ÖZET GÜRBÜZ, Ayşe, Michel Foucault’da Birey ve Siyasal Güç Đlişkisi, Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 2008. Bu çalışmanın ana amacı siyasal gücün kaynağını ve toplumsal/bireysel yaşam üzerindeki etkilerini ortaya koymaktır. Bunu yapmak için Foucault’nun hemen hemen tüm eserleri incelenmiş ve sistematik bir şekilde sunulmaya çalışılmıştır. Hiç şüphe yok ki, postmodernist ve postyapısalcı olarak Foucault, sosyal bilimlerde önemli bir kuramcıdır. Bireylere, topluma ve siyasal güce ilişkin yaklaşımı akademik çevrelerde geniş bir etkiye sahiptir. Foucault’a göre günümüzdeki her birey 19. ve 20. yüzyıla özgü toplumsal, siyasal ve kültürel koşullar tarafından kuşatılmıştır. Modernizm, bireylerin modern değerlere göre yeniden şekillendirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Foucault, bireyleri zincirlerinden kurtarmak için modern siyasi koşulların eleştirilmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu nedenle bu çalışmanın odak noktasını, modernizm ve onun tarihteki köklerine yönelik eleştirileri oluşturmaktadır. Modernizmin günümüz bireyini, bireyselleştirmenin ötesinde nasıl ‘bireyşeyleştirdiği’ ni de ortaya koymaya çalışmaktadır. Anahtar Sözcüker Modernizm, Postmodernizm, Postyapısalcılık, Birey, Đktidar, Ekonomi, Bilim, Siyaset.
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
ÖZET
GÜRBÜZ, Ayşe, Michel Foucault’da Birey ve Siyasal Güç Đlişkisi, Yüksek Lisans Tezi,
Sivas, 2008.
Bu çalışmanın ana amacı siyasal gücün kaynağını ve toplumsal/bireysel yaşam üzerindeki
etkilerini ortaya koymaktır. Bunu yapmak için Foucault’nun hemen hemen tüm eserleri
incelenmiş ve sistematik bir şekilde sunulmaya çalışılmıştır. Hiç şüphe yok ki, postmodernist
ve postyapısalcı olarak Foucault, sosyal bilimlerde önemli bir kuramcıdır. Bireylere, topluma
ve siyasal güce ilişkin yaklaşımı akademik çevrelerde geniş bir etkiye sahiptir. Foucault’a
göre günümüzdeki her birey 19. ve 20. yüzyıla özgü toplumsal, siyasal ve kültürel koşullar
tarafından kuşatılmıştır. Modernizm, bireylerin modern değerlere göre yeniden
şekillendirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Foucault, bireyleri zincirlerinden kurtarmak
için modern siyasi koşulların eleştirilmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu nedenle bu
çalışmanın odak noktasını, modernizm ve onun tarihteki köklerine yönelik eleştirileri
oluşturmaktadır. Modernizmin günümüz bireyini, bireyselleştirmenin ötesinde nasıl
‘bireyşeyleştirdiği’ ni de ortaya koymaya çalışmaktadır.
olduğundan başlangıç olarak modernizm ele alınacaktır.
“Aydınlanma 17. ve 18. yüzyıllarda varolan totaliterliğe, kastçı-feodal toplum
yapısına, baskıcı dinsel dünya görüşüne karşı, yeni olgunlaşmakta olan burjuvazinin
5
yönettiği bir özgürleşim hareketidir.” (Aslan ve Yılmaz, 2001:95). Bu hareketin
başlıca öncülleri, Locke, Bacon, Hobbes, Berkeley, Kant, Leibniz, Rousseau,
Diderot, Montesquieu, Voltaire gibi ünlü düşünürlerdir. Bu düşünürler sayesinde
Aydınlanma hareketi, 18.yüzyıl ve sonrasındaki Avrupa’nın toplumsal, düşünsel,
sanatsal ve bilimsel alanlardaki değişim ve dönüşümlerine yön vermiştir.
Aydınlanma ile birey toplumsal hayat içindeki gerçek yerini bulmuştur. Kant’ın
(1984:213) da belirttiği gibi, “Aydınlanma, insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir
ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Ergin olmayış durumu, insanın kendi
aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. Bu ergin
olmayışa insan kendi suçuyla düşmüştür; bunun nedeni, aklın kendisinde değil, fakat
aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve
yürekliliğini gösteremeyen insanda aranmalıdır. Sapere aude! (Bilmek ve tanımak
yürekliliğini göster!) aklını kendin kullanma cesaretini göster”. Bu tür bir akıl
yürütme çerçevesinde, aydınlanma ile bireysel özgürleşme gerçekleşmiş olmaktadır.
Birey artık ortaçağda egemen olan dinsel otoritenin etkisinden çıkıp, kendi iradesine
göre hareket etme gücünü elde etmiştir. Bir başka ifade ile Aydınlanma sayesinde
insan, hiçbir dış güç tanımaksızın kendi kendinin efendisi haline gelmiştir. Öyle ki,
Aydınlanma, “…tarihsel gelenek ve dışsal otoriteler karşısında bir özerklik talep
etmek, kendi inançlarını ve hayatını düzenleme hakkı talep etmek demektir. Bu talep
insanın toplumsal olarak kendi kendisini yönlendirme ve temelde özerk olma
arzusunu ifade eder” (Küçük, 2000:30). Bu durumu olanaklı kılan tek şey ise aklın
özgürlüğüdür. Aklın özgürlüğü düşüncesi, Aydınlanmayı/modernizmi doğuran en
temel düşüncedir. Bu düşünce o dönemden itibaren toplumsal hayata öyle nüfuz
etmiştir ki, günümüzün bilimsel düşüncesinin de kaynağını oluşturur. “Đnsana ilişkin
işlerde aklın rolü ve aklın temelinde özgür bireylerin bulunduğu düşüncesi yirminci
yüzyıl sosyal bilimcilerinin Aydınlık çağı felsefecilerinden devraldıkları en önemli
temalardandır” (Mills, 2000:275). O dönemden itibaren, toplumsal hayat, inanca
karşı bilginin, teolojiye karşı bilimin egemen olduğu bir yapıya sahip olmuştur.
Modernizm, Aydınlanma hareketinin özelliği olan akılcılık, pozitif düşünce,
deneysellik, bilimsellik, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hümanizm, laiklik gibi
olguların toplumsal hayata yön vermesine işaret etmektedir. Modernizmle birlikte,
6
toplumsal hayatın varlık nedeni, onun gerçeklerini algılama/yorumlama biçimi,
kısacası toplumsal hayatın kendisi değişmiştir.
Modernizmle, toplumsal hayatı yönlendiren iki temel düşünce ortaya
çıkmıştır. Bunlardan birincisi, insanı her şeyin merkezine alan hümanizm, ikincisi ise
insan aklını her türlü gerçekliğin kaynağı sayan rasyonalizmdir. Bu iki akımı esas
alan Aydınlanma/modernizm, “…insanı evrensel bir organizmanın renksiz bir üyesi
olmaktan kurtarıp, onu kişili ğini arayan, benliğinin özel renklerini bütün
canlılıklarıyla ortaya koymak isteyen bir birey olarak yeniden yaratmıştır” (Gökberk,
2000:168). Đnsan artık varlığıyla tek ve değerli, aklıyla ise eyleyen ve
yönlendirendir.
Giddens (2004:55-56) da modernizmi anlatırken üç temel kaynağından söz
etmektedir. Bunlar:
“Zaman ve uzamın (zaman ve mekânın) ayrılması. Bu, sınırsız ölçekte
zaman-uzam uzaklaşmasının bir koşuludur; zaman ve uzamın kesin biçimde
dilimlenmesinin yollarını sağlar.
Yerinden çıkarma düzeneklerinin gelişimi. Bunlar toplumsal etkinliği
yerelleşmiş bağlamlardan “kaldırıp” toplumsal ilişkileri geniş zaman-uzam
uzaklıklarında yeniden düzenlerler.
Bilginin düşünümsel temellükü (muktedir oluşu). Toplumsal yaşama ilişkin
sistematik bilgi üretimi, toplumsal yaşamı geleneklerin değişmezliklerinden
uzaklaştırarak sistemin yeniden üretiminin bütünleyici bir parçası durumuna gelir”.
Giddens’in bu üç temellendirmesi modernizmin, toplumsal yaşamın yerleşmiş
kalıplarının, bilgi üretimi sayesinde, sistemli bir düzen oluşturmak amacıyla zaman
ve mekân ayrımını kullanarak, eskiden kopup yenide canlanmasını ifade eder. Bu
canlanma ortaya çıktığı toplumun tamamını ve o toplumun dışına çıkarak diğer
toplumları da etkileyebilecek özelliktedir. Çünkü temelinde insan aklının özgürlüğü
ve egemenliği vardır.
Modernizmin hedeflediği bireysel özgürlük ideali, “… sürekli ve doğrusal bir
ilerleme anlayışı üzerine oturmaktadır. Bu ilerlemenin, Aydınlanma felsefesine göre
7
belli bir amacı vardır; söz konusu amaç, ideal toplum düzeni olarak ifade
edilmektedir.” (Aslan ve Yılmaz, 2001:97).
