Top Banner
Haziran 2016 Enderun Fen ve Anadolu Lisesi Yerel Süreli Yayını Sayı : 13 Enderun Edebiyat Sokağı | Endülüs Kütüphaneleri | Cahit Zarifoğlu/Sultan | Vurdular, Çıktık Oyundan/Filistin | Erteleme Hastalığı Paylaşmaya hazır mısınız | Enstrüman Eğitimi | Rachel Corrie | Yetim Dünya | Büyük Adamlar, Cesur Yürekler İnfografik: İnsanî Yardımda Öncü Ülke: Türkiye | Röportaj : Hattat Fatih Özkafa | Şiir Tahlili : Akıncı Türküleri Yeni Duyu Organımız: Sosyal Medya | Yanımdaki Düşman | Geç Kalmış Sözler Hattat Fatih Özkafa Cahit Zarifoğlu Yetim Dünya Rachel Corrie Kitap Hazinesi, Endülüs Kütüphanesi Ne yazık ki dünya medeniyetine örnek olan böyle bir milletten bize ulaşan eserler, baykuşların ve kargaların mekânı olan harap binaların duvarları arasında perişan oldular. “Zulüm bizdense ben bizden değilim.” “Şunu söyleyebilirim ki Filistinlilerin kahir ekseriyeti Gandhi’nin şiddet dışı direnişini uygulamaktadır.” “Hat sanatı, zarif ve estetik bir sanattır. Hat sanatının gönlü ve ruhu işleyen bir yanı olmakla birlikte hat, gönül işçiliğinin temel olduğu bir sanat dalıdır.” Geçen ibadetler özürlü Eski günahlar dipdiri Seçkin bir kimse değilim Barışın ölümle, savaşın doğumla arasında olduğunu bilenler var.
44

Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Feb 16, 2017

Download

Education

sosyalmedya42
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Haziran 2016

Enderun Fen ve Anadolu Lisesi Yerel Süreli Yayını Sayı : 13

Enderun Edebiyat Sokağı | Endülüs Kütüphaneleri | Cahit Zarifoğlu/Sultan | Vurdular, Çıktık Oyundan/Filistin | Erteleme Hastalığı Paylaşmaya hazır mısınız | Enstrüman Eğitimi | Rachel Corrie | Yetim Dünya | Büyük Adamlar, Cesur Yürekler

İnfografik: İnsanî Yardımda Öncü Ülke: Türkiye | Röportaj : Hattat Fatih Özkafa | Şiir Tahlili : Akıncı Türküleri Yeni Duyu Organımız: Sosyal Medya | Yanımdaki Düşman | Geç Kalmış Sözler

Hattat Fatih Özkafa Cahit Zarifoğlu Yetim Dünya Rachel CorrieKitap Hazinesi, Endülüs KütüphanesiNe yazık ki dünya medeniyetine örnek olan böyle bir milletten bize ulaşan eserler, baykuşların ve kargaların mekânı olan harap binaların duvarları

arasında perişan oldular.

“Zulüm bizdense ben bizden değilim.”

“Şunu söyleyebilirim ki Filistinlilerin kahir

ekseriyeti Gandhi’nin şiddet dışı direnişini

uygulamaktadır.”

“Hat sanatı, zarif ve estetik bir sanattır. Hat sanatının

gönlü ve ruhu işleyen bir yanı olmakla birlikte hat, gönül işçiliğinin temel olduğu bir

sanat dalıdır.”

Geçen ibadetler özürlü Eski günahlar dipdiri

Seçkin bir kimse değilim

Barışın ölümle, savaşın doğumla arasında

olduğunu bilenler var.

Page 2: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Özel Enderun Fen ve Anadolu Liseleri

YAYIN TÜRÜYerel süreli yayın.Dönemde bir yayınlanır.Ücretsizdir.

İMTİYAZ SAHİBİÖzel Enderun Fen ve Anadolu Liseleri AdınaSaid TURGUTOkul Müdürü

GENEL YAYIN YÖNETMENİÖznur Özgür İÇ Fen Lisesi Müdür Yardımcısı

YAYIN KOORDİNATÖRÜSaid AYDOĞANTürk Dili ve Edebiyat Öğretmeni

EDİTÖRMerve KÜÇÜKTürk Dili ve Edebiyat Öğretmeni

GRAFİK-TASARIMEmre YALDIZ

YAZIŞMA ADRESİKayacık Araplar Mh.Ataç Sk. No:1Karatay/KONYA

ELEKTRONİK [email protected]

WEBwww.gencegitim.com.tr

TEL0.332 237 81 08

BASKIEroğlu OfsetSelçuk V.D. 3360160642Matbaacılar Sitesi Yayın Cd.No:19 Karatay/KONYATel: 0.332 342 08 31

Basım Haziran 2016

10

8

12

11

14

1716

1918

22

2624

2827

29

33

32

36

34

37

38 4039 41 42

Haziran 2016

Enderun Fen ve Anadolu Lisesi Yerel Süreli Yayını Sayı : 13

Endülüs Kütüphaneleri | Cahit Zarifoğlu/Sultan | Vurdular, Çıktık Oyundan/Filistin | Enstrüman Eğitimi | Erteleme HastalığıRachel Corrie | Yetim Dünya | Büyük Adamlar, Cesur Yürekler | İnfografik: İnsanî Yardımda Öncü Ülke: Türkiye

Röportaj : Hattat Fatih Özkafa | Şiir Tahlili : Akıncı Türküleri | Enderun Edebiyat SokağıYeni Duyu Organımız: Sosyal Medya | Yanımdaki Düşman | Geç Kalmış Sözler

Hattat Fatih Özkafa Cahit Zarifoğlu Yetim Dünya Rachel CorrieKitap Hazinesi, Endülüs KütüphanesiNe yazık ki dünya medeniyetine örnek olan böyle bir milletten bize ulaşan eserler, baykuşların ve kargaların mekânı olan harap binaların duvarları

arasında perişan oldular.

“Zulüm bizdense ben bizden değilim.”

“Şunu söyleyebilirim ki Filistinlilerin kahir

ekseriyeti Gandhi’nin şiddet dışı direnişini

uygulamaktadır.”

“Hat sanatı, zarif ve estetik bir sanattır. Hat sanatının

gönlü ve ruhu işleyen bir yanı olmakla birlikte hat, gönül işçiliğinin temel olduğu bir

sanat dalıdır.”

Geçen ibadetler özürlü Eski günahlar dipdiri

Seçkin bir kimse değilim

Barışın ölümle, savaşın doğumla arasında

olduğunu bilenler var.

Page 3: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Söze Başlarken, Es-selam!

Edebi, bir hayat tarzı olarak benimseyen Enderun Liseleri bu gayenin geniş tabana yayılması için edebiyatı ve okumayı bir çıkar yol olarak görmektedir.

Amacımız; nezaketi, iyiliği ve hak adına mücadeleyi ilkin kendi nefsimizde anlamaya çalışmak ve ardından sizlerle paylaşmak.

Bu ilke doğrultusunda yazılarımız; kimi zaman barışa ulaşamamış çocukların hayatlarını, kimi zaman hayal ile hakikatin arasına sıkışmış bir insanın yalnızlığını, kimi zaman da bir çocuğun bayram sabahındaki neşesini içermektedir.

Sabırla yeşeren derviş meşrep gençlerimizin ve öğretmen arkadaşlarımızın Konya topraklarından yükselen medeniyet çınarına bir damla su olmak için yaptığı çalışmaları sizlerle paylaşmak adına çıkardığımız Enderun mektebi’nin bahar rüzgârları gibi siz değerli okuyucularımızın gönlüne serinlik vereceğini ümit ediyoruz.

Said AYDOĞANTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

MEKTEP

Gençliğe Hitabe

Paylaşmaya Hazır mısınız?

Horoz Şekeri

Muzaffer Olmak

Kitap ve İnsan

Endülüs Kütüphaneleri

Son Dalga

Sultan

Vurdular, Çıktık Oyundan

Enstrüman Eğitimi

Erteleme Hastalığı

Rachel Corrie

Yetim Dünya

Büyük Adamlar, Cesur Yürekler

Ölü Şehir

Tut Ellerimden

İnsanî Yardımda Öncü Ülke: Türkiye

Kazanan Olmak İstiyorum

İnsan ve Sorumluluk

Röportaj : Hattat Fatih Özkafa

Sevgili Arkadaşım

Şiir Tahlili : Akıncı Türküleri

Edebiyat Sokağı

Yeni Duyu Organımız

Yanımdaki Düşman

Geç Kalmış Sözler

Kitap Tahlili

Necip Fazıl Kısakürek

Öznur Özgür İç

Benginur Çelik

Ali İhsan Şencan

Said Aydoğan

Merve Küçük

Merve Hilal Dadacı

Cahit Zarifoğlu

Fatma Özlem Urgan

Salih Toprak

Seda Ferlibaş

Fatma Nur Ertürk

Arife Nur Urgan

Tuba Arıkan

Lamia Betül Çakır

Sudanur İçli

Hale Reyhan Kurter

Halim Selvi

Mehmet Ali Öztürk

Enderun Soruyor

Amine Busem Kandaş

Fenise Görey

Mehmet Fikri Tok

Sosyal Medya

Ahmet Şamil Süslü

Rana Süheyla Çağlayan

Mavi Kuş, Kürt Mantolu Madonna, Osmancık

4

7

8

10

12

14

17

18

19

20

21

22

24

27

28

29

30

32

33

34

36

37

38

39

40

41

42

MEKTEPTENİÇ

İNDE

KİLE

R

Page 4: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

İŞTE BÜTÜN MESELEM, HER MESELENİN BAŞIBEN BİR GENÇ ARIYORUM, GENÇLİKTE KÖPRÜBAŞI

NECİP FAZILIN GENÇLERİ GENÇLERİN NECİP FAZILI

Page 5: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Bir gençlik!Bir gençlik! Bir gençlik...

“Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik...

Devlet ve milletinin yedi asırlık haya-tında dört devre…Birincisi iki buçuk asır… Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet… İkincisi üç asır… Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet…

Üçüncüsü bir asır… Allah'ın Kur'an'da “belhüm adal" dediği hayvandan aşağı taklitçilere ve batı dünyasına esaret… Ya dördüncüsü?Son yarım asır!.. İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkumiyet…

İşte tarihinde böyle dört devre bu-lunduğunu gören, bunları; yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi...

Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözle-yen bir gençlik...Gökleri çökertecek ve son moda kur-bağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale getirecek bir nida kopararak "mukaddes emaneti ne yaptınız?" diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâva-cısı bir gençlik...

Halka değil, Hakk'a inanan; meclisi-nin duvarında "Hakimiyet Hakk'ındır" düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bulan bir gençlik...

Emekçiye, “Benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en

zalim patronlardan daha zalim istis-marcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!”diyecek.

Kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın ka-pısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aş-kına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...

Bir buçuk asırdır türlü buhranlar için-de yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan Batı adamının bulamadığı, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta Batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe, ortada ne kadar illet varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslâm'da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İs-lâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...

“Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan fert fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi “be-nim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini benimseyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette usule, stratejiye uygun bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının ben-zetişiyle, zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin ve gerçek kahramanlık made-niyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu ustası bir gençlik...

Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkart-ma kâğıdı şehri, müzahrefat kanalı sokağı, demagog politikacısı, mümin zindanı mabedi, temeli yıkık ailesi, ve hâsılı, güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip

atabilecek, kendi öz talim ve terbiye-sine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tek başına onlara karşı durabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...

Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini be-ğenmeyecek, onlara "siz güneşi ceple-rinizde kaybetmiş marka Müslüman-larısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başınıza gelmez-di!" diyecek ve gerçek Müslümanlığın "ne idüğü"nü ve "nasıl"ını her haliyle gösterecek bir gençlik...

Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisi'nin âlemleri bütün yıldızlarıyla manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, O'ndan başka hiçbir tutamak, daya-nak, sığınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik...

İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizle-rini karşımda görüyorum. Şekillen-mesi, billurlaşması için otuz küsur yıldır, devrim bazı kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda süründü-ğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah'a hamd etme makamındayım.

Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil!

Allahın selâmı üzerine olsun...

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes,Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!

Gençliğe Hitabe

Necip Fazıl KISAKÜREK

Page 6: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Fuzûli

Gül, kokusunu Rasûlullah’ın yanağından aldığı için

bu kokuyu her an yayarak O’nu anlatır.(sav)

Şebnem-i gül-zâr-ı ruhsârı Rasûlullah’dır

Neşr-i ıtrıyla kılur her dem anı is’âr gül

Gül, kokusunu Rasûlullah’ın yanağından aldığı için

bu kokuyu her an yayarak O’nu anlatır.(sav)

Şebnem-i gül-zâr-ı ruhsârı Rasûlullah’dır

Neşr-i ıtrıyla kılur her dem anı is’âr gül

Foto

ğraf

: Em

re Y

aldı

z

6 Enderun Mektebi

Page 7: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

7Enderun Mektebi

Belki de hayatın anlamı bu tek kelimede gizli: Paylaşmak...

Bir dilim ekmeği, bir yudum suyu, bir nefes havayı...

Paylaşmak...

Üzüntülerimizi, dertlerimizi, sevinçle-rimizi...Acılarımızın azalması, mutluluklarımızın artması için paylaşmak hayatı...

Paylaşmak; dünyayı, yeryüzünü, ağaç-ları, kuşları, buram buram bereket ko-kan toprağı...Yolu sevgiden geçen bütün insanlarla aynı sofrayı paylaşmak. Bir dağ başı yalnızlığında rüzgârın elini sıkmak on-larla ve güneşin tebessümünü birlikte karşılamak.

Çiçekleri paylaşmak. Yeni açmış bir gülün yaprağındaki masum katreciklere bûse kondurmak bütün insanlarla.

Ve duyguları paylaşmak. Duyguların gönüllerde açan çiçekleri olan şiirleri paylaşmak. Şiirlerin beyaz köpüklerin-de yıkamak paylaşmaya korktuğumuz bütün yanlışları. Dostumuzun kalbine gidecek bir yol bulamıyorsak, şiirin ba-samaklarından gökyüzüne çıkıp güneş ışıklarıyla birlikte inmek kalbine.

Sihirli sepetimize bütün yıldızları top-layıp sevdiğimiz insanın saçlarına tak-mak.

Yani, paylaşmak gökkuşağını.Paylaşmak yıldızları.

Ve dünyanın bütün çiçeklerini paylaş-mak. Çiçeklerin rengârenk dünyasında, onlarla birlikte boyamak solmaya yüz tutmuş düşlerimizi. Hayal kırıklıkların-dan ümit merdivenleri kurmak hayatın kalbine.

Bir avuç gül tohumu serpmek gökyüzü-ne, ve gökkuşağında açan gülleri der-mek yeryüzüne.

Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerimde ve gö-nüllerimizin sevgilisi Peygamberimizin hadislerinde, değişik vesilelerle Müslü-manların Allah için çarpan gönüllerinde dostluğu, sevgiyi, barışı paylaşmak.

Kur’an-ı Kerim'in en çok üzerinde dur-duğu ve teşvik ettiği hususlardandır paylaşma. Allah'ın verdiği rızkı, ömrü, nefesi ve hatta hayatı paylaşmak.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizin eğitim ve gö-zetiminde yetişen İslam'ın ilk kuşağı Sahabe işte paylaşma ve yardımlaşma-nın en güzel örnekleri. Öyle ki Kur’an-ı Kerim, onların bu örnek tutumunu öv-mekte.

Gönül dünyasında herkese yer veren Rahmet elçisi, yoksulların geçimiyle bizzat ilgilenen, imkânları nispetinde onların bakımını sağlayan, kendisinde yoksa diğer Müslümanları buna teşvik eden sevgililer Sevgilisi.

En güzel Ahlak örneği…

Onunla birlikte olanın sadece gözü değil gönlü de doymuş. Kardeşini kendine tercih etme anlayışının adıdır paylaş-mak. Gün geçtikçe yozlaşan değerlere inat

insanlığı canlı tutmak; erdemi, özve-riyi, mala değil insana verilen değeri görmek.

Öyle ki, Medineli Sahabîler, sırf iman-larından dolayı, her şeylerini bırakarak Mekke'yi terk etmek zorunda kalan Mekkeli kardeşleri ile bütün imkânlarını paylaşmışlar.

Ve bundan dolayıdır ki ‘Ensar' adını al-mışlar. Ensar, bu yardımı, çok zengin olduk-larından değil Kur’an’ın ifadesiyle, kar-deşlerini kendilerine tercih ettikleri için paylaşmışlar.

Allah rızasını, mal sevgisine tercih et-meye, dahası sevdanın odağına Allah'ı koymaya dayanır paylaşmak.

Bazen verecek bir şey bulamadığında güzel bir sözü ve hatta bir tebessümü paylaşmak.Paylaşmak…

Umut dolu yarınları, düşleri ve acıları.Paylaşmak…

Bir kuşun kanadında gizli sırrı, bir arının balındaki şifayı.

Paylaşmak…Aynı evin çatısını, en gizli sırları, sevgi ve saygıyı.

Kısaca: “Paylaşmaya hazır mısınız hayatı?”

Paylaşmaya Hazır mısınız?

Öznur Özgür İçEnderun Mektebi Genel Yayın Yönetmeni / Enderun Fen Lisesi Müdür Yardımcısı

Page 8: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

8 Enderun Mektebi

Yağmurlu bir mart sabahında insanlarla göz göze gelmekten bile kaçınarak çaresizlik içinde ilerlemeye çalışıyordum. İnsanlarla göz göze gelmekten kaçıyordum; çünkü bana suçlayıcı ve acıyan gözlerle baktıkları hissine kapılmıştım. Bu benim kuruntumdu hem nereden bilebilirlerdi ki işten atıldığımı, cebimde beş kuruş bile olmadığını? Alnımda yazmıyordu ya! Bir yandan su birikintilerine basmamak içtin çaba gösterirken diğer yandan da “Ben şimdi ne yapacağım?” diye mırıldanıyordum. Nereden bulacaktım yeni bir iş? Bulana kadar nasıl bakacaktım beni evde bekleyen dört boğaza?

Dalgınlıkla önümdeki su birikintisini fark edemediğimi ayakkabımın su almaya başladığı kaç zaman sonra anladım. Hemen sağa çekilsem de çoktan ıslanmıştım. Zaten ayakkabı zor dayanıyordu bir de ben böyle suların içinde gezersem iki güne kadar daha büyük delikler açılırdı. “Dikkat yahu!” diye söylenirken bu ayakkabıların bana kaç yıldır yoldaş olduğu; ayakkabılar, bir kere su aldı diye hemen gevşeyip kendini koyuvermeyeceği fikri geldi aklıma. Gülümsedim!

Tek tük insanın dolandığı sahilde bir bank bulmak çok da zor olmadı. Hemen oturup sırtımı yasladım. Elimdeki poşeti de yanıma bıraktım. Ne sağa ne de sola dimdik karşıya denize baktım. Yağmur ve fırtınanın olduğu bu günde denizin sakin olması beklenemezdi. Deniz; dalgalarını acımasızca kıyıya vururken toprakla da birleşip ortaya çıkardığı toprak kokusuyla insana rahatlık hissi veriyordu. Birkaç dakika dalıp gittim bu huzurlu sessizliğin içine. Gözüm denizi ve karşıki kıyıyı tarıyor, zihnimde onlarca sıkıntı ve dert birbirlerini geçmek için adeta yarışıyorlardı. Tüm bunlar belli belirsiz devam edip gitmekteydi.

