olan Türk’ün kim
olduğu konusu geçmişteki Türk kavimleri
arasında ayrı bir mücadele sahası
doğurduğu gibi günümüzde de farklı
alanlarda aynı sahayı oluşturmuştu.
Geçmişten bir misal olarak; Çarlık Rusyası
hâkimiyetinin Türk İlleri’nde yayılmaya
başladığı yıllarda Türkistan Hanlıkları ve
Kazaklar birbirlerinden bağımsız olarak
Rus yayılmasına karşı durdular ancak
birbirleriyle olan mücadeleleri devam
ettiğinden dolayı Rus yardımını almaktan
da geri durmadılar. Zamanla, bu Rus
gücünün esiri olarak, aldıkları yardımın
bedelini ödediler. Akabinde, birinin yıkılışı
diğerinin yıkılışına zemin hazırladı.
Domino taşları gibi Rus tehdidiyle birlikte,
birbirlerine çarparak kendilerinin ve bir
diğerinin sonunu hazırladılar.
Farklı hanlıkların çekim alanlarında
birleşen bu Türk boyları ortak düşmana
karşı eylem birliği gösteremediler. “Cihan”
olarak gördükleri hanlıklarının
egemenliğini tesis etmek için kendilerini
bu hapishane içinde mahkûm etmişlerdir.
Daha sonraki dönemlerde Çarlık
Rusyası’nın yıkılmasıyla birlikte ayaklanan
Doğu Türkleri, birbirleriyle üstünlük
mücadelelerini devam ettirmişler ve
kurtulma fikrinde birleşseler de
birbirlerinden çok farklı mücadele
yöntemleri izlemişlerdi. Sovyet baskısının
olduğu zorlu günlerde dâhi birleşmeyi
başaramadılar. Enver Paşa bile bu boy
taassubuna dayalı yapıyı kıramamıştı.
İktidar hırslarını her şeye tercih edenler
tarafından etrafı boşaltıldı ve ardından
satılmış karargâhında şehit edildi.
Günümüzde ise dilde ve hâkimiyet ülküsü
gibi temel meselelerde birlik arz eden
Türk Milliyetçileri etkili hizmet edebilmek
için çeşitli cemiyet ve teşkilatlarda
bulunarak ülkülerini eylem birliğinden
yoksun olarak gerçekleştirme çabalarına
girişmişlerdir.
Türk Milliyetçileri’nin büyük bir kısmı,
girmiş oldukları cemiyetlerde “Ben yokum,
cemiyet var.” ve “Fenâ fi’l-Cemiyet”
düşünceleri ile önce benliklerini yitirdiler.
Kutsal addettikleri bu cemiyetler, kendi
yanlışlarını ve doğrularını doğurarak
bireylerin kendine uymayan dişlilerini
kırarak onları kendilerine uydurdular.
Ardından kendisini cemiyet ilan etmeyi
başaran bir kişi, yanlışların ve doğruların
yargıcı vazifesini üstlendi. Cemiyete
uymayanlar ya tavırsız ve hareketsiz
kaldılar ya da içerisinde yok olabilecekleri
daha uygun bir cemiyet buldular.
GENCAY
39
Millî ülküler için araç olan bu cemiyetlerin
kutsallaştırılmasıyla, cemiyetin kendisi bir
ülkü halini almıştır. Artık cemiyete hizmet
eden her Türk Milliyetçisi; Oğuz Kağan
unvanına layıktır(!), Türk Cihan
Hâkimiyeti’ni gerçekleştirmiş ve zamanı
tan atımından bir dakika öncesine
getirmeyi başarmıştır.
Cemiyette yok olanlar açısından bu kutsal
ülküye(!) zarar verebilecek rakip başka bir
cemiyet ile mücadele etmek millî bir vazife
halini arz eder. Kişioğlunun üzerine
oturtulmuş Türk olabilmek için
cemiyetlerin mücadeleleri kısır bir döngü
içinde birbirleri üzerinde sürekli olmayan
hâkimiyetler kurmalarına yol açar.
Cemiyet, Türk Milliyetçiliği’ni en iyi
kendisinin temsil ettiğine inanarak
diğerlerini tekfir etme lüksünü de kendi
kudretinde bulmakta gecikmemiştir.
Sonuç olarak; cemiyetlerin kendilerini
“Millî Ülkü” olarak görmeleri ve
değişmeyen katı kanunlar niteliğini
taşıyan hukukları, itaat kültürünü
doğurdu. Bu şekliyle cemiyet, önce, kendi
modeline göre insanları biçimlendirerek
bireylerin “yanlışa yanlış, doğruya doğru
deme tavırları”nı ortadan kaldırdı.
Cemiyet bireylerini, o anki menfaatleri
doğrultusunda kendi doğrularına boyun
eğdirdi. İtaat kültürü altında bulunan Türk
Milliyetçileri, cemiyetin geleneklerini
devam ettirmekten ileri gidemez, duruma
göre vaziyet almaz ve kendi tekniklerini
yenileyemez bir durumda kaldılar. Bu
kültür çerçevesinde Türk millî
düşüncesine hizmet eden aydınlar
yetişemedi. Ancak cemiyet, kendisine
hizmet eden neferleri yetiştirerek
devamlılığını sağladı.
Türk Milliyetçileri geçmişte daha güçlü
olan boy taassuplarına benzer bir yapıyı
arz eden Cemiyetler/Teşkilatlar/Kurumlar
içerisinde kendilerini kaybetmeden Türk
Ülküsü için gerekli olan atılım gücünü
kuvvetlendirerek, doğrular lehine tavır
alarak, Tanrı’nın vermiş olduğu ışığı O’nun
adına berraklaştırmalıdırlar. Bu sayede
cemiyet, şekillendiren değil şekillenen;
hizmet edilen değil hizmet eden olur. Türk
Milliyetçileri belli bir bilince sahip
olduktan sonra da eylem birliğine doğru
büyük bir adım atacaklardır.
“Birlikten yoksun bir hürriyet, esarete
mahkûmdur.”
GENCAY
40
AYARSIZ DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ Gencay Dergisi Editör Ekibi
Sevgili Ayarsız ailesi; Türk Milliyetçiliği
fikrine sunduğunuz katkıların daha geniş
kitlelere duyurulması konusunda biz de
destek vermek amacıyla sizinle bir söyleşi
yapmak istedik. Bu anlamda söyleşi
teklifimizi kabul ettiğiniz için Millî
Düşünce Merkezi Gencay Grubu ve Gencay
Dergisi adına teşekkür ederiz.
SORU 1-
Derginizin içeriği nedir?
M. Ragıp Vural- Ayarsız’ı fikir, kültür,
sanat ve edebiyat dergisi olarak tarif
etmek mümkün. Bu tanımın içine giren
alanlarda yazılar yayımlamaya gayret
gösteriyoruz. Bunun dışında mizah ve
karikatüre de yer vermeye çalışıyoruz.
SORU 2-
Neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı
duydunuz?
Ayarsız çıkmadan önce yaptığımız
toplantıda neden böyle bir dergi çıkartma
ihtiyacı içinde olduğumuzu açıklamaya
gayret etmiş, bunu da derginin ilk
sayısında özetleyerek şu şekilde ifade
etmiştim:
“ ‘İçimizden konuşmaktan kendi sesimizi
unuttuk. İçimizi konuşmaktan kendi
sözlerimizi tükettik. Ve sıkıldık, yorulduk…
Hangi konuda ne söyleyeceği üç aşağı beş
yukarı belli insanlar olarak bir araya
geliyor, bir vazife gibi söylenmesi
gerekenleri söylüyoruz. Sonra mutlu-mesut
dağılıyoruz. Ama yeni bir şey söylememiz ve
kendi etrafımıza ördüğümüz bu duvarların
ötesinde bakmamız lâzım.’
Oysa biliyorum ki hepimiz farklı farklı
pencerelerden görüyoruz şu koca dünyayı.
Ama birçoğumuz gördüklerini anlatmayı
çoktan bıraktı ya da buna hiç teşebbüs
etmedi; yıldığından, anlaşılamama
endişesinden ya da zahmete gerek
olmadığını düşündüğünden. Bir araya
gelince, herkesin üstünde hemen hemen
ortaklaştığı konularla sınırlı bir muhabbet
yapmanın, biraz geçmişi yâd etmenin,
“hayırlısı” kelimesini nokta yerine
kullanarak dağılmanın riski azdı üstelik ve
her şeyden önemlisi bir yere ait
hissetmemizi en kestirme yoldan temin
ettiğinden hayli konforluydu.
Yeni tanıştığım, eskiden beri tanış olduğum
ve tekrar tekrar tanıştığım insanlar vardı
masanın etrafında. Orada söyledim mi
hatırlamıyorum fakat o toplantının
ardından içimden şu cümlelerin geçtiğini
çok iyi hatırlıyorum; yeniden tanışacağız
arkadaşlar, bıkmadan, usanmadan yeniden
tanışacağız, ta ki birbirimizi anlayana
kadar, tahammül etmeyi öğrenene kadar
yeniden tanışacağız. Çünkü birbirimizden
öğreneceğimiz çok şey olduğunu bir kez
GENCAY
41
daha görmüştüm Ayarsız’ın ilk
toplantısında.
Derdimizi iyi anlattığımızı sanmıyorum,
doğrusu ya aklımızın da net olduğunu
söyleyemem, sâdece korunaklı
alanlarımızın dışına çıkmanın, ezber
cümlelerimizi tekrar etmekten
vazgeçmenin zamanı geldiğini
düşünüyorduk. Bunları aktardık katılan
arkadaşlara, onlar da kendi çevrelerine
anlattılar, bir anda muhtelif ağlardan
yazılar, şiirler akmaya başladı. Herkes bir
tarafından tutarak bu mütevazı gayreti bir
coşkuya çevirdi. Kısa sürede 48 sayfa olarak
tasarladığımız Ayarsız’ın planlanan
hacminin epey üstünde yazı ulaştı elimize,
mümkün olduğunca çok yazıya yer açmak
için bu sayılık 56 sayfaya çıktık, hâlen de
yayınlayamadıklarımız var. Daha ne olsun!
