Top Banner
Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı) İmam Ebû Hanîfe (rh.a), bir hacc sezonunda Ehl-i Beyt’in Hüseynî kolunun reisi olan İmam Muhammed el-Bâkır (rh.a)’i ziyaret etmek, meclisinde bulunmak istemiş, ancak İmam el-Bâkır izin vermemişti. Olayın devamını İmam-ı A’zam’ın kendisinden dinleyelim: “Gittim, meclisine oturdum ve “Ebû Bekr ve Ömer (r.anhuma) hakkında ne dersin?” dedim. “Allah, Ebû Bekr’e de Ömer’e de rahmet eylesin” diye karşılık verdi. “(Size bağlı olduğunu söyleyen kimseler) Irak’ta, bizim yanımızda sizin Ebû Bekr ve Ömer’den teberri ettiğinizi söylüyorlar?” dedim. Şöyle dedi: “Maazallah! Kâbe’nin Rabbi’ne yemin olsun ki yalan söylemişler! Ali (r.a)’ın, öz kızını, Fâtıma’dan olma Ümm Gülsüm’ü Ömer b. el- Hattâb’la evlendirdiğini bilmiyor musun? Ümm Gülsüm’ün kim olduğunu biliyor musun? Ninesi, cennet kadınlarının efendisi Hatice; dedesi, nebilerin sonuncusu, resullerin önderi, Âlemlerin Rabbi’nin elçisi Resulullah (s.a.v); annesi, âlemlerin kadınlarının efendisi Fâtıma; kardeşleri, cennet gençlerinin efendileri Hasan ve Hüseyin; babası, İslam’da şeref ve mansıp sahibi Ali b. Ebî Tâlib’dir! Ömer, Ümm Gülsüm’e kocalığa ehil olmasaydı babası onu Ömer’le evlendirmezdi.” “Onlara (sizin adınıza bu yalanı yayanlara) hitaben bir mektup yazıp, bu yalandan teberri etseniz?” dedim; şöyle mukabele etti: “Onlar mektuplarla söz dinlemiyor. İşte sen! Ben sana bizzat “Meclisime gelme” dediğim halde sen beni dinlemedin. Onların benim mektubumu dinleyeceğini mi düşünüyorsun?” 1 Bu anekdot bize, Ehl-i Beyt–Râfıza ilişkisi konusunda çok şey söylüyor. Hz. Osman (r.a)’ın şehadetiyle başlayan ve İslam tarihinde bir daha silinemeyecek izler bırakan “kırılma”dan sadece bir kesittir bu! Abdullah b. Sebe’ ile başlayıp bugünlere kadar gelen bu kırılma, tarih içinde yaşanan birtakım travmatik olayları da büyük bir ustalıkla manipüle ederek karayı ak, yalanı gerçek, vehmi hakikat yerine ikame etmeyi maalesef başarmış bulunan bir yapıya da vücut vermiştir. İtiraf edelim ki bu durum, Râfıza bakımından tarihî bir muvaffakiyettir. Özellikle 1979 İran devrimiyle daha bir ivme kazanarak etki alanını hızla genişleten bu tarihsel illüzyonun gerçek yüzünün ortaya çıkarılması, daha doğrusu bütün çıplaklığıyla zaten ortada duran bu “sanal gerçeklik”in –modern dönemde kimliğiyle birlikte hafızasını da büyük ölçüde kaybetmiş olan– ümmete yeniden anlatılması bir vecibe olarak önümüzde duruyor. Kendi ideolojisini Ehl-i Beyt retoriği üzerinden dinleştiren bu yapı, Din’e de, Ehl-i Beyt’e de Ümmet’e de tarih boyunca büyük
23

Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Mar 01, 2023

Download

Documents

Meral Ozturk
Welcome message from author
This document is posted to help you gain knowledge. Please leave a comment to let me know what you think about it! Share it to your friends and learn new things together.
Transcript
Page 1: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil(Tamamı)

İmam Ebû Hanîfe (rh.a), bir hacc sezonunda Ehl-i Beyt’in Hüseynî kolunun reisi olan İmam Muhammed el-Bâkır (rh.a)’i ziyaret etmek, meclisinde bulunmak istemiş, ancak İmam el-Bâkır izin vermemişti. Olayın devamını İmam-ı A’zam’ın kendisinden dinleyelim:“Gittim, meclisine oturdum ve“Ebû Bekr ve Ömer (r.anhuma) hakkında ne dersin?” dedim.“Allah, Ebû Bekr’e de Ömer’e de rahmet eylesin” diye karşılık verdi.“(Size bağlı olduğunu söyleyen kimseler) Irak’ta, bizim yanımızda sizin Ebû Bekr ve Ömer’den teberri ettiğinizi söylüyorlar?” dedim. Şöyle dedi:“Maazallah! Kâbe’nin Rabbi’ne yemin olsun ki yalan söylemişler! Ali (r.a)’ın, öz kızını, Fâtıma’dan olma Ümm Gülsüm’ü Ömer b. el-Hattâb’la evlendirdiğini bilmiyor musun? Ümm Gülsüm’ün kim olduğunu biliyor musun? Ninesi, cennet kadınlarının efendisi Hatice; dedesi, nebilerin sonuncusu, resullerin önderi, Âlemlerin Rabbi’nin elçisi Resulullah (s.a.v); annesi, âlemlerin kadınlarının efendisi Fâtıma; kardeşleri, cennet gençlerinin efendileri Hasan ve Hüseyin; babası, İslam’da şeref ve mansıp sahibi Ali b. Ebî Tâlib’dir! Ömer, Ümm Gülsüm’e kocalığa ehil olmasaydı babası onu Ömer’le evlendirmezdi.”“Onlara (sizin adınıza bu yalanı yayanlara) hitaben bir mektup yazıp, bu yalandan teberri etseniz?” dedim; şöyle mukabele etti:“Onlar mektuplarla söz dinlemiyor. İşte sen! Ben sana bizzat “Meclisime gelme” dediğim halde sen beni dinlemedin. Onların benim mektubumu dinleyeceğini mi düşünüyorsun?”1

