T.C. SAKARYA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ELMALILI M. HAMDİ YAZIR’IN “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ” TEFSİRİNDE ULÛMU’L-KUR’ÂN YÜKSEK LİSANS TEZİ Durmuş ESEN Enstitü Anabilim Dalı: Temel İslam Bilimleri Enstitü Bilim Dalı: Tefsir Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr. Yunus EKİN HAZİRAN – 2008
143
Embed
Elmalili m Hamdi Yazir in Hak Dini Kur an Dili Tefsirinde Ulumu l Kur an the Scinces of the Qur an Ulum Al Qur an in m Hamdi Yazir s Book Titled Hak Dini Kur an Dili
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
T.C. SAKARYA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ELMALILI M. HAMDİ YAZIR’IN “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ” TEFSİRİNDE ULÛMU’L-KUR’ÂN
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Durmuş ESEN
Enstitü Anabilim Dalı: Temel İslam Bilimleri
Enstitü Bilim Dalı: Tefsir
Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr. Yunus EKİN
HAZİRAN – 2008
T.C. SAKARYA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ELMALILI M. HAMDİ YAZIR’IN “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ” TEFSİRİNDE ULÛMU’L-KUR’ÂN
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Durmuş ESEN
Enstitü Anabilim Dalı: Temel İslam Bilimleri Enstitü Bilim Dalı: Tefsir
Bu tez …/…/2008 tarihinde aşağıdaki jüri tarafından oybirliği ile kabul edilmiştir. Jüri Başkanı Jüri Üyesi JüriÜyesi Kabul Kabul Kabul Red Red Red Düzeltme Düzeltme Düzeltme
BEYAN
Bu tezin yazılmasında bilimsel ahlak kurallarına uyulduğunu, başkalarının eserlerinden
yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygun olarak atıfta bulunulduğunu,
kullanılan verilerde herhangi bir tahrifat yapılmadığını, tezin herhangi bir kısmının bu
üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez çalışması olarak sunulmadığını
beyan ederim.
Durmuş ESEN
30.04.2008
ÖNSÖZ
İslami ilimler içerisinde önemli bir yere sahip olan Tefsir ilmi, Kur’ân-ı Kerîm’i
Allah Teâlâ’nın muradına uygun bir tarzda açıklamayı hedeflemiş ve bunu
sağlayabilmek için nazil olduğu dönemden bu güne kadar geliştirilen ilmî
disiplinlerden istifade etmiş ve etmeye devam edecektir. Bu ilmî disiplinler ilk
dönemlerde nakille aktarılmaya başlanmışken, tedvin döneminden itibaren zaman
içerisinde çeşitli şekillerde sistemleşerek, telife konu olmuşlardır.
Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik disiplinleri genel anlamda Ulûmu’l-Kur’ân olarak
nitelemek mümkündür. Ulûmu’l-Kur’ân konularını bazı eserler tek tek ele alırken
bazıları ise birden fazla Ulûmu’l-Kur’ân konusunu ihtiva etmektedir. Bazı teliflerde
ise bu konular müstakil başlıklar altında değil de ya eserlerin mukaddime
kısımlarında ya da ayetler tefsir edilirken yeri geldikçe işlenmiştir.
Bu çalışma Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân dili isimli
tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân konularına yaklaşımını incelemek üzere yapılmıştır.
Çalışma esnasında görüşlerine başvurup, düzeltme ve değerlendirmelerinden istifade
ettiğim, tezin her safhasında yönlendirici ve teşvik edici düşünce ve tavsiyelerini
AÜİFD. : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
b. : Bin (İbn)
bkz. : bakınız
bsk. : baskı
by. : basım yeri yok
c. : cilt
çev. : çeviren
DİA. : Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
drg. : Dergisi
EÜİFD. : Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
h. : hicrî
haz. : hazırlayan
Hz. : hazreti
İA. : İslam Ansiklopedisi
İFAV : İlâhiyat Fakültesi Vakfı
ilv. : ilaveli
krş. : karşılaştırınız
m. : miladî
Matb. : matbaası
md. : maddesi
MEB. : Milli Eğitim Bakanlığı
MÜİF. : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
ö. : ölümü
r.a . : radiyallâhü anh
r.anha. : radiyallahü-anha
s.a.s. : sallallâhu aleyhi ve selem
ix
sad. : sadeleştiren
Saü. : Sakarya Üniversitesi
T.D.V. : Türkiye Diyanet Vakfı
terc. : tercüme
thk. : tahkik, tahkik eden
ts. : tarihsiz
Üniv. : üniversitesi
vb. : ve benzeri
vs. : ve saire
yay. : Yayıncılık, yayınevi, yayınları
yy. : yayınevi yok
x
SAÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tez Özeti
Tezin Başlığı: Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’ân Dili” Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân
Tezin Yazarı: Durmuş ESEN Danışman: Yrd. Doç. Dr. Yunus EKİN Kabul Tarihi: 05. Haziran. 2008 Sayfa Sayısı: xi (ön kısım) + 132 (tez) Anabilimdalı: Temel İslam Bilimleri Bilimdalı: Tefsir
Bu çalışma, Ulûmu’l-Kur’ân’a dair eser vermemiş bir müfessirin tefsirinde bu
konulara ne ölçüde yer verdiğini ortaya koymayı ve bu konulardaki görüşlerini
tespit etmeyi hedeflemektedir. Bunun için Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ve
“Hak Dini Kur’ân Dili” adlı tefsiri, Ulûmu’l-Kur’ân açısından incelenmiştir.
Tez, giriş, onu takip eden üç bölüm ve sonuç kısmından oluşmaktadır. Giriş
bölümünde tezin konusu, konunun önemi, tez olarak seçilmesinin sebepleri ve
çalışmada takip edilen metot üzerinde durulmuştur.
Birinci bölümde, Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın hayatı, eserleri ve Hak Dini Kur’ân
Dili adlı tefsiri incelenmiştir.
İkinci bölümde, Ulûmu’l-Kur’ân’ın mahiyeti, kapsamı, tarihi gelişim süreci ve
başlıca Kur’ân ilimleri incelenmiştir.
Üçüncü bölümün ilk ana başlığı altında bugün Tefsir Usûlü eserlerinde Kur’ân
Tarihi kapsamında ele alınan vahiy, Kur’ân’ın inzâli, Kur’ân, sûre, ayet gibi konu
ve kavramlar, ikinci ana başlık altında ise Kur’ân İlimlerinin temel konuları M.
Hamdi Yazır’ın tefsirinden hareketle ele alnınmış, onun sözü edilen konu ve
kavramlara yaklaşımı tespit edilmeye çalışılmıştır.
Sonuç kısmında ise, Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Ulûmu’l-Kur’ân konularına
Sakarya University Insitute of Social Sciences Abstract of Master’s Thesis
Title of the Thesis: The Scinces Of The Qur’an (Ulum Al-Qur’an) In M. Hamdi
Yazır’s Book Titled “Hak Dini Qur’an Dili” Author: Durmuş ESEN Supervisor: Assistant Professor Yunus EKİN Date: 05. June. 2008 Nu. of pages: xi (pre text) + 132 (main body) Department: The Basic Islamic Sciences Subfield: The Exegesis
The aim of this study is to examine the views of a famous exegete of the Qur’an,
Elmalili Muhammad Hamdi Yazir (1978-1942), concerning the so-called ‘the
sciences of the Qur’an (ulum al-Qur’an)’ in his book titled Hak Dini Qur’an Dili.
The thesis is comprised an introduction, three parts and a conclusion part. In
introduction part of the thesis, there are topic of thesis, importance of this topic,
causes of choosing this topic and method of the thesis.
In the first part, we analyzed that life of Elmalılı M. Hamdi Yazır, his studies and
his commentary which named Hak Dini Kur’ân Dili.
In the second part of the thesis, we checked that importance of ‘ulum al-Qur’an’, its
concept, its historical development and basic sciences of Qur’an.
In the first main title of thirth part, we introduced revelation, sending of Qur’an,
Qur’an, sura, verses etc. context of History of Quran which was gotten in procedure
of interpretation. In the second main title of this part, we checked that basic topics
of ‘ulum al-Qur’an’ which is given in commentary of Elmalılı M. Yazır and his
understanding about notions which we said that at the first sentence of this
paragraph.
In the conclusion part, we abstracted that Elmalili Hamdi Yazir’s understanding
about topics of ‘ulum al-Qur’an’.
Keywords: Elmalılı, Ulum al-Qur’an, Qur’an, The Exegesis.
1
GİRİŞ
İnsanları dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmak için indirilen Kur’ân-ı Kerîm’in,
Allah kelâmı olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir
kitap Kur’ân’ın mazhar olduğu ilgi seviyesine erişememiş ve erişemeyecektir. Bu
ilginin göstergesi olarak, nâzil olmaya başladığı dönemden günümüze kadar İslâm
âlimleri, Kur’ân’ı anlamak için çalışmalar yapılmış ve yapmaya da devam edecektir.
Bu çalışmalardan olmak üzere tedvin döneminden itibaren, Kur’ân’ın inzâli, kıraati,
kitabeti, nâsih ve mensûhu, muhkem ve müteşâbihi, i’câzı, tefsiri vb. gibi konularda
eserler telif edilmiştir.
Ulûmu’l-Kur’ân’a dair eserlere bütün olarak bakıldığında Ulûmu’l-Kur’ân konularının
tek tek incelendiği eserler, birkaç konunun bir arada yer aldığı eserler ve bütün Kur’ân
ilimlerini ihtiva etmek maksadıyla yazılmış eserler karşımıza çıkmaktadır. Bunların
yanı sıra bu konular, bazı tefsirler ve tefsir mukaddimelerinde ya da tefsir yazılırken
yeri geldikçe âyetlerin açıklanması sırasında dile getirilmiştir.
Çalışmanın Konusu
Ulûmu’l-Kur’ân konuları günümüzde, bu konuları tek tek inceleyen veya bütün
Ulûmu’l-Kur’ân konularına dair telif edilen eserlerde ve bazı tefsir mukaddimelerinde
araştırılmaktadır. Ancak tefsir mukaddimelerinde bu konulara yoğun olarak
değinmemiş olan müfessirlerin bu konulara ne kadar değindikleri konusunda yeteri
kadar araştırma yapılmış değildir. Bu sebeple biz, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın
Hak Dini Kur’ân Dili adlı eserinde Ulûmu’l-Kur’ân konularına yaklaşımını ve bu
konulara ne kadar yer verdiğini incelemiş bulunuyoruz. Dolayısıyla çalışma konusu
olarak; Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’ân Dili” Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân
belirlenmiştir.
Çalışmanın Önemi
Kur’ân-ı Kerîm insanlara dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak için gönderilmiş ilahi
hidâyet rehberidir. Bu bakımdan onu rehber edinenlerin murad-ı ilahiyi anlayabilmeleri
son derece önemlidir. Genel tanımı ile Ulûmu’l-Kur’ân, Kur’ân’ın anlaşılmasına
yardımcı olan bütün ilimler şeklinde tarif edilmiştir. İşte bu sebeple nâzil olduğu
2
dönemden itibaren insanlar Kur’ân’ı anlamak üzere çeşitli çalışmalar içerisine
girmiştir.
Yukarıda değindiğimiz üzere, Ulûmu’l-Kur’ân konularında telif edilmiş eserler ve bazı
tefsir mukaddimeleri dışında bu türden çalışmaların eksik olduğu aşikârdır. Muasır
dönemde yaşamış ve tefsiriyle döneme damgasını vurmuş, kendisinden sonra yazılmış
eserlere rehberlik etmiş olan Elmalılı’nın Ulûmu’l-Kur’ân anlayışını ortaya koymak
çağın Kur’ân okumalarını anlama adına çok önemlidir. Konu hakkındaki eksikliklerin
giderilmesi için bu tür çalışmaların sayısının artması gereklidir.
Çalışmanın Amacı
Bu çalışma, Kur’ân ilimlerine dair eser vermemiş bir müfessirin, bu konulara ne ölçüde
yer verdiğini ortaya koymayı ve bu konulardaki görüşlerini araştırmayı hedefleyen bir
çalışmadır. Bunun için Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’ân Dili”
adlı eserini çalışma konusu olarak belirlenmiştir.
Çalışmanın Metodu
Bu çalışma, giriş, onu takip eden üç bölüm ve sonuç kısmından oluşmaktadır. Giriş
kısmında konunun önemi, araştırma konusu olarak seçilmesinin nedenleri ve
araştırmada izlenen metot üzerinde durulmuştur.
Birinci bölümde Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın hayatı, eserleri ve Hak Dini Kur’ân dili
tefsiri çeşitli yönleriyle incelenmiştir.
İkinci bölümde Ulûmu’l-Kur’ân kavramının mahiyeti, kapsamı, ortaya çıkışı, gelişim
süreci, Ulûmu’l-Kur’ân konusunda telif edilen bazı eserler ele alınmıştır.
Üçüncü bölüm iki ana başlık altında incelenmiştir. Birinci başlıkta yakın dönemde
ülkemizde yazılan Tefsir Usûlü kitaplarında Kur’ân tarihi başlığı altında yer verilen,
vahiy, Kur’ân’ın inzâli, Kur’ân, sure ve âyet gibi yine Ulûmu’l-Kur’ân’la ilgili bazı
konu ve kavramlar hakkında Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın görüşlerine yer verilmiştir.
İkinci başlık altında ise, yine günümüz Tefsir Usûlü kitaplarında Kur’ân ilimleri ya da
Kur’ân’a dair ilimler başlığı altında incelenen konular hakkında Yazır’ın görüşleri
tespit edilmeye çalışılmıştır. Konular hakkında Elmalılı’nın görüşlerine geçmeden
önce konuların farklı kaynaklarda yapılan tariflerine kısaca yer vermek suretiyle
3
mukayese yapma imkanı hedeflenmiştir.
Sonuç kısmında ise yapılan çalışma özetlenerek ulaşılan neticeler kaydedilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz üzere günümüzde Kur’ân ilimlerine dair yapılan çalışmalar,
genelde konu hakkında yapılan müstakil çalışmalar ve mukaddimelerinde bu konulara
yer veren müfessirlerin eserleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Müstakil olarak Kur’ân
ilimleri için yazılanlar ve mukaddimelerinde bu konuya yer verenlerin dışında kalan
müfessirlerin eserleri hakkında ise yeterince araştırma yapılmış değildir.
Burada şunu belirtmemiz gerekir ki Yazır’ın tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân konularının
bazıları hakkında çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Örneğin Oğuzhan Şemseddin
Yağmur’un “Elmalılı tefsirinde esbâbı nüzûl” yüksek lisans tezi (İzmir 2001), Rıfat
Yıldız’ın, “Elmalılı Hamdi Yazır’ın Nüzül sebepleri değerlendirmesi” (Urfa 2006) adlı
yüksek lisans tezleri bunlardandır. Tek tek bazı konuların incelendiği çalışmalar
yapılmış olsa bile, Elmalılı tefsirinde bütün Kur’ân ilimlerini ihtiva edecek bir çalışma
yapılmış değildir. Bu çalışmada ulaşabildiğimiz ve anlayabildiğimiz ölçüde Elmalılı
tefisirinde Ulûmu’l-Kur’ân konularının tamamı incelenmeye çalışılmıştır.
Dikkatten uzak tutulmaması gereken bir husus da Elmalılı’nın tefsirinde Kur’ân
ilimlerine dair konular için müstakil başlıklar atmamış olmasıdır. Bu konuyu çalışırken
elde ettiğimiz bulguları, Elmalılı’nın âyetleri tefsir ederken yeri geldikçe değindiği
yerlerden tespitle elde edilmiştir.
Çalışmamıza müfessirimiz Elmalılı’yı ve tefsirini çeşitli yönlerden tanıtmak ve
görüşlerini daha anlaşılır kılmak için, hayatı, eserleri ve tefsirinin kısaca tanıtımı ile
başlanmıştır. Çünkü bir kişinin görüşlerini anlayabilmek için o kişinin farklı yönleri ve
yaşadığı dönem hakkında bilgi sahibi olunması gerekmektedir. Örneğin Elmalılı
Kur’ân ilimlerinin başyapıt eseri olarak kabul edilen Zerkeşî’nin el-Burhân adlı eserini,
Suyûtî’nin el-İtkân adlı eserini görmüştür. Yaşadığı dönem itibariyle bu eserlerden
etkilenmemiş olması düşünülemez.
Bunun yanı sıra Ulûmu’l-Kur’ân kavramının ilk ortaya çıkışı, tanımının belirginleşmesi
ve tarihi gelişim süreci hakkında bilgiler verdik. Bunun sebebi de Ulûmu’l-Kur’ân’ın
tarihi gelişim seyri ve dönem içerisinde konu hakkında ortaya konan eserleri bilmemize
yardımcı olmak, dolayısıyla Elmalılıya kadar olan birikime ışık tutmaktır.
4
Kavramın tanımını ve tarihi gelişim süreci hakkında bilgiler verdikten sonra, üçüncü
bölümde, gerek günümüzde gerekse geçmiş dönemde konu ile ilgili eserlerde, bazen
Kur’ân tarihi başlığı altında, bazen de Kur’ân ilimleri ya da Kur’ân’a dair ilimler
başlığı altında incelenen konular kısaca açıklanmıştır. Bu açıklamalardan sonra
müfessirimiz Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın tefsirinde bu konulara yaklaşımı tespit
edilmiştir. Bu yöntem, konular hakkında hem derli toplu bilgi sahibi olmamızı hem de
Elmalılı ile diğerlerini mukayese yapmamızı sağlamıştır. Üçüncü bölümde
müfessirimizin görüşlerini ortaya koyarken günümüzde tefsir usulü kitaplarında takip
edilen sistematiğe uyarak konular iki ana başlık altında incelenmiştir. İlk kısımda
Kur’ân tarihi ile ilgili konulara, ikinci kısımda ise doğrudan Kur’ân ilimleri ihatasında
bulunan konulara yer verilmiştir.
Müfessirimizin konularla alakalı görüşlerini ortaya koyarken, konular hakkında kısmen
sırayla okuyarak kısmen de konular hakkında tefsir usulü ve Kur’ân ilimleri
kitaplarında verilen örnek âyetlerin tefsirlerinden yararlanılmıştır. Bu noktada,
Elmalılı’nın bir konu hakkında bilgi verecekse bunu Mushaf sırasına göre, konuyla
ilgili ilk âyette açıklama yapma prensibinden oldukça istifade edilmiştir. Bununla
birlikte konu hakkında örneklerin zenginleştirilmesi açısından diğer âyetlerin
tefsirlerine bakmak ta ihmal edilmemiştir.
Değindiğimiz konular hakkında verdiğimiz örnek âyet meallerinin, bütünlük olması
açısından, Yazır’ın tefsir kısmına geçmeden verdiği mealler olmasına da özen
gösterilmiştir. Çalışmanın tamamında Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın tefsirinin Eser
Neşriyat tarafından 1979 yılında yapılan baskısından istifade edilmiştir.
Ancak tüm bunları yaparken şunu eklememiz gerekir ki, Elmalılı’nın Kur’ân ilimleri
hakkındaki görüşleri elbette bizim tespit edebildiklerimiz kadar değildir. Bu çalışma
sadece Elmalılı’nın konular hakkındaki genel kanaatlerini ortaya koymayı
amaçlamaktadır. Herhangi bir konuda zikredilmeyen bir örnek varsa bu, verilen diğer
örneklerle benzerlik teşkil etmesinden dolayıdır. Acziyetimizden dolayı dikkatten
kaçırdığımız noktaların hoş görü ile karşılanması ve eksikliklerin giderilmesi için yeni
çalışmalara ışık tutması temennimizdir.
5
BÖLÜM 1: ELMALILI M. HAMDİ YAZIR’IN HAYATI VE
ESERLERİ
1.1. Hayatı
Elmalılı Muhammet Hamdi Yazır, Haziran–1878 yılında Antalya’nın Elmalı İlçesi’nde
dünyaya geldi.1 Babası Şer’iyye Mahkemesi Başkâtibi Numan Efendi, Aydın
medreselerinde okuduktan sonra küçük yaşta Burdur’un Gölhisar Kazası’nın Yazır
Köyü’nden ayrılarak Elmalı’ya gelip, tahsilini orada tamamlamış olan bir zattır.
Büyükbabası Mehmet Efendi, onun babası Bekir Efendi, onun da babası Bedreddin
Efendi olup, bütün aile ilmiye sınıfına mensupturlar.2 Annesi de, Elmalı ulemasından
Esat Efendi’nin kızı Fatma Hanım’dır.3
Kahve ve sigara tiryakisi olan Hamdi Efendi, adları Ahmet Muhtar (1910–1987),
Numan (1916–1931), Fitnat (1911–1946) ve Hamdun (1919–1988) olmak üzere dört
çocuk babasıdır.4
Günümüzde, yazmış olduğu tefsir eseri ile tanınan Hamdi Yazır, yeğeninin ifadesi ile
iri yarı, siyah saçlı, çok heybetli, orta boylu, geniş göğüslü, beyaz tenli, pırıl pırıl kara
gözlü, yakışıklı bir zattı. Elmalılı 27 Mayıs 1942 yılında 64 yaşında kalp
rahatsızlığından vefat etti. Kabri Sahray-ı Cedid Mezarlığı’ndadır.5
1.2. Öğrenim Hayatı
Eğitime önem veren bir aileden gelen Hamdi Yazır ilk eğitimini ailesinden alıp bu
eğitimine Elmalı Köyündeki İptidai Mektebinde ve Rüştiyede devam etti. Hıfzını
ailesinden habersiz bir şekilde, kendi başına gerçekleştirdi. Eğitim yaşamında annesi
1 Paksüt, Fatma, “Merhum Dayım Hamdi Yazır”, Elmalılı M. Hamdi Yazır Sempozyumu (4-6 Eylül
1991), T.D.V. Yayınları, Ankara, 1993, 2; Vakkasoğlu, Vehbi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslam Alimleri, Cihan Yayınları, İstanbul, 1987, 9; Mardin, Ebu’l-Ula, Huzur Dersleri II-III, Mustafa Akgün Matb., İstanbul, 1966, 241.
2 Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, (9 c)., Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul, 1979, Mukaddime, I/8.
3 Paksüt, Elmalılı Sempozyumu, 2; Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, I-II, Bilmen yayınevi, İstanbul, 1974, II/785.
4 Paksüt, Elmalılı Sempozyumu, 18. 5 Paksüt, Elmalılı Sempozyumu, 16; Vakkasoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslam Alimleri, 11; Kara, İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi: Metinler ve Kişiler, (2 c)., ilv. 3.bsk., Kitabevi, İstanbul, 1987, 520.
6
Fatma Hanım’ın etkisi ve desteği çok oldu.6 Hamdi Yazır’ın eğitim hayatı on beş
yaşından sonra İstanbul’da devam etti. Buna vesile olan kişi dayısı Mustafa Sarılardır.
Dayısı ile İstanbul’a gelişleri zor koşullar altında gerçekleşti. Elmalılı İstanbul’a
yerleştikten sonra Küçük Ayasofya Medresesinde ders almaya başladı.7
Eğitimini tek hoca ile yapmak istemeyen Hamdi Yazır medrese medrese, hoca hoca
gezdi ve sonunda Beyazıt Camiindeki Kayserili Hamdi Efendi Hoca’yı seçip eğitim
hayatına burada devam etti. Hoca ve öğrenci ilişkileri iyice gelişen Hamdi Yazır’a
hocası tarafından “Küçük Hamdi” lakabı verildi ve bu isimle anılmaya başlandı. İlimde
çok ileri seviyede olduğu hocaları tarafından fark edilen Küçük Hamdi’ye, eğitim
seviyesine göre dersler verilmeye başlandı.8 Bu dönemden sonra bir taraftan kendisi
ders okumaya devam ederken aynı zamanda da icazet alarak çeşitli alanlarda ders
okutmaya başladı. İlme doymak bilmeyen Hamdi Yazır ilim açlığını öğrenim hayatının
her aşamasında göstererek, ne ders hocalığından, ne de hukuktan vazgeçebildi. Verdiği
çok başarılı bir sınavla 1906 yılında Beyazıt Dersiamı oldu; ardından da Mekteb-i
Nüvab’ı (Hukuk Fakültesi) birincilikle bitirerek bir altın madalya ve beratla
ödüllendirildi. 1905’ten 1908’e kadar Beyazıt ve Şehzade Camii’nde ders okuttu.9
1908 yılında dört kişiden oluşan (baba, anne, kız ve oğlan kardeş) ailesi İstanbul’a geldi
ve yerleşti. 1908 yılı aynı zamanda II. Meşrutiyetin ilanından sonra kurulan Meclis-i
Mebusan’a Hamdi Yazır’ın Antalya Mebusu (milletvekili) seçildiği yıldır. Bu yılın
sonunda Elmalılı, evlendi ve eğitim hayatını hiç ara vermeden hem hocalık hem de
öğrencilik yaparak devam ettirdi.10
Arapçayı çok iyi bilen Elmalılı, o zamanın ilim dili olan Arapça ile yetinmeyerek, şiir
dili kabul edilen Farsçayı da öğrendi.11 Ayrıca Kur’ân tilavetinin önemine değer verip
Kur’ân’ın kıraati ve diğer çeşitli nedenlerden dolayı müzikle ilgilenmeyi zorunlu gördü 6 Paksüt, Elmalılı Sempozyumu., 2; Subaşı, Hüsrev, “H. Efendi ve Hat Sanatındaki Yeri”, Elmalılı M.
Hamdi Yazır Sempozyumu (4-6 Eylül 1991), T.D.V. Yayınları, Ankara, 1993, 318; Mardin, Huzur Dersleri, 242
7 Paksüt, Elmalılı Sempozyumu, 3; Yavuz, Yusuf Şevki, DİA., “Elmalılı Muhammed Hamdi” md., XI/57. Vakkasoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslam Alimleri, 10.