Çaresiz insanlardan daha muhtaç kim
olabilir ki? Biliyorum insanoğlu muhtaçtır
ama çaresiz bir adam, neye muhtaç
olduğunu bile bilemeyen adamdır. Bir
heykel gibi dikilir hayatın kıyısında, başka
türlüsü de elinden gelmez. Giderek çaresiz
adamlar hâline dönüştüğümüzü söylesem
çok mu ileri gitmiş olurum bilmiyorum ama
en azından zaman zaman eline tutsak
düştüğüm bu histen kurtulmanın reçetesi
olarak Ayarsız’ın ruhuma şimdiden iyi
geldiğini söyleyebilirim. Dilerim sizlere de
iyi gelir.
Gelmezse de henüz yolun başındayız,
ruhumuza iyi geleceğini düşündüğünüz
reçeteleriniz varsa bekliyoruz. Koca karı
ilacı ya da modern tıp fark etmez, yeter ki
derd-i derûnumuz şifa bulsun.”
Velhasıl-ı kelâm Türkiye’nin içinde
bulunduğu durumdan sıkıldık, yüksek
siyasî analizler içeren gündelik
konuşmaların bizi sıkıntılarımızdan
kurtarmaya yetmediğini gördük, farklı
sesleri ve sözleri işitmek için de Ayarsız’ı
çıkartmaya karar verdik. 4. sayıya ulaştı ve
şu ana kadar bu maksadın hâsıl olduğunu
söyleyebilirim.
SORU 3-
Aynı cemiyet içinde bir anda bu kadar
çok dergi çıkartma ihtiyacı sizce
nereden doğdu?
Aşağı yukarı bir önceki soruya verdiğim
cevapta yer alan endişelerden ve
ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünüyorum.
Türk milliyetçileri, söyleyecek sözlerimiz
var diyerek egemen dilin kuşatmasını
çıkarttıkları dergiler vasıtasıyla aşmaya
çalışıyorlar. Bir meydan okuma bana göre.
Genç arkadaşlar çıkarttıkları dergilerde
“Daha anlatacak çok hikâyemiz, dile
gelecek çok isyanımız, şiire dökecek çok
umudumuz var” diyorlar ve bunu da güzel
yapıyorlar. Bir kuşatmayı kırmanın
bundan daha güzel bir yolunu da
düşünemiyorum. Nihayetinde bu
gayretlerinin toplamı büyük yarını inşa
edecek, herkes gücü nispetinde bir tuğla
koyuyor ve her çaba takdir edilmeyi hak
ediyor.
GENCAY
42
SORU 4-
Camiamızın okuma durumu ortada. Bu
konuda çok da parlak bir seviyede
olduğumuz söylenemez, ne yazık ki…
Eğer derginizin tirajı düşerse benzer
dergilerle güç birliği yapmayı düşünür
müsünüz?
Evet, camiamızda pek çok sorun var,
bunlardan birisi de okuma alışkanlığının
yeterince yaygın olmaması. Fakat çıkan
dergilerin hepsi bir alışkanlık
kazandıracak ve bir sinerji oluşturacak
kanâatimdeyim. Şikâyet etmeyi seviyoruz,
yapılan iyi işleri takdir etmeyi pek
sevmiyoruz, ama yavaş yavaş bunun da
değiştiğini görüyorum. Ayarsız
macerasında bunu memnuniyetle
müşâhede ettik. Tanımadığımız insanlar
sahip çıktı, kitlelere ulaştırmak için âdeta
bir seferberlik başlattılar ve büyük bir
dayanışma içine girdiler. Aynı gayreti
diğer dergiler için de gösterdiklerini
görüyoruz. Biz de elimizden geldiğince
çıkan bütün yayınlara destek olmaya
çalışıyoruz.
Ayarsız çıkmadan önce önümüze bir
senelik bir hedef koyduk. Bu bir sene
zarfında derginin yayınını sürdürmesine
imkân tanıyacak bir satış rakamına
ulaşmasını hedefliyoruz. Şimdilik bu
hedefe epey yaklaştığımızı söyleyebiliriz.
Ayarsız’ı geniş kitlelere ulaştırmak için
ciddî rakamlar ödeyerek Yay-sat
vasıtasıyla dağıtıyoruz. Türkiye’nin hemen
hemen bütün illerinde Ayarsız’ı
okuyucusuyla buluşturmaya çalışıyoruz.
Eğer bir sene sonucunda istediğimiz
hedefe ulaşamazsak, oturup ne
yapacağımızı değerlendiririz. Diğer
yayınlara destek olmak ya da güç birliği
yapmak elbette dikkate alacağımız bir
seçenektir. Bizimle aynı derdi paylaşan
herkese kapımız ve sayfalarımız açık ve
onların da bize kapılarını açacağını
düşünüyoruz.
SORU 5-
Genellikle sayılarınızda bir konu
üzerine yoğunlaşmak yerine dağınık
konular işlemeyi tercih ediyorsunuz.
Sizce bu okunurluğu arttırıyor mu
yoksa azaltıyor mu?
Ayarsız’ı rahat okunan bir dergi yapmak
istedik. Bu rahatlığı da sayfa tasarımından
içeriğe kadar her konuda hissettirmeye
çalıştık. Aynı konu etrafında farklı
isimlerin yazdığı dergilerde ister istemez
bir tekrar sorunu ortaya çıkıyor. Ayrıca
ciddiyetin anlamın önüne geçmesi gibi bir
sorun var. Biz biraz daha sıcak, samimî bir
dergi tasarladık, okuyucuyu ilk başta
ciddiyete davet ederek gözünü korkutan
bir yayın olmak istemedik. Bunu kısmen
başardığımızı sanıyorum. Ama daha
alacağımız epey yol var. Bu anlamda
piyasada bulunan muadili dergilerin
benimsediği yolu kendi anlayışımız
çerçevesinde hayata geçirmeye
çalışıyoruz. Okuyucunun da farklı konuları
okumaktan memnun olduğunu gördük.
GENCAY
43
Her ay 30-40 yazar arkadaşımızın
yazılarını yayımlıyoruz. Herkes her yazarı
ve düşüncelerini beğenmek zorunda değil,
kendi anlam dünyasına göre beğendiği
yazarları okuma imkânına sahip oluyorlar
böylelikle. Bu tarz bir yayın tercihinin ana
sebebi de başından beri çok
önemsediğimiz çeşitliliğe imkân tanıması.
SORU 6-
Derginizde bayan yazar arkadaşlara
çok fazla rastlamıyoruz. Bu camiamızın
eksikliği mi yoksa sizin seçiciliğiniz mi?
Biz mümkün olduğu kadar kadın yazarlara
yer veriyoruz, hatta bunun için özel bir
gayret sarf ediyoruz. Fakat camiamızda bu
noktada büyük bir eksiklik olduğunu
söyleyebiliriz, bu durum tabiî olarak
Ayarsız’a da yansıyor. Kadınlara buradan
çağrı yapayım o hâlde: Lütfen bize
eserlerinizi gönderin ve dergiyi ele geçirin
efendim. Bu bizi ziyadesiyle memnun
edecektir.
SORU 7-
Yazar kadronuzu neye göre
belirliyorsunuz? Yani, alanında uzman
yazarların olmasına önem veriyor
musunuz?
Alanında uzman yazarlar aramıyoruz,
derdini doğru cümlelerle aktaran yazarlar
arıyoruz. Mümkün olduğu kadar genç
arkadaşların yazmasını istiyoruz. Biraz
önce de söylediğim gibi kasvetli bir dergi
çıkartmak istemiyoruz. Bizim için önemli
olan yazıların, şiirlerin, hikâyelerin mesajı.
O mesaj doğru cümlelerle aktarılmış mı,
insanları düşünmeye sevk ediyor ya da
tebessüm ettiriyor mu? Bizim yazılara
bakışımız budur. Tebessümü önemsiyoruz,
tebessüm ettiren yazılara ihtiyacımız
olduğunu düşünüyoruz. Şu ana kadar bu
hususta isteğimiz seviyede değiliz, ama
ileriki sayılarımızda bunu da
yakalayacağımıza inanıyoruz.
SORU 8-
Derginizdeki akademik yazıların
bilimsellik seviyesini hangi düzeyde
buluyorsunuz? Bu seviyeyi daha (da)
yükseltmek için neler yapmayı
düşünüyorsunuz?
Hiçbir akademik derdimiz yok, bilimsellik
diye bir iddiamız da yok. Mümkün olduğu
kadar da buradan uzak durmak istiyoruz.
Akademik yazıların seviyesinin yüksek
olduğuna dair bir kanâate de sahip değiliz.
Seviyeyi belirleyen de bize göre yazarların
düşüncelerini hangi cümlelerle, nasıl ifâde
ettiğidir. Akademik dergiler çıkıyor, hatta
15 senedir 2023 isimli akademik bir dergi
çıkartıyorum, ama bu alanda bir ihtiyaç
olduğunu düşünmüyorum. Üniversite
bünyelerinde çıkan dergiler var.
Roman, hikâye, şiir okumak en az
akademik yazılar kadar insanların ufkunu
açar. “Efendim, ben daha ziyade bilimsel
yayınları okuyorum” diyen bir insanın
tercihine saygı duyarım, lâkin hayatı
anlamak ve ona katkı sunmak adına edebî
eserlerin de çok mühim bir yere sahip
olduğunu düşünüyorum. Mümkün olduğu
kadar günümüzdeki okuma alışkanlığını
belirleyen şartların içinde kendimize ayrı
bir yer açma gayretindeyiz. İnsanların
fazla vakitleri yok, uzun makaleler
okumaktan hoşlanmıyorlar. Öyleyse biz de
düşüncelerimizi, fikirlerimizi onların
ihtiyaçlarını ve taleplerini göz önünde
bulundurarak ifâde etmenin yollarını
GENCAY
44
bulmalıyız. Bir hikâye, bir şiir vasıtasıyla
insanların anlam dünyalarına temas
edebileceğimize ve o temas üstünden
onlarda bir iz bırakacağımıza inanıyoruz.
Hatta günümüzün mekanik dünyasında
hepimizin şiire, edebiyata, hikâyeye,
gülmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Hayata ruh katan da bütün bu gayretlerdir.
Çok iyi bir inşaat mühendisi olabilirsiniz,
insanların ihtiyaçlarını giderecek projelere
imza atabilirsiniz, ama ona bir de ruh
katmanız gerekir. Bu ruhu da edebiyat ve
sanat eserleri vasıtasıyla edindiğiniz
estetik anlayış çerçevesinde projelerinize
yansıtırsınız. Yoksa kaba bir modernizme
kurban edersiniz bütün güzellikleri.