Düşünecek başka şey yokmuş gibi İstanbul'un nasıl tezatlıklar içeren bir şehir olduğu düşüncesi ele geçirdi aklımı. Bir tarafta gökdelenler boy gösterirken diğer tarafta gecekondular, bir tarafta zenginlik, sefa, eğlence hâkimken diğer tarafta sefalet diz boyuydu. En azılı suçlularla birlikte en masum insanları da içinde barındırıyordu bu şehir. Peki ya ben, ben kimdim, neresindeydim bu şehrin? Hiçbir işte dikiş tutturamamış,

kıt kanaat bile geçinemeyen, bırakın gelecekle ilgili hayaller kurmayı yarın eve nasıl ekmek götüreceğini bilemeyen, sürekli evdeki üç çocuğunun ve karısının gözlerindeki açlığı görmeye mahkûm bir adam!

Boğuluyormuşum gibi bir hisse kapılınca derin derin nefes almaya çalıştım. Aldığım hava sanki ciğerlerime ulaşamıyor soluk borusunun bir yerinde tıkanıyordu. Başımı gökyüzüne çevirip ne vardı sanki bugün biraz güneş yüzü görseydik diye sitem ettim. Gökyüzü gri, deniz gri… Başımı nereye çevirsem bu renge rast geliyordum sanki. Ruh halimi yansıtırcasına tüm dünya griye boyanmış gibiydi.

“Abi bi' peçete vereyim mi?” Gözlerimi diktiğim denizden ayırıp yanımda duran esmer ufak tefek oğlana çevirdim. Çocuğun üstünde yırtık yazlık bir gömlek, yamalı bir pantolon… Onun bu haline acıyıp elimi daldırdım cebime. Elime birkaç bozuk para çarpınca sevinçle çekip çıkardım. Pek fazla değildi elbette ama eli boş yollasam vicdanımın sesini susturamazdım. İki peçete parası verip bir peçete alarak yolladım çocuğu.

Çocuğa karşı bir yakınlık duymuştum.Sanki geçmişimden gelen yirmi beş yıl önceki çocuktu! Böyle bir mart günü aralıksız yağan yağmurun altında trafiğin içinde mendil satmaya uğraşan bir çocuğun hayali dolandı zihnimde. Görüntü net olmasa da o gün çocuğun yaşadığı soğuğu iliklerime kadar hissettim. Ceketimin önünü iliklerken yirmi beş yıl önceki o çocuğun hiç değişmeden bugün de aynı açlığı, soğuğu ve çaresizliği yaşadığını gördüm üzülerek. Yirmi beş yıl öncesinden bugüne her şey değişmişti. Çevrem, işim… Ben bile değişmiştim. Boyum uzamıştı mesela. Pek olmasa da birkaç kilo bile almıştım. Evlenmiştim üstelik çocuklarım bile vardı.

Yıllara meydan okuyan tek bir şey vardı değişmeyen: Çaresizlik hissi! Bu his doğduğumdan beri yakamı bırakmamış ikinci bir deri gibi durmuştu üzerimde.

Kolay bir çocukluğum olmamıştı. Aslına bakılırsa ben çocukluk denilebilecek bir şey yaşadığımdan bile emin değilim. Kendimi ve hayatı tanımaya başladığımda y e t i m h a n e d e y d i m .

Horoz Şekeri

Page 9: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

9Enderun Mektebi

Buraya ne zaman geldiğimi bilmiyordum. Annemi ve babamı hiç tanımamıştım. Hayatta olup olmadıklarından bile haberim yoktu. Nedense hep ölmüş olduklarını düşünürdüm. Beni öylesine bırakıp gittiklerini değil de bir kazada ölmüş olduklarını buraya geldiğimi. Beni bırakmaları için başka bir sebep gelmiyordu aklıma. Öyle ki onlar için yetimhanenin bahçesine iki kazık dikip kendimce mezar yapmıştım. Her gün oraya gidip dua ederdim.

Biraz büyüyünce yetimhane dayanılmaz gelmeye başladı. Orada bulunan kimseyi sevmiyor hiç kimseyle anlaşamıyordum. Kavgaların baş elemanıydım. Yetimhanenin belalı çocuğu…

Günün birinde bir yolunu bulup kaçtım yetimhaneden. Birkaç sefer deneyip de başaramadığımı bir gece ansızın başardım. İstanbul'un karanlık ve tenha sokakları arasında buluverdim kendimi. Aylar boyu sokaklarda yatıp kalktıktan sonra kirli sakallı kötü bakışlı bir adam alıp götürdü beni ev bile denemeyecek bir yere. Adını bile hatırlayamadığım adamın beni götürdüğü o köhne yeri belli belirsiz hatırlayınca acı acı gülümsedim. Nasıl kalmıştım onca yıl orada? Gerçi bugün kaldığım evin de oradan pek bir farkı yoktu. Belki de tek fark içinde sevginin olmasıydı.

İçimden kendimi azarlayıp beynimin en ücra köşelerinde kalan tozlanmış raflarına tekrar uzattım elimi. O adam sayesinde artık kalacak bir yerim vardı. Zaten sabahtan akşama kadar mendil satmaktaydım. Mendiller bitene kadar korkumdan o köhne yere geri dönemezdim. Gelince de o gün kazandığım tüm parayı küçücük avuçlarıma doldurup masaya, bırakırdım. Sonra bir köşeye kıvrılıp uyumaya çalışırdım. Rahat mı değil mi aramadan bir yere kıvrıl. Ertesi sabah yine elimde mendillerle kalabalık caddelere çıkardım.

Burada da fazla barınamadım bir gece tüydüm. Cesaretimi toplayıp ikinci kez kaçtım bu yerlerden. Ondan sonra da en çok yaptığım, en iyi bildiğim iş oldu kaçmak. Cüzdan çal, kaç. Ekmek al, parasını ödemeden kaç. Sürekli kaçarak arkama dönüp bakmaya fırsatım olmadan yaşadım ben. Aklımda dolanan tek düşünce bugün karnımı nasıl doyuracağımdı. Dönüp bakma fırsatı bulduğumda ise geriye sadece hatırlamak istemediğim bir çocukluk kalmıştı. Geçmişi kaybettik bari geleceği elimizde tutalım diyerek zar zor bir işe girdim, evlendim. Mini mini üç çocuğum oldu onlara çok güzel bir çocukluk yaşatacağıma dair söz verdim kendime. Hiçbir şeyden eksik kalmamaları için çalışıp durdum. İşten çıkarıldım eve ekmek götüremediğim zamanlar oldu yılmadım yenisini buldum çalıştım. Yetmedi ek iş bulup d a h a çok çalıştım. Hiçbir zaman sefaletimizi belli etmeden her şey yolundaymış gibi davrandım. Bugün de öyle yapıyorum. İşsiz kaldığımı ne karım ne çocuklarım biliyor. Nereden bilecekler ki? Yine güler yüzle eve gidip kapıyı çalacağım. Çocuklar yine koşarak gelip bana kapıyı açacaklar. Boynuma sarıldıklarında çocukken diğerlerinde görüp imrendiğim ama almanın hiçbir zaman nasip olmadığı horoz şekerlerinden vereceğim onlara. Neşeyle elimden alıp paketini yırtarak yemeye başlayacaklar. Nermin yine çocuklara yemekten önce şeker verdiğim için kızacak. “Parayı bu şekerler için neden harcıyorsun?” diye soracak.

Bir çocuğun şeker yemeden büyümesinin verdiği boşluğu en iyi bilen biri olarak kendi çocuklarımı böyle büyütürsem çocukken kendime verdiğim sözü tutmamış olurum. Günün birinde bir çocuğun elinde yine horoz şekeri görmüştüm ve canım çekmişti. Bu şekereler sürekli karşıma çıkıyordu ama ben tadını bilmiyordum. Kendime şöyle demiştim o gün: Büyüyünce bir sürü para kazanıp bir kamyon horoz şekeri alacağım.

Yüzüme geniş bir gülümsemenin yayılmasına engel olamadım. Çocukluk işte. Şimdilerde o horoz şekerinden kat be kat güzel, değişik renkte ve tatlarda şekerler üretilmişti. Horoz şekeri diye bir şekerin varlığından haberi bile yoktu şimdiki neslin. Yeni çıkan şekerlerden hiçbiri ağzımda horoz şekerinin bıraktığı tadı bırakamamıştı. Belki çocukluktan beri horoz şekerinin hayalini kurduğum için böyle olmuştu.

Kendi düşüncelerime o kadar dalmışım ki dakikalardır gözlerimin mendil satan çocukta olduğunu fark edememişim. Bir etrafta dolanıp elindeki mendilleri canla başla satmaya uğraşan çocuğa bir de yanımda duran poşete baktım. O an da aklımdan şimşek hızıyla “Acaba hayatında hiç horoz şekeri yemiş midir?” sorusu geçti. Cevabı her ne olursa olsun çocuğa seslenip elimle yanıma gelmesini işaret edince koştura koştura yanıma geldi. Poşetten aldığım şekeri çocuğa uzatınca gözlerini iri iri açıp “Bu ne?” diye sordu. Gülümseyerek “Şeker.” dedim. Alması için ona uzatınca kararsız gözlerle çocuğun bana baktığını gördüm. “Senin.” dediğimde başını iki yana sallayıp “Alamam. Ahmet görürse onun da canı çeker sonra.” Dedi.

O an boğazıma bir yumru oturdu. Güçlükle “Ahmet'i de çağır. Burada bir tane daha şeker var.” dedim. Yine koştura koştura gidip az ötedeki kendisi gibi çelimsiz olan arkadaşını çağırdı. Yanıma geldiklerinde ikisine birden uzattım şekerleri. Kısa bir an birbirleriyle bakıştıktan sonra kaparcasına aldılar elimden.

Banktaki boş yerleri gösterdiğimde biri sağıma öteki soluma kuruldu. Şekerleri hevesle açıp yemeye başladıkları an içimde küçüklüğümde beliren istek canlanıverdi. Poşette kalan son şekeri de alıp bende küçükler gibi açıp yemeye koyuldum.

Bana her zaman buruk bir mutluluk veren şekerin tadını almaya başladığımda ne bugün işten çıkarıldığım, ne de eve şeker dahi götüremeyeceğim gerçeği kaldı aklımda. Çocuklarıma aldığım şekeri burada oturmuş üç sokak çocuğu beraber yiyorduk. Vicdanım yeni bir işe girdiğimde onlara daha bir sürü horoz şekeri alabileceğimi ama bu çocukların şekeri bırakın ekmek bile bulamayacakları günlerinin olacağını söylüyordu.

Hayat zordu, acıydı. Ama bu hayatı tatlılaştırmanın elbet bir yolu vardı. Herkese göre bu yol farklıydı. Bana göre de horoz şekeriydi.

Benginur ÇelikFL/10-A

Page 10: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Merkezi düşüncesinde maddenin yer aldığı, bilimsel gelişmelerle insanlığa hizmet değil zulmet veren Batı, medeniyetle geç tanışmış ancak gelinen noktada ise diğer dünya toplumlarına nazaran daha medeni bir toplum haline gelmiştir. Başlarına çöp düşecek tehlikesi ile şemsiyeyi, yerdeki çöplere basmamak için topuklu ayakkabıyı icat eden Avrupa, medeni gelişimini sonradan geliştirerek Mehmet Akif’in:

“Sizin işiniz bizim dinimiz gibi bizim işimiz de sizin dininiz gibi…” sözüne nasıl mazhar olabilmiştir de Avrupa, bugün nasıl oldu da dünyevi medeniyetin zirvesine hızlı bir tırmanışa geçebilmiştir?

Peki ya birkaç asır önce birçok farklı milletten insanların kardeşçe yaşadığı Osmanlı torunları neden bugünlerde birbirini kırıp, kan davası gütmekte. İşte bunları düşündükten sonra aklınıza gelecek olan “Biz bu durumdan nasıl kurtulabiliriz?” sorusuna kanaatimce şu üç ilkede cevap bulabiliriz.

Bunlardan ilki “ihya”dır. Öncelikle Ümmet-i Muhammed’e karşı vazifemizden sonrada tüm cihana İslamiyet’in eşsiz güzelliğini taşıyan Osmanlı torunu olmamızdan ötürü bu konu üzerine eğilip irdeleyip idrak edilmelidir.

İhya nedir?

Sözlük anlamı dirilmek, canlanmaktır. Ancak asıl idrak edilmesi gereken nokta nasıl uygulanacağıdır.İhya zahir ile batının harmanlanmasıyla mümkündür. İhya bir alanda olmaz, aksine helal dairesinde her alanda olur. Ancak unutulmamalıdır ki yapılan her türlü ihya İttihad-ı İslam uğrunda yapılmalıdır.

Bunlardan ikincisi “sebat”tır.Sebat nedir?

İhyayı destekleyen önemli ikiliden birisi sebattır. Kelime olarak yerinde durmak, kararlı olmak, manalarına gelir.

İman ve İslamiyet’e hizmette, Allaha ibadet ve itaatte sabit ve kararlı olmaktır. Sebat bir histir bizim hayalimize ve hedefimize olan bağlılığımız da bir sebattır.

Bunlardan üçüncüsü “metanet”tir.Metanet nedir?

İhyayı destekleyen ikiliden birisi de metanettir. Kelime olarak sağlamlık, kavilik, dayanıklı olmak manasındadır. Art niyetli kuvvetlere karşı durmak da bir metanettir. Hak uğruna metanetli olmak da önemli bir ahlaktır. Yani dirençli, özgüvenli, kararlı olup sabırla ferdi vazifelerimizi yerine getirmeliyiz. Ve bütün bunları yaparken olumsuz sonuç alındığında asla pes edilmemelidir çünkü Allah’ın nazarında önemli olan şey gayrettir. Gayretlerimiz safi ise muvaffak olmuşuz demektir.

Nifak ve ayrılıktan kurtulup adalet içerisinde ve birlikte kardeşçe yaşadığımız bir İslam topluluğu oluşturmak bunların birbiri içindeki uyumuyla mümkündür.

MUZAFFER OLMAK

Ali İhsan ŞENCANAL/10-C

PEKİ YA BİRKAÇ ASIR ÖNCE BİRÇOK FARKLI MİLLETTEN İNSANLARIN KARDEŞÇE YAŞADIĞI OSMANLI TORUNLARI NEDEN BUGÜNLERDE BİRBİRİNİ KIRIP, KAN DAVASI GÜTMEKTE. İŞTE BUNLARI DÜŞÜNDÜKTEN SONRA AKLINIZA GELECEK OLAN “BİZ BU DURUMDAN NASIL KURTULABİLİRİZ?” SORUSUNA KANAATİMCE ŞU ÜÇ İLKEDE CEVAP BULABİLİRİZ.

10 Enderun Mektebi

Page 11: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Her kitap insanlığa ev sahipliği yapan bir evrendir. Güzele, aydınlığa ve medeniyete çağrı mektubudur.

Bir yanda ufuk penceresi olurken diğer yanda zihni ve

gönlü ilmek ilmek işleyen bir nakkaştır.

Kitap, kimi zaman vatan toprağına ilim, irfan ve sevgi tohumu olurken kimi zaman da

gölgesinde kadim bir geçmişi ve geleceği inşa edecek bir nesli barındıran

ulu bir çınar oluverir.

Beyaz bir güvercin gibi kanatlarını açarak

anne şefkatiyle sizi bağrına basıp anlaşılmak için size önsözünü sunar.

Said AYDOĞANTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

11Enderun Mektebi

Page 12: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

KİTAP VE

Varlıkların içinde akıl melekesiyle öne çıkan insan, yaratılmışların en şereflisi olarak kendine lutfedilen akıl nispetince belli görevleri üstlenip yeryüzüne indirilmiş, ömür diye adlandırdığımız sayılı nefes bitene kadar da yaşamını anlamlandırmak durumunda kalmıştır.

Allah (c.c.), insana görevlerini yerine getirsin ve “Beni” tanısın diye iki rehber vermiştir: Bu rehberlerden biri akıl, diğeri ise kitaptır.

İnsan aklını kitapla aydınlatarak kendinin, evrenin, yaşamın ve yaşantıların idrakine varır, bulunduğu zamana göre de kendini yeniler. Zihin ve gönül, sözü edilen ıslahatı gerçekleşirken de ne akıl ne de kitap kendi başına yeterli olmayacaktır. Akıl, kendi başına, külli iradenin kudretini anlayamayacağı gibi aklın idrakine sunulmamış kitap da anlaşılamamış olmasıyla istenen veya beklenen yeniliği gerçekleştiremeyecektir. Gelinen noktada ise kitap ve aklın birlikte çalışması zorunluluğundan “OKUMA” eylemi meydana gelir.

Okumak, insanın içinde yer aldığı sosyo-kültürel hayatı keşfetme, tecrübe etme, değiştirme ve anlamlaştırma eylemlerini gerçekleştirebileceği verimli bir eylemdir.

12 Enderun Mektebi

Page 13: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

İnsanlığın ve toplumun gelişmesinin ve yükselmesinin ancak okumayla olabileceğini düşünen Cemil Meriç: “Okumak bir insanlık ödevidir.” sözüyle insanı ve okuma eylemini medeniyetin merkezine çeker.

Buradan hareketle okumayan toplum, yardıma muhtaç kör ve sağır bir insandan farksızdır. Kim o toplumun veya insanın elinden tutarsa insan veya toplum da onun izinden gitmeye mecburdur. Keza bu mecburiyetin bir de bedeli olacaktır. Hal böyle iken okuma eyleminden uzak kalıp gönlünü, zihnini ve düşünce dünyasını aç bırakarak kimin elinden tuttuğunu kimin arkasından gittiğini ve nasıl bir bedel ödeyeceğini bilemeyen insanın veya toplumun acınacak hale düşmemesi imkânsızdır. Tanzimat şairlerinden Şinasi: “Olmuş insana taassup bir onulmaz illet.” ifadesiyle bu acınası durumun sebebini okumamaya bağlamıştır. Bugün İslam coğrafyasının çekmiş olduğu sıkıntıların temelinde okumamak ve buna bağlı olarak da milli ve manevi değerlerine bağlı küresel çapta yeterli adam yetiştirememek vardır.

Kaybedilen her zamanın hesabını Batı’nın halen Müslüman olamayışındaki mesuliyetin vebalini de düşünerek hepimizi okumaya davet ediyorum.

İNSAN

Said AYDOĞANTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

13Enderun Mektebi

Page 14: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

14 Enderun Mektebi

Endülüs’te saltanat süren Ümeyyeoğullarının meliklerinin çoğu, aldıkları eğitim gereği, ilim ziyneti ve olgunluğu ile donanmış, her biri, saltanatları döneminde zuhur eden fazilet ve ilim sahibi kişilerin çokluğuyla iftihar edip bu bilginleri artırmak hususunda ömür harcarlardı. İçlerinden pek çok kimse bu amaçla Asya kıtalarına seyahat eder, oralarda şöhrete kavuşan faziletli kişilerden ilim ve sanat öğrenmeye gayret gösterirlerdi.

Devlet tarafından Mısır, Şam, Bağdat, Hicaz taraflarına gönderilen birtakım hüsn-i hat sanatkârı da o bölgede yazılan ilmî eserleri ele geçirerek düzenleyip, Endülüs’e gönderirlerdi. Bu nedenle Endülüs’te “kitap hazineleri” adı verilen kütüphanelerde sayısız kitaplar mevcuttu. Yalnız Melik III. Abdurrahman’ın sarayındaki kütüphanede 600.000 kitabın toplanmış olduğu bilinmektedir.

