www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 4 Sayı 47 - Aralık 2015
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
KÖK TENGRİ TEG TENGRİ / Açelya OĞUZ
OĞUZ KAĞAN’A FARKLI BİR BAKIŞ / M. Bahadırhan DİNÇASLAN
AHMET HALDUN TERZİOĞLU İLE SÖYLEŞİ / Aslıhan KAYA – Hanife YAŞAR
SERZENİŞ / Onur ÇELİK
“KARANLIK DÜNYA 1: İTBARAK” A BİR BAKIŞ / Aslıhan KAYA
TÜRK MİTOLOJİSİNİN BİBLİYOGRAFYASI / Çağhan SARI
EFSANE DAĞA YOLCULUK - TEK PERDELİK ÇOCUK OYUNU / Hilal CEZAYİRLİ ABİŞ
ÇOCUK VE MİTOLOJİ / Ömer ÜNAL
KİTAP TANITIMI: İTBARAK - ÇAĞLAYAN YILMAZ / Fatma Özge ÖZDEMİR
Bu ayın kapak tasarımı için Sayın Mehmet SAĞ’a teşekkür ederiz.
GENCAY
1
KÖK TENGRİ TEG TENGRİ
Açelya OĞUZ
“Tengri teg tengride bolmış Türk Bilge Kağan
bu ödke olurtum.”
Rus araştırmacıların “Şamanizm” olarak
adlandırdıkları din Türklerin “Kök Tengri”
dini Türk olmayan Türkologların
araştırmaları neticesinde Budizm’e benzer
birden fazla ilahı olan her gördüğü nesneyi
ilah kabul edip tapınan bir dini sistem
olduğuna dair algı yaratılmıştır. Bu
Türkolojik araştırmaların aksine “Kök
Tengri” dini tek Tanrı dinidir. Bu iddianın
Köktürk Yazıtları, Sözlü Türk Halk Kültürü,
destan metinleri ile destekleyerek izah
etmeye çalışalım.
Orhun Abidelerinde geçen bu ibare de
kullanılan “teg” ifadesi abidelerin diğer
yüzlerinde de aynı sıfatla nitelenmiştir.
Günümüz araştırmacıların tabiri ile
Budizm’le eş tutulan Türklüğün ata dini
“Kök Tengri” dini sanılanın aksine tek tanrı
dinidir. Çok tanrılı dinler yerleşik hayat
dinidir. Yerleşik hayattaki bir mabedi ve
heykelleştirilmiş birçok ilahı barındıracak
bir yapıya ihtiyaç vardır. Göçebe ve savaşçı
bir toplum olan Türk toplumunun sürekli
göç halinde olduğunu düşünürsek devasa
putların taşınması ciddi anlamda problem
teşkil etmektedir. Nitekim put kültürü olan
bir toplumun geleneksel sanatlarında da
heykelciliğin gelişmiş olması gerekir. Yunan
kültüründe heykelcilik sanatının gelişmiş
olmasının sebebi de bu put kültürü veya
ilahlarını cismani bir dona büründürme
arzusunun neticesidir. Türk tarihinde
heykelcilik sanatına sık rastlanmaması bu
sorunsalın birinci kanıtıdır. Dünya
toplumları incelendiğinde Budizm’den
İslamiyet’e geçiş zaman alan ve katliamlara
sebep olan bir durumdur. Türklerin
İslamlaşma sürecini incelediğimizde bu
zaman diliminin yüzyıllık bir zaman
diliminde ılımlı geçişlerle sağlandığı
gözlenecektir. O halde Türkler’in İslamiyet’i
bu kadar hızlı kabul etmelerinin sebebi
tanrının tekliği prensibidir. Türkler, Kök
Tengri’ye dua edecekleri zaman ozan
çağırılır, mandala eşliğinde Tengri’ye niyaz
edilerek Tengri’ye dilekleri söylenirdi.
Ayinde kullanılan mandala kâinatı sembolize
eder. Bu kâinat sembolizminde ilah
tasavvuru yoktur.
Bahsedildiği gibi çok tanrılı tabiat dini
olsaydı diğer çok tanrılı dinler gibi ilah
figürleri olurdu. “Tanrı bilgi verdiği için
kendim bizzat kağan kıldım.” Tonyukuk
Abidesinde geçen bu cümlede tanrı tektir.
Bütün yazıtlar incelendiğinde de görülür ki
Tanrı tekil olarak veya Teg Tengri ifadesiyle
yer alır. Göktürk alfabesinde “Tengri”
sözcüğü incelendiğinde alfabelerin şekilsel
özellikleri de incelemeye değerdir.
GENCAY
2
(Gümüşhane- Kelkit Zili Kilimi)
Türk kültüründe kutsal olan, taşınabilir
eşyalara nakşedilir. Bu nakışlar Türk’ün
kutsal saydığının uğurunu yanında taşıma
arzusundan kaynaklanır. Taşınabilir
kültürler el eşyaların başında halılar gelir.
Türkiye ve Kazakistan coğrafyasının
birbirine mesafeli bir uzaklığı aşikârdır.
Yüzyıllar önce farklı devletler kurmuş aynı
soydan gelen milletlerin halılarındaki
işlemelerin şekilsel yakınlığı bu kutsal
saydıkları tek tanrıyı mandala da olduğu gibi
sembolize etme arzusudur. Bin iki yüz yıl
önceki bir inanış hala kültürel kodlarla
halılara aktarılıyorsa bunun şüphesiz ilk
sebebi İslamiyet’teki “Vahdaniyet” inancıyla
birebir uygunluk göstermesidir. Bu meseleyi
İslam tarihinden örneklendirecek olursak
İslamiyet’in kabulünden sonra bütün putlar
kırılmış, Cahiliye dönemine ait çok tanrılı
dinin unsurlar yok edilmiştir. Türkler’in
İslamiyet’i kabulünden sonraki halkın
kutsiyetleri gözlemlendiğinde dikkati çeken
Selçuklu döneminde şamanlar bilirkişi
olarak söz sahibi olmasıdır. Ruh
Türkologların veya Avrupalı Halk
bilimcilerin yaklaşımlarında olduğu gibi Kök
Tengri dini çok tanrılı bir din olsaydı
Cahilliyye döneminde olduğu gibi Putperest
kalıntılar yok edilirdi.
(Kazak Halısı)
Kök Tengri diniyle ilgili bir başka sorunsal
adlandırma meselesidir. Hristiyanlık bir din
“rahip” o dinin din adamıdır. Nasıl ki
Hristiyanlık’a “Rahibizm” denilemiyorsa Kök
Tengri dinine de “Şamanizm” demek
yanlıştır. Hristiyanlık, din adamı ekseniyle
gerçekleştirilen ilahı yüceltilen bir dindir.
Hristiyan tebaası günah çıkarmak için, yeni
doğan çocuk günahlarından arındırmak için
(vaftiz), genç çiftler evlendirmek için rahibe
başvurmak zorundadır. Kök Tengri dininin
ilk araştırmacıları bu gelenekten geldikleri
için din adamının din içindeki konumunun
güçlü olduğunu düşünerek Kök Tengri dinini
kendi kültürel kodlarına uyarlayarak
yorumlamışlardır. Objektiflik alt yapısı
olmadığı için de “Şamanizm” adlandırılması
yapılmıştır. Oysaki Türk kültüründe şaman
sadece Kök Tengriye niyaz eden kişidir.
Türkler ibadet etmek için mabede ihtiyaç
duymazlar. Bu inanış “Yeryüzü Müslümanın
ibadethanesidir.” anlayışına benzer. Kâinat,
Kök Tengri’nin timsali olduğundan tüm
yaratılanlara saygı duyulur. Yunus Emre’nin
“Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü.”
dizelerinde olduğu gibi.
KAYNAKÇA
Eric Hobsbawm Terence Ranger, “Geleneğin İcadı”,
Agorakitaplığı, İstanbul (2006).
Yaşar Çoruhlu, “Türk Mitolojisinin Ana Hatları”,
Kabalcı, İstanbul (2011).
Sait Başer, “Kök Tengri”, İrfan Yayıncılık, İstanbul
(2011).
Sait Başer, “Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre”, İrfan
Yayıncılık, İstanbul (2011).
GENCAY
3
OĞUZ KAĞAN’A FARKLI BİR BAKIŞ M. Bahadırhan DİNÇASLAN
Mitoloji, özetle, açıklamak için yaratılır;
neredeyse her zaman. Sadece geç dönem
mitolojik metinlerde boşluk doldurmak ya
da “estetik” için “yeni” şeyler ortaya
çıkabilir. Oğuz Kağan miti de benim
benimsediğim yöntem nazarından
bakılınca, açıklamak için yaratılmış bir
mittir. Muhtemelen tarihi bir figürden
esinlenilmiştir (Kimi tarihçiler Modun
[Mete] etrafında örgüleşen mitlerin Oğuz
Kağan’ı yarattığını söylüyor.) ve tarihsel
gerçeklik payı mutlaka biraz vardır; ancak
bir kere “mitoloji” haline dönüştüğünde,
mitolojinin evrensel kurallarına uygun
özellikler gösterir.
Yazı boyunca önce, “birincil boyut”ta, Oğuz
Kağan mitinin neyi açıkladığını kendimce
anlatmaya çalışacak, ardından, “ikincil
boyut”a, evriminin daha önceki
basamaklarına uzanmaya heves edeceğim.
Şüphesiz, bu yazıda dipnotlar vs. ile
akademik bir makalede bulunması
gereken bileşenleri oluşturmuyorum; o
yüzden yazdıklarım biraz “havada
kalıyor”; bu yazı en fazla, benden daha
yetkin ve donanımlı bir “meraklı” için
“işaret” niteliğindedir. Belki yapmaya
çalıştığım tespitler bu konuda ciddi ve
bilimsel bir uğraşa girişecek müstakbel bir
yazar için yollar açacaktır.
Neredeyse bütün dünya toplumlarında
evrensel bir mitolojik özellik vardır: atasal
kökeni açıklamak için belli karakterler
yaratılır; o karakterlerin birbiriyle insani
(evlilik, doğum, ölüm gibi) ilişkileri
esasında daha geniş bir arka plandaki
toplumsal ilişkileri açıklamak için
kullanılır. Buna “antropomorfize etmek”
yani, insan suretine bürümek diyebiliriz.
Bir kültürün kendi iç gruplaşmalarını,
yukarıda açıkladığım şekliyle, bilimsel
dönem öncesinin bilimi olarak
tanımlayabileceğimiz mitoloji vasıtasıyla
açıklaması ve aktarımı Oğuz Kağan mitine
benzer şekilde olur. Daha açık olmak için
tarihten örnekler verelim:
Birbirleriyle bir şekilde benzer/akraba
olduklarını bilen Slav grupları, “Lech, Cech
ve Rus” efsanesini yarattılar. Buna göre
benzerliğin sebebi, bu üç kardeşin, üç
farklı av peşinde farklı yönlere gidip, farklı
ülkelerin/soyların ata-babası olmasıydı.
Lech Polonya’yı, Cech Bohemya’yı (Çek
Cumhuriyeti), Rus ise Kievan Rus diye
bilinen ülkeyi kurmuştu, bu efsaneye
göre... (Mitolojide, “quod superius sicut
inferius”, “yerde nasılsa gökte de öyle,
gökte nasılsa yerde de öyle” kuralı vardır
diyebiliriz. Mitolojik “düzlem” ile gerçek
düzlem, fonksiyonel ve biçim-bilimsel
olarak paraleldir.)
Bir başka örnek verecek olursak; Sami
dünyasında Samiler tarafından bilinen
halklar ve Samilerin kendi alt grupları,
Nuh’un üç oğlu miti ile açıklanmış ya da
alegorik biçimde anlatılmıştı. Buna göre
kendileri Nuh’un bir oğlundan, Afrikalılar
diğer oğlundan, Asyalılar üçüncü oğlunun
soyundan gelmişlerdi. Kendi iç
gruplaşmalarını, yine benzer bir mitle
açıkladılar: Yahudiler İbrahim oğlu
İshak’ın, Araplar İsmail’in soyundan
geliyordu, bu mite göre.
GENCAY
4
Oğuzname geleneğinin, müellifi Bahadır
Han’ın “Biz bu Türkmenleri çok kestik, bir
nevi kendimi affettirmek için Türkmen
kocalarının sözlü olarak aktardıklarını
yazıya geçirdim.” diyerek yazıya geçirilmiş
olan Şecere-i Terakime’nin de işlevi budur:
Oğuzlar, Kıpçaklarla, Moğollarla,
Uygurlarla akraba
olduklarını/benzeştiklerini biliyorlardı;
her birine kendilerince Oğuz Kağan
üzerinden bir akrabalık atfederek, bu
benzerlikleri açıkladılar. Moğollar, Oğuz’a
destek vermeyen amcalarının soyundan
geliyor dendi, Uygurlar Oğuz’a destek
veren amcalarının (Ebulgazi Bahadır
Han’ın açıklamasına göre Uygur uyan,
yapışan anlamındadır), Kıpçaklar da bir
ağaç kovuğunda doğan Oğuz Kağan’ın bir
askerinin soyuna dayandırıldı. Şüphesiz
bunlar gerçek değildir; ancak bu
mitosların varlığı, her Türk grubunun
çevresindeki diğer gruplarla bir benzerlik
ve akrabalık taşıdığını bildiğini ve
açıklamaya çalıştığını gösterir.
Oğuz Kağan miti tarihsel süreçte sürekli
evrim geçirmiştir ve her zaman amacı; üç,
sekiz, dokuz, on gibi ön isimler alarak
birlik oluşturan Oğuz boylarının birlik
sistemleri ve özelliklerini, mitolojik
yönteme başvurarak açıklamaktı. En son
haliyle Oğuzlar, 24 boydan oluşan bir
sistem kurduklarında ya da 24 boyun
siyasi birliğini sağlayamasalar da toplam
boy sayısı 24 olarak belirginleşip
oturduğunda, 24 boya yönelik son Oğuz
Kağan miti de olgunlaşmış oldu. (Yani, 24
boy, tarihin bir devrinde aynı anda var
olmamış olabilir. Ancak toplamda, belirgin
bir şekilde, 24 boy motifi görülüyor. Özetle
önce boylar ortaya çıkmış, kimileri
bölünmüş, kimileri yok olmuş ve en son
kolektif bilinçte 24 boy sayısı
belirginleşince koşut olarak evrimleşen
Oğuz Kağan miti de Oğuz boylarının ruh
iklimi ve ilişkilerini anlatma sürecinde
nihai evrimini geçirmiş, tutarlı bir örgü
halini almaya başlamıştır.)
