Nov 28, 2014
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 1 Sayı 5 - Haziran 2012
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
ATATÜRK'ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE HİTABESİ
BİZ KİMİZ / Dündar TAŞER
TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN SİVİL KİTLE ÖRGÜTÇÜLÜĞÜ VİZYONU / Alperen KIZIKLI
SORUNUN KAYNAĞI NEDİR? / Recep BAYRAM
ANAYASA ÇALIŞMALARI NOTLARI / Metehan ÇAĞRI
DEMİR AĞLARIMIZ / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU
ORDA BİR "AÇE" VAR UZAKTA / Bülent ERDİL
SÖYLEŞİ: İSKENDER ÖKSÜZ
FENAFİLMİLLET OLMUŞ BİR DAVA ADAMI: DÜNDAR TAŞER / Hakan PAKSOY
DÜNDEN BUGÜNE FİLİSTİN ve BAĞIMSIZ YAHUDİ DEVLETİ / Sertaç EKEMEN
ARAP BAHARI - TÜRK SONBAHARI / Ömer Osman BÜYÜKSÜTÇÜ
ÇEVRE POLİTİKASINDA ADALET İSTİYORUZ! / Fatma Özge ÖZDEMİR
OSMANLI VE GÖNÜL SULTANLARI / Vural Egemen SARIGÖZ
BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKCI
GENCAY
1
ATATÜRK'ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE
HİTABESİ
Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 20
Ekim 1927 tarihinde Nutuk'un sonunda
Türk Gençliğine yönelik yaptığı
seslenişidir. Nutuk, Atatürk'ün Kurtuluş
Savaşı'nı anlattığı 15 - 20 Ekim 1927
tarihlerinde Cumhuriyet Halk Partisi 2.
Kongresinde otuz altı buçuk saat süren
tarihi konuşmasıdır.
Türk Gençliğine Bıraktığımız Kutsal
Armağan
Saygıdeğer baylar, sizi, günlerce
işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı
sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir
dönemin öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve
yarınki çocuklarımız için dikkat ve
uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları
belirtebilmiş isem kendimi mutlu
sayacağım.
Baylar, bu söylevimle, milli varlığı sona
ermiş sayılan büyük bir milletin,
bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve
tekniğin en son ilkelerine dayanan milli ve
çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu
anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri
çekilen ulusal yıkımların yarattığı
uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her
köşesini sulayan kanların karşılığıdır.
Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir
armağan olarak bırakıyorum.
GENCAY
2
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk
Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve
müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne
temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli
hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu
hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhili
ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün,
istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa
mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak
için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve
şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve
şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür
edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine
kastedecek düşmanlar, bütün dünyada
emsali görülmemiş bir galibiyetin
mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile
aziz vatanın kaleleri zapt edilmiş, bütün
tersanelerine girilmiş, bütün orduları
dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil
işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten
daha elim ve daha vahim olmak üzere,
memleketin dâhilinde iktidara sahip
olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet
içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar
sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin
siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet,
fakr-u zaruret içinde harap ve bitap
düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen;
Türk İstiklal ve Cumhuriyetini
kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret,
damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
NUTUK - Ankara, 20 Ekim 1927
GENCAY
3
BİZ KİMİZ Dündar TAŞER
Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını
kurmuş ve hâkimiyetini eski dünyanın
bilinen her köşesinde yürütmüş bir
milletiz.
Bu imparatorlukların sonuncusu, varisi
olduğumuz Osmanlı Devleti'dir.
Osmanlı Devleti Söğüt'te kurulduğu
1299 yıllarında 40 atlıya sahip bir uç
beyliği iken, 1326'da Bursa'nın fethi
sırasında Orhan Bey 38.000 süvariye
kumanda ediyordu. Bu asker artışı,
nereden geliyordu? Fethedilen
topraklardan toplanamazdı. Zira bu
yerin ahalisi Türk değildi. 400 gadirlik
bir aşiret, 27 senede bu kadar
çoğalamazdı.
Selçuk Sultanlığı, asker yardımı yapacak
halde değildi. O halde artış nereden
geliyordu? Öyle anlaşılıyor ki, Bizans
ucundaki bu beylik bütün Türk âleminin
ülküsünü temsil ediyor. Türklük âleminin,
fetret devrinde bile asla vazgeçmediği,
İstanbul fethinin ve dünya hâkimiyetinin
mümessili sayılıyordu. Millî şuur ve ülkü
Horasan'dan İzmir'e kadar her yerdeki
Türk'ü Ertuğrul sancağına çekiyor,
şeyhler, müftüler, müderrisler eli kılıç
kabzasına yakışan her yiğidi, gönlü fazilet
aşkı ile dolu her mümini, kafası salim
düşünceye açılmış her talebeyi Söğüt
Beyliği'ne sevk ediyordu. Küçük beylik az
zamanda Türk âleminin otağı haline geldi.
Sultan-Medrese - Sipahi muvazenesi ile ne
anarşi ne de despotluğa fırsat vermeyen
bir devlet kuruldu. Başta hanedan olmak
üzere bütün insanların devlete can borcu
vardı ve bu borcu bütün tebaa
hükümdarlar dâhil tereddütsüz ödediler.
Küçük devletin, fazileti büyük,
müsamahası büyük, ideali büyüktü. Bu
manevi azamet devletin topraklarım çok
kısa zamanda kendi seviyesine getirdi.
Bu devir 1699'a kadar sürdü. Bu dört yüz
senenin macerası şöyle özetlenebilir. Her
yaz 3 ay sefere çıkılır, 3 gün 3 saat kılıç
çekilir. Bir ülke bir vilayet olarak devlete
katılırdı.
GENCAY
4
Her güz batıya, kuzeye doğru bir koşu
asırlarca devam etti. Bu koşu, talan,
istismar koşusu değil, müsamaha,
adalet ve huzur tesisi içindi. Bu devrede
Osmanlı hünkârı "Hakan-ı Berri ve
Bahrin", "Sultan-ı İklimi Rum", "Halife-i
Ruyi Zemin" sıfatları ile yeryüzünde
kendine muadil otorite tanımadı.
Karlofça bu uzun koşuda tökezlenen bir
nokta oldu. 1699'dan sonraki bütün
çabalar, bütün düşünceler, o noktayı
geçmek, o engeli aşmak için aranan
çareler, ileri sürülen fikirlerin kavgasıdır.
Ne tedbirler düşünülmedi: Sünnet adına
Kadızade ile ortaya çıktı. Çakşır haram,
kavuk haram, kaftan haram bunlardan
soyunursak her iş yoluna girer dediler.
Avrupacılar türedi: Pantolon giyer, pelerin
taşır, fes vurursak mesele çözülür dediler.
Ne Kadızadeler İslam’ı anlamıştı, ne de
Avrupacılar batıyı. 25 milyon kilometre
karelik vatanı birleşik tutmak için taklitten
başka tedbir düşünen olmadı.
İsyanlar, ihtilaller, sokak kavgaları oldu.
Birbirimizi kırdık, sultanları kestik,
nihayet kendi ordumuzu top ateşine
tuttuk.
Mısır gitti, Cezayir gitti, bu yitirme devri
150 yılda bizi Sakarya sahiline getirdi.
Bugün hainlerin kandırdığı gençlerin bir
kısmı hangi sebeplerle sosyalizmi
istiyorsa, dün onlar kadar samimi kimseler
liberalizmi istemişlerdi. Bugün
demokrasinin yeter olduğunu sananlar
gibi dün Tanzimat'ı yeter sayanlar vardı.
Velhasıl 300 senedir kandaki mikrobun
deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz.
Biz bu cihan devletinin kalıntısı üstünde
cihan hâkimlerinin evladan olarak
utanıyoruz.
"Rüyama girdi bir gece bir fatihane zan"
diyen şair kendini söylediği kadar bizi de
söylemiştir. Ne geri kalmış milletlerin
birisi, ne de kurtuluş savaşı yapan,
kavimlerin birincisiyiz. İstiklalini son elli
yıl içinde bizden almış 19 ülkenin efendisi
idik.
"Azizi vaktîdik, o da zelil kıldı bizi."
Bu zilletin sebebini çıplak gözlerle
aramalı ve açık yürekle ortaya
koymalıyız. 150 yıldır her türlü
uygulanan şekil kavgalarını terk
zamanı gelmiştir. Milli şuur, Milliyetçi
Hareketi doğurmuştur. Bu hareket
Şeyh Edebali gibi gönül pirleri, Çandarlı
Hocapaşa gibi ilim ülkücülerini
beklemektedir. Bu bekleyiş demiri
eritene kadar sürecektir.
Ergenekon'dan demiri eritince
çıkmıştık.
Binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu
göstermiştir. Demiri eritinceye kadar
sabır.
Şekil kavgaları ile, "go home" çığlıkları ile,
grevlerle, öldürülecek vaktimiz yoktur.
Sokaktan mektebe, kahveden fabrikaya
koşmalıyız. Sanayiimizi kurmalı, büyük
milletin imkânlarını, büyük geleceği
kurmak için seferber etmeliyiz.
GENCAY
5
TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN SİVİL
KİTLE ÖRGÜTÇÜLÜĞÜ VİZYONU Alperen KIZIKLI
Sivil Toplum Örgütü Nedir?
Günümüzde, amaç ve yapılanmaları
dikkate alınmadan 3-5 kişinin de 500.000
kişinin de bir araya gelip oluşturdukları
sivil yapılanmaların tümüne Sivil Toplum
Örgütü ifadesi kullanılmaktadır. Peki, çoğu
zaman ismi olup cismi olmayan veya
medyada sivil toplum örgütü olarak
demeçler vermekten çekinmeyen
toplumsuz sivil örgütlerin bu tanımı ne
kadar hak ettiklerini sorgulamak gerek
değil midir?
Sivil toplum örgütünün ne olduğunu
tanımlamak gerekirse sivil toplum, örgütlü
toplum demektir. Daha açık ifadeyle;
toplumun bütün kesimlerinin, çeşitli
alanlarda bir araya gelerek, organize bir
şekilde teşkilatlanması ve bu
teşkilatlanmanın sürekli kılınması
demektir.
Bu teşkilatlanmayı gerçekleştirmiş,
arkasında bir taraftar kitlesi meydana
getirmiş; kitleleri yönlendirebilen,
yönetebilen, eylemlerle tepki koyabilen ve
kamuoyu oluşturabilen sivil toplum
örgütleri ise artık bir kitle örgütü haline
gelmiştir. Kitle örgütü haline gelebilmek
her sivil toplum örgütünün nihaiyi
amaçlarından biridir.
Sivil toplum örgütü resmi kurumlar ve
yönetim erki üzerinde otokontrol
mekanizmasının olmazsa olmazıdır. Eksik
olması, örgütsüz toplum demektir ki, birey
olarak her türlü yönetim erkinden hesap
sorulmasının mümkün olmadığı bir
durumu yaratır ve anti demokratik
uygulamaların önünü açar.
Türk Milliyetçilerin Sivil Toplum
Örgütçülüğü Geçmişinden Kesitler
Osmanlı’nın yıkılış sürecinde çeşitli fikirler
devletin parçalanmasına mani olabilmek
için ortaya çıkmıştır: Batıcılık, İslamcılık,
Osmanlıcılık ve Âdem-i Merkeziyetçilik bu
fikir akımlarının başlıcaları olarak
sayılabilir. Öte yandan Türk Milliyetçiliği
fikri ise İsmail Gaspıralı, M. Emin
Yurdakul, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Z.
Velidi Togan, Nihal Atsız gibi aydınların
ortaya koydukları eserlerle, mecmualarla
olgunlaşmış ayrıca İttihat ve Terakki
Cemiyeti ve Türk Ocakları isimli
yapılanmalarla hayat bulmuş, Gazi Mustafa
Kemal Atatürk’ün de fikir hayatına tesir
etmiştir.
GENCAY
6
Türk Milliyetçiliği fikri, Kurtuluş Savaşı’yla
amacına ulaşmış, Türk Milletini esaret ve
sefaletten kurtarmış, Türk Milletinin hür
ve bağımsız olan bir devlet kurmasına
vesile olmuştur.
Türk Ocakları’nın kapatılması sonrasında
İsmet İnönü’nün emriyle başlatılan 3
Mayıs 1944 başlayan Irkçılık-Turancılık
davasıyla birlikte hükümetler tarafından
Türk Milliyetçiliği fikri ırkçılığa
indirgenmeye ve kurucu ideoloji olmasına
rağmen fikir olarak ötekileştirilmeye adeta
marjinalleştirilmeye başlanmıştır. Devlet
ve Türk Milliyetçileri karşı karşıya
getirilmeye çalışılmıştır.
Türk Milliyetçileri 1944 ve sonrası
dönemde artık örgütlü bir mücadele
vermenin gereğini daha iyi anlamış ve
fikirlerini daha iyi anlatabilmek adına
teşkilatlı mücadele vermenin Kurtuluş
Savaşı’ndaki gibi bir elzem olduğu
kanaatine tekrardan varmışlardır.
“1946’da kurulan Türk Gençlik Teşkilatı,
Ülkücü gençliğin yetişmesine önemli
katkılar sağlayan Galip Erdem’in de
kurucuları arasında bulunduğu bir teşkilat
olarak kısa sürede 100’e yakın şube
açmıştır.
Türk Kültür Ocağı, Türk Kültür Çalışmaları
Derneği, Türk Gençlik Teşkilatı ve Türk
Kültür Derneği’nin bir araya gelerek
1950’de oluşturdukları Milliyetçiler
Federasyonu’nun aldığı ‘federasyona bağlı
derneklerin tek bir dernek halinde
bütünleşmesi’ kararı doğrultusunda
1951’in Mayıs ayında kurulan Türk
Milliyetçiler Derneği (TMD), kısa sürede
büyük atılım gerçekleştirdi. 185 Marksist
tarafından Nazım Hikmet’in affı için
başlatılan kampanyaya karşı Ankara’da
anti-komünist bir toplantı düzenlemiştir.
Ayasofya’nın ibadete açılması, Milli-İslami
değerlerin korunması konuların gündeme
getirildiği bir kurultay gerçekleştirmiştir.
1965’de Milli Türk Talebe Birliği’nin
başkanlığına Nevzat Köseoğlu’nun
seçilmesi sağlanmış fakat bu birliğin tam
olarak kontrolü ele geçirilememiştir.
1966’da Ülkü Ocakları, “Ülkü Ocağı”
ismiyle ilk kez A.Ü. Hukuk, DTCF, Ziraat
fakültelerinde kurulan teşkilatlarla hayata
geçirilmiştir. Türk Milliyetçisi gençler kısa
sürede organizasyonlarını daha üst bir
noktaya getirip Ülkü Ocakları Birliği’nin
kurulması yoluna gitmişlerdir.” (1)
1945-1980 arasında çeşitli darbeler ile
Türk milliyetçisi sivil örgütlenmeler
sıkıyönetimin kurbanı olsalar da,
sıkıyönetim sonrası yeniden yapılanmayı
kolaylıkla başarmışlardır.
GENCAY
7
1980’e kadar Türk milliyetçisi sivil
örgütlenmeler, o zamanın şartları gereği
komünizmle mücadeleyi kendilerine hedef
edinmiş ve bu mücadeleden de başarıyla
çıkmışlardır. Fakat Türk milliyetçisi sivil
toplum örgütlerinin ortak bir mücadele
noktası olan komünizmin ortadan
kalkması, bu örgütlenmelerin kendi
kuruluş amaçlarını yeniden belirlemelerini
gerektirmiştir.
Komünizmle mücadelede başarı sağlayan
Türk Milliyetçileri, kendi örgütlerinin
amaçlarını değişen şartlara göre yeniden
düzenleyememiş ve güçlü kurumsal
yapılara sahip sivil toplum örgütleri
meydana getirememiştir.
1980 öncesi milliyetçi işçileri sendikal
alanda örgütlü hale getirmeyi amaçlayan
MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları
Konfederasyonu) kurumsallaşamamış,
kötü yönetim ve şahsi hırslara kurban
edilmiştir. Aynı dönemde sendikacılık
alanında faaliyet gösteren DİSK ve TÜRKİŞ
ve daha sonra kurulan HAK-İŞ, bugün
örgütlü faaliyetlerini halen yürütürken
MİSK yok olmuştur.
Bu alanda Türk Milliyetçilerinin halen
ciddi bir eksiği ve sıkıntısı vardır.
Dünyada Sivil Toplum Örgütçülüğünün
Gelişimi
1980 öncesinde soğuk savaş yıllarında
uygulanan çatışma ve silah aracılığıyla
olan eski savaş yöntemlerinin yerini tek
kutuplu bir dünyanın ortaya çıkmasıyla
birlikte, sivil toplum örgütleriyle yönetilen
modern mücadele ve savaş yöntemleri
almıştır.
1980 sonrası artan teknoloji ve iletişim
imkânlarıyla birlikte sivil toplum örgütleri
ülke içi ve ülkeler arası siyaseti
yönlendirme noktasında önemli bir yere
gelmiştir. Ayrıca küreselleşmeyle birlikte
ülkeler arası sınırlar kalkmış, para
transferi kolaylaşmış; teknolojideki
ilerlemeyle birlikte bilgi akışı hızlanmış,
dünyada iki noktanın birbirinden habersiz
olma ihtimali ortadan kalkmıştır.
Dünya kapitalistlerince desteklenen çeşitli
vakıflar aracılığıyla turuncu devrimler
gerçekleştirilmektedir. Kan dökmeden, (ya
da çok az kan dökerek) silah kullanmadan
modern savaşlar yapılmakta ve ülkeler
fethedilmektedir.
Örnek verecek olursak; Amerika’da,
Ronald Reagan emriyle kurulan NED
(National Endowment of Democracy) adlı
örgüt, ülkeleri sivil toplum örgütleriyle
dönüştürme amacına yönelik faaliyete
geçmiş ilk örgütlerden bir tanesidir.
George Soros tarafından desteklenen Açık
Toplum Vakıfları ise, çok kültürlülük
propagandası yaparak milletleşmiş
toplumları kendi çıkarlarına uygun bir
şekilde bölmeyi ve parçalamayı
hedeflemektedir.
GENCAY
8
1980 sonrası Türk Milliyetçiliğinin Sivil
Toplum Örgütlenmesi
Türk Milliyetçiliği 1980 ihtilali sonrasında
sivil toplum örgütlenmelerini eski kadar
faal çalıştıramamıştır. Fikir adamları
yetiştirememiş, sivil toplum örgütlerini
kullanarak etkin bir kamuoyu
oluşturamamıştır. Sivil toplum örgütleri
kurmak, geliştirmek, etkili hale getirmek
ve varlığını sürdürmek Türk
milliyetçilerinin tam anlamıyla
başarabildiği bir etkinlik alanı
olamamıştır. Oysa toplumsal boyutu olan
ve siyasal yapıya etkisi ile öne çıkan
kurumların başında sivil toplum örgütleri
gelmektedir.
Türk milliyetçilerinin 1980 sonrası siyasi,
kültürel, toplumsal sorunlar karşısında
örgütlü bir konumda bulunamayışının
sebeplerinin başında, geçerli ve etkili
örgütsel yapılanmadan ve bunları
işlevselleştirecek, etkili hale getirecek
zihniyetten yoksunluğu gelmektedir. Bu
zihniyetsizliğin tezahürü olarak milliyetçi
sivil toplum örgütlerini kurmaya çalışan
kişilere ve gruplara şüpheyle yaklaşılmış,
hatta çeşitli yönetim erklerine rakip
olacağı, otokontrol mekanizmasıyla
yönetim erkinin aleyhine durumlar ortaya
çıkaracakları düşüncesinden ötürü köstek
dahi olunmuştur.
Sivil toplum örgütçülüğü anlayışı Türk
milliyetçilerinin önceliklerden çıkmış,
parti mensubiyeti ve particilik daha fazla
önemsenmeye başlanmıştır.
Particiliği, sivil toplum örgütçülüğüne göre
daha ön plana alan Türk milliyetçileri fikir,
kültür ve sanat dallarında yeterli yol kat
edememiş; sinema, müzik ve
televizyonculuk alanlarında geri kalmış;
toplum algısında sadece tarih ve siyasetle
ilgilenen bir kitle haline gelmiştir.
Demokraside mücadelenin ve kamuoyu
oluşturmanın bir gereği olmuş sivil toplum
örgütleri Türk milliyetçileri için artık
önemli bir araç olmak zorundadır. Türkiye
ve Türk dünyası ilişkilerini sivil toplum
örgütleriyle güçlendirmek, hem Türk
dünyasındaki bütün insanların komünist
rejimle zayıflatılmış fakat yok edilememiş
Türk milletine aidiyet duygusunu
artıracak hem de Türk dünyasının
sorunlarının dünya kamuoyunda daha
fazla yer almasına vesile olacaktır.
Türk Milliyetçileri Sivil Toplum
Örgütleri Ne Kadar Bağımsız, Ne Kadar
Organizedir?