Endülüs’te bu tür yetmiş adet kütüphanenin bulunduğu görülmüştür. Bu kütüphanelerden her biri, ilim öğrenmeye çalışan öğrencilere fevkalâde bir düzen ve usulle sunulmuştu. Endülüs’te her dalda âlimler yetişmiştir. Bunlardan bazıları: Edebiyatta: Mağribi, İbni Baytar, İbni Haddat, İbni Ammar, İbnül—Ebras, İbni Asım vb. Tıpta:Ebu’l—

Kasım Halef b. Abbas, ‘et—Ta’ri f isimli cerrahiye ait meşhur eseri vardır. Cerrahi aletlerinin ilk mu’cididir. Astronomide: Ebu Abdillah Muhammed, İbni Rüşt, İbni Samh İbni Salt vb.

Kral Ferdinand Gırnata’yı işgal ettiğinde 1 milyondan fazla Arapça kitabın bağnazlık ateşiyle yakıldığı ve Avrupa’daki kütüphanelerin düzenlenmesinin ancak 900 (1494-95) yıllarında başladığı ilim adamlarının çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bir Fransız tarihçi: “Ne yazık ki dünya medeniyetine örnek olan böyle bir milletten bize ulaşan eserler, baykuşların ve kargaların mekânı olan harap binaların duvarları arasında perişan oldular.” demiştir.

Körce, ahmakça bir bağnazlığın, cahilce bir inadın milliyet rekabeti ve din düşmanlığı o “Millet-i Beyzâ”nın adını hatıralardan çıkacak biçimde kine bulamış olmasına nazaran İspanyol tarihçilerinden Conde’nin , “Gırnata’nın istilası anında 1 milyondan fazla nefis kitaplar, Kur’an zannıyla merasimle yakıldı” demesi mübalağadan uzaktır. Tarihçi Flechier de övgüyle söz ettiği Tuleytula Piskoposunun üstün gayreti nedeniyle yalnız Gırnata’da kendi kuruyası eliyle 5000’den fazla tezhipli ve ciltli Kur’ân-ı Kerîm’i ateşe atmış olduğunu övgüyle yazmıştır. Bu piskopos bizzat 80.000 cilt el yazması Arapça eseri yakmıştır. Bu tarihçi kitabın haşiyesinde Endülüs halkının bin zahmet ve külfetle bu musibetten kurtardıkları kitaplar olduğunu zikretmektedir.

ENDÜLÜS KÜTÜPHANELERİ

Page 15: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

15Enderun Mektebi

İfrîkıyeli tarihçi Leon da kendisinin Ifrîkiye’de misafir bulunduğu evin sahibi olan Endülüs’lü bir müslümanın Gırnata’dan Fas’a geçişinde bizzat 3000’den fazla kitabı geçirmiş olduğunu tarihinde yazmıştır. Ne yazık ki 943 (1536) yılı başında meşhur Kral Şarlken’in askeri Tunus şehrini yağma ettiklerinde, eski düşmanlığın ve yobazlığın eseri olarak Arapça hat ile yazılmış ne kadar kitap bulunmuş ise bunların hepsi ateşe atılmıştır. Halbuki Avrupa, Endülüs’e çok şey borçluydu, ilmi ve sanatı orada tanımıştı. Tıp, Kimya, Astronomi, Biyoloji, Coğrafya vb. ilimleri Kurtuba ve Gırnata medreselerinde tahsil eden binlerce Avrupalı talebe, bu ilimleri kendi ülkelerine aktarmışlardı.

KAYNAKLAR: Ziya Paşa, Endülüs Tarihi / Sabahaddin Altunhilal, Büyük Bir Medeniyetin Acı Sonu

Merve KÜÇÜKTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

O meşhur Rönesans’ın, dolayısıyla bugünkü Avrupa ilim ve tekniğinin temelinde Endülüs Medeniyeti yatmaktadır. O devirde, Avrupa Endülüs için hiçbir şey ifade etmezdi ama, Endülüs Avrupa’nın her şeyi idi.

Fransız fizikçi Pierre Curie “Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı. Atomu parçalayabildik, eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı elimize ulaşmış olsaydı, bugün çoktan uzayda galaksiler arasında seyahat ediyor olacaktık” demiştir.

Endülüs İslam Medeniyeti’nin çöküşü, Hıristiyan Avrupa’nın kıyamete kadar silinmeyecek olan bir yüz karasıdır. Zîrâ bu çöküş, sadece bir vatanın işgali değildir. Avrupa’daki orta çağ karanlığına ışık tutmuş bir milletin bütün değerleriyle birlikte toptan imhasıdır.

Page 16: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

16 Enderun Mektebi

Bu fotoğraf bana Mutasavvıf Ömer Tuğrul İnançer’in ustası ile ilgili söylediği şu cümleyi hatırlattı: “Ustamın her dediğini yapamadım, ama hiçbir dediğini unutmadım.” Mesleğime başladığım ilk günlerde duyduğum bu cümle epeyce düşündürmüştü beni. Acaba tecrübeleriyle bana destek olacak mesleğimi öğretecek bir ustam olacak mı diye sormuştum kendi kendime. Meslek hayatımın birinci yılını tamamlamak üzere olduğum şu günler beni sorularımın cevaplarına ulaştırdı.

Belki yıllar sonra Usta’mla karşılaştığımda ona her dediğini yaptığımı söyleyemem ama hiçbir söylediğini unutmayacağımdan eminim. Çünkü vefa bunu gerektirir.

Usta’ma…

Merve KÜÇÜKTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Fotoğraf : Tuba Arıkan

Page 17: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

S ON DALGABiten günün ardından çiçeklerini toplayan çiçekçi, bir an önce eve dönmek için acele eden insanlar, yavaş yavaş sesleri kesilen kuş-lar ve Üsküdar’a çöken sakinlik. Dalgalar güneşin batmasıyla çıkan rüzgârla beraber deniz köpürüp, yükselirken, kayaların üzerinde oturan bir adam acınası bir ifade ile denizi izliyordu. Sanki bir daha hiç göremeyeceği sevgilisine bakıyor gibiydi. Gözünü bir an dahi kırpmadan denizi izleyen bu adam o kayadan hemen hemen hiç ay-rılmazdı. İnsanlar onu burada görmeye alışmış, kimileri deli oldu-ğunu düşünüyor, kimileri dertli diyor kimileri de mecnundur deyip geçiyordu. O adam ise insanların ne dediğini umursamadan öylece oturmaya devam ediyordu. Uzaktan bakınca yaşlı görünen kır saçlı adam henüz kırklarındaydı. Yaşadıkları mıdır bilmem bu adamın saçlarına ak düşüren. Kır saçlı bu adamın neden orada öylece otur-duğunu kimse sormamış daha doğrusu cesaret edememişti. Her gün orada oturup denize bakan bu adam dalgaları sayıyordu. Öm-ründe bir kerecik yüzü gülemeyen bu adam, sanki dalgalarda ken-dini buluyordu. Her dalga ona bir acısını hatırlatıyor o anını sanki yaşatıyor ve acısını hafifletiyordu. İşte kendini dalgalarda bulabilen bu adam yine acısını yaşıyordu. Ama bu acı sanki bir başkaydı. Bu gün bir başka bakıyordu gözleri denize. Her dalgada acısının dindi-ğini hissedip rahatlayan bu adam bugün acısının dindiğini hissede-miyor gibiydi. Yine kendini dalgalara bıraktı.

İşte ileriden gelen bir dalga onu gençliğine götürdü. Dertsiz olduğu zamanlarda babasının çalışmak zorunda bıraktırdığı bir inşaattaydı. Her zamanki gibi taşları taşırken birden kolonun sağ-lam olmayan yeri yıkılmış ve sağ bacağına düşmüştü. Bilinçsiz olan diğer çalışanlar, uygunsuz biçimde yardım etmeye çalışınca baca-ğından olmuştu. Hüzünlü bakışlarını dalgalardan çekip olmayan bacağına çevirdi. Kaybettirdiği bacağı aynı zamanda onu işinden de etmişti. Bulunduğu şehirde iş bulamayınca karısı ve oğlu ile İstanbul’a taşınmaya karar verdi. Çolak kalmanın zorluğu dışında hayatı yolundaydı. Lakin sınavı daha bitmemişti. Daha ileride ne acılar görecekti kim bilir. Tekrar dalgalara çevirdi başını ve kendi-ni yine dalgalara bıraktı. İleriden gelen büyük bir dalga ona yine bir acısını getirdi. İş bulamadığı için taşınmak zorunda kaldığı bu şehir daha başındayken ona iki acı yaşatmıştı. İstanbul’a gelirken yolda bir kaza olmuş, karısı ve oğlunu oracıkta yitirmişti. Kaza ken-di dikkatsizliği yüzündendi. Kendisi sağ kurtuldu fakat sağ kalmak istemediği her halinden belliydi. Genç yaşında yaşadığı bu acı onu perişan etti. Lakin yine de yaşamaya devam etti. Canının iki par-çası gitse de, kalanlarla yaşamayı öğrendi. Her ne kadar bu kaza-nın sebebi kendi dikkatsizliği olsa da bununla yüzleşmeye cesaret edemedi ve bundan İstanbul’u suçladı. Sanki İstanbul olmasaydı ailesi yaşayacakmış gibi İstanbul’dan nefret etti. Çekip gitmek istedi lakin acısının, derdinin dermanını İstanbul’da buldu. Her ne kadar ailesinin ölümünden İstanbul’u suçlasa da, bu şehre kin tutsa da, yine yarasını İstanbul’a sardırdı. İşsiz kaldığı gibi şehirde kimsesi de kalmayan bu adamın acısıyla tatlısıyla her şeyi İstanbul olmuştu. Lakin sınavı bitmemiş olacak ki yine rahata eremedi. Sanki deniz acısını anlamış gibi bir anda yükselmeye başladı.

Uzaktan gelen bir dalga daha. Bu seferki dalga ona babasının ölüm haberini getirmişti. Yine kendini dalgalarda bulduğu bir günün so-nunda son parasıyla aldığı harabeden pek de farkı olmayan evine gitmişti. Eve girerken kapıdaki zarftan anlamıştı yine bir acının ge-lip kendisini bulduğunu. Annesinden gelen bu mektupta babasının vefat ettiği yazıyordu.

Bir ölüm daha. Dayanacak gücü kalmamış, yaşamak için sebep dahi bulamaz hale gelmişti. Onu her şeye rağmen hayata bağlayan, derdine derman olan İstanbul’u olmasa belki de acılara dayanamaz-dı. Babasının ölümünden sonra daha da perişan olsa da İstanbul için yaşamayı seçen bu adam yine dalgalara bırakarak İstanbul’u derdine derman etti. Hala ayaktaydı. Kaybedecek bir şeyinin kal-madığını düşünüyordu.

Ve gelen son dalga. Bütün umudunu kıran, artık derman olunama-yacak bir yara açan dalga. Yine eve giderken onu karşılayan mek-tupta bu sefer annesinin babasının ölüme dayanamayıp yatağa düş-tüğü ve oğlunun yanında olmasını istediği yazıyordu. Uzun uzun denize baktı. Büyük bir özlem ile havayı içine çekti. Kaybedecek bir şeyinin kalmadığını düşünürken İstanbul... Bugün dertlerinin dermanıyla, İstanbul’uyla son günüydü. Bugün İstanbul’a veda, dermanına veda, kendisini hayatta tutan tek dayanağa, tüm umut-larına, sığındığı limana, kokusu huzur dolu şehre ve her dalgasında kendini bulduğu şehre veda. İstanbul’a veda. Gözyaşlarının boğazın tuzlu suyuyla bir olmasına izin verdi. Uzunca bir süre ağladı. Ken-dini hazırlıyordu sanki. İstanbulsuz dayanamayacağını, gücünün yaşamaya yetmeyeceğini bilse de gitmek zorundaydı. Gitme vakti geldi çattı. Ayağa kalkmaya hazırlanırken izlendiğini hissetti. Te-dirgin bir şekilde arkasını döndüğü zaman henüz 9-10 yaşlarında bir çocuğun onu izlediğini gördü. Çocuk olduğu yerde merakla ona bakıyor ve gülümsüyordu. İnsanlardan uzun süredir uzak durdu-ğu için bunu yadırgadı ve başka birisine bakıyor olabilir mi diye etrafına bakındı. Kendisinden başka kimsenin olmadığını görünce akşamüstü bu çocuğun neden burada dikilip kendisine baktığını merak etti. Ayağa kalkıp yanına gitti. Çocuk önce davrandı ve me-rakla: “Amca seni hep görüyorum sen burada ne yapıyorsun?” diye sordu. Adam uzun zamandır kimseyle konuşmadığı için bir an zor-lansa da cevap verdi: “Dalgaları sayıyorum evlat” dedi. Çocuk çok şaşırmış olacak ki gözleri kocaman açıldı. Adam onun bu haline tebessüm etti. O an çok uzun zamandır gülmediğini fark etti. Ço-cuk şaşkınlığını yendikten sonra sordu: “Kaç tane saydın amca?” diye sordu. Adam döndü ve denize baktı. Çocuğa döndü ve eğildi. Çocukla aynı hizaya gelince elini omzuna koydu ve: “Geçen geçti. Şu an sadece bir tane. O da İstanbul’a veda...”

Merve Hilal DADACIAL/10-E

17Enderun Mektebi

Page 18: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

18 Enderun Mektebi

Merve KÜÇÜKTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

İslam Harflerine Aktaran:

2014 Ramazanı’ydı, UNUTMADIK!

Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harfleri acz tutuyor

Bağışlamanı dilerim

Sana zorsa bırak yanayım Kolaysa esirgeme

Hayat bir boş rüyaymış Geçen ibadetler özürlü

Eski günahlar dipdiri Seçkin bir kimse değilim

İsmimin baş harflerinde kimliğim

Bağışlanmamı dilerim Sana zorsa bırak yanayım Kolaysa esirgeme

Hayat boş geçti Geri kalan korkulu Her adımım dolu olsa İşe yaramaz katında Biliyorum Bağışlanmamı diliyorum

SULTAN

Cahit Zarifoglu-

Page 19: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

VURDULAR, ÇIKTIK OYUNDAN

Belki de ilk defa heyecan ve umut dolu bir sabaha uyanmıştı Filistinli çocuklar. Kanlı ve çirkin bir savaşın sürdüğü bu günlerde adeta bayram sevinci yaşıyorlardı. Bunun nedeni ise hain İsrail askerlerinin gazabına uğramadan sağ salim gelmesi beklenen yardım tırıydı. Bu tırın Filistin halkı için anlamı büyüktü. Çeşitli oyuncaklar, renkli şekerler, çikolatalar ve daha çocuklar için pek çok güzel şey... Sonuç itibari ile daha çocuktu onlar Filistinli veya değil. Gülmek, eğlenmek, oyunlar oynamak, renkli şekerler, çikolatalar yemek onların en büyük hakkıydı. Ne kadar mümkünse tabi...

Büyük küçük, çoluk çocuk, herkes heyecan içinde gelecek olan tırı bekliyordu. Akşama kadar tırın yolu gözlenmişti. Gün batımına doğru tır görünmüştü. Çocukların gözündeki o muhteşem sevinç görülmeye değerdi. Onlar için gün yeni doğmuştu. Heyecan içinde tırın açılmasını ve kendileri için gelen hediyelerin verilmesini bekliyorlardı. Tüm çocuklar için bir şeyler vardı tırda. Hepsi sırayla kendilerine verilecek hediyeleri alıp sevinçle ailelerinin yanına koşuyordu. Ahed ve arkadaşları da kendileri için verilecek hediyeleri sabırsızca bekliyorlardı. Sıra Ahed’e gelmişti. Ahed’e verilen hediye uzun zamandır istediği şey olan toptu.

Bu onu çok mutlu etmişti. Bir an önce arkadaşlarıyla maç yapmak istiyordu. Arkadaşları ve kardeşleri de güzel oyuncaklarına kavuşmuşlardı. Onlar aldıkları hediyelerin sevinciyle, zamanın nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Saat baya geç olmuştu. Oyun oynamak için sabahı beklemek zorundaydılar. Ahed de topunu yanından hiç ayıramadan sabahın olmasını bekliyordu. Sabah olunca topunu da alıp arkadaşlarıyla maç yapacaktı. Onlarla sevincini paylaşacaktı.

Gece heyecandan uyuyamamıştı. Sabah erkenden yataktan kalktı, hızlıca üstünü giyinerek annesinin yanına koştu. Bir an önce arkadaşlarının yanına gitmek için izin aldı. Sevinçten aç olduğunu bile hissetmemişti.

S ı r a y l a arkadaşlarını çağırdı ve birlikte meydanda toplandılar. Maç yapmak için sahile gitmenin iyi bir fikir olacağını düşünerek sahil kenarına indiler. Gelen tır ve aldıkları hediyeler sayesinde çok mutlu olan Ahed, Zekeriya, Muhammed ve İsmail

adeta savaşın, bombaların içinde olduklarını unutmuşlardı. Özgürce gülüp eğleniyorlardı. Topa bir o vuruyordu bir diğeri. Mutlulukları görülmeye değerdi. Uzun zamandır yaşayamadıkları mutluluğu yaşıyorlardı.

Ve bir ses... Bu mutluluğu, çocukluğu bitirecek, bu kısacık anı yok edecek acı bir ses. Anlamamışlardı önce ne olduğunu. Acaba çok sevdikleri toplarının patlama sesi miydi bu? Bir topun patlaması canlarını bu kadar çok yakar mıydı? Hepsinin o gülen gözlerinden yaşlar dökülüvermişti. O anda hepsi yere yığılıverdi. Küçücük bedenleri bir yerde topları bir yerde öylece kalakaldılar. Zaman durmuştu adeta, denize, havaya, gökyüzüne bir hüzün çökmüştü. Kimin aklı alırdı ki böyle bir şeyi. Az önce top koşturan masum minikler, şu an her şeyden habersiz öylece yatıyorlardı yerde. O sesler, gülüşmeler asla duyulmayacak, geri gelmeyecekti. Yine olan çocuklara olmuş, gözü yaşlı anne ve babalar kalmıştı geriye. Oysaki bu ânı ne kadar çok beklemişlerdi? Heyecanla başladıkları oyunları acıyla sona erdi. Maçın skoru dört minik bedendi.Diyecek pek de bir şey yoktu. Ahed Zekeriya. Muhammed ve ismail’in bedenleri o topun parçaları gibi toprağın üzerine serpilmişti. Ve dünya yine sessizdi.

2014 Ramazanı’ydı, UNUTMADIK!

Fatma Özlem URGANAL/10-B

“Sizin de içinizde

koşmaya hâlâ devam

ediyorlar mı?”

19Enderun Mektebi

Page 20: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

20 Enderun Mektebi

ENSTRÜMAN EĞİTİMİ

Bilindiği üzere enstrümanların yapımıyla ve icrasıyla ilgilenen insan sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Bu nedenle halk eğitim merkezleri, belediyeler ve özel kurumlar bu konu üzerinde hassasiyetle durmaktadırlar. Yıllık veya aylık kurlar başlatarak enstrüman öğrenimi konusunda katılımcılara en iyi desteği sağlamaya çalışmaktadırlar. Böylece hem bireylerin gereksinimlerinin karşılanması hem de kültürümüze ait güzelliklerin nesilden nesile aktarılması amaçlanmaktadır.