Mutlaka Oğuz Kağan figürünün
destansılığını besleyen bir “gerçek”
karakter vardır ve bence de bu
muhtemelen Modun’dur. Ancak Oğuz
Kağan Modun’u anlatmaz. Oğuz boylarının
yerdeki ilişkilerini, “göksel” bir dille
anlatır ki bence bütün Türk destanları ve
mitleri bir şekilde Alpamış mitiyle
ilişkilidir. Misalen Alpamış’ta “Salur
Kazan” kötü bir karakter olarak yer alır
hatta “en batılı Türkler” diyebileceğimiz
Oğuz grubu, doğu Türkleri ile çoğu zaman
düşmanca ilişkiler içinde olmuştur ve
mitolojinin, gerçek olanı, sembolist ve
alegorici bir tavırla anlattığına dair
tezimizi, batıda “kahraman” olan Salur
Kazan’ın, doğuda “düşman” olması tespiti,
destekler niteliktedir. Ayrıca birçok
çalışma göstermiştir ki destanlardaki
karakterler arketipik karakterlerdir. Bu
karakterler destanı/mitolojiyi oluşturan
halkın, o karakterle ilişkilendiren kavram
hakkında kolektif bilinç/bilinçaltında ne
düşündüklerini gösterir ve Türk kahraman
arketipi de çoğunlukla Alpamış destanı ile
karakterize olmuştur; Alpamış karakteri
sürekli (içerik olarak) yinelenir.
Oğuz Kağan ve Oğulları destanının
(mitosunun), Oğuz Türk gruplarının
kolektif bilinçteki irfanını aktarmak ve
“atalar kültü” esintileriyle, “kökensel”
(orjin mitosu) açıklamalar yapmak için
evrildiğini iddia ettik. Muhtemelen bu
tespitimde haklıyımdır; her ne kadar
GENCAY
5
bilimsel bir makalede olması gereken
birçok noktaya dikkat etmiyorsam da
vicdanımda sonuna kadar bilimsel
yönteme sadığım ve (deryada damla da
olsa) yıllardır süregelmiş mitoloji
okumalarımdan yola çıkarak bu tespitin
hatalı olması için bir neden göremiyorum.
(Ki bu dediğime benzer tespitler yerli ve
yabancı birçok düşünür tarafından kısmen
ya da büyük oranda benzer bir şekilde
yapılmıştır.) Ancak cesaret edip bir adım
ileri gidersem, Oğuz Kağan mitosunun,
ilkel köklerinde “kozmogonik”
(evrendoğum) bir mitos olmasa da çok
daha geniş ve şaşaalı bir “tanrılar
örgüsü”nden kopmuş bir “pantheon
mitosu parçası” olduğunu düşünüyorum
diyebilirim.
Oğuzlar’ın, Türk grupları içerisinde en
kalabalık ve baskın gruplardan biri
oldukları malumdur. Öyle ki Altaylı
milletin adı “Türk” olmadan evvel ve olma
sürecinde Oğuzlar, kültürel baskınlıkları
ve kalabalıkları sebebiyle büyük oranda
“özerk” bir grup özelliği göstermişler ve
Türk-Oğuz şeklinde bir adlandırma Orhun
abidelerinde görülmüştür: Türk bir
“siyasi” isim iken, belki bir klan ya da boy
ismi iken, merkezi otoriteyi kuranlar bu
“Türk”ler olduğu için yavaş yavaş bütün
Altaylıların ortak ismi haline gelmeye
başlamıştır. (Aynı görevi daha önce de
“Hun” ismi üstlenmiştir.) Bu esnada, Türk-
Oğuz kullanımı dikkat çekicidir; Oğuzlar’ın
baskınlığına, her ne kadar Türk şemsiyesi
içinde homojenleşmeye katılsalar da bir
nevi “özerk”liğine delalet eder.
Hal böyleyken homojenleşme, katışma ve
kaynaşma süreçlerinde yok olan (ki ben
Yenisey kültürü ve dil ailesini bu noktada
çok önemsiyorum ancak başka bir yazının
konusudur.) çoğu yerel, Türk-altı-gruplara
ait birçok mitos kırıntısı olduğu neredeyse
kesindir. Hatta kuzeye, doğuya ya da
batıya gidildikçe Türk algısı ve ruh
ikliminin hafiften yoğuna değişik
oranlarda değişim göstermesi de kimi
bölgelerde bu birleşmenin görece zayıf
olduğu tezini doğrular. Zira bazı
“arketipik” farklılıklar o kadar keskindir ki
kökeninin çok önceye gittiğine dair
şüpheye yer bırakmaz. Bu da bizi bozkırın
konfederatif yapısının “toplumsal ruh
iklimi” açısından Altaylı alt-grupların
kolektif bilinci için de korunduğunu
düşünmeye iter yani, Türk kültürü
dışarıdan hiç etkilenmeseydi dahi
herhangi bir başka “kimlik” altında ortaya
çıkan etnik grup ya da “millet”lerden çok
daha karmaşık ve “renkli”dir.
Bu tespitlerden cesaret alarak diyorum:
Oğuz Kağan mitosu, bir merkezi ya da
“hükmeden” Türk anlayışı az-çok bütün
Türk algısına hakim olmazdan evvel (tabii
yine onunla akraba) Oğuz algısına hakim
olan bir panteonun bozulmuş, evrilmiş,
değişmiş bir hikayesidir. Şahsi kanımca da
Türkler’de “panteon” oluşumu görece geç
bir meseledir. Mitoloji ile alakalı birçok
yazımda belirttiğim üzere Türk yaşam
tarzı yerleşik hayata çok önceden geçmiş
toplumlardaki gibi bir panteon
oluşturmaya elverişli değildi. O yüzden
Türk “paganlığı” druidizm ya da Baltık
paganlığına daha çok benzer. Ancak Oğuz
grubunun “en batılı Türkler” olması ve
Soğd vs. gibi kavimlerle iletişim içinde
bulunması, bir panteon oluşturmuş
olabileceklerini düşündürüyor bana.
GENCAY
6
Oğuz Kağan’ın ailesini/oğullarını
oluşturan isimlerin “Gün-Ay-Yıldız-Gök-
Dağ-Deniz” olması, onların oğullarının da
genellikle bir arketipik kavram ya da
motife yakınsayan çeşitli sıfatlarla
adlandırılması (Bayındır, Çepni, Kızık vb.)
gibi noktalar bu hususta dikkat çekicidir.
Her biri bir “görev”, arketip ya da kavrama
ilişkin isim taşıyan “Oğuz Kağan torunları”,
göksel bir örgü oluştururlar ki tam bir
pantheon için gerekli olan bir çok bileşene
sahiptir.
Sonuç olarak; Oğuz Kağan, çok eski bir
“tanrı”dır, oğulları, diğer mitolojilerdeki
panteon başı tanrı-tanrıça ve çocukları
gibi, birer doğa gücü ya da motifini
simgeler: Güneş, Ay, Yıldız, Dağ… Onların
oğulları ise daha düşük seviyeli bir takım
konsept ve motifleri simgeliyor; örneğin
Avşar, “ava meraklı” anlamına geliyor,
birçok mitolojideki av tanrısı-tanrıçası
gibi…
Belki bir gün, yeterli zamana sahip
olduğumda, etimolojiden de bolca
faydalanarak bu işin peşine düşerim.
Şimdilik bu kısa yazıyı, “böyle bir şey
olabilir mi?” sorusunu ilk defa kendimce
sorduğum bir “deneme” olarak arz etmiş
olayım.
GENCAY
7
AHMET HALDUN TERZİOĞLU İLE
TÜRK MİTOLOJİSİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ Aslıhan KAYA - Hanife YAŞAR
- Sevgili Hocam, öncelikle davetimizi
kabul ettiğiniz için Gencay grubu adına
teşekkür ederiz. Kısa bir zamanda
yaptığınız çalışmalar ve yazdığınız
romanlarla gencinden yaşlısına büyük
bir kitlede başarıyla karşılandınız ve
sevildiniz.
Çoğu zaman romanlarınızda mitolojik
simgeler görüyoruz. Kamlar,
şamanlar… Bu tarz simgelerin önemi
nedir?
C: Ben de size teşekkür ediyorum.
Övgüleriniz için özellikle teşekkür
ediyorum. Var olun.
Ben, destanlara inanırım. Destanlar
doğruları söylerler. Olanları biraz
büyütürler, abartırlar, yüceltirler ama hep
doğrudur anlattıkları. Çok güzeldiler.
Buram buram Türk kokarlar. Mutlaka
dayandıkları bir kök vardır. Kökünde de
Türk... Destanlar aynı zamanda mitolojinin
köküdür. Bu nedenle romanlarımda
mitolojik ögelere sıkça yer veriyorum.
Destancılığı seviyorum. Eski destancılar
gibi olmaktır amacım. Elbette bu büyük bir
amaç ama bu yolda çalışmak güzel…
- Çok zengin bir mitoloji ve kültüre
sahibiz. Ancak bunu bilen çok az. Neden
bir Türk mitolojisi ve kültürü bir yunan
mitolojisi kadar bilinmiyor? Dünyayı
geçtim ülkemizde de durum böyle…
C: Aslında acunda Türk mitolojisi biliniyor.
Çok yaygın acunda. Ama bizim ögelerimizi,
simgelerimizi başka kültürler
kendilerininmiş gibi kullanıyorlar. Biz de
yazık ki sahip çıkamıyoruz. Destanı
olmayan milletler, Türk destanlarını
çalıyorlar. Örneğin “Kimmeryalı Conan”.
Kimmerlerin Türk olduğuna inanılır.
Proto-Türklerden oldukları bilinir. Bunun
üzerine; aldılar Kimmeryalı Conan’ı
kendilerine destan yaptılar. Hollywood
filmi yaptılar. Aynı adla diziler çektiler.
Kuzey ülkelerinin öyle güçlü destanları
yoktu. Acunda bir biz kendimizi,
değerlerimiz bilmiyoruz aslında. Kendi
mitolojimizi okumadığımız ve ondan
yararlanmadığımız için biz bilmiyoruz ama
Türk mitolojisi yakından izlenir, çalınır,
kullanılır. Bu varsıllığı kim
değerlendirmek istemez ki?
- Yunan mitolojisi ile Türk mitolojisi
çok benzer zaten.
GENCAY
8
C: Biz onlardan çok daha erkeniz. Bizim
mitolojimiz daha yaşlı. Onlar yazıyı erken
kullandılar ama mitolojiyi daha önce
meydana getiren bizdik. Çünkü Türk’ün
yaşam tarzı mitoloji oluşturmaya daha
yakın ve daha yatkın. Kapalı kentlerde,
duvarların ardında mitoloji kurgulamak
zordur. Ama açıkta, bozkırda, göğün
altında mitoloji kolaydır. Ortam,
kişioğlunu düşsel olmaya, düş kurmaya
iter. Bu da zamanla mitolojiyi ortaya
çıkarır. Bozkır yaşantısı da mitolojik
sonuçta... Kışlak, yurt, yayla arasındaki
eşsiz yaşam... Savaşlarımız mitolojik. Yani
bir ok ve bir yayla yaşamak… Atın
üzerinde yaşamak… Yunan kültüründe at
yoktur örneğin ama bizim at-er
birlikteliğimizi, atlı savaşçılarımızı aldılar,
insan başlı at olarak, sentor olarak
kullanıp kendi mitolojilerine mal ettiler.
Yani Türk mitolojisi acunda bilinir, çok
kullanılır. Sanata geçirilir, filmlerde
tiyatrolarda kullanılır. Bir tek biz
kullanamıyoruz. Gerek bilmeyişimizden
gerek yoksulluğumuzdan… Mitolojik film
yapmak pahalı iştir. Uyduruk TV dizisi
çekmeye benzemez. İnceleyin örneklerinin
maliyetlerini. Us almaz rakamlar çıkar
ortaya.
- Hocam, sizce Türk’ü Türk yapan
diğer milletlerden ayıran özellik nedir?
C: Savaş. İlk özellik savaş. Savaş olmayınca
Türk Türklükten çıkıyor. İkincisi de
töresidir. Töreyi kaybederse yine bozulur.
Bir diğeri inançtır. Ama bu inancı din
olarak kullanmamak lazım. İnanç göktür.
Gökten geldiğine inanmaktır. Onu kutuna,
gününe, birleştirici özelliğine inanmaktır.
Gök birliği işaret eder.
- Romanlarınızda Gök Tanrı dininden
de esintiler var.
C: Aman yanlış anlama olmasın. Ben öyle
Gök Tanrıcı falan değilim, Müslümanım.
Ancak acunda da çeşitli dinlerde Türkler
var. Bütün inançlara bağlı Türkler var.
Türk için inanç kavramı göğe bağlılıktır.
Benim romanlarımda kullandığım göğe
bağlılık, çok önemlidir. Mustafa Kemal
Atatürk boş yere “İstikbal göklerdedir.”
Diyerek göğü işaret etmemiştir. O Türkçü
bir insandı. Dini baskılardan dolayı
Türklerin göğe verdiği önemi başka
şekilde söyleyememiştir. Gök, Türk için
inanç üstü bir ögedir. Onu biz çadır olarak,
yurdumuzu örten örtü olarak düşünürüz.
Geçmişte Tanrı’yı orada bellemenin, ya da
göğe Tanrı demenin de bir sıkıntısı yok.
Bugün de ellerimizi göğe açıp dua
ediyoruz. Romanlarımın bir kısmı kadim
Türkleri anlattığına göre Gök Tanrı
inancını işlemem doğal. Başka ne
yapacaktım ki?
- Peki, göğü böyle sahiplenmemizin
sebebi nedir?
C: Bozkırda yaşarken, özellikle geceleri,
sırtımızı yere verir gökyüzüne bakardık.
Bunu düşlemeye çalışın. Yani atalarımız
böyle yapardı. Hala yaparız. Oradaki
sonsuzluğa hayranlık duymamak mümkün
mü? Bu genlerimizde yüzyıllardır süre
gelen bir yazılım oluşturdu. Silinmez bu
kültür. Genlerdeki bir kültürel özelliğin
silinmesi için yüzlerce yıl gerekir. Bir
hafıza kültürü, bir de gen kültürü vardır.
Genlerin kültür birikimi babadan oğula
toruna geçer. Biz farkında olmadan bu
göğe bakma kültürü nesilden nesile
geçmiştir. Türkü Türk yapan göktür.
Bugün kent içinde yaşarken bile göğü
GENCAY
9
görme güdüsü, piknik sevgisi ile kendini
gösteriyor. Sonra yayla sevgisi. Yaylalara,
dağlara olan tutku... Gök etkisi, gök sevgisi
genlerimize kazınmış. Silinmez.
- Tomris Han romanınızdan cesaretle
şu soruyu sormak istiyoruz. Hunların
bile Türk olup olmadıklarının
tartışıldığı bu günlerde İskit ve
Sakaların Türklükleri konusunda ne
diyebiliriz?