Milliyetçilerin oy verdiği siyasi partilerin
sivil toplum örgütlerini alt kuruluş olarak
görüp örgütlerin yönetimine, faaliyetlerine
müdahil olması, yeri geldiğinde sivil
toplum örgütünün üst kademesinin
oluşumuna müdahale etmesi sivil toplum
örgütçülüğüyle bağdaşmamaktır. Siyasi
parti yetkililerinin müdahalesi sonucu
örgütün yönetimi işe göre adam yerine,
adama göre iş felsefesiyle oluşturulmakta,
sivil toplum örgütleri bizzat Türk
milliyetçisi oluşumlar tarafından pasif
duruma getirilmektedir.
GENCAY
9
Sivil toplum örgütünün üzerinde sürekli
bir baskının olması insanların çalışma
arzusunu yok etmektedir ve sivil toplum
örgütünü adeta bir resmi memuriyete
dönüştürmektedir.
Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri de
bir üst çatıda buluşması gerekmektedir.
Böylelikle iri ve diri olup bir olmanın
gücünü ortaya koyacaklardır. Bu üst çatıyı
oluşturan birimler arasında hiyerarşik
emir komuta zinciri oluşturmak yerine,
eşitlerin bir arada karar mekanizmasına
katıldığı bir yapı oluşturulmalıdır. STÖ’ler
kendi içlerinde bağımsız karar alabilmeli,
kendi yönetimlerini üst çatı, ya da başka
bir yönetim erkinin müdahalesi olmadan
belirleyebilmelidirler.
Türk milliyetçileri birbirlerine daha sıkı
kenetlenmeli; örgütlerini hep birlikte
hareket ettirmeyi, mücadeleyi hep birlikte
yapabilmeyi tekrardan başarmalıdırlar.
Örnek verecek olursak geçmiş yıllarda var
olan Emek platformu ülkemizde eğitim
sendikaların bir araya gelerek oluşturduğu
bir üst yapılanmaydı. Bu platform ortak
miting yapmakta ve ortak bildirilere imza
atmaktaydı. Açıklamalarıyla toplumda ve
kamuoyunda ses getirmekteydi. Hak
kazanımları ve maaşlarda iyileştirme
konularında başarılı olan bu platform
milliyetçi sivil toplum örgütleri için de bir
örnek teşkil edebilir.
Türk Milliyetçiliğinin Sivil Toplum
Örgütçülüğü Vizyonu Nasıl Olmalıdır?
“Bir hareketin başarılı olması için üç tip
insana ihtiyaç vardır: Eylem adamı, fikir
adamı, inanç adamı. Bu üç tip insan
sempatizandan başlayarak eylem adamı,
fikir adamı, inanç adamı şeklinde tekâmül
eder.
Eylem adamlığından" "fikir adamlığına"
doğru yola çıkmış insan artık kuvvetle
muhtemel (doğal süreç gereği) "inanç
adamı" da olacaktır”(2).
Şöyle düşünürsek, 80 öncesi sivil toplum
örgütlerinde aktif bir şekilde bulunmuş;
günümüzde çeşitli kitaplarla ve köşe
yazılarıyla ülke gündemi hakkında
fikirlerini ortaya koyan insanların kaçı bu
süreçten geçmemiştir?
Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri,
sempatizan durumunda olanların ve eylem
adamı mertebesinde bulunan gençlerin
ihtiyaçlarına cevap verebildiği ölçüde
cazibe merkezi olabilecek ve yeni insanları
yapısına katabilecektir. Bu ihtiyaçlar öyle
üzerinde çok kafa patlatılabilecek şeyler
de değildir. Eğlenceyse eğlence, hoşça
vakit geçirmeyse o, kimlik ve
mensubiyetse o, sosyal faaliyetse çeşitli
sosyal etkinlikler ve faaliyetler olmalıdır.
Tekâmül süreci doğal akışına
bırakılmalıdır.
Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri, ait
olduğu milletin kültür ve manevi
değerlerine sahip çıkmalıdır. Bu anlamda
GENCAY
10
halk oyunlarıyla, türkülerle, şiirlerle
insanları bir araya getirmelidir. İnsanların
beşeri ihtiyaçları, haz duygusu
karşılandıktan sonra, fikri ve ilmi
ihtiyaçları da ( hizmet alanının ve görev
tanımının elverdiği ölçüde) sivil toplum
örgütlerimiz tarafından karşılanabilir.
Aynı zamanda insanların manevi
ihtiyaçları da (din ve İslam ahlakı) tatmin
edilebilmelidir.
Sivil toplum örgütlerimizde yönetim
organizasyonumuz, formel değil informel
olmalıdır. Yönetimler genelin üzerinde
mutabakat sağlamadığı, genel tarafından
saygı gören kanaat önderlerinden
oluşmadan bir yerler tarafından
atanıyorsa bu formel bir yönetim
belirlemesidir. Fakat genelin benimsediği
ve kanaat önderlerinden oluşan bir
yönetim varsa bu informel bir yönetim
yapılanmasıdır. Yani yönetim kadrosu
kerameti kendinden menkul insanlar
yerine, kanaat önderi olmuş ya da
olabilecek lider vasfı taşıyan insanlardan
oluşabilmelidir.
Türk Milliyetçileri doğru işler yapabilen,
dezavantajları bile avantaja döndürme
yeteneğine sahip, sürükleyici, entelektüel
lider profilli insanlarla - bu profildeki
insanlar Türk milliyetçiliği ideolojisinde
diğer ideolojilere göre daha fazla
bulunmakta - sivil toplum örgütçülüğünde
yeni bir sayfa açmalıdır.
Sivil toplum örgütlerimiz,
merkeziyetçiliğinin esiri olmadan;
sıkılmadık el, direkt içine bakılmadık göz,
dokunulmadık yürek, fethedilmedik gönül
bırakılmamalıdır.
Ülkenin her köşesine sık yapılacak
ziyaretlerle halkın sesini dinleyebilmek,
şikâyetlerine derman olabilmek, hiç
değilse Türk milliyetçisi gençlerinin
sözünün birileri tarafından dinlenildiğini
daha fazla hissettirmek, sivil toplum
örgütlerimizin başarması gereken önemli
bir noktadır. Türk milliyetçisi gençlerin
kardeşlik ilişkisinin daha fazla
güçlendirilmesi açısından bunun
başarılması gerektir.
Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri,
Türk dünyasının meselelerine sistemli bir
çözüm getirememektir. Türk milliyetçisi
sivil toplum örgütlerimizin, Türk
devletlerinin siyaset, ekonomi, sanat,
kültür ve eğitim alanlarındaki
işbirliklerinin artırılması ve bir bütün
halinde daha güçlü olabilmesi için, bir
ayağı Türkiye’ye basarken, diğer ayağının
Türk Cumhuriyetlerinde olması
sağlanmalıdır. Türkistan coğrafyasına sık
yapılacak ziyaretlerle görüş alışverişleri
gerçekleştirmelidir. Türk
Cumhuriyetleriyle kültür, sanat, edebiyat
alanlarında daha fazla işbirliği yapılması
için çaba göstermelidir.
Balkanlarda Türkistan’da veya Batı
Trakya’da Türklere karşı halen zulüm
yapılmakta, Irak’ta Türkmenlere yok
sayma politikası uygulanmakta, Kerkük ve
Telafer Türk yurdu olmaktan çıkmaktadır.
Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri,
çeşitli yürüyüşlerle, basın açıklamalarıyla,
bildirilerle, broşürlerle ve gerekirse her
hafta ses getirecek etkili bir
organizasyonla, Batı Trakya ve Kuzey Irak
Türklerinin yaşadıkları sorunları ülke
gündemine taşımalıdır.
GENCAY
11
Ayrıca Türk milliyetçisi sivil toplum
örgütleri ülkedeki önemli her meseleyle
ilgili çözüm önerileri içeren yasa tasarıları
ve kitapçıklar hazırlamalı, TBMM’deki tüm
partilere bu çalışmalarını ulaştırmalı,
siyasi otorite üzerinde baskı
oluşturabilmeli ve siyasete yön
verebilmelidir.
Türk milliyetçiliği milli dava olarak
gördüğü Karabağ, Doğu Türkistan, Kıbrıs,
Batı Trakya Türkleri meseleleri için sadece
kamuoyu oluşturmakla kalmamalı bu
sorunların çözümü için alternatifler de
sunabilmelidir.
Son Söz
Dalından kopan yaprağın akıbetini
rüzgârın tayin etmesine izin vermeden,
Türk milliyetçileri olarak her alanda
kitlesel örgütlenmeye gitmemiz
gerekmektedir.
Ya birlik oluruz, ya da birlikte yok
oluruz!
Kaynakça
1- http://www.kutluyol.org/Milliyetcili
k.php?id=187
2- Kitlesel Örgütlerde Teşkilatçılık –
Mustafa KIZIKLI
GENCAY
12
SORUNUN KAYNAĞI NEDİR? Recep BAYRAM
Devletlerin doğrudan ilişki içerisinde
olduğu birçok konu vardır. Siyaset ve
ekonomi de bunların genel başlıklarıdır.
Her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de
insanların % 100’ünü doğrudan
ilgilendiren başlık ise ekonomidir. Çünkü
açlık, doygunluk, zenginlik, fakirlik,
kısacası varlık ve yokluk kavramlarına
cevap, ekonominin konusudur. Bu
kavramların hayatın muhasebesini
tutmasındaki yerleri de insanların birer
yaşam unsuru haline gelmiştir. Ekonomi,
sonuçları itibari ile siyaseti ve yönetim
sistemlerini geçmişte olduğu gibi
günümüzde ve gelecekte de iyi veya kötü
doğrudan etkileyecek bir güçtür.
Şimdi bir devletin yönetim sistemine göre
bu ekonomik döngüyü nasıl düzenlemesi
gerektiğini yukarıdan aşağıya doğru
açıklayarak gidelim ve Türkiye’nin
ekonomik sorunlarının hangi düzende ne
durumda olduğunu görelim.
1- Bir ve bütün şekilde, ortak tarih,
ortak vatan, bayrak ve kültür
milliyetçiliğini benimsemiş millet
ve bunların kültür ve yaşam
tarzlarını esas alarak kurulmuş tam
bağımsız millî bir devlet
gerekmektedir.
Bu maddede değindiğimiz tam bağımsız
millî devlet ifadesi, aslında bütün
yazımızın şifresidir diyebiliriz. Çünkü
bağımlı insan, emir alan insandır. Hür
iradesine göre hareket edemeyen, aklını
da emir aldıkları uğruna bağımlı hale
getiren aciz kişidir ki devletler de aynen
insanlar gibi bağımlı ya da bağımsız
hallerdedir. Sahibi olan milletin hür
iradesi ile değil de kökü dışarıda bir takım
ideoloji, kişi veya devletlerin
yönlendirmeleri ile de hareket eden
devletler bağımlıdır ve gelecekleri
karanlıklarla doludur.
- Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu
Ulu Önder Atatürk, “Egemenlik,
kayıtsız, şartsız, milletindir.” Derken
ve biz gençliğe böylesi bir vasiyetle
ülkeyi emanet ederken az evvel
zikrettiğimiz gerçeğe dayanmıştır.
Türk milletinin askeri zaferlerinin
ekonomik zaferlerle taçlandırılması
gerektiğini hemen hemen her
konuşmasında vurgulamış ve
ülkemizin bağımsızlığında bunun
koruyucu bir zırh gibi görev
üstleneceğini bizlere işaret etmiştir.
2- Milletin iradesini hür ve güçlü bir
şekilde temsil eden meclise ihtiyaç
vardır.
GENCAY
13
Meclis, siyasi partilerin genel
başkanlarının dudaklarından çıkan sözleri
kanun gibi harfiyen yerine getirmek
yerine, toplumun isteklerini akıl, bilim,
kültür ve din esaslarına göre istişare
edebilen kişilerden oluşmalıdır.
Milletvekili, siyasi partiler tarafından değil,
doğrudan millet tarafından seçilmelidir.
Vekil, her yaptığı işte kendisinin millete
karşı sorumlu olduğunu hissetmeli ve
bunun hem dini hem de bir insanlık
vecibesi olduğunu unutmamalıdır.
3- Ülkenin kaynakları, ihtiyaçları,
üretebilirliği, rekabet gücü,
imkânları ve zaman içerisinde
yapabilecekleri, raporlanmış
çalışmalar ile ortaya konulmalıdır.
Sektörel olarak avantajlı görülen alanlarda
katma değerin yüksek tutulması
hedeflenmeli ve ülkenin ihtiyaç duyduğu
ürünlerin dışarıdan en ucuz ve yüksek
kalitede temin edilebileceği yöntemler
gözetilmelidir. Devlet, hâkim olduğu
sektörlerde pazar payını düzenli olarak
yükseltmeli ve uluslararası piyasalara
yönlendirici hamleler yaparak ihtiyaç
duyduğu ürünleri, bu güç sayesinde
istediği fiyatlarda temin etmelidir.
4- Devlet, raporlanan çalışmalara göre
kurumlar oluşturmalı ve özel
sektörü teşvik etmelidir.
Kalkınma planları yapılmalı, teşvik
edilecek sektörler belirlenmeli, özel
sektörün yatırım alanlarında iyileştirmeler
yapılmalı, millî sermayenin yatırım için
güç oluşturamadığı alanlarda devlet
öncülük etmeli daha sonra da kademeli
olarak bu alanları millî sermayeye
devretmeli, yabancı sermayenin
oluşturacağı kapasiteyi belirlemeli, bunun
millî sermayeden güçlü olmamasına ve
piyasada tekelleşmelerin oluşmamasına
dikkat edilmelidir.
5- Özel ya da kamu kurum ve
kuruluşlarında ihtiyaç olan
alanlara niteliklere uygun kişiler
liyakat kavramı gözetilerek
istihdam edilmelidir.
Bu alanda esasında Millî Eğitim’e büyük
sorumluluk düşmektedir. Kişileri
becerilerine göre doğru eğitimlerden
geçirmeli ve bunların maddi ve manevi
hassasiyetlerinin çerçevesi doğru
çizilmelidir. Sorumluluk ve verimlilik
bilinci aşılanmalıdır. Bu saydığımız
çalışmaların her alanında bulunabilecek ve
bu görevlerin gereklerini en doğru şekilde
yerine getirecek kişiler olmalarına ve bu
işleri hak edecek bilgi ve tecrübeye sahip
olmalarına dikkat edilmelidir.
Bu bölüm, bahsini yaptığımız konunun
besleyici kaynağıdır. Çünkü millî temeli
doğru zemine oturmuş kişinin ülkesinin
GENCAY
14
her alanda çıkarlarını düşünmemesi
mümkün değildir. Yetiştirdiği çocuktan
yediği lokmaya, sahip olduğu maldan
aldığı eğitime, sosyal yaşantısına kadar her
alanda bu sorumluluğun ciddiyetini
taşıyacaktır. Cumhurbaşkanı, başbakan,
bakan, memur, patron ya da işçi ne olursa
olsun bu görev bilincini ömür boyu
taşıyacaktır ve bunların uygulanmadığı
durumlarda iyileştirmek için mücadele
edecektir.
Buraya kadar saydıklarımız, bir
devlette olması gereken politika ve
çalışma süreçleriydi. Şimdi ise bu
süreçlerin Türkiye’den yansımalarına
bakalım.
- Türkiye, millî-üniter devlet yapısına
göre Türk Milleti tarafından
kurulmuştur. Türk Milleti’nin
insiyatifi, Türkiye’nin kaderini ve
istikametini belirler. Ancak bugün
geldiğimiz manzara bu tablodan çok
uzaktır. Millî devlet yapısı
tartışılmakta, değiştirilmek
istenmektedir. Bunun da zararlı
etkileri her alanda kendini
gösterecektir.
- Türkiye’nin en can alıcı sorunu
kuşkusuz milletin iradesini tam
manasıyla temsil edemeyen Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ndedir. Siyasi
partilerin genel başkanları kendilerine
uyan kişileri aday göstermekte ve
millet, siyasi simgeleri oylayarak,
doğru ya da yanlış hiçbir fikrinin
olmadığı şahıslara temsil hakkı
vermektedir. Bu kişiler de kendilerini
esas seçen kişinin parti genel başkanı
olduğunu bilmelerinden millete hesap
verme gibi bir endişe içerisinde
değillerdir. Bu da denetim ve doğru
hesaplamayı göz ardı ettirmekte, ülke
çıkarlarını görmezden getirtmektedir.
- Türkiye tarım ülkesidir. Ekonomisine
katma değer yaratacak en büyük pay
bundadır ancak Türkiye tarımda kendi
kendine yetememekte, buğday başta
olmak üzere birçok üründe dışa
bağımlı yaşamaktadır. Bir zamanlar
kendi kendine yeten yedi ülkeden biri
olduğunu safsata olarak gören
zihniyetin Türkiye’yi ekonomik
darboğaza sürüklemesi de hiç
şaşılacak bir durum değildir.
Yatırımlar, inşaat ve yol gibi geri
dönüşü olmayan çalışmalara
yapılmakta ve bir takım yandaşlar
zenginleştirilmektedir. Madenler,
akarsular ve turizm bu inşaat ve doğa
felaketinin gölgesinde yaşam
mücadelesi vermektedir. Hayvancılık
ise Türklerin yüzyıllardır en uzman
olduğu sektör olmasına rağmen yavaş
yavaş tarihin tozlu raflarına doğru
itilmektedir.
- Özel sektör teşviki bahanesi ile tekel
oluşturacak firmalar özelleştirilerek
vatandaş, mağdur bırakılmıştır.
Yabancı sermayenin yatırım gücünün
ve toprak satın alımının önü
gereğinden fazla açık tutularak, millî
sermayenin hareket sahası daraltılmış
ve ülkemizde bankacılık sektörü başta
olmak üzere para hâkimiyetinin büyük
bir bölümü yabancıların kontrolüne
geçmiştir.
GENCAY
15
- Son olarak ise nitelikli ve o işe layık
insanı doğru yere istihdam etmek
yerine parti mensubu diye, akraba
diye ya da seçmen diye nice kişiler
hakkı olmayan pozisyonları işgal
etmektedir. Millî Eğitim’den yoksun,
heyecanı bitmiş, her şeyi madde veya
parayla ölçer hale gelmiş bir nesil
yetişmektedir.
Genel itibari ile anlatmak istediğimiz
şudur:
Devletin ekonomik anlamda dört temel
görevi vardır ki bir işi önce Düzenler,
sonra Gözetir, sonra Yönlendirir eğer
gerekirse de Müdahale eder. Türkiye’de
de ekonomik sistem benzer şekil ve
ihtiyaçlara göre kurulmuş ve bu dört temel
göreve bağlı kalınmayıp kişilerin ya da
siyasi amaçlar uğruna zedelenmiştir.
Aslında ekonomi deyince dünyanın
gidişatına da bakmak gerekir. İspanya ve
Yunanistan batakta, Amerika uzay
teknolojisi hariç dünya ile reel sektörde
rekabet gücünü kaybetmektedir.
Görünüşü itibari ile bunlar gibi birçok
konu vardır ancak genel manada biz para
dahi demeden önce sistematik olarak
yapmamız gereken düzenlemeleri
gerçekleştirmeden ne konuşsak boş değil
mi?
GENCAY
16
GENCAY
17
ANAYASA ÇALIŞMALARI NOTLARI Metehan ÇAĞRI
TARİHİMİZDE ANAYASA ÜZERİNE
ÇALIŞMALAR
Sened-i İttifak
Kabakçı Mustafa İsyan’ının III. Selim’i
tahttan indirmesi sonucu Alemdar
Mustafa Paşa geçici de olsa otoriteyi
sağlamış ve II. Mahmut’u tahta
çıkartmıştır.
Otorite’nin sağlamlaştırılması adına
Alemdar Mustafa Paşa, Eylül 1808’de
İstanbul’da ayanlarla bir araya gelerek
‘meşveret-i amme’ adı altında toplantı
yapmıştır. Bu toplantı sonucunda devlet
yöneticileri ve ayanlar arasında yedi
maddelik bir senet (Sened-i İttifak)
imzalanmıştır.
Giriş, yedi şart ve bir ek’ten oluşan
senedin ana felsefesi devlet işlerinin
ancak görevliler tarafından
yapılabileceği, sadrazam’ın devlet
yönetimindeki yeri, devlete karşı
ayaklanma durumunda ayanların yardım
sözü ve ayanlara güvence verilmesidir.
Sened-i İttifak meşruti yönetimin ilk
belgesidir. Sened-i İttifak’ta devlet
organları arasındaki ilişkilerin ve
ayanların haklarının düzenlendiği
görülmektedir. Bu da Sened-i İttifak’ın
maddi anlamda anayasa niteliği taşıdığını
göstermektedir. Ancak, senedin
kanunlardan üstün olduğunu gösteren
bir husus olmaması, şekli anlamda
anayasa olamayacağını göstermektedir.
Tanzimat Fermanı
II. Mahmut tarafından tasarlanan bu
ferman, II. Mahmut’un ölümü üzerine oğlu
Abdülmecit adına Gülhane parkında,
Kasım 1839’da okunmuştur. Gülhane Hattı
Hümayunu (Tanzimat Fermanı) padişahın
tek taraflı beyanıdır.