Genel olarak, Aydınlanma/modernizm söylemlerinin bireysel ve toplumsal
hayatta olumlu etkiler yarattığı görülmektedir. Ancak postmodernistler, modernizmin
genel söylemlerin aksine masum olmadığını düşünmektedirler. Bu bağlamda
postmodernizm, modernizme bir tepki ve modernizmden bir kopuş hareketi olarak
karşımıza çıkmaktadır. Postmodern düşüncenin öncüllerinden olan Jameson’un
(2004: 91) da belirttiği gibi “Hiçbir modernite ‘teorisi’, bugün modernle postmodern
bir kopuş tezini kabul etmedikçe anlamlı değildir”. Postmodernizm, modernizme ait
görüşlerin sorunsallaştırılması hatta yadsınmasıyla kendini gösteren bir düşünce
biçimidir. Bu nedenle postmodernizmi anlamak için, bu düşüncenin modernizm
eleştirileri üzerinde durmak gerekmektedir.
Aydınlanma/modernizm ile ön plana çıkan, “…‘akılcılık’, ‘hümanizm’,
‘insan hakları’, ‘laiklik’, ‘demokrasi’, ‘özgürleşim’, ‘bilimsel düşünce’ ve ‘eşitlik’
gibi anlayışlar (ki bu anlayışlar çerçevesindeki Aydınlanma Hareketi’ ni
postmodernistler ‘büyük anlatı’ olarak görmekte ve bu projeye karşı çıkmaktadırlar)”
(Kızılçelik, 1996:8) toplumsal yaşamı tekdüzeleştirme ve bireyi bu ortam içinde
tektipleştirme işlevi görmeye başlamışlardır. Bu nedenle postmodernizm, bu
anlayışlar temelinde ortaya çıkan tüm ‘izm’leri (Marksizm, faşizm, kapitalizm, vb.)
yadsımaktadır. Postmodernistlerin büyük anlatı (grand narrative) olarak
adlandırdıkları bu anlayışlara karşı çıkışlarının temelinde, insanlığın kurtuluşu için
büyük anlatılar üretmek yerine bireysel/yerel değerlerle çözüm üretmenin daha doğru
olacağı düşüncesi vardır. Aydınlanma döneminin ürünü olan büyük anlatılar
yüzünden, insanın bireysel özellikleri, farklılıkları, görelilikleri yok edilmiştir. Bu
nedenle postmodernizm, göreliliğe ve dil, din, kültür vb. tüm farklılıklara vurgu
yapmaktadır. Genel kabulü, kesinliği, büyük anlatılara dayalı açılımları ve çözüm
yollarını reddetmektedir.
Bu çerçevede, modernizmin eleştirisi olarak postmodernizm olgusu, özellikle
modernizmin olumsuz sonuçlarının yaşanmaya başladığı süreçte ortaya çıkmıştır.
“20. yüzyıl iki büyük dünya savaşına, sosyalizm ve faşizm gibi totaliter rejimlere,
temelinde kapitalizmin bulunduğu sömürgecilik girişimlerine, araçsal rasyonalizme,
8
yaşam biçiminde gözle görülür bir standardizasyona ve artık insanlığın geleceğini
tehdit edecek boyutlara ulaşan ekolojik sorunlara sahne olmuştur. Bütün bu yaşanan
tec rübeler, modernitenin özgür, müreffeh ve mutlu bir geleceğe ilişkin projesini ve
projenin temel varsayımlarını kuşkulu hale getirmiş ve bu kuşku kültür, sanat, felsefe
ve sosyal teori gibi bir çok alanda yansımasını bulmuştur” (Küçükalp, 2003:100).
Modernizm özellikle 20. yüzyılla birlikte, toplumsal sorunlara çözüm üretmek yerine
bu sorunların kaynağı olmaya başlamıştır.
Berman’ın (2006:28-29), modernizm hakkındaki eleştirel temelli şu sözleri, modernizmin toplumsal yaşam üzerindeki etkilerini kapsamlı bir şekilde ifade etmektedir:
“Modern hayatın girdabı birçok kaynaktan beslene gelmiştir: Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, everene ve onun içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın bir başka ucunda yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar; hızlı ve çoğu kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen ulus-devletler; siyasal ve ekonomik egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için didinen insanların kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları bir araya getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı. Yirminci yüzyılda, bu girdabı doğuran ve onu sürekli bir oluş halinde yaşatan süreçler ‘modernleşme’ diye adlandırılmıştır”.
Birey ise, toplumsal yaşamda oluşan bu girdap içinde savrulmaya hapsolmuştur.
Modernizm ile Batı’da bilim ve teknolojinin ilerlemesine paralel olarak hızlı
bir toplumsal değişim ve gelişim yaşanmıştır. Gelişen teknoloji bireyin yaşamını
kolaylaştırmış, yaşam düzeyinin yükselmesini sağlamıştır. Tam da modern
söylemlerin istediği gibi toplumsal yaşam içinde insan kendini bulmuş, kendi başına
bir varlık olabilmiştir. Ancak bu hızlı değişim zamanla bireyi, kendi aklının yaratmış
olduğu bilimin, teknolojinin esiri haline getirmiştir. Birey yaşamının her alanını
kaplayan teknoloji, onun yaşamını kolaylaştırmanın sınırını aşmış, bu yaşama yön
verir hale gelmiştir. Artık birey teknoloji olmadan bir hiçtir. Ayrıca bilimsel ve
teknolojik gelişme ile yaygınlaşan sanayileşme toplumsal yaşam koşullarında büyük
değişimlere neden olmuştur. Birey, hızlı kentleşme, mekanik ve işlevsel öğelerin
toplumsal yaşamda etkili olmaya başladığı bir toplumsal yapılanma içine doğru
9
sürüklenmiştir. Toplumsal dayanışmada yaşanan zayıflama, bireylerin birbirinden
uzaklaşmasına; toplumun temelini oluşturan ailenin yapısında meydana gelen
küçülme (geniş aileden çekirdek aileye geçiş), bireyselleşmenin daha da artmasına
neden olmuştur. Bu durum zamanla bireyin önce çevresine sonra da kendisine
yabancılaşmasına yol açmıştır. Modern dünyadaki birey açısından artık, hem çevresi
hem de kendisi için bir değer kaybı ve anlamsızlık söz konusudur. Benhabib’in
(2006:84) de belirttiği gibi “Anlamın yitimi yabancılaşmış-dünya anlamına gelir.
Bununla birlikte, toplumsal yaşamın rasyonelleşmesindeki artışla birlikte modern
birey gittikçe özerk anlamı tanıyamaz hale geldi. Yabancılaşmış-dünya dünyevi
konformizme dönüştürüldü. Kolektif yaşamın tüm alanlarında, toplumsal
rasyonelleşme, uzmanların rasyonelleştirilmi ş hiyerarşik aygıtına benzer biçimde
yetkilerin kısıtlandığı ve itaatin öğrenildiği bir örgüt modelini yeniden üretti”.
Çevresi ve kendisi arasındaki anlamsal bağı yitirmiş olan birey, modern dünyanın
işlevsel bir parçası haline gelmiştir. Bu durum modernizmin kaçınılmaz sonucu
olarak toplumsal yaşamı biçimlendirmiştir.
Bauman’ın (2007:154) da belittiği gibi, “…modernlik bir yapay düzenin ve
büyük toplumsal tasarıların çağı; toplumu uzmanca tasarlanacak, sonra yetiştirilecek
ve tasarlanmış biçimin korunması için doktorluk yapılacak bakir bir toprak parçası
gibi gören plancıların, hayalcilerin ve -daha genel olarak- ‘bahçıvanlar’ın
dönemidir”. Postmodernist düşüncenin üzerinde durduğu nokta modernizmin,
toplumsal düzeni sağlama adına, toplumsal yaşama istediği gibi yön verebildiği,
kurulu bir düzen olmasıdır. Bu düzen toplumsal hayatta öyle yer etmiştir ki,
Berman (2006:57) bu durumu şöyle ifade eder:“Modern hayatın baskı ve
adaletsizliklerine direnmeye çalışmanın faydası yoktur; çünkü özgürlük düşlerimiz
bile zincirlerimize yeni kilit takmaktan başka işe yaramaz. Ne var ki bunun tümden
yararsız olduğunu bir kez anladık mı, hiç olmazsa rahatlayabiliriz”.
Giddens, (2004:13) bugün içinde bulunduğumuz sosyal koşulların durumu
hakkında şunları söyler: “Bu durumun nasıl gerçekleşmiş olduğunun analizi için
yalnızca postmodernlik ve benzerleri gibi yeni terimler icat etmek yeterli değildir.
Bunun yerine toplumbilimlerde şimdiye kadar oldukça belirli ve özgül nedenlerden
dolayı yetersiz şekilde anlaşılmış olan modernliğin kendi doğasına tekrar bakmalıyız.