Türkiye, farklı kültürlerin bir arada bulunduğu Doğu ve Batı’nın tam orta noktasında etkileşim alanında bulunmaktadır. Dolayısıyla da farklı türde enstrümanlar kullanılmasıyla zengin bir müzik kültürü oluşmuştur. Odak nokta olmanın da getirdiği kültürel zenginliğin topluma yansıması her ne kadar kutuplaşma gibi algılansa da toplum mutlaka bir noktada birleşmektedir. Örneğin Batı kültürüne ait enstrümanlar olan gitar, keman, viyola, viyolonsel ve yan flütle öz kültürümüze ait eserler seslendirilebilmektedir. Bu, elbette bireylerin becerileriyle olmaktadır.

Enstrüman çalmanın her meslekte ve uğraşta olduğu gibi kendine mahsus zorlukları vardır. Bu zorluklar kişileri bazı soruları sormaya itmiştir. Çokça sorulan sorulardan olan “Ben ne kadar zamanda öğrenirim” veya “öğrenmem kaç ay sürer ” gibi soruların cevabı görecelidir ve tamamen bireyin yeteneği ile ilgilidir. Yetenek ise Allah’ın (c.c.) insanlara bahşettiği bir güzellik, insanın şükretmesi için bir sebeptir.

Bir insan enstrüman öğrenirken teoriyi bilmese bile becerisiyle öğrenmek istediği enstrümanı kolaylıkla öğrenebilir. Müziksel tabirle “kulaktan” tek nota bile bilmeden enstrüman çalabilen kişi sayısı azımsanmayacak kadar fazladır. Ancak bu demek değildir ki hiç teori olmadan her enstrüman öğrenilebilir. Halk ozanlarımızın çoğu ya hiç nota bilmemektedir ya da ihtiyaç ve merak doğrultusunda nota öğrenmişlerdir. Burada dikkat edilecek husus, enstrüman öğretiminin nota bilmeden zor öğrenilecek olmasıdır. Türk müziğimizde “Meşk” (görerek hafızaya alma) bugün kullanılsa da temel nota bilgileri olmadan öğrenme gerçekleşmemiştir. Aynı zamanda nota öğretimi ile alınacak olan mesafe de diğer tekniklere göre daha uzundur.Enstrüman öğrenirken teori (nota bilgisi) olmadan, kısa süreli ve çabucak gelip geçecek bir heves gibi çalışmamak gerekir.

Çalışmalar disiplinli ve sürekli olmalıdır. Aksi takdirde haftada 1 saat veya günde 10-15 dakikayla enstrüman öğrenilmesi ancak kişi çok yetenekliyse mümkündür. Belli yerlere gelmiş ve dinlediğimizde gönlümüzü titreten sanatçılarımız, günde en az 6 ila 8 saat enstrümanıyla ve sanatıyla ilgilenmiştir. Bu çalışmalarında elbette birden fazla kaynak ve müzik türünden faydalanmışlardır. Böylece sanatçı kimliklerini kazanmışlardır.

Enstrüman öğretiminde gruplar şeklinde toplu olarak dersler icra edilecek ise yaş ve fiziki gelişime göre ilkokul, ortaokul ve lise seviye grupları oluşturulmalıdır. Bu şekilde çok daha verimli sonuçlar elde edilebilir. Aksi takdirde öğrenim süreleri oldukça uzar veya bireyler arasında öğrenim açısından ciddi farklar oluşur. Bunun sonucunda enstrüman öğretimi yapan kurslar açıldıktan kısa bir süre sonra yeterli öğrenci bulamayıp kapanma noktasına gelmektedir.

Okulumuzda enstrüman öğretimi ve sosyal kulüp işleyişi, idarecisinden öğretmenine tüm birimleriyle profesyonel düşünülmektedir. Bu doğrultuda hedefimiz Enderun Liseleri öğrencilerinin enstrüman çalabilme becerisi kazanmış, öz kültürümüzün en güzel örneklerini sergileyebilecekleri ve nesilden nesle aktarabilecekleri bir uğraşlarının olmasıdır.

Hedeflerimiz doğrultusunda, öğrencilerimize ilk olarak severek öğrenim metodu uygulanmaktadır. Öğrenme süresini de ciddi ölçüde kısaltan bu metod aynı zamanda kalıcılık da sağlamaktadır. Enstrüman öğretimi gençlerimizin sosyalleşmesine, akademik başarısının artmasına, dil ve okuma becerilerinin gelişmesine katkı sağlamaktadır. Bahsi geçen konular göz önünde bulundurularak enstrüman öğretimi çalışmalarının sürdürülmesi gerektiğine inanıyoruz.

Salih TOPRAK Müzik Öğretmeni

Page 21: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Her insanın günlük işlerinde

görevlerini ertelediği, “daha sonra yaparım” düşüncesi ile ileri bir

zamana attığı mutlaka olmuştur. Bu davranış birkaç kez tekrarlandığında sorun oluşturmaz;

fakat ertelemek yaşam felsefemiz olmaya başladıysa hem ruh sağlığımız hem de

kariyerimiz tehlikede olabilir. Eğer işlerimizi çeşitli nedenlerle “sonra

hallederim” diyerek erteliyorsak, görevlerimizi, ödevlerimizi son dakikalarda yetiştirmeye çalışıyorsak ‘erteleme hastası’

olabiliriz.

Ertelemek; kısa süreli bir doping gibidir. İnsanlar bu davranışı zararsız, hatta yardımcı gibi görürler. Sorumluluk bilinci kısa süreliğine devre dışı kaldığı için, insana kısa süreli mutluluk verir. Birey sorumluluk hissetmez, eğleneceği, canının istediği aktivitelerde bulunur. Fakat ileri attığı tarih yaklaştıkça kendini huzursuz ve mutsuz hissetmeye başlar. Ayrıca zamanında tamamlamadığı görevi bir başarısızlık, düzensizlik olarak algılamaya başlar. Uzun vadede bu erteleme insana olumsuz etkilerle dönmektedir. Bu durum ise yapılması gereken görevler için motivasyonu düşürür; ikinci, üçüncü ertelemeleri beraberinde getirir. Sonuç olarak birey erteleme ve huzursuzluk arasında dolanan bir kısır döngüye girer. Motivasyon düşmesi ise erteleyen insanlarda hem yapılan işin verimliliğinin azalmasına neden olmaktadır hem de bireylerin artan stresle birlikte ruhsal sağlıklarını bozmaktadır.(Tice & Baumeister, 1997). Bu yüzden ertelemeyi göze alan birey kısa süreli mutluluk karşısında, uzun vadeli stresi ve yapacağı işteki performansın düşmesini göze almalıdır.

Neden Erteleriz?

Duygusal olarak iyi hissetme isteği: Genelde insanlar hatalarından ders alıp, hatalarını gözden geçirirler. Fakat erteleme hastalığı olan kişilerde; erteleme davranışının getirdiği sonuç bir zarar olarak görülmez. Ertelemekten zarar görse bile devam etmek ister. Onları bu davranışa iten güçlü bir neden de duygularıdır. Erteleme hastalarının odakları genel olarak kendilerini iyi hissetmeye yoğunlaşmıştır, iyi hissetmek için kendilerine zarar veren erteleme

davranışlarına devam ederler (Sirois, 2004). Bu noktada ertelemek kısa süreli rahatlama getirdiği için, ertelemek onlar için kurtarıcı bir davranış olmaya başlar.

Gelecekteki ‘Ben’i abartma: Erteleyen insanın en büyük yanılgısı ise şu anda hazır olmadığı işe, gelecek bir zamanda duygusal olarak kendisini hazır hissedeceği yanılgısıdır. “Gelecekte hazır olacağım” düşüncesi kişinin kendisini rahatlatmasını sağlar. Sorumluluk duygusunun şu anda verdiği duygusal ağırlık, erteleyen kişinin düşüncesinin aksine daha ağır olacaktır. Çünkü erteleme davranışı halihazırda telaş gibi bir duyguyu da aşılamaktadır. Bu yüzden kişi şimdi olduğu gibi ileride de görevini yerine getirmek için hazır olmayacaktır.

Yetiştirilme biçimimiz: Erteleme davranışının temeline baktığımızda, bu durumun insanın sahip olduğu alışkanlıklardan kaynaklandığını görüyoruz. Alışkanlıklar ise bizim çocukluktan beri nasıl yetiştirildiğimiz ile çok ilgili. Araştırmalar sert ve kontrolcü (otoriter) ebeveynlerin çocuklarında hayatını düzene sokma becerilerinin düşük olduğunu gösteriyor (Bulgan, 2016).

Lise yıllarında “erteleme hastalığı” Lise yıllarında erteleme davranışının sonuçları ise akademik başarıdaki düşüşlerle gözlemlenebiliyor. Üniversiteye hazırlanan öğrenci, başarılı olmak için birçok konuyu bilmek ve bu konular üzerine pratik yapmak zorundadır. Bu başarı döngüsü ise uzun süreli azmin ve sabrın bir ürünü olabilir. Eğer öğrencinin düzenli çalışma alışkanlığı yok, ödevlerini ve çalışmayı sık sık erteliyor, sınavlara son gün çalışıyorsa; erteleme davranışının tuzağına düşmüş olabilir. Ertelemek öğrencilerde; stres ve yan ürünü olan birçok rahatsızlığı getirebilmektedir. Bu dönemlerde öğrencilerin hareketliliği ve oryantasyon becerileri dikkate alınarak rehberlik etmek, erteleme davranışını zayıflatmak için en doğru çözümdür.

Öneriler

İşlerinizi küçük parçalara ayırın: Eğer işiniz veya ödeviniz gözünüzü korkutuyorsa, küçük parçalara ayırın. Küçük parçalara bölünmüş ödeviniz size daha yapılabilir görünecektir.

Fakat bu tasarınızı mutlaka kâğıda dökün, her bir küçük parçasını hallettiğinizde o görevin üzerini çizin.

Yardım alın: Eğer işinize yardım edecek veya bu süreçte size rehberlik edecek birisi varsa mutlaka yardımını isteyin. Grupla çalışmak bireyde erteleme davranışını unutturan etkili yöntemlerden biridir.

İşleriniz için bireysel “son tarihler” belirleyin: İşleriniz ve ödevlerinizin teslim tarihleri çok ileride bile olsa bunlar için kendinize uygun son tarihler belirleyin. Hatta bu tarihler için telefonunuza hatırlatıcı alarmlar kurun.

Yazının gücüne inanın: Ajanda veya not defteri tutmak sadece çok yoğun insanların işi değildir. Eğer hayatınızı bir düzene sokmak istiyorsanız aklınızdaki planları yazıya geçirin. Her gün yapacağınız işlerin bir listesini yapın ve gün sonunda ne kadarını uyguladığınıza göre kendinize 10 üzerinden bir puan verin. Not tutmak erteleme hastalığınızı süreç olarak gözler önüne sereceği için, ertelemeyi bırakıp bırakmadığınızı buradan görebilirsiniz.

Duygularınızı yönetin: Yukarıda bahsettiğimiz gibi erteleme davranışında duygular çok önemlidir. Sorumluluk almak yerine eğleneceği bir aktivitede bulunmak herkesin kulağına hoş gelir. Bu kısa süreli mutluluğun etkisine kapılmamak için, ödevinizin veya işinizin olumlu ve değerli bir yanını bulup kendinize bunu tekrar edin. Unutmayın, her yokuşun çıkışı zordur, fakat inişi kolay ve eğlencelidir. Kısa süreli mutluluklar için uzun vadeli huzurunuzu kaçırmayın.

Kendinizi affedin: Erteleme davranışını azaltan belki de en etkili yöntem kendine karşı affedici olmaktır (Wohl, Psychyl, & Bennett, 2010) Çünkü insanı erteleme davranışına ikinci, üçüncü kez ve defalarca iten sorumluluğun altında yaşadığı strestir. Bir kez ertelemiş olabilirsiniz, fakat bunun için kendinizi suçlamayın. Suçluluk yerine daha işlevsel çözümler bulun.

ERTELEMEHASTALIĞI

Seda FERLİBAŞPsikolog

21Enderun Mektebi

Page 22: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

22 Enderun Mektebi

“Dünyada böyle bir zulmün kıyamet koparmadan gerçekleştirilebileceğine inanamıyorum. Dünyanın böyle korkunç bir hâle gelmesine göz yumuşumuza tanıklık etmek canımı yakıyor, geçmişte de yaktığı gibi.”

“Zulüm bizdense ben bizden değilim.”“Şunu söyleyebilirim ki Filistinlilerin kahir ekseriyeti Gandhi’nin şiddet dışı direnişini uygulamaktadır.”

Rachel Aliene Corrie (d. 10 Nisan 1979 - ö. 16 Mart 2003) ISM (International Solidarity Movement-Uluslararası Dayanışma Örgütü) gönüllüsü ABD’li bir barış aktivistidir. Gazze Şeridi’nin güneyinde Refah’ta İsrail Savunma Kuvvetlerine (İSK) bağlı zırhlı bir buldozer tarafından öldürülmüştür. Son sınıfta okulunun tayiniyle Refah-Olympia kardeş şehir projesi kapsamında Gazze’ye gittiğinde İkinci İntifada sürmekteydi. Gazze’deyken İsrail Ordusu’nun Filistinliler’in evlerinin yıkılmasına şiddet dışı eylemlerle engel olmaya çalışan ISM aktivistleriyle tanıştı.Gazze’ye geleli henüz iki ay olmamıştı ki,16 Mart 2003 tarihinde iki İsrail buldozerine karşı 8 ISM aktivistinin 3 saatlik direnişi sonrasında öldürüldü. Ölümü öncesinde üzerinde parlak, fosforlu, turuncu bir yelek vardı ve megafon kullanıyordu. Öldürüldüğü esnada Filistin’deyken tanıştığı dostu eczacı Samir Nasrallah’ın ailesinin evini yıkmaya çalışan İsrail buldozerinin karşısında duruyordu. Buldozer tarafından iki kez çiğnenmesi sonucu kafatası kırıldı, kaburgaları parçalandı ve akciğerleri delindi .

“Buradayım çünkü, dünyanın dört bir yanında çocuklar acı çekiyor ve her gün 40.000 kişi açlık nedeniyle hayatını kaybediyor. Buradayım çünkü, ölen insanların çoğu çocuk.’’

Rachel Corrie’nin anısına My Name Is Rachel Corrie (Ben adım Rachel Corrie) isimli tiyatro ve The Skies are Weeping (Gökyüzü Ağlıyor) isimli kantat tertip edildi. 2008 yılında Corrie’nin yazıları derlenerek Let Me Stand Alone (Bırakın Tek Başıma Direneyim) başlığı altında yayımlandı ve başlangıcı şöyleydi: “Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmenin yollarını arayan genç bir kadının olgunlaşmasının penceresinden…”

RA

CH

EL C

ORRİE

YAŞAMI

Corrie 10 Nisan 1979 tarihinde dünyaya gelmiştir. Olympia, Washington’da büyümüştür. Sigorta yöneticisi olan Craig Corrie ve Cindy Corrie’nin en küçük evladıdır. Cindy, ailesini şöyle tarif etmiştir: “Ortalama bir Amerikalı, ekonomide liberal, siyasette muhafazakâr, orta sınıf bir aile.”

Corrie, Capital High School’dan mezun oluşunu müteakip birkaç sanat dersi de aldığı Olympia’daki The Evergreen State a Corps (Washington Devlet Muhafaza Kolordusu)’da bir sene gönüllü olarak çalıştı. Corrie ayrıca üç sene boyunca her hafta akıl hastalarını ziyaret etti.

Evergreen State College’da okuduğu esnada “Olympians for Peace and Solidarity (Olympialılar için Barış ve Dayanışma)” isimli yerel bir örgütte barış aktiviteleri düzenleyerek kendini barışa adamıştır.

Corrie daha sonra Batı Şeria ve Gazze’de İsrail ordusunun politikalarına karşı şiddet dışı eylemlerle karşı koymaya çalışan International Solidarity Movement (ISM) (Uluslararası Dayanışma Örgütü)’a dahil oldu.

Page 23: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Corrie Refah’tayken İsrail Savunma Kuvvetlerince kullanılan zırhlı buldozerlerin ev yıkımlarını engellemek için canlı kalkan oldu. Refah’taki ev yıkımları İsrail kuvvetlerine göre askeri amaçlar için uygulanan genel bir stratejiydi. İnsan hakları örgütlerine göre ise bir “toplu cezalandırma” metodundan başka bir şey değildi.

Filistin militanları, Filistin sakinleri ile İsrail kontrol kuleleri arasındaki çadırlarda kalan uluslararası kişilerin çapraz ateş altında kalmalarından endişe ettiklerini ifade ediyorlardı. Birtakım sakinler de genç aktivistlerin ajan olabileceklerinden şüpheliydiler. Zamanla ISM üyeleri Filistinli ailelerce misafir edilerek barınmaları ve yemekleri Filistinli aileler tarafından tedarik edilmeye başlandı. Buna rağmen Corrie öldürülmeden önceki günlerde, içinde ISM üyeleri hakkındaki yalan yanlış bilgilerin bulunduğu bir belge Refah’ta dolaşmaya başladı. Belgedeki “Onlar kim? Niye buradalar? Onların buraya gelmesini kim istedi?” gibi sorular ISM aktivislerini hayal kırıklığına uğrattı ve endişelendirdi. Corrie’nin öldürüldüğü sabah aktivistler bu belgenin etkilerini ortadan kaldırmanın yollarını aramaya başladılar. Aktivistlerden biri:“Hepimiz buradaki rolümüzün çok pasif olduğunu düşünüyoruz. Yaptığımız şey sadece İsrail ordusunu geciktirmek.”14 Mart 2003’te Middle East Broadcasting Center’a (Ortadoğu Yayın Merkezi) verdiği bir röportajda Corrie şunları söylemiştir:

İnsanların yaşama kabiliyetlerinin sistematik bir şekilde yıkılmasına

şahitlik ediyormuşum gibi hissediyorum. İnsanlarla

akşam yemeğine oturuyorum ve bazen şunun farkına varıyorum:

Kocaman bir askeri makine bizi kuşatmış ve bu makine, birlikte yemek yediğim insanları öldürmeye çalışıyor.

Derleyen:Fatma Nur ERTÜRK

AL/10-A

23Enderun Mektebi

Page 24: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

YETİİiMDÜNYABatmakta olan güneşin son ışıkları odayı doldururken Hanne, camın hemen önündeki sandalyeye oturmuş, boş gözlerle dışarıyı gözlüyor ve geçmek bilmeyen titremesini birazcık olsun dindirebilmek adına sırtındaki battaniyeye sımsıkı sarınıyordu. Genzini yakan tuzlu suyun tadını hala hissedebilen küçük kız, bir yandan annesi için endişelenirken bir yandan da aklına gelen bütün duaları ardı ardına sıralıyor ve kalbinin korkuyla teklemesine engel olamıyordu.