Ferman’ın içeriğini özetleyecek olursak;
mali güce göre vergi, devlet
harcamalarının kanuniliği, ceza
yargılamalarına karşı güvenceler, mülkiyet
hakkı, eşitlik ilkesi (Din ayrımı
yapılmaksızın herkes eşittir.), hukuk’un
üstünlüğü (Kanunlar hem padişahı, hem
ulemayı hem de devlet görevlilerini
bağlar.) gibi maddeler fermanın temelini
oluşturmaktadır.
Şu gerçek göz önünde bulundurulmalıdır
ki, ilk kez bir hükümdar, kendi isteği ile
yetkilerini sınırlandırmıştır.
Tanzimat Fermanı, devletin temel
kuruluşunu, devlet organlarının birbiriyle
olan ilişkilerini göstermemektedir. Bu
nedenden dolayı ferman, şekli anlamda
anayasa değil ancak, maddi anlamda
anayasa niteliği taşıyan bir belgedir.
GENCAY
18
Islahat Fermanı
Kırım savaşı sonucunda, Rusya’nın
müdahalelerine karşı korunmanın bedeli
olarak, dış etkiler altında ilan edilmiştir.
Tanzimat fermanının genişletilerek
hazırlanmış şeklidir. Gayrimüslimlere ek
haklar vermektedir.
Ferman sonucunda; yabancılara Osmanlı
topraklarında okul açma hakkı, mülk
edinme hakkı verilmiş, patriklerin ömür
boyu makamında kalması ve yeni
kiliseler açılması taahhüt edilmiştir.
Devlet’in parçalanması hızlandıran
etkenlerden olan bu ferman Osmanlıda
anayasacılık noktasında atılan
adımlardan biri olmuştur.
I. Meşrutiyet
Devlet’in geleceğini, meşruti bir
yönetimde gören Genç Osmanlılar,
anayasayı yürürlüğe koyma vaadinde
bulunan II. Abdülhamit’in tahta çıkmasını
sağlamışlardır.
Bu noktada ilk iş olarak ‘Cemiyet-i
Mahsusa’ adı altında bir komisyon
kurulmuştur. Bu komisyon Belçika,
Fransa ve Prusya anayasalarından
faydalanarak bir taslak hazırlamıştır.
Meclis-i Vükela’nın (Bakanlar Kurulu)
onayından geçen metin, Aralık 1876’da
Padişah tarafından kabul edilmiştir. İlk
Türk Anayasası olan Kanun-i Esasi’nin
kabulü ile mutlakî yönetimden meşruti
yönetime geçilmiştir. Kanun-i Esasi hem
şeklî yönden hem de maddî yönden
anayasa niteliği taşımaktadır.
Meşruti yönetimin getirisi olarak ta ilk
Osmanlı Meclisi Mart 1877’de açılmıştır.
II. Meşrutiyet
Kanun-i Esasi’nin 7. Maddesinde ki fesih
hakkını kullanan II. Abdülhamit, Mart
1877’de meclisi feshetmiştir. Böylelikle
otuz yıl boyunca meşruti yönetim
ötelenmiştir. Ancak, Jön Türklerin
eylemlerinden çekinen II. Abdülhamit,
Temmuz 1908’de Meclis-i Mebusan’ı
tekrar toplanmaya çağırmıştır. Zor bir
siyasi süreç ve 31 Mart vakası gibi
olayların ardından II. Abdülhamit tahttan
inmiş ve yerine Mehmet Reşat geçmiştir.
Meclis’in yeniden açılması ile yeni bir
anayasa yapmak yerine 1876 Anayasası
(Kanun-i Esasi) üzerinde 21 maddelik bir
anayasa değişikliği yapılmıştır. Böylelikle
Kanun-i Esasi’nin gerekli yerleri revize
edilerek güne uygun şekle getirilmiştir.
Milli Mücadele Dönemi ve Cumhuriyet
Mondros Antlaşması’nın imzalanması ve
İstanbul’un işgal edilmesiyle devam eden
süreç sonucunda Anadolu’nun çeşitli
illerinde kongreler düzenleyen Mustafa
Kemal, Ankara’da yeni bir Meclis’in
açılması için harekete geçmiştir.
BMM Nisan 1920’de yeni seçilen vekiller
ve eski Meclis’i Mebusan üyelerinin
katılımı ile açılmıştır. Savaş halinde
olunmasından dolayı, detaylı bir anayasa
hazırlamak yerine, temel maddelerden
oluşan 24 maddelik Teşkilat-ı Esasi “Yeni”
Anayasa olarak kabul edilmiştir. Milli
egemenliği temel alan yeni anayasa,
yasama yürütmenin Meclis’te olduğunu,
GENCAY
19
Meclis’in bakanları değiştirebileceği
belirtmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ile
Osmanlı Devleti son bulmuş ve yeni
devlet rejimini ilan etmiştir. Ekim
1923’te Teşkilat-ı Esasi’de yapılan
değişiklikler ile Ankara’nın başkent
olduğu, Cumhuriyet rejimine geçildiği
ilan edilmiştir. Ancak mevcut Anayasa
Devlet’in ihtiyaçlarını karşılayacak kadar
ayrıntılı değildir. Bu nedenle kapsamlı
bir anayasa yapma çalışmalarına
başlanmıştır. Yeni bir devlet, yeni bir
rejim ile yeni bir anayasa Teşkilat-ı Esasi,
1924’te yürürlüğe girmiştir.
İlk olarak 1876 Kanun-i Esasi ile Anayasa
yapan Türkler, yeni devlet ve yeni rejim
ile 1924’te Teşkilat-ı Esasi’yi kabul etmiş
ve bu süreç 1961 ve 1982 anayasaları ile
devam etmiştir.
ANAYASALARIMIZIN ‘TEMEL’
EKSENİNDE İNCELENMESİ
Kanun-i Esasi (1876)
İlk anayasamız olan Kanun-i Esasi 119
madde ve 12 fasıldan oluşmaktadır.
Anayasanın genel hükümlerine
baktığımızda Osmanlı’nın monarşik bir
devlet olduğu görülür. 3. Madde de
saltanatın Osmanlı soyuna ve en büyük
evlada ait olduğunun yazılması bunun
göstergesidir.
Kanun-i Esasi’ye göre devlet’in resmi dili
Türkçe’dir. Başkent’i İstanbul’dur
Egemenlik noktasında açık bir madde
yoktur. Ancak egemenliğin millete ait
olduğunu gösteren bir madde olmaması,
saltanatın anayasada belirtilmesi,
egemenliğin Padişaha ait olduğunu
göstermektedir.
Kanun-i Esasiye göre, Osmanlı Devleti’nde
herkes dini ve mezhebi ne olursa olsun
‘Osmanlı’ sayılmıştır. Her hangi bir etnik
unsurun kimlikte yer alması söz konusu
olmamıştır. Vatandaşlık ta ‘tek’ olmak esas
alınmıştır.
Devlet dairelerinde memur olmanın şartı
Türkçe bilmeye bağlanmıştır.
Bu maddelerin haricinde de, mülkiyet
hakkı, kişi güvenliği ve hürriyeti, ibadet
hürriyeti, basın hürriyeti, Öğretim
hürriyeti ve haberleşme gizliliği gibi temel
haklar anayasa ile güvence altına
alınmıştır. Yasama, yürütme ve yargı
noktasında da düzenlemeler yapılmıştır.
Teşkilat-ı Esasiye (1921-1924)
İstanbul’un işgal altında olması sonucu
yeni bir meclis Ankara’da kurulmuş ve
savaş şartlarının da etkisi ile kapsamlı yeni
bir anayasa yapılamamış ve onun yerine
1921’de, temel esaslardan oluşan 24
maddelik Teşkilat-ı Esasi kabul edilmiştir.
Savaşın bitmesi ve yeni devlet ile birlikte
yeni rejimin ilan edilmesi sonucu yeni
kapsamlı bir anayasa yapılmış ve 1924’te
Teşkilat-ı Esas-i kabul edilmiştir.
“Yeni” Anayasaya göre Türkiye Devleti bir
Cumhuriyettir. Türkiye devleti,
Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve
GENCAY
20
Devrimcidir. Resmi dili Türkçedir.
Başkenti Ankara’dır.
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir
ilkesi benimsenmiştir.
Vatandaşlığın tanımı yapılmış ve
“Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin
vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’
denir.” denilmiştir.
1961 Anayasası
“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve
davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş
bir iktidara karşı direnme hakkını
kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini
yapan Türk Milleti…” sözleri ile başlayan
dibaceye sahiptir 1961 Anayasası.
Gerçekleşen ihtilal sonucunda yeni bir
meclis kurulması ile yeni bir anayasa
yapılması ihtiyacı doğmuş ve kurucu
meclis tarafından yeni anayasa hazırlanıp
kabul edilmiştir.
1961 Anayasası her ne kadar “yeni” bir
anayasa olsa da 1923’te kurulan
Cumhuriyetin temel özelliklerini devre
dışı bırakacak nitelikte bir anayasa
olmamıştır.
İlk maddesinde Devlet’in bir cumhuriyet
olduğu belirtilmiş ve 2. Maddede milli,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devleti olduğu vurgulanmıştır. Yine aynı
şekilde Devlet’in ülkesi ve milletiyle
bölünmez bir bütün olduğu, resmi dilinin
Türkçe olduğu, Başkent’in Ankara
olduğu, egemenliğin Türk Milletine ait
olduğu yeni anayasada belirtilmiştir.
Teşkilat-ı Esasi de olduğu gibi, vatandaşlık
tanımı yapılmış ve “Türk Devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türk’tür” denilmiştir.
1961 Anayasası her ne kadar Devlet’in
temel felsefesinden taviz vermese de
özgürlükler noktasında birçok kez
eleştirilmiştir. Batılı toplumların
özgürlüklerin kötüye kullanılmaması
noktasında gerekli sınırlandırmaları
benimsemiş olmalarına rağmen bu durum
1961 anayasasında eksik kalmıştır.
11.madde bunun açık örneklerindendir.
Madde de; “Temel hak ve hürriyetler,
Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun
olarak ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun,
kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni,
sosyal adalet ve milli güvenlik gibi
sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyet’in
özüne dokunulamaz .” denilmiştir. Birçok
eleştiriye maruz kalan bu madde 1971
yılında yapılan değişiklik ile yeniden
düzenlenmiştir.
1982 Anayasası
Uygulamaya konulduğu 1982 yılından bu
yana şuan hala yürürlükte olan anayasa
üzerinde toplam 17 kez değişiklik
yapılmıştır. Geçici maddelerle birlikte
toplam 194 maddeden oluşan anayasanın
bugüne kadar 105 maddesi değiştirilmiş 4
maddesi de yürürlükten kaldırılmıştır.
Böylece birim madde bazında %56’sı
genel ağarlık kapsamında ise 3’te 2’si
değiştirilmiştir.
Dibacesine baktığımızda; “Türk vatanı ve
Türk Milletinin ebedi varlığını ve Yüce
Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü
belirleyen bu anayasa, Türkiye
GENCAY
21
Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz
önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün
belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun
inkılâp ve ilkelleri doğrultusunda…”
sözleri ile başlamakta ve “Türk Milleti
tarafından, demokrasiye âşık Türk
evlatlarının vatan ve millet sevgisine
emanet ve tevdi olunur.” sözleri ile
bitmektedir. Dibacesine baktığımızda
kurucu cumhuriyet fikrine sadakat içinde
olduğu anlaşılan anayasanın temel
hükümleri de yine aynı şekilde kurucu
felsefeye aykırı değildir.
İlk maddesi devletin bir cumhuriyet
olduğunu ifade etmekte ve ikinci
maddede ise Türkiye Cumhuriyeti’nin
toplumun huzuru, milli dayanışma ve
adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir
hukuk devleti olduğunu söylemektedir.
Üçüncü madde, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü, dilinin
Türkçe olduğunu, bayrağının beyaz ay
yıldızlı al bayrak olduğunu, milli
marşının “İstiklal Marşı” olduğunu ve
başkentinin Ankara olduğunu
belirtmektedir. Ayrıca bu maddelerin
değişmezliği 4. Madde ile koruma altına
alınmaktadır.
Vatandaşlığın tanımı da yine aynı şekilde
1924 anayasasındaki gibidir. Türk
Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan
herkes Türk sayılmıştır.
1982 Anayasasında 17 defa değişiklik
yapılması göstermektedir ki, yasalar
günün şartlarına göre ve toplumun
ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde
yenilenmiş çağa ayak uydurur hale
gelmiştir.
GÜNÜMÜZDE “YENİ” ANAYASA
ÇALIŞMALARI
Mevcut anayasamızda yapılan 17.
değişikliğin gündeme geldiği zamandan bu
yana 1982 anayasasının tamamen
kaldırılıp yeni bir anayasa yapılması da
gündemdedir. Bu noktada 1982
anayasasına birçok itiraz sıralanmıştır.
Bunların başında öncelikle 1982
anayasasının darbe anayasası olduğu
söylenmiş ve sivil bir anayasa istendiği
dile getirilmiştir. Aynı çevrelerin bir başka
söyleminde ise anayasanın yamalı bohçaya
döndüğü ahengini kaybettiği belirtilmiştir.
Aslında bu iki söylem bile birbirini
çürütmektedir. 1982 anayasasının madde
bakımından %56’sının ağırlık bakımından
da 3’te 2’sinin değiştiğini ve toplumun
ihtiyaçlarını karşılayacak ve çağa ayak
uyduracak şekilde yenilendiğini
düşünürsek “1982 Anayasası” için darbe
anayasası söylemi yanlıştır. Öyle ki hala
darbeci zihniyete hizmet eden maddeler
varsa kaldırılarak ya da yenilenerek bu
sakıncalar giderilebilir. Ayrıca anayasalar
üzerinde toplumun ihtiyaçlarına göre
değişiklikler yapmak anayasanın ahengini
bozmaz. Gelişmiş ülkelerde anayasalar,
kurucu irade ve devletin kuruluş esasları
muhafaza edilerek geliştirilmektedir.
Mesela ABD, 250 yıldır bunu yapmaktadır.
“Yeni” bir anayasa yerine sürekli
anayasasını geliştirmektedir.
O zaman 1982 Anayasası’nda sıkıntılar
varsa ve bu anayasada aksayan ya da
topluma cevap veremeyen maddeler varsa
neden kapsamlı bir reform yapmak yerine
GENCAY
22
“yeni”, “sıfırdan” bir anayasa yapmakta
diretilmektedir? Bunun için anayasayı
değiştirmek isteyen iktidar yetkililerinin
söylemlerine bakmak gerekmektedir.
Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın düşünce
dünyasına inmek için ilk olarak 1993
yılında yaptığı tartışmalara bakalım;
RTE: Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde
27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik
grubun da varlıklarının tanınması
gerekmektedir.
‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler
yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de yaşayan
herkesindir.
Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak
istiyoruz diyebilirler.
RTE: Bu durumda belki Osmanlı
Eyaletler Sistemi benzeri bir şey
yapılabilir.
Başka bir örnek verecek olursak;
“Gazete yazmış ’Türkiye Türklerindir’
diye, ahlaksız bu hayâsız. Türkiye’de
sadece Türkler yaşamıyor. Türkiye’de
Kürt’ü de var. Laz’ı ve Çerkez’i de var.
Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür
diyor. Olmaz öyle şey.” (2. Cumhuriyet
Üzerine Tartışmalar, Milliyet gazetesi
yayınları.)
AKP’nin diğer yetkililerine baktığımızda
AKP Grup Başkan Vekili Ayşenur
Bahçekapılı, Neşe Düzel’e verdiği
demeçte şöyle diyor: “Ayrıca vatandaşlık
tanımı da değiştirilecek. Herkes kendi
etnik kökenini ifade edebilecek (sanki
ifade edemiyormuş gibi) ve üst kimlik
olarak ’Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım’
diyecek. İşte bu sorunu çözer.” Neşe Düzel
soruyor: “Vatandaşlıkta Türklük tanımı
kalkacak öyle mi?” Bahçekapılı cevap
veriyor: “Tabii. Yoksa demokratikleşmeyi
yapamazsınız.
AKP milletvekili, E. Büyükelçi Yaşar Yakış
ise: “Anayasada ırka (kastettiği Türk )
dayalı tanımlar zaman dışı kaldı.” Yani
dünya anayasalarından Yakış’a göre millet
isimleri çıkmış. Oysa Fransız Anayasasında
Fransız halkı 5 defa geçiyor. Alman
Anayasasında Alman halkı 45 defa geçiyor.
Üstelik Alman Anayasası işgal altında
yazılmış bir anayasa. İspanyol
Anayasasında 20 defa İspanyol kavramı
geçiyor. Ermeni Anayasasında 6 defa
Ermeni deniliyor. Aslında Yaşar Yakış
doğru söylemiyor. Dünyanın bütün
Anayasalarında, anayasanın ve devletin
sahibi olan millete atıf var.
Bunlarla birlikte, Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç’ın değiştirilemez maddelerin
değiştirilebilmesinde mahsur görmediği
mealine gelen açıklamaları göz önüne
alındığında aslında görülmektedir ki,
yapılan çalışmalar Anayasadaki kurucu
irade ve Devletin kurucu esasları üzerinde
değişiklik yapmayı esas almaktadır. Türk
Milleti anayasada yok sayılarak olmayan
bir Türkiye Milleti yaratılmak
istenmektedir. Dünya anayasalarına
baktığımızda böyle bir uygulama
görülmezken bu tür durumların başka
ülkelerde olmadığı yalanı ile halk
kandırılmak istenmektedir. Türk
Milleti’nin tapusu olan anayasadan Türk
Milletini çıkartmak tapuyu sahipsiz
GENCAY
23
bırakmak ve bu topraklar üzerindeki
hukuki varlığımızı yok saymaktır.
Ne yazık ki art niyetli bu çalışmaların tek
tarafı iktidar partisi değil, “yeni” sıfatını
sürekli vurgulayan ana muhalefet partisi
CHP’dir de. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türk
Milleti yerine Türkiyelilik üzerinde
durması düşündürücü olduğu gibi, Habur
sınır kapısında şenliklerle karşılanan
teröristlerin avukatlığını yapan Sezgin
Tanrıkulu’nun “yeni” CHP’nin Genel
Başkan Yardımcılarından olması, CHP’nin
anayasa komisyonunda nasıl bir tavır
izleyeceğinin de tahminlerini
zorlaştırmamaktadır.
Birçok dış destekli sivil toplum
kuruluşunun da bu yönde açıklamalar
beyan etmesi, Anayasadan Türk
Milleti’nin çıkartılmasını, yerine
Türkiyelilik kavramının getirilmesini
istemesi ve bu kuruluşların “yeni”
anayasa çalışması yapanlar tarafından
itibar görmesi bu çalışmaların nasıl bir
art niyet ile ilerlediğinin de ayrı bir
göstergesidir.
Bu kadar çok şer odağı bir araya
gelmişken ve Milli-Üniter Devlet hedef
alınmışken, Milli-Üniter devletin ve
anayasanın ilk üç maddesi’nin teminatı
olan, Türk Milleti’nin bekasını savunanları
temsil eden MHP’nin Anayasa
Komisyonunda yer alması
düşündürücüdür. Temenni edilir ki, Türk
Devletinin ve Milleti’nin bekasından yana
olanlar bu oyunu bozarlar.
Son söz olarak;
Meclis eğer gerçekten bu halkın yararına
bir girişimde bulunmak istiyorsa yeni bir
anayasa yerine, yürürlükte olan anayasa
üzerinde meclisteki partilerle birlikte
reform yapmalıdır. Eğer reform yerine
yeni anayasada hala diretiliyorsa
bilinmelidir ki bu çalışmalar art niyetlidir
ve devletin kurucu felsefesini hedef
almıştır.
Not: Bu yazı, 1. SözKonusu.Net
Çalıştayında “Türk Milliyetçisi Gençlerin
Anayasa Çalışmalarına Bakış Açısı Ne
Olmalı” başlıklı oturumda şahsım
tarafından sunulmuştur.
GENCAY
24
DEMİR AĞLARIMIZ Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU
Türk-İslam ülküsüne "Hükümetimizin tespit
ettiği projeler dâhilinde belirli zamanlar
zarfında vatanın bütün bölgeleri çelik
raylarla birbirine bağlanacaktır.
Demiryolları memleketin tüfekten, toptan
daha mühim bir emniyet silâhıdır.
Demiryollarını kullanacak olan Türk milleti,
kaynağındaki ilk sanatkârlığının,
demirciliğin eserini tekrar göstermiş
olmakla iftihar edecektir. Demiryolları Türk
milletinin refah ve medeniyet yollarıdır."
Mustafa Kemal Atatürk 13. 02. 1931,
Malatya’da Bir Konuşma.
Refah ve medeniyet göstergelerinden biri
olan demiryollarımızın bugünkü milli
sınırlarımız içinde bulunan kısmı 23 Eylül
1856 yılında 130 km’lik İzmir-Aydın
Demiryolu hattının imtiyazının
verilmesiyle başlar.