10
Bir postmodernlik dönemine girmek yerine, modernliğin sonuçlarının eskisinden
daha çok radikalleştiği ve evrenselleştiği bir başka döneme doğru gidiyoruz”.
Giddens’ın bu düşüncesi paralelinde, günümüz sosyal koşullarını anlamak için tekrar
modernizme baktığımızda, modernizm söylemleri sayesinde bilim ve teknoloji
alanında yaşanan gelişmelerin, Batı’nın ekonomik açıdan gelişmesini ve
güçlenmesini sağladığını görürüz. Bu gelişmeyi (modernleşmeyi) sağlayamayan
diğer ülkeler Batı tarafından azgelişmiş ülke olarak adlandırılmıştır. Azgelişmiş
ülkeler gelişmek ve Batılı devletler gibi güçlü olmak adına, modernleşme politikaları
izlemişlerdir. Azgelişmiş ülkelerin izlemiş olduğu bu politika onları, Batılı
devletlerin istekleri ve çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlamıştır. Bu durum
Batı’yı ekonomik bakımdan hem içte hem de dışta güçlü hale getirmiştir.
“‘Modernleşme’ uğruna azgelişmiş ülkelerin gösterdikleri ciddi ve samimi çabalar,
Batılı ülkeler ve kuruluşlarca da istenmiş ve desteklenmiştir. Uluslararası kuruluşlar
(örneğin, ekonomi alanında Dünya Bankası, IMF, kültürel ve siyasi alanda BM,
UNESCO vb.), azgelişmiş ülkelere çeşitli şekillerde yardımlar yapmışlar, bu ülkeleri
Batılılaştırmaya uğraşmışlardır” (Cirhinlioğlu, 1998:61). Bu uğraşı azgelişmiş
ülkeleri, sosyal,siyasal, kültürel ve ekonomik açıdan Batı’ya bağımlı kılmış, Batı’nın
egemenlik alanını genişletmesine yardımcı olmuştur.
kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip
olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden
bir ortamda bulmaktır kendimizi” demektedir. Azgelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu
durum da bunun bir göstergesidir. ‘Modern olmak’, Batı’ya güç ve geniş egemenlik
alanları sağlarken, ‘modern olmak çabası’ dahi azgelişmiş ülkelere Batı’ya
bağımlılıktan başka bir şey getirememiştir. Çünkü Batı gibi modern olmaya çalışan
bu ülkeler, Batı’nın geçtiği tarihsel süreçten geçmemiştir. Bu nedenle Batı’nın
yaşadığı modernizmi de tam anlamıyla yaşamaları çok zordur. Bu ülkeler
gelişmelerinin kaynağını kendi iç dinamiklerinde aramadıklarından, gerçek anlamda
bir modernleşme yaşamaları zor görünmektedir. Çünkü onların modernleşme
çabaları, bu ülkeleri Batı’ya daha da bağımlı kılmaya sürüklemektedir.
11
Modernizm, sadece maddi anlamda birtakım gelişmelerden ibaret değil,
kültürel yenileşme ve gelişmeyi kapsamaktadır. Bu çerçevede duruma kültürel
açıdan baktığımızda, “Dil, değer ve bilgilenme biçimleri olarak aydınlanma sürecini
tam olarak yaşamayan toplumlar, ekonomik eşitsizlik dolayımında gündeme gelen
ili şkiler sadece meta ve para hareketleri olmasının ötesinde iletişim aygıtlarının da
varlığında kültürel var oluş biçimlerinin hızla erozyona uğramasına neden olmuştur”
(Ercan, 1996:218). Modernleşme çabası, bu ülkeler için hem maddi hem de manevi
sıkıntılara yol açmıştır. Kısacası, modernleşme ve onun getirileri daha çok güçlüye
fayda sağladığından, güçlü ile zayıf arasındaki farkın giderek artmasına neden
olmuştur.
Modernizmin, Batı dışında tüm dünyayı etkilemesini Jameson (2004: 119) şu
şekilde açıklar:
“Bütün önemli gerçekliklerin kendisi kesinlikle bunu yaparlar ve daha yakından bakıldığında, kendi özel bağlamlarında yerlerine başkası geçtiğinde, birbirinin yerine geçen her gerçekliğin, bu anlamda, bizatihi bir modernizm olduğu bile söylenebilir. Her gerçeklik aynı zamanda tanım gereği yenidir: Ve kendi temsili için bütün bir yeni alanı ele geçirmeyi hedefler. Her gerçeklik henüz temsil edilmemiş olanı ilhak etmek ister.(Ve modernizm çağı boyunca ve ötesinde, dünyanın çeşitli bölgelerinde ve toplumsal bütünlüğün temsilin hala nüfuz etmediği kısımlarında hala yeni ve canlı, duyulacak ve tanınacak olan gerçekliklerin olmasının nedeni de budur.) Bu sadece her gerçekliğin, kendinden önce gelenin sınırlarından duyulan hoşnutsuzluktan doğduğunu söylemek değil, ama aynı zamanda, daha temel olarak, gerçekliğin kendisinin genel olarak, benzersiz ayırıcı özelliği olarak modernizme atfettiğimiz, dinamik yeniliği de paylaştığını söylemektir”.
Bu durum modernizmin etkilerinin ve sonuçlarının tüm dünyada yayılımının
kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır.
Bir başka postmodernist olan “Foucault’nun modernite ve hümanizma
eleştirisi, toplum ile ilgili yeni perspektifleri ortaya atması ve ‘insanın ölümü’ tezi
bilgi ve iktidar ilişkileri ile ilgili çözümlemeleri onu postmodern düşüncenin belli
başlı kaynaklarından biri haline getirmiştir” (Şaylan, 2006:255). O da diğer
postmodernistler gibi Aydınlanmacı, modernist yaklaşıma eleştirel gözle bakmıştır.
Ancak bilgi-iktidar ilişkisine, bakış açısı ve bu konuları çözümlerken ileri sürdüğü
12
biyoiktidar, kendilik teknolojisi, genealoji gibi kavramlar∗, Onun diğer
postmodernistlerden ayırıcı noktalarını ortaya koymaktadır.
Aydınlanma, modernizm, postmodernizm üzerine yapmaya çalıştığımız
açıklamalar dışında, Foucault’nun fikirleri doğrultusunda (aynı zamanda bir
postyapısalcı olması nedeniyle) postyapısalcılığa da değinmek doğru olacaktır.
Postyapısalcılık 1960’larda Fransa’da yapısalcılığa eleştirel bir bakış açısı
olarak, ortaya çıkan bir düşünce şeklidir. Yapısalcı düşüncede, yapı onu oluşturan
öğelerin tek tek ayrımından ziyade onun tümünü ifade eder. Anlamlı ve önemli olan
da budur. “Yapısal kuram ısrarlı bir şekilde indirgemecidir, genel prensiplerle, bir tek
davranışın bütün karmaşıklıklarını birleştirme iddiasındadır” (Waters, 2008:194).
Gerçeklik parçada değil de parçaların oluşturduğu bütündedir. Jameson’un (2003:35)
da belirttiği gibi, önemli bir yapısalcı olarak Saussure’un ve diğer yapısalcıların
hemfikir olduğu nokta “…anlamın tamamen toplumsal uylaşıma ve kabule
dayandığı, kendinde ve kendinden ‘doğal’ uygunluk taşımadığı”dır. Yapısalcılık, ilk
olarak dil üzerine yapılan çalışmalarla ortaya çıkmıştır. Dilin yapısı çözümlenmeye
çalışılmış ve yapılan bu çözümleme ile anlamsal bir bütünlüğe varmanın önemi
kavranmıştır. Öyle ki yapısalcı kuramda, söz dizgeleri, “…sonunda neye
dönüşürlerse dönüşsünler, anlamın temel birimleri olduklarına göre, onların ötesine
geçmek ve bir sınıfın üyeleri olarak işlev görecekleri anlamda daha soyut bir tanım
kurmak mantıksal olarak olanaksızdır” (Jameson, 2003:26). Yani doğala, öze, özele
inildikçe anlamdan uzaklaşılır. Bu fikir zamanla diğer bilimlere uygulanmaya
çalışılmış ve yaygınlık kazanmıştır.
Yapısalcılık ile yapıyı oluşturan öğeler arasındaki uyumun zorunluluğuna
dikkat çekilip, yapıdan hareketle genel yasalara ulaşılmaya çalışılmıştır.
Postyapısalcılık ise, yapısalcı düşüncenin tersine temel anlayış olarak, büyük
anlatılara ve genel yasalara ulaşmaya karşı çıkmaktadır. Bütünden çok parçanın,
genelden çok özelin, uyumdan çok farklılığın, tekliğin/tekilliğin önemine vurgu
yaparlar. Postyapısalcılık bu açıdan postmodernizmle örtüşmektedir. Bu nedenledir
ki postyapısalcı düşüncenin önemli isimleri arasında sayacağımız düşünürler, aynı
∗ (Bu kavramlara ilerleyen bölümlerde ayrıntılı biçimde değinilecektir.)