Bu anekdot bize, Ehl-i Beyt–Râfıza ilişkisi konusunda çok şey söylüyor. Hz. Osman (r.a)’ın şehadetiyle başlayan ve İslam tarihindebir daha silinemeyecek izler bırakan “kırılma”dan sadece bir kesittir bu! Abdullah b. Sebe’ ile başlayıp bugünlere kadar gelen bukırılma, tarih içinde yaşanan birtakım travmatik olayları da büyük bir ustalıkla manipüle ederek karayı ak, yalanı gerçek, vehmi hakikat yerine ikame etmeyi maalesef başarmış bulunan bir yapıya da vücut vermiştir. İtiraf edelim ki bu durum, Râfıza bakımından tarihîbir muvaffakiyettir. Özellikle 1979 İran devrimiyle daha bir ivme kazanarak etki alanını hızla genişleten bu tarihsel illüzyonun gerçek yüzünün ortaya çıkarılması, daha doğrusu bütün çıplaklığıyla zaten ortada duran bu “sanal gerçeklik”in –modern dönemde kimliğiylebirlikte hafızasını da büyük ölçüde kaybetmiş olan– ümmete yeniden anlatılması bir vecibe olarak önümüzde duruyor.Kendi ideolojisini Ehl-i Beyt retoriği üzerinden dinleştiren bu yapı, Din’e de, Ehl-i Beyt’e de Ümmet’e de tarih boyunca büyük

Page 2: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

zararlar vermiştir. Tarihin bize ibretle naklettiği bu durum, bugün çok daha farklı bir veçheye bürünmüş bulunmaktadır. Tarih boyunca lokal bir hareket olarak kalmış bulunan Râfıza, İran devriminden sonra ABD/İsrail karşıtlığı retoriğini de son derece ustaca kullanarak etki alanını her geçen gün genişletmekte ve İslam Dünyası’nda dominant unsur olma yolunda hızla ilerlemektedir. Elbette bu sonucun ortaya çıkmasında, Ümmet’i bir arada tutan en merkezî kurum olan hilafetin ortadan kaldırılmış olmasının payı büyüktür. Tesbihin imamesi kaybolunca taneler dağılmıştır.  İmameninkaybolmasıyla oluşan boşlukta ortaya çıkan her bid’at akımın arkasında mutlaka bir veya birkaç devlet gücü bulunduğunu görmek şaşırtıcı değildir. Geldiğimiz noktada itikat işgalini toprak işgaline2 tercih eden genç kuşakların “ABD/İsrail karşıtı”(!) İran’ınyanında yer alması, “denize düşen yılana sarılır” sözünün ironik birtahakkuku gibidir:“Madem ki Batı ve İsrail işgaline karşı çıkan tek güç İran’dır, o halde onun yanında yer almak her kesimin en temel görevidir. Bunun için Şia’yla aramızdaki itikadî ihtilafları unutmak durumundayız. Sünnî-Şiî ihtilafını gündeme getirmek, işgalcilerin ekmeğine yağ sürmek demektir. Esasen Ehl-i Beyt taraftarı olmaktan daha tabii birşey olamaz. Zaten Emevîler’den itibaren kurulmuş olan bütün ‘Sünnî’ devletler Ehl-i Beyt’in hakkını gasp noktasında ortak hareket etmiştir. Şu halde hem bu hakkın iadesi, hem de günümüz reel-politiğinin bir gereği olarak İran’ın: Şia’nın yanında saf tutmak İslamî bir vecibedir!”3

Evet, illüzyonun mantığı böyle işliyor. Reel-politikten kalkarak yine reeel-politiğe geliiyoruz; ama aradaki süreçlerde hayli makas değiştirmiş olarak! Bu savrulmanın dört başı mamur bir anatomisini çıkarabilmek için tarihte bir yolculuğa çıkarak, bugünün gençlerine gönüllü propagandistler tarafından “Ehl-i Beyt Mektebi” olarak pazarlanan “Rafızîlik” nam arızayı doğuran sebepleri kısa başlıklar halinde de olsa hatırlamamız gerekiyor:Abdullah b. Sebe’Hz. Osman (r.a) döneminde Müslüman olmuş görünen bu Yemen Yahudi’si,üçüncü halifenin şehit edilişiyle başlayan ve İslam tarihinde silinmez izler bırakan “fitne” sürecinin baş aktörlerinden birisi, hatta belki birincisidir.  Rafızîlik ideolojisinin temellerini, ilk olarak bu zatın propaganda ettiği fikirlerde buluyoruz.Bu bakımdan Abdullah b. Sebe’i tanımadan Râfızîliği tanımak ve anlamak mümkün değildir. Râfızîliğe karakterini veren en temel unsurlar onun temelini attığı binanın yapıtaşlarıdır. Tıpkı Hristiyanlığın kurucusu Pavlus (St. Paul) gibi o da döneminde ortayaçıkan gelişmeleri, yaşanan olayları, çeşitli inanç ve kültür unsurlarıyla ustaca kararak ortaya yeni bir yapı/inanç çıkarmayı başarabilmiş bir isimdir. Râfızîliğin karakteristik inanç unsurlarının birçoğu onun düşünce ve yeteneğinin ürünüdür. Râfıza’daki “vesayet”, “imamet” ve “rec’at” inançları, gulattaki