1. Mantık-ı İstindâci ve İstikrâi. İngiliz filozofu Alexandre Bain’in “ Logigue
Deductive” adı ile Fransızca’ya çevrilmiş eserinden yapılan tercümedir. Süleymaniye
Medresesinde ders notu olarak verilmiş ancak basılmamıştır.37
2. Hüccetü’l-Lâhi’l-Bâliğa tercümesi.38
3. Usûl-ü Fıkha dair bir eser.39
4. Yarım vaziyette bir hukuk kamusu.40
5. Bir kısmı eksik divanı41.
1.5.4. Elmalılı’nın Görüşleri Ve Tefsiri Hakkında Yapılan Bazı Çalışmalar
Yeni bir dönem başlangıcında önemli bir konuma sahip olan Hamdi Yazır’ın görüşleri,
döneminden günümüze kadar ilgi çeken bir alan olmuştur. Elmalılı Hamdi Yazır’ın
görüşleri ve tefsiri hakkında yapılan çalışmalardan bazıları şunlardır:
“Elmalılı M. Hamdi Yazır Sempozyumu” (4-6 Eylül 1991), T.D.V. yay., Ankara,
199342
Fahri Gökcan, “Commantaire du Coran par Elmalılı”, Université de Paris, Paris, 1970.
İsmet Ersöz, “Elmalılı Hamdi Yazır ve Hak Dini Kur’ân Dili”, Selçuk Üniversitesi,
Konya, 1985.43
Tahsin Görgün, “Hamdi Yazır’ın Görüşleri ve İlim Felsefesi”, Ankara Üniversitesi,
Ankara, 1984.
Ünal Üneş, “Hak Dini Kur’ân Dili Tefsirinde Tabii İlimlerin Yeri”, Atatürk 36 Elmalılı M. Hamdi Yazır: Makaleler I-II, Kitabevi, İstanbul, 1998; Ayrıca bkz, Yazıcı, Nesimi,
“Muhammed Hamdi Yazır’ın Basın Hayatı ve Yazarlığı”, Elmalılı M. Hamdi Yazır Sempozyumu (4-6 Eylül 1991), T.D.V. Yayınları, Ankara, 1993, 25-32.
olarak basılmıştır. 43 Özel, Mustafa, “Hak Dini Kur’an Dili Üzerine Yapılan Akademik Çalışmalar”, İslami Araştırmalar
Dergisi, c:14, sy:1, 2001, 145.
12
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Erzurum, 1984.
Mustafa Özel, “Elmalılı ve Mevdudi’nin Tefsirlerine Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım”,
Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir, 1999.
Coşkun Dikbıyık, “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Felsefî Yönü ve Tefsirindeki Felsefî
Unsurlar”, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 1986.
İbrahim Gürses, “Elmalılı Tefsiri’nde Psikoloji Konuları”, Uludağ Üniversitesi, Bursa,
1990.44
Yasin Çırçır, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Peygamberlikle İlgili Görüşleri”,
Uludağ Üniversitesi, Bursa, 1995.
Alaattin Dikmen, “Elmalılı Tefsirindeki Sosyolojik Yaklaşımlar”, Uludağ Üniversitesi,
Bursa, 1995.
Nurettin Başyiğit, “Elmalılıda İlmi Tefsir”, Uludağ Üniversitesi, Bursa, 1996.45
Hüseyin Kurt, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Felsefi Düşüncesi”, Ankara
Üniversitesi, Ankara, 1996.
İkram Demirel, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Ahiret Hayatı Hakkındaki
Görüşleri”, Uludağ Üniversitesi, Bursa, 1997.
Abdulhamit Sinanoğlu, “Elmalılı M. Hamdi Yazır Tefsirinde Allah ve Alem”, Yüzüncü
Yıl Üniversitesi, Van.
Hatice Özsaraç, “Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Tasavvuf Anlayışı”, Ankara Üniversitesi,
Ankara, 1997.46
Sabri Yılmaz, “Elmalılı Tefsirinde Kader Problemi”, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir,
1997.
İlhan Güneş, “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın İsbât-ı Vacip Konusundaki Görüşleri”,
Uludağ Üniversitesi, Bursa.47
44 Özel, “Hak Dini Kur’an Dili Üzerine Yapılan Akademik Çalışmalar”, 146. 45 Özel, “Hak Dini Kur’an Dili Üzerine Yapılan Akademik Çalışmalar”, 147. 46 Özel, “Hak Dini Kur’an Dili Üzerine Yapılan Akademik Çalışmalar”, 148. 47 Özel, “Hak Dini Kur’an Dili Üzerine Yapılan Akademik Çalışmalar”, 149.
13
Fatma Satılış, “Hak Dini Kur’ân Dili’nde Felsefî Unsurlar”, Uludağ Üniversitesi,
Bursa, 2000.
Kemal Göz, “Düşünce Tarihimizde Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır”, Süleyman
Demirel Üniversitesi, Isparta, 1998.
Mehmet S. Aydın, “Elmalılı’da Teceddüt Fikri”, Din Öğretimi Dergisi, 1992.
Ali Yılmaz, “Elmalılı Hamdi Yazır’ın Türkçesi”, Din Öğretimi Dergisi, 1992.
Halis Albayrak, “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Tefsir Anlayışı”, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1993.
Ahmet Nedim Serinsu, “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Fransızcayı Öğrenmesi Hakkında
Bir Hatıra”, Diyanet Dergisi, XXXI/2, 1995,
Suat Yıldırım, “Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Tefsiri”, Yeni Ümit Dergisi, III/20, 1993.
Nevzat Yaşar Aşıkoğlu, “M. Hamdi Yazır’ın Terbiye Anlayışı ve Eserlerine Eğitimci
1.5.5. Hak Dini Kur’ân Dili Tefsiri ve Bazı Özellikleri
Kur’ân-ı Kerîm nâzil olduğu andan günümüze kadar anlaşılmaya çalışılmış, üzerinde
çokça araştırmalar yapılmış ve hâlâ da bu çalışmaların devam ettiği son ilahi kelâmdır.
İslâmiyet’i kabul edip dilleri Arapça olmayanlar tarafından da hem mealleri hem de
tefsirleri yapılmış; hâlâ da yapılmaktadır. Aynı şekilde İslâmiyet’i kabul eden Türkler
tarafından da Kur’ân üzerinde çalışmalar yapılmıştır. Kur’ân, Türkçe’ye
Samanoğullarından Mansur bin Nuh devrinde (h. 354/m. 956) tarihinde bir ilim
topluluğu tarafından tercüme edilmiştir. O zamandan beri de Uygur, Arap ve Latin
harfleri ile çeşitli tercüme ve tefsirler yazılmıştır. Türk âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’in 48 Sülün, Murat-Çelik, Ömer, Türkiye Kur’an Makaleleri Bibliyografyası, MÜİF. Vakfı Yay., İstanbul,
1999, 72
14
tefsiri hususunda büyük hizmetlerde bulunmuşlardır, fakat yazdıkları tefsirlerin en
önemli kısmı Arapçadır.49
Tefsir, Kur’ân için her zaman ihtiyaç duyulan alanlardan biridir. Elmalılı’yı da tefsir
yazmaya sürükleyen en önemli neden yaşamış olduğu dönem ve bu dönemin insanlarda
yol açtığı problemlerdir.50 Cumhuriyetin ilanından hemen sonra piyasaya çıkan Kur’ân
çevrilerinin hatalarla dolu olması sebebiyle bu işin daha ciddi olarak yapılması ve
devletin Kur’ân’ın tercümesi meselesine el atması yönünde görüşler ortaya çıkmış ve
bir süre sonra bu konuda genel bir kanaat oluşmuştu. 1925 yılında Diyanet İşleri
Reisliğinin bütçe müzakerelerinde elli imzalı bir önerge sunulmuş ve bu işe 20.000
liralık bir tahsisat verilmesi karara bağlanmıştı. Böylece, Ahmet Hamdi Akseki’nin
özel gayretleriyle Kur’ân’ın tercümesi Mehmet Akif’e, tefsir kısmının yazımı ise
Elmalılı Hamdi Yazır’a havale edildi.51
Yazır, Tefsirine başlamadan önce Mısırlı Prens Abbas Hâlim Paşa’nın teşvikiyle büyük
bir İslâm Hukuku Kamusu ile meşgul oldu. Bu eserle birkaç sene meşgul olduktan
sonra yarıda bırakarak kendisine verilen Türkçe tefsir görevini anlaşma dâhilinde
verilen süre içinde yazmaya başladı.52 Bunu kendisi şöyle ifade etmektedir:
“Kur’ânı anlamayan da tercümesine dolanır. Bundan dolayı memleketimizde Kur’ân-ı Kerîm tercemesi namiyle şöyle böyle bazı neşriyat görüldü ki, öyle ki içlerinde aslından değil de yabancı tercümanlardan terceme edilenler bulundu.... Buna karşı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Diyanet İşleri Riyasetine bir vazife tahmil edilmişti. Bunun üzerine bir teveccüh eseri olarak benden tefsir ve terceme yazmam istendi.”53
Eser, Diyanet İşleri Riyaset bütçesinden ayrılan tahsilâtla on iki yıllık (1926–1938) bir
çalışma ile tamamlanmış, 1935–1939 tarihlerinde 9 cilt ve 10 bin takım olarak
Ebuzziya Matbaasında İstanbul’da basılmış, 2000 takımı müellife verilirken geri kalanı
ücretsiz olarak dağıtılmıştır. Eserin 2. baskısı ofset olarak İstanbul–1960 ve İstanbul–
1971 tarihlerinde yapılmıştır. Üçüncü baskısı (1979) esas alınarak Suat Yıldırım
başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan bir fihrist esere onuncu cilt olarak ilave
edilmiştir (İstanbul–1982). Eser Türk dilindeki hızlı değişim sebebiyle daha iyi
49 Ersöz, Elmalılı Sempozyumu, 169 50 Bilgin, Mustafa, DİA., “Hak Dini Kur’an Dili” md., XV/153 51 Cündioğlu, Dücane, Kur’an, Dil ve Siyaset Üzerine Söyleşiler, Kitabevi, İstanbul, 1998, 123; Ersöz,
Elmalılı Sempozyumu, 169-177; Albayrak İsmail, Klasik Modernizm, 158-160. 52 Albayrak İsmail, Klasik Modernizm, 166. 53 Elmalılı, Mukaddime, I/8.
15
anlaşılmasını sağlanmak amacıyla İsmail Karaçam, Emin Işık, Nusrettin Bolelli,
Abdullah Yücel, Muhsin Demirci ve İbrahim Tüfekçi’den oluşan bir grup tarafından
sadeleştirilmiştir. Ayrıca eserin başka sadeleştirmeleri de mevcuttur.54
Elmalılı’nın tefsir anlayışı, temel noktalarda geleneksel Kur’ân tefsiri yazan
müfessirlerin anlayışıyla büyük bir benzerlik göstermektedir. Örneğin Mehmet Paçacı
Elmalılı tefsiri hakkında “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın tefsiri, neredeyse Râzî tefsirinin
çağdaş bir versiyonu gibidir” demektedir.55 Ancak bu onun önceki müfessirlerden
ayrılan yönlerinin olmadığını göstermez. Yazır’ın almış olduğu eğitim, içinde yaşamış
olduğu kültür, o dönemin siyasi, sosyal, ekonomik, ilmi ve felsefi açıdan taşıdığı
özellikler itibariyle önceki müfessirlerden çok daha farklı bir dünyanın insanı olduğu
açıktır. Bu gerçek, doğal olarak Elmalılıya, Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada yeni bir
bakış açısı kazandırmıştır. Ayrıca özellikle batı felsefesini yakından tanıması, onun
kendinden önceki müfessirlerden farklı bir bakış açısı yakalaması neticesini vermiştir.56
Tefsirine mukaddime ile giriş yapan57 Elmalılı, ilk önce güzel bir dua ile bunu süsleyip
sonra da aile nesebini belirtmek suretiyle mukaddimesine devam etmektedir.
Kur’ân tercümesi etrafında yapılan yayınları ve özelliklerini belirtip, eserini yazmaya
vesile olan olayları özetlemiştir. Tercüme ve tercümenin özellikleri, zorluğu, Kur’ân
nazmı gibi konular hakkında bilgi verip Kur’ân’ın edebi parıltılarına işaret, O’nun
Allah’tan başka kimse tarafından dokunulamayacak “ilâhi bir kumaş” olduğuna temas
etmiştir. Kur’ân’dan bahsetmek isteyenlerin “hiç olmazsa harekesiz olarak yüzünden
okuyabilmeleri”58 şartını koymuştur. Kur’ân’ın üslûbundan, ifade ve ibarelerinin
güzelliklerinden bahsettikten sonra59 bazı tercüme örnekleri vermiştir. Nasıl bir
tercüme yaptığını şöyle özetlenebilir:
Arapça kuralları ilgilendiren kelimelerle ilgili tahliller azdır. Kelimelerden çok
mananın tefsirine çalışılmıştır. Âyetler ve sureler arasındaki münasebet konusunda
54 Bilgin, DİA., XV/153-163. 55 Paçacı, Memet, “Oryantalizm ve Çağdaş İslamcı Söylem”, İslamiyât, IV, (2001), sayı:4, 99. 56 Yavuz, DİA., XI/159; Albayrak, İsmail, Klasik Modernizm, 171; Albayrak, Halis, “Elmalılı M. Hamdi
Yazır’ın Tefsir Anlayışı” Elmalılı M. Hamdi Yazır Sempozyumu (4-6 Eylül 1991), T.D.V. Yayınları, Ankara, 1993, 154.
örnekler vererek Kur’ân’ın i’câz özelliklerinden birini ortaya koymuştur. Âyetlerin
nüzûl sebeplerine, nesh konusuna, bazen öğüt ve ahlâka, îman ve amelî konulara, ve
akâma dair açıklamalarda bulunmuştur. Zamanımızı ilgilendiren ilimler ve sanatlar,
hikmet ve felsefe ile ilgili bilgiler ve daha birçok konuda bilgiler vermiştir.60
Elmalılı’nın eserine baktığımızda meâlin sade ve vecîz olduğu görülür. Aslı Arapça ve
Farsça olsa da dilimizin öz malı olmuş kelime ve terkipleri olduğu gibi kullanmıştır.
Herkesin bilip-kullandığı varken, başkasını tercih etmemiştir. Yerine göre nassın asıl
manasından uzaklaşmamak için Arapça ve Farsça kelimeleri aynen kullanmış, “sıratı
müstakim yerine doğru yol” ifadesinden de anlaşıldığı üzere aynen iktibas edip, sonra
açıklamada bulunmuştur. Uygun düşmüş ve gerekli olmuşsa batı dillerinden özellikle
Fransızca’dan nakillerde bulunmuştur.61
Bu açıklamalardan sonra Diyanet ile yapmış olduğu anlaşmaya dayanarak tefsirini
yazış tarzını şöyle sıralamıştır:
“Âyet yazılır, âyetin meâli şerifi verilir, âyet veya âyeti Kerîmelerin izah ve tefsirine geçilir ki bunda da dikkat edilecek hususlar şunlardır: Münâsebet, sebebi nüzûl, kıraat ilmi, yerine göre terkip ve kelimelerin dildeki açıklamaları, itikatta Ehli Sünnet, amelde Hanefî mezhebi dikkate alınarak âyetlerin hükümleri ve alâkadar oldukları konuları içererek başka âyetlerle irtibat kurularak açıklanması, yabancı müelliflerin yanlış anlamalarına cevaplar, mukaddime ve Kur’ân ve Kur’ân’la ilgili bazı konuların açıklanması.”62
Yazır tefsirini nasıl yazacağını açıkladıktan sonra eserinin herhangi bir Arapça eserinin
tercümesini olmadığını belirtmiştir. Kur’ân’ı tefsir ederken birinci esas olarak,
Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri, ikinci esas olarak Kur’ân’ın hadislerle tefsirine öncelik
verdiğini beyan etmiştir. Üçüncü esas olarak da Sahabe Tabiûn’un kavillerinin
geldiğini söylemektedir. Ancak bu kavillerin hadis mi yoksa te’vil mi oldukları
konusunda ihtiyatlı davranmaktadır. Bu ihtiyatın sebebi, Sahabe veya Tabiûn’dan gelen
rivâyetin Peygamber efendimize ait olup olmaması yönüyledir. Elmalılı’nın tefsirini
yazarken takip ettiği dördüncü esas ise, bu üç esastan sonra Arapça, şer’î ilimler ve akıl
Tefsirini ilmi bir tertip üzere oluşturan Elmalılı bu arada ilmi çalışmalara uygun şekilde
yararlandığı kaynakları da belirtmiştir:
“Ebussuûd, Kadı, Keşşaf, Fahri Razi’nin Tefsir-i Kebir’i, Cessas Ebu Bekri Razi’nin Ahkâm’ı, Ebu Hayyan’ın Bahri Muhit’i, İbni Cerir’in Tefsir-i Kebir’i, Tefsir-i Nisaburi, Alusi’nin Tefsir-i Kebir’i; hadisten Kütübi Sitte, İbnü’l-Esîr’in en-Nihaye’si daima yanımda bulunan kaynaklardır. Bunlardan başka gerektiğinde İstanbul kütüphanelerinde bulunan birçok tefsire ve diğer ilimler ve sanatlarla ilgili kitaplara da başvurulmuştur.”64
Tefsirinin bir başka özelliği, birçok müfessir gibi sadece nakletmekle yetinmeyip,
yerine göre nakiller arasında tercih yapması, yanlış bulduklarını tenkit edip ve bazı
konularda kendi görüşlerini açıkça ortaya koymuş olmasıdır.65
Doktora tezi, Saü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001, 47. 81 Zerkânî, el-Menâhil, I/27; Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-
Aydın, Atik, Taberî’nin Kur’ân’ı Yorumlama Yönetimi, Ankara Okulu yayınları, Ankara, 2005, 86-88; Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 56.
125 Baş, Kur’ân ve Tefsir Araştırmaları III, 40. 126 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 15. 127 Baş, Kur’ân ve Tefsir Araştırmaları III, 40-41; Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı
Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 57.
30
2.2.7. Hicrî V. Asırda Ulûmu’l-Kur’ân
Hicrî beşinci asırda ise Kur’ân ilimlerinin çeşitli dallarında birçok eser telif edilmiştir.
Bunlardan bazıları tek bir Kur’ân ilmine münhasıran telif edilmiş, diğer bazıları ise
birkaç farklı ilim dalını bir araya toplamak üzere telif edilen eserlerdir. Bu dönemde
belirli konularda Kur’ân ilmini içeren telifler içinde; Ali b. İbrahim b. Saîd el-Hûfî (ö.
430/1038)’nin “İ’râbü’l-Kur’ân” adlı eseri, el-Mâverdî (ö. 450/1058)’nin “Emsâlü’l-
Kur’ân” adlı eseri, el-Vâhidî (ö. 468/1075)’nin “Esbâbü’n-Nüzûl” adlı eseri ve Ebu’l-
Kâsım Abdullah İbn Nakıya (ö. 485/1092)’nın “el-Cümân fî Teşbîhati’l-Kur’ân” adlı
eserlerini kaydedebiliriz.128
Yukarıda verdiğimiz eserler dışında bu dönemde daha birçok eser telif edilmiştir.
Bunlardan birisi, Ali b. İbrahim b. Saîd el-Hûfî’nin “el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı
eseredir. Mısır’daki Havf veya Hûf bölgesine nispet edilerek Havfî veya Hûfî diye
tanınan Ali b. İbrahim, Arap dili, grameri ve tefsirde uzmanlaşmıştır.129 Adı geçen eser,
müellifin tefsirle ilgili en büyük eseri olup, aslında 30 cilt olduğu halde ancak 15 cildi
muhafaza edilebilmiştir. Eser bir tefsir olmakla birlikte, bazı Kur’ân ilimlerini de
içermektedir. Eserde ğarîbü’l-Kur’ân, i’râbü’l-Kur’ân, vakf, ibtida, kıraat, esbabu’n-
nüzûl, nesh vs. konulara yer verilmiştir. Ancak bu konular peş peşe tertipli bir şekilde
değil de, Kur’ân âyetleri tefsir edilirken, uygun görülen yerlerde izah edilmiştir.130
Hicrî beşinci asırda telif edilen bir başka eser de, Kurtuba’da doğup orada ilim tahsil
eden bir tefsir âlimi olarak bilinen Ebû Davud Süleyman b. Necah (ö. 496/1103)’ın “el-
Beyânü’l-Câmî li Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eseridir.131 Ziriklî’nin verdiği bilgilere göre bu
eser 330 farklı bölümü ihtiva etmekte ve bu haliyle Ulûmu’l-Kur’ân kaynakları
arasında sayılmaktadır. Ayrıca aynı müellifin “et-Tibyân li Hacâi’t-Tenzîl” adlı eseri de
Kur’ân ilimleri ile ilgili eserlerden sayılmaktadır.132
128 Çelik, Ömer, Kur’ân ve Tefsir Araştırmaları III Tartışmalı İlmî Toplantı 14-15 ekim 2000, “Kur’ân İlimlerinin Doğuşu ve Tarihi Gelişimi”, Ensar Neşriyat, İstanbul 2002, 53-54.
129 Ziriklî, Hayreddin, A’lâm, Beyrut, 1963 [y.y.], V/53; Taşköprüzade, Ahmed b. Mustafa, Miftahu’s-Saâde ve Mesâbîhu’s-Sıyâde Mevdûâti’l-Ulûm, Kahire, 1968, I/438.
130 Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 57; krş. Zerkânî, el-Menâhîl, I/35; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 18-19.
A’lâmi fi’l-Kur’âni’l-Kerîm” adlı eseri, Ebû Ca’fer Ahmed b. Ali İbnü’l-Bâziş (ö.
540/1145)’in “el-İkna’ fi’l-Kırââti’s-Seb’a” adlı eseri zikredebiliriz.133
Telif edilen eserler içinde Kur’ân ilimlerine dair bilgiler veren eserlerden ilki bir tefsir
mukaddimesi niteliğinde olan Râgıp el-Isfahânî’nin, “Mukaddimetü’t-Tefsîr” adlı
çalışmasıdır. Bu eserde Kur’ân ilimleri 23 başlık altında incelenmiş olup, müşterek
lafzın özellikleri, muhatabın anlamasına engel olan durumlar, Kur’ân’ın içerdiği kelâm
türleri, tefsir ve te’vîl arasındaki fark, hakikat-mecaz, umum-husus, nesh, nesh ile
tahsis arasındaki fark, Kur’ân’ın i’câzı gibi daha birçok konuda bilgiler mevcuttur.134
Endülüs’lü âlim Abdulhak b. Ebû Bekir b. Abdülmelik İbn Atıyye (ö. 543/1148)’nin
“el-Muharraru’l-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz” adlı tefsirine yazdığı mukaddimesi ise
Kur’ân’a dair bilgileri, Kur’ân’ın tefsiri, Kur’ân’ın cem’i, dili ve i’câzı ile alakalı
bilgiler vermekte olup, 45 sayfadan oluşmuştur.135
Ayrıca bu dönemde, Hüseyin b. Mes’ûd el-Beğavî (ö. 516/1122) ve Ebû Ali Fâdıl b.
Hasan et-Tabressî (ö. 548/1153)’nin tefsirlerinin mukaddimelerinde Kur’ân ilimlerine
dair konulara yer verdikleri ortaya çıkmaktadır. El-Beğavî “Me’âlimu’t-Tenzîl” adlı
tefsirine yazdığı 8 sayfalık mukaddimesinde, Kur’ân’ın talîm ve tilavetinin faziletleri,
Kur’ân’ı kendi reyine göre tefsir etmekle ilgili daha çok rivâyet ağırlıklı kısa bilgiler
vermektedir. Et-Tabressî ise, “Mecma’u’l-Beyân”’ın mukaddimesinde, Kur’ân’ın
faziletleri ve bazı özellikleri, Kur’ân âyetlerinin sayısı, bunu bilmenin faydaları, meşhur 133 Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 58; Çelik, Kur’ân
ve Tefsir Araştırmaları III, 55-56. 134 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 19-21; Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı
Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 58; Çelik, Kur’ân ve Tefsir Araştırmaları III, 55. 135 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 22; Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı
Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 58.
32
kurrâ ve rivâyetleri konularına değinmiştir. Ayrıca tefsir ve tevil kelimelerinin
manaları, Kur’ân’ın isimleri ve bunların manaları, i’câz, kıraat, Kur’ân’ın cem’i ve
tertibi, nesh, Kur’ân ehlinin faziletleri, Kur’ân okuyanın lafızları düzgün telaffuz etmesi
ve sesini güzelleştirmesi konularını kendine has üslûbuyla kısa ve özlü bir şekilde
işlemektedir.136
Bu dönemde telif edilen eserlerden biri de İbnü’ül-Cevzî adıyla maruf, Bağdatlı
müfessir, Cemalüddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali (ö. 597/1201)’nin “Fünûnu’l-
Efnân fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eseridir. Suyûtî bu eserin kendinden sonra konu ile
Fedâili’s-Süver” adlı eserleri, Ahmed b. Muhammed el-Kastalânî (ö. 923/1517)’nin
“Letâifü’l-İşârât li Fünûni’l-Kırâât” adlı eseri, Hamza b. Abdullah en-Nâşirî (ö.
926/1520)’nin “Ğarîbü’l-Kur’ân” adlı eseri ve İbn Kemal Paşa (ö. 940/1533)’nın
“Risâle fî Beyâni Mes’eleti Halkı’l-Kur’ân” adlı eserleri sayabiliriz.170
168 Bu eserin değişik kütüphanelerde yazma nüshaları bulunmakla birlikte, İsmail Cerrahaoğlu tarafından
tercüme ve notlarla birlikte 1974 yılında Ankara’da neşredilmiştir. 169 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 39-41; Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı
Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 68; Çelik, Kur’ân ve Tefsir Araştırmaları III, 58. 170 Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 69.