13
zamanda postmodernizmin de öncülleridir. Strauss, Lacan, Derrida, Dleuze, Lyotard,
Foucault gibi. Dolayısıyla, “…post-modernizm konusunda yazılanların büyük
çoğunluğu postyapısalcılık için de geçerlidir” (Rosenau, 2004:19). Postmodernizmde
olduğu gibi postyapısalcılık da “…nedensellik, özdeşlik, özne ve doğruluk
kavramlarının eleştirisi olarak karşımıza çıkmaktadır” (Sarup, 2004:13). Birey için
tek bir neden, tek bir doğru, özdeşliğe dayalı tek bir anlayış düşüncesi eleştirilir. Bu
iki söylem “…arasındaki en önemli farklılık özle ilgili değil yapılan vurguyla
ilgilidir: Post-modernistler kültürel eleştiriye daha eğilimli oldukları halde, post-
yapısalcılar yöntemi ve epistemolojik meseleleri vurgularlar” (Rosenau, 2004:19).
Düşünceleri ve eserlerine bakıldığında hem bir postmodernist hem de
postyapısalcı olarak nitelendirilen Foucault’nun (2001a:39) bu iki kavram için
söyledikleri ilginçtir: “Yapısalcılık olarak bilinen şeyin ardındaki belli bir sorun -
daha açık söylersek, özne ve öznenin yeniden biçimlendirilişi- olduğunu açıkça
görüyorken, post-modern ya da post-yapısalcı diye adlandırdığımız insanların ne
çeşit bir sorunu olduğunu anlamıyorum”. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz ki,
kendisini ne bir postmodernist ne de postyapısalcı olarak değerlendiren Foucault’u
bu söylemlerin düşünürlerinden biri yapan şey modernizmin ve söylemlerinin büyük
bir eleştirmeni olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü o kendini her hangi bir ‘izm’
çerçevesine koymak veya postmodernist düşüncenin karşı çıktığı gibi, bir büyük
anlatı kalıbı içinde değerlendirilmek istemez. Onun şu cümleleri bu fikrini daha açık
yansıtmaktadır: “Kendime bir kimlik biçme yanlısı olmadığım, beni yargılama ve
sınıflandırma eylemlerinin çeşitlili ğinden bayağı keyif aldığım doğrudur. Bu kadar
çeşitli yönlerde bunca çaba harcandıktan sonra bana az çok yaklaşık bir yer
bulunmalıydı. Değişik yargılarla ortaya çıkan insanların yeterliliğinden açıkça
kuşkulanamayacağım ve onların dikkatsizlik ya da ön yargılarına meydan okumak
mümkün olmadığı için de, beni her hangi bir konuma oturtmadaki başarısızlıkların
benden kaynaklanan bir konu olduğuna inanmak zorundayım” (Foucault,
2005a:281).
Sonuç olarak, modernizm, postmodernizm ve postyapısalcılık Batı’nın ve
dolaylı olarak tüm dünyanın toplumsal yapısını etkileyen olgulardır.
14
Modernizm ile toplumsal/bireysel yaşam üzerine kurulmuş başta din olmak
üzere tüm dogma ve hegomanyalara karşı bir savaşım içine girilmiştir. Aydınlanma
hareketiyle başlayan bu savaşım, bir özgürleşme hareketidir. Genel anlamda
toplumun temelde ise insanın ve onun aklının özgürleşmesine dayanan bir
özgürleşme hareketidir. Bu özgürleşme hareketi tarihsel süreç içerisinde toplumsal
yapıda meydana getirdiği değişim, gelişim ve bunların ortaya çıkardığı sorunlarla
kendini gösteren bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.
Modernizmin toplumsal yapı ve birey üzerindeki olumsuz sonuçlarının
yaşandığı bir dönemde ortaya çıkan postmodernizm ise, düşünsel olarak
postyapısalcılıkla paralellik gösteren, işlevsel olarak da modernizm eleştirisi olarak
değerlendirebileceğimiz bir olgudur. Postmodernizm ile birlikte sanattan siyasete,
ekonomiden bilime, modernizmin birey üzerinde yaratmış olduğu maddi ve manevi
problemlerin kaynağı olabilecek toplumsal yapının tüm ögeleri eleştirilmi ştir.
Bu düşüncenin önemli isimlerinden olan Foucault modernizm söylemlerinin
yaratmış olduğu birey ve onun denetimini elinde bulunduran iktidar olgusu üzerinde
yoğunlaşmıştır. Onun bu konuda yapmış olduğu çalışmalar, modernizm eleştirisinin
temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu eleştirilere çalışmamızın ilerleyen
bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde değinilecektir.
15
2. BĐREY
Birey, yaşadığı ili şkilerle toplum içinde var olan, bunun yanı sıra toplumdan
bağımsız olarak kendi başına da bir varlığı ve özerkliği olan insandır. Ancak
toplumsal yaşamın en temel varlığı olarak açıkladığımız bu olgunun, daha derin
anlamları vardır.
Birey, bilimler tarafından farklı şekillerde değerlendirilmiş ve tanımlanmıştır.
Mantıkta tek varlığı gösteren bir terim iken, psikolojide insanların benzer yanlarını
kendinde taşımakla birlikte, kendine özgü ayırt edici özellikleri olan tek varlık,
sosyolojide ise toplumları oluşturan ve düşünsel duygusal yönleri ile ilgili özellikleri
toplum içinde belirlenen insanların her biridir. Görüldüğü gibi birey kelimesinde bir
‘tek’lik ve ‘özel’lik söz konusudur. Birey toplumdaki varlığıyla, kalabalık insan
topluluğunun bir parçası değil, toplumu oluşturan önemli bir yapıtaşıdır. Bir birey
olarak insanın varlığı, modernizm sonrasında önem kazanmıştır. Birey, modernizmle
birlikte sanatta, ekonomide, siyasette toplumsal yaşamın her alanında etkinliğini
arttırmaya başlamıştır.
Birey olgusu, “…insanın özgür olduğu, düşünebilen bir eyleyen olması
nedeniyle insanın düşünme sürecinin asla baskı altına alınamayacağı varsayımı
üstüne kuruludur” (Sarup, 2004:9). Bunu sağlayan düşünsel zemin ise modernizm ile
hayat bulmuştur. Modernizm, sosyal yaşam içindeki her insanın kendi başına
düşünebilen ve karar verebilen bir fert, ‘birey’ olmasını sağlamıştır. Birey,
modernizmin ve onun yaratmış olduğu günümüz batı kültürünün en önemli
unsurlarından biridir.
Modernizm, toplumu eskiden farklı olarak, bir insan yığını olarak değil,
bireyler topluluğu olarak değerlendirir. “Aydınlanma ve koşut liberal düşüncenin
etkisinde evrilen ilk refah devleti söyleminde halk (teba), yani bir kitle vurgusu
giderek azalırken, birey nosyonu öne çıkmaya başlar” (Tekelioğlu, 1999:47).
Modernizm, feodal sistemdeki dini dogmalara dayalı, ekonomik, siyasi ve kültürel
toplum yapısı altında köleleşen bireyi kurtarma vaadiyle kendine yer edinmiştir. 18.
yüzyıl insanını mahkûm olduğu kölelik durumundan kurtarma söylemi, ‘özgürlük’
kavramıyla toplumsal hayatta işlevsellik kazanmıştır. Ekonomide özgürlük,
16
kapitalizm; siyasette özgürlük, ulus devlet; düşüncede özgürlük, pozitivizm ve
rasyonalizm, 18. yüzyıl insanını bireyselleştiren olgular olarak karşımıza çıkmıştır.
Modernizmin ürünü olan, kapitalizm, ulus devlet, pozitivizm ve rasyonalizm
olgularıyla bireyselleşen insan, zamanla bu olguların egemenlik aracı haline
gelmiştir.
Wagner’in (2003:62) belirttiği gibi, “Özerklik düşüncelerini egemenlik
düşünceleriyle bağlantılandıran ‘çıkar’, ‘denetim’ ve ‘araç’ gibi kavramlar (notion)
modernlikte hayati önemdedir. Doğayı, toplumsal ilişkileri ya da kendi kedini bilme
ve denetleme çıkarı için bir kimse ya da kendi kendini tanımlayan bir kolektif
tarafından özerk bir şekilde geliştirilen ve kullanılan araçlar neredeyse kendi kendini
haklılaştırıcı niteliktedir. Modern koşullar altında genellikle bunlara karşı çıkmak
çok zordur”. Öyle ki bu koşullar iktidar tarafından bireye etkin bir şekilde
benimsetilmiştir, egemen olanın doğruları bireyin doğruları haline getirilmiştir. Bunu
sağlayan şey ise, çıkar olgusunun temellendirdiği kapitalizmdir. “Modernleşme ve
bunun düşünsel dile geliş biçiminin tarihsel olarak ileri bir düşünce, bir proje
olmasına rağmen; kapitalist ekonomik işleyiş yani daha fazla birikim, daha fazla kâr
amacı, bu projenin yönünü değiştirmiştir. Bunun yerine kapitalizmin sürekli üretim
ve sürekli tüketim mantığı, insana rağmen gelişme olgusunu gündeme getirmiştir”
(Ercan, 1996:36). Modernizm tarafından bireye sunulan ekonomik anlamdaki bu
özgürlük (kapitalizm), sınırsız üretim ve sınırsız tüketim zihniyeti ile bireyi,
beklenenin aksine, ekonominin bir kölesi haline getirmiştir. Birey, ürettiği ve
tükettiği oranda özgürdür. Sınırsız üretme ve sınırsız tüketme özgürlüğünü
kullandığı oranda o düzen içinde var sayılmıştır. Çünkü bireyin bu eyleminin
sonucunda kapitalist sistem, dolayısıyla mevcut düzen işlerlik kazanarak
devamlılığını sağlayabilecektir.