Demiryollarımızı incelerken Osmanlı'nın
son döneminde yabancı şirketlerin kendi
ekonomik çıkarlarına ve geldikleri
ülkelerin de siyasi çıkarlarına göre
oluşturulduğunu görmekteyiz. Milletimiz
için demiryollarında altın çağ
diyebileceğimiz dönem kuşkusuz
Cumhuriyetimizin ilk yıllarından
Demokrat Parti iktidarına kadar olan
dönemdir. Bu dönemde yabancı şirketlerin
kontrolünde olan demiryollarımız, önce
millileştirilmiş daha sonra da geliştirilerek
yaygınlaştırılmıştır. Ancak 1947 Marshall
yardımlarının getirdiği Amerikan özentisi
bizi karayolu hastalığına tutundurmuş ve
1950 Menderes iktidarının getirmiş
olduğu makineleşmeyle demiryolu
serüveni eski karanlık çağlarına
yöneltilmiştir. Bugünlerde ise hızlı tren
projeleri ile yeni bir döneme giren
demiryolu serüvenimizin doğru
politikalarla yönetildiği yine şaibelidir.
Çünkü ülkemizde kendi trenimiz
üretilebilirken, hükümetimiz trenleri yurt
dışından ve akıllara zarar denebilecek
rakamlara satın almaktadır. Bu da bizim
için en büyük endişelerdendir
Cumhuriyet Öncesi Dönem
Bu dönemimiz İngiliz şirketlerin ilk
vurduğu kazmalarla şekillenmeye başlar.
Aydın-İzmir arasına yapılan bu hat tabi ki
yapımını verdiğimiz İngilizlerin iktisadi ve
siyasi çıkarlarına uygun bir şekilde
gerçekleşmiştir. Aydın-İzmir arasının
seçilmesi de tesadüf değildir. Bu yörenin
diğer yörelere göre nüfus bakımından
daha kalabalık olması yaşayan etnik
unsurlar bakımından İngiliz pazarına daha
GENCAY
25
elverişli olması ve İngiliz sanayisinin
ihtiyaç duyduğu hammaddelere de kolay
ulaşım sağlayabileceği bir yöredir. Bu hat
üzerinden iç kesimlerden getirilen
hammaddeler liman şehri olan İzmir’e
daha kolay ulaşabilecek ve buradan güneş
batmayan imparatorluğa sevk
edilebilecektir.
Diğer imtiyaz verilen Fransız ve Alman
şirketlerinin de ayrı ayrı etki alanları
oluşmuştur. Fransa; Kuzey Yunanistan,
Batı ve Güney Anadolu ile Suriye'de,
İngiltere; Romanya, Batı Anadolu, Irak ve
Basra Körfezinde, Almanya; Trakya, İç
Anadolu ve Mezopotamya'da etki alanları
oluşturdu. Batılı sermayedarlar, sanayi
devriminin de etkisiyle önemi artan
demiryolunu ihtiyaç duydukları
hammaddeleri, tarım ürünlerini en hızlı
biçimde limanlara, oradan da kendi
ülkelerine ulaştırmak için inşa ettiler.
Bunları yaparken de km başına kâr
güvencesi, demiryolunun 20 km
çevresindeki maden ocaklarının işletilmesi
vb. imtiyazlar alarak demiryollarının
inşaatını yaygınlaştırdılar.
Görüldüğü üzere kendi topraklarımızda
yapılanlar bizim menfaatlerimiz lehinde
değil bilakis ilerde bizlere ciddi sıkıntılara
neden olacak batılı sömürge
imparatorluklarının iktisadi ve siyasi
çıkarları yönünde gerçekleşmiştir.
Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın
hatıralarından aldığımız şu sözler mevcut
durum hakkında fikir sahibi olmamız için
bizlere yardımcı olacaktır.
“İmparatorluğumuz dâhilindeki
demiryollarının inşaatı mevzuunda
büyük devletlerarasındaki rekabet çok
garip ve şüphe davet edicidir. Her ne
kadar büyük devletler itiraf etmek
istemiyorlarsa da bu demiryollarının
ehemmiyeti yalnızca iktisadi değil, aynı
zamanda siyasidir.”
Rumeli 2383 km
Anadolu - Bağdat 2424 km
İzmir -Kasaba ve uzantısı 695 km
İzmir -Aydın ve şubeleri 610 km
Sam-Hama ve uzantısı 498 km
Yafa-Kudüs 86 km
Bursa-Mudanya 42 km
Ankara-Yahşihan 80 km
Toplam 8.619 km
GENCAY
26
Abdülhamit Han tarafından yaptırılan ve
İslam Dünyası’nı demir ağlarla birbirine
bağlayan bölge ülkeleri için çok fazla
öneme sahip olan Hicaz Demiryolu’ndan
birkaç fotoğraf…
Demiryollarında Altın Çağ: Atatürk
Dönemi
Cumhuriyet kurulduktan sonra
ülkemizdeki ulaştırma imkânları
ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak ve
oldukça kötü durumdaydı. Mevcut
demiryollarımız da yabancı şirketlerin
ellerindeydi ve bu da taşımacılığın çok
pahalı bir hal almasına neden oluyordu.
Bunun yanında savaştan yeni çıkan bir
devlet vardı ve ulaştırma da dâhil birçok
alanda yapılanmaya gitmesi gerekiyor ve
yeni politikalara ihtiyaç duyuyordu. Bunun
için İzmir İktisat Kongresi düzenlendi ve
burada ulaştırma sorunu çok geniş bir
şekilde değerlendirildi. Eldeki imkânlarla
bu sorunun çözüme kavuşturulması
yönünde ilk adımlar atıldı.
Mustafa Kemal Kongre’yi açış
konuşmasında:
“Memleketimizi, bundan başka
şimendiferler ile üzerinde otomobiller
çalışır şoseler ile şebeke haline getirmek
mecburiyetindeyiz. Çünkü garbın ve
cihanın vesaiti bunlar oldukça,
şimendiferler oldukça, bunlara karşı
merkepler ile kağnı ile tabii yollar
üzerinde müsabakaya çıkmanın imkânı
yoktur.” diyerek ulaşım ve ulaşım
araçlarının önemine değinmiş ulaştırma
alt yapısının geliştirilmesi gerektiğini
belirtmiştir. Ve böylece demiryolu yapımı
hız kazanmıştır.
Yabancı şirketlere verilen imtiyazla,
onların denetiminde ve ülke dışı
ekonomilere, siyasi çıkarlara hizmet eder
GENCAY
27
türde gerçekleştirilen demiryollarımız ise
cumhuriyet dönemimiz ile beraber milli
çıkarlar doğrultusunda yapılmış ve
demiryollarımız millileştirilmiştir.
1932 ve 1936 yıllarında hazırlanan 1. ve 2.
Beş Yıllık Sanayileşme Planlarında, demir-
çelik, kömür ve makine gibi temel
sanayilere öncelik verilmiş olması da
demiryollarımızın geliştirilmesini gerekli
kılmıştır. Bu tür kitlesel yüklerin en ucuz
biçimde taşınabilmesi açısından demiryolu
yatırımlarına ağırlık verilmiştir. Bu
nedenle, demiryolu hatları milli
kaynaklara yönlendirilmiş, sanayinin yurt
sathına yayılma sürecinde yer seçiminin
belirlenmesinde yönlendirici olmuştur.
Atatürk’ün aynı tarihlerde gazetelere
verdiği bir demeç:
"Memleketin bütün merkezleri
yekdiğerine az zamanla şimendiferle
bağlanacaktır. Mühim maden hazineleri
açılacaktır. Memleketimizin baştan
nihayete kadar harap manzarasını
mamureye tahvil etmekten ibaret olan
gayenin temel taşları her yerde gözleri
tesrir edecektir."
Demiryolunun önemini, kazandırdıklarını
Hariciye Şefi Op. Doktor M. Necdet Bey, 30
Ağustos 1930'da demiryolunun Sivas'a
ulaşması nedeniyle yapılan törendeki
konuşmasında çarpıcı bir biçimde ortaya
koyuyor:
"Gözümüz aydın. İşte tren geldi.
Demiryolu Cumhuriyetin çelik koludur.
Artık Sivas hiçbir yere uzak değildir.
Şimdi Ankara bize bir günlük yoldur. Bu
demirleri toprağın pasını silmek için bu
yerlere döşedik. Sarı başaklı ekinleri
altına çevirmek için ucuca ekledik.
Ankara-Sivas arasını on günden bir
güne indiren işte bu demirlerdir. Kurak
tarlalarla, kıraç ovalara bolluk ve
zenginlik getiren işte bu demirlerdir. Bu
demir değil, altın yoludur. Yol yerin
damarıdır. Nabzı çarpmayan toprak
kangren olmuş demektir. Toprağın
yaşayabilmesi için vücudumuzu saran
kan damarları gibi onun vücudunu da
yol damarları sarmalıdır. Toprağın
nabzı, insanin ki gibi bir dakika
durmadan işlemelidir. Bir ekini yetişene
kadar su, yetiştikten sonra yol besler."
TCDD kaynaklarından edindiğimiz
bilgilere göre; “milli ekonomi oluşturma ve
genç Cumhuriyeti kurma politikalarının;
ulaşım politikasına ne şekilde yansıdığını ve
aşağıdaki hedefleri gerçekleştirmeyi
amaçladığını görmekteyiz:
-Potansiyel üretim merkezlerine, doğal
kaynaklara ulaşması amaçlanmıştır.
Örneğin; Ergani'ye ulaşan demiryolu bakır,
Ereğli kömür havzasına ulaşan demir,
Adana ve Çetinkaya hatları pamuk ve demir
hatları olarak adlandırılmaktadır.
GENCAY
28
-Üretim ve tüketim merkezleri ile özellikle
limanlar ile ard bölgeler arası ilişkileri
kurması amaçlanmıştır. Kalın-Samsun,
Irmak ve Zonguldak hatları ile demiryolu
ulaşan limanlar 6'dan 8'e yükseltilmiştir.
Samsun ve Zonguldak hatları ile İç ve Doğu
Anadolu'nun deniz bağlantısı
pekiştirilmiştir.
-Ekonomik gelişmenin ülke düzeyinde
yayılmasını sağlamak amacı ile özellikle az
gelişmiş bölgelere ulaşması amaçlanmıştır.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte politik
merkez Batı'dan Orta Anadolu'ya kayarken,
ulaşılabilirlik de Batı'dan Orta Anadolu'ya,
Doğu ve Güney Doğu Anadolu'ya
yaygınlaştırılmıştır. Bu politikaya göre;
1927'de Kayseri, 1930'da Sivas, 1931'de
Malatya, 1933'de Niğde, 1934 Elazığ, 1935
Diyarbakır, 1939'da Erzurum demiryolu
ağına bağlanmıştır.
-Milli güvenlik ve bütünlüğün sağlanması
amacına dönük olarak ülkeyi sarması
hedeflenmiştir.
Bu hedefleri gerçekleştirmek üzere,
demiryolu ulaşım politikası iki aşamalı
olarak ele alınmıştır.
İlk aşamada büyük parasal güçlüklere
karşın, yabancı şirketlerin elindeki
demiryolu hatları satın alınarak
devletleştirilmiş, bir kısmı da anlaşmalarla
devralınmıştır.
İkinci aşamada ise, mevcut demiryolu
hatlarının büyük bölümü ülkenin Batı
bölgesinde yoğunlaştığından, Orta ve Doğu
bölgelerinin merkez ve sahil ile bağlantısını
sağlamak amaçlanmıştır. Bu amaç
doğrultusunda, demiryolu hatlarının üretim
merkezlerine direkt olarak ulaşarak ana
hatların elde edilmesi temin edilmiştir. Bu
dönemde yapılan ana hatlar: Ankara-
Kayseri-Sivas, Sivas-Erzurum (Kafkas
hattı), Samsun-Kalın (Sivas), Irmak-Filyos
(Zonguldak kömür hattı), Adana-Fevzipaşa-
Diyarbakır (Bakır hattı), Sivas-Çetinkaya
(Demir hattı)'dır. Cumhuriyet öncesinde
demiryollarının % 70'i Ankara- Konya
doğrultusunun batısında kalırken,
Cumhuriyet devrinde yolların % 78.6'sı
doğuda döşenmiş ve günümüz itibari ile
batı ve doğuda % 46 ve % 54 gibi oransal
dağılım elde edilmiştir.
Ayrıca, ana hatları birbirine bağlayan ve
demiryolunun ülke düzeyine yayılmasında
önemli payı olan iltisak hatlarının yapımına
ağırlık verilmiştir. İltisak hatların yapımı
milli güvenlik açısından da son derece önem
taşıyordu. Örneğin; Afyon-Karakuyu iltisak
hattının açılış töreninde konuşan Atatürk;
"Bu hattın olmamasından memleket
müdafaası çok sıkıntı çekti. Bu kadar kısa
bir hattın memleket müdafaası bakımından
göreceği işi 100.000 öküze yaptırmak ya
mümkün veya değildir. İmparatorluk
devrinde iltisak hatlarına çok az ehemmiyet
verilmiştir. Bunu onun mali
iktidarsızlığından ziyade zihniyetinin idraki
haricinde olduğunda aramak lazımdır."
sözleriyle bu önemi vurgulamıştır.
GENCAY
29
1935-45 yılları arasında iltisak hatlarının
sağlanmasına çalışılmıştır. Cumhuriyetin
başlangıcındaki ağ tipi demiryolları,
1935'de Manisa-Balıkesir-Kütahya-Afyon ve
Eskişehir-Ankara-Kayseri-Kardeşgediği-
Afyon olmak üzere iki adet döngüye sahip
olmuştur. İzmir-Denizli-Karakuyu-Afyon-
Manisa ve Kayseri-Kardeşgediği-Adana-
Narlı-Malatya-Çetinkaya döngüleri elde
edilmiştir. Döngüler iltisak hatları ile
sağlanmıştır. Bu iltisak hatların yapımında
ayrıca fiziki ve ekonomik uzaklığın
azaltılması da amaçlanmıştır. Örneğin;
Çetinkaya-Malatya iltisak hattı ile Ankara-
Diyarbakır arasındaki uzaklığın 1324
km'den 1116 km'ye indirilerek 208 km'lik
bir azalma sağlanmıştır. Bu bağlantılar ile
19. Yüzyılda yarı koloni ekonominin
oluşturduğu "ağaç" biçimindeki
demiryolları artık milli ekonominin
gereksindiği "döngü yapan ağ" şekline
dönüşmüştür.
Karayolu sistemi ise bu dönemde
demiryollarını besleyecek şekilde
tasarlanmıştır.”
"Demiryollar" Dergisinin Şubat 1937
tarihli sayısından satırlar:
"Bitmez tükenmez, ardı sonu gelmez
düğüşlerden yorgun ve parasız çıkan bir
milletin on beş sene içinde sarp, dağınık
muvasala imkânları çok çetin bir yurtta
2.700 kilometre yepyeni çelik çubuklar
uzatması, dağları yararak ıssız, habide
yurt köşelerini tiz lokomotif
düdükleriyle çınlatması, yurdun hemen
her köşesinde bir iş ve hayat kaynağı
yarattıktan başka milli ülkü, milli
vahdet abidelerini şirketlerden satın
alınan 3.300 kilometrelik bir çelik ağla
tahkim etmeğe muvaffak olması,
tarihimizin yazacağı eşine tesadüf
edilmeyen en yüksek bir mevzudur."
21.09.1924 Özel Teşebbüsle Yapılan
Samsun-Çarşamba Demiryolunun Temel
Atma Töreni.
"Demiryolu yapmakta ilk milli
teşebbüsün tatbikatına başlandığını
bizzat görmek fırsatı, benim için cidden
mesut bir tesadüftür. Memleketimizin
asırlardan beri yolsuz bırakıldığı ve bir
demiryoluna olan ihtiyacın şiddeti
düşünülürse, bu hususta girişimci
olanları ne kadar takdir etmek ve
GENCAY
30
onlara ne derece yardımcı olmak lâzım
geleceği pek güzel anlaşılır."
01.11.1937 TBMM 5.Dönem 3. Toplanma
Yılını açarken:
"Demiryolları bir ülkeyi medeniyet ve
refah ışıklarıyla aydınlatan kutsal bir
meşaledir. Cumhuriyetin ilk
senelerinden beri, dikkatle, ısrarla
üzerinde durduğumuz demiryolları
inşaatı siyaseti, hedeflerine ulaşmak için
durmadan başarı ile tatbik
olunmaktadır.”
1950’lerden Sonrası ve Günümüz
1950’lerden sonra demiryolları
politikamızda büyük bir sapma olduğunu
görüyoruz. Bunun sonucu olarak,
kalkınma iddiasındaki bir ülke için
vazgeçilmez olan demiryolu ulaşımı
tamamen bir kenara itilmiş, demiryolları
politikamız zayıflamış ve giderek bu
konuya verilen önem azalmıştır. Karayolu
yapımına ağırlık verilmiştir.
Unutulmamalıdır ki karayolu yapmak
petrole bağımlı kalmaktır. Tabi ki
karayolları da yapılacaktır fakat bunun
yapılacak olması demiryolları yapımının
aksamasına, önemini yitirmesine neden
olmamalıdır.
Turgut Özal’ın "Demiryolu komünist
işidir" sözünden de ne kadar yanlış bir
düşünce yapısı ile ulaşım politikamızın
belirlendiği görülmektedir.
Günümüzde demiryolu yapımı tekrar
önemini kazanmış ve yüksek hızlı tren
projeleriyle ulaşım imkânları modernize
edilmeye başlanmıştır. Lakin yapılan
projeler ve modernizasyon Avrupa’nın
oldukça gerisindedir. Örneğin 571 km
hızla giden bir Fransız TGV veya 594 km
hızla gidebilen bir Japon hızlı treninin
oldukça gerisindedir. Bunun yanı sıra
modern, ihtiyaçları karşılayabilecek
istasyonlarımız yoktur.
Japonya ve batı ülkeleri gibi yurdun dört
bir yanını demir ağlarla örmeliyiz. Bütün
şehirlerimizi birbirine bağlamalıyız.
Ulaşımın en ucuz ve en güvenli olduğu bu
hatları yaparak ülke ekonomisini
GENCAY
31
geliştirmeli refah ve medeniyet yollarımızı
inşa etmeliyiz. Şehir içerisinde raylı
sistemlerimizi geliştirmeli şehir içi ulaşımı
düzenli ve kolay bir hale getirmeliyiz.
Bu projeler yapılırken Avrupa Özellikle de
İngiltere ve Fransa örnekleri
incelenmelidir. Bilindiği gibi dünyanın en
gelişmiş metro sistemleri İngiltere de
bulunmaktadır ve ülkenin her bir tarafı
raylarla birbirine bağlanmıştır. Bunun bir
benzerini Fransa da veya çok uzaklara
gidip Japonya da görebiliriz. Bizim
ülkemizin de böyle bir sisteme
kavuşmaması için bir engel
bulunmamaktadır.
Tabi unutulmamalıdır çok büyük bir
savaştan çıkmış, elimizde ki bütün
kaynaklarımızı tüketmiş, nüfusumuzun
büyük bir bölümünü kaybetmiş, iş
gücünden yoksun bir devlet kurmuşuz.
Bütün zorluklara rağmen, içimizde ve
dışımızdaki bizim gelişmemizi engelleyen
“Türk’ün başına bir dert vermez isen
Türk dünyanın başına dert olur” diyerek
bizleri sindirmeye çalışan çeşitli güçlere
rağmen bizler genç cumhuriyeti bugünkü
haline getirmiş bulunmaktayız.
80 küsur yıl bir devlet için oldukça kısa bir
süre ve biz bu kadar kısa sürede hiçbir şey
yokken bu günlere gelebildik. Daha da iyi
olabilirdik ama geçmişe hayıflanmayı
bırakıp ondan ders çıkarmayı bilip
önümüze bakmalıyız ve daha güzel bir
gelecek inşa etmeliyiz. 2023’e de
değerlerimizden kopmadan Türk milletine
yakışır bir şekilde dünyaya örnek olacak
devasa projelerle hazırlanmalıyız.
Bu kapsamda demiryollarımızın 2023
politikaları yurdun dört bir yanını saracak
demir ağlar, şehir içi hızlı, güvenli ulaşımı
sağlayacak raylı sistemler, her biri birer
cazibe merkezi haline gelecek modern
istasyonları da içinde bulunduracağı
fikirlerle şekillendirilmelidir. Tamamen
milli sermaye ile raylarımız yapılmalı,
sinyalizasyon sistemlerimiz gerekli
kurumlarla birlikte hareket edilerek
geliştirilmeli, kendi üst düzey teknolojiye
sahip lokomotiflerimizi üretmelidir.
Avrupa ülkeleri ile de gerekli politik ve
iktisadi anlaşmaları sağlayıp merkezi
Edirne olmak üzere bütün Avrupa ile
bağlantılarımızı sağlayacak yüksek hızlı
tren hatları kurmalıyız. İhracatımızı bu
şekilde Avrupa ülkelerine en ucuz yol olan
demiryolu ile gerçekleştirmeli
ekonomimize katkıda bulunmalıyız. Türkî
Cumhuriyetlerle işbirliğine gidip aramızda
ki mesafeleri kısaltmalı demir ağlarla
koparılmaz bağlar kurmalı bütün Türk
coğrafyasını birbirine bağlayan önemli
projelere adım atmalıyız.
İnandıktan ve inancımız doğrultusunda
çalıştıktan sonra binlerce yıllık
köklerimizden gelen kudretimizle dünyaya
refah ve medeniyeti getiren yine bizler
olacağız bundan hiç şüphemiz yoktur.