Güneşin batmasıyla odaya hâkim olan karanlık gözlerini acıtmaya başladığında kapı açıldı ve odayı bir çift ayak sesi doldurdu. Sesler üzerine oturduğu yerden fırlayan küçük kız, yönünü adımların sahiplerine çevirdi. Karşısında, karanlıktan dolayı yüzlerini tam olarak seçemese de uzun boylu ve sıska bir adam ile kısa boylu fakat oldukça kilolu bir bayan duruyordu. Adam, elini hemen kenardaki düğmeye dokundurarak odanın aydınlanmasını sağladı. Işığın etkisiyle gelenlerin yüzlerini seçebilen Hanne, karşısındaki kadının bir saat önce onu bu odaya getiren kadınla aynı kişi olduğunu fark etti. Merak, korku ve hüzünle harmanlanmış duygular içerisinde kadının konuşmasını beklemeye başladı. Kadının da, adamın da Hanne’nin sıyrıklarla bezeli güzel yüzüne tam olarak bakamayıp, bakışlarını kaçırmalarıyla geçen birkaç saniyenin ardından, kadın küçük kıza doğru tereddütlü bir adım attı. Kadının adım atmasıyla, Hanne’nin korku ve endişeden titreyen ellerinin kadının ellerini bulması ve cevap bekleyen bakışlarını kadının yüzüne dikmesi bir oldu. Gözlerinin içine umutla bakan yavrucağa, kötü bir haber verecek olmak kadına ruhu bedeninden sökülüyormuş gibi hissettiriyordu. Bu hisle boğazı kuruyan kadın, ellerini Hanne’nin omuzlarına koydu ve yavaşça konuştu:

“Ne yazık ki bottan sağ çıkan bir tek sen varsın yavrum.”

Kadının ağzından çıkan kelimeleri bir an için algılayamayan Hanne, çocuk kalbini saran ağır sızıyla titredi. Bakışlarını kadının gözlerine dikti ve ağlamak üzere olduğunu haber veren çatallaşmış sesiyle, “Annem?” dedi.

Kızın gözlerinden yuvarlanan inci tanelerine dayanamayan kadın, Hanne’yi usulca kendisine çekti ve sımsıkı sarılarak “Maalesef.” dedi. Hanne’nin acı dolu çığlığı ve hıçkırıkları odayı doldururken, küçük kız bugün, bu hale nasıl geldiğini düşünmeye başladı.

Savaş başladığında henüz dört yaşındaydı, her aile gibi onun ailesi de ona kötü şeyler olduğunu hissettirmemeye çalışsa da savaş kötü şeyleri hissettirmenin yanında, bire bir yaşatan bir şeydi. Ki yaşatmıştı da.

Savaş başlayalı bir yıl dolmadan tüm akrabaları ve komşuları ülkeyi terk etmiş, bulundukları bölgede anne-babası ile bir başlarına kalmışlardı. Diş hekimi olan babası kaçıp gitmektense kalıp ölmeyi yeğlemiş ve muhaliflere katılmıştı. Babasının muhaliflere katılmasıyla, tüm aile bir sığınağa taşınmış, O burada kalan diğer çocuklarla eğitim alırken, annesi yaralıları tedavi etmiş, genç kızlara eğitim vermişti. Bir an olsun boş durmamışlardı. Onun yaşındaki çocuklar kuş sesleriyle büyüyüp çimlere ayak basarken o,top-tüfek sesleriyle, molozlara ayak basarak büyümüştü. Vatanını terk etmek bir an olsun aklından geçmemişti. 2 ay öncesinde babasını kaybedene kadar da geçmeyecekti. Babası bir çatışmada şehit olduktan sonra, annesi ile birbirlerini koruma sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmışlardı. Ne yazık ki savaş, üzerinize sorumluluk yüklerken yaşınızı ya da cinsiyetinizi umursamıyordu. Hanne de, 9 yaşındaki bir çocuğa göre, bu sorumluluğu en iyi şekilde üstlenmiş ve güçlerinin

yetemediğini fark ettiği anda annesine gitme fikrini açmıştı fakat annesi bu fikre pek sıcak bakmamıştı. Bu olayın üzerinden bir ay geçmeden sığınakları Ruslara ait bir bombanın üzerine düşmesiyle yok olunca annesi kendiliğinden ikna olmuştu ve Türkiye’ye gelmişlerdi. Amaçları, Türkiye’den Avrupa’ya geçmek ve orada yeni bir hayata başlamaktı. Tek sorun, Avrupa’ya geçerken hangi yolu kullanacaklarıydı. Bindikleri bot başından beri onu huzursuz etse de, annesi en kolay yolun bu olduğunu düşündüğü için Hanne annesine karşı çıkmamıştı. Bedenini saran pişmanlık duygusuyla bir kez daha hıçkırıklara boğulan küçük kız, en başta annesine karşı çıkmış olmayı diledi.

Ve şimdi, bulunduğu odada bir başına, yapayalnızdı. Sahip olduğu tek insanı da kaybetmişti. Bedenini ve ruhunu sarmalayan korkuyla daha da titredi. Allah’tan başka kimsesi kalmamıştı. Zorla da olsa gözyaşlarını sildi ve kadına bakarak “Şimdi ne olacak?” diye sordu. Kızın güçlü duruşuna hayranlıkla bakan kadın, kafasındaki cümleleri toparladı ve konuşmaya başladı. Kadın konuştukça titremesi artan Hanne, yavaşça gözlerini kapattı ve belki de hayatının en samimi duasını o an yaptı: “Allah’ım, bana yardım et…”

****Telefonun tiz sesi odada yankılandığında, Hanne koltuğuna oturmuş, bakışlarını batmakta olan güneşi görmesini sağlayan pencereye çevirmiş bir şekilde düşünüyordu. Tamı tamına otuz yıl önce, tıpkı bulunduğu oda gibi bir odada oturmuş, batan güneşi izlemiş ve düşüncelere dalmıştı. Bugünün, o günden tek farkı, o henüz bilmese de, kötü şeyler barındırmıyor olmasıydı.

Yönünü pencereden masaya çeviren Hanne, çevik bir hareketle telefonu cevapladı. Kısa bir konuşmanın ardından, hiç beklemeden oturduğu yerden kalkmış ve kapıya yönelmişti. Arayan Ahzab’dı. Misafirlerinin geldiğini haber veriyordu Ahzab. Bir yandan ceketini giyerken, bir yandan da koşturan Hane, misafirlerine bir an önce kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Lobiye ulaştığı anda görüş açısına ilk olarak pembe ayakkabılar giymiş, minik bir çift ayak girdi. Minik ayaklar hızla Hanne’e yöneldi ve kollarını açmasıyla kucağına atladı. Kızına sımsıkı sarılan Hanen, küçük kızının mis kokulu saçlarından bir nefes çekti ve yönünü Ahzab’a, biricik dostuna, yardımcısına, kocasına çevirdi. O, odaya girdiğinde Ahzab ve oğlu da ayağa kalkmıştı. Hızlı adımlarla bu sefer Ahzab’a yönelen Hanne’in gözü, bir an için eşinin aksayan ayağına takıldı. Bu aksaklık, savaştan kalan bir izdi. Bir anı. Bir savaşta bulundum, savaştım ve hayatta kaldım diyen bir anı. Kollarının arasına eşi ve oğlunun da girmesiyle Hanne, derin bir nefes aldı ve şükretti.

Otuz yıl önce, ailesini tamamen kaybetmişti. Ama bu, kendisine yeni bir aile kuramayacağı anlamına gelmezdi. Savaş 10 yıl önce bitmişti ve pek çok insan gibi o da, ülkesine geri dönmüştü. Ve terk ederken yanında sadece annesi olan bu ülkeye, başarılı bir mimar, bir eş ve bir anne olarak dönmüştü. Koca bir ülkeyi yeniden inşa etmek kolay değildi, fakat imkânsız da değildi. On yıl içinde elinden gelenin en iyisini yapmak için çalışmış, başta tüm Suriye şehitleri anısına inşa edilen şehitlik olmak üzere, çoğu projenin sorumluluğunu üstlenmişti. Yaptığı her projede, savaşın açtığı yaraların biraz biraz kapandığını fark etse de, kapanmayan tek bir yarası vardı. Evlatlarına, ailesine, yaşadığı şehre her baktığında, göğsünü yakan bir yara. Savaşla yüz yüze gelen her insanın taşıdığına inandığı bir yara…

Hanne; barışın ölümüyle, savaşın doğumu arasında saliseler olduğunu bilenlerdendi. Bunun bilinciyle, kolları arasındaki ailesine baktı ve her zaman ki duasını yineledi: “Allah’ım, bana yardım et...”

Arife Nur URGAN - AL/10-B

24 Enderun Mektebi

Page 25: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

25Enderun Mektebi

Page 26: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

26 Enderun Mektebi

Geldik;çağı gördükve ürperdik.Sezai Karakoç

Page 27: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

27Enderun Mektebi

Tuba ARIKAN Kimya Öğretmeni

Evet zordun, bazen değil çoğu zaman gereğinden fazla zordun.

Sürekli savaşmak gerekiyordu seninle. Üzerine gelindikçe saldırıyordun, mağlup olmayı değil galibiyeti severdin.

Kimsenin ayağının takılmasına, yoruldum bir dakika dinlenmem gerek demesine, bırakıyorum savaşmayı imasında bulunma lüksüne sahip olmaması kadar zorluydun.

Şanslılar ve şanssızlar diye ayırıyordun içinde bulundurduklarını. Şanssızlar olarak nitelendirdiğin grubun tek kabahati o şanslı çocuk var ya hani, o doğuştan şanslı olan, doğduğu gün hayatı belli olan o şanslı çocuk, evet o çocuğun yerinde olamamaktı. Kimsenin yaşına, cinsine, nerden gelip nereye gittiğine bakmadın bile. Şanssızsın dedin ve ismini koydun o çocuğun. Şanssız olan o çocuk işte, doğdu ve başladı hayat sancısı. O çocuk; sürekli savaşmak, mücadele etmek, tek başına sana yenilmemek zorunda kalan çocuk… Sınavı ağır olan o çocuk birde Müslümansa sancısı ikiye katlanmıştı. Ona sorulmadan omuz boyu kadar yük yüklenen çocuk…

Büyük adamlarımızın büyük oyunlarının bedelini ödeyecekti artık değil mi? Masalar kuran ve piyonları ile birlikte kararlar alan adamlarımıza, söz söylemeye hakkı olmadan kabullenmeliydi her şeyi. Söz sahibi olabilmesi için günahkâr olmalı, kabul görülmesi ve değerli olması için dünya kadar hırsları olmalı ve vicdanını kâlû belâda “Evet, sen bizim Rabbimizsin’’ dedikten sonra bir kenara koymuş olmalıydı.

Hayatı başladı zorluklarla. İnancı uğruna savaşmaya başladı daha ilk oyuncağını bile alamadan. Kararlar verildi kendi adına, yaşadığı ülkesi, ailesi adına. Anne, baba, kardeş kavramlarını ve bunların anlamlarını yaşıtları ile birlikte öğrendi ama verdiği değerler hep farklı oldu; belki de çok vakti yoktu, küseceği, seni sevmiyorum diye nazlanacağı!

Zamanla hayatındaki her şey daha değerli oldu onun için. Küçük yaşta yaşıtlarından fazla yaşıyordu, farklı yaşıyordu çünkü. Önce komşuları değerlendi onun için, kaybetti çoğunu. Sıra kendi ailesine gelmişti. Babası artık daha değerliydi, göremedi belki bir daha.Abisi değerliydi artık babası olmuştu, onun yerini almıştı belki de.

Kaybedildi yine değerlisi. Değer verdiği her şey teker teker gidiyordu. Sorguladı bir süre, evet yaşından büyük işler yapıyordu, sorguluyordu. Sahilde koşarken “Neden çocuklar savaşların hedefi oluyor?’’ diye sorguluyordu. “

Çocukları küçük kurşunlarla öldürürler değil mi anne?’’ diye soruyordu annesine yaşıtları çarpım tablosunu ezberlemeye çalışırken!

Yine de pes etmedi küçük bedeni, son değerlileri kalmıştı yanında. Elinden tuttu annesinin her şeye rağmen. Titredi küçük yüreği, Dünya’ya fazla gelen, kabul görmeyen yüreği, cansız bedeninin sahile vuracağını bildiği o tekneye adım atarken. Annesi de bir kahramandı ona göre, kafa tutuyordu elinde kocaman silahlar olan asker abilere. Aslında çevresindeki çoğu insan kahramandı onun için, içinde yaşadığı zaman örümcek adamı, süpermanı kahraman seçerken. Vazgeçmedi çünkü onun kahramanları yürüdükleri yolda devam etmekten.

Liderinin kızı Esma vazgeçmedi mesela, düğün gününün öğle vaktinde davasını savunmaktan hiç korkmadan yürüdü Rabia Caddesine. Vazgeçmedi yine 10 yaşındaki Filistinli kardeşi gözaltına alınan abisinin akıbetini sormak için askerlere kafa tutarken.

Evet, zordun bazıları için. Hesaplar yaptı içinde yaşattığın büyük adamlar sürekli. Fakat şunu unuttu değil mi büyük adamların, yaptıkları hesaplar üzerinde, onların hesaplarından da üstün olan bir hesap vardı.

Şimdi büyük adam hesapların geride kaç yetim, kaç öksüz, kaç çaresiz kadın ve ne kadar yaşayan enkaz bıraktı biliyor musun? Küçük bedenin kadar sorgulayabiliyor musun?

BÜYÜK ADAMLAR CESUR YÜREKLER

ve

Page 28: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

28 Enderun Mektebi

ÖLÜ ŞEHİRKış bütün soğukluğuyla gelmişti. Hava kararmaya başlayınca caddedeki insan sayısı giderek artıyordu. Sanki bir anda bütün binalar tahliye edilmiş gibi herkes dışarıya çıkıyordu. Bir koşuşturmaca başlıyor, hayat yeniden canlanıyordu. Kimileri bir yere yetişmenin telaşında, kimileri ise bir günün daha bitiyor olmasının mutluluğunu yaşıyordu. İnsanlar akın akın cadde boyunca yürüyorlar ama bir noktaya gelince taşa çarpan dalga gibi o noktanın yanından hızla uzaklaşıyorlardı. İnsanların kaçtığı bu yerde neyin olduğunu merak edip biraz yaklaştım. Yerde hiçbir şeyi, soğuğu, havanın kararmak üzere olmasını, hasta olmayı umursamadan yatan küçük bir çocuk vardı. Kimsede onu umursamıyordu, yanlarında gezdirdikleri köpekleri kadar bile değeri yoktu o çocuğun bu insanların gözünde. Çocuk tedirgin görünüyordu. Yattığı kaldırım taşını bile sahiplenememişti. İnsanlar söyledikleriyle, bakışlarıyla ona buraya ait olmadığını o kadar çok belli etmişlerdi ki herkesten korkuyordu.

Bir süre o çocuğu ve yanından geçenleri izledim. Sonra yanından geçen bir bayanı durdurdum ve bayana:

-Yerde üşüyen, hasta ve ağlayan bu çocuğu görmüyor musunuz? Görüyorsanız neden yardım etmiyorsunuz ?” dedim.

Kadın şaşırdı, dönüp çocuğa acımasız bakışlar attıktan sonra bana:

-Ben bir anneyim ve nasıl kendi çocuklarımı bırakıp gitmiyorsam bu çocuğun annesi de onu bırakmasaymış. Ayrıca bu hasta çocuğu eve götürüp kendi çocuklarımı da hasta mı edeyim, dedi.

İlk bakışta gayet mantıklı bir cevaptı sonuçta bu kadın bir anneydi… Anne; vicdanlı, yardımsever, çocuklarına örnek olan kişi demek değil midir? Peki ya bu kadının yetiştirdiği çocuklar ne kadar yardımsever olabilir? Zaten kendisine o çocuğun annesi olmasını değil sadece onunla ilgilenmesini ya da bir ihtiyacını gidermesini istemiştim. Bu kadını çok umursamayarak çocuğun yanından geçmekte olan, iyi giyimli, havalı bir adamın yanında durdum.

Yanından geçtiğiniz bu çocuğu görmüyor musunuz? dedim.Adam kafasını çevirip çocuğa baktı sonra bana dönüp:

-Ben ihtiyaç sahiplerine, ülkemizde bulunan bu mültecilere gerekli yardımı dernekler aracılığıyla yapıyorum; daha ne yapabilirim ki? dedi ve gitti.

Yardım yapmak sadece maddi yönden olan bir şey değildir. Ki artık insanlar maddiyat dışında hiçbir şeyin olamayacağını düşündükleri için yardımlarını da öyle yapıyorlar. Derneklere, yardım toplayanlara tonlarca para vermek yerine sokakta gördükleri bu küçük çocuklara gülümseseler, güzel baksalar, nasıl olduklarını sorsalar bu çocuğa daha çok yardım yapmış olurlar.

Gelip geçen insanların yardım etmelerini sağlamaya çalışmaktan vazgeçip ben bu çocuğa yardım etmek için yanına gittim. Yanına iyice yaklaştığımı görünce hızla kalkıp benden uzaklaştı. Ağlamaktan şişmiş gözleri, kızarmış burnu ve yanaklarıyla bana korkarak baktı. Ve daha fazla dayanmayıp ileride kaldırımın ortasında duran iri gövdeli, geniş yapraklarıyla kuşlara yuva olan ağacın altına gitti. Uzaktan bakınca ağaç sanki o çocuğa sahip çıkmak istercesine etrafını kapatmış, dalları perde görevini üstlenmişti.

Köşe de küçük bir park, parkın önünde boyası dökülmüş, “Köfteci” yazısının kenarları havaya kalkmış, lastikleri inmiş bir arabadan 2 köfte alıp, o çocuğun sığındığı ağacın altına oturdum. Çocuk sanki geldiğimi fark etmemiş gibiydi. Bir süre uyanır mı ki diye sessizce bekledim. Etraftan gelen bu gürültüye rağmen nasıl uyuduğuna şaşırıyordum.

Karanlık iyice çökünce ve hava soğukluğuna uzaktan gelen bir melodi gibi rüzgârla eşlik edinceye kadar bende öylece oturdum. Sonra çocuk uyandı. Aslında hiç uyumuş muydu yoksa orada öylece yatıyor muydu bilmiyorum. Elimdeki sıcaklığını yitirmiş, ilk alındığındaki gibi lezzetli olmayan ekmeği çocuğa uzattım. Tereddüt etti, etrafına bakındı, sonra karnından gelen gurultulara karşı daha fazla direnemedi ve ekmeği alıp büyük bir iştahla yemeğe başladı. Sanki fırından yeni çıkan bir ekmeği, muhteşem soslarla hazırlanmış mükemmel bir yemeği yiyordu. Bense elimdeki ekmekle tebessüm ederek, dünya da ne kadar çok insanın olduğunu ama insanlığın da ne kadar az olduğunu düşünerek onu izliyordum.