18. yy insanını özgürleştirme misyonu taşıyan devlet ise, “… bireyi
özgürleştirmekten çok onu söylemsel olarak kurmaya çalışır” (Tekelioğlu, 1999:49).
Yani devlet bireyi, kendi istediği şekilde biçimlendirmeye çalışır. Modern düzenin
bir aygıtı olarak ulus devletin esas işlevi budur. “…modernite düşüncesinin
oluşturduğu devlet, nüfusu çeşitli kategorilerde gözlemleyen, nüfusu en alt birimine,
yani ‘bireye’ kadar tanımlamak isteyen bir yapıdır. Feodalitenin kral-tebâ ilişkisi,
17
yerini modernitenin devlet-yurttaş ya da toplum-birey ilişkisine terk eder”
(Tekelioğlu, 1999:48). Yapılan kategorileştirme, devletin topluma daha kolay şekil
vermesini sağlamıştır. Feodal dönemdeki kral-tebâ ilişkisinden farkı, tebânın yani
toplumun, kendini devlet karşısında özgürce hareket edebilen bireyler topluluğu
olarak görmesidir. Bu durum ise yönetme işine kolaylaştırıcı bir etki sağlamıştır.
Öyle ki, kendini özgür sanan birey, devletin egemenliğini ve onun düzenin devamı
adına, uyguladığı yaptırımları (gerekli gördüğünde güç kullanma yetkisini) meşru
görmektedir. Bauman’ın (2000:73) da belirttiği gibi, “Birey olmak ille de özgür
olmak demek değildir. Geç-modern ya da postmodern toplumda sunulan, hatta bu
toplumda en yaygın olan bireysellik biçimi –özelleşmiş bireysellik- özünde
özgürlüksüz anlamına gelir”.
Modernizmin düşünsel yönünü oluşturan, pozitivizm ve rasyonalizm olguları
ise, insana saf akla ve onun algılayabildiği somut gerçekliğe dayalı bir düşünce
şeklini sunarak, özgürlük vaat etmiştir. Bu sayede insanın bir birey olarak varlığını
olanaklı kılmıştır. Birey kendi aklını kullanarak genel bilgi ve kuralara ulaşabilir.
Akla uygun olan gerçek olan, gerçek de akla uygun olandır. Ancak bu katı
rasyonalite ve pozitivist düşünce, araştıran, merak eden ve sorgulayan aklın zamanla
araçsal akla dönüşmesine yol açmıştır. “Toplumun artan rasyonalizasyonu, bu
rasyonalizasyon ile insan aklı arasındaki çelişki, akıl ile özgürlük arasında olacağı
sanılan uyumun gerçekleşmeyişi; sonunda rasyonelliği olan fakat kişisel akıl ve
düşünce yeteneği olmayan, gitgide daha çok kendi kendini rasyonalize eden, fakat
aynı anda gitgide daha çok huzursuzlaşan bir insan yaratmıştır. Çağımızın özgürlük
sorununun da, en iyi biçimde, bu insan tipinin özellikleri ve koşulları açısından ifade
edileceği açıktır” (Mills, 2000:277-278). Kendini bir düşünce özgürlüğü deryasında
bilen birey, aslında istediğini değil de ondan isteneni düşünmeye başlamıştır artık.
Rasyonalizm ve pozitivizm çerçevesi içinde, mevcut düzenin devamına hizmet
edecek bilgiler üretmesi koşuluyla birey düşünebilir ve özgürdür. Modern toplum bu
tip bireyler yaratmıştır.
Söylemlerin varlığı, ona hizmet edecek bireylerin varlığı ile mümkündür. Bu
açıdan “…kişilerin beyinlerine, onların tekilliklerine gereksinme vardır. Öyleyse bir
kez daha, doğrudan toplumsal, toplumsallaştırılmış bu bireyi idare edebilmek için
18
mekanizmalar icat etmek gerekir: Đktidar açısından, bir yandan, nüfusların (henüz
ona hizmet ettiği için) yönetimini, öte yandan değer ürettiği için tekilliği eş zamanlı
olarak bir arada tutmak gerekli hale gelir” (Revel, 2006:49). Yani bireysellik insanın
tekilliğiyle ilgili olmasının yanı sıra, çok kompleks ve tüm toplumu ilgilendiren bir
olgudur. Đnsanın bireyselleştirilmesi toplumun çözümlenip, ayrıştırılması anlamına
gelir. Bu anlamda kalabalık insan topluluklarını idare etmek daha da kolaylaşır.
Bireyselleştirme ile insan ne yüceleştirilmi ştir, ne de yok edilmiştir. Sadece
iktidarın istediği biçimde şekillendirilmiştir. Bir anlamda “… bireyselliklerin özdeş
seriler halinde dağıtılması söz konusudur: Burada seri, bireyi yapaylığı içinde –
kurulmuş olduğu için, üretilmiş olduğu için- onayan ve kişiden bireye o geçişte hâlâ
varıncaya kadar üzerlerinde işleyen, giderek daha da incelen tüm mikroskobik
iktidarlar dizisine gönderme yapıyorum” (Foucault, 2003b:48). Öyle ki Foucault’nun
iktidar kavramı bir güç ilişkileri çokluğudur. Devlet sadece iktidarın görünen kısmı
ve işlerliğini sağlayan önemli bir öğesidir. “Toplumda, binlerce iktidar ilişkisi ve
sonuç olarak güç ilişkileri, dolayısıyla küçük çatışmalar, bir anlamda mikro-
mücadeleler vardır. Bu küçük iktidar ilişkilerinin genellikle büyük devlet iktidarı
tarafından ya da büyük sınıf tahakkümleri tarafından yukardan yönetildikleri, teşvik
edildikleri doğru olsa da, ters yönde bir sınıf tahakkümünün ya da bir devlet
42
yapısının ancak tabanda bu küçük iktidar ilişkileri varsa iyi işleyebileceğini
söylemek gerekir” (Foucault, 2003b:176). Yani toplum bir iktidarlar yumağı gibidir.
Foucault (2003b:111) iktidarın bu karmaşıklığını şöyle ifade eder: “…bence
iktidar ne (bireysel ya da kolektif) istençlerden yola çıkarak oluşur ne de çıkarlardan
türer. Đktidar, iktidarlardan iktidarın çok sayıdaki sorun ve etkisinden yola çıkarak
oluşur ve işlev görür. Đncelenmesi gereken, bu karmaşık alandır”. Anne-çocuk,
patron-işçi, erkek-kadın, yöneten-yönetilen vb. gibi ilişkiler birer iktidar ilişkisidir ve
bu ilişkilerde iktidara sahip olanın varlığı, iktidar uygulanana bağlıdır.
Modern toplum iktidarın yaratmış olduğu disiplin toplumudur. Ancak bu
disiplin zora dayalı ve yıkıcı bir disiplin değildir. Foucault, iktidarın toplumsal
yaşamı baskı altına almaktan çok, şekil vermeyi, yönlendirmeyi amaçladığını belirtir.
Bu biçimde gerçekleşen iktidar, bireyleri yok etmek yerine canlı tutup, üretkenliğinin
devamını sağlamış olur. Bunun için iktidarın yapması gereken şey ise bireylerin
bedenine hakim olmaktır. “Beden disiplinleri ve nüfus düzenlemeleri yaşam
üzerindeki iktidarın çevrelerinde örgütlendiği iki kutbu oluşturur. Klasik çağda bu
çift taraflı –anatomik ve biyolojik, bireyselleştirici ve özgülleştirici, bedenin
performanslarına dönük ve yaşamın süreçlerine bakan- büyük teknolojinin yerine
oturması, artık en yüce görevi öldürmek değil de yaşamı yavaş yavaş kuşatmak olan
bir iktidarın özelliğidir” (Foucault, 2003a:103). Foucaut bunu biyoiktidar olarak
adlandırır. Biyoiktidar bedenler üzerinde kurulan iktidar demektir. Bu tür iktidar ile
gerçekleştirilen şey, toplumsal düzenin sağlanması adına bedenlerin kullanılması ve
disipline edilmesidir. Bu sayede bireyler, iktidar tarafından tek tek yapılandırılmış,
her bir beden iktidar tarafından kullanılabilir hale gelmiştir. Bu sayede toplum da
disiplin altına alınmış olur. Đktidarın bireyin bedenine bu şekilde hükmetmesi (onu
bedensel olarak istediği şekilde yapılandırması, dolayısıyla fiziksel yaşam sürecini
istediği gibi yönlendirmesi) biyoiktidarın en temel yaşam kaynağıdır. Đktidar bu
şekle, modernizm sonrası ortaya çıkan, başta insan bilimleri olmak üzere kapitalizm,
bilim ve modern devlet aracılığıyla girmiştir. Önceki bölümlerde ayrıntılı olarak ele
aldığımız ve bireyi çevreleyen üç güç olarak nitelendirdiğimiz bu öğeler
Foucault’nun biyoiktidarını kuran en önemli araçlarıdır. Kapitalizm bireyi üretim ve
43
tüketim aygıtına, modern devlet de gözetim ve denetim aygıtına çevirmiştir. Bilim
ise bunların yapılanmasında düşünsel rolü onamıştır.