40
Ulûmu’l-Kur’ân eserlerinden onuncu asra damgasını vuran asıl eser ise Celâleddin es-
Suyûtî’nin “el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eseridir.171
Bu eserde Ulûmu’l-Kur’ân konuları 80 bölüm halinde incelenmiştir. Birinci ciltte,
Mekkî- Medenî, hadarî-seferî, leylî-neharî, sayfî-şitaî, firaşî-nevmî, arzî-semaî, ilk nâzil
olanlar, son nâzil olanlar, nüzûl sebepleri, sahabeden bazılarının konuşması üzerine
nâzil olanlar, nüzûlü tekrar edenler, aytleri ayrı ayrı ve bütün olarak nâzil olan sureler,
melek refakatinde ya da münferit nâzil olan âyetler, bazı peygamberlere inen âyetlerle
sadece peygamber efendimize nâzil olan âyetler gibi konular mevcuttur. Bunların yanı
sıra, Kur’ân’ın indiriliş şekli, Kur’ân’ın ve surelerin isimleri, Kur’ân’ın cem’i ve tertibi,
Kur’ân’ın âyet, kelime ve harflerinin sayısı, Kur’ân’ı ilk ezberleyenler ve rivâyet
edenler, kıraatte âli ve nâzil senetler, mütevatir, meşhur, ahad, şaz, mevdu ve müdrec
kıraatler, vakf ve ibtida ve Kur’ân’ın tecvidi ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca,
Kur’ân’ın ezberlenilmesi ve öğretilmesi, Kur’ân tilavetinin adabı, garîbü’l-Kur’ân,
hicaz lügati dışındaki kelimelerle nâzil olan âyetler, Kur’ânda Arapça dışında dillerde
nâzil olan âyetler, vücuh ve nezâir, edatlar ve manaları, i’râbu’l-Kur’ân ve müfessirin
bilmesi gereken önemli konulara yer verilmiştir.
İkinci ciltte ise, muhkem-müteşabih, mukaddem-muaahhar, umumî ve hususî âyetler,
gibi konular bulunmaktadır. Ayrıca, fasıllar, sure başlangıçları, sure sonları, âyet ve
sureler arası münasebet, benzer âyetler, i’câzu’l-Kur’ân, Kur’ân’dan çıkarılan ilimler,
Kur’ânda bulunan isim, künye ve lakaplar, müphem âyetler, haklarında âyet nâzil olan
kimseler hakkında bilgiler bulunmaktadır. Bunların yanı sıra, Kur’ân’ın faziletleri,
âyetlerin faziletçe üstün olanları, müfret manada olan âyetler, havassu’l-Kur’ân,
Kur’ân’ın yazı şekli ve yazma adabı, tevil ve tefsirin manaları, müfessirde bulunması
gereken şartlar ve uyması gereken esaslar ve müfessirlerin tabakaları konuları yer
almaktadır.172
171 Değişik yazma nüshalarını bulunan bu eserin ilk baskısı 1951 yılında Mısır’da yapılmış; 1967’de de
tahkikli baskısı gerçekleştirilmiştir. Eser aynı zamanda Sakıp Yıldız ve Hüseyin Avni Çelik tarafından “Kur’ân İlimleri Ansiklopedisi” adı ile Türkçeye tercüme edilerek 1987 yılında İstanbul’da iki cilt olarak basılmıştır.
172 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 44-47.
41
Suyûtî bu eseri kaleme alırken başta Zerkeşî olmak üzere birçok eserden istifade
etmiştir.173 Bu sebeple el-İtkân, büyük ölçüde kendisinden önceki eserlerden nakillere
dayanmaktadır. Müellif işlediği konu hakkında kendisinden önce ortaya çıkan görüşleri
değerlendirerek konu hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir.174
2.2.13. Hicrî X. Asır Sonrasında Ulûmu’l-Kur’ân
Suyûtî’den sonraki yüzyıllarda Kur’ân ilimleri hakkında bu kadar kapsamlı bir eser
daha vücuda getirilememiştir. Ancak on ikinci asırda Şah Veliyyullah ed-Dihlevi (ö.
1176/1764)’nin “el-Fevzü’l-Kebîr fî Usûli’t-Tefsîr” adlı eseri karşımıza çıkmaktadır.175
Bu eser beş bâbtan oluşmaktadır. Birinci bapta, Kur’ân’ın beyan ettiği ilimler ve sapık
fırkalarla mücadele metotları; ikinci bapta, garibu’l-Kur’ân, nasih-mensuh, muhkem-
müteşabih konuları; üçüncü bapta, uslûbu’l-Kur’ân, i’câzu’l-Kur’ân konuları; dördüncü
bapta, tefsir çeşitleri ve tefsirde vehbî ilim ve beşinci bapta tamamlayıcı bilgiler
verilmektedir.176
Yakın dönemde Kur’ân ilimlerini genişçe işleyen en önemli eserlerden biri Zerkânî (ö.
1368/1948)’nin “Menâhilü’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eseridir. Bu eser fakültede
ihtisas yapan öğrenciler için kaleme alınmıştır. Eserin kendisinden önce konu ile ilgili
yazılan eserlerden farkı Ulûmu’l-Kur’ân konularına yer vermekle birlikte konu
hakkındaki şüphe ve itirazları da zikredip cevaplar vermesidir.177 Asrımızda Kur’ân
ilimleri hakkında zikrettiğimiz eser dışında daha birçok eser mevcuttur. Bu eserlerin
hepsinin de ortak yönleri tefsir sahasında ihtisas yapan öğrenciler için hazırlanmış
olmalarıdır.178
Ülkemizde de Kur’ân ilimleri hakkında eserler telif edilmektedir. Ancak tespit ettiğimiz
kadarıyla bu eserler, sistematik olarak daha önce konu ile alakalı zikredilen eserlerden
farklılık arz etmektedir. Örneğin İsmail Cerrahoğlu ve Muhsin Demirci tefsir usûlü
konusunda eserleri bulunan müelliflerdir. Adı geçen müelliflerin eserleri incelendiğinde
173 Suyûtî, el-İtkân, I/12-14. 174 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 42-43; Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı
Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 70; Çelik, Kur’ân ve Tefsir Araştırmaları III, 59-60. 175 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 47-48. 176 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 48. 177 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 50-51. 178 Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 71; Cerrahoğlu,
Tefsir Usûlü, 8; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 16.
Elmalılı Hamdi Yazır vahyin lügat manasını İbn Esîr ve Suyûtî’den iktibasla, risâlet,
kitâbet, işaret, ilham ve kelâm-ı hafî olarak belirtmiştir.183 Ragıp el-Isfahânî ve
Fîruzabâdî’nin açıklamalarını da naklederek, “vahiy aslı lügatte işareti seria demektir.
Bu mana kâh remiz ve ta’riz tarikiyle kelâm ve kâh terkipten mücerret savt ve kah
cevarihten biri ile işaret ve kâh kitabet ile olur”184 demiştir. Vahiy kelimesinin bu
manalarını şu örneklerle ifade etmektedir:
“Onlara (Zekeriya), akşam sabah (Rabbinizi) tesbih edin diye işaret etti.”185 İlâhî sözü şu mânâya gelir ki, remiz veya itibar veya kitabet (yazmak) denilmiştir. “İnsan ve cin şeytanları aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.”186 Aynı şekilde “Şeytanlar, dostlarına fısıldarlar”187 âyetlerinde de vahy bu şekiller üzerinedir ki, “İnsanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden”188 şerefli nazmında işaret olunan vesvese ile olur.189
Elmalılı vahyin çeşitli kelime anlamlarını bu şekilde zikrettikten sonra, Allah Teâlâ’nın
peygamberlerine ve başka varlıklara mesaj iletmesi şeklindeki vahyi de şu şekilde
açıklamıştır:
“Allah Teâlâ’nın peygamberlerine ve velilerine öğretilen ilâhî kelimeye denir. Bu da “Allah hiçbir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahy ile, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder”190 ilâhî sözünün delalet ettiği üzere birkaç çeşittir.”191
Yukarıdaki âyetin tefsirinde Elmalılı, Allah Teâlâ’nın beşerden biri ile üç şekilde
konuştuğunu ifade etmektedir: Birincisi ona vahyederek gâyet hızlı ve gizli bir şekilde,
beşerin kalbine ilham etmesidir şeklindedir. Buradaki konuşma vasıtasız ve direk
beşerin kalbine ilham etme şeklindedir. Bu konuşma uykuda, uyanıkken veya bir perde
arkasından olabilir. İkincisi perde arkasından konuşmadır. Buna örnek de Allah
Teâlâ’nın Hz. Musa ile konuşması ve peygamber efendimizin çan sesi şeklinde vahiy
almasıdır. Bu konuşma doğrudan kalbe değil kulağa hitap eden bir konuşmadır.
Üçüncüsü de Allah Teâlâ’nın bir elçi melek vasıtasıyla vahyi tebliğ ettirmesidir.
Peygamberlere vahiy de genelde bu şekildedir.192
Elmalılı bu bilgileri verdikten sonra, genel manada vahyi ikiye ayırmak gerektiğini,
birincisinin, Allah Teâlâ dışında kalan varlıkların işaret ve bildirmesi; ikincisinin de
Allah tarafından olan işaret ve bildirme olduğunu belirtmiştir.193 Genel manada vahiy
kelimesi bunların ikisini de ihata ediyor olsa da örfî lügatte ikincisinin anlaşıldığını
söylemiştir.194 Aynı zamanda ilahi vahyin de peygamberlere has, nübüvvet delili olan
ve peygamberler dışındaki varlıklara ait vahiy çeşitleri de vardır. Örneğin: “Musa’nın
annesine o (çocuğu)nu emzir diye ilham ettik”195, “Rabbin balarısına vahyetti”196
âyetleri bu neviden vahiydir. Ancak şer’î manada vahiy dendiği zaman peygamberliğin
başlamasına işaret ilahi ilham kastolunmaktadır.197
Yazır, vahyin nübüvvet delillerinden biri olduğunu “Kullarından dilediğine emrinden
ruh (vahiy) ile meleklerini indirir.”198 âyetini tefsir ederken ifade etmektedir. Allah
Teâlâ kullarından dilediği kimseye vahyetmek suretiyle emrini haber verdiğini
belirtmiştir.199
Elmalılı vahyin nübüvvete delil olmasından bahsederken Nisâ suresindeki “Filhakıka
biz sana (ya Muhammed) öyle vahiy indirdik ki Nuh’a ve ondan sonra gelen bütün
Peygamberlere vahy ettiğimiz gibi: hem İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Esbat’a,
İsâ’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a. Süleyman’a vahy ettiğimiz hem Dâvûd’a Zeburu
verdiğimiz gibi”200 âyetinin tefsirinde, vahyin kelime anlamlarını ve çeşitlerini
zikrettikten sonra âyette bahsedilen vahyin vahy-i ilahî olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bu
vahyin peygamberlere has vahiy olduğunu ve peygamber efendimize, diğer
peygamberlere verilen vahiy çeşitlerinin tamamının verildiğini ifade etmiştir.201
Yazır, peygamber efendimizin vahiy alış şekillerine de yer vermiştir. Buna göre
Peygamber Efendimiz Allah Teâlâ’dan doğrudan vahiy almıştır. Ona göre bunun delili,
Bu şekilde Allah Teâlâ, kuluna verdiği vahyi verdi” âyetindeki“ فأوحى إلى عبده ما أوحى
zamirinin Allah Teâlâ’ya raci olmasıdır. Elmalılı burada vahyolunan ne ise onun”ه“
vasıtasız bir şekilde efendimize doğrudan Allah Teâlâ tarafından vahyedildiğini şu
sözlerle açıklamaktadır:
“Müthiş kuvvetlerin sahibinden maksad Allah olduğuna göre, burada da vahyedenin o olduğu açıktır. Diğer tefsir şekillerinde de ifadenin akışından Allah’ın isminin zikredildiği kabul edilmektedir. Şu halde burada başlıca iki mânâ üzerinde durulabilir. Birisi, İşte Cebrail ona böyle yaklaştı da, Allah Teâlâ’nın elçisi Muhammed (s.a.s.)’e gönderdiği her vahyi getirdi, ona vahyetti ve öğretti. Başlangıçta hakiki suretiyle görünerek getirdikleri şeylerin Allah’ın vahyi olduğunu öğretti ve belirli zaman aralıklarıyla tebliğ etti. Diğer mânâ da şöyledir: İşte Allah’ın has kulu olan arkadaşınız Muhammed (s.a.s.), İstivâ ettikten sonra O, Rabbine öyle yaklaştı ki, bütün vasıtalar kaldırıldı ve Allah Ona doğrudan doğruya verdiği vahyi verdi. Yani Mirâc’da her ne vahyetti ise Cibril’in dahi herhangi bir aracılığı olmaksızın vahyetti. İşte biz de bu mânâyı tercih ediyoruz.”202
Bu ifadelere göre Peygamber Efendimiz, doğrudan doğruya Allah Teâlâ’dan vahiy
almıştır. Bazen, Cebrail (a.s.) kendi suretinde gözler görülür biçimde vahiy getirmiştir. 198 Nahl, 16/2. 199 Elmalılı, V/3084-3085. 200 Nisâ, 4/163. 201 Elmalılı, III/1527. 202 Elmalılı, VII/4577.
46
Peygamber Efendimiz sadık rüyalar şeklinde vahiy almıştır.203 Bunların yanı sıra
Efendimiz çan sesine benzer bir şeklinde de vahiy almıştır.204 Ayrıca Elmalılı “çünkü
biz sana ağır bir söz ilka edeceğiz”205 âyetini tefsir ederken vahyin ağırlığına da işaret
etmiştir. Bu konuda Hz. Aişe’den nakledilen “Soğuk bir günde vahiy inerken baktım,
alnından terler fışkırıyordu” ve Peygamber efendimizin devesinin üzerinde vahiy
alırken vahyin ağırlığından dolayı devenin yere çöktüğünü ifade eden hadisi şeriflere
yer vermiştir.206
3.1.2. Kur’ân’ın İnzâli ve Tenzîli Meselesi
Konu hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli âyetler bulunmaktadır. Bakara suresindeki
âyette “Ramazan ayı ki, Kur’ân insanlara o ayda indirildi…”207, Duhân suresindeki
âyette “Biz onu mübarek bir gecede indirdik”208, Kadir suresindeki âyette ise “biz onu
kadir gecesinde indirdik”209 buyrulmuştur.
Bu konu hakkında âlimler üç farklı görüş etrafında toplanmışlardır. Birinci görüşe göre
Kur’ân, önce Levhi Mahfuz’dan bir bütün halinde dünya semasına, oradan da çeşitli
zaman aralıklarıyla 23 yılda peygamber efendimize nâzil olmuştur.210 İkinci görüşe
göre, kadir gecesinden başlayarak 23 seneye yakın bir sürede olaylarla ilişkili olarak
değişik zamanlarda peygamber efendimize indirilmiştir. Üçüncü görüşe göre ise
Kur’ân, bir sene içerisinde inmesi Allah tarafından taktir edilen miktarlar halinde 23
kadir gecesinde önce dünya semasına, oradan da tedricen peygamber efendimize
indirilmiştir.211 Farklı zamanlarda bu görüşleri tercih sadedinde âlimler görüşler beyan
etmiştir.212
Elmalılı, inzâl ve tenzil kavramlarını Bakara sûresi 185. âyetin tefsirini yaparken
açıklamıştır. Buna göre inzâl, Kur’ân’ın bir kerede indirilmesi; tenzil ise Kur’ân’ın
Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 43. 211 Mennâu’l-Kattân, el-Mebâhîs, 35; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 36. 212 Geniş bilgi için bkz., Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-
Kur’ân, 81-82.
47
tedricen indirilmesi demektir. Müfessirlerin çoğunluğunun da kabul ettiği görüşe göre,
Kur’ân ramazan ayının kadir gecesinde213 levhi mahfuzdan beyti ma’mura defaten,
oradan da 23 senede arza parça parça tenzil olunmuştur.214 Yazır, Kur’ân’ın toptan
değil de tedricen, zamana ve ihtiyaca göre kısım kısım indirildiğini belirtmiştir. Bu
tedricen indirilme, usulden furû’a doğru insanların her türlü faydasına ve ihtiyaçlarına
cevap vermek için, muktezaya mutabakat maksadıyladır demektedir.215
“Onun için Kur’ân’dan bir hizib (cüzün dörtte biri) veya bir aşır (on âyet) ve hatta bazen bir âyet, bağımsız bir kitap gibi, başlı başına müjdeleme ve uyarmayı kapsayan bir derstir. Alûsî, tefsirinde der ki: “Beyhakî, Şuâb’ında Ömer (r.a)’den şöyle dediğini rivâyet etmiştir: ‘Kur’ân’ı beşer âyet, beşer âyet öğreniniz. Çünkü Cebrail (a.s) onu beşer beşer indirdi’. İbnü Asâkir de Ebu Nadre kanalıyla rivâyet etmiştir ki: ‘Ebu Sa’id-i Hudrî bize Kur’ân’ı sabah beş ve akşam beş âyet öğretir ve Cebrail (a.s) beşer âyet, beşer âyet indirdi, diye haber verirdi.’ demiştir. Bununla birlikte beşten daha fazla ve daha az olarak inmesinin de gerçekleştiği sahih rivâyetlerle sabit bulunduğundan maksat, çoğu demektir.”216
Yazır, “Kur’ân’ı sana kısım kısım biz indirdik biz. O halde Rabbinin hüküm vermesi
için sabret.”217 âyetlerini tefsir ederken bu parça parça indirmenin hikmetini şu şekilde
açıklamıştır:
“Kur’ân tenzil sûretiyle yani bir defada değil, zaman zaman fasıla ile 23 senede nâzil olmuştur. Ki ilk insanın hilkatinde olduğu gibi bunda da tedrici tekemmül ve terakki kaidesine bir uygunluk vardır. Bununla önceden mezkur olmayan bir çok şey olacak ve bu vaadolunan şeyler muhakkak muhakkak vuku bulacaktır. Onun için acele etme de rabbinin hükmünü vermesi için sabret.”218
Yine bu cümleden olmak üzere, “Yine o küfredenler dediler ki: o Kur’ân ona cümlesi
birden indirilseydi ya! Biz onu gönlüne iyi tesbit edelim diye böyle indirdik ve
fevkalâde bir tertil ile tertil eyledik.”219 âyetini tefsir ederken Kur’ân’ın parça parça
indirilmesinin hikmetlerini, açıklamıştır.
“Evvelâ, zabt-u hıfzı kolay olacak, sâniyen, peyderpey Vâkıaya göre inişinde mana itibariyle daha ziyade bir basiret ve derinlik, hem nazarî ve hem amelî bir kıymet ve kuvvet bulunacak, sâlisen, her yeni inen necm ile ayrıca tehaddi yapıp muarazasından aciz bırakmakla her birinde yeni bir kuvveti kalp verilecek, râbian,
nasih ve mensuh ile zamanına göre ahkam teşrii, beyan ve tefsirin usul ve kavaidi mütenevvisi öğretilecek…”220
Yazır’ın bu ifadeleri ve yukarıda zikrettiğimiz diğer ifadelerinden anlaşılacağı üzere
Kur’ân’ın bir defada değil de parça parça nâzil olmasında çeşitlik hikmetler vardır.
Bunları, Kur’ân’ı öğrenmeyi kolaylaştırmak, insanların eğitimlerini tedricen
gerçekleştirmektir. Olaylara göre inmesinden dolayı mananın mükemmel şekilde
anlaşılması kolaylaşacak, zaman içerisinde meydana gelecek değişimlere uygunluk
sağlanacaktır şeklinde açıklamaktadır.
3.1.3. Kur’ân’ın Tarifi ve İsimleri
3.1.3.1. Kur’ân’ın Tarifi
Kur’ân lafzının lügat manasının tespit edilmesi, öncelikle kelimenin başka bir kökten
türemiş olup olmadığına ve türemiş bir lafız ise hangi kökten türediğine bağlıdır.
Kelimenin müştak olduğunu iddia edenler olduğu gibi bu kelimenin alem bir isim
olduğunu iddia edenlerde mevcuttur.221 Kelimenin kökeni ile alakalı farklı görüşler
bulunduğu gibi, tanımıyla alakalı da birçok farklı görüş ortaya konmuştur. Kelimenin
kökeni ile alakalı kabul edilen en yaygın görüş, “Kur’ân” kelimesinin قرا kökünden
türemiş ve “fu’lân” vezninde mastar olarak okunan şey anlamına gelmesidir.222 Yapılan
tanımların hepsinde de, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu, melek tarafından peygamber
efendimize vahiy yoluyla iletildiği, Kur’ân’ın tilavet etmenin ibadet olduğu vahyin
tedricen efendimize nâzil olduğu gibi özellikler ortaya çıkmaktadır.223
Elmalılı Hamdi Yazır Kur’ân’ın tarifini şöyle yapmıştır: “Allah Teâlâ tarafından Rasûli
kibriyası peygamber Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellem efendimiz
hazretlerine Arabî olarak indirilip bize tevâtüren naklolunan ve mushafta yazılı olan
220 Elmalılı, V/4584. 221 Bu görüşlerin toplu değerlendirmesi için bkz. Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 75-76; Demirci,
Tefsir Usûlü ve Tarihi, 33-34; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 31-32; ayrıca krş., Suyûti, el-İtkân, I/52; Zerkeşî, el-Burhân, I/278; Zerkânî, el-Menâhil, I/7.
222 Yıldırım, Kur’ân-ı Kerîm ve Kur’ân İlimlerine Giriş, 37. 223 Bu görüşlerin toplu değerlendirmesi için bkz., Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 76-77; Demirci,
Kur’ân için kullanıldığını, okunan şeylerin tümüne birden kitap denmekle birlikte
Kelâmullah olan Kitâb Kur’ân’ın kendisidir demektedir.230
“‘Doğrusu Biz sana, sorumluluğu ağır bir söz vahyedeceğiz.’231 âyeti ile vaad edilen o ağır ve büyük Allah kelâmı ki, ondan sonra ‘el-Kitâb’ denilince Allah’ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi caiz olmayacaktır. Bunun içindir ki Müslümanlar arasında kitap denilince ancak Kur’ân anlaşılır. Hatta Peygamberin hadislerine bile kitap denilmez de sünnet denilir. Şu halde burada kitabın tanıtılması şu olur: Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s..) Efendimize indirilmiş olup her bir sûresi i’câz ifade eden ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde mushaflarda yazılı bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı) nazım ki hem tamamına, hem bir kısmına denilir. Yani bütünü ve hepsi arasında ortaktır. Şeriata (ıstılah) göre bu şekilde tarif edilmiş olan kitap, asıl lügatte ve (ketb ve kitâbet) gibi bir ekleme ve toplama mânâsını kapsamış olarak,
Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 88; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 42-43, Ayrıca konu hakkında geniş bilgi için bkz., Atik, M. Kemal, Ayet ve Surelerin Tevkîfîliği Meselesi, EÜİFD., sayı:6, Kayseri, 1989, 201-218.
lügatte kullanılış şekillerini zikrettikten sonra âyet hakkındaki tanımını şu şekilde
yapmıştır:
“Kur’ân’da âyet kelimesi yerine göre bu manalardan her birinde kullanılmıştır. Ve bunların hepsi lügatte alameti zahire mefhumunun meratibidir. Bununla beraber Kur’ân’ın harflerinden bir fasıla ile ayrılmış olan zümrelerinden her birine bir âyet denilir ki bunlar Kur’ân’ın nazmında birer cüz-ü tam teşkil ederler. Yani her biri birer Kur’ân olan âyetlerdir. Kur’ân’ın âyetleridir. Ve işte âyet kelimesinin urf-ı şer’î’de en hususi manası budur. Lisanımızda da en ziyade mutearef olan budur.”250
Kur’ân âyetlerinin uzunluğu kısalığı hakkında da bilgi veren Elmalılı, âyetlerin
çoğunluğunun bir veya birkaç cümleden olabileceği gibi cümle bile olmadan, hatta
ileride değinileceği gibi bazı sûrelerin başlarında bulunan “hurûf-u mukattaa”‘nın251
âyet olabileceğini ifade etmiştir. Buna mukabil olarak Rahman sûresindeki مدهامتان
âyetini252 bir kelimenin âyet olmasına, Müddessir sûresindeki ثم نظر âyetini253 iki
kelimenin âyet olmasına, yine aynı sûredeki ثم عبس وبسر âyetini254 üç kelimenin âyet
olmasına örnek vermiştir. Bu şekilde âyetlerin kısası, ortası ve uzunu gibi çeşitleri
olduğunu belirterek, Âyetelkürsî’nin yarım sayfa, müdayene âyetininse tam sayfa
olduğunu belirtmiştir.255
Âyetlerin tertibi konusuna da değinen Elmalılı, âyetlerin tertibinin tevkîfî olduğunu
yani vahiyle âyetlerin yerlerinin bildirildiğini ifade etmiştir.256
Elmalılı Kur’ân’ın ilk inen âyetini, konu hakkındaki diğer rivâyeti yani Müddessir
sûresinin ilk indiğini iddia eden görüşü naklettikten sonra, Alak sûresinin ilk 5 âyeti
olarak belirtirken257; son inen âyeti yine farklı görüşleri ortaya koyduktan sonra Bakara
sûresi 281. âyet olarak belirtmiştir.258
3.1.5. Sûre
Sûre kelimesi lügatte, yüksek makam, yüce derece, rütbe, mevki, nişan, alamet, şan ve
şeref, sur, hisar, yapısı güzel ve yüksek bina, binanın kısım veya katları, duvarın 250 Elmalılı, Mukaddime, I/24. 251 Elmalılı, I/152. 252 Rahman, 55/64. 253 Müddessir, 74/21. 254 Müddessir, 74/22. 255 Elmalılı, Mukaddime, I/24. 256 Elmalılı, Mukaddime, I/25. 257 Elmalılı, I/8,11; VIII/5943-5944. 258 Elmalılı, I/146; II/975-976.
53
yapısında kullanılan taş, kerpiç veya tuğla gibi malzemenin her bir sırası demektir.