TOKİ’nin bu ülkeye kattığı bir şey olması
için hayatı estetik açıdan da görmesi
gerekir. İnsanlar barınma ihtiyacını
gidermek için yapılan binaların birer
Panoptikon hâline dönüşmesi işte bu
bakışın ürünüdür. Estetik kaygumuz var
dolayısıyla, güzele hasret duyuyoruz,
güzele yer vermek istiyoruz. Ezberlerin
tekrarlanmasına izin vermeden, farklı
bakışı açılarına sahip yazarların fikirlerine
dergimizde yer vermek en büyük
idealimiz.
SORU 9-
Yazar kadronuz sâbit mi yoksa yeni
yazarları da değerlendiriyor musunuz?
Sâbit yazarlarımız var ama yeni yazılara da
yer açıyoruz. Her yazarımız bize, “daha
güzel bir yazı gelirse lütfen ona yer verin,
ben alınmam” diyor. Çok güzel bir şey bu…
Müthiş ve epeydir hasret kaldığımız bir
diğerkâmlık. İyi olduğunu düşündüğümüz
hikâyeler, yazılar, şiirler geliyor ve onları
sırayla yayınlamaya gayret ediyoruz.
SORU 10-
Dergilerin içeriğine ek olarak dizgisi ve
tasarımları okunurluğu etkiler mi?
Derginizi hazırlarken tasarım
açısından nelere dikkat ediyorsunuz?
Tasarım bana göre derginin içeriği kadar
önemlidir. Her şeyin çok renkli ve hızlı
olduğu, görsel algının geliştiği bir çağda
tasarımı ihmal eden bir yayının ayakta
kalamayacağını düşünüyorum. Tasarımın
da içerikle bütünleşik olması gerektiğine
inanıyorum. Bazen bir görsel bütün
hikâyeyi özetleyebilir. Mümkün olduğu
kadar yazının ruhuna uygun görseller
kullanmaya çalışıyoruz. Ayrıca
kullandığımız kâğıdı ve baskıyı dikkate
alarak tasarımlar yapıyoruz. Her yazıyı
biraz da, nasıl bir giriş ya da görsel
kullanılır burada diyerek okuyorum. Sonra
yıllardır birlikte çalıştığımız tecrübeli bir
grafiker arkadaşımız var, onun da desteği
ile sayfaları hazırlıyoruz. Bazı yazıları
ressam arkadaşlara gönderiyoruz, onlar
yazının ruhuna uygun resimler çiziyorlar.
Bu da Ayarsız’ın görselliğini
zenginleştiriyor.
GENCAY
45
SORU 11-
Basılı dergilerin geleceği hakkında
neler düşünüyorsunuz?
Şu anda pek çok edebiyat dergisi çıkıyor,
Ayarsız’ın formatında da birçok dergi var.
Dolayısıyla henüz dergiciliğin ölmediğini
düşünüyorum. Dijital ortamda yayın yapan
dergilerde bir ciddiyet eksikliği var, daha
ziyade amatör uğraşlar olarak kalıyor.
Profesyonel olarak dijital bir yayını
yürütmek ise şu anda pek mümkün değil.
Çünkü reklam geliri böylesine bir
profesyonel uğraşıyı finanse etmeye
yetmiyor. Ayrıca aylık periyotta bir dijital
dergi de, dijital ortamın ruhuna aykırı
olması sebebiyle anlamsız geliyor bana.
Dijital bir dergi olacaksa en azından
günlük güncellemenin olması gerekiyor.
Çünkü insanlar dijital ortamda anlık ve
kısa süreli olarak tüketmeye alışmış
durumdalar. Anlık iletişim imkânı sunan
bir platformda aylık yayın yapmak
okuyucunun ilgisini diri tutmak pek
mümkün değil gibi. Dijital ortamdaki
tüketim alışkanlığına uygun bir dergicilik
anlayışı geliştirmek gerekiyor dolayısıyla.
Gün içinde birkaç kez güncellenen, dikkat
çekici başlıkların ve görsellerin
kullanıldığı bir yayıncılık anlayışı… Bunu
başaranlar ancak o platformda başarılı
olacaktır.
Basılı dergiler hâlen dokunulabilir
olmaklığından kaynaklı bir gerçeklik algısı
ve hissi verme avantajına sahipler.
Dolayısıyla kısa vadede dergicilik bana
göre bitmeyecek. Zamanla evrilecek, belki
dijital platforma uygun içerik üretmeye
çabalayarak ikisinin karması bir anlayış
dergicilikte egemen olacak, ama bana göre
bunun için daha zaman var.
SORU 12-
Son olarak, bir e-dergi olarak 52 sayıyı
geride bırakmış olan Gencay Dergisi
hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Geleceği hakkındaki olumlu ve/veya
olumsuz düşünceleriniz nelerdir?
Bugün fikir üretmek ve onu okuyucuyla
buluşturmak için gösterilen her çaba
takdiri hak ediyordur. 52 sayı, büyük bir
başarı. Lâkin yukarıda bahsettiğim
hususlar Gencay dergisi için de geçerli.
Bilgisayar başında uzun okumalar yapmak
hayli zor. Çünkü her an başka uyarıcılar
tarafından okuyucunun ilgisinin
bölünmesi hayli yüksek bir ihtimal. Ayrıca
insanlar nasılsa duruyor orada diyerek,
okumayı erteliyorlar. Dolayısıyla interaktif
bir hâle getirmek ve dinamik bir içerik
kazandırmak Gencay’ın okuyucu kitlesini
genişletmesine imkân tanıyabilir. Ayrıca
52 sayılık bir tecrübe var önünüzde, sizler
daha iyi bir noktaya gelmek için neler
yapmak icap ettiğini benden daha iyi
biliyorsunuzdur. Benim bu husustaki
tecrübem size göre hayli sınırlı. Büyük
özveri isteyen dergiciliği 52 sayıdır devam
ettirdiğiniz için sizleri tebrik ediyorum.
Allah yolunuzu açık etsin.
GENCAY
46
EDEBİCE DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ Gencay Dergisi Editör Ekibi
Sevgili Edebice ailesi; Türk Milliyetçiliği
fikrine sunduğunuz katkıların daha geniş
kitlelere duyurulması konusunda biz de
katkı sunmak amacıyla sizinle bir söyleşi
yapmak istedik. Bu anlamda söyleşi
teklifimizi kabul ettiğiniz için Milli
Düşünce Merkezi Gencay Grubu ve Gencay
Dergisi adına teşekkür ederiz.
SORU 1-
Derginizin içeriği nedir?
Merhaba. Öncelikle kardeş bir derginin
sayfalarında kendimizi anlatmak ve
duygularımızı paylaşmak imkânını bize
verdiğiniz için teşekkür ederim. Dergimiz,
adından da anlaşılacağı üzere bir edebiyat
dergisi. Fikrî yönümüzü ihmâl etmeyen,
kültür ve sanat dergisi. Edebi verimlerini
yayımlama ihtiyacı hisseden herkesin yazı
ve şiirlerini yayımlayabileceği bir ortam
Edebice.
SORU 2-
Neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı
duydunuz?
Cevaplaması zor sorulardan biri de bu
şüphesiz. Çünkü bir edebiyat dergisinin
cevaplaması gereken en önemli sorulardan
birisi de bu “niçin?” sorusudur. Biz de bu
soruya ilk sayımızda yer alan ve bir bildiri
mahiyetindeki “Neden Edebice?” başlıklı
yazımızda cevap verdik. Edebice, yüz
yıllardır hazırdan tüketmeye karşı bir
tavrın ürünüdür. “Artık yeni şeyler
söylemek lazım! Hayatın yeni dokunuşlara,
edebiyatın yeni heyecanlara, yeni
söyleyişlere ihtiyacı var.” çıkışıyla bir nevi
bu dergiyi çıkarmaktaki amacımızı ortaya
koyduk. Dahası “yinelemeden” bir
“yeni”nin peşindeyiz. “Güneş altında
söylenmemiş söz yoktur.” inancına karşı
“Güneş altında söylenmemiş söz var.”
dedik. Biz o sözün peşindeyiz. Bir sürü
lakırdının laf kalabalığının arasında
“edebice bir söz” söyleyebilmenin
çabasındayız. Edebiyat ve sanat dünyamız
bir bayağılık ve basitlik çukuruna
gömülmüş durumda. Bu bayağılık ve
basitlikten mümkün olduğunca uzak
durarak, hem edepli hem edebi bir yol
tutmanın hesabındayız. Sorunuzda
belirttiğiniz gibi aslında bir “ihtiyaç”tan
doğdu Edebice…
SORU 3-
Aynı cemiyet içinde bir anda bu kadar
çok dergi çıkartma ihtiyacı sizce
nereden doğdu?
GENCAY
47
Fikir, düşünce ve verimlerimizi aynı cephe
ve cemiyetin içine hapsetmeyi düşünmek
hatadır bizce. Beslendiğimiz kaynaklar
ortak olabilir ama bazen hedefler farklı
olabilir. Bizimle aynı duygu ikliminde olan
ve gayet başarılı bulduğumuz dergilerimiz
var. Bunların varlığı bizim gücümüze güç
katar ve ayrıca bizim varlığımız da onlara
güç verecektir. Sonra fikirlerimizin
zirvelerde temsili için birçok koldan
ilerlemek gerekmez mi? Bizim bu dergi
fikrimiz çok önceden beridir var aslında.
Kısmet bu zamanaymış. Edebice yayın
hayatına başladığında hakikaten hem
kardeş hem de tabir yerindeyse rakip
denebilecek birçok dergimiz vardı. Ama
biz bu durumdan çok memnunuz. Olması
gereken tam da budur aslında. Edebi bir
canlılık, çoğalma ve üretmedir bu bolluk…
SORU 4-
Camiamızın okuma durumu ortada. Bu
konuda çok da parlak bir seviye
olduğumuz söylenemez, ne yazık ki…
Eğer derginizin tirajı düşerse benzer
dergilerle güç birliği yapmayı düşünür
müsünüz?
Camiamızın okuma durumundan ziyade
ülkemizin okuma durumu ortada. Okuma
oranları ile hareket edersek hiçbir kesimi
harekete geçiremeyiz. Parlak bir seviye
yakalamak için insanları okuma ve
yazmaya yönlendirmek gerekiyor.