Lamia Betül ÇAKIR AL/10-B

Page 29: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Sana herkesten farklı bir şey soruyorum bugünİyi misin değil de nasılsın mesela

Yalnız mısın değil de kim var yanındaDoğuştan mı bu yalnızlığın

Yoksa hayat mı aldı kendiniİçi dolu bildiğin kalabalıklar

susların çığlığıyla tenhaya mı büründü

Ne kadar uzatırsam sana fani ellerimiBaşım öne eğilir susar insaniyetim

Ne zaman bir toprak yığıntısı görsemEllerim açılır konuşur zikrim

Yokluk cehennemi andırırGözlerimi kapatınca üşür bedenim

Beynine sarkaç gibi vuruyor mu sorularNeler yaşayacağınla ilgili

Sana herkesten farklı bir şey soruyorum bugünNeredesin değil de evde misin mesela

Okuyor musun değil de neler oluyor okuldaLimanının bir baba olmaması rüzgar estirir mi

Annenin bir melek olması hüner miSorduğum için istiyorum affetmeni

İki ele tutulan ellerin şimdi tek mi

Sana herkesten farklı bir şey yazıyorum bugünHayaller değil olacakları hayatta

Susma ağlaİçindeki sıkıntı gözlerindeki yağmurla gider bilirim

Yüreğin buruk küçücük bir yetimSenin kalbin koskoca etrafın zifiri

Denedin mi hiçbir yabancıyı sevmeyi

Mutsuzluğun ham maddesini taşırsın bilirimBu yük çok ağır sana yetimim

Mutluluk bir sende mi yok sanırsınŞu dünyaya bir bak utanırsın

Bana bu ev sessiz sana dünyaBayramlar çocuklar içindir güya

Alacak yok güzel bir urbaVerecek yok küçücük bir deva

Sana herkesten farklı bir şey veriyorum bugünBağış değil de yüreğimi mesela

Sana herkesten farklı bir şey sunuyorum bugünAzık değil de yanımda bir sofra

Sana herkesten farklı bir şey söylüyorum bugünYalnız değilsin ben varım küçüğüm

Tut Ellerimden

Sudenur İÇLİAL/9-D

29Enderun Mektebi

Page 30: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

2005 2005 2005

2013 2012 2012

2013 2014 2015

T Ü R K

Gerçekleşen Güneydo-ğu Asya depreminden sonra, Türkiye deprem yaşayan ülkelere mil-yonlarca dolar değe-

rinde para yardımında bulunmuştur.

Afrika’da yaşanan ku-raklığa yardımcı olmak

için, Afrika’daki bazı ülkelere 200-500 bin dolar gönderilmiştir.

Pakistan’da deprem olduktan sonra, Türkiye para ve ilaç göndere-rek, fırın yaptırarak ve

hastane kurarak çeslitli yardımlarda

bulunmuştur.

Somali’de yaşanan kuraklık ve açlıktan sonra Türk Kızılayı

bölgeye hava ve deniz yoluyla 34 bin ton in-

sani yardım malzemesi ulaştırdı.

2012’de Suriye’den gelen mültecilere

979 milyon 39 bin dolar bütçe

ayrılmıştır.

2012 yılı toplam yardım 3 milyar 436 milyon dolar olarak belirlenmiştir. Türki-ye’nin yardım ettiği ülkeler : Suriye, Mısır, Afganistan, Kırgızistan, Somali, Sudan, Tunus, Filistin, Kazakistan

ve Bosna Hersek

Filipinler’de yaşanan tayfun sebebiyle Tür-kiye’den bölgeye 424 çadır, 5.125 battaniye

ve 550 mutfak seti gönderildi

2014 Küresel İnsani Yardım Raporu’na göre Türkiiye’nin en çok ulus-lararası insani yardım

yapan üçüncü ülke olduğu belirlendi.

Türkiye, İsrail’in saldı-rılarına maruz kalan

Gazze halkına 1.5 mil-yon dolarlık acil ilaç ve tıbbi yardım malzemesi

ulaştırdı.

T Ü R Kİ n s a n î Y a r d ı m d a İ n s a n î Y a r d ı m d a

Page 31: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

2006 2006 2008

2011 2010 2008

2015 2016

Sudan’da iç savaşı nedeniyle ortaya çıkan insani krizler sırasında halka yardımcı olmak

için para bağışı

Filistin, Irak, Lübnan ve Suriye’ye hem para hem de ilaç alanında yardımcı olunmuştur.

9 Afrika ülkesıne top-lam 3.500.000 dolar yardım yapılmıştır.

Japonya’da yaşanan Tsunami’den sonra

Japonya ve Rusya’da Tsunami’den etkilenen

bölgelere yardım gönderilmiştir.

Arnavutluk, Afganistan ve Kazakistan’da yaşa-nan sel felaketlerinde bu ülkelere yardım

gönderilmiştir.

Kongo Cumhurriyeti’n-deki silahlı çatışma-lardan sonra evlerini kaybedenler için para yardımı yapılmıştır.

2015 yılında Türkiye’nin 18 bin Suriyeli’ye

yardım ettiği belirlenmiştir.

Türkiye’nin insani yardım-larda her zaman önde giden

bir ülke olması nedeniyle bu yıl ilk defa düzenlenecek olan Dünya İnsani Yardım-lar Zirvesi’nin Istanbul’da

yapılması bekleniyor.Derleyen: Hale Reyhan Kurter AL/10-Bİnfografik: Emre Yaldız

Ö n c ü Ü l k e :İ Y Eİ Y E

Ö n c ü Ü l k e :

Page 32: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

“İyi bir savaş, kötü bir barış hiç olmamıştır” der Benjamin Franklin. Ne var ki uluslar hep kendi bağımsızlık mücadelesini kazandıkları savaşlarla övünürler. Çünkü bağımsızlığa giden yol bedel ödemek-ten geçer.

Savaş, sadece bir kelimedir. İnsanların o kelimeye yüklediği anlam ise gerçek olgudur. Barış da böyledir. Savaşa savaş, barışa barış demek sadece kavramlarla alakalıdır. Savaşa asıl anlamını yükle-yen zaman geçtikten sonra akılda bıraktıklarıdır. Ancak günümüzde savaşlar normalliğin ötesine geçerek “Savaş mı? Barış mı?” değil; “Zalim mi? Mazlum mu?” taraflarını yansıtmaktadır diyebiliriz.

Birileri, “Savaşı desteklememekle beraber kesinlikle gerekli oldu-ğunu düşünüyorum. Bugüne kadar gereksiz diye adlandırılabilece-ğimiz savaşlar olmakla beraber kendi milletim ve dinim adına rahat bir şekilde diyebiliriz ki iyi ki savaşmışız. Savaşmamış, boyun eğmiş olsak neler olurdu? Savaş olmadan galibiyet de olmaz. Galibiyetler için savaşları göze almak gerekir.” düşüncesinde olabilirler. Bence hiçbirimiz “vicdan”ımızla savaşmadıkça gerçek savaşı kazanama-yız. Barışı bulmaya çalışmadıkça vicdani savaşı hiç kazanamayız. Barışı elde edemeyiz. Savaş ve barış zıt anlamlı değil eş anlamlıdır. Her savaş sonrasında bir barış her barış öncesinde bir savaş vardır. Yani bu bir süreçtir. Günümüzde savaş=barış kazanmak stratejiy-le, fikirle, ilimle olmalıdır.

Hiçbir mücadele durduk yerde kazanılmıyor. Mustafa Kemal “Ulu-sun yaşamı tehlike ile karşı karşıya kalmadıkça, savaş bir cinayet-tir.” derken aslında esas misyonunun “Yurtta sulh, cihanda sulh” olduğunu anlatmak ister dünya milletlerine. Aslında gelişmiş(!) ülkelerin silah(sız)lanma girişimleri bir teknolojik gereksinimden değil, bir tedirginlik ve güvensizlik sorunundan kaynaklanmaktadır. Kendini korumak için yaratılan terör algısı sanal ve gerçek arasın-da sanrılar gören şizofren bir psikolojiden başka bir şey değildir.

Bir de buna dost arama yerine “düşman üretme” algısı da eklendi mi varın siz düşünün içinde yaşadığınız hayatı. Edmund Burke’nin haykırmak istediğini duyan hiç olmayacak mı? “Savaş; yüreklilik de-ğil, korkaklıktır.” Özgürleştirilmiş(!) ülkeler, bombaların gölgesinde yaşamlar, ana-babasız çocuklar, Aylan bebekler, göçler, mülteci sorunları, ambargolar, salgın hastalıklar, garip hayatlar… Filistin, Irak, Afganistan, Bosna, Mısır, Suriye… diğer tarafta kandan para kazananlar…

Resim çok acı. Yunan tarihçi Herodot MÖ 5. yüzyılda bu günün resmini yüzyıllar öncesi çizmiş, anlayan var mı? “Barışta evlatlar babalarını, savaşta babalar evlatlarını toprağa verirler.”

Jean Paul Sartre de bu resmi tekrar boyamış: “Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür” demiş. Savaş her zaman kötüdür. Kötü bir şeyi, bir amaç uğruna yapmak, onu haklı kılar mı? Barış ise her za-man iyidir? Barış, büyük toplumların ve korkularını yenmiş ulusların becerisidir. İnsanlar ruhundaki kaos ve cehennemi, din ve inanç, dil, ırk ve ideoloji arası savaşlara dönüştürerek dünyaya taşıyorlar. Aslında tüm savaşlar bir iç savaştır, çünkü tüm insanlar kardeştir. Barış yaşanılası gerçek bir hayattır. Antik çağ tiyatro yazarı Aeschy-lus “Savaşta verilen ilk kayıp, gerçektir.” demiştir.

“Kazanan Olmak” istiyorum diyorsan kazanan taraf ol. Barış içinde yaşamak, toplumu güçlendirdiği gibi, hayatı da kolaylaştırır. Savaş yerine barışı seçmek hayatı ve güzellikleri seçmektir. Savaşta ka-zanan taraf yoktur. Gerçek başarılar barış ortamında yeşerir, güç-lenir. Barış içinde yaşamak son derece önemli bir ihtiyaçtır. İnsan-lar barış ortamında daima huzurlu ve mutlu olur. Savaş ise insanı huzursuz ve mutsuz eder. Avusturyalı romancı Stefan Zweig gibi haykırsak karanlık bulutlara bakarak! “Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi.”

“KAZANAN OLMAK” İSTİYORUM!

“Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi.”

Halim SELVİFelsefe Öğretmeni

32 Enderun Mektebi

Page 33: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

33Enderun Mektebi

“Çoban yatmazsa, sürüye kurt girmez”İNSAN VE SORUMLULUK

(Atasözü)Eğitim sadece okuma yazma ya da bilgi öğrenmekle olmaz. Sorumluluk denilen ve insanı ömür boyunca kuşatan iradelerimizi özne yapan gizli bir gücümüz vardır.

Çok küçük yaşlardan itibaren büyüklerimizin bize verdiği küçük vazifelerle ortaya konulan bu irade zamanla insanoğlu için bir bilinç haline gelir. Bu bilinç “Sorumluluk Bilinci” olarak adlandırılır. Bir de yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumlu olduğumuz hükmünü söylesem!

Bireysel olarak da sorumluluk duygusu aşılanan insan aklın başa gelmesi ve kendinin farkına varması ile toplumsal olarak tezahür eden bir eyleme dönüşen sorumluluk dinen ve fıkhen bir imtihana dönüşür. Bu durumu izah etmek ve herkes için anlaşılması çok kolay bir süreç başlar sonrasında.

Her insan öncelikle kendisi ile ilgili sorumluluklara sahip olacaktır; zira kişi kendisi için yerine getirmesi gereken sorumlulukları yerine getirmedikçe, topluma karşı olan sorumluluklarını da gerektiği gibi yerine getiremeyecektir. Yani kendisine hayrı olmayanın başkasına hayırlı olmasını beklemek pek de doğru bir davranış değildir. “Bazı ebeveynler “Aman çocuğum yorulmasın, aman bu küçük yaşta zarar görmesin.” Tarzı yaklaşımlarla koruyucu veli kimliğine bürünmektedir. Bu koruyucu hal ve hareketler çocuğunun psikolojisine doğrudan zarar verir, çocuk bunların zararını hemen görmese de ilerleyen yıllarda görecektir.

Sorumluluklarımızı yerine getirmenin faydaları saymakla bitmez. Sorumlu bireyler içinde yaşadığı toplumun kalkınmasını, ilerlemesini ve refah içinde yaşamasını sağlar. Bunun için de sorumluluk bilincine sahip bireyler yetiştirmek temel gayemiz olmalıdır. Her birey, üzerine düşen vazifeleri yaparsa, birilerinin gereğinden fazla fedakârlık göstermesine veya birilerinin zarar görmesine gerek kalmaz.

Sorumluluk duygusu, bilinci her zaman ve herkesi kuşatan bir irade olduğu için yaşamı devam ettirmenin şartlarından biridir, temel ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç her canlının hayatta kalmasını sağlayan hayat-memat merkezli bir bilinçtir. Bu bağlamda bir kıssadan hisse kabilinden olması için aklımda kaldığı kadarıyla yıllar önce dinlediğim bir hikâye paylaşmak istiyorum:

“Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağmen, can sıkıntısından, hayatın yaşanmaya değmez olduğundan yakınan bir prens vardı. Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken o odasına kapanır, sürekli düşünürdü. Oğlunun bu haline hükümdar babası çok üzülüyordu. Bir gün hükümdar ülkesinin en bilge kişisini sarayına çağırtıp ona oğlunun durumunu anlattı ve buna bir çözüm bulmasını istedi. Bunun için bilgeye bir hafta süre verdi. Bir hafta içinde bir çözüm bulamazsa bu durumun hayatına mal olabileceğini de hatırlattı.

Yaşlı bilge birkaç gün düşündü, aklına hiçbir çözüm gelmedi. Bu nedenle canını kurtarmak için ülkeyi terk etmeye karar verdi. Üzgün ve dalgın bir şekilde ülkeyi terk ederken, bir köyün yakınında koyunlarını, keçilerini otlatan küçük yaşta bir çobanla sohbet etti. Küçük çoban yaşlı bilgeye "Amca şu hayvanlara biraz göz kulak oluver de, ben de şu görünen köyden azık alıp geleyim, bugün azık almayı unutmuşum." dedi. Bilge bu teklifi kabul etti.

Bilge, kafası karşılaştığı olaylarla meşgul bir halde hayvanlara göz kulak olurken, bir kuzu kenarında oynamakta olduğu uçurumdan aşağı yuvarlanıverdi. Çobana verdiği sözü tutabilmek için kuzuyu kendisi kurtarmaya karar verdi. Bu amaçla uçurumun dibine indi. Önce kuzuyu sırtına bağladı, sonra tırmanmaya başladı. Birkaç tırmanma başarısızlıkla sonuçlandı. Bilge yılmadı, uğraştı, didindi, zorlandı; ama sonunda kuzuyu yukarı çıkarmayı başardı.

Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek, bunun için de kuzuyu uçurumdan çıkarmak bir süre kafasını öyle meşgul etti ki, kendini bu işe o kadar verdi ki, başından geçmekte olan olayı, canını kurtarabilmek için ülkeyi terk etmekte olduğunu unuttu.

Bu durum onun kafasında bir şimşeğin çakmasına vesile oldu ve şöyle düşündü: "Bir kimse ciddi olarak bir işle meşgul olur, bir girişimde bulunur bunu başarı ile sonuçlandırmak arzusu benliğini tam olarak kaplarsa, o kimse için can sıkıntısı diye bir şey söz konusu olamaz." Bu gerçek, hükümdarın oğlu için de geçerlidir. Bilge, kaçma fikrinden vazgeçip hemen geri döndü ve hükümdarın huzuruna çıkarak şu çözümü sundu: "Efendim, eğer oğlunuzun can sıkıntısından kurtulmasını hayata bağlanmasını istiyorsanız ona bir sorumluluk yükleyin, zaman geçirebileceği bir meşguliyet verin. Can sıkıntısının, yaşamaktan şikâyet etmesinin sebebi başıboşluktur. Oğlunuza yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi, sonucu ne derece ağır olursa, oğlunuz o derece can sıkıntısından kurtulacak, yaşam mücadelesi ve azmi o derece artacaktır.

Sorumluluktan beri duran kişi tembeldir. Unutulmamalı ki kavunun güzeli dibi koklanılarak, gümüşün iyisi zemine sürtülerek anlaşılıyorsa yani bir icraat ile ortaya çıkarılıyorsa varlıkların en şereflisi olan insan da bir iş üstünde anlaşılır demektir.

Bu bağlamda Hz. Peygamber’in durumu çok net olarak belirten Müslim’in Ebû Saîd (radıyallahu anh.)’tan naklettiği bir hadisle yazımızı bitirelim: "İçinizden her kim kötü bir şey görürse, onu eliyle gidersin, buna gücü yetmezse diliyle önlesin, buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzt etsin ki, bu imanın en zayıf noktasıdır."

Mehmet Ali ÖZTÜRKTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Page 34: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

34 Enderun Mektebi

HATTAT FATİH ÖZKAFA İLE RÖPORTAJÖznur Özgür İç: Öncelikle bizi misafir et-tiğiniz için öğrencilerim ve okulum adına teşekkür ederiz. Günümüzde önemli bir sanatı icra ediyorsunuz ve kaybolmaya yüz tutan değerlerimizi gün yüzüne çıkar-tıyorsunuz. Bu anlamda düşüncelerinizden ve bilgilerinizden istifade etmek için sizinle röportaj yapmak istedik. Müsaadeniz olur-sa öğrencilerimiz size birkaç soru soracak.

Fatih Özkafa: Tabi, buyrun.

Ahmet Şamil Süslü: Bize kendinizden bi-raz bahseder misiniz? Fatih Özkafa: 1974 yılında Konya’da doğ-dum. 1992 yılında Selçuk Üniversitesi İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü’nde üni-versite eğitimime başladım. Üniversite 2. Sınıfta yani 1994 yılında Hattat Yrd. Doç. Hüseyin Öksüz Hocamdan hüsn-i hat meşk etmeye başladım. 2002 yılında da sülüs-nesih icâzeti aldım. Daha sonra di-vanî ve celî divanî yazılarını meşk ederek talik derslerini alarak hat sanatını derin-lemesine öğrendim. Diğer yandan 2003 yılında Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Ana Bilim Dalı’nda yük-sek lisans yaparak akademik alanda da çalışmalarıma devam ettim. 2005’te de Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakül-tesi Geleneksel Türk Sanatları Bölümü’ne araştırma görevlisi olarak atandım ve aynı yıl öğretim görevlisi ve bölüm başkan yar-dımcısı oldum.

Benginur Çelik: Hocam, internet sitesinde iktisat mezunu olduğunuz yazıyor. Neden iktisattan hat sanatına yöneldiniz?

Fatih Özkafa: Tabi branş değiştirmek şaka gibi bir şey değil kolay da olmuyor. Bunun için hazırlık sınıfı okuduk. O süre zarfında eksiklerimizi telafi etmek ve yeni branşa alışmak için birçok ilgili kitabı okumak durumunda kaldık ve mümkün olduğunca açığı kapatmaya çalıştık.

Malumunuz ben esasen kamu yönetimi mezunuyum hat sanatına da üniversite ikinci sınıfta başladım. Hat sanatı, zarif ve estetik bir sanattır. Gönlü ve ruhu işleyen bir yanı olmakla birlikte gönül işçiliğinin temel olduğu bir sanat dalıdır. Ve zanne-diyorum ki hat sanatına başlamamda; aile geleneklerimizin veya aile içinde gördüğü-müz sevgi merkezli insanı eğitme meto-dunun etkisi olabilir. Babam çok düzenli tertipli planlı ve bir o kadar anlayışlı, ince düşünceli ve estetik ruha sahip bir insan. Mesela bize bir kez olsun:

“Namaz kılın!” dememiştir; ancak rol mo-del olarak bizlerin namaz kılmasını sağla-mıştır. İşte böyle inançlarıyla inandıklarıy-la ve yaptıklarıyla bir ahenk oluşturan aile eğitimimizin bende oluşturduğu bu hal sa-nırım hat sanatına meyletmemi sağladı.