Çoğulu suver’dir.259 Istılahta ise, Kur’an-ı Kerîm’in biri diğerinden ayrılmış 114
bölümden oluşan küçük olsun büyük olsun, müstakil Kur’ân bölümleri sure diye
isimlendirilir.260
Sûrelerin tertibiyle ilgili, İslâm âlimleri arasında üç görüş belirtilmiştir. Birinci görüşe
göre; sûrelerin tertibi tevkifidir, yani vahiy yoluyla Rasulullah tarafından yapılmıştır.261
İkinci görüşe göre; sahabenin ictihadıyla meydana gelmiştir.262 Üçüncü görüşe göre; bu
tertib kısmen Rasulullah, kısmen de Sahabe ictihadıyla gerçekleşmiştir.263
Elmalılı tefsirinin mukaddimesinde sûrenin tanımını, en az üç âyetten oluşan ve her
birinin kendine mahsus ismi bulunan Kur’ân kısımları şeklinde tarif etmiştir.264 Sûre
kelimesinin lügatte iki manası bulunduğunu belirten Elmalılı bu konuda şu açıklamaları
yapmıştır:
“Sûre aslı lügatte iki manaya gelir: Birisi menzilei refia yani yüksek rütbe demektir, birisi de bir medineyi yani büyük bir şehri ihata eyliyen bir sur demektir. Birincisine nazaran Kur’ân âlemi semaya ve her sûre semanın yüksek rütbede bulunan manzumelerine teşbih edilmiş olur ki bunun zımnında her âyette bir yıldıza benzer. İkincisine nazaran da Kur’ân’ın yeryüzünde yüksek bir medeniyet tesis edeceğine işareten her sûresi büyük bir suru bulunan müstahkem bir şehre ve bunun zımnında her âyet de bir konağa teşbih edilmiş olur.”265
Elmalılı yukarıda belirttiğimiz gibi, sûrelerin âyetlere bölündüğünü belirtirken, aynı
zamanda uzun sûrelerin “aşr” ve “rükû’” diye tabir edilen bölümlere ayrıldığını ve
bunların “ع” secavendi ile gösterildiğini de ifade etmiştir.266
Uzunluklarına göre sûrelere verilen isimlere de değinen Elmalılı, Hucûrat sûresinden
Burûc sûresine kadar olanlara “tıvâli mufassal”, Burûc sûresinden Beyyine sûresine
kadar olanlara “evsatı mufassal”, Beyyine sûresinden Nâs sûresine kadar olanlara ise
“kısarı mufassal” denildiğini belirtmiştir.267
259 İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, VI/368; Zerkânî, el-Menahil, I/343. 260 Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 57; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 89; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi,
Sûrelerin tertibi ve Mekkî-Medenî şeklinde ayrılması268 konusunda Elmalılı şunları
söylemektedir:
Kur’ân’ın gerek âyet ve gerek sûre tertibinde inme sırası gözetilmeyerek Mekkî ve Medenî sûrelerin ve âyetlerin öne almak ve geriye bırakmakla karıştırılıp daha çok mânâ ilişkisi gözetilmiş bulunmasında ise nazmın güzellikleri ve Kur’ân’ın icazı açısından çok büyük hikmetler vardır ki bunun en belirgini hayatın gidiş ve gelişmesinde ve zaman olayları ve değişmelerinin meydana gelmeleriyle analiz ve birleştirmesinde daima önceki ile sonraki arasındaki birlik ve düzen nizamını düşündürmektir. Mesela bu beş âyet,(Alak sûresinin ilk beş âyeti) Fatiha’dan önce inmiştir diye bunları sûreden ayırıp da tertipde Fatiha’dan önce koymaya kalkışmak gibi bir üslub takip edilecek olsaydı, ne bu sûre kalır, ne de Kur’ân’ın (diğer) sûreleri ve âyetleri arasında bir uygunluk bulunurdu. Öyle yapılmayıp Kur’ân’ın herhangi bir kısmı okunurken ve hatta her hangi önemli bir işe başlarken diye başlamakta hem her şeyden önce ‘Rabb’ının ismiyle oku’269 emrinin mânâsının uygulama, hem de Kur’ân nazmını hiç bozmadan bütün yönleriyle korumak vardır. Bu sûrelerin bu şekilde Kur’ân’ın (indirilmesinin) bitimine doğru buraya konulmasında şüphesiz ki ilk sırasında anlaşılan mânâdan fazla bir mânâsı vardır. Henüz okunacak bir kitap verilmeden oku oku denilmekle ‘İşte bu kitap’270 diye başlayarak okunacak kitabı tamamladıktan sonra bitimine doğru ‘oku oku’ diye emredilmesindeki mânâ elbette farklıdır.271
Elmalının bu ifadeleri onun tıpkı âyetlerin tertibinde olduğu gibi Kur’ân’ın tertibinin de
i’câzî özelliklere delalet ettiğini ortaya koymaktadır. Ayrıca Elmalılı sûrelerin tertibinin
vahiy ile olduğu görüşünün ne kadar kuvvetli ve isabetli olduğunu da ifade
etmektedir.272
3.2. Ulûmu’l-Kur’ân’ın Temel Konuları
3.2.1. Esbâb-ı Nüzûl
Kur’ân-ı Kerîm insanları hidâyete iletmek ve toplum hayatına yön vermek amacıyla
indirilmiştir. Dolayısıyla onun asıl hedefi, insanların ahlakî, hukukî, ve diğer
alanlardaki ihtiyaçlarına cevap vermektir. Bu hedefi gerçekleştirmek için âyetler nâzil
olmuştur. Âyetler inzâl edilirken bazen muayyen bir sebebe ihtiyaç duymadan, sadece
Allah’ın kullî iradesi neticesinde herhangi bir hüküm koymak için âyetler nâzil
olmuştur. Bazı durumlarda da âyetlerin nâzil olması belli sebeplerden dolayı
sebebi nüzûl rivâyetlerini farklı tabirlerle sunmaktadır. Sebebi nüzûl hakkında
açıklayıcı bilgi vermemiş olsa da tefsirinde bu rivâyetlere sıklıkla yer vermiştir.
Elmalılı tefsirinde hemen hemen her sûrenin nâzil olmasına sebep olan bir olay 273 Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 135; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 100; Cerrahoğlu, Tefsir
Usûlü, 115-116. 274 Kavramın farklı tanımları için bkz., Zerkeşî, el-Burhan, I/13; Zerkânî, el-Menâhil, I/106; Subhi Salih,
el-Mebâhîs, 132; Mennâu’l-Kattân, el-Mebâhîs, 79-80; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 115-116; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 135; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 100; Ayrıca bkz., Serinsu, Kur’ân’ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzûl’ün Rolü.
275 Serinsu, Esbâb-ı Nüzûl, 58-61; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 136-137; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 109-110.
açıklanmış; birçok âyet hakkında da nüzûl sebebi rivâyetlerine yer verilmiştir. Bir
âyetin birden çok iniş sebebi olabildiği gibi bir sebepten dolayı da birkaç âyet nâzil
olmuş olabilir.
Bakara sûresindeki “Amma o küfre saplananlar, ha inzar etmişin bunları ha etmemişin
onlarca müsavidir, imana gelmezler. Allah kalblerini ve kulaklarını mühürlemiş ve
gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azîm bir azaptır.”280 Âyetini tefsir
ederken “sebebi nüzûlü”281 başlığı altında farklı rivâyetleri zikretmiştir.
“İbn Abbas hazretlerinden birkaç yol ile elde edilen rivâyetin özeti meâlen şudur: Peygamber (s.a.s..) Efendimiz bütün insanların iman etmesini ve Allah’ın doğru yoluna uymalarını çok arzu ederdi. Medine’ye şeref vermelerinden sonra da etrafındaki Yahudi ve Yahudi reisleri bile bile çıfıtlık ediyorlar, inkâr ve olumsuzlukta ileri gidiyorlardı. Bunun üzerine Cenabı Allah, bir taraftan ilk anışta, ilm-i ezelîde herkesin iman ve saadetinin karara bağlanmış olmadığını, bazı kalplerin takdir edilmiş olan iman kâbiliyeti devresinden istifade edemeyerek kapanacağı da Allah katında takdir ile bilinmiş bulunduğunu ve ilâhî ilmin şaşmayacağını haber vermiş, bildirmiş ve teselli eylemiş; bir taraftan da onları azarlamış ve tekdir etmiştir. Ve bu şekilde Bakara sûresinin başından yüz âyetin, Yahudi haberleri ile, Evs ve Hazrec kabilesinin münafıklarından birtakım kimseler hakkında indiği ve İbnü Abbas (r.a.) hazretlerinin bunları isimleriyle, şahıslarıyla, nesebleriyle naklettiği rivâyet olunmuştur. Rabî’ b. Enes’den vâki olan rivâyette de bu iki âyetin nüzûlü “toplulukların önderleri” ve özellikle Bedir harbinde öldürülenler ile ilgili olduğu söylenmiştir.”282
Elmalılı, “Allah, size Kitab’ı (Kur’ân’ı) açıklanmış olarak indirdiği halde, ondan başka
bir hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur’ân’ın, gerçekten
Rabbin katından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sakın şüphe
edenlerden olma.”283 âyetinin tefsirini yaptıktan sonra “rivâyet edildiğine göre” tabirini
kullanarak âyetin nüzûl sebebini şu şekilde açıklamıştır:
“Kureyş müşriklerinin bir problemleri olduğu zaman bir kâhini hakem yapıp, hükmüne uymak âdetleri olduğu gibi Resulullah’a da: “Seninle aramızda Yahudi bilginlerinden ve istersen Hıristiyan piskoposlarından bir hakem seçelim, bakalım onların kitabında sana dair bir şey varsa bize haber versinler” diye bir teklifte bulunmuşlardı ki, bu âyetle buna cevap verilmiştir.”284
Yine aynı şekilde, Tevbe sûresindeki “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını;
Cennet muhakkak kendilerinin olmak bahasına satın aldı, Allah yolunda çarpışacaklar
280 Bakara, 2/6-7. 281 “sebebi nüzul” başlığı altında naklettiği diğer bazı sebebi nüzul rivayet örnekleri için bkz, Elmalılı,
da öldürecekler ve öldürülecekler, Tevrat’ta da, İncil’de de Kur’ân’da da hakka taahhüd
buyurduğu bir va’d, Allah’tan ziyade ahdine vefa edecek kim? O halde akdettiğiniz şu
bîatten dolayı size müjdeler olsun, ve işte, o fevzi azîm bu.”285 Âyetini tefsir ederken
“rivâyet olunduğuna” göre diye söze başlayarak şunları söylemiştir:
“Resul-i Ekreme, Akabe Gecesi, Mekke’de Ensar’dan yetmiş kişi olarak biat ettikleri zaman, yani ikinci Akabe biatında, Abdullah b. Revaha “Rabb’in ve kendin için bizden dilediğini şart koş.” demişti. Peygamber (s.a.s..) de: “Rabbım için O’na ibadet etmenizi ve hiç bir şeyi O’na şirk koşmamanızı, kendim için de beni, kendinizi ve mallarınızı nasıl koruyup savunuyorsanız öyle koruyup savunmanızı şart ederim.” buyurdu. Onlar da “Bunu yaptığımız takdirde bizim için ne var?” dediler. Hz. Peygamber “cennet” buyurdu. Bunun üzerine “Bu alış-veriş kârlıdır, bu sözleşmeyi ne bozarız, ne de bozulmasını kabul ederiz.” dediler. Sonra işte bu âyet nâzil oldu.”286
Elmalılı, Mücâdele sûresindeki “Ey iman edenler! Peygamber ile gizli konuştuğunuz
zaman...”287 âyetinin sebebi nüzûlünü ravileri de takdim ederek şu şekilde açıklamıştır:
“Bu âyet de özellikle Resullullah (s.a.s.)’ın meclisinde kendisine fısıltı ile bir şey arzetmek isteyenlerin adâbı hakkında nâzil olmuştur. İbnü Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, “Bazı sahabiler, Resulullah (s.a.s.)’ın meclisinde kendilerini göstermek için lüzumlu, lüzumsuz fısıltı ile ona bir şeyler arzetmeğe kalkıyor ve bu, gittikçe çoğalıyordu. Hz. Peygamber de, lütuf ve hoşgörüsü sebebiyle hiç birisini reddetmiyordu. İşte bu yüzden söz konusu âyet indirildi.” Katâde’den yapılan rivâyete göre de, “Zenginler Peygamber’in huzuruna geliyorlar ve sık sık dilekte bulunarak mecliste fakirlere galebe ediyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunların çok oturmalarından ve çok fısıldaşmaya kalkışmalarından sıkılıyordu. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi.”288
Elmalılı bazı sebebi nüzûl rivâyetlerini verirken “rivâyetlerin hülasasını” vermiştir.
Bunun örneği de Hucûrât sûresindeki “Ve eğer müminlerden iki grup
vuruşurlarsa…”289 âyetinin tefsirinde şöyledir:
“Rivâyetlerin hülasasına göre: Resulullah (s.a.s..), Sa’d b. Ubâde’nin hastalığında ziyaretine giderken, Abdullah b. Übeyy b. Selûl’e de uğraması istenilmiş ve bir merkebe binerek uğramıştı. Abdullah b. Selûl, “Merkebin kokusu bizi rahatsız etti” demiş. Orada hazır bulunan Ensar’dan Abdullah b. Revaha Hazretleri de “Vallahi Resulullah’ın merkebinin kokusu senden daha hoştur.” demiş. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy’in kavminden taraftarları kızmış, Abdullah b. Revaha Hazretlerinin arkadaşları da kızmışlar, İbnü Revaha Hazrec kabilesinden, İbnü Übeyy Evs kabilesinden olduklarından iki kabileden birtakım kimseler, silahsız
olarak elleriyle, papuçlarıyla, sopalarla döğüşmeye başlamışlar, bunun üzerine bu âyet inmiş, Resulullah âyeti okumuş, bu şekilde barışmışlar.”290
Elmalının kullandığı sebebi nüzûl tabirlerinden biri de “iniş sebebi” tabiridir. Bunun
örneği olarak da Mümtehine sûresinin ilk âyetini tefsir ederken kullandığı “‘Ey iman
edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin.’ Bu
âyetin iniş sebebi Hatib b. Ebi Belte’a’nın bir mektubu olmuştur” ifadeleridir.291
Elmalının kullandığı sebebi nüzûl tabirlerinden biri de “bunun üzerine veya hakkında
nâzil oldu” tabirleridir. Bunun örneğini Bakara sûresindeki “Ey iman edenler! «râine»
demeyin «unzurna» deyin ve dinleyin ki kâfirler için elîm bir azab var.”292 Âyetini
tefsir ederken şu şekilde vermiştir:
“Müslümanların Hz. Peygamber’e karşı böyle راعنا diye hitap etmelerini, yahudiler fırsat bilerek ve kendi dillerindeki راعينا kelimesini andıracak şekilde ağızlarını eğerek, bükerek, sövmek ve hakaret kastiyle “râînâ” demeye başlamışlardı. Sa’d b. Muaz hazretleri, bunu işitmiş, “Ey Allah’ın düşmanları, lanet olsun size, vallahi hanginizin, Resulullah’a karşı bunu söylediğini bir daha işitirsem boynunu vururum.” demiş, onlar da buna karşı “Siz böyle söylemiyor musunuz?” diye kaçamak bir cevap vermişlerdi. Bunun üzerine işte bu âyetin inmiş olduğu rivâyet edilmiştir.”293
Elmalılı bazı sebebi nüzûl rivâyetlerini verirken de “cevap olarak” tabirini kullanmıştır.
Bunun örneği olarak da Ankebut sûresindeki “Netekim ona rabbından âyetler indirilse
ya dediler, de ki: o âyetler, hep Allahın ındindedir, ben ancak açık bir nezîrim.
Yetişmedi mi daha onlara ki sana kitab indirdik, karşılarında okunup duruyor?
Şübhesiz ki onda iyman edecek bir kavm için muhakkak bir rahmet ve ilâhî bir ıhtar
var.”294 Âyetinin tefsirindeki şu ifadeleri nakledebiliriz: “Bu âyetin, öncesine ve
sonrasına göre “Rabbinden birtakım mucizeler inseydi ya” diyen zâlimlere cevap
olarak indirildiği anlaşılıyor.”295
“Nakledildiğine göre” tabiri de Elmalılı’nın kullandığı sebebi nüzûl tabirlerinden
biridir. Bu ifade şekli örneklerinden biri İsrâ sûresindeki “Bir de sana ruhtan soruyorlar,
de ki: ruh rabbımın emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.”296
âyetinin tefsirinde şöyledir:
“Siyerde İbnü Abbas’tan nakledildiğine göre Kureyş Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî Muayt’ı Medine’deki yahudi hahamlarına gönderip: “Onlar, kitap ehlindendirler, siz de bulunmayan bilgiler onlarda bulunur. Muhammed’i sorun bakalım” demişler. Bunun üzerine ikisi birlikte Mekke’den çıkıp Medine’ye varmışlar ve sormuşlar. Yahudiler: “Ona mağara halkından, Zulkarneyn’den ve ruhtan sorunuz. Eğer hepsine cevap verir veya susarsa peygamber değildir. Ve eğer bir kısmına cevap verip bir kısmından susarsa peygamberdir” demişler. Çünkü ruh, Tevrat’ta kapalı olarak ifade edilmiş. Onlar, gelmişler sormuşlar. Bunun üzerine iki kıssa, yani Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssaları açıklanıp ruh kapalı bırakılmış olmakla sorduklarına pişman olmuşlardır.”297
Yazır âyetin sebebi nüzûlü hakkında bunları naklettikten sonra aşağıda geleceği üzere
bu rivâyetleri tenkit etmiştir. Buradan da onun nüzûl rivâyetleri hakkında pasif bir
nakilci değil, aynı zamanda rivâyetleri değerlendiren bir yapıya sahip olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Yazır klasik dönem müfessirleri gibi tefsirinde sıkça sebebi nüzûl rivâyetlerine yer
vermiştir. Ancak onun farkı bu rivâyetler karşısında pasif bir tutum içine
girmemesidir.298 Sebebi nüzûl rivâyetlerini zaman zaman surenin bütünlüğüne
uymadığı için eleştirmiştir. Örneğin Kevser suresinin sebebi nüzûlü ile alakalı
peygamber efendimizin oğlu İbrahim’in vefat ettiğinde Ebû Cehil arkadaşlarının yanına
gelerek, Muhammed’in kökü kesildi demesi üzerine bu sure nâzil oldu şeklindeki Ebu
Hayyân’ın ifadelerini kabul etmemiştir. Bunun gerekçesini de Ebû Cehil’in peygamber
efendimizin oğlu İbrahim’den önce ölmüştür şeklinde açıklamaktadır.299
Bazı sebebi nüzûl rivâyetlerini eleştirdikten sonra bunların yerine alternatif sunduğu da
olmuştur. Örneğin Kehf suresinin sebebi nüzûlü hakkında peygamber efendimize
ashabı kehf, Zülkarneyn ve ruh hakkına soru sorulduğu için bu surenin nâzil olduğunu
ifade eden rivâyetleri, bu soruların aynı anda sorulmasının uygun olmadığını, çünkü
ruhla ilgili bilginin başka bir surede zikredildiğini belirterek kabul etmemiştir. Asıl
Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 140; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 112; Şimşek, M. Sait, Kur’ân’ın Anlaşılmasında İki Mesele, Yöneliş yy., İstanbul, 1991, 93.
304 Zerkânî, el-Menâhîl, II/176; Suyûtî, el-İtkân, II/28; Şimşek, Kur’ân’ın Anlaşılmasında İki Mesele, 94. 305 Hasan, Ahmed, “Nesh Teorisi”, (trc. Mehmet Paçacı) İslamî Araştırmalar drg., C, I, Sayı, 3, Ocak,
1987, 105. 306 Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 122; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 140; Demirci, Tefsir Usûlü ve
Tarihi, 112.
61
kabul etmiştir. Ayrıca neshi kabul edenlerde nesh çeşitleri hakkında görüşler ileri
sürmüşlerdir. Çalışmamızın amacı açısından bu konudaki ayrıntıyı ilgili eserlere havale
ediyoruz.307
Nesh, Ulûmu’l-Kur’ân ve Fıkıh Usûlü’nün en ihtilaflı konularından biridir. Kur’ân-ı
Kerîm’de nesh’in varlığı Ehl-i Sünnetin geneli tarafından kabul edilmekle birlikte; aksi
görüşte olanlar da vardır. Neshin varlığını kabul edenlerin de hangi âyetlerde nesh
olduğu hususunda muhtelif görüşleri bulunmaktadır. Nesh olan âyetlerin sayısı kimileri
tarafından 3-5’e indirilirken kimileri tarafından da 400’ü aşkın âyetin nesh edildiği
iddia edilmiştir.308
Özellikle 19.ve 20. y.y.’ın modern Kur’ân okumalarının vazgeçilmez bir özelliği nesh’i
inkârdır.309 Elmalılı bu görüşün savunucularına karşı tenkitlerde bulunmuştur. Bakara
sûresindeki ما ننسخ من آية أو ننسها نأت بخير منها أو مثلها ألم تعلم أن الله على آل شيء قدير “Biz bir
âyetden her neyi nesih veya insa edersek ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz,
bilmez misin ki Allah her şey’e kadir, daima kadirdir”310 âyetin açıklamasında da
açıkça nesh’in varlığının kesin kabulüne dair görüşlerini şu şekilde belirtmiştir:
“Şer’i usül bakımından neshin dine uygunluğunu isbat eden bu âyetin sevki, eski kitapların bazı hükümlerinin neshindeki cevaz hakkında ise de söyleniş bakımından من آية kelimesi umum ifade ettiğinden, bazı Ku’ran âyetlerini de açıkça içine almaktadır. Şu halde Kur’ân âyetlerinde de nâsih ve mensuh bulunmaktadır. Bunun aksini iddia etmek, nassın zahirini inkâr etmek olur.311
Yazır, neshin lügat manasını şu şekilde açıklamıştır:
“Nesih lügatte değiştirmek, yani bir şeyin yerine başkasını geçirmek, halef yapmak demektir. Nitekim نا آية مكان آيةوإذا بدل “Bir âyeti bir âyetin yerine bedel yaptığımız vakıt”312 âyetinde nesih, tebdil olarak ifade edilmiştir. Bununla beraber bu mânâ bazen o şeyin kendisinde itibar edilir ki, buna izale, ilga, iptal denilir: الشمسنسخت لالظ “güneş gölgeyi neshetti” demek onun yerine geçti, onun yerini aldı demektir
ki, buna, izale etti ve iptal etti de denilir. Bir başka âyette فينسخ الله ما يلقي الشيطان
307 Konu ile ilgili tartışmalar için bkz., Zerkânî, el-Menâhîl, II/180-184; Suyûtî, el-İtkân, II/23; Şimşek,
Kur’ân’ın Anlaşılmasında İki Mesele, 95-133; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 123-128; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 140-143; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 113-127; Çetin, Kur’ân İlimleri ve Kur’ân- Kerîm Tarihi, 261-263.
308 Albayrak, İsmail, “Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ve Bediüzzaman Said Nursî'nin Nesh Konusuna Yaklaşımı”, Yeni Ümir Dergisi, Sayı: 64, Nisan - Mayıs - Haziran 2004.
“Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder.”313 nesh işte bu anlamdadır. Bazen de o şeyin yerinde itibar edilir ki, buna da nakl ve tahvil denilir. Nitekim نسخت الكتاب kitabı istinsah eyledim demek, bir kitaptakini diğerine geçirdim, ona naklettim demektir. Yazıda nesih, mirasta münasahe, ruhlarda tenasuh tabirleri de bu mânâyadır. إنا آنا نستنسخ ما آنتم تعملون “Siz her ne yaptıysanız biz onları istinsah etmiştik.”314 âyetindeki istinsah da yine bu mânâya gelmektedir. Özetle, lügat bakımından nesih, izale ve nakil mânâlarında müştereken kullanılır ise de her iki mânânın da esası tebdil demektir.”315
Yazır’ın bu ifadelerinden, neshi âyetler arasında bir nöbet değişimi olarak algıladığı
sonucun varmak mümkündür. Bu şekilde nesh’in tebdil anlamına vurgu yaptıktan
sonra, kavramın şer’i manada tanımını yapmıştır. Bize baki görünen şer’i bir hükmün,
yine şer’i bir hükümle yürürlükten kaldırma olarak tanımladığı nesh’in Allah’a nazaran
cayma ve bilememe manasına gelemeyeceğini söyleyerek ifadelerine şöyle devam
etmiştir:
“Bunun içindir ki, ebediyet kaydıyla mukayyet bazı hükümlerde nesih cereyan etmez. Nesih ancak emirler ve yasaklar gibi inşâi bir manayı içeren vakıaya ilişkin bir ihbar ve ilam olmayıp, sırf icad olan ve yalnız bir iradeyi gösteren, bununla beraber ebediyeti nassa bağlanamamış bulunan hükümlerde cereyan eder. İman hakikatleri, itikat esasları gibi, ihbâri olan ilmî ilkelerde nesih mümkün değildir. Bunların bir anlık zamana bağlı olanları bile ezelî gerçekler hükmündedirler.”316
Elmalılı burada asıl vurguyu, neshin inşaî ifadelerde cereyan edeceği hususuna
yapmaktadır ki bu mesele klasik İslâm ulemasının da genel kanaatidir. Buna göre
itikadi konularda neshin mümkün olmadığı; neshin ancak muamelatla ilgili
hükümlerde olabileceği kabul edilmektedir.
Yazır, Nahl suresindeki ة مكان آية والله أعلموإذا بدلنا آي بما ينزل “Bir âyeti bir âyetin yerine
bedel yaptığımız vakit ki Allah ne indirdiğini ve ne indireceğini daha iyi bilir.”317
Âyetinin tefsirinde nesh konusunun toplumsal yönüne de dikkat çekerek, toplumdaki
değişimin kaçınılmaz olduğunu söylemiş ve neshin bu değişime paralel olarak vaki
olduğunu söylemiştir. Ayrıca Yazır bu konuda şu tespitlerde de bulunmuştur:
“Kâfirler nesih meselesini Hz. Muhammed’in peygamberliği hakkında bir şüphe gibi ileri sürmek istemişlerdi ki, zamanımızda hala bunu takip eden kâfirler çoktur. Bu âyet onlara cevaptır. Yani bir âyeti neshedip yerine diğer bir âyeti bedel olarak getirdiğimiz vakit والله أعلم بما ينزل – ki Allah ne indirdiğini, ne indireceğini daha iyi bilir. Onun neshi ve değiştirilmesi hâşâ bilgisizlikten değil, ilim ve
hikmettendir. Önceki âyet de sonraki âyet de ilahi hikmet ve kulların menfaatleri gereğince iner. Bir zaman için faydalı olan, bir diğer zaman için zararlı olabilir ve bunun tam tersi de vardır. Çünkü dünyadaki durumlar değişiktir. Şeriatlar ise dünya ve ahirette Allah’ın kullarının faydaları ile uyumludur. Hâlbuki Yüce Allah, Hz. Muhammed’in şeriatını kıyamete kadar değişik asırların yararına olması için indirmiştir.”318
Yazır’a göre nesh’ konusunda özellikle Yahudilerin durmasının özel bir nedeni vardır.