Çevremizde okuma yazma ile meşgul
olmayanlarda, bizlerin bu meşguliyetini
gördükçe, üretme isteğimizi gördükçe, bu
ihtiyaç hâsıl olacaktır. Bunun yani
insanları okumaya sevk etmenin başka
yolu var mı? Bizim tiraj endişemiz yok.
Çünkü çok büyük beklentilerle başlamadık
Edebice’ye. Biz işimizi iyi yapalım,
dergimizi kaliteli çıkaralım yeter. İyi bir
ekibimiz var. Her şey, tiraj ve para değil
inanın. Derginin basım maliyetini
karşıladıktan sonra gerisi çok da önemli
değil. Benzer dergilerle tirajımızın
düşmesi durumunda değil, her zaman
işbirliği yaparız. Mesela dergimizin bazı
yazarları bize yazı verdiği gibi size ve
diğer dergilerimize de yazı gönderiyor. Bu
bir işbirliği değil midir?
SORU 5-
Genellikle sayılarınızda bir konu
üzerine yoğunlaşmak yerine dağınık
konular işlemeyi tercih ediyorsunuz.
Sizce bu okunurluğu arttırıyor mu
yoksa azaltıyor mu?
İlk sayımızda böyle bir yol izledik, bu yolu
birkaç sayı daha takip edeceğiz. Zira
dergicilik de “dosya” hazırlamak büyük bir
emek, çaba, birikim ve kadronun
ürünüdür. İlk sayıdan bir dosya ile
okuyucunun karşısına çıkmak çok da
anlamlı olmazdı bence. Zaten şuan yayın
hayatını sürdüren köklü dergilerimiz de
her sayılarında dosya yapmıyorlar. Dosya
ihtiyacı döneme ve zamana göre şekillenir,
yazı kurulunun kararıyla ortaya çıkar. Bir
dosya ile okuyucu karşısına çıkmanın
okunurluğu doğrudan etkileyeceğini
düşünmüyorum. Derginin yazar kadrosu,
yazı kalitesi ve tanıtımıyla okunurluğu
arasında doğrudan bir ilişki vardır. Dosya
hazırlamak dergicilikte elbette önemlidir.
Ancak olmazsa olmaz değildir.
SORU 6-
Derginizde bayan yazar arkadaşlara
çok fazla rastlamıyoruz. Bu camiamızın
eksikliği mi yoksa sizin seçiciliğiniz mi?
GENCAY
48
Siz bu soruyu soruncaya kadar daha önce
dergilerin yazar kadrosunda kaç bayan,
kaç erkek var diye bakmamıştım. Biz
dergimize gelen yazıların yazarlarının
bayan ya da erkek oluşuna değil, yazının
ağırlığına, edebi ve sanatsal boyutuna
bakıyoruz. Biz ilk sayımızda bir ressam
arkadaşımızla birlikte 7 bayan yazar ve
şairimize yer vermişiz. Bu vesileyle köklü
diyebileceğimiz Türk Dili ve Türk
Edebiyatı dergilerinin yazar kadrolarına
baktım. Mesela Türk Dili dergisinin Ocak
2016 sayısında 6 bayana, Türk Edebiyatı
dergisinin son sayısında (Mayıs 2016) 7
bayana yer verilmiş. Yani bayan yazar, şair
veya çizer sayıları genelde dergilerimizde
düşük. Bunu camiamızın bir eksikliği
olarak kabul etmek mümkündür ama
bayanlarımızın edebi alanda daha az
görünmesinin başkaca sebeplerinin
olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.
Mesela bizim bayanlarımız edebiyata karşı
biraz daha ilgisiz. Genelleme doğru değilse
de rakamlar ortada. Gelen yazılar arasında
biz özellikle erkekleri seçmiş değiliz. Hem
böyle bir “seçicilik” nasıl olabilir?
SORU 7-
Yazar kadronuzu neye göre
belirliyorsunuz? Yani, alanında uzman
yazarların olmasına önem veriyor
musunuz?
Yayın kurulumuz gönüllülük esası
çerçevesinde bir araya gelmiş birbirinden
değerli arkadaşlarım ve hocalarımdan
oluşuyor. İlk sayımızda birçok yazara biz
teklif götürdük. Bu yazarlar, daha önce
yazı deneyimi olan usta isimler genelde.
Bunun yanında e-posta hesabımıza gelen
yazıları da değerlendirip uygun olanları
dergimizde yayımladık. Edebi ve sanatsal
yönü olan yazıları değerlendirmeye
çalışıyoruz. Kendini ispat etmiş, uzman
yazarlarımızın dergimizde yazıyor oluşu
da bizim için oldukça önemlidir. Ama
dediğim gibi dergimizde sadece tanınmış,
usta isimler olsun istemiyoruz. Bunların
yanında duygu ve düşüncelerini ifade için
zemin arayan genç kardeşlerimize de
dergimizde yer veriyoruz.
SORU 8-
Derginizdeki akademik yazıların
bilimsellik seviyesini hangi düzede
buluyorsunuz? Bu seviyeyi daha (da)
yükseltmek için neler yapmayı
düşünüyorsunuz?
Biz dergimizin hazırlık aşamasında
arkadaşlarımızla şu sorunun cevabını
aradık: Edebice, akademik bir dergi mi
olmalı yoksa edebiyat ve sanatla uğraşan
az çok okuyup yazanların da ilgi
gösterebileceği bir dergi hüviyetinde mi
çıkmalı? Dergimizin şekillenmesinde de bu
soru belirleyici oldu. Edebice, bir
akademik dergi olmayacaktır, ancak
akdemi çevrelerinin de takip edebileceği
bir dergi olmalıdır. Yani Edebice’de,
yazacak bir şeyi olan herkes, edebi
ölçülerde, estetik yanı olan her yazı
kendine yer bulabilir. Bu yazıyı bir liseli
genç de yazmış olsa biz onun yazısını
yayımlarız. İnsanlar dergiyi okudukça ve
dergiye yazdıkça akademik düzeyleri
artacaktır inanın. Dolayısıyla dergimiz
sadece akademik çevrelere hitap eden bir
dergi olmadığı için derginin akademik
boyutuyla ilgili de herhangi bir tasarrufta
bulunmaya gerek yoktur. Akademik
düzeyde bir makale de dergimiz
sayfalarında kendine yer bulacaktır. Bu
yazıların bilimsellik boyutunu da
GENCAY
49
dergimizin yayın kurulundaki
akademisyen yazarları ölçüp
tartacaklardır.
SORU 9-
Yazar kadronuz sabit mi yoksa yeni
yazarları da değerlendiriyor musunuz?
Yazar kadromuzda kemikleşmiş bazı
isimler elbette olacaktır. Ancak her sayıda
aramıza yeni isimler katılacak. Mesela yeni
sayımızda birçok yeni isim aramızda
olacak. Dolayısıyla sabit bir yazar
kadromuz var diyemeyiz.
SORU 10-
Dergilerin içeriğine ek olarak dizgisi ve
tasarımları okunurluğu etkiler mi?
Derginizi hazırlarken tasarım
açısından nelere dikkat ediyorsunuz?
Derginin gerek kapağı gerekse iç tasarımı
çok önemli. Kapağın ilgi çekici, alışılmışın
dışında olması okuyucunun dikkatini
çekecektir. Mesela, bir kitapçıda hakkında
hiçbir fikrimizin bulunmadığı kitaplara
bakarken en çok dikkatimizi ne çeker?
Kitap kapağı satış ve okunurluğu etkileyen
en önemli faktörlerden biridir. O yüzden
profesyonellik başarının ilk anahtarıdır.
Profesyonel tasarım da derginin albenisini
arttırır.
SORU 11-
Basılı dergilerin geleceği hakkında
neler düşünüyorsunuz?
Birçok alanda olduğu gibi basılı
yayınlarımız da dijital ortama ve sanal
âleme yenik düşüyor. Her türlü bilgiye
internet ortamında ulaşılıyor ve e-dergi, e-
kitap ortamlarının yaygınlaşmaya
başlaması basılı yayınların, gazetelerin
satış oranlarını düşürüyor elbette. Fakat
ben, kağıda basılmış bir kitabın, bir
derginin ve bir gazetenin hükmünü yakın
zamanda kaybedeceğini düşünmüyorum.
Bu konuda dergimizin ilk sayısında
yayımladığımız “Neden Edebice?” adlı
bildirimizde şöyle demiştik: “Sanal dünya
birçok kıymeti yok ediyor, birçok geleneği
öldürüp, bazı edebî türleri de mazide tatlı
bir anı olarak bırakıyor. Özelde edebiyat
dergiciliği genelde bütün basılı yayımlar
yavaş yavaş bu kaçınılmaz sona doğru
gidiyor. Bunun farkındayız. Ama usta bir
şairin kaleminden çıkmış bir şiiri bir dergi
ya da kitap sayfalarına dokunarak, kitabın
veya derginin kendine has kokusunu içine
çekerek okumanın keyfini, hangi internet
sitesi, hangi sanal sayfa verebilir? Bazı
alışkanlıklar başımıza sıkıntı getirebilir
ama güzel alışkanlıklarımızın değişmesine
gönlümüz razı olmuyor ve edebî
ürünlerimizin dergi ve kitaplardan
basılması alışkanlığımızı değiştirmeyecek
ve “edebîce” olarak bu değişime sonuna
kadar direneceğiz.” Dediğimiz gibi biz bu
değişime sonuna kadar direneceğiz.
SORU 12-
Son olarak, bir e-dergi olarak 52 sayıyı
geride bırakmış olan Gencay Dergisi
hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Geleceği hakkındaki olumlu ve/veya
olumsuz düşünceleriniz nelerdir?
Gencay’ı en başından beri takip eden biri
olarak ben, bu derginin konumunu Türk
toplumunun süreli yayınlarla ilişkisi
bağlamında düşündüğümde umut verici
olarak görüyorum. Bu umudumun en
büyük kaynaklarından biri de dergide rol
alanların bir kısmını tanımam, onların
GENCAY
50
hevesini ve içtenliğini biliyor olmam.
Dergi yayıncılığı bir arz-talep
meselesinden çok öte görünüyor bana.
Daha çok, dergiyi sırtlayanların hevesi onu
ticari yayıncılıklardan apayrı bir yerde
düşünmeyi gerektirir. Gencay ekibindeki
duyarlılık ve kararlılık “Toplumsal ya da
ekonomik koşullar ne olursa olsun…”larla
başlayan cümleler kurabilme fırsatı
veriyor. Bu da en başında söylediğim gibi
umut veriyor.