Page 3: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

“hulul” inancı.. vs. Abdullah b. Sebe’ patentini taşıyan inançlardanbirkaçıdır.4

Son dönemde Râfızîlerin, tarihte böyle bir kişiliğin hiç yaşamadığı şeklindeki iddiayı yayma gayretiyle çırpındığını görüyoruz. Bunun nedenli beyhude bir çaba olduğunu kısaca da olsa ortaya koymaya çalışacağım. Bunu da mümkün olduğunca Şia’nın kendi kaynaklarından yapmaya çalışacağım ki, onlar için Ehl-i Sünnet’in kaynaklarında yeralan rivayetlerin “uydurma” olduğu tezine sığınma imkânı kalmamış olsun.Önce meselenin kökenine gidelim:Bu iddianın ilk defa Julius Wellhausen, Leone Caetani,5 Bernard Lewis,6 Friedlaender7 gibi müsteşrikler tarafından ortaya atıldığını biliyoruz. Elimizdeki kaynaklar içinde İbn Sebe’den ilk bahseden kişinin Seyf b. Ömer olduğu tesbitinden hareketle mezkûr müsteşrikler, bu zatın “tarihi kurgulamak” gibi bir gayeyle hareket ettiği için güvenilirlik vasfına sahip olmadığını söylerler. Onlara göre Seyf, Hz. Osman (r.a)’ın şehadeti ve Cemel vakası da dâhil olmak üzere, döneme damgasını vuran gelişmeleri, Sahabe’yi tebrie etme gayretiyle muhayyel olay ve kişilere bağlamayı tercih etmiş, Abdullah b. Sebe’ ismi de bu çerçevede onun tarafından uydurulmuştur.8

Mezkûr müsteşriklerin, İslam’a ve Müslümanlara önyargılı Batılı bakışın tipik izlerini taşıyan bu tezi, modern dönemde İslam dünyasında da taraftar bulmakta gecikmedi. Mısır’da, “Fransızca düşünüp Arapça yazmakla iftihar eden” Tâhâ Hüseyin konu hakkında ilk“Müslüman” patentli şüpheyi ortaya atan kişi oldu.9 O, el-Fitnetu’l-Kübrâ-Alî ve Benûh adlı kitabında İbn Sebe’in tarihsel varlığına şüpheyle yaklaşmayı “bilimsellik” adına savunduğunda10 elbette zeminini müsteşriklerin döşediği bir vasatta hareket ediyordu.Tâhâ Hüseyin’den sonra İslam Dünyası’nda ve ülkemizde aynı görüşü savunan birçok yazar ve çalışma ortaya çıktı. Ülkemizde konu hakkında yapılan ve sayıları bir elin parmaklarını bulmayan Yüksek Lisans ve Doktora tezlerinde ve DİA’da11 konunun aynı minval üzere ele alındığı dikkat çekerken12, İslam Dünyası’nda da aynı doğrultuda kaleme alınmış birçok kitap ve makale yayımlandı.13

el-Askerî’nin Beyhude GayretiRâfıza’nın, altından kalkamadığı bir töhmeti, daha doğrusu bir “hakikati” savuşturmak için Abdullah b. Sebe’ diye birinin hiç yaşamadığı tezini savunan çizgideki çalışmalara mal bulmuş mağribi gibi sarılması elbette şaşırtıcı değildir. Murtazâ el-Askerî,Abdullah b. Sebe’ ve Esâtîru Uhrâ adlı kitabında –yukarıda adını andığım müsteşriklertarafından ortaya atılan– malum tezi, Seyf b. Ömer’i merkeze alarak tekrarlamış, hatta iddialarını, Seyf b. Ömer’in, hiç mevcut olmayan birtakım coğrafî bölgeleri, tarihî hadiseleri ve şahısları hayalî senaryolarla mevcutmuş gibi gösterdiğini söyleyecek kadar ileri götürmüştür.14

Page 4: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Kitabında, İbn Sebe’in, Hz. Ali (r.a)’ın “ilahlığını” iddia ettiğinianlatan rivayetlere yer veren tek kadim İmâmî rivayet kaynağının el-Keşşî’nin Ma’rifetu Ahbâri’r-Ricâl’i (İhtiyâru Ma’rifeti’r-Ricâl olarak da anılır) olduğunu iddia eden el-Askerî, ilgili rivayetlerin bu esere, daha evvel kaleme alınmış İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarından geçtiğini söylemektedir.15 Daha sonra İmamiyye’nin 4 temel eserinden16  hiç birinde bu rivayetlerin geçmediğini17, el-Keşşî’nin bu eserinin ise Şia nezdinde muteber kabul edilmediğini, bir de İmâmî kaynaklarda –biri Hz. Ali (r.a)’ın ilahlığını iddia eden, diğeri ise son derece makul ve “zararsız” bir kişilik gösteren– farklı İbn Sebe’ portresi bulunduğunu ifade ederek kaynaklarını “problemli” İbn Sebe’den sözümona tebrie etmektedir!18

Ancak hemen belirtelim ki burada el-Askerî’nin, bir kısmından hiç bahsetmediği, bir kısmını ise “mış gibi yaparak” geçiştirmeye çalıştığı önemli noktalar mevcut. Maddeler halinde sıralayacak olursak:el-Askerî, İmâmiyye’yi İbn Sebe’den ve onunla ilgili rivayetlerden tebrie etmek isterken el-Keşşî’nin, bu rivayetleri kendilerinden aldığı İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarının güvenilirliği problemini de gündeme getirmiş olmakta, ancak kendisi bu noktadan hiç bahsetmemektedir. Bu kaynaklar Şia açısından güvenilir midir, değil midir?Açıktır ki, bu kaynaklar ilgili rivayetleri ya Sünnî veya Şiî kaynaklardan almıştır. Bu ihtimallerden hangisini alırsanız alın, bukaynakların yazarlarının bu rivayetleri itimada şayan bulduğu gerçeğine ulaşırsınız. Şu halde el-Askerî ve onun gibi düşünenler nezdinde İbn Sebe’ rivayetlerine yer vermekte bir beis görmeyen İmâmî Milel-Nıhel kaynakları “güvenilmezler” kategorisine girmektedir! “Merd-i kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler”miş!!el-Askerî, el-Keşşî’nin naklettiği rivayetlerin Şiî Milel-Nıhel kaynaklarında geçtiğini söylerken, o rivayetlerin bu kaynaklardan alındığını ima ediyor. Böylece el-Keşşî’nin söz konusu rivayetleri kendi sened silsilesiyle naklettiği gerçeğini görmezden geliyor veyagözden kaçırmaya çalışıyor. el-Keşşî’nin Ma’rifetu Ahbâri’r-Ricâl’inde Abdullah b. Sebe’e ayrılan bölümde yer alan rivayetlerin tamamı el-Keşşî’nin kendi sened silsilesiyle ilk mahrecine kadar ulaşmaktadır.Calib-i dikkat olansa, Seyf b. Ömer isminin bu silsilelerin hiçbirisinde yer almamasıdır! Dolasıyla el-Askerî’nin, eserinin neredeyse yarısını Seyf b. Ömer’in taz’ifine ayırmışken, el-Keşşî’nin sened silsilelerinde yer alan ravilerden hiç bahsetmemesi,ya da “Ricâlu’l-Keşşî’deki rivayetlerin güvenilmez olduğu” şeklinde genelve yuvarlak bir ifade kullanması “telbis”in güzel bir örneğini oluşturmaktadır!!19