C: Biliyorsunuz, İskitler birleşik bir
imparatorluktu. Sakalar bu
imparatorluğun bir kolu. Kuran, bir zaman
yöneten budundur. İskit imparatorluğunu
var edenlerden Saka budunu Türk’tür Bu
tartışmasız bir durumdur. Bazı batılılar bu
gelişmiş kültürü Türk’e yakıştırmadığı için
uzaklaştırmaya çalışıyorlar ama meydana
çıkan mezarlar, mezarlardan çıkan
silahlar, eşyalar, at kemikleri, bu
mezarların yapıları, kurganlardan ortaya
çıkanlar bunu gösteriyor. Bunu kimi
tarihçi kabul ediyor kimisi inatla direniyor.
İskitler bir budunlar birliğidir. İskitlere
Türk demek olmaz, doğru olan İskitleri bir
dönem yönetmiş olan Sakaların Türk
olduğunu söylemektir. Heredot ayrı ayrı
hem İskitlerden hem Sakalardan söz eder.
- Hocam peki, Etrüsklerdeki
“Romus Romulus” heykeli Türk
kültürünün bir yansıması olabilir mi?
C: Tarih, kayıtlara ve gerçeklere inanır.
Bilindiği gibi yazı ile başlamıştır. İşin içine
fazla masalsı ögeler girince bu tarih
olmaktan çıkar. Söylenti olarak var evet
ben de Sakalar Anadolu’ya geldiği zaman,
bunlardan bir kısmının İtalya’ya geçtiğini
düşünüyorum ama bunu kanıtlayacak bir
belge yok henüz. Etrüsklerin dil yapısını
inceleyenler Türk kanıtları buluyorlar,
evet. Eğer Hunlardan bize sözcük hazinesi
olarak bir şeyler kalsaydı bu çok işimize
yarardı. Ama kayıt yok. Yanılmıyorsam 4
sözcük var o da Çin kaynaklarından
alınmış durumda. Eğer Hun dilinin
fonetiğini, biçimini bilebilseydi Etrüsk dili
ile karşılaştırıp daha sağlıklı sonuçlar
alabilirdik. İnanmak istersek, inanmak için
çok kanıt var ama gerçek dersek, elimizde
çok fazla bir şey yok.
- Kurgu romanlarınız var evet ama
genelde tarih anlatıyorsunuz. İsimler
aynı, olaylar aynı… Okuyucuya aslında
tarih anlatıyorsunuz ama bunu
sevdirerek yapıyorsunuz diyebilir
miyiz? Romanlarınıza hareket,
dinamizm katmama sebebiniz de bu
mu?
C: Romanlarımı yazarken, kurgulayacağım
bir olayın tarih olarak algılanmasının
önüne geçmek amacıyla, hiç hata
yapmamak amacıyla tarihi olduğu gibi
aktarmaya çalışıyorum. Çok az kurgu ve
kurgu kişi kullanıyorum. Bunu özellikle
yapıyorum. Ben tarihi olduğu gibi
romanlaştırmaya çalışıyorum. Tarihi
roman yazmıyorum. Tarihi
romanlaştırıyorum. İkisi çok farklı... Bazen
bunun tepkisini de alıyorum. Tarihi,
romanlardan öğrenen gençler için bizim
her zaman doğruyu yazmamız gerek.
Yapılacak bir yanlışın gençler üzerinde
kötü sonuçları olabilir. Yazılana gerçek
gibi inanabilirler. Bu izleri de silmek zor
olur. Örneğin ben Hasan Sabbah’ı yazarken
bile İsmailî kaynaklarına, Alevi
kaynaklarına, Selçuklu kaynaklarına kadar
birçok kaynakları inceledim ve doğruyu
yazmaya, olduğu gibi yazmaya çalıştım.
GENCAY
10
Kendi yorumumu, kendi düşüncemi ve
inandıklarımı katmamaya özen gösterdim.
Hasan Sabbah’ı haşhaş içip, kadınlarla
eğlenen bir tip olarak yazmadım, çünkü bu
yanlış, yalan. Gezgin Marco Polo’nun
yalanından doğan bir iftiradır. Hasan
Sabbah kendi inancı çevresinde, dikkat
edin vurguluyorum, kendi inanç sistemi
içinde, bir dini büyüktür ve din
büyüklerine hakaret etmek iyi şey değildir.
Orada ben doğruları yazdım ve birçok
teşekkür aldım. İlk defa siz yazdınız
doğruları, dediler. O devirde yaşayan
Selçuklu Veziri Nizam-ül Mülk Fars kökenli
olmasına rağmen Türk için çalışmıştır. O
da bizimdir. Aynı devirde Sultan Melikşah
çok büyük bir Türk liderdir. Kaç ulusu bir
arada yönetmiştir. Ne onlara haksızlık
yapmak gerek ne Melikşah’ı kötülemek,
gerek ne Nizam’ül Mülk’ü, ne de Hasan
Sabbah’ı. Onlar arasında bir kavga vardı.
Ama bu kavga düşünce kavgasıydı. İnanç
kavgasıydı. Bir Türk olarak Melikşah’ı
överken Hasan Sabbah’ı da yerden yere
vurmamam lazımdı. Biz yağılarımızı bile
asla yalanlarla rezil etmemiş bir ulusuz. Bu
nedenle hep yukarıdan bakıp, objektif
olup, doğruları yazmaya çalışıyorum.
Bunun için çok çalışıyorum çok
araştırıyorum. Tarihsel kişiliklere
haksızlık etmemek gerek. Çünkü onların
kendilerini savunma şansları yok. Eğer
yazılacaksa doğrular yazılmalı.
- Tarihi romanların, tarih öğretiminde
yararları kadar zararları olduğu da bir
gerçektir. Bir tarih romancısı olarak bu
konuda ne düşünüyorsunuz?
C: Tarihi roman yazanların ya da benim
gibi tarihi romanlaştıranların üzerinde
büyük bir yük var. Tarihi anlatırken yalan
söylerseniz, hata yaparsanız özellikle
gençler üzerinde vebal sahibi olursunuz.
Onları yanlış yönlendirmiş olursunuz. Bu
bir tercih elbette... Benim tercihim bu. Bir
değeri yanlış tanıtmış olmak istemem.
Çünkü dediğim gibi gençler tarihi,
romanlardan öğrenmeye çalışıyorlar.
Romanlar, tarihten daha fazla okunuyor.
Belki birileri, daha fazla bildikleri için ya
da öyle gerekli gördükleri için bu yolu
seçebilirler. Ama ben kendimi bu yetkide
görmüyorum. Örneğin Atsız Hoca’mız
Göktürklerin en yiğit, en değerli
kahramanlarından İl Kağan ya da Keili
Kağan diye anılan büyük bir kağanı,
Göktürk tarihinin kahraman insanlarından
birisini eşsiz Bozkurtların Ölümü
romanında Kara Kağan yaptı. Bu da öylece
kabul gördü. Oysa İl Kağan, en az Atsız’ın
Kür Şad adını verdiği kahramanımız kadar
önemli kahramandı. O zaman, teslim
olmayan, Çin’e karşı direnen, savaşmayı
sürdüren tek Aşina yiğidi idi. O devirde
yanındaki bir avuç insanla dağda yaşamış,
çölde yaşamış, bağımsızlık kavgasını
sürdürmüş, Çin’e teslim olmamıştı. Atsız
Hoca ona Kara Kağan dedi. Bu adı koydu.
Belki bunun özel bir nedeni vardı. Belki
hocanın bir bildiği vardı. Tarihçi de olma
özelliği ile bunu tercih etti. Belki asıl
öncelemek istediği kahramanı daha fazla
yüceltmek için bu yolu seçti. O Atsız Hoca,
kendisinde bu yetkiyi görür ve bunu yapar.
Ama ben Atsız değilim, yapamam. Bugün İl
Kağan’ı kimse bilmiyor ama Kara Kağan’ı
herkes biliyor lanetle anıyor. İşte bu
romancının etkisinin güzel bir örneği...
Sorun önünüze gelene Kara Kağan
tanınıyor ama İl Kağan tanınmıyor. Değil
mi? Ben böyle bir kurguya cesaret
edemem, edemiyorum. Çünkü böyle bir
durumda verecek bir cevabım yok. Böyle
GENCAY
11
bir iş yaparsam savunamam. Buna yetkim
de yok. Mutlaka doğrulara dayanmak, bu
konuda net olmak zorundayım. Bugün Kür
Şad adı ansiklopedilerde bile geçer. Hatta
Atsız Hoca’nın ad verdiği kırk yiğidin
adları kabul görür. İtiraz edilemez bir
gerçek olarak kabul edilir. Kara Kağan da
Atsız’ın tanımı ile anlatılır. Bunun tersini
iddia etmek bile mümkün değildir. Bu
Atsız’ın gücüdür. Kendimce bu gücü
görmüyorum.
- Romanlarınızdaki Türk
kahramanlarının özellikleri nelerdir?
Yani Türk kahramanını kahraman
yapan unsur nedir? Ahlakları mı?
Yiğitlikleri mi? Akıllı oluşları mı?
C: Kahraman deyince, karizmatik adam
olacak. Benim kahramanlarımın hepsi
karizmatik, yakışıklı, korkusuz, yiğit...
Gerçekten tarihe baktığınızda da bu
böyledir. Hem bizde hem batıda...
Kahramanlar Tanrı’nın seçtiği özel
insanlardır. Kahramanlık öyle herkesin
harcı değildir. Kahramanın kahramanlık
göstermesi gereken an geldiğinde bir an
bile durmaması, beklememesi gerekir.
Kahraman işte o anı yakalayandır.
Kullanandır.
Bir diğer özellik ise cesarettir. Bizim
kahramanlarımızın en büyük özelliği
inanılmaz cesur oluşlarıdır. Hele ki ölüm
korkusunu hiç düşünmezler, Bugünkü
kahramanlarımız da aynı, Güneydoğuya
bölücü ile mücadele için gidenlere bakın
en basitinden. Polis harekâta 5.000 yeni
polis almak istediler. Kaç kişi başvurdu
biliyor musun? 20.000 kişi. Korkunç bir
rakam... 5000 kişilik kontenjana 20.000
gönüllü başvurdu. 20.000 tane ölüm
korkusu olmayan kahraman çıktı ortaya.
Bugün Türkiye’nin hazırda en az 20.000
tane kahramanı var demektir bu.
Övünülecek bir şeydir. Bunların yaklaşık
30 tanesini tanırım. Sınava girdiler.
Yalnızca 3ü kazandı mülakatı.
Kazanamayanlardaki hüznü tarif edemem.
Orada vatan için ulus için savaşmak
istiyorlardı. İşte size kahraman adayları...
İşte böyle cesurdur Türk kahramanları. Bu
kutlu duygunun tanımını yapmak öylesine
zor ki... Kahraman, kahramandır. Bu kadar.
Türk kahramanının, benim
kahramanlarımın bir özelliği de
sevmesidir. Kahramanların gönlü boş
olmaz. Ben gençlere de takılırım, yiğidin
gönlü boş olmaz, diye. İşin aslı sevmeyi
bilmeyen adam kahraman olamaz. İnsanı
sevsin, sevdalısını sevsin, nişanlısını,
yavuklusunu sevsin. Ama sevecek. Ha,
kavuşacak kavuşmayacak o ayrı mesele.
Kahramanlar sevmeyi de bilenlerdir.
Bir de benim kahramanlarım çok iyi
savaşırlar. Bilekleri bükülmez. Bütün
Türkler kahraman olabilir. Olacak
demiyorum olabilir diyorum. Herkes
kahraman olacak diye kesinleştirmiyorum,
ihtimalden söz ediyorum. Genç yaşlı,
kadın, erkek herkes kahraman olabilir o
cevher içimizde var bizim ulus olarak.
Batıda da kahraman çıkar da tek tük. Onlar
da şaşkın bu konuda. Bir milletten bu
kadar kahraman nasıl çıkar diye
şaşırıyorlar. Durmadan kahraman
üretiyoruz biz, ben de bunu
destekliyorum. Yeni kahramanlar
çıkmasına katkıda bulunmak için
kahramanları yazıyorum.
Kahramanlar akıllıdır aynı zamanda. Bunu
da unutmayalım.
GENCAY
12
- Peki, bu savaşçı gelişmişliğinin
sebebi nedir? Atı kullanıyoruz, yayı
kullanıyoruz…
C: Sayımız azdı. Bunu bir örnekle
açıklamak gerekirse, Çin kaynaklarına
göre Hun Hakanı Kiok Han’a gelen bir
vezir var. Çinli. Kiok Han Mete Han’ın
oğludur. Kiok Han’a Çin pek fazla hediye
yolluyor o dönemde. Bir sürü ipek. Kiok
Han artık ipek giymeye başlıyor. Bu
Türkleşmiş Çinli veziri uyarıyor kendisini.
“Çin’e yaklaşma” diyor. “Çin’in ipeğine
bağlanma. Senin nüfusun Çin’in bir
kentinin nüfusundan bile az” diyor. Nüfus
farkını düşünmeye çalışın. Hem sadece
onlar değil Yüeçiler var, Tung-hular var,
bir sürü yağı var. Düşünün kalabalığı. Yağı
çok ve durmayan bir mücadele var. Azlık
olduğumuza göre bu mücadeleyi iki
şekilde verebiliriz. Birincisi göç. Bir yere
bağlı değiliz o zamanlar, duvarlar içinde
yaşamıyoruz. Sıkıştın mı? Çekiliyorsun.
Dağlara, çöle doğru... Yağı seni
izleyemiyor. İzlese bile vur-çekil taktiği ile
savaşıyorsun. İkinci üstünlüğümüz yay.
Kadim Türk yayları çok güçlüdür.
Menzilleri çok uzun... Savaş şöyle oluyor;
Çinliler karşıdan çıkıyor, diyelim ki
100.000 kişi. Sen olsan olsan 10.000
kişisin. Böyle bir fark var ama Türk
dediğin kaçmaz, savaşmak zorundasın.
Çinlilerin ellerindeki yayın menzili
yaklaşık 200 metre. Lakin Türk yayını bir
gerersen 700-800 metre içerisinde sağ
canlı bırakmazsın. Attığını vurursun.
Türkler atlarını hızla sürmeye başlıyorlar.
800 metreye girdikleri anda, yaylarının
menzillerine ulaştıkları anda at üzerinde
hızla yaylarını çekmeye başlıyorlar. Daha
Çinliler bizi menzillerine almadan bizim
bir savaşçımız on ok atmış oluyor onlara.