GENCAY
51
İHTİMAL DERGİSİ İLE SÖYLEŞİ Gencay Dergisi Editör Ekibi
Sevgili İhtimal ailesi; Türk Milliyetçiliği
fikrine sunduğunuz katkıların daha geniş
kitlelere duyurulması konusunda biz de
katkı sunmak amacıyla sizinle bir söyleşi
yapmak istedik. Bu anlamda söyleşi
teklifimizi kabul ettiğiniz için Milli
Düşünce Merkezi Gencay Grubu ve Gencay
Dergisi adına teşekkür ederiz.
SORU 1-
Derginizin içeriği nedir?
(İhtimal Dergisi Adına Genel Yayın
Yönetmeni Haydar Barış Aybakır)
İlk önce ben İhtimal Dergisi adına, bize
sunduğunuz bu imkân ve temennileriniz
için sizlere teşekkür etmek istiyorum.
Dergimizin içeriğine gelince, bu konuda
uzaktan bakıldığında çok ketum
durduğumuz söylenebilir. Genel olarak
bizimle benzerlik arz eden dergiler, kültür
& sanat, fikir & kültür, fikir & edebiyat ve
benzeri kavram bütünlükleri ya da
ilişkileri içerisinde çerçevelendirilmekte /
sınırlandırılmakta.
Biz böyle bir ifade kullanmadık; iki aylık
süreli yayın olarak tanıttık kendimizi.
Dikkat ederseniz derginin içeriğini de
kapağa taşımadığımızı görürsünüz. Bu
anlamda biraz farklılık kattığımız açık ve
elbette merak uyandırdığımız da… Ancak
neden bunu yapıyoruz sorusuna
vereceğimiz cevap, dergiyi okuyucusuna
saklamak olacaktır.
SORU 2-
Neden böyle bir dergi çıkartma ihtiyacı
duydunuz?
Bizim İhtimal Dergisi’ni çıkarmaktaki
amacımız, alınması gereken bir tavrın
gerçekleşebileceği koşulların
oluşturulmasına yardımcı olmak. Bir
duruş sergilemeye çalışıyoruz ve bu
tutumun şaşırtıcı olduğunun gayet
bilincindeyiz. Lakin bizim manifestosuz,
büyük laflar etmeden, büyük anlatılara
yaslanmadan yola çıkışımızdaki gaye de
bu.
Şu an içinde bulunduğumuz camia kendini
arıyor desek, çok da yanlış bir söz
söylemiş olmayız. Bu bizim kanaatimiz
değil, tespitimiz. Bir paradigma değişimi
söz konusu ve belki de bunu en sancılı
yaşayan bizleriz. Muazzam bir saldırı
altındayız ve savunmaya geçmenin yenilgi
olduğunun da gayet bilincindeyiz.
Karşımızda iki yol vardı, ya sırtımızı
GENCAY
52
dönüp gidecektik, bütün bu yaşananlara
kayıtsız kalacaktık ya da biz de
saldıracaktık ki bizden de istenen buydu.
Hayır, bunlar bize dayatılan, daha biz yola
çıkmadan yürümemiz için önümüze konan
yollardı. Kabul etmedik; kendi yolumuzu
açalım istedik. İhtimal Dergisi, bu yolun
açılma mücadelesidir bir bakıma.
Ayağımızı bastığımız toprağın yabancısı
olmuşuz. Zemin her geçen gün ayaklarımız
altından biraz daha çekiliyor ve bizler
adeta boşlukta savruluyoruz. Aksini iddia
edebilecek var mı? Hangi görüş olursa
olsun bu böyle. Biz böyle bir ortamda
birincisi yolunu kaybettiğimiz “Ev”imizi
arıyoruz, daha da önemlisi kendimizi
arıyoruz. En nihayetinde bir “yer”
tutuyoruz ya da tutmaya çalışıyoruz.
Şimdilik İhtimal Dergisi ile çıktığımız
yolun yolcusuyuz.
SORU 3-
Aynı cemiyet içinde bir anda bu kadar
çok dergi çıkartma ihtiyacı sizce
nereden doğdu?
Bir kere bu muazzam bir şey, bunu itiraf
etmeliyim. Çok değil, bundan bir yıl önce
herhangi bir kitabevine girip dergi
raflarına göz gezdirdiğimizde bizden çok
bir şey bulamıyorduk ama artık öyle değil.
Kendimizi ifade etmede yetersiz
kalıyorduk. Burada iki durumdan
bahsedilebilir. Birincisi, Allah’tan böyle bir
şey yaşanmadı ama kendini ifade
edemeyen tepkiler, ancak şiddet yoluyla
açığa çıkar ki bu da kimsenin istemediği
bir şeydir. Hiç olmazsa biz istemiyoruz
veyahut farklı kesimlerle dirsek temasına
geçilir. Bizde daha çok farklı kesimlerle
dirsek teması söz konusuydu. Çok şükür
artık neredeyse her alanda dergilerimiz
var. Artık kimsenin mazereti olmayacak,
çok yoğun olmanın dışında (gülüyor).
Burada şunu da ifade etmek istiyorum.
Malum “çözüm süreci” rafa kaldırıldıktan
sonra ya da “boz dolabına” ya da her
nereye ne yapıldıysa; bu süreçten sonra
yaşananlar karşısında, milliyetçi bir
tepkinin ortaya çıkması, milliyetçiliğin
yükselmesi çok doğal. Bunu sürekli
pompalayan bir irade de söz konusu. Daha
dün milliyetçilikleri ayaklarının altına
almaya çalışanlar bugün neredeyse bizden
daha milliyetçi olacaklar. “İnsan hayret
ediyor doğrusu”. Ancak ben dergiler
konusunda böyle düşünmüyorum, bir tek
neden olarak bunu görmüyorum ya da
buna indirgemek istemiyorum. Biz
istenildiğinde ortaya çıkan, istenildiğinde
kabuğuna çekilen bir kesim falan değiliz.
Biz Türkiye’nin ta kendisiyiz. Bizi bugüne
kadar başka başka şeylerle meşgul
ediyorlardı, halen de ediyorlar. En
basitinden arkadaşlarımızın rızık endişesi
var. Böyle bir şey olabilir mi ya Hû?! Ben
biraz da bu çıkışmayı, açıkçası bir rest
GENCAY
53
çekme olarak görüyorum. Bu, sadece bir
dergicilik faaliyeti değildir. Bu, dünyada
yaşanabilecek en iyi yerin Türkiye olması
duasıyla yola çıkanların türküsüdür. Bize
de bu türküyü hep beraber çığırmak
kalıyor. Çığırmak dedim, bizim köyde öyle
derler. Kimseye boyun bükmeden, ağız
eğmeden, ona buna kavuk sallamadan
birbirimize ait insanlar olarak şerefimizi
koruyarak ve yükselterek yaşamak
istiyoruz.
SORU 4-
Camiamızın okuma durumu ortada. Bu
konuda çok da parlak bir seviye
olduğumuz söylenemez, ne yazık ki…
Eğer derginizin tirajı düşerse benzer
dergilerle güç birliği yapmayı düşünür
müsünüz?
Bir önceki sorunuzla birlikte şunu da
söylemek istiyorum. Malum siz de
belirttiniz, bir anda cemiyet içerisinde
birçok dergi çıkmaya başladı. Bir kere bu
piyasa şartları bizleri rakip olarak
kodluyor, burası kesin. Yine bu piyasaya
göre hareket edildiğinde herkes kendi
pazar payını arttırmanın, kârını
azamileştirmenin derdine düşer. Nitelik
yerini niceliğe bırakır ve tek bir amaç
ortaya çıkar “tekel”. Bu kesimde bir tek biz
olalım, herkes bizi bilsin, bizi görsün...
Evet, piyasa şartları altında hareket
edilirse diğer kesimlerden de bildiğimiz
üzere böyle içler acısı bir hale düşülür.
O yüzden biz İhtimal Dergisi olarak, evet
bu piyasa içerisindeyiz ama bu piyasanın
bizi belirlemesine, konumlandırmasına
karşı da mücadele ediyoruz. Bu yüzden
kimseyi rakibimiz olarak görmediğimizi,
aksine bu çeşitliliğin bizim gücümüze güç
kattığına inandığımızı belirtmek isterim.
Tabi bu çeşitlilik, sevgili okuyucularımızı
biraz yoracak, lütfen kusurumuza
bakmasınlar. Bu noktada, sizin de ifade
ettiğiniz gibi ülkemizde okuma durumu da
ortada. Bunu yıkacak olan da yine bizleriz.
Çeşitli projeler geliştirilebilir, farklı şeyler
denenebilir. Zaten biz de bunun için varız,
öyle değil mi? Şöyle düşünmeliyiz; daha
fazla okuyucu ile buluşmak için ortak neler
yapılabilir? Evet, her dergi gibi bizim de
illa ki bir tiraj kaygımız var, bunu kimse
inkâr edemez. Ancak biraz önce de
söylediğim gibi bunu salt bir maddi getiri
olarak görmüyoruz. Biz, insanlara
ulaşmayı hedefliyoruz.
SORU 7-
Yazar kadronuzu neye göre
belirliyorsunuz? Yani, alanında uzman
yazarların olmasına önem veriyor
musunuz?
SORU 9-
Yazar kadronuz sabit mi yoksa yeni
yazarları da değerlendiriyor musunuz?
7. VE 9. SORULARIN CEVABI
GENCAY
54
İhtimal Dergisi olarak bizimle ortak
paydada yer alabilecek herkese açık
olduğumuzu belirtmek isteriz. Kendi içine
kapalı bir cemaat değiliz. En nihayetinde
memleket hassasiyeti taşıyan insanlarız ve
bu hassasiyetimizi farklı bir şekilde dile
getirmeye çalışıyoruz. Buradaki farklılık
lütfen yanlış anlaşılmasın, kendimizi
beğenmek, kendi kafamıza göre iş
çıkarmak değil; çünkü böyle de
anlaşılabiliyor ve biz buna gerçekten çok
üzülüyoruz. Belki denilebilir ki bu konuda
kendimizi ifade edemedik. Olabilir ama bir
yıla yaklaştık, artık bizim yaptığımız işe de
önyargıyla bakılmasın lütfen. En başından
itibaren bu camia içerisinde çeşitliliğin
olmasını bir zenginlik olarak görüyoruz.