GENCAY
32
ORDA BİR "AÇE" VAR UZAKTA Bülent ERDİL
240 milyona yaklaşan nüfusuyla,
dünyanın en kalabalık İslam ülkesi olan
Endonezya'da yer alır. Açe, 17.000’den
fazla adadan oluşan bu ülkenin Sumatra
Adası'nın kuzey batı ucunda yer alır.
Yaklaşık üçte ikisi yağmur ormanlarıyla
kaplı olan Endonezya, yeraltı ve yerüstü
kaynakları bakımından oldukça zengindir.
Konumu ve yeraltı zenginlikleriyle
Endonezya için çok önemli bir bölge olan
Açe, uzun yıllar bağımsızlık için
Endonezya’ya karşı mücadele vermiştir.
Endonezya, benzer sıkıntılar yaşadığı
Doğu Timor’un bağımsızlığını tanırken,
aynı hoşgörüyü burası için
göstermemiştir. Çünkü bu bölge dünyanın
en zengin doğal gaz rezervine sahip
topraklarından biridir. Ayrıca petrol,
kalay, altın, platin, demir ve boksit
rezervleri oldukça önemli ölçüdedir.
Bölgenin tarım arazisi de son derece
verimlidir.
Türkler’den esinlenen Açeliler’in ay
yıldızlı bayrağı
1514'te bir sultanlık biçiminde kurulan
Açe, aynı yüzyıl içinde Portekiz tarafından
defalarca saldırılara uğramıştır.
Portekiz’in sömürgeleştirmeye çalıştığı bu
saldırılardan önemli ölçüde zarar gören
sultanlık, 1565'te İstanbul'a bir heyet
göndererek Osmanlı Devleti'nden yardım
istemiştir. Osmanlı Devleti de bu sultanlığı
korumaya almış ve 1567 yılında bir
anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre
Açe’ye her türlü yardım malzemesi ve silah
gönderilmiştir. Defalarca Hint Deniz
Seferleri adı altında bölgeye seferler
düzenlenmiştir. Ancak Türk donanmasının
açık denizlere uygun olmaması yüzünden
önemli bir başarı elde edilememiştir.
Açe’deki Türk mezarları
Açe’ye giden yardım malzemelerinin
yanında yüzlerce Türk askeri ve komutanı
da buraya gelmiş ve yerleşmiştir. Bitai
Köyü’ne yerleşen Türk askerleri, Açe
halkına askeri eğitim vermek amacıyla
akademi kurmuş, bu akademide Açeliler’e
top dökmeyi öğretmişlerdir. Ayrıca halka
savaş eğitimi de veren Türk askerleri, Açe
ordusunu da yeniden kurmuşlardır.
Açeliler, Türk askerlerinden öğrendikleri
GENCAY
33
savaş teknikleriyle uzun süre
Portekizlilere karşı direnç göstermişlerdir.
Sonrasında bölgeye Hollandalılar
gelmişlerdir. 1873'te Açe'den çeşitli
isteklerde bulunmuşlardır. Açe Sultanlığı,
Hollanda’nın zorbalığına da isteklerine de
rest çekmiştir. Ancak başlayan savaş,
Açe’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Açe
Sultanı Tunku Muhammed Davut'un
1903'te Hollandalıların hâkimiyetini kabul
etmesiyle bölge Hollanda sömürgesi
olmuştur.
Hollanda'nın Açe'deki hâkimiyetini
Endonezya'ya devretmesiyle Açeliler’de
bağımsızlık ateşi tekrar yanmıştır. 1976
yılında silahlı bir direniş örgütü olan
“Gerakan Aceh Merdeka” (Özgür Açe
Hareketi) kurulmuştur. Açe'de o günden
sonra yoğun bir şiddet yaşanmaya
başlamıştır. Yüz binlerce kişi yaşadıkları
topraklardan ayrılmak zorunda kalmıştır.
Özgür Açe Hareketi askerleri
8 Kasım 1999 yılında halkın bağımsızlık
isteği doruk noktasına ulaşmış. İki
milyondan fazla Açeli, başkent Band
Açe'de toplanıp bağımsızlık için
haykırmıştır. Tüm bölgeyi sarsan bu
büyük olaydan sonra Endonezya'nın
imdadına 26 Aralık 2004 tarihindeki
tsunami felaketi yetişmiştir. Özellikle
Açe’yi korkunç biçimde vuran bu
felaketten sonra Özgür Açe Hareketi
hükümetle anlaşıp, silah bırakmıştır.
Bağımsızlık için haykıran Açeliler
Deprem ve tsunaminin açtığı derin yarayı
kapatmaya çalışan Açeliler için Türkler’in
bambaşka bir yeri vardır. Türkler’e
duyulan aşk öyle bir aşk ki; Türkler’in
Kurtuluş Savaşı’nda dara düştüğünü duyar
duymaz, Hintli Müslümanlarla birlikte elde
ne var ne yok Türk kardeşlerine
gönderiyorlar. Bu aşk öyle derin ki, bugün
din adamları hala Sarı Selim'in kendilerine
gönderdiği fermanı Cuma hutbelerinde
okutmaktadırlar. Artık olmamasına
rağmen, İstanbul'daki halifeye yani
Türkiye’ye olan bağlılıklarını
bildirmektedirler. Bu aşk öyle büyük bir
aşk ki; bayraklarını aldıkları Osmanlı'nın
idaresi altına girmek için 19. yüzyılda
girişimde bulunmuşlar. Ancak bu teklif
zamanın korkak ve alçak yöneticilerinin
idaresine denk gelmiş. Ellerinden kan
damlayan, Uzak Doğu'yu sömüren Avrupa
ile ilişkilerin bozulmaması için Açe'nin bu
isteği reddedilmiş!
Bugün Açe’de Babür ve Hint sultanlıkları
dönemlerinden kalan Türkler de
yaşamaktadır. Halkın da önemli bir kesimi
atalarının Türk olduğunu söylemektedir.
2004 yılında tsunami nedeniyle bölgeye
GENCAY
34
giden BBC muhabiri George Alagiah Açe’yi
şöyle anlatıyor:
"Açe'ye indiğimde kendimi Türkiye'de
sandım. Hayır, her yerde kebap dükkânları
olduğu için değil... Bana kartpostal
satmaya çalışan çocukları gördüğümden
de değil... Yok yok ayakkabı boyacılarının
bağrışmalarından ya da araba
kornalarından da değil... Belki
inanamayacaksınız ama herkesin Türk
bayraklı şapka giymesinden dolayı böyle
bir fikre kapıldım. Yolda gördüğüm bir
genç Açeli'ye neden şapkalarında Türk
bayrağı olduğunu sorduğumda bana
verdiği yanıt çok ilginçti. Adı Recep olan
bu genç, 'kendi bayrağımız olan şapkayı
giyersek, altı ay hapis yatıyoruz. Türk
bayrağına kimse bir şey diyemiyor. Türk
bayrağı da bizimkiyle aynı... Zaten, Türkler
bizim atalarımız sayılır. Biz bayrağımızı
500 yıl önce onlardan almışız. Bundan
dolayı, ne zaman bir maç olsa Türkiye Milli
Futbol Takımının formasını giyiyor,
evlerimize Türk bayrağı asıyoruz.'
Şaşırdım kaldım, Tanrım bu Türkler
nerede yok? Dedim.”
O ki Türk milletidir: parça parça olmuş,
dünyanın dört bir yanına saçılmış, nerde
bir mazlum varsa imdadına koşmuş,
horlanmış, aşağılanmış, katliamlara
uğramış. Ama gel gör ki gün gelmiş
atalarının katillerinden hesap soracağına,
bir de onlardan özür dileme kampanyaları
bile düzenler olmuş. Bu soytarılığıyla tüm
dünyayı kendine güldürmüş. Güldürmeye
devam eden milletim, vah sana vah... Bu da
yetmemiş benliğinden utanıp, "Türk"üm
demeye korkar olmuş...
Dünyanın her yerine dağılıp, başka
toplumlarla karışıp rengi ve kültürü
değişse de, dilini bırakıp başka diller
konuşsa da ruhu aynı… Bağımsızlık aşkı,
zulme başkaldırı, özgür yaşamak için
ölümü göze almak... Yani Türklük ruhu... Ki
o ruh Açe’de de var. Anadolu'dakilere inat!
Açe'nin kadın savaşçıları
GENCAY
35
GENCAY
36
SÖYLEŞİ: İSKENDER ÖKSÜZ Metehan ÇAĞRI - Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
Öncelikle Gencay Dergisi ile röportaj
yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür
ederiz.
44 yıl ders verdiniz, o günlerden bu
günlere birçok şey değişti. Biz bu
değişim sürecinde öğrencilerinizde
nasıl bir değişim gözlemlediğinizi
merak ediyoruz. Düşünüş şekli,
yaklaşım tarzı, sorumluluk alma bilinci
vs. ne tür, ne düzeyde değişimler oldu?
Bu tabi ki üzerine uzun uzun düşünülmesi
gereken bir soru. Benim öğretim hayatıma
başlayışım çok enteresan. Haziran 1968…
Tabi o zaman ne 68’liler diye bir laf vardı,
ne de 68’in özel bir yıl olduğunu, komünist
saldırının Türkiye’de fiziki olarak
başlayacağı yıl olduğunu biliyorduk. İşler
önce fikir savaşı halindeydi, olaylar 68’de
başladı. Benim öğretime başladığım okul
da çok enteresan, Ortadoğu Teknik
Üniversitesi.
Şimdi şu geldi aklıma; bir adam II. Dünya
Harbinin çıkacağını önceden fark etmiş.
Harp’ten kaçmak için açmış haritayı, harp
nereye gelmez diye bakarken Pasifik’te bir
ada bulmuş. Burada harp olmaz demiş o
adaya yerleşmiş, “Iwo Jima” adasına.
Pasifikteki en kesif muharebelerin
yapıldığı iki adadan biridir hâlbuki o ada.
Benim bu adam gibi bir öngörüm de yoktu
ama 1968 Haziranında Ortadoğu Teknik
Üniversitesi’nde buldum kendimi… Tabi
onlara öğrenci demek doğru değil,
Sovyetlerin dolaylı olarak yönettiği bir
hareketti o. Biliyorsunuz o zaman
“öğrenciler” derdi basın bunlara.
Diğerlerine de komando... 11 yıl bu şartlar
altında geçti. Tabi değişimi sorarsan çok
büyük fark var. Sonra biliyorsunuz ateşli,
ölümlü, cinayetli hale geldi. Tabi sizin
sorunuz bu değil, “öğrenciler nasıl
değişti”? Öğrencilerin fazla değiştiği
kanaatinde değilim. Bölüme göre öğrenci
kalitesi değişiyor. Öğrenci olarak kalitesi
değişiyor. Arada fark var çünkü. Öğrenci
olarak kalitesi çok düşük fakat zekâsı
gayet yüksek tipler de olabiliyor. Bir
şekilde öğrenciliği beceremiyor veya
şartlar bu duruma getiriyor. Genel olarak
baktığımızda ortalamada bir kültür düşüşü
var. Prof. Ahmet Bican Ercilasun Hoca da
bunu tespit etmiş. Onun, beş kelimelik bir
testi var öğrencilerine uyguladığı. 5 adet
kelimeyi kaçının bildiğini gözlemliyor ve
bilmeyenlerin sayısının her yıl
fazlalaştığını söylüyor. Bu çok enteresan
bir şeye işaret ediyor. Test çözmek özel bir
öğrenim tarzı. Şu kelime aşağıdakilerin
hangisinde geçer diye sorsanız a, b, c, d,
çözecek, fakat anlamını öğrenmeyi merak
etmemiş genç.
GENCAY
37
Şimdi, giriş sınavı yapılıyor, düşük puan
alanlar var, yüksek puan alanlar var.
Düşük puan alanlarla yüksek puan alan
çocukların üniversitedeki performansları
da çok farklı oluyor. Değişik bölümlere
ders verdiğiniz zaman adeta giriş
puanlarının kaç olduğunu
hissedebiliyorsunuz. Mesela birkaç sene
Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde
programcılık dersi verdim. Onlar daha iyi
öğrenciydi.
Yurtdışında bulundunuz. Hem ders
aldınız hem de ders verdiniz.
Ülkemizle, bulunduğunuz diğer ülkeler
arasında gördüğünüz farklılıklar
nelerdir?
Yale Üniversitesinde asistanlık yaptım.
Suudi Arabistan’da mühendislik
öğrencilerine kimya öğrettim, doktora
yaptırdım.
Suudi Arabistan yükseköğrenime çok
büyük önem veren bir ülke. Toplumun
yükseköğrenime bir talebi yok, herkes çok
rahat. Ülke petrol zengini olduğundan,
aman bir diploma alayım kaygısı yok.
Bunun için devletin teşvikleri var. Çok
ciddi burslar veriliyor öğrencilere.
Yatakhane bedava, yemek bedava, bir de
diploma alırsa sermaye veriyor, arazi
veriyor. Herhalde sonucunu almışlardır.
İki nesil öncesinden bahsediyoruz. Tabi,
kontenjanla Türk öğrenciler de geliyordu.
Kaliteyi yükseltiyordu Türk öğrenciler.
Mesela başka bir mukayese yapacak
olursak, ODTÜ’de bir Bilgisayar
Mühendisliği hocası var, Prof. Dr. Asuman
Doğaç Hanım. Onunla bir konuyu
konuşuyorduk. Yeni bir yönteme
geçilecekti. Benim okuduğuma göre bu iki
yıllık bir öğrenme eğrisi gerektiriyor.
Mevcuda göre daha iyi bir metot fakat
intibak etmek iki yıl alıyor diye yazıyor
literatürde dedim. Gayet şuurlu bir şekilde
şu cevabı verdi bana; “O, aptal
Amerikalılar için, benim öğrencilerim üç
ayda halleder onu.” Ortadoğu Üniversitesi
için bu doğru, bizdeki sınav sistemi çok
sakat diyoruz. Tenkitlerin belki haklılık
payı var, yalnız giriş sınavı sistemi öyle bir
filtreleme yapıyor ki belli üniversitelerin
belli bölümlerine Türkiye’nin en zeki
binde biri toplanıyor.
Tabi şunu da söyleyeyim. Amerika’da zirve
okullar var. Harvard, Yale, Columbia,
Stanford vs. bunlar bizim okullardan daha
iyi. İngiltere’de de Oxford, Cambridge vs.
var, ama Avrupa’da durum öyle değil,
Avrupa’ya geldiğinizde seviye düşüyor.
Uzak Doğu atakta; onlarında güzel okulları
var, yani zirvelerde biz yokuz. Aslında bu
zirveler gelenek meselesi. Bu okullar iyi
okuldur diye iyi öğrenciler müracaat
ediyor. Öğrenciler olağanüstü olmasa da
öğretim üyeleri çok iyi. İyi oldukları için
iyileri çekiyorlar, iyileri çektikleri için iyi
oluyorlar. Bir de her şeyden önemlisi bir
gelenek var. Mesela Yale Üniversitesinde
kopya çekmez öğrenci. Hoca’nın başında
durmasına gerek yok.
GENCAY
38
Avrupa’da böyle değil. Sanırsam
Türkiye’nin ortalaması Avrupa’nın
ortalamasından iyidir. Amerika ortalaması
ile de mukayese edilebilir. Bakın bu çok
enteresan; zirvelerde yokuz dedim ama
ortalamamız onların altında değil,
Avrupa’nın da üstünde olduğumuz
kanaatindeyim. Bunu tabi bilimsel verilere
göre söylemedim, intibalarıma göre böyle.
Şunu biliyoruz, Avrupa’da bunu biliyor;
Amerika, yükseköğretimde Avrupa’nın
önünde, İngiltere de Avrupa’nın önünde.
Bize Ortadoğu, Boğaziçi gibi
üniversitelerden Amerikan tipi eğitim
girmiş, zaten diğerleri de fena değil. Bizim
geleneğimiz de var aslında; kesintilere
rağmen var.
Geçmişte bir KÜBİTEM projesi var,
şimdi de ÜLKÜNET, bu projelerden
biraz bahsedebilir miyiz?
1968 yılıydı. Sovyetler Birliği, Türkiye’de
başa dost bir hükümet getirmek stratejisi
güdüyordu. Eğer dost bir hükümet başa
geçerse, Türkiye’nin NATO üyeliği
sarsıntıya girecek, belki de Türkiye
NATO’dan çıkacak, Sovyetlerin nüfuz
alanına girecek. Suriye ve Irak zaten nüfuz
alanında, sonra Basra Körfezine inme
fırsatı doğuyor. Basra Körfezi kilit bir
nokta. O zaman İran batı yanlısı, Türkiye
NATO üyesi, Pakistan diye de devam
ediyor. Sovyetleri bloke ediyor güneyden.
Yeşil kuşak derlerdi ona.
Sovyetlere dost bir hükümet geçirilemezse
ne olur? Hiç olmazsa Türkiye dik duramaz.
1960 sonrasını okuyun, Sovyetlere dost
bir hükümetin başa geçmesi hedefine de
çok yaklaştılar. Hatta öyle bir genel hava
vardı ki Türkiye’de, herkes devrimden
sonra kurulacak sosyalist idarede bir yer
kapma telaşı içindeydi. Özellikle de
gazeteciler, öğretim üyeleri ve hukuk
adamları… Tabi Amerikan
emperyalizmine karşı mücadele ediyoruz
diyen solcular da vardı. Amerikan
emperyalizmi yok mudur? Amerikan
emperyalizmi vardır tabi. Ama o sırada
bizim birinci endişemiz Sovyet
emperyalizmiydi. Şimdi ise birinci
problemimiz Amerikan emperyalizmi…
Sonra saldırılar başladı. Üniversitelere
hâkim olma hareketi başladı. Üniversite
gençliği, en kolay ele geçirilebilen, ele
geçirildiğinde de ortalığı destabilize
edebilecek enstrümandır. Önce
üniversiteler ardından sokak hâkimiyeti
gelecek, sonra solcu askerlerle beraber
darbe yapılacak… 9 Mart 1972’de teşebbüs
edilen budur. Tabi biz milliyetçiyiz. Türk
Milliyetçisiyiz. Türk bayrağı yerinde başka
bir bayrağa, sembole tahammül
edemiyoruz. Onlar da katiyen bize
tahammül edemiyorlar. Bizim gençlerimiz,
Türk Milliyetçisi olan gençler hücuma
uğruyorlar, baskı görüyorlar. Bunlar hiç
yokmuş gibi anlatılıyor şimdi… Dursun
Önkuzu’yu işkence ile kim öldürdü!
GENCAY
39
Çocuklarla irtibattayız o dönemde hatta
dokuz kişilik bir gençlik konseyimiz var,
öğretim elemanlarında oluşan. Bir yerimiz
olsun ve üniversitedeki hocaları organize
edelim öncelikle dedik. Peki, nasıl
ödenecek kira, hocalardan para toplarız,
olmadı mı maaşlarımızdan karşılarız
dedik. Sadi ile (Somuncuoğlu) Meşrutiyet
Caddesi’nde bunları konuşarak
gidiyorduk. Sonra, Bayındır Sokak ile
Meşrutiyet Caddesi’nin kesiştiği noktada
bir kiralık ilanı gördük. Girdik, baktık,
beğendik, tuttuk. Ve kısa zamanda orada
birçok dernek doğdu. Her çekmecede bir
dernek vardı. Ülkü ocağı o çekmecelerin
birinde doğdu. Ülkücü İşçiler, Ülkücü
Memurlar aklınıza ne gelirse o apartman
dairesinin bir çekmecesiydi. Devlet Dergisi
orada çıkıyordu. Töre Dergisi İstanbul’dan
Ankara’ya gelince bir süre orada çıktı. İlk
toplantıya yanılmıyorsam yüz civarında
öğretim üyesi katılmıştı. İşte “KÜBİTEM”
bu. KÜltür Bİlim ve TEknik Merkezi…
Eğitim tabi KÜBİTEM’de yapıldı. Zaten
bizim hareketin %90’ı eğitimdir. Türk
Milliyetçiliği eğitimidir. Onsuz bir şey
düşünülemez. MHP’de de eğitim vardı o
dönemde. Türkeş Bey, Galip Erdem, Kamil
Turan ve ben eğitim verdik. Bundan önce
Türkeş Bey tek başına eğitim verirdi.
Türkeş Bey çok güzel konuşmalar yapardı
ve Türk Milliyetçiliği eğitimi
konuşmalarıydı bunlar.
KÜBİTEM 1968’de kurulduğunda biz
hiçbir yerde yoktuk. 1971’e gelindiğinde
komünist saldırılı geriliyordu. O iş bitmişti
diyemezdik ama artık biz üstündük.
ÜLKÜNET, O tarihlerde insanların fiziki
temasla, yüz yüze konuşarak
yapabildiklerini, şimdi modern iletişim
vasıtaları ile özellikle internetle, fiziki
olarak bir araya gelmeden de
yapabilecekleri düşüncesinin sonucudur.
ÜLKÜNET projesi bir eğitim projesidir.
Bizim temel Türk Milliyetçiliği eserlerinin
hemen ulaşılabilecek bir yerde olmasıdır.