Ok yapıyor yağının üzerine. İyi okçular,
biliyorsunuz attığını vuruyor. Tam
Çinlilerin ok mesafesine, yaylarının
menziline giriyor. Duruyor, geri çekiliyor
Türk ordusu. Geri çekilirken de atının
üzerinde geri dönüp yine ok salıyor. Sonra
yeniden 800 metre uzaklıktan yeni bir
saldırı. Böyle bir savaş tekniğimiz vardı.
Kılıçla savaşmaktansa okla savaşmak
mantıklıydı. İşte bu savaş koşulları bizde
sağlam yay yapma zorunluluğunu
oluşturdu. Aradaki sayı farkını bir şekilde
kapatmalıydık. Kemik destekli çiftli yay.
İçinde kemik var, kalın. Yapıştırmak ve
esneklik için de balık tutkalı kullanıyoruz.
Bu tekniği bir tek bizim yay ustaları bilirdi.
Bu yayların bir dezavantajı vardı, su gördü
mü bozulurlardı. Hamurlaşırlardı. Bu
yüzden Türkler yağmurda savaşmazlardı.
Bir de karanlıkta savaşmazlardı onu da
Kızılderililere benzetirler onlar da aynıdır.
Bu konuda bir anım var. Onu anlatayım.
Ben bir kitabımı vermiştim düzeltilmesi
için. Bu kitabımda şöyle bir cümle
yazmışım ki “Türkler yağmurlu havada
savaşmazlardı.” Düzeltecek kişi milliyetçi
ya, değiştirmiş şu şekilde. Yan tarafa not
koymuş. “Türkler her zaman, her koşulda
savaşırlar.” Bunu okumuş, hem gülmüş
hem de kızmıştım. Hayır, olmaz. Gerekçesi
var, kullanılan tutkal su değince
bozuluyor. Bu yüzden kılıfı var, yasıg
GENCAY
13
diyorlar. Onun içinde saklıyor savaşçılar
yaylarını. Suya değmemesi gerek. Bir de
mutlaka yedek yayları oluyor. Çünkü yay
onların en önemli pusatları.
- Hocam ben sizin romanlarınızdan
birinde kamların bir duasını
okumuştum. Pek bilinmez bu dualar ve
ayinler. Kimdir kamlar? Ne yaparlar?
C: Türklerin inanç sisteminin temeli,
göktür dedik ya. Ama elbette gök uzak ve
arada bağlantı kuracak birileri lazım.
Kamlar ortaya çıkıyor ama şamanlar değil,
kamlar, Şaman, Tunguzca bir tanım. Bize
daha sonra Moğollardan geçti. Bugün
şaman diye anılan kutlu gök erlerinin
bizdeki adı kam idi. Kamların bilge
özellikleri var, onlara danışılır. Sonradan
oluşan evliyalık inanışına çok benzer.
Kamlar gökyüzüne bakarlar, onu
incelerler. Hatta uçup göğe yükselirler.
Okurlar. Evet, göğü okur, yıldızların
hareketlerinden anlamlar çıkarırlar.
Üstelik giysilerini de gökten esinlendikleri
şekillerle süslerler. Davullarını, asalarını
kullanırlar. Gezegenleri burç sistemlerini
kendilerince kurmuşlardı. Devamlı doğada
yaşadıkları için bitkileri iyi tanırlardı. Bu
bitkilerle ilaçlar yaparlardı. Yaralıları,
hastaları iyi ederlerdi. Ayrıca fal bakıp
gelecekten haberler verirlerdi. Kamları
Gök Tanrı inancı ile birlikte düşünmek
gerek. Onun ayrılmaz bir parçasıdırlar.
Elbette kendilerine has duaları vardı. Alkış
dediğimiz. Kamlar yalnız yaşarlardı. Ben
de bunu romanlarımda işledim. Benim
kamlarım, danışılan bilge kişilerdir.
- Camiada ses getiren ve ciddi
tartışmalara yol açan tabiri caizse
olaylı bir romanınız var.
C: Evet, Kürt Elhanı Alp Urungu.
- Başta Talat Tekin olmak üzere,
Türkologlarımızın büyük bir çoğunluğu
Yenisey yazıtlarına ait Elegest yazıtında
“Kürt” kelimesinin okuyamayacağını
bilimsel makalelerle ortaya koydular.
Lakin siz yazdığınız roman ile bu
okumayı doğru kabul etmiş oldunuz.
C: Tamam, hadi sildim onu. Kurt Elhanı
yazdım ya da Kert yazdım. Ne yazmalıydım
Kört mü? O zaman sorun ortadan kalkar
mı? Bu işin bugünkü Kürtlerle bir alakası
yok ki. Benim için bir sözcüğün nasıl
okunduğu değil de o anıtın ne anlattığıydı
önemli olan. Öykü çok güzeldi. Orada bir
yaşanmışlık vardı. Bir büyük Türk
kahramanı adına bir taş dikilmişti. Onun
unutulmaması istenmişti. Orada bir anıt
var, o anıtta Alp Urungu isimli bir yiğit var.
Ben o yiğidi yazdım. Bu bir görevdi benim
için. Bir dahakine Kurt Elhanı Alp Urungu
yazarım. 2. Basımda Kurt yazayım, tamam
mı? 3. Basımda da Kört yazarım. Önemli
olan Alp Urungu’nun anılması.
Unutulmaması.
- Sizin bu okuyuşu kabul edip
romanınızda buna yer vermeniz hatta
bu başlıkla yayınlamanız demek,
Kürtlerin tarihi bizim Asya tarihimize
kadar dayanıyor anlamına geldiği için
bu tepkiler veriliyor.
C: Ben Türkolog değilim, ama bu yazıtları
okuyanlar yine yabancı bilim adamlarıdır.
Hepsini inceledim. Çoğu kişi, bizim
Türkologlara gelene kadar Thomsen’e
bakar. Radloff’a bakar. Dünyada kabul
gören bir Türkolog buna Kürt diyor da
Kürt -Kört ne fark eder?
GENCAY
14
- Eski Türkçe’de Kört “güzel” anlamına
geliyormuş, hocam?
C: Sözcüklerin ne anlama geldiği tartışılır.
Mevzu şu; orada bir budun vardı. Bu
budunun bir lideri var. Alp Urungu “Ben
bu budunun başıyım” diyor. Biz Alp
Urungu’yu tartışmalıyız, Kürt-Kört-Kurt
bunu değil. Ben romanımı yazarım, Alp
Urungu’yu anlatırım. 2. Baskıyı Kurt
çıkarayım madem öyle. 13 yaşında
evinden ayrılmış bir yiğidi anlattım ben. O
dönem çok ilginç bir dönemdir.
Hesapladım. Göktürklerin bayrak açtığı
döneme denk geliyor. Alp Urungu Bumin
Kağan’ın yanına savaşmaya gitmiş. Bu
kadar büyük bir kahraman… Okunuş
tartışmaları var diye ben bunu
anlatmayayım mı? Kört-Kurt yazsaydım bu
sefer Kürt olarak okunması gerektiğini
söyleyenlerden itirazlar gelecekti. Ben
kitabın altına da yazdım “Göktürkler
çağından bir Türk öyküsü” diye. Bunu
yazdım, evet. Gençler Kurt olarak
düzeltilmesini istiyorsa tamam Kurt
yapalım ismini. Önemli olan Alp Urungu.
Alp Urungu altın okluk armağanı alan bir
kahramandır. Özellikle “Kürtler Türktür.”
tezini desteklemek için yazmadım ben bu
romanı, Alp Urungu gibi bir yiğidi
anlatmak için yazdım. Kürtlerin Türk
olduğunu düşünmüyorum. Keşke
Türkleşselerdi de böyle olmasaydı
durumlar.
- Romanlarınızda Eski Türkçe
kelimelere (Öz Türkçe diyenler de var)
yer veriyor oluşunuz okuyucularınızın
çok sevdiği bir durum. Uçmak, tamu,
yağı… Bunun sebebi okuyucuyu olayın
yaşandığı çekmek mi? Kelimeleri
karıştırdığınız olmuyor mu?
C: Kadim Türkçe sözcükler diyelim. Bize
geçmişin armağanı sözcükler. Buram
buram Türk ve tarih kokan sözcükler.
Arapça, Farsça sözcüklerden nefret
ediyorum. Keşke elimden gelse de hiç
kullanmasam. Bir zamanlar dil bozuluyor
diye bu sözcükleri kullanmakta engel
görmezdim. Ama bir Mısır gezim oldu.
Mısır’da gezerken insanların konuşmasına
dikkat ettiğimde kullandıkları sözcüklerin
bizimkilere benzediklerini gördüm.
Mısır’ın durumu ortada... Yaşantıları
ortada. Oradaki durumu görünce dedim ki
“Biz niye bunların sözcüklerini
kullanıyoruz?” Bu kadar zavallı mıyız?
Sonra bu sözcükleri terk etmeye başladım.
Şimdi Kadim Türkçe sözcükleri
yerleştirmeye çalışıyorum. Elbette zaman
zaman karıştırdığım oluyor. Sonradan
düzelttiğim... Çok güzel sözcüklerimiz var.
Yağı, örneğin. Yağının tam karşılığı
Düşman değildir. Yağı, mücadele edilecek
kişi demektir. Türkler yağıları yok edilecek
düşman olarak görmemişlerdir. Çin’e yağı
derler, Çin’den yararlanırlar aynı
zamanda. “Us” var bir de, hâlâ
kullanıyoruz. Uslu, uscul diyoruz. Bu
sözcük varken ben neden akıl diyeyim ki?
Bu sözcüklerden yerleştirmeye
çalışıyorum. Arapça Farsça sözcüklere
muhtaç olmak beni deli ediyor.
- Romanlarınızda bir Atsız havası
olduğunu düşünenler var. Bu konuda
ne diyeceksiniz, Atsız’dan etkilendiniz
mi?
C: Öyle düşünüyorlarsa ne mutlu.
Etkilenmişimdir elbette. Kim etkilenmez
ki? Kimileri de bana çağın Atsız’ı diyor.
Buna da karşıyım. Atsız, her çağda Atsız...
Bu çağda başka Atsız’a ihtiyaç yok. Onun
GENCAY
15
eserleri ölümsüz. Ben “İkinci Atsız” da
değilim. İkinci bir Atsız olmaz. Atsız bir
taneydi ve o şekilde kalacak. Adı her
zaman yaşayacak. Belki ben unutulacağım
ama o unutulmayacak. Bunun da kanıtı bu
çağda bile etken kalması. O yalnız bir
romancı değildi. Bir kavga adamıydı.
Düşünce ve fikir adamıydı. Adımın onunla
birlikte anılması büyük onur benim için
ama abartılmamalı durum. Ben benim, O
Atsız.
- Peki, yolda yeni çalışmalarınız var
mı?
C: Şimdi yeni bir çalışmam var, üzerinde
araştırmalar yapıyorum. Çocuk Han. Bir
kahraman. Ben Hun çağına tutkunum.
Çocuk Han 12 yaşında Hun tahtına geçiyor.
14 yaşında ölüyor ama yaşadığı kısacık
zaman içinde Çinliler ondan “Mete geri
geldi” diye söz ediyorlar. 2 yılda Çin’i
perişan ediyor. Yine bir akına giderken
hastalanıyor ve ölüyor. Güzel bir çalışma
olacağını düşünüyorum. Bilinmeyen bir
kahramanı daha bilinir yapmak büyük
mutluluk.
- Son olarak söylemek istediğiniz bir
şey var mı?
C: Son olarak şunu hatırlatayım Türk
gençlerine. Destanlarımız çok önemlidir.
Destanlarımızı bilin, öğrenin. Destansız
kalmayın, Destansı yaşayın… Yaşamınız
destansı olsun. Bir de çok çalışın.
GENCAY
16
SERZENİŞ
Onur ÇELİK
Devletimin bekasıydı meramım,
Kovdular makamdan, sen Türk'sün deyip
Alınmadan geri geldi selâmım,
Tuttular yakamdan, sen Türk'sün deyip.
Oğuz atam dedi: Topla toyunu,
Bitsin bu işkence, kurtar soyunu,
Tekbir getirirken hain kurşunu,
Sıktılar arkamdan, sen Türk'sün deyip.
Göklerde gezmiyor Mete'nin şanı,
Ayağa aldılar yüce Kuran'ı,
Kefereyi, yahudiyi, şeytanı,
Saydılar Islam'dan, sen Türk'sün deyip.
Turan türküsünü her an duyarak,
Uzattım başımı Allah diyerek,
Bana devlet gerek, bana din gerek,
Korktular töremden, sen Türk'sün deyip
GENCAY
17
“KARANLIK DÜNYA 1: İTBARAK”A
BİR BAKIŞ
Aslıhan KAYA
Sayın Çağlayan Yılmaz’ın “Karanlık Dünya
1: İtbarak” romanı Kasım 2015’te raflarda
yerini aldı. Genç yazar Yılmaz, Oğuz Kağan
Destanı’nı hayal gücü ile yoğurup
karşımıza ilginç bir örnek çıkarmış.
Kitap ile ilgili kişisel fikirlerime geçmeden
romanın da ismini aldığı “İtbarak”lar ile
sizleri tanıştırmak isterim.
Barak sözünün bar-, var- kökünden
geldiğini söylemek hiç de yersiz
olmayacaktır kanaatindeyim. Öyle ki çok
çabuk yürüyen, koşan anlamlarını
karşılayan bu söz Yakut Türklerinin
mitolojisinde “çok süratli yürüyen kişi”
olarak anılan Baragçı’nın isminde de
karşımıza çıkar. Mahmut Kaşgari’ye göre
Barak, çok tüylü bir köpektir. İnanca göre;
Kerkes kuşu kocayınca iki yumurta
yumurtlar ve bunları üzerine otururmuş.
Bu yumurtalardan birinden Barak
dedikleri bir köpek çıkarmış. Bu yumurta
da artık kuşun son yumurtasıdır demek
olurmuş.
İt-barak kavmine Oğuz Kağan Destanı’nda
rastlıyoruz. Oğuz Kağan İt-barak ülkesine
başlıca 3 akın yapıyor. Efsanelere göre bu
ülkedeki erkeklerin yüzleri köpek yüzünü
andırırmış. Kadınları ise çok güzelmiş. Bu
kavim savaşa girmeden önce derilerinin
üzerine 3 kat tutkal sürerlermiş. Bu tutkalı
iki farklı sıvıdan meydana getirirlermiş.
Siyah-beyaz sıvıları karıştırarak
oluşturdukları bu tutkalı vücutlarına
sürdüklerinde derileri sertleşir ve
vücutlarına ok batmazmış. Bu yüzden
Oğuz Kağan’ın askerleri İt-barak kavmine
mağlup olmuşlar. Oğuz Kağan ikinci
akınında İt-barak kadınlarının da
yardımıyla galip gelmiş ve kavmi
kendisine bağlı kılmış. Lakin Oğuz
Kağan’ın İran seferinden faydalanan İt-
barak kavminin isyanıyla Oğuz Kağan
buraya üçüncü baskını yapmış ve artık
bölgenin idaresini Kıpçak ve soyuna
vermiş.