Yazar kadromuzu da belirleyen bu
çeşitliliktir. Takdir edersiniz ki milliyetçi
düşünce bir kesimin ya da bir kişinin
tekelinde değil.
Bu minvalde tek bir görüş doğrultusunda
değil de bu çeşitliliği belirli hassasiyetleri
ve aralarındaki dengeyi de gözeterek ortak
bir potada buluşturuyoruz. Bu alandaki
birikimi ve tecrübeyi de hesaba katarak,
kılavuz edinerek herkesin kendi alanında
konularını gündeme taşımasını ve bu
gündemlerini okuyucu ile buluşturmasına
yardımcı olmaya çalışıyoruz. Konuları
akademik alandan daha popüler bir alana
yeni nesil bir dergi ile taşıma gayreti
içerisindeyiz. Böylece hem daha geniş bir
kesime hitap etmek hem de yeni nesil ile
dergimizi buluşturmak istiyoruz.
Genelde yazar kadromuz akademide yer
alan, az önce de ifade ettiğim gibi kendi
konularında uzmanlıkları olan,
çalışmalarını büyük bir titizlikle sürdüren
insanlardan oluşmakta. Sabit bir kadrodan
ziyade sürekli değişebilen bir kadromuz
mevcut. Bu bizim en büyük avantajımız.
Her sayıda yeni yüzleri aramıza katmaya
ve onlarla bu birlikteliği sürdürmeye
çalışıyoruz. Yeni arkadaşlarımızla
tanışıyoruz, bu çok heyecan verici bir
duygu. Birçok yeni ismi dergimiz
vasıtasıyla yayın hayatına katma telaşemiz
var.
SORU 6-
Derginizde bayan yazar arkadaşlara
çok fazla rastlamıyoruz. Bu camiamızın
eksikliği mi yoksa sizin seçiciliğiniz mi?
İşte bu çok güzel bir soru. Her dergi
çıkmadan ve çıktıktan sonra aksatmadan
bir değerlendirme toplantısı yaparız. Bu
toplantılarda hep dile getirdiğimiz en
önemli konu da bu olmakta. Dergide kadın
yazarların yer almasını istiyoruz ama bu
da kendi iradeleri ile olacak bir şey. Biz, bu
konuda uygun ortam ve şartları
sağlamakla mükellefiz, bunun dışında
yapacaklarımız etik olmaz. Bu konuda çok
hassasız. Eğer onların iradesi olduğunu
kabul ediyorsak, onları yönlendiremeyiz.
Bu saygısızlık olur. Türkiye’de kadına
bakış ana kimliğini bir türlü aşamıyor yani,
bunu aşağılamak için falan söylemiyorum
ama erkek tarafından bir konumlandırma
söz konusu. Erkeğinin arkasında
yürüyecek, doğuracak, çocuklarına analık
yapacak, evde duracak… Hayatımıza
nereden sirayet ettiği malum fakat bunun
din ile falan da alakası yok. Her kesim için
bu aynı. Biz bunu aşma gayretindeyiz ve
gösteriş olsun diye de yapmıyoruz. Bizim
dünya telakkimizde kadının yeri bellidir ve
bunu belirleyen de yine kendisidir.
Şimdiye kadar bir arkadaşımız yazıyordu,
bundan sonra iki arkadaşımız daha
GENCAY
55
aramıza katılacak. İhtimal Dergisi olarak
bu sayının artmasını çok olumlu
bulduğumuzu belirtmek isterim.
SORU 5-
Genellikle sayılarınızda bir konu
üzerine yoğunlaşmak yerine dağınık
konular işlemeyi tercih ediyorsunuz.
Sizce bu okunurluğu arttırıyor mu
yoksa azaltıyor mu?
SORU 8-
Derginizdeki akademik yazıların
bilimsellik seviyesini hangi düzede
buluyorsunuz? Bu seviyeyi daha (da)
yükseltmek için neler yapmayı
düşünüyorsunuz?
5. VE 8. SORULARIN CEVABI
Dergimizde dosya konusu hazırlamayı
gündemimize almadık. İleride ne olur
bilemem; çünkü kararları ortak alıyoruz
ama şu an için böyle bir şey düşünmedik.
Bir konu üzerine yoğunlaşarak okuyucuyu
da o konu üzerine sabitlemeyi açık
konuşmak gerekirse sıkıcı buluyoruz. Biz,
biraz daha rahat okunabilen, herkesin
kendisinden bir şeyler bulabileceği bir
dergi ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu
dağınıklık olarak anlaşılabilir. Aslında öyle
değil. Her sayıda en az iki röportaja yer
veriyoruz ve bir de “Kürsü” adı altında bir
bölümümüz var. Kürsü bölümünde bir
akademik makale veya daha çok bir
sempozyum bildirisi oluyor. Genelde
sempozyumlarda sunulan çok değerli
metinler maalesef o sempozyum
kitapçıklarında kalıyor ve unutuluyor.
Sadece konunun ilgilisi ulaşırsa, kaldı ki bu
da yine akademik bir alan için geçerli bir
durum, okunuyor. Biz Kürsü Bölümüyle
şöyle bir şey amaçladık: bu metinleri genel
okuyucu ile buluşturmak, böylece tekrar
okunmasını sağlamak.
Dergimizde sabit olan röportaj ve kürsü
bölümümüz aslında yazıları da konularına
göre bölmekte. Biz bu sayfaları
isimlendirmedik. Dediğim gibi okuyucu
rahat bırakmak istiyoruz, aslında okuyucu
da bizden bunu talep ediyor. Bu dağınık
olmaktan ziyade bir bütünlüğün olduğunu
gösterir. Yenilikten kastettiğimiz de biraz
da böylesi uygulamalar aslında.
Akademik makalelere ya da sempozyum
bildirilerine sadece Kürsü Bölümü’nde yer
veriyor görünüyor olabiliriz ama aslında
dergide yer alan bütün yazılar akademik
bir ciddiyet ve entelektüel titizlikle işlenen
yazılardır. Lakin akademinin dili toplumla
buluşamadığı da bir gerçek, akademinin
dili toplumla buluşma noktasında çok
yetersiz. Bunda toplumun suçu yok, bu
toplumu oluşturan herkes biriciktir.
Akademidekilerin kendilerine çeki düzen
vermesi gerekiyor. Şu anda akademi
denilen camia, içinden çıktığı toplumun
çok uzağında ve kültürüne çok yabancı,
soğuk duvarlarının ardında ruhsuz ve
cansız bir yapı arz etmekte. İşte biz, bunu
kendimize sorun ediyoruz ve bu uzaklığı
yakın etme gayretindeyiz. Bunda ne kadar
başarılı olabiliyoruz göreceğiz. Bu da bizim
sınavımız.
SORU 10-
Dergilerin içeriğine ek olarak dizgisi ve
tasarımları okunurluğu etkiler mi?
Derginizi hazırlarken tasarım
açısından nelere dikkat ediyorsunuz?
Dergi tasarımında biraz daha yeni nesil
dergi tasarımlarından yana tercihimizi
GENCAY
56
kullandık. Bizim tarzımızda çıkan dergiler,
daha çok klasik tarz diyebileceğimiz bir
dergi tasarımını tercih ediyor. Türkiye’de
örneği de çok yok. Okuyucu alıştığı bir
tarzdan yeni nesil diyebileceğimiz bir
dergi tasarımı ile buluşturmak ve bu
konuları işlemek, açıkçası biraz riskliydi
de. Nasıl bir şey ile karşılaşacağımızı biz
de bilmiyorduk ama durum olumsuz da
olmadı. Benimsendi ve karşılık buldu. Bu
çok güzel bir şey yani, muhatabımız
yeniliğe açık. Bunu tecrübe ettik. Dergide
yer alan yazıların daha anlaşılır kılınması
ya da çekiciliğini arttırmak amacıyla
konuyu anlatan görsellerden
faydalanıyoruz. Bunu ne kadar iyi
yapabiliyoruz, bu tamamen okuyucunun
takdiri ama şimdiye kadar bu konuda
olumsuz bir geri dönüş almadık. Aksine
olumlu karşılandı diyebiliriz.
SORU 11-
Basılı dergilerin geleceği hakkında
neler düşünüyorsunuz?
Ben bu konuda açık konuşmak gerekirse
biraz muhafazakârım (gülümsüyor). Basılı
dergilerin geleceği çok aydınlık
görünmüyor, hafif teknolojiler ve buna
bağlı gelişen yayın hayatı yeni dönem
dergiciliğini de etkiliyor. Muhakkak bu
gelişmelerin getirileri de var, götürüleri
de. Maliyet açısından, okuyucu ile buluşma
açısından, belirli sınırlandırmalardan
kurtulmak anlamında olumlu gelişmeler
olduğu gibi dergiye yönelik ilginin
sabitlenememesi, katı olanın buharlaşması
gibi konuların havada kalması da
olumsuzlukları. Biz, dediğim gibi bu
konuda muhafazakâr bir tutum
sergiliyoruz; geriye bir şeyler bırakmak
istiyoruz. O yüzden basılı dergi konusunda
ısrarcıyız İhtimal Dergisi olarak.
SORU 12-
Son olarak, bir e-dergi olarak 52 sayıyı
geride bırakmış olan Gencay Dergisi
hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Geleceği hakkındaki olumlu ve/veya
olumsuz düşünceleriniz nelerdir?
Gencay Dergisini ilk günden beri takip
etme şansımız oldu. Tek cümleyle "bir
başarı öyküsüdür". İnancın, idealizmin,
“paramız olmadığı için dergi
çıkaramıyoruz” bahanesine en büyük
darbesi olmuştur Gencay Dergisi. "Yeter ki
sen samimi ol kardeşim!" demiştir genç
nesle. Ne de güzel etmiştir. Mesela,
şimdilerde ismini çokça duyduğumuz eli
kalem tutan arkadaşlarımızın pek çoğunun
buradan yetiştiğini söylemek abartı
olmayacaktır. Hatta derginin gördüğü
işlevi en iyi şekilde somutlaştırmış
olacaktır. Gencay adına pek çok şey daha
söylenebilir. Ancak son olarak şunu
söyleyebiliriz ki bir gün üzerine akademik
çalışmalar yapılacak bir dergidir.
GENCAY
57
DERGİCİLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME Burçin ÖNER
“Okuyabiliyor musun? Öyleyse anlamalısın.