Fatma Bürde Eken: Hocam konuşmanızda “Hilye-i Şerife” dediniz, Hilye-i Şerifin ne olduğunu bize anlatır mısınız?

Fatih Özkafa: Hilye İslam kültüründe Hz. Peygamber (s.a.v.)'in özelliklerini anlatan levha. Baş tarafında besmele olur kenar kısımlarında Efendimiz’in özellikleri yazı ile anlatılır. Orta kısmında bir ayeti kerime olur ve dört tane halifenin ismi bu hilyenin etrafına yazılır. Klasik usuldeki bu levhalara Hilye-i Şerif denir. Hat sanatında bu formu ilk olarak Hafız Osman'ın bulduğu söylenir. O günden bu güne her hattat yüzlerce hil-ye yazmıştır. Hem hat hem de tezhip açı-sından zor bir iştir. Bizde bir gelenek var. İçerisinde Hilye olan yere hırsızlık, zelzele ve doğal afet gelmez gibi rivayetler var. Eskiden insanlar üzerlerinde bile küçük Hil-ye bulundururlarmış. Hilye böyle bir levha. Ben de kırk tane Hilye-i Şerif üzerinde ça-lıştım. Kırkıncı Hilye-i Şerifi Hüseyin Öksüz hocaya götürdüm benden emanet olarak aldı. Altına icazet metni dediği klasik Arap-ça metnini yazdı. Biz onu tezhiplettik ve duvarımıza astık. O diploma yerine geçi-yor. Ama lisans diploması dört yılda alınır-ken hat diploması yedi sekiz yılda alınıyor. Bu da sadece yazı çeşitlerinden bir ya da ikisine mahsustur. Daha on on iki tane yazı var. Bu yazıların hepsi tek tek meşk edilir-se ancak o zaman onlardan icazet alınabi-lir. Birinden alınan icazetname diğer yazı-lardan icazetname alınmış demek değildir.

Fatma Bürde Eken: Peki hocam sözünü ettiğiniz on iki yazı çeşidinin hepsini öğ-rendiniz mi?

Fatih Özkafa: Biz hepsini meşk ettik. Hala meşk maceramız devam ediyor. Hoca talebe ilişkimiz devam ediyor. Hüseyin Öksüz hocayla da hâlâ çalışıyoruz. İcazet aldıktan bir müddet sonra uluslararası hat yarışması vardı ona katıldık ve sülüs dalın-da ödül aldık. Daha sonra yine Albaraka'nın bir yarışması oldu. Onda da sülüs dalında ödül aldık. Toplamda dört tane uluslararası ödülümüz var.

Ahmet Şamil Süslü: Hocam hat sanatına diğer bir deyişle sabır diyebilir miyiz?

Fatih Özkafa: Birçok şeyden fedakârlık edecek kadar sabır isteyebilir. Fedakarlık etmeden bu işte başarılı olayım dediniz mi olmuyor. Zamanınızın çoğunu bu sanata vermek zorundasınız. Kimi zamanlar sizi; çevrenizden ve arkadaşlarınızdan alabili-yor. Öyle ki zamanınızın kontrolü hat sana-tının elinde oluyor. Hat sanatı ince zarif bir sanat en küçük hatayı kabul etmez ve siz de böyle bir hataya maruz kalmamak için sabırla işinize odaklanırsınız. Yani harfin kıl kadar kalın olması bizim gözümüze batar, yarım milim uzun olması bizi rahatsız eder. Hat sanatı böyle bir sanattır. O bakımdan insan böyle bunlarla uğraştıkça ister iste-mez sabırla incelir, incelmek zorunda kalır.

“Hat sanatı, zarif ve estetik bir sanattır. Hat sanatının

gönlü ve ruhu işleyen bir yanı olmakla birlikte hat, gönül işçiliğinin temel olduğu bir

sanat dalıdır.”

Enderun Soruyor

Page 35: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

35Enderun Mektebi

Said Aydoğan: Hocam, insanın incelmesi hat sanatına bağlı mı diyorsunuz yani?

Fatih Özkafa: Hat olmak zorunda değil. Söylediğim gibi bazı insanlar için hattı meşk etmek, zulüm gibidir. Onun uygun sanatı neyse onu bulmak lazım. Kendi çocuğu-mun da hattat olmasını isterim, ancak zorlamıyorum. Resim yapabiliyor, eli yatkın böyle işlere. Bakalım yavaş yavaş ne çıkacak. Çocukları illa hatta sevk etmek doğru değil, ama bir sanata sevk etmek lazım.Said Aydoğan: Çocuğu terbiye etmek amacıyla ne tür sanatlara veya spor dalına yöneltebi-liriz?

Fatih Özkafa: Başlık çok, alternatif çok. Mesela Mev-levilik tarikatına bakıyorsunuz, dergahta herkes aynı zamanda bir sanat eğitimi alıyordu. Ama illa belli başlı sanatlar değil. Bazıları saat tamiri ile uğraşıyordu mese-la. Eskiden en meşhur saat tamircileri Mevlevi’ydi. Çün-kü o da bir iş, o da bir sanat. Yani çocuklara alternatif sunmak, beğendikleri şeyi yapmalarını sağlamak daha avantajlı olur.

Fatma Bürde Eken: Peki, İstanbul Selatin Camileri Kuşak Yazıları adı altında bir teziniz var. Bu tezde neden camilerin kuşak yazılarına dikkat çektiniz?

Fatih Özkafa: Selatin demek Sultanlar demek. İstanbul'daki padişah camilerinin ku-şak yazıları bizim tez konumuz. İstanbul'da 30'dan fazla Selatin Camii var. Bunların hepsini araştırdık. Bu yazılar da en uzun metrajlı yazılar. Ve burada genellikle Nebe Suresi, Mülk suresi, Fetih Suresinden bazı ayetler veya Fetih Suresinin ta-mamı -dört buçuk sayfası- bir camiye yazılmış. Bu yazılar üzerinde çalışma yaptık. Hat sanatında celi yazı diyoruz bunlara. En meşakkatli yazı grupların-dan birisidir, yazının gelişini mimari olarak gösteren yazıdır. Selatin cami-leri ise İstanbul'da en iyi sanatkârların mimarların görev yaptığı camilerdir. Dolayısıyla onlar üzerinden yazıyı ince-lersek, yazının tarihi gelişimini de iyice anlamış oluruz. Konuyu seçmemizin temel sebebi buydu. Yaklaşık 3-4 yıllık bir süre zarfında bu araştırma tez ola-rak ortaya çıktı.

Said Aydoğan: Hat sanatının ülkemiz-de tavan yaptığı, zirve yaptığı dönem Osmanlı zamanı mıydı?

Fatih Özkafa: 1400 yıldır sürekli iler-leme içerisinde olmuş hat sanatı. Os-manlı'nın ilk dönemlerinde estetik bakımından daha düşük iken, klasik dönemde biraz yükselmiş, son döneminde de en üst noktaya ulaşmış.Ondan sonra hat sanatında 19. asır, 20. asır başları, estetik bakımından en iyi dö-nem. Harf inkılâbından sonra tabi Medresetü'l Hattatî de bir müddet sonra kapa-tılıyor, açılıyor, tekrar kapatılıyor derken hattatların bir kısmı işsiz kalıyor. O dö-nem sanat açısından iyi bir dönem de-ğil, yaklaşık olarak 2000'li yıllara kadar. 2000'den sonra özellikle son 15 yılda yeni bir uyanışa geçti. Çok sayıda hat-tat yetişti. Hatta rağbet arttı. Milletler arası faaliyet arttı. Şu anda her sene bir ya da iki uluslararası yarışma oluyor. Bu yarışmaları çeşitli kurumlar düzenliyor. Sergiler açılıyor. Koleksiyoncu çoğaldı. Ekonomik durumun da biraz iyileşmesi sonucunda halkın sanata olan ilgisi arttı. Dolayısıyla hat sanatı 10 yıldır yeniden yükselişte.

Ahmet Şamil Süslü: Peki hocam ebru ile ilgili bir çalışmanız bir merakınız var mı?

Fatih Özkafa: Ebru ile ilgili bir müddet ders aldım ancak baktım ki hatla birlikte zor olacak onu devam ettirme-dim, ancak ebruyu çok severim. Hatta benim mütevazı bir ebru koleksiyonum bile var. Yazılarımın bir kısmının kenarına ebru yakıştırarak onları tezhip etmişimdir. Tez-hip yerine ebruyu tercih ettiğim oluyor. Ebru sanatı çok zor ve çok güzel bir sanat. Zaten hattın iç içe olduğu birkaç sanat vardır; tezhip, cilt sanatı ebru sanatı hep iç içedir.

Ahmet Şamil Süslü: Hocam, hat çalışmalarınızı biz in-ternetten gördüğümüz kadarıyla inceledik. Peki, hangi konuları işlemeyi seviyorsunuz eserlerinizde?

Fatih Özkafa: Bizde geleneksel olarak en çok yazılan metinler Ayet-i Kerime ve Hadisler üzerine olur. Ondan sonra Kelam-ı Kibarlar, Divan edebiyatından şiirler ge-lir. Bu güne kadar baktığımızda bu dalların her birinde birçok eser vermişizdir. Başta Ayet ve Hadisler olmak üzere Mesnevî’den birçok beyit yazdım. Hatta biz Mes-nevî’yi birkaç yıl önce proje olarak da çalıştık. Konya’da Mevlânâ haftasında sergilendi. Hz. Mevlânâ’dan Divan-ı Kebir ve Mesnevî’den birçok beyit yazıldı, tezhiplendi.

Benginur Çelik: Hat sanatını icra etmek isteyen kişinin hem edebiyata hem de tasav-vufa yakın olması gerekir desek doğru olur mu?

Fatih Özkafa: Bu konuda Hz. Ali (r.a.)’nin bir sözü var. Biz onu öğrencilerimize de ezberletmeye çalışıyoruz. Arapçasıyla, Türkçesiyle. Bizim için çok önemli bir söz. 3

kelimeden ibaret, ama adeta hat sana-tının manifestosudur. Hat hocanın öğ-retmesinde gizlidir ve onun kıvamı çok çalışmaktadır. Devamı ise İslam dini an-lamaktadır. Bu üç temel prensibi yerine getirildiği zaman kişi tam manasıyla hat-tat olabilir. Tabi buna dahil olarak kişinin edebiyata ve tasavvufa yakın olması da önemli biz, Mehmet Zahid Kotku Hoca Efendiye intisap etmiş bir aileyiz. Tasav-vuf da hat sanatının önemli bir yanıdır elbette. Yani sanata ruh vermek istiyor-sak tasavvufla ilgili olmak hoş olur.

Said Aydoğan: Hocam, şöyle bir çıka-rımda bulundum belki yanlış yorumla-mış olabilirim. Hat sanatında şahıs belki çok yeteneklidir ama manevi derinliği yoksa onun meşki meşk değildir.

Fatih Özkafa: Tabi o anlaşılır zaten. Kişi-nin maneviyatı eserine yansır. Bunu içeriden birisi çok rahat çözebilir.

Yani hattatın samimiyeti, maneviyatının güzelliği, ahlakının güzelliği yazısına yansır. Zaten hat sanatında maksat kişiyi kemale eriştirmektir. Yazıyı güzelleştirmek ikinci plandadır. Maneviyata ne kadar yaklaşırsa yazısı o kadar güzelleşir. Hat sanatında esas olan denge ve ahenktir. Bu dengeyi eğer bütün hayatına yansıtmazsa sanatına

da yansıtamaz.

Öznur Özgür İç: Hocam sanat ve sanatçıya dair ne söylemek istersiniz?

Fatih Özkafa: Bu sorunuza Necip Fazıl’ın söz-leriyle cevap vermek istiyorum:“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.”

Said Aydoğan: Hocam kıymetli vaktinizi ayı-rıp bu güzel mekânda bizi ağırladığınız için teşekkür ederiz.

Fatih Özkafa: Estağfurullah. Ben teşekkür ederim.

Osmanlı Sultanları ve Boğaziçi - 2010 - Fatih ÖZKAFA

Page 36: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Sevgili arkadaşım,Biliyorsun ki, bu güne kadar sahip olduğum tek arkadaşım sensin. Bu durumdan memnun olmadığımı düşünme sakın, senin arkadaşlığın benim için çok kıymetli. O yüzden gitmeden önce sana bu satırları yazmak istedim. Sen birçok insandan iyi davranıyorsun bana. Garip yüzümle ve saçsız kafamla dalga geçmiyorsun hiç. Beni olduğum gibi seviyorsun. Diğer çocuklar benimle dalga geçtikleri, birçok kişi bana uzaylıymışım gibi baktıkları zaman bile hep yanımda sen vardın. Hep destek oldun bana.

Gideceğimden bahsettim ama nereye gideceğimi söylemedim değil mi sana? Annemin dediğine göre yakın zamanda başka bir yere gidecekmişim. Biliyor musun benim gideceğim yere cennet diyorlarmış? Cennet, herkesin mutlu olduğu ve hayallere

sığmayacak kadar güzel bir yermiş. Annem orada mutlu olacağımı hem de ağrılarımın geçeceğini söyledi. Ben bunları duyunca çok mutlu oldum, çünkü ağrılarım hiçbir zaman geçmeyecek sanıyordum.

Hatırlıyor musun ilk tanıştığımız günü? Seni bir ağacın altında bulmuştum. Yaralıydın. Benim gibi. Seni eve götürmek için elime aldığım zaman oradan

geçen adamın bana ne dediğini hatırlıyor musun?

“Hey küçük çocuk kör müsün? O bir şahin yavrusu. Sana zarar verir!”

Aklıma geldikçe gülüyorum. Bazen bu büyükler bizlerden daha cahil oluyorlar. Benim boyumdan küçük ve yaralı bir kuş bana nasıl zarar verebilir? Sen bir şahin yavrususun diye miydi bu tepki?

Katil bir adamın çocuğunun suçlanması kadar saçma ve acımasızcaydı bu tepki? Garip bir dünya burası; ama çok şükür ki ben bu dünyadan bin kat daha güzel bir yere gidiyorum. Herkesin mutlu olduğu ve kimsenin beni dışlamayacağı bir yere.

Sen de benimle gelir misin sevgili arkadaşım?

Amine Busem KANBAŞAL/10-B

Derleyen: Fenise GÖREY AL/10-B - Kaynak: Şiir Tahlilleri, Mehmet KAPLAN

36 Enderun Mektebi

Page 37: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

37Enderun Mektebi

ŞİİR Akıncı TürküleriTAHLİLİ

Tuna boylarında sıra SelvilerTan yeli estikçe sessiz ağlarmış;Gül bahçelerinde baykuşlar öter…Şu viranelikler eski bağlarmış!

Namazgâh bir otluk: kalmamış taşı;Çeşmelerden akan: kanlı gözyaşı!Orda biz güzel var, çatılmış kaşı;Ak alnına kara çatkı bağlarmış!

Kırık minareden duyulmaz ezanHep ocaklar sönmüş, devrilmiş kazan.Bir inilti duydum, sandım bir ozan;Sesime ses veren karlı dağlarmış!Fuad KÖPRÜLÜ

Fuad Köprülü’nün bu şiiri Fecr-i Ati ile Milli Edebiyat akımı arasındaki farkı çok iyi belirtir. Aynı şahıs iki ayrı estetiğe göre şiir yazınca, adeta başka bir şahsiyetle karşılaşmış gibi oluyoruz. Aslında değişen şahıs değil, şahsın dışında var olan dil, şekil, konu ve duyuş tarzıdır.

Akıncı Türküleri hecenin en ahenkli vezni olan 6+5 ile yazılmıştır. Bu şekil halk şairlerinin çok sevdikleri koşma tarzına uygundur. Fakat burada kafiyeler yarım değil tamdır. Bundan başka Köprülü, kafiye dışında bazı sesleri tekrarlayarak da şiirini daha ahenkli kılmaya çalışmıştır.

Şiir, halk şiirine nazaran şekil bakımından çok muntazam olduğu gibi, muhteva bakımından değişik ve kuvvetli bir bütünlüğe sahiptir. XIX. uncu Yüzyıl Halk Şairleri de birçok yıkılış ve çöküş şiiri söylemişlerdir. Fakat onlarda bu teferruat zenginliği, resme has tasvir gücü yoktur. Fuad Köprülü, Tuna boylarına yıkılan bir Türk-Müslüman köyünü ve bundan doğan hüznü, karakteristik ayrıntılarıyla vermeye çalışmıştır. Burada göz önüne konulan müşahhas ayrıntılara, bilhassa onları bir araya getiren perspektif ve dokuya Halk şairlerinde pek rastlanılmaz. Bu şiir, ancak Servet-i Fünuncular gibi şiiri resme yaklaştıran estetik bir görüşle yazılabilirdi.Köprülü bu şiiri ile Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati’ nin yapmacık kitabî dilinden Türk halkının günlük diline geçiyor. Sadece lügati değil, cümlesi de değişmiştir. Türkçe’nin bünyesine ve Türk halkının zevkine uymayan ulamalı dolaşık cümlenin yerini kısa, yoğun cümleler almıştır.

Köprülü’nün burada ferdî duygu ve hayallerinde millî ve içtimai konu ve ıstıraplara geçişi de işaret edilmeye değer. Millî Edebiyat akımı, şiirde sadece hece vezni ve sade dili değil, millî ve içtimai konuların da ön plana alınmasını ve şiir vasıtasıyla halka bir kurtuluş ve yeniden diriliş hissinin telkin edilmesini de istiyordu. Ziya Gökalp, şiirlerinde böyle yapmıştı. Fuad Köprülü onun yolundan gitmiş, fakat ondan daha güzel şiirler yazmıştır. Akıncı Türküleri ile Altın Destan, sadece dil ve vezin bakımından değil, çöküş ve kurtuluş temini işlemeleri bakımından da birbirlerine benzerler. Köprülü’nün şiiri, Gökalp’ınkinden daha ahenkli, daha yoğun, daha plastik ve Fecr-i Aticilerin ideal haline getirdikleri “halis şiir” e daha yakındır. O, şiirindeki her şeyi dışardan, başkalarından almış, sadece onları daha iyi kullanmış ve düzenlemiştir.

Köprülü’nün bu şiiri o devrin Balkan bozgunlarına uygun havası ile devre has bir özellik de taşır. Fakat onu değerli kılan Millî Edebiyat akımına uygun, güzel bir şiir oluşudur.

Söğüt dallarında hasta serçelerEski akın destanını heceler

Tuna ağlıyormuş bazı geceler:Göğsünde kefensiz şehitler varmış!

Bozulan bağların üzümü acı;Asi köle kesmiş eski haracı;Yine yedi kral giymişler tacı

Şahin yuvasını kargalar sarmış!

Haydi, eski ozan, al sazı ele,Düşmanlar içine düşsün velvele.

De ki: hor bakmayın bu durgun sele;O, yetmiş bir kavme akın çıkarmış!

Derleyen: Fenise GÖREY AL/10-B - Kaynak: Şiir Tahlilleri, Mehmet KAPLAN

Page 38: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

38 Enderun Mektebi

Bilgi ve bilişim çağında yaşıyoruz. Başarının en önemli kaynağıdır bilgi. Bacon: ”Bilgi güçtür.” der. Başarılı kişiler ömürlerinin yarısını okuyarak geçirmişlerdir. Görülüyor ki hayatta bir yerlere gelebilmek ya da sağlam durabilmek için okumak şarttır.