el-Askerî’nin, el-Keşşî’nin İmâmiyye nezdinde güvenilmez olduğu izlenimini veren ifadeleri20 İmâmiyye’nin ileri gelen alimlerinin el-Keşşî hakkındaki kanaatiyle taban tabana zıttır. Söz gelimi onun hakkında et-Tûsî şöyle der: “Sika (güvenilir) dir. Rivayetler ve

Page 5: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

raviler konusunda basiret (ihtisas) sahibidir. İtikadı sağlamdır.”21 Benzer ifadeleri onunRicâl’inde de görüyoruz.22

Keza en-Necâşî de onun “güvenilir” ve “ilim sahibi” olduğunu söyler.Bununla birlikte zayıf ravilerden rivayette bulunduğunu ve rivayetlerinde çok hatalar olduğunu da ekler.23

el-Keşşî hakkında bize bilgi veren bir diğer kaynak Muhammed Takî el-Meclisî (el-Meclisî el-Evvel)’dir. O, yukarıda naklettiğim bilgileri özetledikten sonra el-Keşşî’nin rivayetleriyle ilgili olarak en-Necâşî’nin ifadelerinde geçen taz’ifin nasıl anlaşılması gerektiğini açıklar: “Açıktır ki, burada geçen “rivayetlerinde çok hatalar vardır” ifadesi, aralarında zahiren tearuz/çatışma bulunan rivayetleri anlatmaktadır.”24

Dolayısıyla en-Necâşî’nin taz’ifinin, el-Keşşî’nin adaletine dönük olmaktan ziyade, eserinin bir hususiyetine dikkat çekmeye matuf olduğunu söylemek durumundayız. Eğer içerdiği rivayetler arasında zahiren tearuz olduğu için herhangi bir eserin taz’if edilmesi normal ve gerekli ise, İmâmiler –Kütüb-i Erba’a da dâhil olmak üzere– hiçbir kaynaklarına güvenmemelidirler.25 Tearuz, “rivayet” sahasının en temel konularından biridir ve esasen içerdiği rivayetler arasında zahiren tearuz bulunmayan bir rivayet kaynağından bahsetmek neredeyse mümkün değildir.en-Nemâzî de onun hakkında önce, “Büyük üstat, güvenilir seçkin insan (eş-şeyhu’l-celîl es-sikatu’n-nebîl)” dedikten sonra, “bilâ hilâf” (bu vasıflara sahip olduğunda ihtilaf yoktur) ifadesini kullanır ki26 bu ifadenin ancak el-Meclisî’nin mezkûr tevcihiyle anlamlı olacağı açıktır.

el-Askerî, İbn Sebe’ adını zikreden en kadim rivayet kaynağının el-Keşşî’ye ait olduğunu söylerken de dürüst davranmıyor. el-Keşşî’nin vefatının 300/912-350/961 arası bir tarihte vuku bulduğu27 tahmin edildiğine göre İbn Sebe’ adını ondan daha önce vefat etmiş İmâmî müelliflerin zikretmiş olduğu gerçeği el-Askerî’yi açık şekilde tekzip ediyor.Onlardan birisi el-İstinfâr ve’l-Ğârât sahibi İbn Hilâl es-Sekafî’dir. es-Sekafî, el-Keşşî’den uzun yıllar önce yaşamış bulunan bir müellif olarak28 İbn Sebe’ adını Hz. Ali (r.a)’ın taraftarları arasında zikreder.29 Onun rivayet ettiğine göre, aralarında Amr b. el-Hamık veHucr b. Adiyy (r.anhuma) gibi sahabîlerin de bulunduğu bir grup Hz. Ali (r.a)’a giderek, “Ebû Bekr ve Ömer hakkındaki görüşünü bize açıkla” demiş, Hz. Ali (r.a) bu soru üzerine sitem dolu bir risale kaleme almıştır. Ona o soruyu soranlar arasında Abdullah b. Sebe’ debulunmaktadır.30

el-Askerî, el-Keşşî tarafından nakledilen ve İbn Sebe’in Hz. Ali (r.a)’a ilahlık atfettiğini anlatan rivayetlerin Kütüb-i Erba’a’da geçmediğini söylerken de telbis yapıyor. Râfızîlerin en klasik

Page 6: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

metodunu burada da müşahede etmek elbette şaşırtıcı değil… Zira zikrettiği rivayetlerin Kütüb-i Erba’a’da geçmemesi, İbn Sebe’in bu eserlerde anılmadığı ve ondan bahseden başka rivayetlerin bulunmadığı anlamına gelmiyor.İmâmiyye Şiası’nın 4 temel kaynağından birisi olan Men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh’te Şeyh es-Sadûk şöyle bir rivayet zikreder: “Emîru’l-Mü’minîn aleyhisselâm31 şöyle dedi: “Biriniz namazını bitirdiği zaman ellerinisemaya kaldırsın ve tam bir teveccühle dua etsin. (Bunun üzerine orada bulunan) İbn Sebe’,Ey Mü’minlerin Emiri! Allah azze ve celle her yerde değil mi? diye sordu (ve konuşma şu minval üzere devam etti:)Evet.O halde kişi dua ederken ellerini niçin semaya kaldırır?“Rızkınız ve size vaat edilen (diğer) şeyler göktedir” ayetini32 okumuyor musun? Rızık,bulunduğu yerden başka bir yerden mi istenir? Rızık da, Allah azze ve cellenin vaat ettiği diğer şeyler de semadadır.”33