Yazabiliyor musun? Öyleyse bir şeyler
bilmelisin. İnanabiliyor musun? Öyleyse
kavramalısın. İstiyorsan zorunda olacaksın;
bekliyorsan ulaşacaksın ve tecrübeliysen
yararlanmalısın.”
Wolfgang Van Goethe
GİRİŞ:
İnsan, doğası gereği düşünür. Zaten onu
diğer canlılardan ayıran en büyük özellik
de budur. Zaman içinde ilkelden moderne
doğru olan bir evrilme ile toplumlaşma
bilincine ulaşan insan, düşüncelerinin
birinden diğerine farklılık gösterdiğinin ve
bu farklılığın da istemli yahut istemsiz bir
biçimde rekabete ve de üstünlük kurma
psikolojisine yol açtığının farkına
varmıştır. Bu farkındalık, kendisinde bir
takım “silah”lar edinmek zorunluluğu
doğurmuştur. Bu silahlanma şekillerinden
biri de “ikna ve metotları” olarak
karşımıza çıkmaktadır.
İkna ve ikna teknikleri insanlık tarihi
boyunca çeşitli amaçlar için çeşitli
biçimlerde kullanılmıştır. Liderlerin
güçlerini anlatmak ve kabul ettirmeleri
için, din adamları dinlerini başka insanlara
yaymak için, politikacılar toplum üstünde
baskı yaratmak ve toplumu istenilen
davranışa yönlendirmek için ikna ve ikna
tekniklerini her zaman kullanmışlardır
(Şahin, 2010).
Geçmişten günümüze kullanılan ve
kullanılmasına devam edilecek olan ikna
kavramına ilişkin yapılmış birçok tanım
bulunmakla beraber Brembeck ve
Howell’e (1952) göre ikna “önceden
belirlenmiş sonuçlara ulaşmak amacıyla,
bilinçli olarak, insan güdülerinin
manipülasyonu yoluyla düşünce ve
eylemlerin değiştirilmesi girişimi”dir
(Yüksel, 2001). Burada biz, değiştirilmesi
ifadesinin yanına geliştirilmesi ifadesini de
eklemekte fayda görmekteyiz.
İkna hedef kitlede yeni bir tutum
geliştirmek, hedef kitlenin var olan
tutumunun şiddetini arttırmak ya da
azaltmak, hedef kitlenin var olan
tutumunu değiştirmek amacı ile
yapılmaktadır (Şahin, 2010).
İkna kelimesi Arapçadan Türkçeye
kandırma şeklinde geçmiş olsa da yapıcı
olarak ve tüm gücüyle kullanıldığında,
“satış” (Burada fikir satma anlamında
kullanılmıştır.) ve aldatmanın da tam
tersidir. Günümüzde iknanın bir baskı ve
zorlama tekniği olmadığı vurgulanmakla
birlikte bir bilim dalı olarak da
ilgilenilmektedir.
Biz bu makalede ikna yöntemlerinin
kullanılma sahalarından biri olan
“dergicilik” üzerinde duracağız ve özelde
Cumhuriyet tarihinden bu yana
dergicilikte milliyetçilik anlayışına farklı
bir pencereden bakmayı deneyeceğiz.
GENCAY
58
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’DE
DERGİCİLİK VE MİLLİYETÇİLİK ALGISI
Osmanlı Devleti’nin son döneminde
yaşanan ve dergiciliğe de yansıyan kimlik
arayışı Cumhuriyet’in ilânı ile birlikte ulus-
devlet algısının benimsendiği bir dönem
ortaya çıkmış ve bu kimlik tanımlamasıyla
birlikte dergicilikte, daha ayakları yere
basan bir tavır benimsenmiştir.
Cemal Süreya, Cumhuriyet sonrası
dergicilik anlayışını şu şekilde
değerlendirmektedir: “Son elli yılın
dergilerine çok tepeden bakıldığında
edebiyat sorunlarının altında bir Türk
düşüncesinin ne olması gerektiğinin
yoklandığı, uygarlık sorununun ele
alınmak istendiği görülür. Edebiyat
kavramlarının yanı sıra 1930'lara kadar
tarih terimleriyle, 1940'lara kadar felsefe
terimleriyle konuşulmaktadır;
1950'lerden sonra toplumbilim terimleri,
1960'tan sonra da ekonomi terimleri öne
gelecektir” (Süreya, 1976).
Cumhuriyet sonrası dönemin ilk on yılında
dergicilik faaliyetlerinin arttığı
görülmektedir. Osmanlı Türkçesinden
ulusal dile geçişte TDK, kelimeler için
yapacağı değişim için dergilere ilan
vermiş, okuyuculardan öneri almış ve
birçok kelime de bu okuyucu tavsiyesi ile
dilimize girmiştir. Bu ve bunun gibi
faaliyetler, 1923’lü yıllarda dergiciliği
önemli kılmıştır (Bahadıroğlu, 2015).
Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümüne kadar
Türkiye’de bir milliyetçilik ideolojisi
hâkimdi. Türkiye, daha yeni olan Türk
inkılaplarına alışmaya çalışıyordu ve bu
durum büyük bir coşku ile karşılanıyordu.
Bu coşku, Dergâh dergisinden başlayarak
Anayurt gibi dergilerde de sürmüştür. Bu
dergilerdeki millet sevgisi Atsız
Mecmua’da ve Orhon dergilerinde de
devam eder.
1940’lı yılların Türkiye’sinde, fikir ve
edebiyat hayatı, ikinci dünya savaşının
sosyal ve siyasal hareketliliğinden nasibini
almıştır. Özellikle 1960’lı yıllarda
entelektüel aydınlar arasında gittikçe
belirginleşecek olan kutuplaşmanın ilk
belirtilerini bu dönemde görüyoruz. Bu
ayrışmalar, farklı dünya görüşlerinin
savunulduğu fikrî ve edebî muhitlerin
ortaya çıkmasına zemin hazırlamış, sağ ve
sol eğilimli bazı yeni yayın organları boy
göstermiştir. Fakat dergi ve gazetelerde
görülen bu çeşitlilik, düşünce
yelpazesindeki genişlemeye denk düşen
çoğulcu bir basın ortamı ile alakalı
değildir. Tek Parti yönetimi, savaş
sırasında bir denge politikası izlemiş ve
bunun bir gereği olarak da bu yayınların
çıkartılmasına göz yummuştur (Gürkan,
1998).
GENCAY
59
Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türklerin
yaşadığı zorluklar, “İslamiyet öncesi
dönemde Türkler” gibi konular da son
derece dikkatli bir üslupla kaleme
alınıyordu. Örneğin Türkçülüğün en
önemli isimlerinden olan Nihal Atsız’ın
kendi adını taşıyan Atsız Mecmua’sı, keza
bu derginin kapatılışından sonra yine Atsız
tarafından çıkartılan Orhun adlı dergi,
1938 yılında Reha Oğuz Türkkan
tarafından hazırlanan Ergenekon adlı
dergi, Ağustos 1940’ta Celalettin Ezine
öncülüğünde yayına başlayan aylık Hamle
dergisi, Ağustos 1941 tarihinde haftalık
olarak yayınlanmaya başlayan Çınaraltı
dergisi, 1931 yılında yayını durdurulan
Türk Yurdu dergisinin 1942’de Zeki V.
Togan, Ferit Cansever, F. Tevetoğlu gibi
isimlerce yeniden canlandırılması, yazar
kadrosunu M. Feyzi Togay, Kadircan Kaflı,
Ahmet Caferoğlu, A. Zihni Soysal, Saadettin
Buluç, Fahrettin Çelik ve Ali Genceli’nin
oluşturduğu ve 1942 Temmuzunda çıkan
Türk Amacı dergisi bunlara örnektir
(Develi, 2009).
1960-1980 yılları arası, ideolojik
çeşitliliğin eylemsel bir boyut kazandığı
dönemler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu eylemselliğin fikri temellerinin
boyutlandırıldığı yerlerin başında yine
dergi faaliyetleri gelmektedir. Belirtilen
tarihler arasında Milliyetçi ideolojiyi
savunan dergilerin başında Toprak,
Bozkurt ve Devlet dergilerinin geldiğini
görmekteyiz. Bu dergilerin ortak
özellikleri arasında sahip oldukları
ideolojik görüş doğrultusunda “milli
devlet, güçlü iktidar” ilkesini esas almaları,
dış ve iç politika ile ilgili çalışmalar
yayınlamaları yer almaktadır. Yalnız
burada dikkat edilmesi gereken bir nokta
şudur: bütün bu dergiler dış politikada her
ne kadar “Dış Türkler”i ele alsalar ve
savundukları fikir göz önünde
bulundurulduğunda bu durum normal
görünse de her derginin farklı bir bölgeyi
ele alması ilgi çekicidir. “Örneğin; Toprak
dergisi Batı Trakya ve Türkistan
Türklüğü’nü; Bozkurt dergisi Kerkük,
Musul, Batı Trakya Türklüğü’nü; Devlet
dergisi Kıbrıs, Kafkas ve Balkan
Türklüğü’nün meselelerini Türk
kamuoyuna taşımışlar, dış Türkler konusu
Türk devletinin meselesi haline
getirilmeye çalışmışlardır (Öztürk, 2008)”.
1970-1990 yılları arasında yayınlanmış;
"milli düşünce tarzına sahip" dergiler
arasında Türk Yurdu, Töre, Milli Eğitim,
Milli Eğitim Kültür Dergisi, Milli Hareket,
Devlet, Milli Işık gibi dergiler yer
almaktadır. Aynı fikri temellere dayanan
bu dergiler milli ve manevi meseleleri hem
akademik hem sanatsal ve kültürel hem
siyasi hem de edebi açıdan ele almışlardır.
Belli noktalarda (milli eğitim gibi)
akademik çalışmalara da konu olan
dergiler milliyetçi fikriyatın hareketli
yıllarında mevcut nesle büyük katkılar
sunmuşlardır. Bununla da kalmayıp
milliyetçi camianın bugünkü yeni nesli de
düşünce dünyalarının pınarları olarak bu
dergileri görmekte ve
faydalanmaktadırlar.
Bu dergiler arasında Töre dergisi 2012
yılında yeniden canlandırılmaya
çalışılmıştır ancak çok da başarılı
olamayarak birkaç sayı sonunda yayın
hayatını sonlandırmıştır. Türk Yurdu
dergisi ise Türk Ocakları bünyesinde hâlâ
canlılığını korumaktadır.