Büyük şehirlerde milliyetçi büyükler
tarafından verilen konferansların,
konuşmaların anında bütün Türkiye’de
izlenilebilmesi ve soru sorulabilme
imkânının doğmasıdır. Şimdi daha
başlangıç safhasında tabi…
Bugüne dönersek, Türk Milliyetçileri
gençlerin yetişmesine neden önem
vermiyor? Bu hareket en parlak
döneminde sizin de belirttiğiniz gibi bir
gençlik hareketi değil miydi? 80
darbesini yaptıran güç amacına ulaştı
mı? Bugün gençlerin yetişmesinde 80
öncesinde Türk Milliyetçilerinin olduğu
gibi şimdi de cemaatler var. Çok büyük
etkileri olduğunu görüyoruz. Bu konu
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gençler her zaman yetişiyordu fakat az
sayıdaydı. Dernekçilik yapıyorduk biz. Bir
kere saldırı karşısında kalınca eylem
gerekti. Eylem büyütür. İkinci olarak
Türkeş Bey’in bir parti halinde
teşkilatlanmada ısrarı ve MHP’nin
kurulmasıyla, fikir hareketine siyasi
GENCAY
40
hareket eklendi. Bu, Cumhuriyet dönemi
Türk Milliyetçiliği tarihinde bir ilktir. Bu
iki unsur birleşince patlama halinde
büyüme başladı. 1980’e gelindiğinde
herkes MHP’nin iktidara yürüdüğünü
görüyordu. 12 Eylül’ün hedeflerinden biri
bu yürüyüşü durdurmaktı ve bu anlamda
1980 hedefine ulaştı.
O heyecan o dinamizm o büyüme şu an
görünmüyor. Eylem büyütür demiştim.
Allah bizi o günlerin eylemlerine muhtaç
etmesin, ama başka eylemler yapılabilir.
Barışçıl demokratik eylemler yapılabilir,
onlar da yok. Sosyal paylaşım sitelerinde
görüyorum bazen, ‘biz bir sokağa çıksak
yer yerinden oynar’ diyorlar. Ben, yeri
yerinden oynatacak gençlik gücünün
kaldığı kanaatinde değilim. O potansiyeli
göremiyorum. Belki ihtiyarlar gençlerden
daha çoktur şuan.
Durum o kadar vahim?
İnşallah değildir. İnşallah yanlış
tespitlerdir bunlar.
Diğer soruya gelecek olursak. Cemaat
dediğiniz hareket başarılı bir harekettir.
Fikir hareketi, siyasi hareket nedir?
İnandığınız bazı fikirlere, bağlı
bulunduğunuz bazı değerlere başkalarını
da inanır ve bağlanır hale getirmektir. Bu
gönül ve kafa işidir. Bunu gerçekleştirmek
için devamlı hareket halinde olanlar
kazanır tabii ki. Aslında bu kadar basit
bunun formülü. İnsanların akıl ve
gönüllerine girmek. İnsanları ikna etmek…
Hem insanların ruhuna uygun, hem de
eylem. Çünkü sol sürekli eylemde fakat
tutmuyor. Türk Milliyetçiliğine
baktığımızda o zaman tutmuştu…
Sorgulamayın, konuşmayın, itaat edin. Bu
laflar insanların gönüllerine ve akıllarına
hitap eden laflar değil ki. Şimdi bir
kavgaya, dövüşe gidiyorsan sorgulama,
itaat et, tamam. Fakat fikir hareketi
sorgulamaktan ibarettir.
Türk Milliyetçilerinin en önemli
sorununu yazacak olsak. İlk sıraya ne
yazardınız?
Milliyetçi silsile’nin kopuşu…
Osmanlı’daki Türkçülük hareketinden beri
kesintisiz devam eden o silsilenin
1980’den sonra kopması.
Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin
yazarı olarak Türk Milliyetçiliğinin
geleceğini özet olarak nasıl
görüyorsunuz?
Türklük tehdit altında. Bundan neyi
kastettiğimi soracak olursanız bu ayrı bir
röportaj konusu. Fakat Türk Milleti buna
cevabını verecektir. O cevap verenler biz
mi oluruz başkaları mı olur bilemem, ama
Türk milleti mutlaka cevap verecektir.
Türk Milleti bu topraklardaki egemenliğini
kaybetmeye tahammül edemez.
GENCAY
41
Yazılarınızda genellikle yerli yerine
yabancı kaynaklara atıf yaptığınızı
görüyoruz. Bunun nedeni nedir?
Daha çok yabancı kaynak okumamdan
kaynaklanıyor zannedersem. Bu illa da iyi
bir şey değil. Yerliyi de yabancıyı da
dengeli okumak lazım. Belki şöyle bir
düşüncem de vardı. Bazı insanların
kolayca ulaşamadıkları kaynakları okuyup
‘bak bunlar da var’ demek istemiş
olabilirim. Belki başlangıçta böyleydi. O
zamanlar bizim cephede yabancı
kaynaklara ulaşabilenlerin sayısı pek azdı.
Bir de yerli kaynaklarda özellikle şimdi bu
entelektüel sayılan liberal etiketi
yapıştırılan (Ben liberal saymıyorum
onları, Liberal hiçbir değeri olmayan,
bilhassa içinde yaşadığı milletin
değerlerine sırt çeviren, ‘millet diye bir şey
yoktur arkadaş’ diyen adam değildir.
Bunlar komünistliklerini kaybetmiş, hiç
bir şeye bağlı olmayan serseri mayınlar
aslında.) kişilerin yarattığı ve bir de siyasî
ümmetçilerin bunlarla koalisyon halinde
yarattıkları bir sis var ve at gözlükleri var,
dünya şöyledir diyorlar. Hâlbuki dünya
öyle değil. Onun için dünyanın aslında ne
düşündüğünü alıp göstermek gerekiyor.
Bir de birileri diyor ki ‘Milliyetçiliğin sonu
geldi. Milliyetçilik kalmadı’ nerde kalmadı!
Okusunlar, dünyanın önde gelen dış
siyaset dergilerini okusunlar, akademik
dergileri okusunlar. Nerde kalmadı! Üç
dört tane özellikle Fransız kökenli eski
Marksist’in milliyetten nefret eden
yazılarını alıp bunlar sanki Newton
kanunuymuş gibi takdim ediyorlar. Bu
propagandanın baskısı ve sisi altında
Türkiye.
Bu devletin kurucu ideolojisi
Türkçülük. 1940’lı yıllarda bir
başbakan çıkıp rahatlıkla ben
Türkçüyüm diyebiliyordu, fakat bugün
başbakan çıkıp ben Türkçülüğün
karşısındayım diyebiliyor. Büyük bir
değişim var ve Türk Milliyetçileri bu
noktada sessiz. Bu değişimi ve sessizliği
neye bağlıyorsunuz?
Empoze edilmeye çalışılan Türklüğün bir
kavimden, bir ırktan ibaret olduğu, bir
etnik gruptan ibaret olduğu. Başka şeylere
akılları ermiyor, yani ırkın dışında millet
diye bir toplum birimi olacağına akılları
ermiyor. Yüzyıllardır insanların aklı eriyor
sosyologların aklı eriyor bunlara ama ne
Ahmet Altan’ın aklı eriyor ne de
başbakanımızın aklı eriyor ırkın dışında
milliyet diye bir şeyin olabileceğine.
Hâlbuki Gökalp zamanında bu meseleyi
halletmiştik.
Şimdi Sayın Başbakan’ın, “Biz Türkçülüğe
karşıyız” sözüne adlarında Türk ve
Milliyetçi kelimeleri geçen kurumların
seslerini yükseltmemesi biraz ayıp oluyor,
biraz şahsiyetini ve fonksiyonunu yitirmek
oluyor. Ben bunları yazdım, arkadaşların
bir kısmı biz daha önce söylemiştik,
yazmıştık dediler. Mesele o değil. Bu
Türkiye Cumhuriyeti’nin icra kuvvetinin
zirvesinden gelen bir beyanattır ve o
beyanatı hemen o gün düzeltmek sizin
boynunuzun borcudur.
Bize zaman ayırdığınız için çok
teşekkür ederiz.
Ben de hazırladığınız önemli sorularınız
için teşekkür ederim.
GENCAY
42
FENAFİLMİLLET OLMUŞ ROMANTİK
BİR DAVA ADAMI: DÜNDAR TAŞER Hakan PAKSOY
2011 “Ey yüreğim benim ne suçum var
Bu halkı sen sev dedin, ben de sevdim.”
Mağcan CUMABAY
Dündar Ağabey ilk olarak merhum Prof.
Dr. Erol Güngör’ün “Taşer’in Büyük
Türkiye’si” makalesinde dikkatimi
çekmişti. Erol Hoca, “Fazileti kıskanan bir
adam olsaydım, bu adamdan nefret etmem
için her türlü sebep mevcuttu” diye
yazmıştı.
Eşi Asuman Hanımefendi, Dündar Ağabey
hatırasına düzenlenen bir toplantıda
O’nun için: “Dündar bütün ömrünü bu
aşkla yaşadı. (…)milleti kendine özgü
algılar, kendine özgü algıladığı milleti yine
kendine özgü bir aşkla, romantizmle
sever” diyordu.
Bu romantizmi “19. Asırda Lord
Redelife'in tavsiyesi gizli polis kurmak için
yapılan teşebbüs boşa çıkmıştı. Çünkü
hiçbir Türk başkasını hırıstiyan da olsa
gözetleyip jurnal etmeye razı olmamış,
teşkilâtın başına geçecek adam
bulunamamıştı. (Devlet, 15 Eylül 1969 s.
24)” Cümlelerinde Türk’ün asaleti olarak
ortaya koyuyordu.
Kendisi “Romantizme Dair” yazısında da
(Devlet 12 Ocak 1971 s. 41): “Romantizmi
inkâr, insanı inkârdır. Sakarya'ya
dayanmış düşmanı, Akdeniz’e kadar
kovalayan kudret romantizmdir.”
Diyecektir.
Ayhan Tuğcugil müstearıyla yazan
İskender Ağabey (Öksüz): “O büyüktü… Ve
küçük şeylerle uğraşmazdı. ‘Türk subayı
Balkan mağlubiyetine, 93 mağlubiyetine
üzülmez. O hala Viyana önünden
çekildiğimize kızar’ derdi. Büyük düşünür,
büyük duyar ve büyük icra ederdi ve…
Yorulmazdı (Devlet 26 Haziran 1972 s.
148)” diye yazar. Burada romantik aşk ruh
kazanmış, ete kemiğe bürünmüş görünür
hale gelmiştir...
"Biz, dünyanın en büyük
imparatorluklarını kurmuş ve
hâkimiyetini eski dünyanın bilinen her
köşesinde yürütmüş bir milletiz.
Karlofça bu uzun koşuda tökezlenen bir
nokta oldu.(…)
(…) Ne Kadızadeliler İslâmı anlamıştı, ne
de Avrupacılar batıyı. 25 milyon Km.lik
vatanı birleşik tutmak için taklitten başka
tedbir düşünen olmadı. (…)
GENCAY
43
İsyanlar, ihtilâller, sokak kavgaları oldu.
Birbirimizi kırdık, sultanları kestik,
nihayet kendi ordumuzu top ateşine
tuttuk.
Mısır gitti, Cezayir gitti, bu yitirme devri
150 yılda bizi Sakarya sahiline getirdi.
Velhasıl 300 senedir kandaki mikrobun
deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz.
Biz bir cihan devletinin kalıntısı üstünde
cihan hâkimlerinin evlâtları olarak
oturuyoruz.
Binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu
göstermiştir. Demiri eritinceye kadar
sabır.”
Diye yazmıştır Devlet Gazetesinin birinci
sayısında. “Biz Kimiz” diyerek
yazdıklarıyla geçmişten geleceğe ışık tutan
bir liderlik göstergesidir (Devlet 7 Nisan
1969, sayı 1).
Tarih onun ilham kaynağıdır. Osmanlı
sipahi sisteminden hareketle OYAK’ı
tasavvur eder (Devlet 18 Ağustos 1969,
sayı 20).
O’nun hakkında her yazan, gençliğe ve
gelecek nesle verdiği önemi,
özelliklerinden birisi olarak öne
çıkarıyordu. Ülkücü, “ipeğe sarılı çeliktir”
sözünü duyduğumda kendimde
hissettiğim gücü hatırladım. Bu sözün
Dündar Ağabey’e ait olduğunu
öğrendiğimde hem O’na karşı sevgim
artmış hem de gençlere verdiği önemi
daha da bir kavrar olmuştum.
22 yaşında Yüksek Öğretmen’de şehit
edilen Süleyman Özmen rahmetlinin
cenazesinde “(…) Ama bu Çocuğun gidişi
ağlattı beni. Törendeki konuşmamda ne
söylediğimi de hatırlamıyorum.”
Diyecektir (Devlet 30 Mart 1970, s. 052).
“Gençlik” başlığıyla yazdığı yazı çok dikkat
çekicidir (Devlet 28 Aralık 1970, s. 91).
Silahların patlamaya başladığı, kıyıcı
kavganın başlangıcında: “Bizim neslimiz,
bir reaksiyon neslidir, yılan, aciz, rahatçı,
ürkek, çekingen, nemelazımcı ve
renksizdir. (…)Ne işimiz vardı Yemende,
niye gittik Viyana’ya, bu Kıbrıs meselesi
nerden çıktı başımıza? Dedikleri bu.
(…)Tek gayeleri vardır. Sorumlu olmamak.
(…)Tarafsızdır. (…)
ÇOCUKLARIMIZ: Bizim reaksiyonumuzdur
ve aslında aksiyondurlar, kendilerini
cemiyetlerinden sorumlu sayıyorlar.
Vazife duyguları vardır. Canları, başları,
istikballeri, emelleri için vakıftır tutkuları
vardır, davaları vardır, kavgaları vardır.
Yan yana karşı karşıya her şeyi hiçe
sayarak vuruşuyorlar, faydalı mı? Gerekli
mi? O başka amma büyük ve azametli
GENCAY
44
fırtınalar yaratıyor ve kasırga gibi
yaşıyorlar; büyük sayılan gereksizleri
küçümsüyorlarsa haklıdırlar. Rahatça,
üzülmeden ve eğilmeden ölüyorlar,
rahatçılara, makamcılara, çıkarcılara
tepeden bakıyorlarsa haklıdırlar.
Her iki kampta toplananı da cephede
yaşayan kaçak nesle saygıları yoksa
haklıdırlar.” Ne kadar babayiğitçe değil
mi?
Daha sonraki yıllarda Kızı Yasemin
Hanımla evlenecek olan Şevket Bülent
Yahnici ölümünden üç hafta sonra,
“Dündar Ağabey” başlıklı yazısında: “Oğuz
Elinin Dedem Korkut’u idin. (…) Oğuz
Elinin bilge kişisi Dedem Korkut olsaydı
gider dökerdik içimizi yandığımızca…”
diyecektir. Anlaşılan odur ki, içi yanan,
sıkıntısına ferahlık arayan O’na koşmakta,
O ise kendinden yardım isteyen herkese
labirentlerin karanlık ve karmaşık
yollarında kılavuz olmakta, ışık
tutmaktadır.
Bir başka dostu, büyük yazar Emine Işınsu
ölümünün birinci yılında hasretini dile
getirir Töre’de: “(…)en büyük desteği ve
güveni sizde bulmuştum. ‘Dündar Bey de
istiyor, faydalı buluyor öyle bir dergiyi!’
Övünüyordum. (…) sizden yardım isteyen
kimseyi kırmadınız ki… O kimseler,
yüzünüze gülüp, arkanızdan diş
gıcırdatsalar bile. Siz, bu gıcırtıları
bilirdiniz. ‘o halde niçin yardım
ediyorsunuz?’ diye sorularım, hatta
isyanlarım olmuştu.
‘-Fakat benden yardım istedi.’ Söylerdiniz.
Bu basit, kısa cevabın içinde,
karakterinizin en belirli vasfı ışıldardı.”
Derken Ondan yardım isteyen kimseyi
reddetmediğini vurgular. Ve hala
mücadelesinde yanında bulduğunu
yazacaktır Işınsu Abla.
“Siz, hatıra olmadınız ki… Siz varsınız
efendim. Töre’nin yazıhanesinde, pek
sevdiğiniz İstanbul’da, yollarda, evinizde,
evimde varlığınızı duyuyorum.” Böyle bir
dostluk ve o dosta böyle güzel seslenmek…
Devam ediyor Işınsu Abla ve müthiş bir
cümle daha kurar: “Sanırım, yaşantımın en
büyük olayı, Tanrının bana lütfu; sizi
yakından tanımam olmuştur. Çünkü yalnız
şahsınızda, milletimi daha iyi tanıma
imkânı buldum.”
Merhum Prof. Dr. Haluk Karamağralı:
“karakterinin üç çizgisi çok derindi; vefa,
irade ve cesaret. Bu vefa evvela milletine
ve tarihine idi sonra dostlarına.” Ve bu
vefanın karşılığı da O’nu hala anan ve
arayan dostlarındadır.
Merhum Galip Ağabey (Erdem) ölümünün
ardından: “Resmi ölçülere göre aramızda
çok mesafe vardı yine de hiçbir gün
‘Dündar Bey’ demedim. Ağabey olarak
başladı, yüreğimizin bir parçasını da sanki
birlikte götürdüğü zamana değin, hep öyle
kaldı. Böyle olması elbette
saygısızlığımızdan değil, Dündar
ağabeyimizin yüreğindeki yüceliktendir.
Nice ağabeyler biliriz; küçücük hesaplar
uğruna, ağabeyliğin güzelliğini tepip
‘Beyliğe’ geçmiştir.”
Dündar Ağabeyin; Dava arkadaşı, “O’nun
yanlışı benim doğrumdan üstündür”
dediği merhum Alpaslan Türkeş ölümünün
ardından taziye defterinde; “İnce zekâsı,
derin kültürü, sağlam karakteri ve
yüreğinde taşıdığı insan sevgisi ile
insanlara karşı beslediği engin şefkat,
GENCAY
45
O’nun yüksek kişiliğini belirleyen keskin
ve manalı çizgilerdir her hali ve davranışı
ile tam Türk olduğunu gösterirdi.”
Cümleleriyle duygularını yazıya
dökmüştür.
Hiç kimse yukarıdaki “O’nun yanlışı benim
doğrumdan üstündür” cümlesini yanlış
yorumlamamalıdır. Bu cümle inandığı
kişinin ardından giden bir cihangir ruhu
yansıtmaktadır. Merhum: “Milliyetçilik
Hürriyetçilik eş manalıdır. (Devlet 4 Mayıs
1970, s. 57)” Demekte, hemen her
yazısında ya da sohbetinde bu anlayışı öne
çıkarmaktadır. İnandırılmadığı takdirde
kimsenin ardından gidecek birisi değildir.
Büyük dava adamı Başbuğ mezarının
başında yaptığı konuşmada: “Acı kader
bizi mezarının başında konuşmak gibi
aklımıza hiç getirmediğimiz bir vazifeyi
yapmak mecburiyetinde bıraktı. Sen,
milletimizin yiğit ve ülkücü bir evladı,
partimizin çok mümtaz bir siması idin.
Daha uzun yıllar omuz omuza
çalışacağımıza, ülkümüzün bayrağını
birlikte taşıyıp zafer gönderine
çekeceğimize inanmıştık. Olmadı. Ne
yapabiliriz. Takdir-i ilahi” sözleriyle acısını
dile getirecekti.
Ardından yıllar sonra yazılanlar da
üzerinde düşünülmeye değerdi. Rahmetli
Erol Güngör 16 Haziran 1976 tarihli
Ortadoğu Gazetesinde duygularını
kelimelere dökecektir: “Taşer’in
ölümünden bu yana geçen iki yıldır hep
vücudumun ve beynimin yarısı kopmuş
gibi yaşıyorum. (…) Biz O’nun ölümüyle
dünyamızın yarısını kaybettik”
demektedir.
Merhum Necdet Ağabey (Sevinç) Bizim
Anadolu Gazetesi’ndeki köşesinde,
“Taşer’siz İkinci Yıl” başlıklı yazısında “her
gün, her adımda, her olayda yokluğunu
hissediyoruz” diye yazarak içini
dökmektedir.
O’nu arayanlar ne kadar da haklıdırlar.
Sadece Devlet Gazetesi’nin 146 ıncı
sayısındaki “Töre Dergisi ve Tezi” başlıklı
yazı bugüne dahi ışık tutar niteliktedir.
Kısa fakat çarpıcı bir tarih turundan sonra
“Acele Islahat Osmanlı imparatorluğunu
bitirmişti. Derhal Reform da Türkiye
Cumhuriyetini eritebilir.”
Galip ağabey “ anlayışsızları görmenin
vefasızları bilmenin, şuursuzlukları
tanımanın sıkıntısı Rahmetliyi öyle çok
üzerdi ki, tahammülü tükenmeye
başlayınca, huzur akıtan bir pınarmış gibi
tarihe koşardı.” Diyerek sıkıntıları
aşmanın bir yolunu da göstermekteydi.