Aynı rivayeti et-Tûsî de –Kütüb-i Erba’a’dan– Tehzîbu’l-Ahkâm’da nakletmiştir.34

Men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh isimli eserinde yukarıdaki olayı nakleden es-Sadûk, bir diğer eseri el-İ’tikâdât’da şöyle bir rivayet nakleder: “Rivayet edildiğine göre Zürâre35 şöyle demiştir: “(İmam Ca’fer) es-Sâdık’a,“Abdullah b. Sebe’in oğullarından birisi “tefvîd” inancını benimsemiş” dedim.“Tevfîd nedir?” diye sordu.“‘Allah Teala Muhammed ve Ali’yi yarattıktan sonra işi onlara havaleetti; onlar yaratır, onlar rızık verir, onlar diriltir ve onlar öldürür’ diyor.”“Allah’ın düşmanı yalan söylemiş! Onunla karşılaşırsan kendisine Ra’d Suresi’ndeki şu ayeti oku…”36

Bu rivayet, el-Askerî nezdinde Kütüb-i Erba’a’nın mevsukiyetini de tartışma konusu kılar mı, bilinmez; ama şu bir hakikat ki Râfızîler İbn Sebe’ iblisini kapıdan kovsalar bacadan girecektir! Zira ideolojilerinin kurucu atasıdır o!Abdullah b. Sebe’in Hz. Ali (r.a)’a ilahlık atfettiğini anlatan rivayetler canını sıktığı için el-Askerî, İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarını, el-Keşşî’yi ve ilgili rivayetleri ondan alarak nakletmekte bir beis görmeyen diğer İmâmî kaynakları gözden düşürmekiçin hayli gayret sarf ediyor. Hareket noktaları şunlar:İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarının bahse konu rivayetleri senedsiz olarak vermesi.el-Keşşî’nin “güvenilmez” biri olduğu tezi.

Page 7: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Başka İmâmî kaynaklarda Hz. Ali (r.a)’a ilahlık atfetmeyen bir İbn Sebe’ portresinin yer alması.Oysa meseleye şöyle bakılması, el-Askerî’nin “problem” olarak takdimettiği bütün bu noktaların makul bir izahının pekâlâ mevcut olduğunuortaya koyar: Abdullah b. Sebe’, önceleri Hz. Ali (r.a)’ın etrafındabulunan “Ali Şiası”ndan bir fert olarak bulunmuş, ancak bilahare ayağı yer tutunca Râfıza’ya vücut verecek olan fikirlerini tedricen izhar etmeye başlamış, nihayet işi, Hz. Ali (r.a)’ın ilahlığını iddia edecek raddeye vardırmıştır.Bu, aynı zamanda meseleye “peşin redci” bir tavırla bakmayan İmâmî müelliflerin de benimsediği bir izah tarzıdır. Onlardan biri, el-Bahrânî’nin el-Hadâiku’n-Nâdıra’sına ta’lik yazan Muhammed Takî el-Eyrevânî’dir. O, bir önceki maddede Kütüb-i Erba’a’ya dâhil iki eserden naklettiğim rivayeti aktaran el-Bahrânî’nin, “Bu İbn Sebe’, Emîru’l-Mü’minîn’in ilah olduğunu iddia eden kişidir. Emîru’l-Mü’minîn kendisini 3 gün süre tanıyarak tevbeye davet etmiş, tevbe etmeyince yakmıştır” tarzındaki ifadelerine düştüğü notta şunları söyler:“(…) Ehl-i Beyt imamlarından nakledilen rivayetler ve Şia’nın ileri gelenlerinden aktarılan sözler, Şia’nın imamlarının ve ileri gelenlerinin bu adama duyduğu öfkenin ve bu –küfrü ve aşırılığı sebebiyle– adamdan teberri ettiklerinin en kesin delili, en susturucu bürhanıdır. Hatta –el-Keşşî’nin ifadelerinde de geçtiği gibi– Ali aleyhisselamın kendisi hakkında bu görüşleri ileri süren 70 kişiyi ateşe atarak yaktığını anlatan bazı rivayetler, ona da, görüşlerini benimseyenlere de ölüm cezası uygulandığını gösteren delillerdendir.“Açıktır ki buradaki rivayetlerle37 daha önce geçen 5 rivayet38 arasında yapılacak bir karşılaştırma, İbn Sebe’in bu sapmasının, İmam aleyhisselam ile aralarında geçen –ve sadedinde bulunduğumuz rivayetin anlattığı– konuşmadan daha sonraki bir zamanda vuku bulduğunu söylemeyi gerektirmektedir…”39

Evet, işin aslı budur. İbn Sebe’, önce Hz. Osman (r.a)’ın şehadetiyle neticelenen fitnenin içinde aktif olarak yer almış, Şam,Kahire, Bağdat, Kûfe… gibi İslam merkezlerini dolaşarak “emr-i ma’ruf” yapmış ve halkı Hz. Osman (r.a)’a karşı ayaklandırmış, burada amacına ulaştıktan sonra Hz. Ali (r.a)’ın yanına sokulmuş, onun “şiası” arasında yer almış ve buradaki yerini iyice pekiştirdikten sonra zehrini kusmuştur. Onun Hz. Ali (r.a) tarafından “yakılarak” öldürüldüğü kesin değildir. Hatta bizzat İmâmî kaynaklar da bu konuda ihtilaf halindedir. Bir kısmı yakılaraköldürüldüğünü söylerken, bir kısmı sadece sürgün edildiğini söylemektedir…Tek Kaynak Seyf b. Ömer mi?Gelelim yukarıda adı geçen müsteşriklerle –başta el-Askerî olmak üzere– onların yolundan gidenlerin, İbn Sebe’ adını zikreden tek Sünnî kaynağın Seyf b. Ömer olduğu yolundaki iddiasına:

Page 8: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Evet, Seyf b. Ömer Hadis İmamları tarafından ağır ifadelerle taz’îf edilmiş bir kişidir;40 ancak bu durum, İbn Sebe’in onun hayalinin mahsulü olduğu ve böyle bir şahsiyetin hiç yaşamadığı iddiasına delil kılınamaz. Zira Abdullah b. Sebe’, Seyf b. Ömer adının hiçbir şekilde yer almadığı sened silsileleri ile bize kadar gelen nakillerde de yer almaktadır:Öncelikle İmâmî kaynakların rivayetlerini zikredelim:Bunların başında el-Keşşî’nin kendi sened silsilesiyle naklettiği rivayetler gelmektedir. Bunları el-Askerî kendi kaynaklarından naklen topluca vermektedir.41

Bunlar dışında İmâmî Milel-Nıhel kaynaklarında yer alan nakiller de önemli bir yekün tutmaktadır. Bu kaynaklarda gerek İbn Sebe’/İbnu’s-Sevdâ adı tasrih edilmek suretiyle, gerekse onun adıyla anılan “Sebeiyye” fırkası hakkında detaylı bilgiler bulunmaktadır.42

Yine bu kaynaklar arasında en kadim olanlarından biri İbn Hilâl es-Sekafî’nin el-İstinfâr ve’l-Ğârât’ıdır ve daha önce de naklettiğim gibi bu eserde es-Sekafî, kendi sened silsilesiyle Abdullah b. Sebe’i Hz. Ali (r.a) taraftarları arasında zikretmektedir.43

Sünnî kaynaklar içinde de İbn Sebe’ hakkında bize bilgi veren –ve Seyf b. Ömer’in yer almadığı senedlerle gelen– rivayetler mevcuttur:Bu rivayetlerden 8 adedi İbn Asâkir tarafından Târîhu Dimaşk’da “Abdullah b. Sebe” adıyla açılan hususi bir başlık altında zikredilmiştir.44 Bunlar arasında zayıf olanlar bulunduğu gibi, sahiholanlar da vardır. Fazla yer tutmaması için burada bu rivayetlerin tahliline girmeyeceğim.45

Ebû Nu’aym, Hilyetu’l-Evliyâ’da Ebû İshâk el-Fezârî’nin tercemesinde –İbn Asâkir’in senedlerinden farklı bir senedle– Hz. Ali (r.a)’ın, kendisinin Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer (r.a)’dan daha üstün olduğunu iddia eden İbn Sebe’i öldürmeye azmettiğini, ancak yakın arkadaşlarının bunu yanlış bulduklarını söylemeleri üzerine vazgeçip, kendisini Medain’e sürgün ettiğini nakletmiştir.46

Ehl-i Sünnet’in Fırak ve Milel kaynaklarının tamamı İbn Sebe’ adına ve Sebeiyye fırkasına açık bir şekilde yer vermektedir.47

Bütün bunlar açıkça ortaya koymaktadır ki, Râfıza, varlığını inkâr etmek için kendi kaynaklarını bile tezyif etmiş olsa, İbn Sebe’ tarihsel varlığı sabit bir şahsiyettir ve onun fikirleri doğrudan ve/veya dolaylı olarak bütün alt dallarıyla Şia’nın en önemli zeminini oluşturmuştur.Ehl-i Beyt ve Rafızî PolitbüroTarihî gelişimi mercek altına alındığında ortaya çıkmaktadır ki, İmâmiyye ideolojisi baskın çıkana kadar tarih içinde Ehl-i Beyt etrafında geliştirilmiş pek çok ideoloji bulunmaktadır. Ehl-i Beyt imamları olanca güçleriyle teberri etmiş olsalar da rafızî

Page 9: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

politbüroyu etraflarından tamamen temizlemeye bir türlü muvaffak olamamışlardır.Hz. Ali (r.a), bu politbüroya hitaben pek çok nasihatte bulunmuş, kimi zaman gönüllerini almış kimi zaman en sert şekilde kendilerini kınayıp azarlamıştır. Bu konuşmalardan birinde şöyle demiştir: “Canımı elinde tutana yemin olsun ki, o topluluk size mutlaka galip gelecek. Bu, onların sizden daha haklı olduğundan değil, batıl davalarına sahip çıkmadaki sür’atlerinden ve sizin benim hakkıma sahip çıkmada ağır davranmanızdan olacak. Başka milletler yöneticilerinin zulmünden korkarken, ben yönetimimdekilerin zulmünden korkar hale geldim. Cihad için seferberliğe çağırıldınız, icabet etmediniz. Size duyurdum, duymadınız. Sizi gizli ve açık bir şekilde davet ettim, karşılık vermediniz. Nasihat ettim, kulak asmadınız. Buradasınız, ama yok gibisiniz; kölesiniz, ama efendi gibisiniz. Size hikmetli sözler okuyorum, nefretle karşılıyorsunuz. Tesirli sözlerle va’z-u nasihat ediyorum, dağılıp gidiyorsunuz. Bağilere karşı sizi cihada teşvik ediyorum, daha sözümü bitirmeden Sebe’in çocukları48 gibi dağılıp gittiğinizi görüyorum. (…)“Ey Kûfeliler! Sizden gördüğüm ancak şu üç (karakter) ve şu iki (özellik)dir:  (Üç karakteriniz şunlar:) Kulakları olan sağır kimseler, konuşma yeteneği olan dilsiz kimseler ve gözleri gören körlersiniz. (İki özelliğiniz de şunlar:) Bir araya geldiğimizde sadakat ehli değilsiniz, imtihan esnasında da güvenilir kardeşler değilsiniz.“Elleriniz kurusun ey çobanını kaybetmiş develer misali topluluk! Birisi sizi bir taraftan toparlasa, öbür taraftan dağılıveriyorsunuz! Allah’a yemin ederim ki hakkınızdaki kanaatim şudur: Savaşın kızıştığı, darbelerin şiddetlendiği esnada, doğum yapan kadının ön tarafından ayrıldığı gibi Ebû Tâlib’in oğlunun yanından ayrılıp gideceksiniz…”49