Biyoiktidarın modern çağın ortaya çıkardığı iktidar biçimi olduğunu düşünen
Foucault, (2003a:105) “Tarihte kuşkusuz ilk kez, biyolojik olan siyasal olanda
yansıma bulur; artık yaşama olgusu arada bir ölümün ve ölümlülüğün izin verdiği
ölçüde ortaya çıkan o ulaşılmaz yer değildir; belli ölçüde bilginin denetim ve
iktidarın müdahale alanına kayar” der.
Đnsan bedeninin bilim aracılığıyla, iktidarın kurulduğu bir nesne haline
geldiğini savunan Foucault’nun, bunu ortaya koymak için üzerinde önemle durduğu
şey, “… bilginin (connaissance) kurumsal biçimlere, toplumsal ve siyasi biçimlere
bağlanma tarzıdır; kısacası: Bilgi ile iktidar arasındaki ilişkilerin analizidir”
(Foucault, 2005b:279). Çünkü bilim biyoiktidarın, bireyi çözümleyip, deşifre etme
aracıdır. Đktidar bireyin bedenini ne kadar çok tanırsa (anatomisi, cinselliği ve ruhsal
yapısı ile) onu o kadar iyi yönetir ve onun üzerinde o kadar güç sahibi olur.
Modern iktidarın bireyi her yönüyle çevreleyen, bir denetim, gözetim ve
disiplin toplumu yarattığını savunan Foucault, bunu panoptikon kavramıyla açıklar.
Panoptikon, “Çevrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın
iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır; çevre bina hücrelere bölünmüştür,
bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını katetmektedir; bunların, biri içeri bakan ve
kuleninkilere karşı gelen, diğeri de dışarı bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak
veren ikişer pencereleri” (Foucault, 2006d:295) olan mimari bir yapı şeklidir.
Yapının pencereleri dışardan gelen ışığın hücreleri aydınlatmasını sağlar. Bu sayede,
yapının merkezindeki kuleye yerleştirilecek bir gözetmen, hücrelerin her biri içindeki
suçluların yaptığı her şeyi görebilecektir. Ancak yapının merkezinde bulunan kule
içindeki gözetmen, kule yeterince aydınlanmadığı için, hücre içindekiler tarafından
görülemeyecektir.
Foucault’nun iktidar olgusuyla mimari bir yapılanmayı benzeştirmesi, bu
mimari yapının aslında Foucault’nun zihnindeki iktidarla önemli ölçüde
örtüşmesinden kaynaklanır.
44
Panoptikon bir hapishane modelidir. Yani iktidarın, toplumsal ortamda
gözetim, denetim ve disiplin altına alamadığı bireyleri, toplumdan ayrıştırarak ve
kapatarak cezalandırdığı, bu şekilde gözetim, denetim ve disiplin altına almayı
amaçladığı yerdir. Foucault için, “-kapatmak, ışıktan yoksun bırakmak ve saklamak-
tersyüz edilmektedir; bunlardan yalnızca birincisi korunmakta, diğer ikisi
kaldırılmaktadır. Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu
olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır. Görünürlük bir tuzaktır” (Foucault,
2006d:296) aslında. Böylesi bir yapıda, kuledeki gözetmenin aydınlatılmış
hücrelerdeki suçluları ne kadar ve ne zaman gözetlediği bilinmediği için, suçlular
sürekli gözetleniyormuş hissiyle davranacaklardır. Bu şekilde suçluların davranışları
hem gözetlenecek ve denetim altına alınacak hem de disipline edilmiş olacaktır.
Toplumsal ortamın da aslında panoptikondan farklı bir yer olmadığını
düşünen Foucault için bireyler de, toplumda bir ağ halinde olan iktidar ilişkileri
aracılığıyla, gözetlenir, denetlenir ve disiplin altına alınır. Disiplin altına alınabilenler
normal, akıllı, iyi olarak değerlendirilir ve toplum içinde kalır. Disiplin altına
alınamayanlar ise anormal, deli, kötü olarak değerlendirilir. Diğer bireylerin de bu
şekilde olmaması için, anormal davranışa örnek teşkil etmesi nedeniyle, bu bireyler
damgalanır, teşhir edilir (medya vb araçlarla) ve toplumdan dışlanır. Yani düzenli
olarak işleyen, sistematik bir disiplin zinciri söz konusudur. Buna olanak sağlayan
yerler ise, toplumsal yaşamın her alanını kapsar. Okul, hastane, hapishane, ordu,
işyerleri, bakımevleri iktidarın işleyebileceği mekânlardan bazılarıdır. Öyle ki, “
‘Disiplin’ ne bir kurumla ne de bir aygıtla özdeşleşebilir: o bir iktidar tipi, iktidarı
icra etmenin bir tarzı olup koskoca bir aletler, teknikler, usuller, uygulama düzeyleri,
hedefler bütünü içermektedir; o bir iktidar ‘fiziği’ veya ‘anotomisi’dir, o bir
teknolojidir” (Foucault, 2006d:316). Yani çok organize bir özelliğe sahiptir.
Bu şekilde iktidar, “bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek,
kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda
olduğu bir iktidar yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder”
(Foucault, 2005a:63). Çünkü ancak bu şekilde kalabalık insan topluluklarına
hâkimiyet olanaklı hale gelir.
45
Đktidarın derin ve geniş kapsamlı bir analizini yapan Foucault, (2005a:77-78)
iktidarı ortaya koyan bazı noktalar tespit etmiştir. Bunlar:
1) Başkalarının eylemlerinin üzerinde eylemde bulunmaya olanak tanıyan farklılaştırma sistemi: Hukuksal ya da geleneksel statü ve ayrıcalık farklılıkları; zenginliklerin ve malların edinilmesinden meydana gelen ekonomik farklılıklar; üretim süreçlerinde bulunulan yerle ilgili farklılıklar; dilsel ve kültürel farklılıklar; ustalık ve uzmanlık farklılıkları, vb. Her iktidar ilişkisi, kendisi için aynı zamanda hem koşul hem de sonuç olan farklılaşmaları işlerliğe koyar.
2) Başkalarının eylemlerinin üzerinde eylemde bulunanların peşinde koşturduğu amaç tipleri: Ayrıcalıkların muhafaza edilmesi, kâr birikimi, statüye dayalı otoritenin işlemesinin sağlanması, bir memuriyet ya da mesleğin uygulanması.
3) Đktidar ilişkilerini uygulamanın araçları: Đktidarın silah tehdidiyle, sözün etkisiyle, ekonomik eşitsizlikler aracılığıyla, az çok karmaşık denetim araçlarıyla, arşivli ya da arşivsiz gözetim sistemleriyle uygulanmasına göre, belirgin, sabit ya da değişebilir olan ya da olmayan maddi dispositif’leri olan ya da olamayan kurallara göre, vb.
4) Kurumsallaşmış biçimleri: Kurumsallaşma biçimleri geleneksel eğilimleri, hukuksal yapıları, gelenekle ya da modayla ilgili fenomenleri (aile kurumunda görüldüğü gibi), birbirine karıştırabilir; ayrıca kendi spesifik yeri, kendi düzenlemeleri, sınıfları titizlikle belirlemiş, işleyişinde göreli özerkliği olan kendi hiyerarşik yapılarıyla dışa kapalı bir dispositif biçimine bürünebilir ( okul kurumlarında ya da askeri kurumlarda olduğu gibi); ya da devlet örneğindeki gibi her şeyi kuşatan, global bir gözetim uygulayan, düzenleme ilkesi ile gene belli bir derecede ve belli bir toplumsal bütünde bütün iktidar ilişkilerinin paylaştırılmasını gerçekleştiren çeşitli aygıtlarla donatılmış çok karmaşık sistemler biçimine bürünebilir.