Şimdi; kendi yaşadıklarımız ya da
kendimiz daha yaşarken yaşanmışlıklar ne
kadar tarih sayılır bilmem ama bende bu
okuduklarımdan sonra soruyorum:
Dündar ağabey de Galip ağabey de sağ
olsalar ve Türkiye Türklerinin bugün
geçtiği sırat köprüsünde “ milletin hiç
kimseyi dışarıda bırakmayacak şekilde
yeniden tarifinin yapılması gerekir” diyen
küçük kardeşlerine, “ Bize ‘Ağabey’ deme
hakkını sizden alıyoruz” derler miydi
acaba? Kim bilir?
Dündar Ağabey’le ilgili yazmaya Necdet
Ağabey’in (Özkaya), kendisinden bu
hususta yazı yazmasını isteyince “Sen yaz”
demesi üzerine karar verdim.
GENCAY
46
Kendi kendime, "benim için Dündar Taşer
kimdi?" diye sorduğumda verdiğim cevap:
sevdiğim, sözlerine çok önem verdiğim bir
dava adamıydı olmuştu. Ama hiç
karşılaşmamış, hiç tanışmamıştım. Yani
tanımadan, tanışmadan gönlümde
müstesna bir yer edinen birisi hakkında
yazacaktım.
İtaatindeki sadakati inancının gücünden
gelen bir dava adamı. Pırıl pırıl bir zekâ,
yüreği gövdesinden büyük bir gönül
adamı…
İnandığı liderin ardından giden dava
adam(lar)ı… İnanan(lar) da inanılan da
birer dev… Hem de masallardaki devlerin
yanlarında cüce kalabileceği birer dev…
Hiç karşılaşmadığım, anlatılanlarla
yazılanlardan okuduklarımla tanıdığım,
tanıdıkça gönlüme demir atan büyük
adamlardandı Merhum… O’nun gibi
başkaları da vardı elbet, mesela Galip
Ağabey, Gün Bey, Erol Güngör… Allah
ölenlere rahmet etsin. Yaşayan Abla ve
Ağabeylerimize de sağlık ve sıhhat versin
inşallah…
GENCAY
47
DÜNDEN BUGÜNE FİLİSTİN ve
BAĞIMSIZ YAHUDİ DEVLETİ Sertaç EKEMEN
…Senin adın "İsrail" olsun, çünkü Tanrıyla
güreşip, yendin…
Kurulduğu günden bu yana Ortadoğu’da
bir hâkimiyet politikası güden İsrail’in
temellendiği Balfour Deklarasyonu
akabinde ortaya çıkan Filistin sorunu,
aslında bir bölgeden ibaret olup, stratejik
olarak, yeraltı petrol yollarına yakınlığı
dışında bir önemi yoktur. Lakin Siyonizm
ideoloğu, Theodor Herzl’in tarihi
okumalarında, yüzbinlerce yıl önce bir
Yahudi devletinin burada şekillendiğini
söylemiş ve oradaki Yahudi varlığını,
Roma medeniyetine kadar dayandırmıştır.
Bu durumdan sonra, Sina’nın zeminine
oturmuş, Kızıldeniz ve Akdeniz arasına
sıkışmış olan Filistin bölgesi değer
kazanmaya başlamıştır.
Sykes-Picot Anlaşması’nın Osmanlıya
dayatılmasından sonra, ortaya çıkan
Ortadoğu’nun yeni emperyalist düzeni;
Irak-Suriye hattını İngiliz
imparatorluğuna, Lübnan ve Ürdün hattını
ise Fransız sömürge imparatorluğuna
devrediyordu. Fransız güdümündeki
Lübnan’da kurulacak Hristiyan Maruni
hükümet, bölgedeki Batı hegemonyasını
pekiştirecekti. Bu noktada, Uzakdoğu
kolonilerinin hâkim gücü olan İngilizlerin,
Hindistan ve Uzakdoğu’ya geçişindeki kapı
eşiği olan Ortadoğu İngiliz Toprakları,
Lübnan’ın durumu ile Fransızlar
tarafından parçalanıyordu. Topraklardaki
bu bölünme İngilizlerin dikkatini Filistin
bölgesine yoğunlaştırdı. Filistin bölgesi
jeopolitik konumu ile İngilizlerin anahtar
kartı olmaya başlayacaktı. Hem
İngilizlerin, Mısırdan Irak’a kadarki
boşluğunu dolduran bir güvenlik kapısı
olacak, hem de Arap bütünlüğünün
engellenmesi yolunda yeni bir unsur
olacaktı.
Buna karşılık İngilizlerin, bölgede kalıcılığı
sağlamak için Fransızların, alternatif
Maruni Hristiyanları gibi, ne bir kavmi ne
de bir etnik unsuru bulunmaktaydı.
İngiltere İmparatorluğu; Irak’ta Süryaniler,
Mısır’da Kıptiler ile bölgedeki ‘meşru’
varlığını dengeleyebiliyordu. Fakat Filistin
coğrafyasında böyle bir ittifak kurulacak
etnik unsur bulunmuyordu, Filistin’deki
tek milli güç, Müslüman Araplardan
oluşmaktaydı. 19. yüzyılın ikinci
çeyreğinde bir ırkçı ideoloji şeklini alacak
Siyonizm ve Filistin’deki modern bir İsrail
fikri İngilizlerin desteğini almaya
başlıyordu. Balfour Deklerasyon’nundan
itibaren bölgede Yahudi yerleşimi hız
kazanmış 19. yüzyıla kadar yasak olan
gayrimenkul satışları, bölgedeki Türk
hâkimiyetinin son bulması ile
yasallaşmıştı.
Theodor Herzl’in ortaya koymuş olduğu
Siyonist ideoloji, İngiliz çıkarları ile
örtüşmesi ile filizlendikçe filizleniyor,
bölgede Yahudi yerleşimleri çitleme
noktasına geliyordu. Bu duruma karşın,
başta tepkisiz kalan Arap halkı,
GENCAY
48
yoğunlaşan İbrani nüfusuna karşı, kayıtsız
kalmamaya başlıyor Filistin çatışma
ortamına düşüyordu. Bu dönem içerisinde
ortaya çıkacak ve bugünkü İsrail’in politik
ve askeri yapılanmalarını oluşturacak
Haganah ve İrgun örgütleri kendini
göstermeye çalışacaktı. Haganah ve İrgun
başta İngiliz yönetimine karşı bir
başkaldırı niteliği taşıyor havası çizecekti.
Fakat perde arkasındaki temel hedefi
özellikle, Haganah’nın bölgede bir katliam
havası yaşatıp Yahudi otoriteyi
sağlamlaştırmaktı. İrgun’nun temel hedefi
ise Yahudi göçlerini Filistin içerisinde
organize etmekti.
Theodor Herzl, ‘Eretz Y’israel’ fikrini
filizlendirirken, Filistinli Arap halkını
görmezden gelmiş, makalelerinde
Siyonizm’in gerçekleşeceği toprakları
sanki bomboş araziler olarak nitelemişti.
Bu yüzden, Filistin’e yerleşen Yahudi
halkları, burada M.S. 7. Yüzyıldan beri var
olan Arap insanını, kendisi gibi işgalci
olarak görmekteydi. Bugünkü Arap-
Yahudi çatışmalarının temelinde gene bu
unsur yatmakta, her iki millet birbirini
işgalci olarak görmektedir.
1945 yılında, dünya savaşının bitip
dekolonizasyon sürecinin başlaması ile
Britanya Hindistan’ı ve Uzakdoğu’yu terk
etmişti. Bu yüzden Filistin, İngilizlerin
Jeopolitik açıdan önemini kaybediyordu.
Filistin mandaterliğini düşüren İngiltere,
Filistin’i birleşmiş milletlere götürmüştü.
Ortaya çıkan paylaşım planına göre Yahudi
toplumu; 1948 yılında İsrail devletini
kuruyordu. Burada önemli olan husus,
genel geçer birleşmiş milletler kararına
göre, İsrail ve Arap devletinin BM
nezdinde meşrulaştığı görülür. Yani İsrail,
hali hazırda kendi kendine bağımsızlığını
ilan etmemiştir.
Bu Yahudi devleti bağımsızlığına karşın,
Arap Birliği “3 Hayır- Ne müzakere Ne
tanıma Ne de Filistin’de Yahudi varlığı”
politikalarını benimseyerek, İsrail’in
varlığının dünya kamuoyunda meşru
olmadığını belirtmeye çalışmıştır.
4 Arap- İsrail savaşının ardından, Arap
yenilgilerinin sonucunda, El Nasır’ın, Arap
Birliği liderliği düşmesiyle, Arap dünyası,
“3 Hayır” politikasını terk etmiştir. Bu da
Arapların resmi olmamasının yanı sıra,
İsrail’in fiilen tanınmasına yol açmıştır.
İsrail’in durumu ise genel bir Filistin
egemenliğinin fikrinin yerine, bölgede git
gide istikrarsızlaşan toplum yapısına karşı
bir müzakere içerisine girmeyi sosyolojik
olarak kabul etmiştir. Bu yüzden Siyonist
yönetim, her ne kadar yerleşim
politikalarını devam ettirmesine karşın,
ılımlaşan Yahudi halkı karşısında, Filistin
topraklarını defakto bir Arap devleti ile
paylaşma yoluna gidecektir. Filistin
sorunu, ancak ve ancak birleşik bir Filistin
ile değil iki bağımsız devlet yapısında
çözüme ulaşacaktır.
GENCAY
49
ARAP BAHARI - TÜRK SONBAHARI Ömer Osman BÜYÜKSÜTÇÜ
11 Eylül 2001, yer Amerika Birleşik
Devletleri, sabah 9 sularında kaçırılan iki
yolcu uçağı ile Dünya Ticaret Merkezi’ne
yapılan saldırıların dünya tarihi açısından
bir dönüm noktası. O günlerde pek de
tahmin edilen bir durum değildi böylesi
bir olay. Elbette bu menfur saldırıda
hayatını kaybedenler için üzgünüz ve bu
saldırıyı lanetliyoruz. Fakat bu saldırı
İslam’a karşı 900 yıl sonra düzenlenen
yeni Haçlı seferinin miladı olmuştur.
Yıllardır dillendirilen BOP uygulamaya
geçmek üzereydi. (BOP, İngilizlerin 20.yy
başlarında planladığı Ortadoğu Projesinin
yeniden düzenlenmiş hali idi) Haçlı seferi
ifadesini kullanan da George W. Bush’un ta
kendisiydi.
“Bu haçlı seferi, terörle savaş... Biraz
zaman alacak.”
Bu haçlı seferinin en büyük ve etkili silahı
“medya” olacaktı. Görsel ve yazılı medyada
sürekli işlenmeye başlayan, insanların
beynine kazınmak istenen ortak ifade şu
idi: İSLAMİ TERÖR! Bu asla hiçbir zaman
hiçbir Müslüman tarafından
kabullenilemeyecek bir ifadedir. İslam ve
terör asla birlikte anılamaz, kullanılamaz.
İslam inancı, insan hayatını kişiye verilmiş
en kutsal hak olarak gören ve uygulayan,
hoşgörü ve sevgi dinidir. İslam evrensel
huzur ve barışı emreder; bunda çelişki
olsaydı, Veda Hutbesi’nde Peygamber
efendimiz (s.a.v) şöyle seslenir miydi?
“Ey insanlar sözümü iyi dinleyiniz! Sözümü
iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden
sonra sizinle burada bir daha
buluşamayacağım. İnsanlar! Bugünleriniz
nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız
nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz
(Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise,
canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle
mukaddestir, her türlü tecavüzden
korunmuştur.” (9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632
M. Cuma)
Bu haçlı seferinin ilk hedefi Afganistan
oldu. Sıra Ortadoğu’ya gelmişti. Öncelikli
hedef zengin petrol kaynakları bulunan
Irak oldu. 2003 yılında ABD ve İNGİLTERE
önderliğinde haçlı birlikleri bu sefer Irak’ı
kan gölüne çeviriyordu. Afganistan’da
bahane “Usame Bin Ladin”, Irak’ta ise
bahane bir türlü bulunamayacak olan kitle
imha silahlarıydı. Savaşın mimarlarından
Rumsfeld, kitabında özür dilemek yerine
küstahça “Saddam’ın kitle imha silahları
yokmuş, yanılmışız.” diyordu. 21.yy
Lawrence’ları iş başındaydı. Irak
paramparça oluyordu, bir yandan dış
güçler, bir yandan iç kavgalar Irak’ı kan
gölüne çevirmişti. Türkiye açısından en
büyük tehdit ise Kuzey Irak’ta kurulan
yeni bölgesel yönetim olmuştu.
Zamanında Saddam’ın gazabından
devletimiz tarafından kurtarılanlar,
şimdi devletimizin bölünmez
bütünlüğünün en büyük tehdidi haline
geldi. Uluslararası medya’nın da işlemeye
başladığı yeni bir konu daha vardı.
DEMOKRASİ! Füzelerinin ucuna taktıkları
demokrasi bayrakları, Irak’ta dalga dalga
dalgalanıyordu.
GENCAY
50
Saddam’ın diktatörlüğünün yerini şimdi
DEMOKRASİ, MEHZEP ve ETNİK
ÇATIŞMALAR almıştı. Hatırlanacağı üzere
eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice
7 Ağustos 2003 tarihli Washington Post
gazetesinde açıkladığı bir ifade vardı:
“Fas’tan Pakistan’a 22 ülkenin sınırları
değişecek.” (Transforming the Middle
East)
Emperyalizm, kendine uygun gördüğü
birlik ve bütünlüğü Doğu için uygun
görmüyordu. AB, yeni ülkeleri bünyesine
bir bir katarken İslam coğrafyasında
parçalanmalar boy gösteriyordu.
- Küresel güçlerin yeni pazarlara
açılırken kullandığı iki yol vardır:
“Darbeler ve çatışmalar.”
2010 yılının aralık ayında Tunus’ta
Mohammed Bouazizi adlı vatandaşın
kendisini yakmasıyla başlayan isyan
dalgaları, tüm bu coğrafyayı kasıp
kavurmaya başladı. Diktatörler, yerlerini
yeni aktörlere devretmeye başladı.
Vadeleri dolmuştu artık. Zeyd bin Ali,
Hüsnü Mübarek kolayca devriliyor, isyan
dalgaları da yayılmaya devam ediyordu.
Diktatörler, bir bir devrilirken Kaddafi,
Zeyd bin Ali ve Mübarek gibi kaçmayı değil
mücadele etmeyi tercih etti. Libya, bir iç
savaş yaşamaya başladı. Muhalifler ile
Kaddafi arasındaki savaş, ülkenin
emperyalizme boyun eğmesine uygun
zemini sağladı. Fakat burada çok ince bir
detay vardı. Muhalifler demokrasi ve insan
haklarını savunduklarını iddia ederlerken,
Kaddafi’yi linç ediyorlardı ve 1969’da
yaptığı darbeden beri devletin başında
olan Kaddafi’nin ve oğullarının 2 yıl
öncesine kadar gördükleri izzet-i ikramın
nasıl bir açıklaması olabilirdi acaba? Bu
liderlerin hepsi mi bir anda diktatör oldu
da müdahale başladı? Küresel sermayenin
finanse ettiği isyancıların bunları
düşünmesi gerekmez miydi?
Sözün özü, bu isyan hareketlerinin içinde
elbette yıllardır görmüş olduğu
zulümlerden dolayı galeyana gelen
insanlar bulunmaktadır. Fakat
direksiyondaki ellerin kirli ve kanlı
olduğunun görülmesi de gerekmektedir.
Çok değil, 2003’te Irak işgalinde sevinçten
takla atanların, Saddam heykellerini
yıkanların 1 yılda nasıl gözlerinden yaş
yerine kanlar aktığını hep birlikte gördük.
Arap baharı ile ilgili yakın bir zamanda
okuduğum bir yazıda yazar kardeşimiz,
gayet büyük bir romantizm içinde bunları
sadece Arap halkının demokrasi isteği
olarak belirtmiş. Gerçekten çok iyimser bir
yaklaşım, değil mi?
- Bir dip not: Ülkemizde “Türk milleti”
ifadesi yerine Türkiyelilik kavramı
getirilmeye çalışılırken bu insanların Arap
Halkı ifadesini kullanması ne garip.
- Küresel güçlerin bu kadar aktif olması
kısa ve uzun vadede büyük yıkımlara yol
açacağı aşikârdır. Burada ulu önder
Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözünün
anlam ve önemini tekrar tekrar okumalı ve
anlamalıyız:
“Efendiler, Avrupa’nın bütün ilerlemesine
yükselmesine ve medenileşmesine karşılık
Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş
vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık
vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan
nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın
emellerine göre uygun yapmak, yürümek,
bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir
GENCAY
51
takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi
istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle,
ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin?
Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”
Bu isyan dalgalarının sonuncusu
Türkiye’de olacağa benziyor. Maalesef
Suriye’de yaşanan sıkıntılı dönem çok kısa
bir zaman içinde İran ve Türkiye’de de
yaşanabilir. İsmi lazım değil, bir adamın
verdiği şu bilgiler bile durumun
vahametini gözler önüne seriyor. “Irak
bölünürse resmen Kuzey Irak’ta yeni bir
devlet kurulacak, Suriye sınırında da
özerk bir bölge kurulabilir. İran’da
zaten bir eyalet var. Iğdır’dan Hatay’a
yeni bir sınır kurulacaktır.”
Son bir söz de kamplarda ağırladığımız
misafirlerimiz için. Resmi rakamlara göre
20 milyon TL’yi bulan bir harcama söz
konusu ve kamplardan da aldığım bir
bilgiye göre sevgili kardeşlerimizin tüp
bebekten platese kadar tüm temel
ihtiyaçları karşılanıyor. Kim bilir, belki de
tüm bunlar 2039’da yapılması muhtemel
Hatay referandumunun bir parçasıdır?
GENCAY
52
ÇEVRE POLİTİKASINDA ADALET
İSTİYORUZ! Fatma Özge ÖZDEMİR
“Uygarlık insanlarla doğanın arasını
açmıştır…”
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Çevre; insanların ve diğer canlıların
yaşamları boyunca ilişkilerini
sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim
içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal,
ekonomik ve kültürel bir ortamdır. Çevre
politikası ise; çevre sorunlarının
önlenmesi, çevrenin korunması,
iyileştirilmesi ve geliştirilmesi amacına
yönelik olarak ilkeler belirlenmesi ve bu
ilkeler ışığında düzenlemeler yaparak,
ilgili düzenlemelerin geliştirilerek
uygulanmasıdır.
Çevre politikası çerçevesinde hükümetler,
belirli hedef ve önceliklerde bulunmak
zorundadır. Çevre politikasının temel
hedefi; insan yaşamını ve sağlığını
etkileyen faktörleri, şimdi ve gelecekte
çevreden doğacak zararlara karşı
korumasıdır. Çevre politikasının
öncelikleri; insan sağlığının korunması,
ekonomik verimliliğin sağlanması, kültürel
ve tarihsel değerlerin korunmasıdır.
Modern dünyanın en büyük
problemlerinden biri de çevre
sorunlarıdır. Çevreye olan duyarlılık gün
geçtikçe artmaktadır. Çevre ve Orman
Bakanlığı çevre sorunlarıyla alâkalı, tutarlı
politikalar sergilemeye çalışmaktadır.
Bakanlığın yıllardır bu politikalarla alâkalı
olan tutumu hiç değişmemiştir. Sürekli
aynı kararlar alınmakta olup, uygulama
konusunda ise çeşitli problemler
yaşanmaktadır. Çevreyi korumaya yönelik
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın tek faaliyeti
‘’sürdürülebilir kalkınma’’ olmuştur.
Sürdürülebilir kalkınma konusunda ki
politikası da, doğal varlıkların daha çok
sermaye birikimi sağlamak üzere
ekonomiye kazandırılması üzerinedir.
Fakat kentsel sorunların çözüm yolları
dikkate alınmadığı gibi; kentsel bir
sorunumuzun olduğuna dahi
değinilmemektedir. Ülkemizde bulunan alt
yapı eksiklikleri hala giderilememiştir.
Kentsel dönüşüm projesi kapsamında,
toplum ve çevre sağlığı açısından
‘’kanalizasyon’’, “içme ve kullanma suyu”,
”atık su” , “katı atık” alanlarında ülkemiz,
en geri kalmış ülkeler arasındadır. Çevre
ve Orman Bakanlığı, çevre politikalarının
her geçen gün geliştiğini söylese de,
ülkemizde bulunan sanayileşme
kuruluşlarının havaya saldığı
karbondioksit miktarı AB ülkelerine
GENCAY
53
oranla %37 daha fazladır. Bunun sebebi
denetimlerin yetersiz olup, fabrikalara
filtre takma işleminin uygulanmıyor
olmasıdır. Ülkemizde bulunan
belediyelerin sadece %69’ u kanalizasyon
şebekesine sahiptir. Katı atık depolama
sistemine sahip belediye sayısı ise yalnızca
1176’dır. Bu belediyelerin katı atık
bıraktıkları alanlar ise; tarımsal alanlar,
çayır-mera, yerleşim alanı, su kaynağı,
turistik tesis ve havaalanı kenarlarıdır.
Ekonomik dünya düzenine uyum sağlamak
için önerilen yapısal uyum, az gelişmiş
ülkelerin kamu sisteminde özel kesimin
yararını azaltmak ve ülke ekonomisini
dünya piyasalarına açmak için, doğal
değerlerimizi kapitalizmde bulunan tek
pazarlı yapıya dönüştürmek
amaçlanmaktadır. Küreselleşme ile
birlikte, devlet gün geçtikçe özel
kuruluşlara borçlanmayı arttırmaktadır.