Hz. Hasan (r.a) da politbürodan az çekmemiştir: Ümmetin hilafet etrafında akıttığı kanlara ve toprağa verdiği canlara daha fazlasınıeklemenin kimseye bir fayda bağlamayacağını görerek, son derece hikmetli ve “zor” bir karar alacak ve hilafeti Hz. Mu’âviye (r.a)’a devredecektir. Bütün Ümmet bu gelişmeye sevinip bu olayın cereyan ettiği seneyi “âmu’l-cemâ’a” (birlik yılı) olarak anacaktır. Ancak bu “birlik”ten hoşnut olmayan bir kitle vardır: Politbüro! Ubeydullah b. el-Abbâs b. Abdilmuttalib komutasında 12 bin kişilik bir orduyu, hilafetini tanımayan Hz. Mu’âviye (r.a) ile karşılaşmak ve o savaşı başlatırsa savaşmak üzere gönderdikten sonraHz. Hasan (r.a) minbere çıkarak birliğin ayrışmadan hayırlı olduğunudile getiren bir hutbe irad eder. Politbüro bu konuşmanın, Hz. Mu’âviye (r.a) ile sulh yapılacağı anlamına geldiğini sezer. “Vallahi kâfir oldu” diyerek ayaklandılar. Çadırına baskın yaparak altındaki seccadesini, sırtındaki şalını çekip aldılar. Hz. Hasan (r.a) bu azgın kitleden uzaklaşmak maksadıyla atına bindiyse de oradan ayrılmasına engel oldular. el-Cerrâh b. Sinân, önüne geçip

Page 10: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

binitinin üzengisini tuttu;, “Allahu ekber! Ey Hasan, Daha önce babanın şirk koştuğu gibi şimdi de sen şirk koştun” diyerek elindekihançeri Hz. Hasan (r.a)’ın dizine sapladı. Hançer kemiğe kadar işledi. Hz. Hasan kendisini yaralayan bu şakiyi kılıcıyla yaraladıktan sonra kendisi de daha fazla dayanamayıp yere düştü. Yakınları bir sedye üzerinde Hz. Hasan (r.a)’ı Medain’e kadar taşıdılar. Hz. Mu’âviye (r.a) ile sulh akdi yapıldıktan sonra politbüro üyeleri, Hz. Hasan (r.a)’ı gördükleri yerde, “es-Selâmu aleyke ya müzille’l-mü’minîn” (Selam sana mü’minleri zillete düşüren) ve “es-Selâmu aleyke ya ve müsevvide vücûhi’l-mü’minîn” (Selam sana mü’minlerin yüzüne kara çalan) diye hitap edeceklerdir!50

Hz. Hüseyin (r.a)’ın şehadetinde, önce onu binlerce bey’at mektubuyla Kûfe’ye çağıran, ardından da onun mübarek kanını akıtan azgın kitlenin yanında saf tutan da işbu politbürodan başkası değildir. Kerbela toprağına vardığında uğradığı gadri gözleriyle gören Hz. Hüseyin (r.a) kendilerine şöyle seslenecekti: “… Eğer sözünüzde durmaz, ahdinizi bozup, bey’atimi boynunuzdan atarsanız, yemin olsun ki bu sizden beklenmeyen bir hareket değildir! Siz bunu daha önce de babama, kardeşime51 ve amcamın oğlu Müslim’e52 yapmıştınız. Aldanmış kişi, size aldanmış olandır…”53

Hz. Hüseyin (r.a)’ın erkek evladı içinde Kerbela kıyımından kurtulantek kişi olan İmam Ali Zeynülâbidîn (rh.a) , esir edilmiş vaziyette Kûfe’ye götürüldüklerinde başlarına toplanıp ağıt yakarak politbüroya hitaben şöyle demekten kendini alamayacaktır:  “Siz bizim için ağıt yakıp ağlıyor musunuz? Peki, bizi katledenler kimlerdi?”54

Yine onun, “Ey insanlar! Allah için söyleyin; babama mektuplar yazarak onu aldattığınızı, ona ahit, misak ve bey’at verip sonra kendisini yalnız bırakıp katlettiğinizi biliyor musunuz? Kendiniz için ahirete ne kötü bir yatırım yaptınız, ne çirkin bir yol tuttunuz!..”55 sözleriyle hitap ettiği kitle de politbürodan başkası değildiİşte bu politbüro, Ehl-i Beyt’in yakasından hiç düşmeyecek, İmam Zeynülâbidîn (rh.a)’den sonra oğlu İmam Muhammed el-Bâkır (rh.a)’in adını da istismar edecektir ki, İmam Ebû Hanîfe ile aralarında geçenbir muhavereyi bu yazının başında zikretmiştim. Bir diğer olayda el-Feyz el-Muhtâr ile İmam Muhammed el-Bâkır (rh.a) arasında şöyle bir konuşma geçer:“Canım yoluna feda! Şianız arasındaki bu ihtilaf nedir?”“Hangi ihtilaftan bahsediyorsun ey Feyz?”“Kûfe’de onların ilim halkalarına iştirak ediyorum. Tutarsızlıkları sebebiyle neredeyse hadislerinden şüpheye düşeceğim.   Neyse ki el-Mufaddal b. Ömer’e gidiyorum da, o içimi rahatlatıyor ve kalbime itmi’nan veriyor.”

Page 11: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

“Evet, hadise dediğin gibi ey Feyz! İnsanlar bizim üzerimizden yalanuydurmaya pek düşkün! Sanki bunu onlara Allah Teâla farz kılmış ve onlardan bundan başkasını istemiyormuş gibi! Ben onlardan birine birhadis naklediyorum; onu olmayacak tarzda tevil etmeden yanımdan ayrılmıyor. Çünkü onlar bizim hadislerimizden de, bizim muhabbetimizden de, Allah indindekinden farklı bir beklenti içindeler. Onlar sadece dünyayı arzuluyorlar ve her biri riyaset sevdasında…”56

Elbette İmam el-Bâkır (rh.a)’den sonra oğlu İmam Ca’fer es-Sâdık (rh.a) de aynı problemle uğraşmak zorunda kalacaktır: “Bir topluluk benim kendilerinin imamı olduğunu iddia ediyor. Vallahi ben onların imamı değilim! Allah onlara lanet etsin; benim her gizlediğimi açığavuruyorlar. Ben şöyle şöyle diyorum. Onlar, “Şunu demek istedi” diyorlar…”57