Bunu da şu şekilde açıklamıştır:
Ehli kitaptan Yahudi hizbi gibi bir kısım neshi inkâr ediyor ve öyle zannediyorlardı ki nesih bir bedai, yani önce bilinmeyen bir ilmin sonradan elde edilmesiyle önceki hükümden caymayı gerektirir. Allah Teâlâ bilgisizlikten münezzeh olduğu için ilahi hükümlerde nesh olmaz diyorlardı ve “mademki Kur’ân’da önceki kitapların âyetlerini nesheden âyetler vardır, o halde bu kitap Allah kelâmı olamaz, bunu getiren kimsenin de Peygamber olmaması gerekir” diye iddia ediyorlardı. Ve böylece Yahudiler Kur’ân’ın Musa (a.s.)’ı peygamber, Tevrat’ı da vahiy mahsulü bir kitap olarak tasdik etmesinden de yararlanarak, Tevrat hiçbir şekilde nesih kabul etmez hâkim bir ana kitap ve Musa şeriatını da değişmez ana bir din farz ederek İncil’i de Kur’ân’ı da inkâr ediyorlar.319
Yazır’ın nesh hakkında genel görüşlerini ortaya koyduktan sonra, neshi kabul edenler
tarafından neshe örnek olarak kabul edilen bazı âyetler hakkında onun görüşlerine yer
verebiliriz. Ancak Yazır bu konuda çok fazla somut nasih-mensuh örnekler
belirtmemiştir. Hatta klasik ulemanın mensuh olarak kabul ettiği seyf âyetleri ve içki
konusundaki âyetleri nesh bağlamında değerlendirmeyerek onlardan ayrılmıştır.
Neshi kabul eden müfessirlerin birçoğunun nesh konusunda örnek gösterdiği konuların
başında savaşla ilgili âyetler gelmektedir. İslâm’ın ilk yıllarında Müslümanlar henüz
güçlenmedikleri için savaş izni verilmemiştir.
Elmalılı seyf âyetleri ile alakalı genel düşüncelerini Bakara suresindeki وقاتلوا في سبيل الله
Korunun da size kıtâl edenlerle fisebilillâh çarpışın”320 âyetinin tefsirinde“ الذين يقاتلونكم
ifade etmiştir. Yazır, bu mevzudaki iki rivâyeti sunarak açıklamasına başlar. Birincisi
Rebi’ b. Enes rivâyeti olan: Âyetin başındaki قاتلوا olduğu ve peygamber efendimizin, o
zaman savaşanla savaşır, elini çekenden el çeker bulunduğu Tevbe suresindeki وقاتلوا
Müşriklerle topyekûn savaşın”321 diye genel olarak savaş emredilinceye“ المشرآين آآفة
kadar böyle yaptığı rivâyetini nakletmiştir. İkinci rivâyet olarak da Hz. Ebu Bekr,
Zühri ve Said b. Cübeyr gibi pek çok kimsenin bildirdiği savaş ile ilgili ilk âyetin Hac
Suresindeki أذن للذين يقاتلون بأنهم ظلموا “Kendilerine savaş açılan müminlere savaş için
izin verildi. Çünkü onlara zulmediliyordu.”322 âyeti olduğu rivâyetine yer vermiştir.323
Savaş âyetlerinin iki çeşit olduğunu ifade eden Elmalılı “Korunun da size kıtâl
edenlerle fisebilillâh çarpışın”324 âyetinin vücub ifade eden âyetlerden olduğunu
belirtmiştir. “Allahın’ın emri gelinceye kadar siz onları af edin; onlara aldırmayın.”325
âyetindeki vaat edilmiş olan emir işte bu ve benzeri âyetlerdeki emirdir demektedir.326
Elmalılı peygamberin ilk savaşlarının savunma savaşları olduğunu belirttikten sonra,
kıtal âyetlerinin “Allahın’ın emri gelinceye kadar siz onları affedin onlara
aldırmayın.”327âyetini nesh edip etmediği hususunda kendi kanaatlerini şöyle
belirtmiştir:
“Peygamberimizin, Medine’ye ilk hicret senesinden itibaren seriyyeler tertib edip etrafa gücünü büyük gösterdiği; fakat bunların sırf emniyet ve huzuru sağladığı, etraftaki düşmanların hal ve durumlarını keşfetmek için gönderilmiş karakollardan başka bir şey olmadığı ve düşman tarafından savaşa girilmedikçe bunlara harb ve öldürme emri verilmediği bir gerçektir. Hatta Bedir, Uhud ve Ahzab diğer adıyla da Hendek savaşlarının hep müdafaa zaruriyetiyle yapılmış harpler olduğu ve bu durumun birçok zaman devam ettiği de muhakkaktır. Ama savaş hakkında ilk varid olan izin ve ilahi emirler, yalnız müdafaa harbine mahsus olup peygamberi doğrudan harp ilanı ve taarruzdan dinen ve şartsız olarak mı men ediyordu? Yoksa bu hususu, siyasetin gereğine tabi tutarak sonraki emirler gibi, icabına göre taarruza da müsait olduğu halde, tatbikini bugünkü gibi görüş ve siyasete mi bırakıyordu? Kısaca bu konudaki sonradan gelen naslar esas itibariyle nesh edici midir? Yoksa beyan edici açıklayıcı mıdır? İşte mesele budur. Rebi’ rivâyetinin zahirine göre nesh edildiği, Hz. Ebubekir rivâyetine göre de nesh edilmediği anlaşılıyor. Hâlbuki ihtimal sabit kullanılması mümkün iken nesh edildiğine hükmetmek caiz olamayacağından birçok müfessir muhkem olduğu görüşüne sahiptir ki biz de buna taraftarız. Râğıb der ki: “Önce özellikle yumuşaklık, öğüt ve güzel mücadele ile emredilmiş, sonra savaşa izin verilmiş, sonra haktan kaçana karşı harp ve çarpışma ile emrolunmuştur ki bunlar derece derece siyasetin icabına göre varid olmuş emirlerdir.”328
Bu açıklamaları ile Elmalılı, seyf âyetlerinin neshi konusunu tamamen iptal etme değil;
siyasetin icabına göre, değişik durumlar karşısında âyetlerin hepsinin de uygulanması
Yazır, vasiyet konusunda yapılan neshi temellendirirken bu neshin hikmetini; Nisa
suresinde gelecek olan miras âyetleriyle Cenâb-ı Allah, bu hakkın miktarlarını bizzat
tayin etmiş ve kullarını son nefeste buna ait görüş ve vasiyet mecburiyetinden ve
sorumluluğundan, akrabalar arasında bu yüzden çıkması düşünülen kırgınlık
tehlikesinden kurtarmıştır şeklinde açıklamıştır.336
Yazır, bu âyetin tefsirinde neshi inkar eden Ebû Müslim el-İsfehani (ö. 322/934)’yi,
“usül ilminde açıklanan nass ile zahiri ayırt edememekten kaynaklanan taassup sahibi
biri” olarak niteleyerek, Ahkâmu’l-Kur’ân müellifi Cessas’ın şu eleştirilerini de ilave
etmiştir:
“Selefîn âlimler, Kur’ân’da, âm, hâs, muhkem, müteşabih bulunduğunu nasıl şüpheden uzak olarak kesinlikle bilmiş, anlamış ve bellemişse, neshi de tıpkı öyle anlamış bellemişlerdir. Bundan dolayı Kur’ân’da neshin varlığını reddeden, tıpkı Kur’ân’ın âm ve hâssını muhkem ve müteşabihini reddeden gibi olmuştur. Çünkü hepsinin gelişi ve nakil tarzı aynıdır. Bu adam ise mensûh ve nâsih âyetlerde ve bunların hükümlerinde ümmetin üzerinde ittifak ettiği görüşlerden hariç birtakım şeyler irtikab etmiş ve bununla beraber ileri sürdüğü manalarda zorlamaya düşmüş, tatsız tuzsuz bir şeyler yapmıştır. Onu, buna sevk eden neydi, bilmiyorum? Ancak çoğunlukla zannım şudur ki, bu adam bunu –ilmin şartlarından olan tarihî cereyanına- bu konudaki âlimlerin nakillerine dair bilgisinin azlığından ve selefin söylediği, ümmetin naklettiği asıl malumatı bilmeksin hemen görüşünü kullanıvermesinden yapmıştır. Böylece, “Kur’ân hakkında sadece kendi görüşüyle söz söyleyen, isabet etse de hata etmiş olur” hadisi nebevisinin manası altına girmiştir.”337
Yazır bu ifadeleri ile, Kur’ân’da neshin varlığını inkâr edenleri, ondaki muhkem ve
müteşâbihâtı inkâr edenlere benzetmektedir. Bunların sayısının azlığına da işaret eden
müellif, onların aşırı reye güvenme ve bilgisizlikten dolayı neshi inkâr ettiklerine
inanmaktadır.
3.2.3. Muhkem ve Müteşâbih
Muhkem âyetler, manalarının anlaşılması için açıklamaya ihtiyaç duyulmayan,
herkesin anlayabildiği âyetlerdir. Helal, haram, namaz, oruç, zekat ve hac hakkındaki
âyetler muhkem olarak kabul edilmiştir. Müteşabih âyetler ise, birçok manalara
gelebilen, açıklanmaya ihtiyaç duyulan ya da anlamı akıl veya nakille bilinemeyecek
336 Elmalılı, I/614. 337 Elmalılı, I/617-619.
67
olan âyetlerdir. Kıyamet ve ahvali, bazı surelerin başında bulunan huruf-ı mukattaa
müteşabihattan kabul edilmiştir.338
Âlimlerin çoğunluğuna göre müteşabih âyetlerin te’vilini Allah’tan başkası bilemez.
Peygamber efendimiz ve sahabenin uygulaması da müteşabihten kabul edilen konuların
çok fazla kurcalanmamasını istemişlerdir.339 Özellikle kelâmcıların çoğunluğunu teşkil
ettiği bir kısım ulema ise müteşabihlerin de tıpkı muhkemler gibi te’vil edilebileceği
yönünde görüş belirtmiştir.340
Genel olarak usûl âlimleri, müteşabih kabul edilen âyetleri muhkemlere irca edilerek
manaları anlaşılabilen ve manaları hiçbir şekilde bilenemeyecek âyetler olarak
sınıflandırmışlardır. Bu taksime göre muhkem âyetler, iman edilip, amel edilmesi
gereken konulardan oluşurken; müteşabih âyetler, iman ve amelle ilgisi olmayan
konulardan oluşmaktadır şeklinde kabul edilmiştir.341
Yazır muhkem ve müteşabih kavramları hakkındaki açıklamalarını Âli İmran
sûresindeki “Odur indiren sana bu muazzam kitabı: Bunun bir kısım âyatı vardır
muhkemat: onlar «ümmülkitab» ana kitab, diğer bir takımları da müteşabihattır, amma
kalblerinde bir yamıklık bulunanlar sade onun müteşabih olanlarının ardına düşerler:
fitne aramak, te’vilini aramak için, halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir, ilimde
rüsuhu olanlar da derler ki: amenna hepsi rabbımızdan, maamafih özü temiz olanlardan
başkası düşünemez.”342 âyetini tefsir ederken yapmıştır.
Elmalılı muhkem’in lügat manasını, “bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki,
hikmet kelimesi de bununla ilgilidir.”343 şeklinde açıklamıştır. Müteşabih kelimesini
ise, “İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşabüh,
Kaynakları, 148-151; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 127-128. 341 Konu hakkında geniş bilgi için bkz., Zerkeşî, el-Burhân, 2/68-69; Suyûtî, el-İtkân, II/2-13; Zerkânî,
el-Menâhîl, II/270; Suphi Salih, el-Mebâhîs, 321-328; Mennau’l-Kattân, el-Mebâhîs, 214-220; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 128-130; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 148-151; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 127-128; Şimşek, Kur’ân’ın Anlaşılmasında İki Mesele, 17-49; Aydın, Muhammed, Kur’ân-ı Kerîm’de Lafzî Müteşâbihler, Nun Yayıncılık, İstanbul 1998, 13; Çetin, Kur’ân İlimleri ve Kur’ân- Kerîm Tarihi, 261-263.
342 Âli İmrân, 3/7. 343 Elmalılı, II/1037.
68
benzeyenlerden her birine de müteşabih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan zihni
onları birbirinden ayırd etmekten aciz kalır.”344 şeklinde açıklamaktadır.
Muhkemi, “murad edilen manaya delaletinde şüphe olmayan ve farklı mana ihtimali de
bulunmayan kelimeler” şeklinde açıklayan Elmalılı, bu âyetleri asıl uyulması gereken
âyetler olarak kabul ederek, muhkem olmayan âyetlerin de bu âyetlere irca edilmek
sûretiyle anlaşılabileceğini ifade etmiştir.345 Muhkem âyetlerin her birinin muhkemlik
özelliğinin bulunmasıyla birlikte, diğer muhkem âyetlerle mukayese edilerek
manalarının ve çıkarılacak hükümlerin tayin edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.346
Yani muhkem âyetler de kendi aralarında ıtlak-takyit, umum-husus, istisna-tahsis ve
nesh gibi konularda birbirini alakadar etmektedir. Bu bakımdan muhkem âyetlerin de
kendi aralarında dereceleri vardır. Muhkem âyetlerin zahir, nass, müfesser, manayı has
gibi dereceleri olduğunu ve bunların anlaşılmasının Kur’ân’a bütüncül bir yaklaşımla
mümkün olacağını ifade etmektedir.347
Müteşabih hakkında ise, “her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer
farklı manalara muhtemeldir ki bu manaların hepsi mi yoksa birisi mi murad olundu
zahir bir sûrette seçilmez”348 şeklinde tanımlamıştır. Bunları söyledikten sonra Elmalılı,
“aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde dinleyene
göre bizzat anlaşılması kapalı (hafi) veya müşkil veya mücmel veya mümteni’
(imkansız) bulunur. Bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama gelme olasılıkları
muhkemat ile mukayeseleri sayesinde giderilebilir.”349 şeklinde açıklama yapmaktadır.
Elmalının bu konuda değindiği önemli noktalardan biri de şudur:
“Kur’ân’da anlamsız ve boş bir lafız mevcut değildir. Sûre evvellerindeki huruf-i mukatta’ada bile çeşitli anlayışlar ve sezişler söz konusudur. Mesele anlaşılanın sınırını belirlemede, esas itibarıyla murad edilmiş olan mânânın tayin ve tesbitindedir. Hitabın faydası ise bu tesbite bağımlı değildir. Yine yukarıda kabul ettiğimiz şekilde sonsuz araştırmalara müsait konuların bulunduğunu sezdirmek, insan bilgisinin değerini tayin ettirmek, insanların bilgi derecelerine göre çeşitli anlayışlar, zevkler ve faydalar bahşetmek ve nihâyet rasih âlimleri derin derin düşündürmeye yöneltmek gibi daha birçok fayda söz konusudur.”350
Bu ifadeler, Elmalılı’nın müteşâbihâta yaklaşımı hakkında bize bilgi vermektedir. Buna
göre Kur’ân’da müteşabih âyetlerin bulunma nedenlerinden biri insanların Kur’ân
üzerine düşünmelerini sağlamak ve onları araştırmaya teşvik etmektir.
Müteşabihin anlaşılması mümkün olmayan, tamamıyla kapalı ifade olmadığını,
manalarının çokluğundan dolayı maksadın net olarak tayin edilemediği daha doğrusu
ifade ettiği kapsamlı hakikatlerin insan zihninin yüklenememesinden dolayı kapalı
görünen bir anlatış olarak kabul etmektedir.351
Elmalılı müteşabihin daha iyi anlaşılabilmesi için “şibh” kökünden gelen diğer
kelimeleri açıklayarak şunları söylemiştir:
“İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşabüh, benzeyenlerden her birine de müteşabih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan zihni onları birbirinden ayırd etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehet, (yani benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşabühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez olurlar. إن البقر Kalbleri“ تشابهت قلوبهم Muhakkak ki, o inek bize teşabühlü oldu.”,352“ تشابه علينا teşabühlü oldu.”353, ابهاوأتوا به متش “Ve onun müteşabihi kendilerine verilecek.”354 âyetlerinde geçtiği gibi. Demek ki teşabüh seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırdetmeye yol bulamadığı bir şeye dahi müteşabih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek gibidir. Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir. Bu şekilde Kur’ân’ın ve Kur’ân âyetlerinin muhkemliği ve müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkamı gibi çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fasılaları, uyumları ve daha başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşabüh ve sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu yönden bakıldığında آتاب أحكمت آياته “Onun âyetleri muhkem kılınmıştır.”355 âyeti ile آتابا müteşabih kitap”356 birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin“ متشابهاaçıklamasıdır.”357
Elmalılı, Kur’ân’da müteşabih bulunmamalı şeklindeki görüşün yanlış olduğunu,
bunların Kur’ân’da yer almasının bir takım hikmetleri bulunduğunu bildirmektedir.
Elmalılıya göre bu görüş, Allah Teâlâ’nın ilmi ezelisini sınırlandırmakla aynı anlama
gelmektedir.358 Kur’ân’da müteşabihlerin bulunmamasının insanlar açısından
sakıncasına ise şu şekilde değinmiştir:
“Zira böyle bir düşünce varlığın dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze halinde sürüp gitmesini ve Allah’ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da bütün sonsuzluğuyla ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde beşere öğretilmesi ve Allah Teâlâ’ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık ortaya koymanın mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ’nın beşer ilmini, belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere, noksandan olgunluğa ve kemale doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine engel olması geleceğini iddia etmek, hasılı ilâhî feyizde cimrilik istemek demek olurdu.”359
Ayrıca Elmalılı müteşabihlerle insanın merak duygusu arasında irtibat kurarak, ilmin
başının hayret olduğunu, müteşabihlerin de insanların hayretlerini celbettiğini
belirtmiştir.360
Elmalılı’nın Kur’ân’daki müteşabihleri genel olarak sınıflandırması ise şöyledir:
“Lafız cihetinden müteşabih, mânâ cihetinden müteşabih, her iki cihetten müteşabih. Lafız cihetinden müteşabih ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır. Tek kelimedeki müteşabih mesela, “ebb, yeziffun” gibi kelimenin garipliği veya “yed ve ayn” gibi müşterek anlamlı olmaktan ileri gelir. Cümlenin yapısından doğan müteşabih ya çok kısa söylemekten, yani özetlemekten veya sözü uzatıp mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten veyahut şiirde vezin ve nazım zaruretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. Mânâ bakımından müteşabih olanlar Allah’ın sıfatlarıyla ahiret hayatına ait olan âyetlerde olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini algılamaya imkanımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya yetişemeyeceğimiz mânâlardır. Her iki bakımdan müteşabih olan başlıca beş kısımdır: Umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik bakımından, nasih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekan ve âyetin nâzil olduğu toplumdaki âdet ve gelenekler bakımından ki ليس البر بأن تأتوا البيوت من ظهورها “Evlere arka duvarlarından atlayıp girmeniz Allah katında iyilik ve sevap değildir.”361 âyetinde olduğu gibi. Bir de fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.”362
Son olarak müteşabihler karşısında ilimde derinleşenlerin rolüne de değinen Elmalılı bu
konuda şunları söylemektedir:
“Bu konuda te’vil ve ictihat başkalarının değil, muhkematın mertebeleri ile müteşabihatın mertebelerini seçebilen, te’vili caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri O’na havale eden, kâmil iman sahibi, ilim
358 Yıldırım, Suat, “Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Müteşabih Ayetleri Anlamaya Katkısı”, Yeni Ümit, Sayı:78,
yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve seven, hasılı hikmete mazhar olmuş rasih âlimlerin hakkı vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir.”363
Yazır’ın bu ifadelerinden, yukarıda zikrettiğimiz âyette364 وما يعلم تأويله إال الله kısmında
vakfı mutlak bulunduğunu ifade etse de bundan sonra gelecek olan “vav” harfini âyetin
bu kısmına atıf olarak kabul ettiği, ve mütaşabihlerin bir kısmının tevillerinin Allah ile
beraber rüsuh sahibi âlimlerin de bilebileceği kanaatinde olduğunu çıkarmak
mümkündür.365
3.2.4. Hurûf-u Mukattaa
Bazı sûrelerin başında bir veya birkaç harfin birleşmesinden meydana gelen harflere
hurûf-u Mukattaa denir. Zahiri itibariyle herhangi bir manaya delalet etmedikleri için
hakiki müteşabih olarak kabul edenler olduğu gibi, bu harflerin müteşabih
olmadıklarını kabul ederek bu harflere mana verenler de olmuştur.366
234; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 134; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 155; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 142; Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 183-188.
367 Elmalılı, I/152. 368 Elmalılı, I/153.
72
muhtemel anlam vecihlerinin bulunduğunu ifade etmektedir.369 Bu konuda rivâyetlere
de yer veren Elmalılı mukattaa harfleri hakkında şunları söylemiştir:
“Her kitapta Allah’ın bir sırrı vardır. Kur’ân’daki sırrı da sûrelerin başıdır.” meâlinde Hazreti Ebu Bekir’den rivâyet edilen ve “Her kitabın bir özeti vardır. Bu kitabın özeti de hecâ harfleridir.” diye Hazreti Ali’den rivâyet edilen ünlü açıklaması da meâl bakımından öbüründen başka değildir. Hatta Hazreti Ali’den rivâyet edilen آهيعص ,حم عسق “Allah’ın isimlerindendir.” sözü de bu cümlelerden ayrı bir mânâ değildir. Ve hepsini kapsadığı için sûrelerin başındaki mukattaa harfleri müteşâbihattandır.370
Elmalılı hurûf-u mukattaa hakkında âlimlerin görüşlerine de yer vererek, bir kısım
ulemanın bu harflerde Allah Teâlâ’nın muradının anlaşılabileceğine, bir kısmının da
anlaşılamayacağına dair görüş belirttiklerini beyan etmiştir. Bu görüşlere uzun uzun yer
veren Elmalılı, bu harflerin insanların dikkatini çekmek, onları Kur’ân üzerine
araştırmaya teşvik etmek için var olduğunu belirtmiştir. Nasıl ki insanlar lisanlarında
kısaltmalar kullanıyorsa bunlar da Kur’ân’ın bir takım şifreleridir ve anlamdan arî
değildir şeklinde görüş beyan etmiştir.371
Elmalılı tek tek insanların bir araya gelip toplumları oluşturduğundan temsille, hiçbir
anlamı olmayan harflerle kelimelerin bir araya gelip anlam ifade ettiğini nazara
vermekte ve aynı zamanda bunun Allah’ın tekvin sıfatına bir işaret olduğunu ifade
etmektedir.372
Eserinde bu harflerin mana vecihlerine de yer veren Elmalılı, örneğin Bakara
sûresindeki الم hakkında İbn Abbas’tan rivâyet edilen “Elif lâm mîm. Ben Allah’ım,
bilirim.” ifadesini “yalnız sembolik mânâ olarak değil, aynı zamanda hitabın faydasının
özeti olmak itibariyle de ne güzeldir” şeklinde ifade etmektedir.373 Elmalılı الم’in
tefsirini şu şekilde yapmıştır:
Allah daha iyi bilir ey Muhammed! ‘Elif lâm mîm’ denilince senin derhal ’الم‘“anlıyacağın o olağanüstü sesler, zaman zaman çan sesi gibi o ‘lâm’ ‘mîm’ ğunneleri ile kulaklarında çınlayan vahiy sesleri, belirmeleri insanlar arasında ancak sende görünmeye başlayan ve fakat diğer insanlarca da elifba ve ebced gibi cinsleri ile düşünülebilen o harfler ve kelimeler ve onların mânâları, özetle o isim veya isimler yok mu? ‘ ذلك ’ işte o sesler ve o seslere verilen güzel düzen ile sana
ve senin kalbine Allah tarafından indirilmekte olan o ‘الم’ mucizeli nazım ve mânâ yani o Kur’ân’dır.”374
Mü’min sûresindeki “حم ”‘in “hamd” kelimesinin başı ve Muhammed isminin
ortasıdır. Yâ Muhammed demek de olabilir. Fakat çokları Kur’ân’ın veya sûrenin ismi
olmasıyla iktifa etmiştir.”375 Şeklinde açıklamıştır.
Elmalılı Yâsin sûresindeki “يس” mukattaa harflerini şu şekilde açıklamıştır:
Yâsin, çoğunluğun görüşüne göre Halil ve Sibeveyh’in açıkladıkları gibi sûrenin ismidir. Bazılarına göre yemindir. Allah Teâlâ’nın isimlerindendir. Bazılarına göre de Allah Teâlâ’nın kelâmını açtığı bir söz anahtarıdır. Bakara Sûresi’nin başında hakkında yapılan açıklama genel olarak burada da geçerlidir. Yalnız burada özel olarak şu iki rivâyet vardır: Birisi, İkrime vasıtasıyla İbnü Abbas’tan rivâyet edildiği üzere, Ey insan! demek olmasıdır. Birisi de Saîd b. Cübeyr’den rivâyet edildiği üzere Hz. Peygamber’in bir ismi olmasıdır ki, “Emin ol ki sen, hiç şüphesiz gönderilen peygamberlerdensin.” hitabı bunu andırır. Şifâ-i Şeri’fte anlatıldığı üzere Nakkaş, Hz. Peygamber’den: “Benim Kur’ân’da yedi ismim vardır: ‘Muhammed, Ahmed, Tâhâ, Yâsin, Müddessir, Müzzemmil, Abdullah” diye rivâyet etmiştir. “Hakâyık Tefsiri” sahibi Sülemî, Vâsıtî’den ve Cafer b. Muhammed’den: Yâsin’in yâ seyyid demek olduğunu da anlatmıştır.376
Elmalılı’nın mukattaa harfleri ile alakalı bu örnekleri vererek iktifa ediyoruz. Ancak
şunu belirtelim ki Elmalılı bu harflerle muradı ilahinin ne olduğunu kesin olarak
Allah’ın bilebileceğini ifade etmiştir. Bazı yerlerde sadece “muradını ancak Allah bilir”
diyerek yetinmiş, bazı yerlerde farklı anlam vecihleri vardır diyerek açıklamalar
yapmıştır. Bazı yerlerde ise aynı Hurûf-u mukattaa peş peşe geldiği için bunlar
hakkında hiçbir söz söylemeden âyetlerin tefsirine geçmiştir.377
Mukattaa harflerini manası hiçbir zaman anlaşılamayacak müteşabih âyetlerden kabul
eden âlimlerin aksine Elmalılı bu harflerin ne anlamlara geldikleri hakkında yorum
yapmaksızın rivâyetlere yer vermiştir.