Oğuz Kağan destanı bellidir. Hangi
kaynaktan okursanız okuyun olaylar
bellidir ve yazar romanda bu geleneği
bozmayarak, ana olaylara sadık kalarak bir
kompozisyon oluşturmuş. Lakin roman bir
tarih romanı değil fantastik bir romandır
demek çok daha doğru olacaktır. Mitolojik
roman olabileceği öne sürülüyorsada
roman ne tarih ne de Türk mitolojisi
romanı değil popüler edebiyatın fantastik
romanlarından biri olmaya daha yatkın bir
popüler edebiyat romanıdır.
Tarihten ilham alarak yahut tarihi yazan,
tarihi kişi ve olaylara yer veren roman
yazarlarının omuzlarında ciddi bir yük
vardır. İnsanlara ve bilhassa gençlere
aktarılacak yanlış bir bilginin yerleşmesi
kişinin tarih eğitiminde ciddi gedikler
oluşturur. Tarihi sevdirerek ve süsleyerek
anlatmak, aslı zaten belli olan bir destanın
içine farklılaştırmak adına eklenecek
hayali ögeler eminiz ki konuya zaten vakıf
olan okuyucunun dikkatini çekecek ve
GENCAY
18
olaya hakim olan okuyucu romanda farklı
bir tat yakalayacaktır. Romanın kurgu ve
fantastik bir roman olduğunun bilinciyle
kitabı eline alan okuyucu yazarın hayal
dünyası içerisinde lezzetli bir serüvene
çıkacak ve son sayfayı kapattığında böylesi
sıkıntılı bir dünyada bu denli bir hayal
gücü yeteneğini korumayı başarabilmiş
yazarı kutlayacaktır. Lakin aksi bir durum,
Oğuz Kağan Destanı’ndan haberdar olmak
amacıyla romanın okunmasını şahsım
adına tavsiye etmem.
Oğuz Kağan Destanı’nın farklı
kaynaklarında İt-barak ve benzeri
unsurlar görülür lakin Çağlayan Yılmaz’ın
romanındaki İt-barak ırkı tamamen
yazarımızın hayal dünyasına özgüdür.
Fantastik dünyayı millileştirmek adına
atılmış adımlardan biri olarak
gördüğümüz bu çalışmada Sayın Yılmaz,
yer verdiği aşırı doğaüstü ögelerin dışında
da gözden kaçmayan hatalar yapıyor
maalesef.
Romandaki çoğu ögenin kurgu olmasının
yanında Türk mitolojisine uygunluğuyla
göze çarpan bir öge var; Şaman ögesi.
Romanda obanın bir “Şaman Hatun”u
olduğunu görüyoruz. Göktanrı
inancındaki gruba yakın çizilen Şamanlar
aklımda yer etti. Biz bu insanlara “Kam”
denildiğini; Şamanizmin, Şamanların
Oğuz’dan çok daha sonra Türk buduna
sirayet eden Moğol asıllı bir unsur
olduğunu bilirdik. Lakin yazarın romanda
Kam-Şaman unsurlarını bir tutmuş olması,
Kamlığın yerine Şamanizmi koyması bir
anlam karmaşası olarak göze çarpıyor.
Türk milliyetçilerinin ruhuna dokunan,
önemli Türk büyüklerinin anlatıldığı
romanlarda gözetilen unsurlardan biri de
dil meselesidir. Oğuz Kagan gibi ulu bir
Türk kağanının serüvenini kendine has
üslubuyla yazmış olan Yılmaz’ın, romanın
daha ilk sayfalarında karşıma çıkardığı
ağır ve anlaşılması güç bir Arapça
kelimeyle beynimden vurulmuşa döndüm
desem yeridir. Sözlüğü açıp bu kelime ne
imiş diye bakıp tekrar oğuz Kağan destanı
okumaya devam etmek şahsımı ciddi
anlamda üzdü. Nitekim yazarın kelime
seçimlerine ehemmiyet vermeyişi, kadim
Türk tarihi kahramanı Oğuz’u anlatırken,
kadim Türk kelimelerinden uzak oluşu
alışmadığımız bir durum olmakla beraber,
profesyonel bir bakışla da okuyucunun
olayın geçtiği çağı hissetmesini, kendini
hikâyede bulmasını zorlaştırır olmuş.
Maalesef ki romanın tamamına sirayet
etmiş olan paragraflar arası anlam
kopukluğu da göze çarpan bir durum.
Batının “Taht Oyunları” “ Yüzüklerin
Efendisi” gibi fantastik dünyasının
halkımıza ciddi anlamda sirayet ettiği şu
günlerde sevgili Çağlayan Yılmaz’ın çabası
takdire şayandır. Yeni bir yola adım atıp
ilk romanını yazmış olan yazarımız, temiz
duygularla çıktığı bu yolda işin ehli haline
gelecek ve Türk bir Talkien meydana
gelecektir ümidindeyim.
Yazarımıza saygı ve iyi dileklerimizi
sunarken davasında, çıktığı bu kutlu yolda
attığı ve atacağı adımların yüce Türk
milletine hayırlı olmasını temenni ederiz.
“Bir solukta okumanız dileğiyle.”
GENCAY
19
TÜRK MİTOLOJİSİNİN
BİBLİYOGRAFYASI
Çağhan SARI
Gencay Dergisinin bu sayısında Türk mitolojisi
ile ilgili birbirinden kıymetli yazılar
bulunuyor. Bu yazıların ardından Türk
mitolojisine dair okumalar yapmak
isteyebilirsiniz. Bu okumalarda karşınıza
çıkabilecek kitapları kısaca tanıtmayı
amaçlıyoruz. Türk mitolojisine dair
yayınlanmış eserlerin sayısının istenilen bir
rakamda mı yahut oldukça az mı bu sorunun
cevabını vermeye yetkili değiliz. Ancak gönül
isterdi ki yayınların çokluğundan ötürü sadece
bir liste vermekle yetinseydik. Şimdi gelelim
Türk mitolojisi ile ilgili eserleri tanıtmaya.
Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesi'nde senelerce Genel Türk Tarihi
Bilim dalında dersler vermiş kıymetli tarihçi
Prof. Dr. Bahaeddin Ögel'in vefatının ardından
onu ölümsüzlüğe taşıyan eserlerinden biri de
Türk Mitolojisi isimli çalışmasıdır. Bu
çalışmayı iki cilt olarak yayınlayan Prof. Dr.
Bahaeddin Ögel, birinci cildinde tarihlerde
geçen ve özel olarak yazılmış Türk
efsanelerine değinmektedir.
İkinci ciltte de halk ağzından derlenmiş
efsaneler ile diğer kaynaklarda Türk
efsanelerinin inceleme ve tetkikini
yapmaktadır. Ayrıca Türk mitolojisinin obje ve
unsurlarını da sözlük mahiyetinde
açıklamaktadır. Birinci cildi altı, ikinci cildi beş
defa basılmıştır. Son baskıları 2014'te olan
ciltler (birinci cilt 745, ikinci cilt 778) toplam
1523 sayfadır. Temel eser niteliğindeki bu
çalışma, Türk mitolojisine ilgi duyan her
okuyucunun kütüphanesinde bulunmalıdır.
Hacim olarak küçük, nitelik olarak dolu dolu
bir kitap ta Pertev Naili'nin Türk Mitolojisi
(Oğuzların, Anadolu, Azerbaycan ve
Türkmenistan Türklerinin Mitolojisi) isimli
eseridir. Bilgesu Yayınevi'nden 2000 yılında
çıkmıştır.
Aynı yayınevinden 2011 yılında da Orta Asya
Türk tarihi ile ilgili çalışmaları bilinen Jean
Paul Roux'un Eski Türk Mitolojisi kitabı
çıkmıştır. Orijinal dil Fransızca olan kitap,
Musa Yaşar Sağlam tarafından çevrilmiştir.
Jean Paul Roux'un eserlerinin genelde Kabalcı
Kitabevi'nden çıktığını göz önüne alırsak bu
eserin dikkatlerden kaçması muhtemeldir.
Saydığımız eserler akademik metodoloji ile
yazılırken Necati Gültepe'ye ait olan Yeni
Araştırmalar Işığında Türk Mitolojisi ise
destan metinlerini sade bir dille sayfalara
alarak araştırma kitabından ziyade her
GENCAY
20
kesimden okuyucunun mitolojiyle buluşmasını
amaçlamıştır. 2013 yılında Resse
yayınevinden çıkan kitap, son 50 sayfasında
görsel malzemelerle beraber 650 sayfadır.
Celal Beydili'nin Yurt Kitap Yayınlarından
2005 senesinde çıkan Türk Mitolojisi
Ansiklopedik Sözlük isimli çalışması Türk
mitolojik sisteminin yaratılmasını Türk birlik
çağıyla sınırlandırır. Diğer Türk boylarının
mitolojik görüş ve düşüncelerine uzanma
maksadıyla kaleme alınan bu çalışma 637
sayfadan oluşmaktadır.
Prof. Dr. Fuat Köprülü'nün manevi öğrencisi
Nurer Uğurlu'nun Türk Mitolojisi kitabı, Örgün
Yayınevinden 2012'de çıkarken, kitabın
tanıtım bülteninde ''kitabın 30 yılı aşkın bir
çalışmanın ürünü'' olduğu vurgulanmaktadır.
540 sayfadan oluşan kitabın birinci baskısı
tükenmiştir. Murat Uraz’ın Türk Mitolojisi,
Düşünen Adam Yayınları'ndan çıktıktan sonra
bugün sahaflarda rastlayabileceğiniz bir
eserdir. Kitabı yıllar sonra Hera Şiir Kitaplığı
da yayınlamıştır. Ancak bu baskısı da kısa
zamanda tükenmiştir.
Türk mitolojisine derinlemesine bir okumadan
önce ana hatlara hâkim olmak istiyorsanız
ismiyle müsemma bir eser bulunuyor. Yaşar
Çoruhlu'nun Türk Mitolojisinin Ana Hatları
kitabını Kabalcı Kitabevi yayınlanmıştır. Üç
defa baskı yapan kitap 256 sayfadır. Gazi
Kitabevinin Türk mitolojisi hakkında
yayınladığı iki eserin biri sözlük diğeri de
editöryal kitap çalışmasıdır. Bunlar, İbrahim
Dilek'in hazırladığı Türk Mitoloji Sözlüğü
(Altay-Yakut) ve Fatma Ahsen Turan ile Meral
Ozan'ın editörlüğünü yaptıkları Türk
Mitolojisine Giriş'tir.
Türk destanlarının en mühim belirleyici figürü
olan kurt hakkında yapılan birçok çalışma
bulunmaktadır. Ancak insicamı zedelememek
için son olarak Dr. Yaşar Kalafat'ın Berikan
Yayınevince Türk Mitolojisinde Kurt isimli
kitabına değinerek bibliyografya turunu
tamamlıyoruz. 134 sayfalık hacmiyle Türk
destanlarında ve mitinde kurtlara dair
neredeyse bütün noktalara değinilmiştir.
Elbette Türk mitolojisi hakkındaki eserler bu
yazıda yer alanlarla sınırlı değildir. Bu kitaplar
araştırmacılardan ziyade genel okuyucular ile
detaylara hâkim olmak isteyen okuyucular
içindir. Bilhassa -araştırmacılar sahasıyla
sınırlandırmayarak- Mısır ve Yunan
mitolojisine karşı olan ilginin yanında Türk
mitolojisine olan ilginin de okuyucu bazında
artması önemlidir. Türk mitolojisi, İslamiyet
öncesi Türk kültürüne uzanmak için vasıtalar
arasında insanı cezbeden en naif güzergâhtır.
GENCAY
21
EFSANE DAĞA YOLCULUK - TEK
PERDELIK ÇOCUK OYUNU Hilal CEZAYİRLİ ABİŞ
Yaz tatili, çok sıcak ve bunaltıcı bir hava,
akşamüzeri.
Çok katlı apartmanlardan oluşan bir
sitenin çocuk parkı…
Elif, Ceylin, Berk ve Efe 7 ilâ 11 yaşlarında
dört çocuktur.
Anneleri ve babaları işe gitmiştir.
Ceylin 10, Berk 11 yaşındadır ve yarım
gün yaz okuluna gitmektedirler.
Efe sekiz yaşındadır ve yaz tatilinde
gündüzleri evdeki yardımcı kadınla
kalmaktadır.
Elif ise yedi yaşındadır ve zamanını
babaanne ve dedesiyle beraber, zaman
zaman kendi evlerinde zaman zaman da
(özellikle fındık toplama zamanı)
Akçakoca’daki köy evlerinde
geçirmektedir.
1. Sahne (Park)
Efe ve Ceylin parktaki bankta oturuyorlar.
Elif elindeki bir ağaç dalını eğip büküyor.
Berk sırtını ağaca yaslamış, elindeki
çıkartmalı dünya atlası kitabını inceliyor.
Ceylin: Offf… Çok sıcak…
Efe: Ben çok sıkıldım yaa… Annemlerin
gelmesine daha üç saat var… Yukarı çıkıp
çizgi film izlesem, Fatma Teyze bir daha
aşağı inmeme izin vermez.
Elif: Oynayacak bir şey bulalım, lütfen…
Efe: Ceylin senin tabletinle oynayabilir
miyiz?
Ceylin: Bugün çok fazla oyun oynadım.
Şarjı bitti. Şimdi şarj etmek için eve
çıkarsam da bir daha inmem…
Elif: Güneşin altında bisiklete de binmek
gelmiyor içimden, kaydıraktan kaymak
da…
Berk: Hmm… Bakın burada bir oyun var.
Bir sayfada dünyadaki önemli sıradağların
adları ve özellikleri yazıyor. Diğerinde ise
bu dağların resimli çıkartmaları var.
İkişerli gruplar olunuyor. Herkes kendi
grup arkadaşına bir sıra dağın özelliklerini
sayıyor. Arkadaşı da bunun hangi sıradağ
olduğunu bilmeye çalışıyor. Süre 2 dakika.
En çok sıradağı doğru bilen ve
çıkartmasını haritada doğru yere
yapıştıran grup oyunu kazanıyor.
Ceylin: Sıkıcı gibi ama deneyelim…
Efe: Bilemeyene ceza var mı?
Berk: Evet var. Bilemeyenleri uzaylılara
teslim ediyoruz…
Kıkırdaşırlar.
Elif: Berk ben seninle eş olabilir miyim?
Berk: Tamam, böylece birer büyük birer
küçükle eşleşmiş olur. Efe de Ceylin’le eş
olsun.