5) Rasyonalizasyon dereceleri: Đktidar ilişkilerini imkânlar alanında bir eylem olarak devreye sokmak, araçların etkinliği ve sonuçların kesinliği (iktidarın kaldırılması sürecinde başvurulan büyük ya da küçük teknolojik incelikler) ya da gene muhtemel bedelleri (bu ister devreye sokulan araçların ekonomik ‘maliyeti’, isterse karşı karşıya gelinen direnişin oluşturduğu ‘tepkisel’ bedel olsun) ile bağlantılı olarak az ya da çok gelişmiş olabilir”.
Foucault’nun iktidar ilişkileri ile ilgili saptamış olduğu bu noktalar, aslında
iktidarın geniş kapsamlı bir tasvirini yapar. Öyle ki iktidar:
1) Farklılaşmanın, dolayısıyla eşitsizliğin olduğu bir toplumda ortaya çıkan,
2) Bu eşitsizliğin yol açtığı kişilerde veya kurumlarda, güçlü veya üstün
olanın bu durumu kendi isteği doğrultusunda kullanmaya yönelik bir amaç edindiği,
3) Bu amaca ulaşmak için, toplumsal yaşamdaki maddi-manevi her türlü
unsuru bir araç olarak kullanabilen,
4) Toplumsal yaşamdaki her mekânı da, bu amaca ulaşmaya olanak sağlayan
yerler olarak değerlendirebilen,
46
5) Gerçekleştirmiş olduğu tüm bu faaliyetlere karşı, bir direnişin olabileceğini
göze alarak, her türlü tedbiri alan ve bunun için belirlediği oranda maddi özveriyi
sağlayan bir olgudur.
Bu bağlamda iktidar çok geniş kapsamlı bir özelliğe sahiptir. Çünkü iktidarın
başlangıç noktası olarak, ‘eşitsizliğin’ olmadığı hiçbir toplumsal yaşam alanı yoktur.
Dolayısıyla iktidar her yerdedir. Foucault, (2005c:124) bunu daha kapsamlı bir
şekilde şöyle ifade eder: “ ‘Đktidar’ diye bir şeyin belirli bir yere yerleşmiş olduğu –
ya da bir noktadan yayıldığı- fikri bence yanlış temellendirilmiş bir analize, her
koşulda birçok fenomeni açıklayamayan bir analize dayanıyor. Oysa gerçekte iktidar,
ili şkiler demek; az çok örgütlenmiş, piramit gibi, koordine edilmiş bir ilişkiler
yumağı demektir”. Bu ilişkiler yumağı toplumsal yaşamın her alanını öyle sarmıştır
ki onu çözmek imkânsızdır.
Böylesi karmaşık bir yapılanma içinde olan iktidar ilişkisinin, bir mücadele
ili şkisi olduğunu söyleyebiliriz. Đktidara sahip olanın gücünü koruma, iktidara tabi
olanın ise buna karşı çıkma çabasını içeren bir mücadele ilişkisi. “… Đktidar
ili şkilerinde mutlaka direniş imkânı vardır, zira hiç direniş imkânı (şiddetli direniş
gösterme, kaçıp kurtulma, hileye başvurma, durumu tam tersine çeviren stratejiler)
olmasaydı iktidar ilişkisi de olmazdı” (Foucault, 2005a:236). Bu bağlamda iktidar
ili şkisi içinde bulunanlar yer değiştirebilirler. Bu ilişki içinde iktidara sahip olan
ortaya çıkabilecek olası sorunlar sonucunda iktidara tabi olan haline gelebilir. Bu
anlamda, “…iktidar ilişkileri değişebilir, tersine dönebilir ve kalıcı olmayan
şeylerdir” (Foucault, 2005a:235). Yani iktidar ilişkileri, statik değildir. Kendi içinde
sürekli bir dinamizm taşır.
Bu mücadele içerisinde iktidar varlığını sürdürebilmek için bazı özverilerde
bulunur. Çünkü, toplumu gözetlemek, denetlemek ve disiplin altına almak maddi bir
yükümlülük getirir. Đktidara hizmet edecek kişilerin yetiştirilmesi veya kurumların
oluşturulması ve bunların çalışması gibi. Ayrıca iktidarın disiplini sağlamak için
koyduğu kurallar bazen direniş ve isyanla sonuçlanabilir. Bunu önlemek ya da en aza
indirmek iktidarın hükmedebilme yeteneği ve düzeni koruyabilme gücüyle
orantılıdır. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz ki, “Đktidar, gerçekten de bir bedel
olmadan işleyemez” (Foucault, 2003b:94).
47
Foucault’nun amacı, iktidar tarafından bireye dayatılan hakikatin birey
tarafından fark edilmesi, sorgulanması ve ortaya çıkarılmasını sağlamaktır. Ona göre
hakikat, “… sözcelerin üretimi, düzenlenmesi, dağılımı, dolaşımı ve işleyişi için
düzenlenmiş bir prosedürler bütünü olarak anlaşılmalıdır” (Foucault, 2005c:52).
Birey iktidar tarafından, bilimsel söylemlerle ona dayatılmaya çalışılan bir hakikatler
kümesi içine sıkıştırılmıştır. “Söz konusu olan, hakikati her türlü iktidar sisteminden
kurtarmak değil (hakikatin kendisi zaten iktidar olduğuna göre, bir kuruntu olmaktan
öteye gitmez bu); hakikatin gücünü şu anda içinde etkili olduğu toplumsal, ekonomik
ve kültürel hegemonya biçimlerinden kurtarmaktır” (Foucault, 2005c:53).
Birey üzerinde hakikat söylemleri ile bir güç oluşturmaya çalışan iktidara
karşı bireyin tamamen çaresiz olmadığını düşünen Foucault, iktidarın heryerdeliği
gibi, direnişin de heryerdeliğine inanır. Yani iktidar tarafından okula, hastaneye,
hapishaneye, bakımevine, orduya vb. kapatılan bireylerin, direnişlerinin de bu
parçalanmışlık içinde gerçekleşebileceğini savunur. Mikroiktidara karşı mikrodireniş
söz konusudur. Mikrodirenişten kasıt bireysel direniştir. Bunun yolu da bireyin
kendinden geçer. Foucault’nun kendilik teknolojisi olarak adlandırdığı bu kavram
bireyin, “…kendi kendine gövdesi, düşünceleri, duyguları üzerindeki uygulamaları
ile mutluluğa, saflığa ve bilgeliğe ulaşmaya çalışmasını kapsamaktadır” (Şaylan,
2006:271). Bu, bireyin iktidar tarafından kontrol altına alınan bedeninin ve
düşüncelerinin, yine bireyin kendi iradesi ile vereceği mücadele sonunda
özgürleşebileceğini ortaya koyan bir düşüncedir. “Kişinin direnme gücü, aklı ve
istenci, özgürlüğün de kaynağıdır” (Tekelioğlu, 2003:241). Đktidarla gireceği
mücadeleyi birey ancak, kendini tüm varlığıyla keşfettiği zaman kazanabilir.
Bireyin ‘kendilik teknolojisi’, Foucault’nun ahlâk felsefesinin bir ürünüdür.
“Ahlâk, bir kişinin, bir grubun, bir halkın, bir toplumsal sınıfın, bir ulusun, bir kültür
çevresinin vd belli bir tarihsel dönemde yaşamına giren ve eylemlerini yönlendiren
inanç, değer, norm, buyruk, yasak ve tasarımlar topluluğu ve ağı olarak karşımıza
çıkar” (Özlem, 2004:17). Bu açıdan ahlâk, bireyi çevreleyen ve toplumsal yaşamın
her alanı kapsayan, ona toplumsal alanda uyması gereken kurallar koyan, manevi
değerler bütünüdür. Ancak Foucault’a (2003a:140) göre, “…bir eylemin ahlâksal
olarak değerlendirilmesi için, bir kurala, bir yasaya ya da bir değere uygun bir edime
48
ya da bir edimler bütününe indirgenmesi şart değildir aynı zamanda kişinin
kendisiyle bir ilişkiyi de içerir; ve bu ilişki yalnızca ‘kendilik bilinci’ değil,
‘kendiliğin’, ‘ahlâksal özne’ olarak oluşturulmasıdır”. Birey ancak bu şekilde kendini
tanır, sınar, değiştirir ve geliştirir. Yine bu şekilde iktidarın tanımladığı ve kurmuş
olduğu birey olmaktan çıkar ve kendi benliğini kurar.
Foucault iktidarı eleştirmek veya ona saldırmak için değil, onu açığa
çıkarmak için uğraşmıştır. Çünkü bir iktidar ilişkisi içine sıkışmış ve kendi olmaktan
çıkmış birey, kendisi için artık bir sorun arz etmektedir. Bu sorunun nasıl ve neden
ortaya çıktığını belirlemek gerekir. Yani bireyin bugünkü durumunun, ‘nasıl’ ve
‘neden’ bir sorun haline geldiği araştırılmalıdır. Bu bağlamda “…yapmaya çalıştığım
şey ‘sorunsallaştırma’ sürecini, yani belli şeylerin (davranışların, olguların
süreçlerin) nasıl ve neden sorun haline geldiklerini çözümlemekti” (Foucault,
2005d:136) diyen Foucault, bunun için ‘genealoji’yi (soybilimi veya soykütüğü)
kullanmıştır. Bu yöntem Onun tarih anlayışının bir göstergesidir.