Bu kamu yatırımlarının içindeki en büyük
payı %62’lik oyla belediyeler
üstlenmektedir. Ve yerel yönetimlerin en
fazla dış borç sağladıkları kaynaklar özel
bankalar olmaktadır. Dış borç almak
maliyeti daha fazla attırdığı için, hizmet
sunabilmek adına içme suyu, kanalizasyon
ve alt yapı sorunlarına ‘dünya bankası’
direktifiyle çözüm bulunmaya çalışılmış ve
çevre hizmetleri sektöründe özelleşmeye
gidilmiştir. Özelleştirmenin ise ülkemize
getirileri, ormanlık alanlarda turizm
tesisleri yapılması, eski binaların yerine
gökdelenler dikilmesi, boşuna akan
derelerin üzerine barajlar kurulması
olmuştur. Gelişme olarak görülen bu
faaliyetler çevre sorunlarının daha fazla
artmasına neden olmaktadır.
AB giriş sürecinde Çevre ve Orman
Bakanlığı’na bakacak olursak; imzalamış
olduğu birçok protokol ve sözleşmeler
bulunmaktadır.2004 yılında imzalamış
olduğumuz Kyoto Protokolü, Birleşmiş
Milletler Çölleşme ile Mücadele
Sözleşmesi, Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği
Koruma Kanunu bu sözleşmelerden
birkaçıdır.
Kyoto Protokolü’nde ülkemizin konumuna
baktığımızda sera gazı salınımının ve iklim
değişikliğinin olumsuz etkileri artmaya
devam ettiği için Birleşmiş Milletler İklim
Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin
niteliğini güçlendirmek adına Kyoto
Protokolü müzakere edilmeye
başlanmıştır. Müzakereler, iki buçuk yıl
GENCAY
54
sürmüş ve Türkiye’nin 26 Ağustos
2009’dan itibaren protokol üyeliğine kabul
edilmiştir. Kyoto Protokolu geçerlilik
süresi 2012 yılı sonunda kadardır ve
yerine nasıl bir sözleşme geleceği hala
bilinmemektedir. Protokole halen 190
ülke ve AB taraftır. Yalnız bu 190 ülkenin
içinde Amerika Birleşik Devletleri
bulunmamaktadır. ABD’nin Kyoto
Protokolü Sözleşmesine imza atmama
sebeplerinden en mühimi ekonomi
konusudur. Ve ABD, protokole imza
atmadı diye O’nu kınayan, yerden yere
vuran medya ise bizimdir. Bu durum çevre
sorunları üzerindeki ekonomik çıkar
savaşını tekrar akıllara getirmektedir.
Hükümetler, uluslararası yaptığı
sözleşmelerde nelerin altına imza attığına,
hangi maddi ve manevi yükümlülüklere
girdiklerine çok dikkat etmelidirler. Hatta
bu konular üzerinde kamuoyu
oluşturmalılar ve yasaların ülkemize iyi ya
da kötü getirileri tartışılmalıdır.
Kyoto Protokolü masum görünse de, yanlış
bir tutumun emaresidir. Ülkemizi maddi
sıkıntılara sokarak, daha fazla dışa bağımlı
hale gelme sebeplerimiz arasında yerini
almaktadır.
Tabiat ve biyolojik Çeşitlilik Koruma
Kanunu Tasarısı olarak yansıtılan
düzenlemede anayasanın 56.
Maddesindeki ‘Çevreyi geliştirmek, çevre
sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini
önlemek Devletin ve vatandaşların
ödevidir.’ yaptırımı gereğince artık gerçek
kavranmalıdır. Kişiler ve kuruluşlar konu
mankenliği görevinden sıyrılmalı, konu ve
görüşlerini içtenlikle aktarmalıdır. Bu
bağlamda tasarının dayandırdığı doğa
koruma stratejisi yanlıştır. Çünkü tasarıda:
* ‘Tabiatı ve biyolojik çeşitliliği’ koruma
sorununun tek bir yasal çerçeve
oluşturarak çözümleneceği
varsayılmaktadır.
* Öngörülen tasarı uygulamaları, doğal
varlık ve süreçlere zarar veren yaşama
etkinliklerini dışsallaştırmaktadır.
* ‘Tabiatı koruma’ ve ‘biyolojik çeşitlilik
koruma’ konuları birbirinden farklı eylem
amaçları göstermektedir.
* Bu tasarı doğal varlıkların korunmasını
indirgemekte, doğal varlıkların var
olabilmesi ve varlıklarını
sürdürebilmelerinin temel koşulu olan
doğal süreçler gerektiğince dikkate
alınmamaktadır.
* Bu tasarı ile diğer yasal düzenlemeler
arasında hemen hemen hiçbir ilişki
kurulamamıştır.
Tasarı, doğal korumanın temel
amaçlarından birisi olan planlama, siyasal
iktidarın her türlü keyfiliğine açık
bırakılmıştır! Bu tasarı kapsamında Çevre
ve Orman Bakanlığı her zaman tek söz
sahibi olmak istemekte ve son söz için
Bakanlar Kurulu yetkili kılınmaktadır. Bu
yetki ‘üstün kamu yararı’ gibi
gösterilmekte olup, aslında tabiatın,
endemik türlerin ve nesli tehdit altında
olan yabani bitki ve hayvan türlerinin
katledilmesidir.
GENCAY
55
Tasarının 17. Maddesinin 2. Bendinde
bulunan ‘Özel koruma gereken yabani
bitki ve hayvan türlerine ilişkin liste
Bakanlıkça belirlenir.’ Yaptırımında gibi
keyfiliklere olanak sağlanmıştır. Çelişkili,
ne anlama geldiği belli olmayan, soyut
kavramların tasarı da çokça yer alması
tasarının tutarsızlığını ispatlamıştır.
Sonuç olarak, açıkladığımız her iki tasarı
ve protokol gereğince, maddelerinde
bulunan yetersizlikler ve tutarsızlıklar göz
önüne alınmalı, bu bağlamda toplumun
çıkarları göz ardı edilmemelidir. Ülke
olarak küresel çevre politikalarını iyi
değerlendirmeli, reel ve sanal düzlemde
sağlık analizleri yapmalı ve sözleşmelerin
getireceği yükümlülüklerin altında
ezilmemeliyiz. Çevre ve Orman Bakanlığı
kendine sunulan tasarılarda TBMM’de
ilgili komisyonu kurarak görüşmeler
yapmalıdır. Kendine ait daha fazla
sürdürülebilir enerji ve kalkınma
politikası üretmeli ve sadece üretmekle
kalmayıp bunları faaliyete geçirmelidir.
Üretilen çevre politikaları sadece sözde
kalmamalı, zararı ve yararı tartışılarak ve
uymayan maddelerin düzeltilmesiyle
kamu yararına döndürülmelidir. Temiz
hava sahaları oluşturulup, hava kirliliği
bağlamında gerekli önlemler alınarak,
toplum sağlığına önem verilmelidir. Çevre
ve Orman Bakanlığı her türlü
özelleştirmeden kaçınmalı ve satılacak bir
çevremizin olmadığı her türlü yasalarla
vurgulamalıdır. Unutmayalım ki, çevre
bütün canlı ve cansız varlıkların yaşam
alanıdır. Kimsenin tekelinde bulunan bir
alan değildir. Her türlü, çevreyi alakadar
eden konularda, toplumun düşünceleri
arka palana atılmamalıdır. Ne olursa olsun
sloganımız yeşil ekonomi ve temiz çevre
olmalıdır.
GENCAY
56
OSMANLI VE GÖNÜL SULTANLARI:
ORHAN GAZİ VE KARA HOCA Vural Egemen SARIGÖZ
Orhan Gazi babası Osman Gazi’nin
vefatından sonra Padişahlığı devraldı.
Osman Gazi Osmanlı Devleti’ni kurmuştu
ancak bu devleti teşkilatlandırıp,
güçlendiren, sağlam kökler üzerine
oturtan Orhan Gazi olmuştur. Osman Gazi
gibi çocuk yaşta bir yeterince dini bir
eğitim alamamış ancak babasının birçok
ilminden faydalanmıştır. Orhan Gazi başa
geçtikten sonra hem Osman Gazi’yi hem de
Orhan Gazi’yi gören ulemalar ‘’arada ki tek
fark ten farkıdır’’ diyerek Orhan Gazi’nin
Osman Gazi’ye ahlak yönünden ne kadar
benzediğini vurgulamışlardır.
Orhan Gazi çocukluğunda da,
padişahlığında âlimlere hürmet ederdi.
Dönemin en büyük hocalarından olan Kara
Hoca lakabıyla ünlenmiş Alâeddin Ali
Esved Karahisari Hoca’yı İznik Medresesi
müderrisi görevine getirdi. Kara Hoca
memleketin dört bir yanından gelen
talebelere ilim öğretti. Onun eğitiminden
geçen birçok talebe Osmanlı Devleti içinde
şeyhülislam, kadı ve âlim görevlerinde
bulunmuştur.
Alâeddin Esved, Osmanlı’nın namlı Kara
Hoca'sı, Osmanlı Devleti’nin temellerini
sağlamlaştırıp, askerî ve mali teşkilatlarını
kuran, evlat ve torunlarının da, yüz elli yıl
devlete en üst seviyede hizmet etmesine
vesile olan Çandarlı Kara Halil Hayreddin
Paşayı da yetiştirdi. Osmanlı Sultanı Orhan
Gazi, Kara Hoca'nın evine gelip,
talebelerinden birini, kendisine dini
konularda yardımcı olmak için vermesini
isteyince, Çandarlı Kara Halil'i verdi.
Sultan Orhan Gazi, âlimleri, evliyayı görüp
gözeten bir zat-ı muhterem idi. O mübarek
kimse, bir gün Alaeddin Esved hazretlerini
ziyarete gitti. Onun medresesine
vardığında, Alaeddin Esved hazretleri
nafile namaz kılmakta idi. Orhan Gazi,
avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti
geldi. Orhan Gazi ve orada bulunan
Alaeddin Esved 'in talebeleri namaz için
hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar.
Kamet okununca, Kara Halil’e namazı
kıldırması için imam olmasını söyledi.
GENCAY
57
Kara Halil cemaate namazı kıldırdı.
Alaeddîn Esved de, odasından çıkıp
namaza katıldı. Namazdan sonra bir
müddet sohbet ettiler. Orhan Gazi edebile
dinledi. Sonra başını kaldırıp;
"Seferde ve hazerde, millet için sorun
olacak hadiselerde hükmedip, hak ile
batılı ayırmak, şer'î hükümleri beyan
etmek için bir Hakim-i Samedani( savaş
esnasında orduda din konularından
yetkili kişi) lazımdır. Talebelerinizden
birini benim ile sefere gitmek için tayin
etseniz." deyip, meramını arz etti.
Alaeddin Esved hazretleri Orhan Gazi'nin
bu arzusunu kabul ettikten sonra
talebelerine baktı. Her birinin; "Ne olur
beni gönderme!" diye yalvarır bir hali
vardı. Çünkü onlar, sultanlara yakın olan
ulemayı dünyaya düşkün addediyorlar,
sultanların, kötülüklerine, ulemanın
ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı.
Ancak, Sultan Orhan öyle bir kimse değildi.
Yanına ulemayı, emretmek için değil,
Allah-ü Teâlâ’nın emirlerini onun ağzından
dinlemek için, kendisini Allah-ü Teâlâ’nın
yasaklarına meyletmekten sakındırması
için istiyordu. Kendisine kul değil, başına
sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan
ulemasız olmuyordu. Devletin bekası için
sultana, sultanın yanlış yola sapmaması
için ulemaya ihtiyaç vardı. Alaeddin Esved
diye anılan Kara Hoca'nın talebelerinden
birinin bu işi yapması lâzımdı. İş başa
düşmüştü. Kara Hoca, en gözde talebesi
Çandarlı Kara Halil'i Sultan Orhan Gazi'ye
verdi. Kara Halil de, "Memur, mazurdur"
hükmünce, hocasının emrine uyup Orhan
Gazi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde,
Sultana müşavirlik, anlaşmazlıklarda
hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları
terbiye edip, İslam’ın emir ve yasaklarının,
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye içerisinde
sünnet-i şerîfe uygun şekilde tatbikine
gayret eyledi.
Kara Hoca Alaeddin Esved Karahisâri,
salih ameller işledi. Allah-ü Teâlâ’nın nice
sevgili kullarını gördü. Gecesini
gündüzünü ibadet ve ilimle geçirdi.
İnsanlara hizmet etti. Herkese karşı
merhametli oldu. İsteyeni geri çevirmedi.
Kimseye kötü muamele ile davranmadı.
Herkese nasihat etti. İnsanların doğru yolu
öğrenip, Allah-ü Teâlâ’ya hakiki kul
olmaları için çalıştı. Her işini Allah-ü
Teâlâ’nın rızası için yapar, her sözünü
O'nun emrine uygun söylerdi. Uzun bir
ömür sürdükten sonra, 1397 yılında
İznik'te vefât etti. İznik Şerefzade
mahallesindeki türbesinde kıyamete kadar
uykusunu sürdürecektir.
Orhan Gazi’nin en büyük hocası babası idi.
Babası Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye
vasiyeti vardır. Vasiyeti şöyledir;
"Ey oğul! Her işten önce din işlerine
dikkat et. Zira farzlara dikkat, din ve
devletin güçlenmesine sebeptir. Din
işlerini; dikkatli olmayan, itikadı bozuk
ve doğru yoldan ayrılmaya yönelen,
büyük günahlardan kaçınmayan, helale
GENCAY
58
harama dikkat etmeyen sefihlere ve
ayrıca tecrübesiz kişilere bırakma,
devlet idaresinde bu gibi kişilere iş
verme! Zira yaratandan korkmayan,
yaratılandan hiç korkmaz. Büyük günah
işleyen ve bunu devam ettiren kimsede
sadakat olmaz. Böyle kişilerin sadakati
olsa ümmeti olduğu Peygamber-i
Zişan'ın sadık tebligatı üzere hareket
eder de şer'i şerifin dışına çıkmazdı.
Zulümden, bid'atten sakın. Zulme ve
bid'ate teşvik edenleri devletinden
uzaklaştır. Çünkü böyleleri seni zevale
uğratmış olurlar.
Daima cihad ile devletini genişletmeye
çalış. Çünkü uzun zaman sefer
olunmazsa askerin secaatine; reislerin
ve kumandanların bilgi, tedbir ve
malumatına ağırlık ve noksanlık gelir.
Böyle sefer işlerini bilenler ölür gider de
yerine tecrübesiz kimseler gelir, bu
yüzden de birçok hatalar meydana gelir
ki, bundan da devlet büyük zararlar
görür. Beytü'l-malı koru! Devletin
servetini çoğaltmaya çalış! Şer'i şerifin
ölçüsüne göre sana ait olana kanaatle,
ihtiyaçlarından ve gerekli olanlardan
başka lüzumsuz yere telef etme, israftan
kaçın. Askerinle, malınla gururlanma.
Zira onlar Allah yolunda cihad için
milletin işlerinin yerli yerinde görülmesi
ve cihana adalet ve fazileti yayman için
vasıtadırlar.
Sadakatle Allah rızası için çalışan devlet
erkânını koru! Vefatlarından sonra
böyle kimselerin çoluk-çocuğuna bak,
ihtiyaçlarını karşıla. Halkından hiç
kimsenin malına tecavüz etme! Hak
edenlere yardım ile iltifat elini uzat,
böylelerinin yakınlarını sıkıntıdan
kurtar. Askeri erkânı iyi koru! Âlimler,
fazıllar, sanatkârlar, edipler; devletin
bedeninin gücüdür. Bunlara iltifat ve
ikramda bulun. Bir kemal sahibi işitince
onunla yakınlık kur, dirlikler ver ve
ihsan eyle! Hükümetinde ulema, fazıl
kimseler, erbab-ı maarif çoğalsın,
siyaset ve din işleri nizam bulsun!
Benden ibret al ki, bu diyarlara zayıf bir
bey olarak gelip hak etmediğim halde
bunca inayet-i celile-i Rabbaniye'ye
mazhar oldum. Sen de benim yolumdan
git ve bu Din-i Muhammedi'yi ve
ashabını, başka sana tabi olanları koru.
Allah'ın (c.c) hakkını ve kulların
hukukunu gözet! Ve senden sonrakilere
böyle nasihat etmekten geri durma. Ve
adalet ve insafa riayet ile zulmü
kaldırmaya devam ile her bir işe
teşebbüs de Allah'ın yardımına güven.
Halkını düşman istilasından ve zulme
uğratılmaktan koru! Haksız yere hiç bir
ferde layık olmayan muamelede
bulunma! Halkı taltif et, hepsinin
rızasını kazan".
Kaynaklar:
1-Osman Gazi’nin Oğlu Kitabı – Seracattin
Siraç
2-Osmanlı Kitabı – 1. Cilt – Türkiye
Gazetesi Yayınları
3- Osmanlı Sultanları – Semerkand
Yayınları
GENCAY
59
BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKCI
Etimoloji çalışmaları, bir kelime kökünün
bilinen en eski devrinden günümüze
kadarki gelişiminde anlam bağlantısı
ve/veya ses değişimlerinin göz önünde
bulundurularak yapılması ile daha sağlıklı
hale getirilecektir. Yapılan her etimoloji
denemesi bu alandaki ilerlemeye bir
basamak, bir esin kaynağı
oluşturmaktadır.
Türkçenin de birçok etimoloji sözlüğü
hazırlanmıştır. Kimisi art zamanlı kimisi
de eş zamanlıdır. Tam manasıyla eksiksiz
bir çalışma yapılmamış olsa dahi
Türkologlar çalışmalara devam
etmektedirler. Çetin bir mücadele, büyük
bir gayret ve zaman isteyen etimolojik
çalışmalar yabancı dillerle mukayesenin
yanı sıra bu alandaki diğer çalışmaları da
gözden geçirmeyi gerektirmektedir.
Bu yazımda da birkaç kelimenin
etimolojisi üzerinde durmak istiyorum.
1. Yoğurt ‘Mayalanarak oluşturulan,
beyaz, belli bir kıvamı olan süt ürünü’
Eski Türkçede ‘yoġurt, yorġurd’
şeklindedir.
*yu-ġ-
Yu-: yoğunlaştırmak
Yu-ġ+-(u)r+-(u)t
-ġ-: fiilden fiil yapma eki
-(u)r-: fiilden diil yapma eki
-(u)t: Fiilden isim yapma eki
2. Ayran ‘Yoğurdun yayıkta çalkalanarak
yağı alındıktan sonraki kalan sulu
kısım’
Eski Türkçede ‘ayrān’ şeklindedir.
*ayır- < *adır- kökünden gelmektedir.
(ayır- / adır-) + an
-an: fiilden isim yapma eki
3. Yufka ‘Oklava ile açılan, sacda pişirilen
ince bir ekmek türü’
Orta Türkçede ‘yufka, yuwka, yupka’
şekilleri görülmektedir.
*yuw(/f/p)-: inceltmek
Yuw+-ka
-ka: fiilden isim yapma eki
4. Yudum ‘Bir içişte yutulacak miktar’
Yut+-(u)m
Yut-: fiil kökü
-(u)m: fiilden isim yapma eki
5. Bulamaç ‘Sulu, cıvık hamur’
Anadolu ağızlarında kullanımı
görülmektedir.
Bula- ‘Bir nesnenin her yanını başka
bir maddeye batırmak’
bula-: fiil tabanı
bula-ma+aş
-ma: fiilden isim yapma eki
Aş ‘Yemek, taam’
aş: isim kökü
6. Yumurta ‘Kanatlı hayvanların
üremesini sağlayan bir tür besin
maddesi’
Eski Türkçede ‘yumurka’, Orta
Türkçede ise ‘yımırtġa, yumurtġa’
olarak kullanılmıştır.
GENCAY
60
yum-(u)r-t-ka
yum-: fiil tabanı
-(u)r-: fiilden fiil yapma eki
-t-: fiilden fiil yapma eki
-ka: fiilden isim yapma eki
7. Bazlama/ bazlamaç/ bazlambaç
‘Sacda pişirilen kalın ekmek, gözleme’
Eski Anadolu Türkçesinde ise
‘bazlammaç’ şeklindedir.
Dede Korkut Kitabında da geçen bu
kelimeyi iki türlü tahlil etmek
mümkündür.
Baz-la-ma/ baz-la-ma+aş
Baz: isim kökü
-la-: isimden fiil yapma eki
-ma: fiilden isim yapma eki
aş: sim kökü
8. Kavurga ‘Buğday, mısır, çedene gibi
tahılların kavrularak yapıldığı kuru
yemiş’
Anadolu ağızlarında kullanılmaktadır.
ķaķ-ur-ġa
ķaķ-: fiil kökü
-ur-: fiilden fiil yapma eki
-ġa: fiilden isim yapma eki
KAYNAKÇA
1. Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Türkiye
Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin
Köken Bilgisi Sözlüğü, TDK, Ankara,
2011.
GENCAY
61
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
62
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.