Efe: Ben küçük değilim yalnız…
Ceylin: Öff tamam tamam, ben küçük
olurum Efe, sen büyük ol!
Kıkırdaşmalar.
Berk: Evet ben başlıyorum. Elif bak iyi
dinle şimdi.
Elif: Tamam
Berk: Bu sıradağlarda dünyanın en ama
en yüksek dağı olan Everest Dağı yer
GENCAY
22
alıyor. Burası Çin ile Nepal arasında bir
yerde. Dünyanın do..
Elif (Sözünü keser) : Dur, dur! Buldum!
Biliyorum, süreyi durdurun!
Berk: Hadi ya? Bu kadar çabuk mu?
Elif: Ne sandınız? Babaannem ve dedem
bana köyde her gece bu dağda geçen
masalları anlatırlar.
Ceylin: Ne? Nasıl yani? Kayağa falan mı
gitmiş babaannenler oraya? Nerden
biliyorlarmış ki bu dağı?
Elif: Yok ya ne kayağı! Kayak yok. Ama
devler var, konuşan kurtlar ve geyikler, tek
gözlü canavarlar, peri kızları, Zümrüt-ü
Anka kuşları, kartallar var. Demirden
dağlar, çocuk doğuran ağaçlar...
Berk (gülerek, şaşkın): Hop hop bir
dakika yaaa… Bak Elifciğim lütfen
masalları ve çizgi filmleri unut,
bahsettiğimiz dağ gerçek hayatta ve dünya
üzerinde var olan bir dağ tamam mı?
Ceylin: Süreyi tekrar başlatıyorum, Elif ya
dağın adını söylersin ya da sıra bize geçer!
Elif: Söylüyorum: Kaf Dağı!
(Diğerleri kahkahalarla gülmeye başlarlar)
Elif (Bozulmuştur) : Neden gülüyorsunuz
ki?
Ceylin (Gülerken konuşmakta
zorlanarak): Bak canım, Kaf Dağı diye bir
dağ gerçek hayatta yok tamam mı? Şu an
seni hayal kırıklığına uğratmış ve pembe
rüyalarını yıkmış olabilirim ama gerçeği
bilmen gerekiyor. Kaf Dağı diye bir yer
sadece masallarda var, gerçek hayatta yok!
Elif (Ağlamaya başlar) : Sen 10 yaş oldun
diye her şeyi bilemezsin tamam mı?
Eskiden böyle bir dağ varmış, şimdi de var.
Bana dedem söyledi. Sen ondan daha iyi
bilemezsin! Köydeki evde her gece anlatır
bana Kaf Dağı’nın ardında olanları. Orada
televizyon yok ama ben hiç sıkılmıyorum
niye hmm? Niye? Çünkü dedemin anlattığı
şeyler televizyondaki çizgi filmlerden daha
güzel, üstelik de gerçek! Ayrıca dedem
bana yalan söylemez, o hiç yalan
söylemedi, benim dedem iyi biri! Yalancı
değil! (yüksek sesle ağlamayı sürdürür).
Berk: İsterseniz devam etmeyelim. Ceylin
bu oyun Elif ve Efe’nin yaşına uygun değil
bence.
Ceylin: Bebek gibi ağlamayı bırak Elif.
Hayır, oyuna başladık bir kere, devam
edeceğiz. Siz bilemediniz, şimdi cevap
hakkı bizde. Doğru cevap Himalaya…aaa…
Noluyo yaaaa…..
Şimşekler çakmaya ve yer sarsılmaya
başlar, sahne şimşeklerle aydınlandıkça
tabiat olaylarının yaratıcısı “çift başlı
kartal” görülmektedir.
Çocuklar (Hep bir ağızdan): Aaaaaaaaa…
2. Sahne (Şaman)
Kanatlarını çırparak geçen yıldırım kuşu
görülür
Elif: Vaaay… Yıldırım kuşu… Gerçekmiş
işte…
Berk (Efe’ye sarılmış, gözleri yerinden
fırlayacak gibi açılmış, korkudan
titremektedir) : Dua okumak istiyorum
Allah’ım ama hiç birini ezbere bilmiyorum.
GENCAY
23
Allah’ım ne olur öldürme bizi, koru
Allah’ım…
Ceylin (Başını kolları arasına almış, gözleri
kapalı) : Sakin olmalıyım, sakin
olmalıyım… Bunların hiç biri gerçek değil.
Ben şu an evdeyim, korku filmi izlerken
uyuyakaldım. Şu an rüya görüyorum…
Hepsi geçecek…
Müzik: DOB DAL- DRUM SONG (Ağaç
Sahnesine Kadar)
Efe (Korku dolu): Bü…Büyücüüü….
Ceylin, Berk, Efe : Aaaaaaa….
Şaman çocukların olduğu tarafa bakar ve
çeşitli dualar okuyarak büyücek gümüş
vazosunun içinde bir karışım hazırlamaya
başlar.
Elif (Şaşkın ama mutlu): Büyücü falan
değil, o şaman dede!
Ceylin: Kes sesini bee! Dede deme bana!
Allah kahretmesin, Allah kahretmesin… Ne
pis, iğrenç bir adam bu, tipe bak yaa…
Kazana atıp pişirir bu bizi…
Berk: Yamyam olabilir mi?
Efe: Eline sopa aldı, bize doğru geliyor…
Ceylin: Kaçın!
Elif: Durun! Durun o yıldırım kuşunu
sakinleştirecek şimdi!
Berk Elif’i kolundan tutup çeker ve
koşarak kaçar ve bir ağacın ardına
gizlenirler.
3. Sahne (Ağaç)
Berk: Elif artık kes sesini! Hem kendini
hem bizi tehlikeye atıyorsun. Son beş
dakikadır yaşadıklarımız bizi korkudan
öldürmeye yeter artar bile, bir de senin
yüzünden tehlikeye giremeyiz anladın mı?
Elif: Beni hiç dinlemiyorsunuz. O şaman
dede. Sizi pişirmeyecek.
Ceylin: Elif, o kazan gibi şeyin içine bir
şeyler döktü, ateş yaktı, deli misin sen?
Elif: Gökyüzüne süt saçacak, yıldırımın
karnı doysun da can almasın diye. Saçı
saçacak anlıyor musunuz?
Efe: Sopayla bize doğru geldi, buna ne
diyeceksin?
Elif: Sopanın ucunda tahta kuş vardı,
yıldırım düşen yere dikecek ki tehlike
gitsin!
Berk: Allah’ım delireceğim!
Elif (Keyifle yere uzanmıştır) :
İnanmasanız da hepsi gerçek. Size
söylemiştim ben… Şu an altında
oturduğumuz bu dev ağaç da Bay-Kayın
olmalı…
Ceylin (Alaycı): Ne? Bay-Kayın mı? Bayan
Kayın da var mı? Elif ne saçmalıyorsun sen
Allah aşkına?
Elif güler.
Diğer çocuklar huzursuz, korku içinde
yerde oturmaktadırlar
Ceylin (ürpererek) : Bana bakın bu Bay-
Kayın mıdır nedir, başımıza bir şey
getirmesin sakın? Lanetli falan olmasın bu
ağaç?
Elif (Gülerek): Korkma. Kutsal ağaç bu.
Bu ağaç insanları kötülüklerden korur ve
üzerine asla yıldırım düşmez. Şaman dede
bizi bilerek buraya doğru kaçırdı, güvende
olalım diye…
Efe: Şu an bir çizgi filmin içindeymişiz gibi
konuşuyorsun…
4. Sahne (Kurt)
Bu sırada bir kurt uluması duyulur.
MÜZİK: UHUKTU (SAHA – YAKUT
TÜRKLERİ/YULYANA)
Berk: Aman Allah’ım!
Ceylin (Dehşet içinde): Kurt uluması…
Berk (Sinirli): Bu mu güvenli ağaç Elif?
Efe: Kurt adam olmasın bu?
GENCAY
24
Çocuklar korku içinde iyice birbirlerine
sokulurlar.
Elif: Ya Efe ne kurt adamı? Kurt adam diye
biri yok tamam mı? O iyi bir kurt. Bize
zarar vermeyecek. Bebek gibi korkaksınız
hepiniz.
Kalkar ve kurdu görmeye çalışır.
Ceylin: Elif sana yalvarıyorum, çok rica
ediyorum gel buraya ve sessiz ol. O hayvan
bizi parçalayabilir, saklanıp ondan
korunmamız lazım lütfen…
Berk: Çok geç, çoktan kokumuzu almış ve
buraya doğru geliyor… Bakın (Eliyle işaret
eder).
Ceylin: Allah’ım senden af diliyorum.
Annemin en sevdiği bibloyu kırıp suçu
kardeşime attığım için, ödevimi anneme
yaptırdığım için, Cansu’nun gömleğine
bilerek ketçap sıçrattığım için…
Efe: Ağaca tırmanabilir miyiz acaba?
Ceylin: Ben daha önce hiç ağaca
tırmanmadım ki, nasıl olacak?
Berk (Fısıltıyla, ağlamaklı) : Ellerimi,
vücudumu hareket ettiremiyorum. Elif, Elif
lütfen gitme yanına… O gelip hepimizi
yiyecek zaten…
Elif ayağa kalkmış, yavaş ama temkinli
adımlar atmaya başlamıştır.
Elif: Kurt yalnız olsa ben de korkardım
Berk. Ama yanında koyun var. İkisi birlikte
yürüyorlar. Bu güvende olduğumuz
anlamına geliyor. Kurt bize kötü niyetli
olmadığını anlatmak istiyor. Aç olsa bizden
önce yanındaki koyunu yerdi. Kurtlar daha
önce de insanları kurtarmışlar, dedem
anlatmıştı.
Ceylin: Deden…deden…deden…
Elif (Yüksek sesle): Merak etmeyin
çocuklar, güvendeyiz.
Kurt yaklaşır. Elif ellerini dizlerine koyup
hafifçe eğilir ve yumuşak bir sesle
konuşmaya başlar.
Elif: Seni tanıyorum. Sen At Yeleli Gök
Kurtsun. Kuşlar bile sana yetişemez. Bizi
de alıp göklere uçurur musun?
Ceylin (Öfkeli): Ne diyorsun sen be?
Berk: Yararı yok… Dinlemiyor bizi bu kız…
Kurt başını eğer. Elif onun tüylerini okşar.
Sonra kurt adeta sırtıma binin dercesine
arka ayakları üzerinde oturur. Elif
tüylerini okşayarak kurdun sırtına çıkar.
Elif: Hey çocuklar! Burada kalmak sizin
için güvenli olmayabilir. Kurt kötü ya da
tehlikeli değil. Haydi gelin!
Çocuklar dehşet içinde olanları
izlemektedir.
Berk: Çocuklar üzgünüm ama Elif haklı
galiba. Biz de onlarla gitmeliyiz.
Ceylin: Berk delirdin mi sen?
Berk: Ceylin bu olanlar çok saçma ben de
biliyorum. Ama o masal ve efsaneleri
bizden iyi biliyor kabul etmek zorundayız.
Herkesi tanıyor, hiçbir şeyden
korkmuyor... Bence ondan ayrılmamak şu
an bizim için daha güvenli.
Efe: Elif, bu kurt bizi ısırmaz değil mi?
Elif: Hayır korkma Efe, çocuklar gelin
haydi!
Çocuklar önce ürkek, sonra hevesli
adımlarla kurdun yanına gider ve sırtına
binerler.
MÜZİK: ALTAY DAĞLARI No:5 (BESTE:
ERKAN ENGİN)
Barko vizyonda muhteşem dağ ve ırmak
görüntüleri izlenmektedir.
5. Sahne (Dağ-Irmak)
Müziğin sesi kademeli olarak azalır. Bir
vadiye gelinmiştir. Bir tarafta ırmak, diğer
tarafta dağ geçişe izin vermemektedir.
Kurt ulur ve hızla uzaklaşır. Çocuklar
şaşkındır.
GENCAY
25
Berk: Çok güzeldi, kabul etmek lazım…
Ama şimdi ne olacak? Ne biçim bir yer
burası?
Ceylin: Ne biçim bir yerde bırakıp gitti bizi
bu kurt? Bu muydu dedenin insanları
kurtaran kurt dediği? Buradan
kurtulamazsak kurda kuşa yem olacağız…
Allah’ım neden yaşıyorum ben bu korkunç
şeyleri?
Efe: Sadece sen yaşıyorsun sanki bunları!
Elif (Ağlamaklı) : Ayrıca sen hep bana
kızıyorsun Ceylin! Hep kalbimi kırmaya
çalışıyorsun! Dedem kurtlar insanı dağ
başında bırakır dememişti bana, ne
yapayım?
Ceylin (Ağlayarak): Senden de dedenden
de nefret ediyorum anladın mı? O saçma
sapan şeyleri bize anlatıp Kaf Dağı
meselesinde ısrar etmesen şimdi evimizde
olacaktık! Anne babalarımız işten
gelmiştir. Bizi bulamayınca polis
çağırmışlardır, hepsi senin yüzünden…
Berk (Kararlı): Arkadaşlar yeter artık!
Farkındaysanız şu an burada sıkışıp
kalmış durumdayız ve kavga etmek yerine
bir çözüm bulmamız gerekiyor. Lütfen
sakin olalım. Elif, şimdi iyi düşünmeni
istiyorum senden. Deden bizim
durumuzda kalan birileriyle ilgili bir şey
anlatmış mıydı sana?
Elif (Korkmuş, ağlamaklı) : Korkuyorum
söylemeye
Ağlamaya başlar.
Çocuklar korku ve çaresizlik içinde
birbirlerine bakarlar.
Berk: Ne kadar kötü olursa olsun
söylemelisin, bizi ne bekliyor?
Elif(utanmış, ağlayarak): Dağlar ve
nehirlerden geçit istemek için söylenecek
sözleri hatırlamıyorum…
Ceylin: Bittik biz…
Berk: Bir dakika Ceylin! Elif, nasıl bir
şeydi? Haydi beraber bulmaya çalışalım.
Efe: Açıl susam açıl olur mu ki?
Elif: Hayır yaaa…
Ceylin: Dağlar ve nehirler geçit verin bize
diye bağırsak?
Elif: Geçit versin… Evet, öyle bir şeydi!
Geçmek anlamına geliyor ama başka türlü
söyleniyor…
Ceylin: Eş anlamlı! Geçmek sözcüğünün eş
anlamlısını bulacağız.
Elif: Hayır eş anlamlı değil!
Berk: Elif eş anlamlı aynı anlama gelen
farklı bir sözcük demek.
Ceylin: Geçmek… Aşmak? Aşmak ve
geçmek eş anlamlı!
Elif: Evet! Evet! Hatırladım sonunda.
Şöyleydi: Dağlar aşut versin, sular geçit
versin!”
Efe: Aşut mu? O da ne?