Geleneksel tarih, geçmişte meydana gelen olayları yer ve zaman göstererek,
neden-sonuç ilişkisi içinde bu olayda yer alan önemli kişilere de yer vererek araştırır.
Ancak Foucault’nun tarih anlayışı yani “…soykütüksel çözümleme, tarihin gözardı
etmiş olduğu bir dizi görüngü eşliğinde, görülmeye değer olaylardan ayıklanarak
dışlanan tek tek olaylara döner, onları canlandırmaya ve korumaya çalışır” (Sarup,
2004:90). Bir anlamda yapmaya çalıştığı mikro tarih araştırmasıdır. Bilimsel tarih
anlayışından uzaktır. Ancak Foucault açısından, “…burada boyunduruk altına alınan
bilgilerin bir başkaldırısı söz konusudur….soykütük bir eleştiri biçimidir. Bu anlayış
ikincil, karmaşık ve olumsal olan tarihsel başlangıçlar kavrayışına dayanan belli bir
tarihi, başlangıç noktası olarak asla kabul etmez; herhangi bir olayın arkasında yatan
etkenlerin çeşitlili ğini ve tarihsel olayların ne derece narin olduklarını gözler önüne
sermeye çabalar” (Sarup, 2004:90-91). Onun bu anlayışına göre, birey
sorunsallaştırması, iktidarın hakikat söylemlerine dayanan tarih anlayışıyla değil,
ancak genealoji ile çözümlenebilir. Foucault’a (2004b:41) göre, “…söz konusu olan,
iktidarın belirlenmiş ve meşru biçimlerini merkezlerinde, genel mekanizmalarının ya
da toplu etmenlerinin neler olabileceği bağlamında çözümlemek değildir. Tersine
iktidarı, kılcallaştığı sınırlarda, son çizgilerinde kavramak;….”gerekir. Bu nedenle O
49
iktidar bağlamında ele aldığı tüm konuları (delilik, hastalık, cinsellik, bilgi gibi) bu
yöntem çerçevesinde, en uç noktalarından derinliğine inerek değerlendirmiştir.
Toplumsal olaylara bakış açısı eleştirel olan Foucault’nun bu olayları analiz etme
biçiminin de eleştiriye dayandığını görmekteyiz.
Foucault’nun çalışmamız boyunca ele aldığımız düşüncelerine baktığımızda,
O ‘birey’i temel alarak, onun üzerinde kurguladığı ‘iktidar’ olgusuyla, modernizmin
derinlemesine ve tarihsel bir eleştirisini gerçekleştirmiştir. Foucault çalışmalarıyla,
günümüz bireyinin etkisi altında kaldığı, modernizm sonrası ortaya çıkan yeni iktidar
şeklinin, ekonomi, bilim ve siyaset aracılığıyla bireyin bedeninde, onu
nesneleştirerek kuruluş biçimini eleştirel bir bakışla açıklamaktadır.
Foucault’nun ileri sürdüğü düşünceler göz önüne alındığında, toplumsal
yaşamda gerçekleşen her olayın bir iktidar ilişkisi ürünü olduğunu görebiliriz.
Rekabetin, eşitsizliğin, çıkar çatışmasının olduğu her grubun, topluluğun ve
toplumun içinde bireyin veya bireylerin üzerine kurulmuş bir iktidardan söz
edilebilmektedir. Adaletsiz gelir dağılımı, yoksulluk, işsizlik, terör, dünya savaşları,
savaşların evrime uğramış haliyle gerçekleşen soğuk savaşlar vb toplumsal
problemler, tüm bunların yönetim ve denetimini elinde tutan bir iktidarın varlığını
zorunlu kılmaktadır. Bir iktidarın varlığı ve gücü ona tabi olan bireylerin varlığı ve o
iktidarı meşru görme durumlarıyla, gerçekleşmekte ve sağlamlaşmaktadır. Bu amaçla
tektipleştirilmi ş, düşünen ve eyleyen varlık olmaktan çıkarılmış bireylerin
yaratılması, günümüz iktidarının ayakta kalmasının en önemli unsuru olduğu
söylenebilmektedir.
50
SONUÇ
Ortaçağ sonrası, Batı toplumsal yapısının geçirmiş olduğu radikal değişimleri
içeren modernizm, Ortaçağ boyunca kilisenin ve dini dogmaların baskısı altında
kalan insanın ve aklın özgürleşmesine dayanan bir söylemler bütünüdür.
Modernizm ile birlikte akılcılık, bilimsellik, hümanizm, laiklik, demokrasi,
özgürlük, eşitlik gibi söylemler toplumsal hayata nüfuz etmiştir. Toplumsal hayat, bu
söylemlerin temelinde değişen ve gelişen bir yapıya bürünmüştür. Đnsanın, toplumsal
hayat içinde birey olarak ortaya çıkışı yine bu temelde gerçekleşmiştir. Đnsan,
eskiden olduğu gibi sadece kendinden isteneni uygulayan değil, kendi kendine
düşünen, karar verebilen ve eyleyen bir bireydir.
Düşünen ve sorgulayıcı aklın etkisiyle bilim ve teknoloji, 18. yüzyılla birlikte
büyük gelişimler göstermiştir. Bu dönemde, bilimsel ve teknolojik gelişimlerin
bireyin hayatını akıl almaz hızda değiştirmeye ve yaşam kalitesini arttırmaya
başlaması, bireyi aynı zamanda çok kompleks bir yapı içine sürüklemiştir. Ekonomik
alanda kapitalizm, siyasal alanda ulus devlet, düşünsel alanda rasyonalizm ve pozitif
bilim anlayışının bireyin yaşamına girişi, onun bireysel ve toplumsal anlamda
zamanla bazı sorunlarla karşılaşmasına yol açmıştır. Sanayileşme, hızlı kentleşme,
aşırı bireyselleşme, yabancılaşma, bireyin yaşamında mekanik ve işlevsel yönlerin
baskın olması bu sorunlardan bazılarıdır. Özellikle 1960’lara gelindiğinde, bireyin
yaşadığı bu sorunların giderek artması, durumu düşünce dünyasının da en önemli
konusu haline getirmiştir.
Modernizmin bir eleştirisi olarak postmodernizmin ortaya çıkışı da bu
döneme rastlar. Postmodernizm, modernizmin bireyin ve aklın özgürleşmesini amaç
edinen, hümanizm ve rasyonalizm gibi söylemlerinin, amacına ulaşamadığını ortaya
çıkarır. Modernizmle birlikte insanın başka türlü bir baskı altına girdiğini savunur.
Postmodernistlerce ‘büyük anlatı’ olarak nitelendirilen bu söylemler, bireyi bu kez de
yaratmış olduğu teknolojinin, bilimin, siyasal ve ekonomik yapının baskısı altına
almıştır. Bir anlamda insan büyük anlatılar altında ezilmiştir. Postmodernistler de bu
söylemlere karşı bireyin kurtuluş yolunun büyük anlatılardan kurtulmasından
geçtiğini ileri sürmüşlerdir.
51
Foucault bu bağlamda modernizmin önemli eleştirmenlerinden biridir. Onun
modernizm eleştirileri birey ve iktidar çözümlemesi ile kendini gösterir. O,
modernizmin birey üzerine kurduğu söylemleri ile yeni, modern bir iktidar
oluşturduğunu ifade etmektedir.
Foucault çalışmalarında özgün tarih anlayışıyla, modern iktidarın
soykütüğünü yapmış ve modern bireyi kuran bilgi, siyaset, ekonomi, ahlâk, cinsellik
alanlarının iktidar ile olan ilişkilerini çözümlemiştir.
Foucault’nun iktidar çözümlemesi, modernizm öncesi iktidar ile modern
iktidar arasındaki temel farkı ortaya çıkarır. Modernizm öncesi iktidar kendini baskı,
şiddet ve ölümle belli edip devamlılığını sağlarken, modern iktidar bunun tam tersine
görünen bir baskı ve şiddet uygulamadan, bireyi yaşatarak kendini birey üzerine
kurarak ayakta kalmaktadır. Modern dönemde iktidar artık kendini göstererek değil
de anonimleştirip dağıtarak toplumsal hayata nüfuz etme yoluna girmiştir. Bu sayede
iktidar toplumsal hayat içerisinde, daha derin ve geniş bir şekilde etkin hale
gelmiştir.
Foucault, modern iktidarın insan bedeni üzerinde kurulan bir iktidar olduğunu
düşünür ve ona ‘biyoiktidar’ adını verir. Biyoiktidarı kuran insan bedeni olduğu için,
bu iktidarın ayakta kalabilmesi de bu bedenin ayakta kalmasına bağlıdır. Yani
biyoiktidar bireyi yaşatarak var olmuştur. Đktidar bunu gerçekleştirmek için, kapatma