3.2.5. İ’câzü’l-Kur’ân
Lügatte aciz bırakmak anlamına gelen “İ’câz” kelimesinin Kur’ân kelimesine izafe
edilmesi ile oluşan “İ’câzü’l-Kur’ân” terkibi, Kur’ân’ın meydan okuyarak bütün
insanları bir benzerini getirmekten aciz bırakmasıdır.378 Buradaki asıl gaye aciz
bırakmak değil, Kur’ân’ın hak, onu getiren Peygamber’in ise doğruluğunu ortaya
koymaktır.379 Kur’ân bu özelliği ile en büyük şairleri ve en ünlü hatipleri dahi hayrete
düşürmüş, kimse ona benzer veya ona yakın bir eser meydana getirememiştir.
Dolayısıyla Kur’ân, peygamber efendimize indirilen ve devamlı aklî mucize olma
özelliği kazanmıştır. Kur’ân’ın i’câzı hem lafız hem de mana yönüyledir.380
Bu konuda Mutezile imamlarından Ebu İshak İbrahim en-Nazzam’ın (v 231/845) ve
ona uyanların bir itirazı sözkonusudur. “Sarfe görüşü” diye tabir edilen görüşe göre,
Allah Teâlâ Arapların Kur’ân’a nazire yapmalarına engel olmuştur.381 Yani ona
muaraza edecek olanlar aciz bırakılmalarından dolayı istedikleri halde Kur’ân’a nazire
yapamamışlardır.382
Kur’ân-ı Kerîm’in i’câzı, dil ve üslup yönünden, telif yönünden, ihtiva ettiği ilimler
yönünden, gaybe dair verdiği haberler yönünden gibi bir çok konuyu içermektedir.383
Peygambere verilen mucizeleri ikiye ayıran Elmalılı, maddî ve zamanla ilgili olan
mucizelerin kuvveti ve faydası genel olmadığını, mucizenin en önemlisinin ebedî, aklî
ve ilmî kıymeti içeren mucize olduğunu savunmaktadır. Ona göre, bu ayrım sonucunda
en büyük mucize Kur’ân-ı Kerîm’dir. Cenab-ı Allah Resulüne bunu o kadar kesin ve
yakin ile bildirmiştir ki, Kur’ân’ın benzerini hiç bir insan, ya da insanlar topluluğu
yapamaz. Bu, bizzat ilâhî vaad ve taahhüt altındadır. Kur’ân’ın benzerini getirme
hususunda en dâhi sayılan edipler, filozoflar ve şairler aciz kalmışlardır. Bu da
Kur’ân’ın meydan okuma sırrı ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğinin ebedî
delilidir.384
378 Zerkânî, el-Menâhîl, II/227. 379 Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 128. 380 Konu hakkında geniş bilgi için bkz., Zerkeşî, el-Burhân, II/382-383, Mennâu’l-Kattân, el-Mebâhîs,
126; Zerkânî, el-Menâhîl, II/226-227, Suyûtî, el-İtkân, II/118, Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 165-168; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 165-167; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 148-160; Akgül, Muhittin, Kur’ân İnsan ve Toplum, Işık Yayınları, İstanbul, 2002, 151-180..
381 Zerkânî, el-Menâhîl, II/414. 382 Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 149. 383 Akgül, Kur’ân İnsan ve Toplum, 151-180. 384 Elmalılı, I/267-268.
75
Elmalılı, tehaddi âyetlerinden biri olan Nisa sûresi 82. âyetinde385 i’câz çeşitlerini şu
şekilde sıralamaktadır:
1. Gaipten verilen haberin, kendilerinden başka kimsenin haberdar olmadığı durumları,
fikirlerini ve sırlarını Kur’ân’ın ve Peygamberin, olduğu gibi ve ihtilafsız haber
vermesi.
2. Baştanbaşa icâzkar, benzeri olmayan bir belagat ve fesahat içinde cereyan etmiş,
beyan çeşitlerinin ve makamların farklı olması ile beraber hepsini birbirine benzeyen ve
birbirine uygun bir fıtrat düzeni, sağlam ve kusursuz bir metin içinde bulunması.
3. Kırâet ve hükümlerinde, sûre ve âyetlerinde, maksat ve manaların, hikmet ve
yararların, durumların gereğinin çeşitli ve değişik olmasıyla uyumlu ve hepsinde
Allah’ın hükmünün hissedilen akışını gösteren ahenkli bir çeşitliliğin bulunması.
4. Kur’ânda zamanların, yerlerin ve durumların değişmesine göre değişik hükümleri ve
çeşitli manaları ifade eden kırâet ve lafızlar bulunması.386
5. Manasının anlaşılması.
6. Fesahat-ü belagatinin güzelliği.
7. Gerek nazmı ve gerek manasındaki gayb haberleri itibariyle i’câzını.387
8. Hem ma’na hem nazım cihetinden haiz olduğu mümtaz vasıflara haiz bedii bir söz
olması.388
9. Ahkâm ve şeriat kuralları, mülk ve melekûta ait gizlilikler, gaybe ait haberler,
kıssalar ve mev’izalar gibi, dinin usul ve mearifini beyan etmesi.389
Peygamber efendimize verilen hissî mucizelerle Kur’ân mucizesinin kıyasını ise şu
şekilde yapmaktadır:
“Diğer âyetlerin, mucizelerin delaleti, i’câzı, kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Onların sadece bir icazdan ibaret olan delaleti, mücmel
385 “Onlar hala Kur’an’ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah’tan başkası
tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.” 386 Elmalılı, II/1400-1402. 387 Elmalılı, V/3646, IV/2770. 388 Elmalılı, VII/4560. 389 Elmalılı, IV/2842.
76
(kapalı), belirsiz, açıklamasız ve devamsızdır. Kitabın mucizesi ise onların hepsinin icaz delaletini içerdikten başka açıklanmış, vazıh, mufassal ve daimdir de.”390
Elmalılı’nın bu ifadeleri onun Kur’ân’ın diğer mucizelerden farkını ortaya
koymaktadır. Buna göre peygamber efendimizin Kur’ân mucizesi hissî
mucizeleri hem içermekte hem de açıklamaktadır. Kur’ân mucizesi aynı zamanda
devamlı olması yönüyle de hissi mucizelerden farklıdır.
Elmalılı Kur’ân’ın nazım yönünden mucize oluşunu ise şu şekilde
açıklamaktadır:
“Kur’ân-ı Kerîm, öyle bir bedii te’lif ve ilahi kelâmdır ki, buna Allah’tan başka hiç kimsenin ilim ve kudreti yetişemez, öncekiler ve sonrakiler ona karşı gelmekten acizdir. Allah bunu öyle bir i’câz sanatı ile inzâl buyurdu ki, belagatli nazmındaki belagat sırları, kapsamındaki kudsi nurları, gayba ait manalarındaki yüksek hakikatleri, hükümlerindeki hikmet ve güzellikleri, gayesindeki mutlak saadeti, ilahi ilimden başkasının ihata kudreti dışındadır.391
Elmalılı, Kur’ân’ın tanımını yaparken de i’câz çeşitlerinden biri olan Kur’ân’ın
nazmına yer vermektedir.
“Kur’ân, bütün Arap edebiyatçılarını, şairlerini ve belağatçılarını, hatta bütün insanları ve cinleri icazıyla aciz bırakmış, Allah tarafından mucize olarak nâzil olmuş bir kitaptır. Bundan dolayı hak ve Haktan olduğunu, kendisinden başka hiçbir delile ihtiyaç bırakmayacak şekilde, bizzat kendi varlığı ile ispat etmiş olan bir kitaptır. “ onun yağı kendisine hiç ateş dokunmasa bile ışıl ışıl ışıldar.”392, âyetinin zevkiyle bu, bizatihi beyyin, tecrübeyle sabit, hiç şüphe götürmez bir mucizedir.”393
Elmalılıya göre, Kur’ân’ın nazmı, üslubu, tertibi dikkat çekici bir özelliğe haizdir. Ona
göre:
“Allah, âyetleri Kur’ân’ında ne tertiplere, ne üslûblara, ne nazımlara koyuyor: Kâh yapmaya, kâh yok etmeye, kâh iadeye yönlendiriyor. Kâh tek bir tenbih ve ihtar yapıyor, kâh hisleri harekete getirip teşvikler, korkutmalar saçıyor, kâh gökleri ve yeri gezdirip ufukları dolaştırıyor, kâh kalplerin, vicdanların derinliklerine indirip iç dünyaları gösteriyor, kâh aklî prensipler tertibiyle mantıklar içinde görünmeden görünmeyeni anlatıyor. Kâh aynı anlayışı, aynı haberi, aynı müşahedeyi, aynı âyeti bir bediî sanat ile şekilden şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetler yapıyor ve kâh çok çeşitli âyetleri bir âyete döküp genişleri kısaltıyor. Özetle hakikatin durumlarını nasıl bir harf, bir kelime hâline getiriyor, o harfleri ve
kelimeleri nasıl sîgâlara çekiyor da, o açık deliller ile kendi varlığını, birliğini, tasarruf kudretini kulaklara, gözlere, kalplere tebliğ ediyor.”394
Elmalılı, Furkan sûresinin ilk âyetinin tefsirinde de Kur’ân’a benzer bir eser meydana
getirilmeye çalışıldığı halde başarısızlıkla sonuçlandığını395 ve müşriklerin kalemle
mücadeleden kılıçla mücadeleye yöneldiklerini, bunu da boş bir inatla yaptıklarını ifade
ederek Kur’ân’ın farklılığına dikkati çekmektedir.
“Kur’ân benzerinin yapılamadığı deneylerle bilinen daimi bir mucizedir. Bunu kâfirler de denemişler ve yetersiz kaldıklarından kalem ile çekişmeden, silah ile muharebeye geçmişlerdir... Ebu Bekir Bâkıllânî’nin de “İ’câzü’l-Kur’ân” isimli eserinde açıkladığı üzere, Kur’ân’ın icazı, herkesçe bilinen bir şey olduğundan onun indirilmiş olduğunu kabul etmek istemeyenler, elleriyle yokladıkları bir olayı bile inkâra kalkışacak inatçılardır.” 396
Tehaddî âyetlerinden biri olan Bakara suresindeki “ve eğer kulumuz (Muhammed)’a
indirdiğimiz (Kur’ân)’den şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin,
Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz.”397, ibaresi
hakkında Kur’ân için söylenen şüphelere yer vererek benzerinin hangi yönlerde
getirilmesi gerektiğini açıklamaktadır. Ona göre, üslupta, belagat ve bedahette Kur’ân
sûrelerine benzer ve tam onun eşi bir sûre de siz bulunuz, demektir.398 Ayrıca Hz.
Peygamber’in ümmî olmasının da mucizevî yönü bulunduğunu belirterek, Kur’ân
dışında onu getirenin de o kulumuz gibi ümmî ve onun gibi ahlâklı olması gerektiğini
görüşünü savunmaktadır. Ve bu görüşlerini aklî açıklamalarla ispatlama yoluna
gitmektedir. 399
Ayrıca açıklamalarının içinde sarfe teorisine benzer açıklamalarda bulunmuş olan
Elmalılıya göre, “Kur’ân ile boy ölçüşmeye kalkıştıkları zaman mağlup olagelmişler,
hiçbir şey yapamamışlardır. Allah Teâlâ kudretlerini derhal bağlamış veya esasen hiç
vermemiştir.”400 Burada sunduğu hususlar, sarfe teorisine yakınlık arz etmektedir.
Aynı şekilde, Kur’ân’ın, “asla yapamayacaksınız”401 ibaresini açıklarken de yukarıda
belirttiğimiz üzere sarfe fikrini savunanların söylediklerine benzer ifadeler kullanarak;
“kıyamete kadar yapamayacaksınız, yapmanız mümkün değil ya, mümkün olsa da
yapamayacaksınız, Allah yaptırmayacak” şeklinde açıklama yapmıştır.402
Elmalılı, Kur’ân’ın hıfzı yani 14 asırdan bu yana korunmuş olması, insanların elinde
tahriften arî bir şekilde bulunması meselesine de dikkatleri çekmektedir. Kur’ân’ın bu
özelliği de ona göre bir mucizedir ve farklı bir bakış açısı ile ele alınmalıdır. Kur’ân’ın
korunması konusunu Hicr Sûresindeki “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette
onu yine biz koruyacağız.”403 Âyetinin tefsirinde değerlendiren Elmalılıya göre:
“Allah, onun korumasını üzerine aldığı içindir ki, onları bu şekilde toplamaya ve zaptetmeye muvaffak etmiştir. Burada tefsirciler Allah Teâlâ’nın Kur’ân’ı korumasının niteliği hakkında da birkaç ayrı görüş açıklamışlardır. Şöyle ki: Bunu Allah’ın koruması, insan sözünden ayrı bir mucize kılarak halkı, artırma ve eksiltmeden aciz bırakması şeklindedir. Çünkü Kur’ân’a bir şey ilave edecek veya eksiltecek olsalar Kur’ân nazmı değişir ve bütün akıl sahipleri onun Kur’ân’dan olmadığı anlarlar. Bunun için Kur’ân’ın icâzkâr olması bir şehri kuşatan sur ve istihkâm gibi onu korunmuş tutar. Allah Teâlâ, hiç kimseye Kur’ân’a sözlü mücadele edebilecek kuvvet vermemek sûretiyle onu korumuş ve muhafaza etmiştir. Bu iki yorum şekli birbirine yakındır. Allah Teâlâ, teklif süresinin sonuna kadar Kur’ân’ı koruyacak, okutacak ve halk arasında neşredecek bir topluluğu görevlendirmek sûretiyle, onu halkın iptal etmesinden ve bozmasından koruyup muhafaza edecektir. Korumadan maksadın şu olduğunu söylemişler: Bir kimse Kur’ânın bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem ona: “Bu yanlıştır, Allah’ın sözünü değiştirmektir” der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Allah kitabının bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla bir hata veya bir lâhin yapacak olsa çocuklar bile ona hemen, “Efendi yanıldın, doğrusu şöyledir!” derler. Bütün kâinat bu gayb haberinin gerçekleştiğine şahid olmaktadır. Bu korunma olayının pekiştirilerek anlatılmış olması da, hiç söz götürme ihtimali olmayan ilmî bir mucizedir. Ve işte on üç buçuk asırdan fazla bir zamandan beri, dünya böyle hem ilim ve hem de amelle ilgili yönleri toplayan bir mucizenin şahidi olagelmiştir.”404
Elmalılı bu ifadeleri ile Kur’ân’ın Allah tarafından kıyamete kadar muhafaza
edileceğini ifade etmektedir. Yukarıda belirttiğimiz üzere “Allah Teâlâ, hiç kimseye
Kur’ân’a sözlü mücadele edebilecek kuvvet vermemek sûretiyle onu korumuş ve
muhafaza etmiştir.” İfadeleri ile yine sarfe mezhebinin görüşüne yakın bir açıklama
bu sûrenin nâzil olduğu zaman düşünülürse, bu âyetin ne büyük bir mucizeyi
kapsamakta olduğu kolaylıkla kabul edilir.412
3.2.6. Garîbü’l-Kur’ân
Garîb kelimesi, yabancı, anlaşılmaktan uzak ve manası kapalı anlamına gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan, Araplar arasında da çok yaygın olarak kullanılmadığı için
bilinmeyen kelimelere garîb denmiştir. Kur’ân’da nadiren de olsa yabancı kelimelerin
bulunması, çoğunluğunu teşkil eden Kureyş lehçesinin dışında, diğer lehçelerden de
birçok kelimenin bulunması Garîbü’l-Kur’ân meselesini ortaya çıkarmıştır.413
Kur’ân’ın Arapça olduğunu defaten beyan eden414 Elmalılı, Kur’ân’da manasını
Arapların anlayamayacağı herhangi bir kelimenin bulunmadığını, ancak derin manalı
kelimelerin bulunabileceği belirtmiştir.415
Elmalılı tefsirinde “Arapçalaşmıştır” kaydını düşse de bazı kelimelerin Arapça
dışındaki dillerle irtibatını kurarak açıklama yoluna gitmiştir. Örneğin Enâm
sûresindeki416 أساطير “esâtîr” kelimesini tefsir ederken şu açıklamaları yapmıştır:
“şu nokta şayanı ihtardır ki: esatırın müfredi olan üstur, üsture, estır, estıre, estare kelimelerinin Yunanca isturya kelimesi ile alakadar olduğu zahirdir. Frenkler de buna “istuvar=histoire” demişlerdir. Biz de bu gün bunu tarih diye tercüme ediyoruz. Şu halde “esâtîr’in asıl mânâsı bugünkü tabirimizce “tarihler” demektir. Anlaşılıyor ki Arapça’da üstûre, estıra gibi tekil kelimelerin kullanılması nâdirdir. Genellikle “esâtîr” kullanılmış ve bunun için takdîrî çoğulluk gösterilmiştir. Ve kelimenin ucme (aslı Arapça olmayan kelime)den Arapçalaştırılmış olduğu da açıklanmıştır. Yani esâtîr, Arapça’dır. Fakat “ustûre”nin Arapça olup olmadığı şüphelidir. Üstûre Yunanca, “doğru haber ve haber alma” diye tarif edilen “isturya”nın aynı değilse, herhalde ikisi ortak bir asla döner. Nitekim Farsça’da “muhkem = sağlam” demek olan “üstuvar” kelimesi de bu asla dahildir. Hasılı “esâtîr”, Frenklerin “istuvar” dedikleridir. Bu da bugün “tarih” diye terceme edildiğine göre “esâtîru’l-evvelîn”, eskilerin tarihi (tarih-i kadim) demek olur.”417
412 Elmalılı, VI/3997; ayrıca bkz. V/3221. 413 Konu hakkında geniş bilgi için bkz., Zerkeşî, el-Burhân, I/291-296; Suyûtî, el-İtkân, I/113-133;
Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 151-158; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 158-159; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 160-161; Kahveci, Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Ulûmu’l-Kur’ân, 199-200.
im’an ile teemmül etmezler mi? Eğer o Allah’tan başkası tarafından olsa idi elbette
içinde bir çok ahenksizlikler bulacaklardı.”448 âyetini tefsir ederken açıklamaktadır.449
Zaman ve ahvalin değişmesiyle farklılık arz eden âyetlerin ve birbirine zıtmış gibi
görünen âyetlerin bulunabileceğini ifade ederek şu açıklamaları yapmıştır:
“Evet Kur’ânda zamanların, yerlerin ve durumların değişmesine göre değişik hükümleri ve çeşitli mânâları ifade eden kırâet ve lafızlar vardır. Ve bu açıdan birbiriyle çelişkili olduğu görünen âyetler vardır. Fakat bunların hiçbiri Allah’ın birliğine ters düşen aynı olayda, aynı zamanda, aynı şartlar altında çelişkili ve dağınık bir gidişat üzerinde değil, yavaş yavaş birbirini iyice açıklamak, tefsir etmek ve çeşitli durumların gereğine göre hükmü değiştirmek, yerine başkasını koymak sûretiyle açıklamak ve zaman zaman değiştirmek ve kaldırmakla beyan ederek giden ve sonsuz bir hayatın akışını ve hizmetini devam ettiren özel ve düzenli bir gelişme üzerinde yürür gider ve hakikat gülistanında açılan bütün yaratılış tecellileri ve güzellikleri gibi çokluk içinde birliği ve birlik içinde çeşitlenmeyi ifade eden mükemmel bir ahenk ve uyumlu bir değişiklik ve çeşitlilik arzeder. Ve Kur’ân ilminin en büyük önemi ve zevki de içinde fazla karışıklık bulunmayan bu çeşitli ahenk içinde sonunu tam düşünmekle müteşabih âyetleri muhkem âyetlere havale ederek Kur’ân âyetlerinden Allah’ın hükümlerini ve kâinatın olaylarından Allah’ın varlığını okuyup bulmaktır. Mesela “Hepsi Allah tarafındandır.”450 ifadesiyle “Sana her ne kötülük isabet ederse kendi nefsindendir.”451 düsturları arasında açık bir çelişki ve zıtlığın bulunduğu zannedilebilir. Halbuki bunlar, birbirini tamamlayan bir açıklama olarak beraberce düşünülmek ve aradaki çelişme noktaları atılıp beraberlik yönleri düşünülmek üzere söylenmiş ve “Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!”452 âyeti ile de bu nokta özellikle hatırlatılmış. Burada da ifade edilen değişik hükümlerin, bu gibi çeşitli açıklamaların hükümde çelişkiden değil, hikmet ve faydalar ve durumların gereğine uygun ve ahenkli bir hikmetten ileri geldiği özel bir şekilde anlatılmak ve münafıkların yalan dolanlarına tamamen engel olmak için fazla değişiklik olmadığı ifade edilerek buyrulmuş ve iyice düşünmeye sevk olunmuştur.”453
Yazır, bu açıklamaları ile birbiriyle çelişiyor gibi görünen âyetlerin aslında birbirine
çelişmediğini aksine birbirini tamamladığını ifade etmektedir. Bu türden çelişkili gibi
görünen âyetlerin, birlikte düşünülerek aralarındaki çelişkinin ortadan kaldırılmasının
mümkün olduğunu beyan etmektedir.
Elmalılı, bu şekilde Bakara sûresindeki “Ve bir vakit Musâ’ya kırk geceye vâd
verdik”454 ile Ârâf sûresindeki “Bir de Musâ’ya otuz geceye va’d verdik ve anı bir on
ile temamladık”455 âyetlerinin birbiri ile muaraza etmediğini ifade etmiştir. Yazır’a göre
Bakara suresindeki âyette beyan edilen kırk günlük sürenin Ârâf suresinde daha
ayrıntılı bir şekilde anlatılması söz konusudur. Buna göre, ilk otuz gün tutulan oruçla ve
daha başka Allah’a yaklaştırıcı ibadetlerle bir özel arınma ve bir riyazat olmuş ve
sonraki on günde de Tevrat’ın nüzûlü ve Allah ile kelâm olayı meydana gelmiştir.”456
Nisâ sûresindeki “Kadınlarınız arasında her veçhile âdil davranmaya ne kadar hırs
besleseniz yine muktedir olamazsınız.”457 İle aynı sûredeki, “eğer yetimlerin haklarını
gözetemeyeceğinizden korkarsanız size halâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder
nikâh edin ve eğer bu sûrette adalet yapamayacağınızdan korkarsanız o zaman bir
tane.”458 Âyetlerinin birbirine zıt olmadığını şu şekilde açıklamıştır:
“Görülüyor ki, burada isteğe bağlı işler ile zorunlu işlerin hükmü ayırt edilerek emrinin bir açıklaması yapılmıştır. Ve işte sevginin böyle فإن خفتم أال تعدلوا فواحدةzorunlu işlerden olması kazıyyesidir ki, zinadan korunmak için birden fazla eşe sahip olmayı caiz gören zorunlu sebeplerden biri olmuştur. Bunun için burada tek eşe teşvik eden nassın açıklamasıyla beraber, birden fazla eş almanın şartlarından ve zorunlu sebeplerinden en önemlisi de anlatılmıştır. Hadis-i şerifte de varid olmuştur ki: “İki karısı olup da birine büsbütün meyleden kimse kıyamet gününde bir yanı eğik olarak gelir.” Ve eğer zorunlu bir sebeple böyle bir hal olunca aralarını düzeltir, bozulan yönlerini iyileştirir. Bundan sonra meyletmeden sakınırsanız Allah affedici ve merhamet edici olduğundan, geçmişi affeder ve sizi rahmetiyle maksad ve muradına eren bir kimse eyler.”459
Yazır, burada zorunlu durumlarla isteğe bağlı durumların birbirinden farklı olduğunu
ifade etmiştir. Yani eğer zinaya düşme korkusu varsa birden fazla eşe cevaz verilmiş,
ancak bunlar arasında adaletin sağlanması konusu da ihtar edilmiştir. Buna göre âyetler
birbiri ile çelişkili değil birbirini tamamlar niteliktedir.
Konu hakkında daha birçok örnek bulunmasına karşın bu konuda Elmalılı’nın genel
kanaati, “ifade edilen değişik hükümlerin, bu gibi çeşitli açıklamaların hükümde
çelişkiden değil, hikmet ve faydalar ve durumların gereğine uygun ve ahenkli bir
hikmetten ileri geldiği özel bir şekilde anlatılmak” şeklinde ifade edilmiştir.460
3.2.9. Mücmel ve Mübeyyen
Kur’ân-ı Kerîm’in bazı ifadelerinin ilk bakışta ne manaya geldikleri hemen anlaşılmaz.
Bu ifadelerin tebyini ya rivâyetle olur ya da mücmel olan ifade bizzat Kur’ân’ın başka
bir âyeti ile beyan edilir.