Berk: Geçmekten geçit oluyorsa, aşmaktan
da aşut oluyor sanırım. Bu yolların
açılmasını sağlayan bir çeşit tekerleme
olsa gerek.
Elif: Sanırım bağırarak söylemeliyim:
“Dağlar aşut versin, sular geçit versin!”
Ceylin: Eee? Bir şey olmuyor?
Berk: Acaba birlikte mi söylesek?
Seyirci çocuklar da katılır.
Hepsi Birden: “Dağlar aşut versin, sular
geçit versin!”
Büyük bir gürültü duyulur. Dağ ve nehir
ayrılarak kapı kanadı gibi önlerinde açılır.
Ancak açılan yerde canavar ve ejderhalar
kol gezmektedir
Barko vizyon görüntüleri ₊ Işık efekti.
Çocuklar korku içinde geri çekilirler.
MÜZİK: POWER FOR THE SOUL / HUN-
HUUR-TU AND ANGELITE
Dörtnala gelen bir atın nal sesleri ve
ardından kişnemesi duyulur.
Elif: Kurtulduk!
GENCAY
26
Berk: Nasıl?
Elif: At!
Ceylin: Elif o at bizi ejderhaların içinden
nasıl geçirecek? Yoksa bu da sihirli at mı?
Elif(Güler): Hayır, bir dakika…
At yaklaşır ve başını eğer. Elif onun
yelelerini okşar.
Elif: Teşekkürler güzel at! Hoşça kal…
At dörtnala uzaklaşır.
Ceylin (Atılır): Hop hop hop! Berk
yakalasana şunu ya! Niye gönderdiniz atı?
Elif: Ona ihtiyacımız yok artık. Kıllarından
aldım biraz. Şimdi bunları geçide doğru
savuracağım ve geçit bizim için güvenli
hale gelecek! Dedem anlatmıştı. Bu
geçitten güvenle geçebilmenin yoludur.
Berk: Elif dur, bırak ben yapayım. Burası
senin için çok tehlikeli…
Elif: Tamam, al! (Kılları uzatır)
At kıllarını alan Berk geçide yaklaşır. Elini
uzatır ancak tam o anda ayağı kayar ve
düşer.
MÜZİK: ALTAY DAĞLARI No:2 (BESTE:
ERKAN ENGİN)
Çocuklar dehşet içinde bağırırlar: Beeerk!..
Müzik azalır. Çocuklar birbirlerine sarılıp
sessizce ağlamaya başlarlar.
Ceylin (ağlayarak): Ah Berk ah…
Aramızdaki tatsızlıkları çözen, bizi hep bir
arada tutan, pes etmememizi sağlayan
sendin. Şimdi şu olanlara bak… Ne
yapacağız biz sensiz?
Bu sırada yeni bir müzik duyulur. Berk’in
düştüğü yerden ışıklar içinde Tanrıça
Umay yükselir. Önündeki masada Berk sırt
üstü yatmaktadır. Çocuklar ayağa
kalkarlar.
MÜZİK: WAYRA – AMANECER
Umay: Merhaba çocuklar…
Ceylin: Elif, bu da kim?
Efe: Berkten hiç kan akmıyor, uyuyor
gibi…
Elif (Büyülenmiştir): Bu… bu Umay Ana…
Gümüş saçlarından, başında taşıdığı 3
boynuzdan tanıdım onu… Çocukların ve
ailelerin koruyucusu, Berk’i o kurtarmış
olmalı…
Umay (Şefkatli): Hoş geldiniz çocuklar…
Evet, ben çocukların ve ailelerin
koruyucusu Tanrıça Umay’ım. Bizler,
burada yüzyıllardır yapayalnız sizleri
bekliyoruz, biliyor muydunuz?
Efe: Berk iyileşecek mi?
Umay (Gülümser) : Berk iyi çocuklar.
Elif’i korumak için kendini öne atması çok
cesurca bir davranıştı. Bu iyi yürekli ve
cesur çocuğun zarar görmesine izin
veremezdim. Ancak çok korktu. Üstelik
karnı açtı ve güçsüz kalmıştı. Ona süt
içirdim ve derin bir uykuya dalmasını
sağladım.
Ceylin: Peki ne zaman uyanacak?
Umay: Değiştirip iyileştirebileceği bir
yönünü keşfedince…
Ceylin: Ama Berk zaten iyi biri! Siz de
söylediniz az önce. Onu hemen
uyandıramaz mısınız?
Umay (Gülümser): Berk de sizler de çok
ama çok iyi çocuklarsınız. Üstelik buraya
kadar gelmeyi başardığınıza göre akıllı ve
cesursunuz da. Ama unutmayın ki hayat
bir keşif yolculuğudur ve insan yaşamı
boyunca her an yeni şeyler keşfedip
eskisinden daha farklı, daha iyi ve daha
doğru yollar keşfedebilir çocuklar. Berk
gibi sizin de karnınız aç mı bakalım?
Çocuklar: Evet!
Elif: Ölüyoruz açlıktan
Ceylin: Bize ilaçlı bir şey yedirmez bu
değil mi?
Elif: Saçmalama Ceylin, o ailelerin ve
çocukların koruyucusu, baksana Berk’i de
kurtarmış!
GENCAY
27
Umay: Size taze sağılmış kısrak sütü
vereceğim. Alın bakalım…
Ceylin: Iyyy… Kısrak sütü mü? İğrenç…
Kokar bu şimdi, içemem ki ben!
Umay: Belki de iğrenç demeden önce bir
kez tadına bakmalısın Ceylin. Çok
besleyicidir bu süt…
Efe: Ben şu an her şeyi yiyip içebilirim
valla.
Elif: Ben de! En azından tadına
bakacağım…
Efe ve Elif sütlerini içer içmez huzurlu bir
uykuya dalarlar. Ceylin onları
uyandırmaya çalışır.
Ceylin: Hey, uyanın. Bu kadın içine uyku
ilacı atılmış süt verdi size!
Umay: Korkma Ceylin. Ben de içeceğim
aynı sütten. Buna antlaşmak deniyor. Size
sütleri verdiğim tasların adı da ant
kadehleri. Böylece birbirimize sonsuza dek
güven bağlarıyla bağlanmış olacağız. Daha
önce de söylediğim gibi, eski fikirlerinizi
yeniden değerlendirip farklı fikirlere ve
gerçekliklere kapılarınızı açtığınızda, yani
gerekli dönüşümü yaşadığınız anda,
eskisinden daha sağlıklı bir biçimde
uyanacaksınız. Eve geri dönmenizin tek
yolu da bu güzel kızım. Haydi, şimdi
sütlerimizi içip karşılıklı antlaşalım…
Ceylin (Ağlamaklı): Burada tek başına
uyanık kalmaktansa, eve dönüş için elimde
olan tek ihtimali değerlendirmek daha
akıllıca olacak sanırım. Ama unutma ki
Umay Ana, uyandığımda eve dönmüş
olmazsam, benden asla böyle bir değişim
ve dönüşüm beklememen gerekir!
Umay: Haydi, üç deyince ikimiz birden!
Bir, iki ve üç!
İkisi de sütü bir dikişte içerler ve Ceylin
uykuya dalar. Umay çocukları incecik
keçelere sarar. Çocuklar makara sistemiyle
yavaş yavaş yukarı çekilirler.
MÜZİK: KİYE HENNİ (SAHA-YAKUT)
Sahnede Umay Ana, Şaman, Kurt, At ve
arka planda da Kayın ağacı durmakta,
çocuklara el sallamaktadırlar. Müzik sesi
gittikçe azalırken sahne de kararmaya
başlar ve müzik artık duyulmaz olur.
6. Sahne (Park)
Çocuklar sitedeki parkta bir ağacın altında
uyumaktadırlar. İlk uyanan Berk olur.
Berk: Aman Allah’ım dönmüşüz! Hey
uyanın çocuklar!
Elif: Berk? Evdeyiz! Umay Ana değişime
inandığımızda uyanacağımızı söylemişti!
Demek sen ve ben, değiştik?
Berk: Bütün bunlar bir rüya değildi değil
mi Elif? Sen de hatırlıyorsun yani
olanları…
Elif: Evet, tabii ki hepsi gerçekti,
söylemiştim size.
Efe uyanır.
Efe: Ne? Heeeeyyy… Geri geldik! Geri
geldik! Evdeyiiizzz!
Berk: Ceylin? Ceyliinn…
Ceylin de gerinerek uyanır. Korkmuş gibi
sıçrar.
Ceylin: Millet, millet evdeyiz! Ya bir
dakika, ben çok garip şeyler yaşadım.
Sizde de aynı durum var mı?
Çocuklar güler.
Berk: Ceylin, hepimiz olanları hatırlıyoruz.
Ceylin: Off… Çok şükür. Delirmedim
demek… Bir saniye! Tanrıça Umay
uyanmanız yeni ve farklı fikirlere açık
olmanıza, değişmenize bağlı demişti!
Uyandıysak, bir şeylerin değişmiş olması
gerekir bizde. Şu an masal ve mitolojiyle
ilgili hiçbir şey bilmediğim için, daha önce
tadına bakmadığım bir içeceğe iğrenç
diyerek reddettiğim için, en önemlisi de
GENCAY
28
Elif ve dedesi hakkındaki sözlerim için
acayip pişmanım…
Berk: Arkadaşlar kabul edelim ki çok sıra
dışı bir şey yaşadık. Bunu birine anlatsak
bize zırdeli der öyle değil mi? Ama biz
bunu yaşadık ve bu bizim için gerçek oldu.
Ben de bundan böyle her şeyin kendi
içinde bir önemi ve gerçekliği olabileceğini
kabul edip kararlarımı buna göre
vereceğim.
Ceylin (Biraz mahcup): Peki, tamam.
Umay Ana’nın bizi eve döndüreceğine hiç
inanmamıştım ama şu an hepimiz gayet
iyiyiz ve evimizdeyiz. Ayrıca daha önceden
kötü, çirkin, korkunç olduğuna inandığım
şeylerin hiç biri bize zarar vermedi.
Sanırım kurt adam efsanelerinden ya da
televizyondaki çizgi filmlerden çok daha
farklı ve renkli bir fantastik dünya
olabileceğini kabul etmem gerek benim de.
Belki bunlarla ilgili daha fazla kitap alıp
okumalıyım kütüphaneden. Bu
yaşadıklarımı anneme ve babama
anlatamam, ama onlara bundan sonra
masal ve efsanelerle ilgili daha fazla soru
soracağım kesin. Elif, senden de özür
dilemek istiyorum. Hem sana hem dedene
söylediğim saçma sapan sözlerden dolayı.
Lütfen beni affet olur mu? Sarılabilir
miyim sana?
Elif biraz kırgın Ceylin’in kendisine
sarılmasına izin verir.
Efe: Ben de bir şeyden korkmadan önce o
şeyi anlamaya çalışmayı, ona bir şans
vermeyi öğrendim sanırım. Bu
yaşadıklarımdan sonra kendimi
eskisinden çok daha cesur ve güçlü
hissediyorum. Bir daha masallarla bebek
işi diye dalga geçmeyeceğim, hatta
mümkünse Elif’in dedesini dinlemek için
zaman zaman onlara gideceğim.
Elif: Biliyor musunuz ben de bir şeyi fark
ettim!
Berk: Nedir?
Elif: Kitap. Tüm sıradağların adlarını
bilmiş ve çıkartmalarını yapıştırmışız. Bir
tanesi dışında…
Ceylin: Bakayım? Aaa… Oyunu çok uzun
zaman oynamış ve uyuyakalmış
olmalıyız… Saat neredeyse beş olmuş
zaten baksanıza…
Berk: Çocuklar çıkartmasını
yapıştıramadığımız dağın adına bakın!
Hep birlikte kitaba bakarlar.
Ceylin ve Efe: Kafkaslar!
Elif’e dönerler.
Elif: Benim öğrendiğim şeylerden biri de
okulda öğreneceğim bilgilere önem
vermek ve kesin olarak bilmediğim
konularda ısrarcı olmamak oldu
arkadaşlar. Mesela artık eş anlamlı sözcük
ne demek biliyorum. Kaf Dağı de diye ısrar
etmeyeceğim. Çünkü öğrendim: Kaf Dağı
değil, Kafkas Dağlarıymış demek ki
bunlar…
Berk: Güzel gelişme Elif. Çıkartmasını sen
yapıştırmak ister misin? Kaf Dağı… Pardon
Kafkas Dağlarındaki rehberimiz olarak?
Elif: Yaşasın!
Çıkartmasını yapıştırır.
Ceylin: Çocuklar birazdan anne
babalarımız gelecek. Ben çok yorgunum.
Artık eve gitsek mi?
Hep Birlikte: Olur…
Çocuklar toparlanıp eve doğru yürümeye
başlarlar.
Efe: Bir dakika durun!
Herkes durur.
Efe: Şey… Diyecektim ki… Yarın parka
tekrar indiğimizde sizce aynı şeyler yine…
Çocuklar: Efe!
Gülüşürler, perde kapanır.
GENCAY
29
Bu oyunun yazılmasında şu kaynaktaki
bilgilerden yararlanılmıştır;
Ögel, Bahaeddin (2006). Türk Mitolojisi (2
Cilt). Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları.
Özel teşekkür:
Bu çocuk oyununu yazarken her aşamada
yanımda olan, anlık soruları ve tepkileriyle
oyunun bazı açmazlarını kolayca
çözümlememe yardımcı olan biricik kızım
Elif Banu Abiş’e en içten sevgi ve
teşekkürlerimle…
GENCAY
30
ÇOCUK VE MİTOLOJİ Ömer ÜNAL
Mitoloji, insanın var olma nedenini,
dünyanın yaratılış öyküsünü araştıran,
hayatı anlamlandırmaya çalışan, bugünkü
inanışlarımızın köklerini araştıran bir
bilim dalıdır. Mitolojiye konu olan her şey
mit adı ile anılmaktadır. Her milletin,
kendine özgü ya da diğer milletlerle
benzeşen mitleri vardır. İnsanın kendisini
ve içerisinde yaşadığı toplumu
anlamlandırma çabası sonucu ortaya çıkan
yaratılara mit, bu anlatıları inceleyen
bilime ise mitoloji adı verilmektedir.
Tarihte adı geçmeyen, artık unutulmuş
büyük kahramanlara ait efsaneler,
mitolojinin kadrosuna girer. Mit kutsal
olan bir öyküyü anlatmaktadır.