GENCAY
60
Günümüzde ise milliyetçi cemiyet içinde
dergicilik faaliyetleri belli başlı noktalarda
varlıklarını sürdüyor olsalar da can çekişir
bir hâl almıştır. Toplumun en azından
önemli bir kesimine hitap edip etkinlik
kurmaları gerekirken hem bu konuda kısır
kalmaları hem de sayılarının az olması
düşündürücü bir boyut almaktadır. Bunun
bir sebebi camianın bir bölümünün
gündelik yaşamın hengâmesi içinde
boğuşuyor olmaları bir bölümünün de
akademik çalışmalara ağırlık verip o
yönde ürün ortaya çıkartma çabaları
olabilir. Dolayısıyla etki sahaları da
kısıtlanmaktadır. Ancak çok yakın bir
geçmiş incelendiğinde özellikle milliyetçi
camianın 18 - 35 yaş grubunu içine alan
genç kesim tarafından dergicilik
faaliyetleri yeniden filizlenmeye
başlamıştır. Yazımızın ana temasını da
içeren bu konu pek çok açıdan
değerlendirilmelidir.
Bu çoğalma, bir takım soruları da özellikle
bu çoğalmaya sebep olan gençlerin
akıllarına getiriyor. Bunlar; “Aynı fikri
yapıya sahip çok sayıda dergi iyi midir
kötü müdür?”, “Gençler kendi
jenerasyonlarından önceki nesilleri
ayrışmaları sebebi ile eleştirip birlik
mesajları vermeye çalışırken bu çoğalma
kendilerinde de bir ayrışmaya sebep
olabilir mi?” şeklindedir.
SONUÇ
Yukarıda belirtilen sorulara, yaşımızla
orantılı olarak uzun sayılabilecek bir
zamandır yazma eylemi ile iç içe olan,
çeşitli site ve dergilerde yazan ve yaklaşık
olarak iki buçuk yıldır editörlüğünü
yaptığımız Milli Düşünce Merkezi Gencay
Grubu tarafından çıkarılan Gencay
Dergisi’nin de yazarlığını yapan biri olarak
kendi düşüncelerimiz çerçevesinde cevap
vermeye çalışacağız.
Öncelikle söylenmesi gerekir ki yazımızın
giriş bölümünde Cumhuriyet’in
başlangıcından günümüze gelene kadar
yapılan milliyetçi dergicilik faaliyetlerine
değindik. Gördük ki aynı dönemler içinde
birden fazla dergi hem de birbiri ile
etkileşimi kuvvetli olan kişiler tarafından
çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu açıdan bir
değerlendirme yapılırsa birden fazla dergi
çıkartmak bir sorun teşkil etmemektedir.
Diğer yandan geçmişteki tecrübeler
dikkate alındığında bunun herhangi bir
ayrışmaya sebep olduğu da görülmemiştir.
Var olan ayrışmalar dergicilik konusunu
değil farklı temalı konuları kapsamaktadır.
Dolayısıyla yukarıda bahsi geçen sorular,
aslında kanaatimize göre geçmişte siyasi
ve konjonktürel açıdan ayrışma
psikolojisine giren grupların ortamlara
yaydıkları bir algı yönetiminin
tezahürüdür. Zira günümüz milliyetçi
gençliğinin en büyük özelliği, belki biraz Y
Kuşağı olmanın verdiği genetik kodlarla da
GENCAY
61
ilintili olarak “sorgulayıcı, eleştirel bir
bakış açısına sahip olmalarıdır.” Hepsinin
kendine ait düşünceleri, eylemleri ve
tavırları mevcuttur. Bu noktada yöntem
farklılıklarını benimsemelerine rağmen
aynı makro çatıda buluşabilme yetisine
sahiptirler. Ancak bu durumu
içselleştirememiş X ve öncesi kuşakların
kendi psikolojik ön yargı tohumlarını bu
yeni kuşağın üretken ekipleri arasına
serpme çabası ne yazık ki genç dimağlar
arasında bocalamalara sebebiyet
vermektedir. Bunu yaparken bilinçli ya da
bilinçsiz olarak başka bir psikolojik
yöntemi kullanmaktadırlar. Bunu bir
alıntı ile açıklamakta fayda var.
"İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
dünyadaki birçok sosyal bilimcinin beynini
bir soru kemiriyordu: Kant, Hegel gibi
büyük filozofları, Einstein gibi bilimcileri,
Goethe gibi büyük yazarları, Wagner gibi
büyük bestecileri çıkarmış bir Alman
toplumu, nasıl olur da Hitler gibi bir
delinin peşinden gitmişti? Üstelik 20
milyondan fazla insanın ölmesine neden
olduğu halde… Hitler "mühendis kafalı"
olmalarıyla ünlü Almanlara ne yapmıştı?
Onların mantıklarını nasıl "servis dışı"
hale getirmişti?
Sorunun özü şuydu: Mantıklı
insanların/toplumların mantıksız
davranmaya başlamasına sebep olan
neydi? Uzun süren araştırmalarla cevabın
bazı parçaları keşfedildi. En önemli
kavram "R-kompleks" denilen olguydu.
Almanların beyninde "R-Kompleks"
denilen beyin bölgesi, baskın hale
getirilmişti. R-kompleks, "sürüngen beyin
bölgesi" demektir. Her beyinde bulunur. R
kompleksle yönetmek, kitlelerin
beynindeki "ilkel içgüdüleri aktive ederek,
mantıklı düşünmeyi baskılamak"
demektir.
Peki, bu tip liderlerin metodu neydi?
Sosyal psikoloji araştırmalarına göre, bir
insanın beyinin R-kompleks seviyesine
indirgemenin en iyi yollarından biri onu
bir gruba dahil etmekti. İnsanları "biz ve
onlar" diye ayırmaktı. İç bağları sıkı bir
grup içindeki kişi "akıl ihalesi" yoluyla
mantığını kullanmaktan vazgeçebiliyordu.
Bu amaçla kullanılan ikinci yol, kitleleri
"korku kültüründe" yaşatmaktı. Aynı
şekilde "dış düşmanlar" göstererek
korkuya dayalı politik propaganda
yapılarak da kitleler R-kompleks
seviyesine indirilebiliyor. Bu siyasi
stratejide 3-D çok önemlidir: Düşman
göster, Dayanışma duygusunu kışkırt,
Düşündürme! Sürekli çatışma çıkar ki
taraftarların düşünemesinler! İnsanların
mantığına değil içgüdülerine hitap et!
GENCAY
62
Peki, kitleler bu tip "R kompleksli"
liderlerde ne buluyorlar? En önemli
açıklamalardan biri özdeşlik kurma
psikolojisiydi. Kendi hayatında yenik, ezik,
kompleksli kişiler, bu tür gücü ve otoriteyi
temsil eden liderler üzerinden, kendilerini
ezen kocalarından, patronlarından, üst
sınıftan kendilerince intikam alıyorlardı.
R-komplekse hitap eden liderlerin en
büyük sırrı, kendisini bir "intikam aracı"
olarak sunmalarıydı. Onlar hep;
kaybedenlere oynayarak kazanıyorlardı!
Kimliklerini bir düşmana göre
konumlandırıyorlardı. Mesajları şöyleydi:
"Ben de senin gibiyim ama senin
olmadığın bir yerdeyim, oyunla bana güç
ver, nefret ettiğin herkesin canını
okuyayım!" Bu tip liderler kolaylıkla
iktidara gelebilirken, gidişlerinde büyük
bedel öder ve ödetirler. Bu tip liderler,
toplumlar için bir zekâ testidir” (Sekman,
2006).
İşte topluma yayılan bu algı yönetiminin
özelde bilerek ya da bilmeden yapılmaya
çalışılan tezahürü budur. Ekipçilik, bu
camianın en büyük yarasıdır. Başına ne
gelmişse bu hâlden gelmiştir. Toplum
nezdinde de kendi içinde de kapıların
kilitlenmesinin sebebi de budur. O sebeple
dikkatli olunmalıdır. Dahası bu kilidin bir
tek anahtarı vardır. O da “sevmek”…
Birbirimizi sevmek…
Gencay Dergisi, 53. Sayısını çıkarttığı bu
ayda “sevmek” eyleminden yola çıkmıştır.
Son dönemde artan (basılı) dergi sayımız
bize umut vermektedir. Cemiyetin
gelişmişlik seviyesini göstermektedir.
Gencay için bir diğer iftihar konusu, çıkan
bu (yeni) dergilerde yazan arkadaşların
yazarlık basamaklarını tırmanmaları için
onlara yol gösterici olmuş olmasıdır.
Bugün diğer tüm dergilerde yazan
arkadaşlarımızın hatırı sayılır bir bölümü
Gencay Dergisi ile bu yolculuğa
başlamışlardır. Sevindiricidir ki cemiyetin
ahd-e vefası darbe alsa da hâlâ dimdik
ayaktadır.
Ez-cümle; birlik, beraberlik ve kardeşlik
içinde nice sayılara hep beraber ulaşmak
temennisi ile…
Kaynakça
• Şahin, B., 2010, “Dergi Reklâmları ve İkna Bilgisi
Modeli”, Yüksek Lisans Tezi, Akdeniz Üniversitesi,
Antalya.
• Yüksel, A. H., “İkna Edici İletişim”, Anadolu
Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 1994.
• Süreya, C., “Politika”, Adam Yayınları, İstanbul,
1976.
• Bahadıroğlu, D., 2015, “Cumhuriyet Dönemi ve
Sonrasında Dergicilik”
(http://www.makaleler.com/cumhuriyet-
d%C3%B6nemi-ve-sonras%C4%B1nda-dergicilik)
• Gürkan, N., “Türkiye’de Demokrasiye Geçişte
Basın 1945-1950”, İstanbul: İletişim Yay. 1998.
• Öztürk, A., 2008, “1960-1980 Döneminde
Milliyetçi İdeolojiyi Savunan Dergi Muhtevalarının
Tahlili (Toprak, Bozkurt, Devlet)”, Yüksek Lisans
Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul.
Develi, TO., 2009, “Türkçülüğü Anlamak:
Tanrıdağ Dergisi ve 1940’larda Türk Milliyetçiliği”,
Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Hacettepe Üniversitesi, Ankara.
• Sekman, M., 2006, “Her Şey Beyinde Başlar”, Alfa
Yayıncılık, İstanbul.