Mücmel, dağınık şeyleri bir araya getirmiş, kısa ve öz ifade edilmiş; mübeyyen ise
açıklanmış, beyan edilmiş ve anlaşılır hale getirilmiş manasını ifade etmektedir.461
Mücmel terim olarak, kendisinden ne kastedildiği anlaşılamayacak derecede kapalı
olan, manası ancak başka bir âyet yardımı ile anlaşılabilen âyetlerdir. Mübeyyen ise bu
mücmel âyetlerin başka âyetler tarafından açıklanmasıdır.462
Elmalılı, mücmel diye tabir edilen kelimelerin tefsirini vecihleriyle birlikte işaret
ederek ortaya koymuştur. Bu cümleden olmak üzere, Tekvir sûresindeki والليل إذا عسعس
“Ve yöneldiği dem o geceye.”463 Âyetinde geçen “عسعس” kelimesini şu şekilde tefsir
etmiştir:
zıt anlamlı kelimelerden olmak üzere hem gelmek, hem de gitmek ”عسعس“mânâlarına gelmesi nedeniyle, burada bazıları bunu gelmek, çokları da gitmek mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Bunda bir korkutma mânâsı vardır. Gecenin gitme vakti de, yok olmaya yüz tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatleridir ki sabahın müjdecisidir. Çoğunluk bu mânâyı tercih etmiştir. Buhârî de bu mânâyı, rivâyet ederek, “As’ase, gitti mânâsınadır.” demiştir ki bu, Müddessir Sûresi’ndeki “Gittiği an geceye andol sun.”464 gibi olur. Meâlde “yöneldiği an” demekle de bu iki mânâya işaret ettiğimizi zannediyoruz.465
Elmalılı buradaki mücmel ifadeyi, “gelmek” ve “gitmek” şeklinde iki manaya da
gelebilecek şekilde “yöneldiği an” olarak ifade etmiştir. Bu şekilde aslında birbirine
zıtmış gibi görünen iki manayı da birleştirecek şekilde açıklamıştır.
Yine Bakara sûresindeki ثالثة قروء “üç âdet”466 ibaresinin tefsirini ise konu hakkındaki
rivâyetlere dayanarak şu şekilde yapmıştır:
“Kurû’ ve akra’, kelimesinin çoğuludur ki zıt anlamlı sözcüklerden olarak, hayız ve tuhur (temizlik) anlamlarına gelen müşterek bir sözcüktür. Bu bakımdan mücmeldir. Bu sözcüğün anlamının belirlenmesi, anlamı bakıp araştırma ile açıklamaya bağlıdır. İmam Malik ve Şâfiî, bunu tuhur ile tefsir etmişler de Ebu Davud ve Tirmizî’de tahriç olunduğu üzere, Hz. Âişe’den rivâyet olunan, “Cariyenin boşanması iki kez ve iddeti iki hayzdır.” hadisi ve buna uygun olarak İbnü Ömer’den İmam Şâfiî hazretlerinin de rivâyet ettiği diğer hadisi şeriften anlaşılan iddette, “kar’”ın hayız demek olduğu açıklanmış ve sayısında fark varsa da bu açıdan cariye ile hür olan kadının iddetinde fark bulunmadığı üzerinde görüş birliği olan ve âyetin ilerdeki ifadelerinden anlaşıldığı üzere beklemekten amacın rahmin temizliğinin ortaya çıkması olup bu temizliğin hayız ile anlaşılacağının açıkça belli olmuş bulunmasına ve fıkıh kitaplarında açıklanan daha bazı destekleyici delillerin ışığı altında Hanefi imamları bunu hayız ile tefsir etmişlerdir ki Raşit halifeler, Abdullah’lar Übeyy b. Kab, Muaz b. Cebel, Ebüdderda, Ubâde b. es-Sâmit, Zeyd b. Sâbit, Ebu Musa el-Eş’arî ve Ma’bedi’l-Cühenî (Allah hepsinden razı olsun) hazretlerinin görüşleri de budur. Buna göre hür ve bâliğe olan boşanmış kadınlar tam üç âdet görünceye kadar kendilerini tutup bekleyeceklerdir.”467
Yazır buradaki mücmel ifadeyi hadisi şerif ve fukahanın görüşlerini beyan ederek
açıklamıştır. Buna göre boşanmış olan hür ve baliğe kadınların üç adet görünceye
kadar beklemeleri gerekmektedir. Kur’ân’ın bizzat mücmeli beyan etmesine örnek
olarak da ودالخيط األبيض من الخيط األس ibaresinin من الفجر ile açıklanmasını verebiliriz.
Bakara sûresindeki bu âyetin468 tefsirini yaparken Elmalılı şu açıklamaları
yapmaktadır:
“Bu “fecirden ibaret” kaydının, sonradan nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. Şöyle ki: Bundan önce bazı kimseler biri beyaz, biri siyah iki iplik alır; bunlar birbirinden seçilinceye kadar imsak yapmazlarmış. Bu hadise üzerine “fecirden ibaret” açıklaması nâzil olarak, kastedilen mânâ açıklanmış; beyaz iplik hakikat olmayıp, bilinen bir mecaz olan fecrin başlangıcı olduğu ve şer’î günün buradan başladığı anlaşılmıştır.”469
Kaynakları, 176-179; Demirci, Tefsir Usûlü ve Tarihi, 181-189; Yıldırım, Suat, Kur’ân-ıKerîm’de Kıssalar, AÜİF. Drg. Sayı: 3, Ankara 1979, 38-49.
92
Elmalılı kıssalarla ilgili açıklamalarının kimisinde tarihi bilgileri aktarıp bunların
hikmetine de değinerek düşünmeye sevk etmektedir ki Bakara sûresinde geçen Hz.
Âdem ve Havva’nın yaratılış kıssasından sonra “Binaenaleyh insanlar Kur’ânın bu
kıssalarını iyi teemmül etmeli ve hatırında tutmalıdır.”509 demektedir.
Kıssaların önemine yeri geldikçe ifadelerinde değinen Yazır’a göre kıssa:
“Hz. Âdem’in yaratılmasından sonra bütün insan toplulukları ve çeşitli kavimler üzerindeki ilâhî hakimiyyetin tecellisiyle peygamberlerin gönderiliş hikmet ve neticelerine, şeriat ve dinlerin seyr ve tekâmülüne ve onlardaki maksatların ruhuna yönelik pek mühim hakikatleri açıklayıp aydınlatan ve birçok sûrede çeşitli ibret ve ikaz bakış açısından genişçe anlatılacak veya işaret edilecek olan haberlerdir.”510
Ve yine Ona göre kıssalar ibret alınmak için bildirilmektedirler. Kur’ân’ın ifade tarzı
ile diğer tarih kitaplarının bu olayları anlatım tarzı birbirinden farklıdır.
“Kur’ân’ın letafet, ciddiyet ve belagatine bilhassa itina gösterilerek okunduğu zaman bunlardan alınacak olan ibret dersi ve ilham o kadar yüksek, açık ve boldur ki, kütüphaneler dolusu tarih kitapları okunup araştırılacak olsa elde edilecek ders, yükselmek için bağlanılacak ibret düsturları bunlardan başkası olmayacak ve bunların verdiği açık ilhamı vermeyecektir... Kur’ân ise, hakikatin bu ikisi arasında bulunduğunu anlatmak için söz konusu kıssaları ne kadar güzel tebliğ etmiş ve ne ciddi bir şekilde tasvirini yapmıştır. Dolayısıyla bunları her kıssanın mevzu ve gayesine, tasvir tarzı ve münakaşasına, yani her peygamberin davetinin aslına ve davetinin tebliğ biçimi ve ispatına ve kavmiyle olan münakaşalarının üslubuna, soru ve cevabın kapsadığı ilmi gerçeklere ve edebi kurallara, neticede iman ve küfrün sonucuna sonra bütün kıssalar arasındaki ortak değere, yükseliş ve gelişme ahengine ayrı ayrı ve birlikte göz atarak son derece ibretli bir tarzda okumalı ve bunlardan tarih sahnesinden silinen kavimlerin yaşantılarıyla düşüş ve helaklerine yol açan sebepleri çıkararak gelecek için ibret almanın yollarını öğrenmelidir.”511
Ayrıca bu açıklamasında kıssaların kısa ve öz anlatılmış olmasına rağmen çok şey
içerdiklerine değinerek Kur’ân’ın anlatış üslubunun üstünlüğüne de yer vermektedir.
Kıssalar değişik surelerde eşanlamlı veya farklı lafızlarla parçalar halinde
anlatılmaktadır. Bu birbirinden farklıymış gibi gözüken anlatımın nedenini anlatılan
konunun hedefi ve maksadı ekseninde kıssanın değişik yerlerine vurgu yapılarak, yani
ibret alınması gereken hususlar öne çıkarılarak anlatılmıştır.512 Kur’ân’ın bu anlatım
tarzı, Kur’ân’ın diğer eserlerden ayrılan en önemli ve en üstün özelliğidir. “And olsun
ki, vaktiyle de Nuh’u kavmine resul yaptık gönderdik.513 Âyetini tefsir ederken şunları
söylemektedir:
“... Bu sûrenin kıssaları da A’raf Sûresi’nin kıssalarına benzer. Bunda da onda olduğu gibi önce Nuh ile başlanmış, sonra Hud, sonra Salih, sonra Lut, şu farkla ki, burada buna İbrahim ile bir giriş yapılmıştır. Sonra Şuayb, sonra da Musa ve Harun kıssaları anlatılmıştır. Fakat bunlar oradaki kıssaların aynen tekrarı değildir. Başka başka açılardan nükteleri ve hikmetleri, ibretleri içermekte ve açıklamaktadırlar. Konu ve gaye aynı olmakla beraber, altında yatan manaların ayrı özellikleri bulunmaktadır. Bu kıssalar o kadar güzel ve canlı hikmetleri, ibretleri ve öğütleri içermektedir ki, her biri ciltlerle ayrıntıları ilham edecek birer hikmet çekirdeği gibidirler. Lâkin biz bunların böyle özetlenmiş olarak bildirilmesindeki hikmeti ve beyan güzelliğini ihlal etmemek için birçoğunda sadece misallerle yetiniyoruz. Bununla beraber tavsiye ederiz bunları basit birer hikâye gözüyle okuyup geçmemeli, üzerinde iyice düşünmeli, çok yönlü ibret ve ilham almak için okunmalıdır.”514
Bu ifadeleri ile Elmalılı, peygamberlerin kıssaları farklı sûrelerde tekrar edilerek geçse
de farklı nükteleri içerdiğini açıklamaktadır. Aynı zamandan kıssaların basit birer
hikaye gibi okunup geçilmemesi gerektiğini, her kıssanın üzerinde tekrar tekrar
düşünülmesi gerektiğini ifade etmektedir. Bu açıklamaları ile Yazır Kur’ân kıssalarının
gerçekliğine inanmayan ve onları kurgu olarak kabul edenlerden farklılığını
göstermektedir.
Ayrıca Yusuf sûresindeki “sana bu Kur’ân’ı vahyetmemizle biz bir kıssa anlatıyoruz ki
ahsenülkasas…”515 âyetini tefsir ederken kıssanın hikmeti ve genel olarak kıssaların
i’câzi yönü hakkında şu ifadelere yer vermiştir:
“Ya Muhammed! Bu Kur’ân’ı sana vahyetmemizle en güzel kıssayı, sana biz anlatıyoruz. Yani, bu sûre, kıssaların en güzelidir. Yusuf kıssası, “Yusuf’da ve kardeşlerinde sual edenlere âyetler vardır.”516 uyarınca haddi zatında çok ibretli ve güzel bir kıssa olduğu gibi, bunun en güzel anlatımı da bu sûrede, bu Kur’ân’dadır. Hiçbir kitapta, hiçbir eserde bu kıssa bu kadar güzel nakledilip anlatılmamıştır. Arabî bir Kur’ân olarak indirilen bu Kitab-ı mübinin âyetlerinden bir bölüm olan bu sûre de sana Kur’ân vahyi ile yani sözleri ve mânâsı ile birlikte vahyedilmiş bir Kur’ân olduğu ve Kur’ân’ın beyan güzelliği açısından benzersiz ve eşsiz bulunduğundan dolayı en güzel kıssa bu Kur’ân’ın vahiy diliyle sana anlatılmıştır ki, bunu anlatan ancak Allah’dır. Yoksa şurası bir gerçek ki, bundan, bu vahiyden önce, sen elbette bundan habersizdin. Bu kıssadan haberin yoktu. Buna dair hiçbir bilgiye sahip değildin. Ne aklına gelmişti, ne hayaline, ne işitmiştin ne de
düşünmüştün, tamamen habersizdin. Bu ne başka bir kaynaktan alıntı olan bir nakil, ne de senin tarafından tasavvur ve tasvir olunmuş hayali bir romandır. Senin hiç haberin yokken birden bire gayıbtan vahiy yolu ile gelmiş olan gayb haberlerinden bir haberdir. Böylesine güzel bir anlatım, böylesine bir vahy-i metluvv, (okunan vahy) böyle yüce bir gayb haberi hiç şüphe yok ki, ancak bir Allah vergisi olabilir.”517
Elmalılı bu açıklamalarıyla yukarıda da belirttiğimiz gibi kıssaların kurgulanmış bir
hikaye ya da roman olmadığını, ya da başka bir kaynaktan alıntı olmadığını
vurgulamıştır. Ona göre bu ve Kur’ân’da diğer anlatılan kıssalar ilahi vahiyle
bildirildiği için Kur’ân’ın i’câz özelliklerinden ve peygamber efendimizin nübüvvet
delillerinden biridir.
Elmalılı, En’âm sûresindeki geçmiş peygamberlerden bahseden âyetleri518 tefsir
ederken bu peygamberlerin isimlerinin zikredilmesine ve çeşitli tarihi olaylara temas
etmiş ve bu peygamberlerden söz edilmesinin hikmetlerini şu şekilde açıklamıştır:
“İşte ey Muhammed! Bu anılan ve seçilip kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verilerek âlemlere üstün tutulmuş olan iyilik severler ve salihlerdir ki Allah kendilerini “işte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.”519 âyeti delaletince hidâyete erdirmiştir. Şu halde sen ancak onların hidâyetine uy. Geçmişten örnek olmak üzere bunların hepsinin tuttukları iman tevhidi, doğruluk, dine bağlılık, fazilet ve cömertlik, kitap, hikmet, peygamberlik, özetle hidâyet yolunu tut, başkalarına bakma!..
Ve işte İbrahim kıssasını anmanın hikmet ve gayesi budur. Bunlara uyup yüzünü ancak Allah’a tut ve hiçbir şeyden korkmayarak ve başkasından hiçbir şey beklemeyerek Allah’ın hükümlerini tebliğ et. Onlar gibi sen de, De ki: Ben, bu iş, bu tebliğ karşılığında sizden bir ücret, bir karşılık istemem, o Kur’ân başka bir şey değil, bütün akıl sahibi âlemlerine Allah tarafından bir hatırlatma ve uyarıdır. Bu bir ferde, bir sınıfa veya bir kavme mahsus değildir. Allah için herkese, muhtaç ve sorumlu oldukları şeyleri hatırlatmaktır, genel bir rahmettir.”520
Yazır bu ifadeleri ile kıssaların bütün ümmet için olduğu gibi peygamber efendimiz
için de tebliğinde nasıl bir yöntem takip edeceğine dair stratejiler öğretildiğini ifade
etmektedir.
Burada Yazır’ın israiliyat hakkındaki görüşlerine de yer vermek gerekmektedir.
Yukarıda belirttiğimiz üzere Yazır, Kur’ân’da geçmiş milletlere dair verilen haberlerin
hepsinin de gerçekliğini ifade etmektedir. Fakat bu kıssalar Kur’ân nâzil olmadan
önceki dinlerin kitaplarında o kadar çok tahrifata uğramıştırki insanlar artık bu kıssaları 517 Elmalılı, IV/2845. 518 En’âm, 6/83-90. 519 En’âm, 6/82. 520 Elmalılı, III/1974.
95
masal ya da hikaye dinler gibi dinlemeye başladılar. Müfessirlerin bir kısmı da bu
kıssalar etrafında Kur’ân öncesi mevcut olan bazı kıssa ve hikayeleri nakletmişler ve
bununla Kur’ân’ın o kitaplardaki tahrifi nasıl giderdiğini, insanları hayalden hakikate
nasıl götürdüğüne dair mukayese dersi vermişlerdir.521 Yazır bu iyimser522 israiliyat
anlayışından sonra bu tür nakillerin tefsire ehil olmayanlar tarafından kıssaların
tefsiriymiş gibi anlaşıldığını, insanların bazılarının hakikati bırakıp garaip sevdasına
düştüklerini belirtmiştir.523
Yazır, israiliyat ve diğer konulardaki rivâyetlere karşı pasif tutum takınmamış, uygun
görmediği rivâyetleri tenkit etmiştir. Örneğin Sâd suresindeki “Dedi ki: doğrusu senin
bir koyununu kendi koyunlarına istemesiyle sana zulmetmiş ve hakıkaten karışıkların
çoğu birbirlerine tecavüz ediyorlar, ancak iyman edib de salâh istiyenler başka, onlar da
pek az, ve sanmıştı ki Davud kendisine sırf bir fitne yaptık, hemen rabbına istiğfar etti
ve rükû’ ederek yere kapanıb tevbe ile rücu’ etti. Biz de onu kendisine mağrifet
buyurduk ve hakıkat ona ındimizde kat’î bir yakınlık ve bir akıbet güzelliği vardır.”524
Âyetinde Hz. Davud’u hakem yapan iki davacıdan bahsedilmektedir. Bu âyetlerin
tefsirinde Elmalılı, “bu kıssa hakkında birçok laflar edilmiş, masallar söylenmiştir...”
diyerek Hz. Ali’nin Hz. Davud’la ilgili rivâyetlerle meşgul olanlara yüz değnek
vururum sözünü hatırlatmaktadır.525 Yazır bu tutumuyla peygamberlerin ismetleriyle
çelişecek rivâyetlere itibar etmediğini ortaya koymaktadır.
Buna benzer bir yaklaşım da Sebe suresindeki “Fakat onlar bakmadılar, biz de
üzerlerine arim seylini salıverdik ve o dilber iki Cennetlerini buruk yemişli, ılgınlık, az
bir şey de sidirden iki harap Cennete çevirdik.”526 Âyetinin tefsirinde Hz. Süleyman’ın
vefatıyla ilgili sergilemektedir. “Süleyman (as.)’ın vefatıyla ilgili türlü rivâyetler varsa
da biz onlardan sarf-ı nazar ediyoruz.”527 Yazır bu rivâyetleri İsrailiyattan kabul ettiği
Elmalılı Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir şeyin gereksiz ve fazlalık olmadığını hatta yukarıda
geldiği üzere Hurûf-u Mukattaa’nın bile farklı anlam vecihlerinin olduğu
kanaatindedir.534 Bu bakış açısıyla, Kur’ân’daki tekrarların da belli bir gayeye matuf
olduğu görüşünü savunmaktadır.
Elmalılı Mürselât sûresinde on defa tekrar edilen ويل يومئذ للمكذبين “O gün
yalanlayanların vay haline!”535 âyetini “Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün sonunda
tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra, ard arda geliş manzaralarına
da bir işaret vardır.”536 Şeklinde açıklamaktadır. Açıklamalarının devamında şunları
ifade etmiştir:
“Mükezzibin kelimesinin her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği mânâya göre düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah’ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunu, ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah’ın nimetini inkâr mânâları ile ilgilidir.537
Yazır bu ifadeleri ile yukarıda belirttiğimiz üzere Kur’ân’ın her tekrarının anlatılan
konuya göre düşünülüp değerlendirilmesi gerektiğini açıklamaktadır. Yani “O gün
yalanlayanların vay haline!” öncesinde yapılan açıklamalara göre farklı mana
derinlikleri içermektedir.
Kamer sûresindeki ولقد يسرنا القرآن للذآر فهل من مدآر “Şanım namına Kur’ânı müyesser de
kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var?”538 âyetinin 4 defa tekrar edilmiş olmasını,
bu sûrenin terci’ (geriye döndürme) âyeti olduğunu ve her kıssanın akabinde ولقد جاءهم
Celâlim hakkı için onlara kıssalardan öyleleri de geldi ki onlarda“ ما فيه مزدجر من الأنباء
zecredecek haberler var.”539 âyetini hatırlatmak için tekrar ettiğini ifade etmiştir. Bu
sûretle anlatılan her kıssanın ayrı ayrı düşünülüp ibret alınması gerektiği
“Yaratılışın, lisanın, yer ve göğün, adalet ve mizanın nimet olduğunu inkâr edenler de bulunmaktadır. Meyvaların, yiyeceklerin ve koklanacakların nimet olduğunu inkâr etmeseler de özellikle Allah’a nisbetini açıkça veya işaretle inkâr edenler de çoktur. Hitab, aşağıda açıklanacağı üzere ins ve cinne olduğu içindir ki, yaratıkların hepsi buna dahildir. Rab isminin açıklanması da, azarlama da şiddet ifade etmektedir. Yani ey o yaratıkların gizli ve âşikâr iki kısmını teşkil eden insanlar ve cinler! Şimdi siz bunları işittikten sonra Rabbiniz Rahmân Teâlâ’nın şu dinleyip gördüğünüz türlü nimetlerinden hangi birine yalan deyip de nankörlük edersiniz! Hiç böyle bir nimet sahibine nankörlük edilir mi?”542
Elmalılı âyeti ilk geçtiği yerde bu şekilde tefsir ettikten sonra bazı yerlerde “ilh…”
ifadesi ile geçmiş tefsire atıfta bulumuş543; bazı yerlerde ise bu âyetten önce geçen
nimetlere dikkat çekerek yeni açıklamalar yapmıştır.544 Bu âyet hakkında Elmalılı’nın
genel açıklaması ise şöyledir:
“Görülüyor ki bununla beraber aynı âyet, otuz bir defa tekrar edilmiştir. Bunlardan sekizi yaratılış üstünlüklerinin sayılması ve dünya ile ahirete dair hususların akabinde, yedisi cehennemin ahvaliyle ilgili tenbihlerin peşinde -ki bu rakam, cehennem kapılarının adedine müsavidir- sekizi de ilk iki cennetin vasıflarının ardında -ki bu da cennet kapılarının sayısına eşittir- zikredilmiştir. Bu sûretle şuna işaret edilmiş gibidir ki, ilk sekiz hususa inanıp da gerektirdiği şekilde amel eden kimse, her iki cennete girmeyi hak etmiş ve cehennemden korunmuş olacaktır.545
Kafirûn sûresindeki tekrarlanan ولا أنتم عابدون ما أعبد “Siz de tapanlardan değilsiniz benim
ma’buduma”546 âyetini tefsir ederken de şunları söylemiştir:
Bu iki âyet ilk bakışta öncekilerin bir tekrarı gibi görünür. Bunda tefsircilerin iki vechi vardır: Birisi başlıbaşına tekid de takviye için tekrar edilmiş olmasıdır ki, üçüncü menfi (olumsuz) cümle, ismiyye (isim cümlesi) olarak daha kuvvetli bir şekilde birinciyi, dördüncü de ayniyle üçüncüyü mânâ itibarıyla te’kit eder denilmiştir. Ferra bu fikre kanaat getirmiş ve demiştir ki: “Kur’ân Arap diliyle nâzil olmuştur. Tekit ve anlatmak için kelâmı tekrar etmek de onların âdetlerindendir. Kabul eden “belâ, belâ” (evet evet) der; çekinen “lâ, lâ” (hayır hayır) der. “Hayır, yakında bileceksiniz, yine hayır yakında bileceksiniz.”547 yüksek sözü de bunun üzerinedir.
Yazır’ın bu açıklamalarına göre Kur’ân’daki tekrarın hikmetlerinden biri de manayı
tekit etmektir. Kıssaların tekrarı hususunda ise müellif, yukarıda geldiği üzere, kıssanın
her tekrar edildiği yerde farklı bir hikmete binaen zikredildiği görüşündedir.548
3.2.13. Emsâlü’l-Kur’ân
Mesel, bir şeyin benzerini getirmek, örnek vermek gibi anlamlara gelir. Temsil ise
herhangi bir şeyle ilgili, ona uygun, onun paralelinde, onu destekleyen bir dengini ve
benzerini getirmek, bir hikaye ya da atasözü söylemektir.549 Kur’ân-ı Kerîm’de birçok
meseller vardır. Meseller, Kur’ân’ın anlaşılmasında birçok yönden etkili olmuştur.
Emsâlü’l-Kur’ân ilmi, bu mesellerin Kur’ân’da bulunma sebeplerini ve anlamlarını
inceleyen ilimdir.550
Yazır mesel kelimesinin uzun uzun tahlilini yaptıktan sonra onu, gerek gerçek gerekse
hayali olarak, insanlar arasında yaygın şekilde bilinen ve bazı gerçekler onlara
benzetilerek anlaşılan sözler şeklinde tarif etmiştir.551 Kur’ân-ı Kerîm’de temsili
anlatım örneklerinin bulunduğunu, bunların bulunma nedenlerini de gerçeğin
hakikatlerle ifade edilerek anlatılmasından sonra, örnekler vererek daha iyi
anlaşılabilmesini sağlamak olarak açıklamaktadır. Bunların yanı sıra Elmalılı, Cenabı
Allah mesel ve misali yapmamış olsaydı insanların hiçbir şey anlayamayacaklarını da
ifade etmektedir. Ancak sözün öncelikle hakikat olarak anlaşılması gerektiğini,
meseldir diyebilmek için açık karine bulunması gerektiğini ifade etmiştir.552
Bakara sûresindeki, إن الله ال يستحيي أن يضرب مثال ما بعوضة فما فوقها “Bilmeli ki Allah bir
sivri sineği hattâ daha üstününü bir mesel yapmaktan sıkılmaz.”553 Âyetini tefsir
ederken şunları söylemektedir:
“‘Darb-ı mesel’ (ata sözü) deyimi, “mesel-i madrûb” yani “söylenegelmiş” meşhur mesel mânâsına da kullanılır ise de aslında “mesel darbetmek” yani meseli yerinde kullanmak ve tatbik etmek, yerine göre “iyice yapıştırmak” demektir ki, yeniden bir mesel koymak ve inşâ etmek değildir. Temsil ise geneldir. Fakat Kur’ân’daki
meseller, genel olarak bağımsız bir şekilde kurulmuş temsiller olduğu halde, aynı şekilde tatbik de edilmiş olması itibariyle “darb” tabir olunmuştur.”554
Yazır, Rûm sûresindeki “Allah, size kendinizden bir misâl verdi: Hiç size rızık olarak
verdiğimiz şeylerde elleriniz altındaki kölelerinizden ortaklarınız bulunur da onlarla siz
eşit olur, aranızda birbirinizi saydığınız gibi, onları da sayar mısınız? İşte biz,
düşünecek bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz.”555 âyetinin tefsirinde şunları
söylemektedir:
“O size kendi nefislerinizden bir misal vermiştir. Bu misal, şirkin batıl oluşunu açıkça göstermek içindir. Yani bir malike, mülkünden ortak varsaymak bir çelişkidir, batıldır. Bunu kendinizden bir pay biçerek zorunlu bir şekilde anlayabilirsiniz. Hiç sizin köleniz, uşağınız, hayvanınız, haşeratınız (zararlı hayvanlar) gibi elleriniz altında sahibi bulunduğunuz şeyler, Allah’ın size bahşettiği mülkünüzde (mal varlığınızda) sizin ortağınız, denginiz olur da mal olan şeyler, sahibine eşit olabilir mi? olamaz değil mi? Halbuki sizin mal varlığınız Allah’ın vergisi, onlara sahip oluşunuz da sonradan olma ve gelip geçicidir. Bütün varlıklara, var etme yoluyla sahip bulunan Allah Teâlâ’nın ise, malik oluşu sonsuz ve O’nun mülkünden çıkmak imkansızdır. Allah Teâlâ bu gerçekleri böyle ayırt edip anlatmıştır. Şimdi sizin mal varlığınızdan biri size ortak olamazken Allah Teâlâ’nın mülkünden, yaratıklarından, kullarından kendisine ortak nasıl olabilir?”556
Yazır bu ifadeleri ile Allah Teâlâ’nın insanların kendi hayatlarından misal getirerek,
nasıl ki insanlar sahibi olduklarını zannettikleri nimetlerle aynı değilse, Allah’a şirk
koşmanın O’na ortaklar ihdas etmenin kötülüğüne işaret edildiğini beyan etmiştir.