Mit, insan için bir ihtiyaçtır. Malinowski :
“Bir ayinin, bir törenin, sosyal ya da ahlaki
bir kuralın eksikliğinin kanıtlanması,
hakikiliğinin ve kutsallığının doğrulanması
gerektiğinde devreye mit girer.”
demektedir. İnanç kalıplarımızın,
ritüellerimizin altyapısını ve
inançlarımızın fikirsel kanıtını mitlerde
buluruz çoğu zaman. Joseph Campbell’ ın
mitlerin işlevi konusunda söyledikleri ise
konuyu daha da anlaşılır kılıyor : “ Mitler
bana bunu söylüyor, bazı hayal kırıklığı,
zevk ve başarısızlık krizlerinde nasıl bir
tepki vermem gerektiğini bana anlatıyor.
Mit bana nerede olduğumu söylüyor.”
Bebeklik döneminin sona erdiği
dönemden, ergenliğe geçişe kadar
süregelen zamana çocukluk dönemi adı
verilir. Bu dönem ortalama bir ile on iki
yaşları arasındaki dönemi kapsamaktadır.
Bu dönemde, insanın merak duyguları açık
ve öğrenme isteği en üst seviyededir. “ Bu
nedir, neden” soruları bu dönemin en çok
sorulan iki sorusudur. Çocuk, gördüklerini,
duyduklarını anlamlandırmak için sürekli
soru sorar ve öğrenme açlığını gidermeye
çalışır. İnsanın öğrenme ve kendini bulma
arayışını en iyi şekilde gideren mitler tam
da bu döneme hitap etmektedir. Çocukluk
dönemini mitlerden uzak geçiren çocuk,
bu nedir ve neden sorularının yanıtlarını
tam olarak bulmaktan uzak kalmaktadır.
Mitlerin anlatıldığı, fantastik edebiyat
metinleri çocukla daha kolay iletişim
kurar. Gerçek düzlemde onları rahatsız
eden ve yüz yüze gelmekten kaçındıkları
sorunlarla gerçeküstü düzlemde daha
kolay karşılaşabilirler ve hesaplaşabilirler.
Yazar da yaşamın gerçekleriyle çocuğu
gerçek üstü bir düzlemde karşılaştırır ve
iletişim kurmasını sağlar. Bu süreç aynı
zamanda eğlendiricidir ve macera
yüklüdür. Çocuğu içine çeker ve
sürükleyip götürür.
Bill Moyes, Joseph Campbell ile yapmış
olduğu söyleşisinin yer aldığı “Mitolojinin
Gücü” adlı eserde, en küçük oğlu ile
aralarında geçen şu diyalogu aktarır. “ En
küçük oğlum Yıldız Savaşları’ nı izlemeye
on ikinci ya da on üçüncü kez gittiğinde
ona Neden bu kadar sık gidiyorsun diye
sormuştum. Sen hayatın boyunca İncil ‘ i
neden okuduysan o yüzden diye karşılık
verdi bana…” Bu konuşmada da
görüleceği üzere mitlerin çocukların hayal
dünyalarına etkisi oldukça fazladır. 2013
yılında İngiltere’ de, Renaissance Learning
GENCAY
31
tarafından 426 bin 67 çocuk ile yapılan
ankette en çok okunan kitaplar listesinde
ilk yedi sırada fantastik ve mitolojik
kitaplar bulunuyor. Ülkemizde de en çok
okunan kitaplar arasında yer alan J.K.
Rowling’ in Harry Potter serisi, Suzanne
Collins’ in Açlık Oyunları serisi, J.R.R.
Tolkien’ in ise Yüzüklerin Efendisi kitap
serileri en çok okunan kitaplar olarak
karşımıza çıkıyor. Tam da bu noktada şu
soru sorulmalıdır. Türk çocukları, neden
kendi mitlerini anlatan eserler ile
yetişmiyorlar? Türk çocukları için bu tür
çalışmalar var mı ? Her milletin farklı
düşünce ve inanış şekilleri olduğu için
çocuğun kendi öz mitleri yerine yabancı
mitler ile büyümesi gelişimini olumsuz
etkiler mi? Tüm bu sorulara yine Joseph
Cambell’ ın bir sözü ile yanıt verelim. “
Eğer kendi mitolojinizi bulmak
istiyorsanız, anahtar hangi toplumla
bağlantılı olduğunuz. Her mitoloji belli
sınırlar dâhilinde belirli bir toplum
içerisinde gelişmiştir.” Bu sözden olmak
üzere Türk çocuklarının elindeki anahtar
ile açılan olan kapı Türk mitolojisinin
kilitlerini bulunduran kapılardır. Bu
kapıların kimisi, Dede Korkut’ a açılırken,
kimisi de Oğuz Kağan’ a açılacaktır.
Kapının ardında gözükecek olanlar ise
birer Pegasus, Odin değil birer Tulpar ve
Bamsı Beyrek olacaktır. Doğduğu günden
itibaren anadilinden dinlediği ninniler ile
ruhu beslenen çocukların, farklı dillerden
çevrilen, özüne yabancı, çoğu kez
uydurulmuş, halk bilimcilerle fakelore
olarak adlandırılan ürünleri, masal, efsane
ve mitlerle bezeli çizgi romanları, kitapları
okuyarak; filmleri izleyerek büyüyor
olması pek de doğru olmayan bir
durumdur.
Türk mitolojisi var mı? Türk mitlerinin
konuları nelerdir? Destan ve
efsanelerimizdeki eğitsel ögeler
hangileridir? Tüm bu soruların yanıtları
günümüzde özellikle çocuk eğitiminde
nasıl yararlı olabilir? Türk Mitolojisinin
Anahatları adlı eserinde Yaşar Çoruhlu,
“Türk mitolojisi, Türk sanatında olduğu
gibi, Orta ve İç Asya’ da paleolitik devirden
beri gelişip bozkır kültüründe yeniden
biçimlenen ve proto-Türklerce farklı bir
bütün haline getirilerek yeniden ortaya
çıkan bir oluşum sürecine sahiptir.”
diyerek Türk mitolojisi ile ilgili bir çerçeve
çizmiştir. Türk mitolojisi; yaratılış, tufan
olayı, göç, savaşlar, kıyamet ve dünyanın
sonu ile ilgili temalarda gruplandırılabilir.
Tüm bu temaların içerisinde, kahramanın
doğaüstü özellikleri, yaşanılan efsanevi
şehirler ve mekânlar, doğaüstü cereyan
eden olaylar, mitolojik karakterler yer
almaktadır. Destanlaşma öncesinde,
tarihte var olduğu bilinmeyen
kahramanların mücadelelerinin yer aldığı,
özellikle de yaratılış konusuna yer veren
anlatılar Türk mitlerinin temelini
oluşturmaktadır. Türk mitolojisi ile ilgili
yapılan en kapsamlı çalışma kuşkusun
Bahaeddin Ögel’ e ait olan iki ciltlik Türk
Mitolojisi adını taşıyan eseridir. Bu eserde
Oğuz Kağan Destanı, Yaratılış Efsaneleri,
Manas Destanı, Dede Korkut Anlatıları,
Kutsal Hayvanlar, Hızır, Gök Cisimleri, Yer
Şekilleri, Rüyalar ve çeşitli motifler
incelenmektedir. Bu iki cildin de
günümüzde geliştirilmesi gerektiğini
söyleyebiliriz. O halde, Türk mitolojisinin
artık bir iki ciltle sınırlı kalamayacağı,
derinliği itibariyle üzerine binlerce yazı
kaleme alınabileceğini söylemek çok da
hayalci bir tutum olmasa gerektir.
GENCAY
32
İşte yukarıda sözünü ettiğimiz konular,
alanlar çocukların ihtiyaçları
doğrultusunda şekillendirilerek çocuklara
ulaştırılmalıdır. Hayal güçlerini geliştirici
ve onları yaratıcı yapabilmek için etkinlik
kitapları hazırlanmalı, çocukların dil
gelişimi, sözcük edinimi konularına da
dikkat edilerek oyun kartları
oluşturulmalıdır. Berta Garcia Sabates’ in
“Mitoloji İle Eğlenmek” adlı kitabında
Yunan mitleri nasıl ki çocukların
dünyalarına hitap eder hale getirilmişse
bu örneği kendi mitolojimiz için de gayet
başarılı bir şekilde uygulamak mümkün
olacaktır. Çocukları en çok etkileyen
animasyon filmleri ise bu konuda oldukça
önemli bir yer tutmaktadır. Daha önce
Evliya Çelebi animasyon filmi gibi oldukça
vasat bir örnek olsa dahi bu konuda
atılmış bir adım olması bakımından
dikkate değerdir. İnternet özellikle de
sosyal medya aracılığıyla anne, babalara
ulaşılarak bu konuda yol gösterici roller
üstlenilebilir. Çocuklardaki bilim kurgu,
masal, mitoloji ilgisi kısa zamanda Türk
mitolojisi üzerinden yürüyecek ve
sözlerimizin doğruluğu kanıtlanacaktır.
KAYNAKÇA:
OĞUZ, M. Öcal (edit.), Türk Halk Edebiyatı El Kitabı,
Ankara: Grafiker Yayıncılık, 2004.
JOSEPH , Moyers, Bill , Mitolojinin Gücü, çev. Zeynep
Yaman, İstanbul: Mediacat Kitapları, 2013.
BAŞ, Mustafa Hilmi, Kadim İnsanın İzinde, İstanbul :
Kaknüs Yayınları, 2012.
ÖGEL, Bahaeddin , Türk Mitolojisi-I, İstanbul: TTK
Yayınları, 1997.
İNAN, Abdülkadir , Tarihte ve Bugün Şamanizm,
Ankara : TTK Yayınları, 2000.
SEGAL, A. Robert, Mit, Ankara : Dost Kültür Kitaplığı,
2012.
NEYDİM, Necdet, Fantastik Çocuk Edebiyatı
Yazınsallığa Açılan Bir Kapı Mı Yoksa Bir Tehlike Mi
? http://sozelti.com/fantastik.html.
…Çocuklar 2013’ te Fantastik Kitap Okudu,
http://yumurtaliekmek.com/cocuklar-2013te-
fantastik-kitap-okudu/
GENCAY
33
KİTAP TANITIMI: İTBARAK -
ÇAĞLAYAN YILMAZ Fatma Özge ÖZDEMİR
Hepimizin çocukluğunda destanların
anlatıldığı bir ocak başı sohbeti mutlaka
olmuştur. Ateşten ziyade destanların
sıcaklığı yüreğinizi sarmış, anlatılanların
tadı damağınızda kalmıştır. Üstünden
geçen zamana inatla direnen destanlar
artık Çağlayan Yılmaz’ın kaleminde
yeniden hayat buluyor. Yazar fantastik
Türk hikâyelerini gün yüzüne çıkarıyor.
Yazar, İtbarak isimli romanda unutulmaya
yüz tutmuş Oğuz Kağan Destanı’nı kaleme
almıştır. Kitabın arka kapağında Oğuz
Kağan Destanı’ndan;
Türkler "Barak" derlerdi, Kara tüylü
köpeğe,
Böyle ad verirlerdi, büyük soylu köpeğe.
Aslında efsaneler, bir köpek anarlardı.
Onu da köpeklerin, atası sayarlardı.
Bu köpek soylu idi, çok büyük boylu idi,
Av çoban köpekleri, hep onun oğlu idi.
Kuzey-batı Asya'da güya "İt-Barak"
vardı,
Türklerse İç Asya'da, onlara uzaklardı.
Başları köpek imiş, vücutları insanmış,
Renkleriyse karaymış, sanki Kara
Şeytanmış.
Kadınları güzelmiş, Türklerden kaçmaz
imiş,
İlâç sürünürlermiş, ok mızrak batmaz
imiş.
Destanda denilmiş ki, Oğuz-Han
yenilmişti,
Bir adaya sığınıp toplanıp derilmişti.
On yedi sene sonra, Oğuz onları yendi.
Kadınlar yardım etti, orada savaş dindi.
Oğuz bu bölgeleri, "Kıpçak-Beğ" e il
verdi,
Bunun için Türkler de, oraya "Kıpçak"
derdi.”
satırları yer alıyor. Kitapta yirmiden fazla
karakter ve Ata yazıtlarımızın bulunduğu
eşsiz bir serüven anlatılıyor. Kendine has
tarzıyla romanını kaleme alan yazar,
birçoğumuzun kahramanları olan Ata’ları
destanlara yaraşır bir anlatım tarzı ile
kaleme almıştır. Eminiz ki, Oğuz Kağan
Destanı’nı hiç böyle okumadınız!
İtbarak; mitolojik sözlüklerde eski Türk
destanlarında sözü edilen, Türklerin
sürekli savaşa tutuştukları, o zamanki
Türklerin kuzeybatısında yaşayan “köpek
başlı insana benzer yaratıklar” olarak
GENCAY
34
anlatılıyor. Oğuz Kağan Destanı’nın önemli
bir bölümünde İtbaraklardan bahsetmiştir.
Avrupa ve Hint mitolojilerinde de Oğuz
Kağan Destanı’nda bahsedilen bölgelerde
itbaraklara rastlanmaktadır.
Kitapta ön söz olarak editör Mustafa Sefa
Güvenir’in;
“Elinizde tuttuğunuz bu kitap, ne garbın
Robinson Crusoe ve Cuma’yı anlatırken,
aslında size “tek başına çalış ve sömür”
diyerek emperyalizmi çağrıştıracak, ne de
1001 Gece Masalları’ndaki Alâeddin ve
Sihirli Lambası masalındaki gibi piyangocu
yapıyı dayatacaktır. Dede Korkut ve
Karacaoğlan kadar Türk. Çinli, Germen,
Batılı, Şarklı bir yazar, kendi halkından
aldığı ilham ile mürekkebi inceltir, tıpkı
Çağlayan Yılmaz’ın da bir Türk evladı
olarak hikâyesini ifade ettiği gibi.
Başkaları ne yapar bilemeyiz, ancak
Türklere has bir şeyler yazıyorsanız, gönül
teri dökmelisiniz. Sadece iki yüz yıllık
geçmişi olan Amerika, dünyayı kurtaran
adamları Türk evlatlarına satarken, bu
coğrafyada kendimize has hikâyelere alıcı
bulamamak, aslında satılacak bir eserin
yayınlanmamasının neticesidir. İşte
Çağlayan Yılmaz gibiler bu yüzden var
olmalıdır, işte bu yüzden yazmalıdır ve
dolayısıyla okunmalıdır. “ satırları bu kitap
“neden okunmalı” sorusunun cevabıdır.
Editörün de dediği gibi kitap Dede Korkut
ve Karacaoğlan kadar Türk, yazarın yüreği
kadar samimi. Avrupa’nın kısır döngülü,
çoğu zaman ahlak dışı, özendirici basit
kurgularından sıkıldıysanız, Oğuz Ata’nın
doğaüstü mücadelesine ve diyarı dize
getirişine şahit olmak ve onun yaşamında
kendinizi bir yerlere koymak için
köklerimizden doğan bu romanı
okumalısınız.
İyi okumalar.
GENCAY
millikanal.com