Voltaire: “ Okuma ruhu yüceltir.” demiş. Çocukları kitaplarla beslemeyen ulusların sonu acıdır, der yine Voltaire. Bilginin gücünü elinde bulundurmak için acı bir gelecekle karşılaşmamak için okumamız ve okutmamız gerekir.

Bir yerde maddi ve manevi açlıklarımızı da gidermektir aslında okumak. Sezai Karakoç’la âşık olup Mona Rosa’yı okumadık mı günlerce ya da sarı saçlarını deli gönlümüze bağlamadık mı Abdurrahim Karakoç gibi? Âşık Veysel olup kucaklamadık mı Anadolu’yu? Yunus olup saf Türkçemizi konuşturmadık mı? Fuzuli gibi, Gevheri gibi, Muhibbi gibi, Avni gibi, Akif gibi…Her hayat yeni bir dünya, her eser yeni bir liman…Bu hayatlar, bu dünya yine ancak okumakla görülebilir.

En büyük kaygılarımızdan biri de dilimizi yozlaşmasıdır. Batı’nın her fırsatta tahrip etmeye çalıştığı dilimizi ancak değerli şair ve yazarlarımızın nadide eserlerini okuyarak koruyabiliriz. Gaspıralı İsmail’in ya da Yusuf Akçura’nın dil üzerine olan fikirlerini yabana atmamak

gerekir. Dilimizi kaybedersek benliğimizi kaybederiz fikri ışığında çocuklarımıza okuma sevgisini aşılamalıyız. Peki bu sevgiyi nasıl aşılarız? Tabi ki büyük edip ve şairlerimizin göz nuru eserleriyle…

Ülkü Tamer’in de dediği gibi ailede kitaplarla ilgilenen biri ya da, bir edebiyatçı varsa sıkıntı yok, çocuk bunlara az çok aşina oluyor.

Ama çocuk ilk defa edebiyat kelimesini okulda duyuyorsa ona edebiyatı sevdirmek sanırım öğretmenin işi. Evet kabul etmek gerekiyor ki edebiyat bir okyanustur. Her detay bir sonrakinin sebebi, her sebep ise başka bir olayın amacı olabiliyor. Bu karmaşanın

içerisinde okyanusun kenarında oturmak yerine az ya da çok içine girip kulaç atmak ve okyanustan keyif almak gerekir.

Bu doğrultuda öğrencilerimize edebiyatın keyifli bir uğraş olduğunu anlatmak, bu okyanusta birkaç kulaç attırmak hatta zaman zaman dalarak en nadide mercan resesiflerini göstermek maksadıyla edebiyatı görsellere döktük. Edebiyatın soyut değil somut bir uğraş olduğunu göstermek için böyle

bir sokak yapmayı tasarladık.

Sonuç olarak ciddi bir öğrenci grubuyla çalışarak “Edebiyat Sokağı” mızı yaptık.

Sokağımız okulumuza hayırlı uğurlu olsun.

Mehmet Fikri TOKTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Page 39: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

YENiİ DUYU ORGANIMIZ:

SOSYAL MEDYAGünümüzde birçok insanın vazgeçilmesi haline gelen sosyal medyanın hem faydalı hem faydasız yanları vardır. Sosyal medyanın faydalı veya faydasız oluşunu kişinin kullanımı belirler. Amaçlar iyiye yönelik olduğunda sosyal medya son derece faydalı bir şekilde kullanılabilir. Ben bu yazıda sosyal medya üzerinden başlatılan bazı yardım kampanyalarından bahsederek sosyal medyanın faydalı bir şekilde kullanımını örneklendirmeye çalışacağım.

İlk olarak “Mecmuacılar Sitesi” adıyla açılan bir twitter hesabından bahsetmek istiyorum. Mecmuacılar Sitesi sosyal medyanın yardım kampanyalarında etkili kullanı-mına güzel bir örnektir. Aslında Mecmuacılar Sitesi oku-mayı seven bir grup gencin oluşturduğu bir topluluktur. Bu topluluk sosyal medya üzerinden farklı tarzda bir yar-dım kampanyası başlatmıştır.

İHH İnsani Yardım Vakfı ve Beşir Derneği gibi sivil top-lum kuruluşlarıyla işbirliği içinde çalışarak sosyal medya üzerinden yardım kampanyaları düzenleniyor. Kampanya dâhilinde adı geçen kuruluşlara SMS yoluyla 5 TL tutarında yardım eden kişilere çekilişe girme hakkı tanınıyor. Çekilişi kazanan kişiler bu kampanyaya sponsor olan dergilerden birine abone olma hakkı kazanıyor. Bu kampanya insanları yardıma teşvik ederken hem de dergilere abone ederek okuma kültürümüze katkıda bulunuyor.

Sosyal medya üzerinden başlatılan yardım kam-panyalarına ikinci bir örnek de iyilikhediyesi.com adlı site. İlk olarak twitter üzerinden başlatılan yardım kampanyası geniş bir kitleye yayıldık-tan sonra iyilikhediyesi.com adlı site açılmıştır. Yetimler merkeze alınarak başlatılan bu yardım kampanyası iyilerin buluşma ve paylaşma plat-formu olma hedefiyle açılan site yoluyla devam ettiriliyor. Sitede yardımseverlerin bağışladığı çeşitli ürünler sergileniyor. Kişi normalde her-hangi bir siteden alacağı ürünü bu siteden al-dığında hem ihtiyacını karşılamış oluyor hem yetimler için bağış yapmış oluyor. Bu site bize yakınlarımıza alacağımız hediyeler konusunda da yardımcı oluyor. Birçok hediyelik eşyanın satışa sunulduğu bu site yoluyla hediyelerimiz istediğimiz adrese teslim ediliyor.

Hayırda ve iyilikte yarışmak için haydi buyurun!

Elif Nur URGAN AL/10-A

39Enderun Mektebi

Page 40: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Teknoloji bizim için hem savaş hem de barış. Önemli olan onun nasıl kullanıldığı. Çünkü teknoloji uçsuz bucaksız bir nehir, üzerinde nasıl ilerleyeceğiniz size bağlı.İster kanoyla kürek çekin, ister gemilerle ilerleyin. Ama sonuçta kaptan siz olmalısınız.

YANIMDAKİ DÜŞMAN

İnsanoğlu var olduğu ilk günlerden beri bir şeyler keşfetmiş, oluşturmuş, yapmış, inşa etmiş ve yıkmıştır. İnsanlar gün gelmiş koca bir şehri yakmış, gün gelmiş imparatorluklar inşa etmiş. Sonuçta bir döngü söz konusu: yapım ve yıkım.

İnsanoğlunun yapıcılığı kendi tabiatında olan hırsı harekete geçiriyor. Bir insan ne kadar elde ederse etsin, ne kadar yaparsa yapsın daha fazlasını istiyor. Zaten savaşlar bu yüzden çıkmıyor mu? Yüzyıllardan beri insanoğlu birbiriyle savaş içinde. M.Ö. 1485’ten itibaren kaynakları esas alan tarihçilerin araştırmalarına göre dünya çapında barış 3500 yılda sadece 230 yıl sürebildi. Yani dünya, kılıçlar kınından çekilmeden veya kurşunlar sıkılmadan son 35 asırda sadece (cinayetler hariç) 84.000 gün barış yüzü görebildi.

Teknolojinin gelişmesiyle savaşlar da değişti. Basit mızrakları, iyi bilenmiş kılıçları, ateşli silahları sonra da savaş makinelerini keşfettik. Teknolojinin gelişmesi bizim için hem olumlu hem de olumsuz sonuçlar doğurdu. Teknoloji gelişti, organ naklini keşfettik, sentetik organlar ürettik hatta ve hatta uzaya gittik. Milyonlarca insanın hayatını kurtardık. Teknoloji gelişti, füzeleri bulduk, tanklar inşa ettik, makineli tüfekler kurduk. On milyonlarcamızı öldürdük. Ve teknoloji yine gelişmeye devam ediyor. Olumlu şeyler olduğu kadar olumsuzlar da olacak. Einstein atomu parçaladı, bunu kullanıp nükleer bombalar yaptık ancak yine bunu kullanıp nükleer santraller keşfettik, nükleer tıbbı ortaya çıkardık. O zaman teknolojinin bir suçu yok. Suç yine bizde, onu kötüye kullanan biz insanlarda.

Yukarıda belirttiğim gibi teknoloji insanlık için hem yararlı hem de zararlı sonuçlar doğurdu.

Bu zararlı sonuçları sadece silahlar, füzeler ve benzer araçlarla sınırlandırmak doğru olmaz. Basit örnek verecek olursak çağımızın en büyük tehlikelerinden biri olan kanser hastalığı teknolojinin bir ürünü. Güzel kokmak için deodorant ürettik sanıyorduk ancak zaman geçti ve öğrendik ki ozon tabakasını delmişiz. Kutupları eritmişiz, küresel ısınmaya sebep olmuşuz, zararlı güneş ışınlarından dolayı kansere sebep olmuşuz. İletişim araçlarını icat ettik, iletişim de sınırlarımızı kaldırdık ama sonra fark ettik ki ceplerimizde taşıdığımız o aletler bizi kullanmaya başlamış. Televizyonu bulduk, her şeyden haberdar olduk ama baktık ki yakınlarımızdan bihaberiz.

Evimizdeki bilgisayarlar, elimizdeki cep telefonları küçük birer savaş aleti haline geldi artık. İnternet sayesinde her şey bize bir “tık” kadar yakın. İyi de kötü de… İnternet sayesinde artık uzaktan ameliyatlar bile yapabiliyoruz. Ancak yine internet sayesinde başkalarının hayatlarını veya kendi hayatımızı mahvedebiliyoruz. Çocuklarımızın o sınırsız dünyasını birilerinin fikirleriyle sınırlandırıyoruz. Çocuklarımızı o aletlerin içine hapsediyor, düşüncelerini onlarla birlikte kilitliyoruz. Nerede, nasıl ve kimlerle vakit geçirdikleri, ne yaptıkları, onlara neler yapıldığı tam bir muamma.

Sonuç olarak, teknoloji bizim için hem savaş hem de barış. Önemli olan onun nasıl kullanıldığı. Çünkü teknoloji uçsuz bucaksız bir nehir, üzerinde nasıl ilerleyeceğiniz size bağlı. İster kanoyla kürek çekin, ister gemilerle ilerleyin. Ama sonuçta kaptan siz olmalısınız.

Ahmet Şamil SÜSLÜFL/10-A

40 Enderun Mektebi

Page 41: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Bu kelimelerim, geç kalmış farkındalıklar aslında,Nefes almaya muhtaç olduğum gibi muhtacım dostlarıma,Kiminin sözüne, kiminin gözüne, kiminin yüreğine,Affedin beni, zamanında bu güzellikleri fark edemedim.

Şimdi hepinizden uzakta, bir başımayım,Varlığınızda hep arzuladığım o yalnızlık, şimdi esaretim,Pişmanlıklarım, hatalarım, eksiklerim ise başımda gardiyan,Tek tesellim, tek ziyaretçim, hatırında kalan tatlı anılarımız.

Aksayarak ilerliyorum artık hayat yolunda,Siz gidince gitti elim, ayağım, yarım kaldım,Ne düştüğümde kaldıranım var artık, ne yaralarımı saranım,Yalnızlık treninde, bir başımayım, kaldım karanlıkta.

Baktığım zaman yoluma ışık tutan gözleriniz yok,Tuttuğum zaman günümü güneş gibi ısıtan elleriniz yok,Sarıldığım zaman bana mutluluğu fısıldayan kalbiniz yok,Aynaya baktığım zaman görmem gereken ben yok.

Eksiğim siz olmadan, eksiğim “biz” olmadan,Gülümsemelerimiz buruk, sevinçlerimiz yarım “biz” olmadan,Hüzünlerimiz boğuk, acılarımız bıçak “biz” olmadan,Nefeslerimiz rüzgâr, gönüllerimiz uçurum “biz” olmadan.

Yalnızlıkla beraber, korkular kaplıyor benliğimi,Unutmak ve unutulmak korkusu,Terk etmek ve terk edilmek korkusu,Dost olmamak ve dostu olmamak korkusu.

Son ayrılık peronunda kalkmadan evvel yalnızlık treni,Birkaç damla gözyaşı ile tamamlıyorum veda sözlerimi,Değerini son durakta fark ettiğim dostlukların mimarları,Ömrümün yegâne hazinesi olduğunuz için teşekkür ederim.

Geç Kalmıs Sözler.

Rana Süheyla Çaglayan FL/12-A

41Enderun Mektebi

Page 42: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

42 Enderun Mektebi

Kitaplık İLK EMİR, HAYAT TARZIM

Günümüz hikâyecilerinden Mustafa Kutlu'nun Mavi Kuş adlı eserinde, otobüsle tren istasyonuna giden insanların yolda başlarından geçen ilginç olaylar anlatılmaktadır. Yolcular trene yetişmek için Deli Kenan'ın sürdüğü Mavi Kuş'a binmek zorunda kalırlar. Bu yolculuk sırasında önlerine birçok engel çıkar ve bu engeller yolcuları zorlar.

Farklı meslek ve karakterdeki yolcuları bir araya getiren bu yolculuk okuyucuyu kimi zaman güldürecek kimi zaman ağlatacaktır. Otobüs istasyona vardığında olayların seyri tamamen değişecektir. Kitabın sonunda herkesi müthiş bir sürpriz beklemektedir.

Sabahattin Ali’nin bu eseri işinden atılan ve yeni bir iş arayan Rasim ismindeki kahramanın arkadaşının yardımıyla yeni bir iş bulmasıyla başlar. Her şey gayet normaldir yalnız Rasim’e tahsis edilen odada Rasim’le beraber çalışacak olan Raif Bey çok sessiz ve içine kapanıktır. Adeta saklı bir kutu olan Raif Bey’in derdini kimse bilmemektedir. Rasim de işe başladığı zamandan beri bu adama karşı sempati duymakta ve çizgili yüzünün arkasındaki hüzünlü hikâyeyi merak etmektedir. Sık sık dertlenip rahatsızlanan Raif Bey’in, son hastalığı çok ağırdır ve hayatının sonunun geldiğini hisseder. Arkasında bir siyah defter ve meraklı gözler bırakıp gidecektir. Siyah defteri

yakmak istese de Rasim’in ısrarlarına dayanamayıp defteri Rasim’e bırakır. Raif Bey belki de yıllar sonra sahip olduğu tek arkadaşının, Rasim’in, derdini öğrenmesine izin verir ve tüm dertlerini döktüğü defteri okumasına müsaade eder. Rasim de, Raif

MAVİ KUŞMustafa Kutlu'nun 2002 yılında yazdığı Mavi Kuş, yazarın başyapıtlarından biridir. Yazar çok akıcı ve anlaşılır bir üslup kullanmakla beraber yabancı kelimelere pek yer vermemiştir. Karakter tahlillerini son derece ustalıkla yapmış, ana karakter Deli Kenan'dan, Doktor Yahya'ya kadar farklı insanların hayatlarını anlatmıştır. Müthiş bir durulukla kitabı sonuna kadar ilmek ilmek işlemiştir. Kitabın ana fikri, insanların amaçlarına ulaşıncaya kadar ellerinden geleni yılmadan yapmasıdır. Kitabın sonunda Mustafa Kutlu’nun, sinemayı ustaca edebiyata uyarlamış olduğunu görürüz. Kitabın sonunda okuyucunun karşılaştığı sürpriz kimi okurları hayretler içinde bırakmış kimi okurları da hayal kırıklığına uğratmıştır.

Merve Hilal DADACIAL/10-E

KÜRK MANTOLU MADONNA

Efendi ile ilgili bu gizemi çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmek için defteri okur ve Raif Bey’in dertleri bir bir meydana çıkar.

Kürk Mantolu Madonna, Türk Edebiyatı’nın öncü yazarlarından biri olan Sabahattin Ali’nin başyapıtlarından biridir. Sabahattin Ali’nin kaleminden çıkan bu roman, yer yer yabancı kelimeler olsa da, akıcı bir üsluba sahiptir. Okuru yeri geldiğinde ağlatacak kadar duygu yüklü olup okuyucunun tekrar tekrar okumak isteyeceği bir romandır. Her sayfasında ayrı bir merak uyandıran eser son derece sürükleyici olmakla birlikte yazıldığı zamandan beri en çok okunan romanlardan biridir. Eserin ana fikri ise Dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamının bile, insanı hayretten hayrete düşürecek müthiş ve karışık bir ruha sahip olmasıdır. Sabahattin Ali’nin 1942’de yazdığı muazzam roman, her ne kadar “teşrin-i evvel”lerde (ocaklarda), “kanun-u sani”lerde (ekimlerde) geçse de, kısacası roman dokusu eski gibi görünse de güncelliğini her daim korumuş bir çok yazara ilham vermiştir.

Merve Hilal DADACIAL/10-E

Page 43: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı

Anadolu’ya İslâm’ı taşıma faaliyeti, Hz. Muhammed (s.a.v.) döneminde Bizans Kralı Herakliyus’a gönderilen mektupla başlamıştı. Anadolu’nun va tan l aş t ı r ı lmas ı n ı n ardından bu topraklara H o r a s a n ’ d a n , S e m e r k a n t ’ t a n , Buhara’dan taşıdıkları hidayet nurlarıyla hepsi birer kandil olup iman tohumlarını saçan gönül erleri, milletin bu topraklarda bir çınar gibi kök salmasında öncü rolü üstlenmişlerdir.

Romanda, Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan’ın Kolonizatör Türk Dervişleri diye adlandırdığı “Anadolu’yu aydınlatan kandiller”, Osmancık’ın, Şeyh Ede Balı’nın, Uruz Derviş ve benzeri karakterlerin canlandırılmasıyla başarılı bir şekilde anlatılmışlardır.

Tarık Buğra, klasik bilgilerin dışına çıkarak oluşturduğu olay örgüsüyle, sembolleştirdiği unsurlarla da ayrıca başarılıdır. Yazar, ruhî ve psikolojik tahliller üzerinde yoğunlaşarak Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki psikolojiyi etkili bir biçimde yansıtmıştır.

Osman Gazi Han’ın Ede Balı ile ilk karşılaşmasıyla başlayan dünyanın büyüklüğü ve küçüklüğü konusundaki arayışı Ede Balı’nın dünyadan ayrılmasıyla tamamlanır. Olayların sonunda Osman Gazi Han, dünyanın bir kişi için neden büyük ya da küçük olduğunu anlar. Artık onun düşündüğü tek şey “Ötelere yol açmak, yön vermek, ötelere giden yollarda daha sonra gelenlerin yol sürmelerini sağlayacak bir konak kurabilmektir.” (s.342)

Roman, dil ve üslûp açısından değerlendirilip, yukarıda bahsettiğimiz unsurlar da göz önünde bulundurulunca zevkle okunabilecek bir eserdir. Eser “Kuruluş” adıyla

sinema filmi olarak yayınlanmıştır, film başarılı olsa da bugünün gelişmiş sinema teknikleriyle yeniden beyaz perdeye aktarılıp yayınlanması genç neslin romanda anlatılan döneme ilgi duyması açısından faydalı olacaktır.

“Anadolu’yu aydınlatan kandiller”in ışığında yol almak dileğiyle…

OSMANCIK

Merve KÜÇÜKTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Page 44: Enderun mektebi dergisi 13. sayısı