Haşr sûresindeki “Biz bu Kur’ânı bir dağın üzerine indirseydik her halde sen onu Allah
korkusundan başını eğmiş çatlamış görürdün, o temsiller yokmu işte biz onları insanlar
için yapıyoruz gerek ki tefekkür ederler.”557 Âyetinden sonra gelen âyete işaret ederek
burada temsili bir anlatım olduğunu beyan etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in üzerine indiği
akıl ve şuur nimetlerinden mahrum dağın, haşyetten çatlayarak baş eğmesinin misal
verilmesini, akıl ve şuur sahibi insana dağdan daha fazla etkilenmesi gerektiğini tembih
etmek için olduğunu belirtmektedir.558
Yazır, Ahzâb sûresindeki, “Evet, biz o emaneti Göklere, Yere ve Dağlara arzettik, onlar
onu yüklenmeğe yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi, o cidden çok
çıkan da bir şey’e yaramaz, şükredecek bir kavm için âyetleri böyle tasrif ederiz.”563
Âyetindeki temsili anlatımı ise şu şekilde açıklamaktadır:
“Yani bu beyan ve tasvir, insanlar için bir darb-ı meseldir. Peygamberler, ilâhî rahmetin müjdeci ve yayıcıları, yüklenmiş oldukları teklifler ve şeriatler, hayatın ke n disiyle kâim olduğu saf su ile dolu ağır bulutlar gibi Kur’ân kalblerin âb-ı hayatı (hayat suyu), din ve mârifet (bilgi), ebedî bir hayat olan ilâhî rahmet; sorumlu ve muhatap olan insanlar da yağmurun indiği yerler gibi iki kısımdır: Topraklar gibi insanların ve insan topluluklarının da iyisi ve kötüsü, mümini kâfiri vardır. İyiler iyi düşünür, Allah’ın peygamberlerinden istifade eder, ilâhî âyetleri düşünmek ve anmakla ibret alır, iman eder, hayat bulur, Allah’ın nimetlerine şükreder. Ahiret için güzel ameller ile güzel semereler verirler. Yaratılış âyetlerinde ve şeriat koymada cereyan eden ilâhî tasrîf ve tasarrufların, peygamberleri gönderme ve Kur’ân’ı inzâl etmenin hikmeti de bilhassa bunların faydaları ve şükranıdır. Çorak yer gibi fena olanlar ise Allah’ın nimetlerini ve rahmetini inkâr ve küfür ile karşılarlar, bu faydalanmadan mahrum kalırlar. Onların meyve vermelerine Allah’ın izni taalluk etmez. Zorluk ve mahrûmiyet içinde felakete yuvarlanır giderler.”564
Yazır, bu ve yukarıda zikrettiğimiz temsil örnekleri, genel olarak insanların Kur’ân’ın
manalarını daha iyi anlamaları için irad edildiğini ifade etmektedir. Ona göre Allah
Teâlâ bu tür örnekler vererek, önceden hakikatlerle ifade edilen gerçeklerin temsili
anlatım yoluyla zihinlere daha iyi yerleşmesini sağlamak istemektedir.
nükteleri, tarizleri, telmihleri, remizleri de vardır diyerek şu açıklamaları yapmıştır:
“Kuşkusuz Kur’ân-ı Kerîm apaçık Arap dili ile inmiştir. Kur’ân’ın dili bilmece ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Yine kuşku yok ki bir metinde aslolan, hakiki mânâyı vermeye engel bir karine bulunmadıkça görünen mânâya yorumlanmasıdır. Bununla beraber şu da kesindir ki Kur’ân’ın, “Kitabın anası” olan ve mânâsı açık açık bilinen âyetleri yanında hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih âyetleri; hakikatı, mecazı, sarihi, kinayesi, istiaresi, temsili, tensisi, imâsı, belagat nükteleri, tarizleri, telmihleri, remizleri de vardır.”566
Müellifin bu sözlerinden anlaşılan, Kur’ân’ın bazı ifadelerinde mecâzî anlatımın
bulunduğudur. Ancak o önceliğin zahiri anlama ait olduğunu vurgulamaktadır.567 Konu
hakkında verebileceğimiz örneklerden bazıları şunlardır:
Bakara sûresindeki, “bunlar işte öyle kimselerdir ki hidâyet bedeline dalâleti satın
almışlardır da ticaretleri kâr etmemiştir yolunu tutmuş da değillerdir.”568 Âyetini tefsir
ederken, buradaki ticaretin mecâzî ifade olduğunu beyan etmektedir.569
Yine Bakara sûresindeki, “…onlar sizin için bir libas siz de onlar için bir libas
mesabesindesiniz…”570 âyetinde de istiare yoluyla mecazi anlatım olduğunu ifade
etmektedir.571
Leheb sûresindeki تبت يدا أبي لهب وتب “Yuh oldu iki eli Ebu Lehebin, kendi de yuh”572
Helâk oldu. Bu fiil esasen bir durumu haber vermekle birlikte dilek kipi de وتب “olabilir. Dilek kipi olması, ya tekvînî şekilde zarar görmesini dilemek, yahut da Arapların adetlerinde olduğu gibi “Kahrolası” şeklinde beddua olarak hüsran ve helâkı hak ettiğini anlatmak sûretiyle kınamak ve çirkin görmek mânâsınadır. Söz konusu fiili, ilk nüzûlüne Bakarak çokları, bu mânâda yorumlamışlardır. Bu yüzden “elleri kurusun” şeklindeki tercüme pek yaygındır. Eli kurusun tabiri daha ziyade “eli çolak olsun” mânâsında kullanılmaktadır. Bununla beraber mecâzî anlamda iflâs etsin, elinde avucunda bir şey kalmasın, tutacağını tutamasın ve her tuttuğu boşa çıksın gibi beddua mânâsına da gelmektedir ki, bu şekilde terceme edenlerin maksadı da budur. Bu fiile, yuh olsun, perişan olsun gibi mânâ vermek, de olduğu gibi tebâbın anlamına daha uygun görünmektedir.”573
Yazır Kâria sûresindeki, “O vakıt onun anası haviyedir”574 âyetinde ana manasından
varılacak yer, yurt ve yatak manasına istiare yoluyla mecazi anlatım olduğunu ifade
etmiştir.575
Yazır Kur’ân’daki mecazi anlatımın bulunduğunu kabul etmekle birlikte ilk anlaşılması
gerekenin hakikat olduğunu vurgulamıştır. Bunun yanı sıra o bu tür mecazi anlatım
şekillerini de Kur’ân’ın i’câz özelliklerinden kabul etmektedir.
3.2.15. İ’râbu’l-Kur’ân
Kur’ân kelimelerinin cümle içinde bulundukları yerlere göre gramer yönünden
incelenmesi ve tahlillerinin yapılması İ’râbu’l-Kur’ân ilmini ortaya çıkarmıştır. Bu ilim
kelimelerin i’rabların belirlenmesine ve böylelikle Kur’ân’ın daha iyi anlaşılmasına
yardımcı olur.576
Kur’ân kelimelerinin cümle içinde bulundukları yere göre gramer bakımından
incelenmesi ve kelimelerin tahlillerinin yapılması anlamına gelen İ’râbu’l-Kur’ân ilmi,
Kur’ân’ın en iyi şekilde anlaşılması için önemli unsurlardan biridir. Ancak bu konu
üzerinde özellikle anadili Arapça olmayan müfessirlerce daha fazla durulmuştur. Bu
konuda lügavî özellikler üzerinde çok fazla durulması asıl maksattan uzaklaşılmasına
Elmalılı, muktezaya göre kelimelerin ve terkiplerin lügavî izahlarını yapacağını beyan
etmiştir.577 Dolayısıyla yeri geldikçe Yazır da i’rab ve lügavî izah örnekleri ortaya
koymuştur.
Fatiha sûresinin tefsirine başlamadan önce besmelenin tefsirini yaparken besmelenin
i’râbına uzunca yer vermiştir.578
Yazır, tefsirinin bazı yerlerinde “i’rab” başlığı altında kelimelerin ya da bir âyetin
i’râbını yapmıştır. Örneğin Bakara sûresinin başındaki الم’in i’râbını şu şekilde
yapmıştır:
“‘Elif lâm mîm’ isimleri, önce dış görünüşleri ile harfleri birer birer söyleme yerinde bulunduklarından i’râbları yoktur. Çünkü birer birer sayılan kelimeler, başlangıç cümlesi gibi i’râbsızdır. Bununla beraber aralarında mübteda haber olmaları düşünüldüğü gibi, tamamı bir isim veya isim yerinde düşünülerek, “bu elif lâm mîmdir” meâlinde, hazfedilmiş bir mübtedanın haberi veya oku, dinle, belle, yahut yemin ederim gibi hazfedilen bir fiilin sarih veya gayr-i sarih mef’ûli bih olmak ve nihâyet tamamı mübteda ve cümlesi haber yapılması da düşünülebilir. Bu arada nasb i’râbı bu harflere dikkati çekmek açısından daha beliğdir. Ve bunda yemin mânâsını göz önünde bulundurmak daha kuvvetlidir. Şu kadar ki bunu hepsinde genelleştirme taraftarı değiliz.”579
Bu açıklamalarıyla Yazır, yeri geldiğinde lügavî özelliklere yer vereceğini ifade etmiş
olsa da, bunu tefsirinin geneline yaymak istemediğini belirtmiştir.
Yazır Bakara sûresindeki والصابرين في البأساء والضراء وحين البأس “…hele sıkıntı ve hastalık
hallerinde ve harbin şiddeti zamanında sabr-ü sebat edenler…”580 âyetinde الصابرين’nin
mansûb olmasını “Arap dilinde övgü şeklinde meydana gelen saymalarda i’râbın merfu
ve mansub olarak değişmesi, övgüye dikkat çekmek için bir adettir. الصابرين kelimesi bu
türden olmak üzere “yâ” ile mansub olmuştur ki, mukadder medih (övgü) fiilinin
mef’ûlüdür” şeklinde irab etmiştir.
Yazır Âli İmrân sûresindeki خير ويأمرون بالمعروفولتكن منكم أمة يدعون إلى ال وينهون عن المنكر
“Hem sizden müteşekkil, önde gider, hayra davet eder, maruf ile emir ve münkerden
nehyeyler bir ümmet olsun”581 âyetini tefsir ederken, buradaki iyiliği emredip
kötülükten alıkoymanın Müslümanlara farzı kifaye olduğunu söylemektedir. Bunu da
faziletleri ve âyetlerin faziletleri şeklinde üç kategoride yer vermektedir. Bu türden
bilgilere bazen “fazileti”649 lafzıyla, bazen de “okumanın sevabı”650 şeklinde yer
vermiştir.
Yazır, Kur’ân’ın bütününe dair fazilet haberlerini Ebû Hayyân el-Endelüsî’den nakil
yaparak bildirmiştir. Buna göre; Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadisi şerifte şöyle
buyurmuştur: “Muhakkak ki ilerde karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak.
Efendimize ‘ondan kurtuluş ne?’ diye sorulduğunda Efendimiz: ‘Allah Teâlâ’nın
Kitabı; onda sizden öncekiler ve sonrakilerin haberi ve içinde bulunduğunuz zamanın
hükmü bulunur. Kur’ân eğlence değil fasıldır. Onu zorla terk edenin Allah belini kırar.
Doğru yolu onun dışında arayanı Allah dalâlete düşürür. O Allah’ın sapasağlam ipi,
apaçık nuru, zikri hakimi ve sıratı müstakimidir...’” buyurmuştur. Yine Peygamber
efendimiz; “Evvelkilerin ve sonrakilerin haberlerini arayan Kur’ân’ı deşelesin”
buyurmuştur. Konu hakkında bir başka hadisi şerifte efendimiz; “Bu Kur’ân’ı okuyun,
çünkü Allah Teâlâ size her harfine on hasene ecir verecek. Ama şunu bilin ki ben size
”.bir harftir demiyorum. ‘elif’ bir harftir, ‘lâm’ bir harftir, ‘mîm’ bir harftir ’الم‘
buyurmuştur. Yazır tefsirinin mukaddimesinde yukarıda zikrettiğimiz hadisler dışında
kaynak göstererek veya hiç kaynak göstermeden başka fazilet hadislerine de yer
vermiştir.651
Elmalılı Fâtiha sûresinin faziletinden bahsederken, “Ben namaz sûresi olan Fâtihayı
Benimle kulum arasına yarı yarıya taksim ettim, yarısı Benim, yarısı kulumundur ve
kulumun isteği haktır.” Mealinde bir hadisi kutsî zikretmiştir. Peygamber efendimizin
bu hadisi kutsiyi şu şekilde beyan ettiğini açıklamıştır: Kul الحمد لله der, Allah da kulum
bana hamdetti der; kul الرحمـن الرحيم der, Allah da kulum beni sena etti der; kul وم مالك ي
إياك نعبد وإياك ;der; Allah da der ki: kulum beni temcit etti ve buraya kadar benim الدين
kulumla benim aramda, sûrenin sonu ise sadece kulumundur ve kulumun isteği نستعين 648 Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 201-203; Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 205-207; Demirci, Tefsir
Usûlü ve Tarihi, 198-201. 649 Bu ibare ile bahsedilen bazı fezâil örnekleri için bkz., Elmalılı, II/1008; II/1070; VI/4003; VII/4883. 650 Bu ibare ile bahsedilen bazı fezâil örnekleri için bkz., Elmalılı, I/147; VI/4184; VII/5150; IX/6351. 651 Elmalılı, Mukaddime, I/30-32.
115
haktır.652 Fatiha ve Bakara sûrelerinin faziletleri hakkında hadisi şerifleri zikrederek,
“Kur’ân’ın en faziletlisi fatihadır” ve “Kur’ân’ın en faziletlisi Bakara sûresidir” hadisi
şeriflerini zikretmiştir.653
Bakara sûresi hakkında “her şeyin bir zirvesi vardır; Kur’ân’ın zirvesi de Bakara
sûresidir” ve Bakara ile Âli İmran sûreleri hakkında “ iki zehrayı, Bakara ile Âli
İmran’ı okumaya devam edin” hadisi şeriflerini zikrettikten sonra, Kur’ân’ı canlı bir
varlığa benzetecek olursak, Fatiha başı, Bakara gövdesi, diğer sûreler vücudun
organları gibidir benzetmesini yapmıştır.654
Yazır’ın tefsirinde sûrelerin faziletlerine dair örneklerin bazıları şunlardır: Yâsîn
sûresinin fazileti655, Mü’min sûresinin ve diğer ‘حم’’lerin fazileti656, Mülk sûresinin
Âyetlerin faziletleri değindiği örneklerden ikisi ise; Âyetel Kürsî’nin fazileti662 Haşr
sûresinin sonunun fazileti663 hakkında bilgiler verdiği kısımlardır.
Elmalılı Kur’ân, bazı sûreler ve bazı âyetlerin faziletlerine değindikten sonra her biri
Allah kelâmı olan âyet ve surelerin nasıl ve hangi açıdan birbirinden faziletli
olabileceğini şu şekilde açıklamıştır:
“Birisi; onunla amel, diğeriyle amelden evla ve insanlar için lâzım olmaktır. Bu açıdan emir ve nehiy, vaad ve va’id âyetleri kısas âyetlerinden daha hayırlıdır, denilir. İkincisi; Allah Teâlâ’nın yüce isimlerini ve sıfatlarını beyan eden, azamet ve celaline delalet eyleyen âyetlere, böyle olmayanlara göre, kadri daha yüce, şanı daha yüksek mânâsına efdal denilir. Üçüncüsü; bunu okuyan kimse, okumakla uhrevi olan ilerideki sevabdan başka peşin bir fayda ve tilavetiyle husûle geliverecek bir ibadet elde etmiş olur. Mesela, âyete’l-kürsi, ihlas ve muavvizeteyn sûreleri gibi ki, bunlarda Allah Teâlâ’yı yüksek sıfatları ile zikir bulunduğ u ndan bu zikrin fazilet ve bereketine itikad ve itminan ile bunları okuyan kimse kırâetiyle
derhal korkulan bir şeyden korunmuş ve Allah’a sığınmanın faydasını hemen görmüş ve böylece okumakla Allah’a ibadet etmiş olur. Bir de şu bakımdan bir sûre bir sûreden efdal denilir ki; Allah Teâlâ, onun kıraatini, diğerlerinin kat kat kıraati gibi kılmış ve ona diğerlerine vermediği sevabı vermiştir. Her ne kadar onun bu dereceye baliğ olmasına sebep olan mânâ bizce bilinmese bile... Bunun benzeri çeşitli zamanların ve mekânların üstünlüğü hakkında söylenildiği gibi, te’abbüdi olan tahsisat-ı ilâhiyyedir. Hasılı bu vecihlerin herhangi birisi bakımından efdaliyyet, hepsinin Allah kelâmı olması bakımından taşıdığı eşitliğe ve aynı özelliği taşımalarına aykırı olmaz bile. Çünkü hepsi de “Allah, sözlerin en güzelini çift yönlü ve ahenkli bir kitap olarak indirdi. Rablerine saygılı olanların ondan tüyleri diken diken olur. Sonra tüyleri de, kalbleri de Allah’ın zikrine yatışır, yumuşar...”664 âyetinde açıklanan özelliğe sahiptir.”665
Bu ifadeleri ile Elmalılı, Hepsi Allah kelâmı olan âyet ve surelerin fazilet bakımından
birbirinden nasıl üstün olacağına da değinen Elmalılı, bunun Allah kelâmı olma
bakımından bir üstünlük olmadığını, ifade ettiği anlamlar ve bahsettiği konular
bakımından üstünlükleri bulunabileceğini ifade etmiştir.
3.2.19. Kıraatler Meselesi
Sözlükte okumak anlamına gelen kıraat kelimesi, terim olarak herhangi bir kelime
üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’rab bakımından meydana gelen
değişiklikler demektir.666 Kıraatler mütevatir, meşhur, ahad ve şaz şeklinde
isimlendirilmektedir. Kıraatin sahih olabilmesi için, sahih bir senedle peygamber
efendimize ulaşmış olması, Arap dilinin gramer yapısına aykırı olmaması, kitabet
bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushaflara aykırı olmaması gerekir.667
Kıraat ilminde kelimelerin okunuşları incelenmektedir. Böylelikle kelime
telaffuzlarında hata, tahrip ve tağyir ihtimalleri ortadan kaldırılmış olur. Bunun yanında
kıraat imamların okuyuş biçimleri öğrenilir, Kur’ân’ın farklı okunuş şekilleri hakkında
da bilgi sahibi olunur. Bu ilmin ihmal edilmesi durumunda farklı kıraatlerin neden
olduğu farklı anlamlar ve buna dayalı farklı fıkhî hükümlerin dayanakları ortadan
77-78; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 105; Çetin, Abdurrahman, Kur’ân İlimleri ve Kur’ân- Kerîm Tarihi, Dergah yy., İstanbul 1982, 250-251.
117
Kıraat Ulûmu’l-Kur’ân’ın önemli alt başlıklarından biridir. Elmalılı kıraat ilmini
harflerin telaffuz keyfiyeti olarak tanımlamış ve tecvidin de bunun içinde olduğunu
belirtmiştir. Yazır’a göre kıraat ya kelimenin harflerinin özellikleriyle ilgilidir veya
harflerin şekilleriyle yani harekeli ve sakin olmalarıyla ilgilidir. Kelimenin harflerinin
özellileriyle ilgili olanlar: فأزالهما- فازلهما ;ملك - مالك gibi. Harflerin şekilleriyle ilgili
olanlar ise malum meçhul أرجلكم- أرجلكم :gibi; harekeler ile ilgili olanlardır تعرف-تعرف
gibi.669
Harflerin özündeki farklılıklardan bahseden Yazır, bunun örneklerinin çok az olduğunu
belirterek bunları tefsirinde gösterdiğini تحتها yerine تحتها من yerine de هو ; gibi çok هو و
az olduğunu söylemiştir. Kur’ân’ın yazısı, harekeleri göz önünde bulundurmadan
aslında mütevatir olan kıraatlerin hepsine mümkün olduğu kadar uygun şekilde
yazıldığını söyleyen Yazır bu ilimde tevatürün şart olduğunu belirtmiştir.670 Hareke ve
sükun ile ilgili farkları kıraati aşere’den örneklerle baştan birkaç surede gösterdiğini
açıklayan Elmalılı “daha sonraki surelerde yalnız önemli mana farklılıklarını
göstermekle yetindik. Okuma farklarıyla ilgili olanlara da bir iki yerde işaret ettiğimiz
olmuştur. Mushaflarımız mütevatir yedi kıraatten Kufe Asım kıraati ve Hafs rivâyeti
üzere harekelenmiştir.”671 diyerek kıraatle ilgili temel bilgileri aktarmıştır.
Kur’ân’ın ilk suresindeki kıraat farklılığına geniş bir yer ayırmıştır. Fatiha suresindeki
نمالك يوم الدي “O din gününün maliki” âyetinin tefsirinde kıraat başlığı altında şu bilgileri
vermiştir:
“Burada iki farklı kıraat vardır. On kıraat imamından Nafî, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Âmir, Hamza ve Ebû Cafer kıraatlerinde elifsiz olarak ملك okunur. Âsım, Kisai, Yakub, Halef-i Aşir kıraatlerinde de elifli olarak مالك okunur ki bizim kıraatimiz de budur. Birincisi mimin ötresi ile mülk masdarından sıfat-ı müşebbehe, incisi ise mimin esresi ile “milk” masdarından ism-i fâil kipidir. Bu kelimeler, kuvvet manası ile ilgilidir. İlki her şeyden önce ve bizzat insanların canları üzerinde tasarruf, diğeri ise her şeyden önce ve bizzat malların kendisi ve faydaları üzerinde tasarruf kuvvetidir.672
Yazır bakara suresindeki فأزلهما الشيطان عنها “Bunun üzerine Şeytan onları oradan
kaydırdı”673 âyetini tefsir ederken âyetteki kıraat farklılığına değinmiş âyetin Hamza
kıraatinde فأزالهما okunduğunu ifade etmiştir. İlkinin “zelle” fiilinin if’âli olarak
“izlâl”‘den; ikincisi “izâle”‘den olduğunu ve bu şekilde mananın, “şeytan o ikisinin
ayaklarını kaydırdı veya şeytan ikisini de cennetten kaydırdı” olduğunu açıklamıştır.674
Yazır kıraatleri zikrettikten sonra bazen ilerde geleceği üzere kıraat hakkında tercihini
ortaya koymuş, bazı durumlarda da herhangi bir tercih yapmadan sadece farklı
kıraatlere göre mananın değişmesini örneklendirmiştir.
Kur’ân’da kıraat farklılıklarının manaya ve âyetten çıkarılacak hükme etki etmesi
konusundaki örneklerden biri Mâide suresindeki:
وأرجلكم إلى وجوهكم وأيديكم إلى المرافق وامسحوا برؤوسكم تم إلى الصالة فاغسلوايا أيها الذين آمنوا إذا قم الكعبين
“Ey iman edenler, namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar
ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin. İki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın.”675
âyetidir. Nu âyet hakkında Yazır şu açıklamalarda bulunmuştur:
“Bu âyette geçen “ercüleküm” ibaresi, İbn Kesir, Ebu Amr ve Âsım’dan Ebu Bekir Şu’be, Hamze, Ebu Cafer ve Halef’ül Âşîr kıraatlerinde lam cer ile esre şeklinde, Nâfi, İbn Âmir, Âsım’dan Hafs, Kisaî, Yakub kıraatlerinde nasb ile üstün şeklinde okunur. Nasb ayaklarını, yüz ve el gibi bağlanmasında, cer de meshedin hükmüne bağlanmasında açıktır. Bu iki farklı kıraat, bir mezhep ihtilafını ortaya çıkarmıştır.”676
Âyeti “ercüliküm” rivâyetiyle okuyup ayakların mesh edilmesini savunanlara karşı
Yazır, şu yorumu yaparak ayakların yıkanması gerektiğini vurgulamıştır.
“Burada ancak şu kadar söyleyelim ki, çıplak ayakla meshetmeyi caiz görmek, âyetin sonunda “sizi temizlemek istiyor” diye açıklanan temizlik hikmetine kesin olarak aykırı bulunduğu, hele yıkanmamış kirli ayaklarla camilere girmenin normal temizlik ile uyuşmasının mümkün olmadığı ortadadır. Nitekim ayaklarını güzelce yıkamamış ve ökçelerinde biraz kuruluk kalmış olanlar hakkında, Rasulullah “Vay şu ökçelerin ateşten haline!” buyurmuş ve tekrar yıkanmasını emretmiştir.”677
Buradan da anlaşılacağı gibi Elmalılı sadece farklı kıraatlere temas etmekle kalmamış
aynı zamanda farklı kıraatlerden kendi mezhebine uygun olanı da tercih etmiştir.