İmam el-Bâkır (rh.a)’in kardeşi ve İmam Ca’fer (rh.a)’in amcası İmamZeyd’in politbürodan gereceği muamele de elbette farklı olmayacaktır: 122/739 yılında Hişâm b. Abdilmelik’e karşı ayaklanma hazırlığı içindeyken gelip kendisine Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer (r.anhuma) hakkındaki kanaatini sordular. O da tabii olarak bu iki büyük sahabîden övgüyle bahsetti ve “Allah ikisine de rahmet eylesinve ikisini de bağışlasın. Ehl-i Beyt’imden (ecdadımdan) herhangi birkişinin onlardan teberri ettiğini de, onlar hakkında hayırdan başka bir şey söylediğini de duymadım. Bu konuda en ileri noktada söylediğim şudur: Bizler (Ehl-i Beyt) Hz. Peygamber (s.a.v)’in otoritesini temsile bütün insanlardan daha fazla hak sahibiyiz. Ancak onlar bize tercih etmediler, bu hakkı bize vermediler. Bununlabirlikte onların bu davranışları bizim nezdimizde ‘küfür’ değildir. İşbaşına geldiklerinde halka adil davrandılar, Kur’an ve Sünnet doğrultusunda amel ettiler” dedi. Heva ve heveslerini okşamasını beklerken o büyük imamdan böyle bir cevap almak politbüroyu rahatsızedecek ve o kritik pozisyonda İmam Zeyd (rh.a)’i yalnız bırakıp gideceklerdir. İmam Zeyd (rh.a)’in bu tavra karşı tepkisi, “Rafedtumûnî fî eşeddi sâ’ati’l-hâce” (Size en fazla ihtiyaç duyduğum anda beni terk ettiniz) olacak ve politbüro o günden sonra “Râfıza” olarak anılacaktır.58

Listeyi uzatmak mümkün… Bu “ideolojik kuşatma”, İmam Hasan el-Askerî’ye kadar böyle devam etmiş ve ancak onun döneminden çok sonraları sistemleşerek “itikad”a dönüşmüştür. Zürâre b. A’yen, Hişâm b. el-Hakem, Hişâm b. Sâlim, Ebû Basîr el-Esedî, Fudayl b. Yesâr, Muhammed b. Müslim, Muhammed b. Ali b. Nu’mân el-Ahvel, Ali b. İsmâ’îl b. Mîsem et-Temmâr, … gibi isimler bu ideolojinin İmam Muhammed el-Bâkır (rh.a) ve İmam Ca’fer es-Sâdık (rh.a) dönemlerindeki müessisleri olarak öne çıkmış ve kendilerinden sonra gelen Yûnus b. Abdirrahmân, Muhammed b. Halîl es-Sekkâk, el-Fadl b. Şâzân, İbnu’r-Râvendî gibi ideologlar59 uzun tarihî süreç içinde mezhebin itikadî kabullerini sistematize ederek yerleştirmişlerdir. Aşağıdaki arabaşlık bu noktanın detaylandırılmasına ayrılmıştır:

Page 12: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Gerçek İmamet Silsilesi HangisiBizzat İmâmî kaynaklar, Hz. Ali (r.a)’ın şehadetinden sonra her Ehl-i Beyt ulusunun etrafında yavaş yavaş kümelenmelerin başladığını ve zaman içinde her grubun, “gerçek imam” olarak etrafında kümelendikleri şahsı gösterdiklerini kaydeder.Konuyu en-Nevbahtî ve el-Kummî’den özetleyerek aktaracak olursak:“(…) Bu fırkalar şöyle iddia ettiler: Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra iş Ali’ye intikal etti. Sonra Hasan’a, sonra da Hüseyin’e geçti. Bu, Resulullah’ın onların her biri hakkındaki nass ve vasiyeti ile oldu. Hüseyin b. Ali vefat edince imamet Ali b. Hüseyinve Hasan b. Hasan’a geçti. (…) Kim imametin Hasan b. Hasan’ın evladının hakkı söz konusu olmaksızın Ali b. Hüseyin’in evladına mahsus olduğunu söylerse sapkın ve saptırıcı olmuş, helaka sürüklenmiş demektir. İmamet, Hasan ve Hüseyin’in evlatlarından kim üzerinde ittifak edilirse onda olur. Kim bunu inkâr eder ve imametinonlardan birinin soyuna mahsus olduğunu ileri sürerse dinden çıkmış olur…“Bir fırka Muhammed b. Ali b. Ebî Tâlib’in60 imam olduğunu söyledi. Gerekçeleri, Basra günü61 babasının bayrağını Hasan veya Hüseyin’in değil, onun taşımış olmasıdır. Bunlara Keysâniyye denir. Bunlar Muhtâriyye’dir.62 el-Muhtâr’ın lakabı Keysân idi….“Bir fırka, babasından sonra Hasan b. Ali’nin imametine inanmanın gerekli olduğunu söyledi. Mu’âviye ile anlaşıp onun gönderdiği parayı kabul ettiği için küçük bir grup onun imameti görüşünden rücuetti…“Hüseyin öldürülünce onu takip edenlerden bir grup tereddüde düştü. ‘Eğer taraftarlarının çokluğuna rağmen Mu’âviye ile sulh yolunu tutan Hasan haklı idiyse, yanındaki az bir taraftar kitlesi ile güçlü Yezîd ordusuna karşı savaşan Hüseyin’in yaptığı iş gayri vacipve batıldır. Eğer Hüseyin’in tutumu hak ise o zaman Hasan’ın tutumu batıldır’ dediler…“Hüseyin’in ölümünden sonra ashabı üç fırkaya ayrıldı: Bir fırka Muhammed b. el-Hanefiyye’nin imamete en layık kişi olduğunu söylerken, bir diğer fırka, onun imametinin nassla tayin edildiğini söyledi. Ona muhalefet eden kim olursa olsun kâfirdir. Onlara göre Hz. Hasan, Mu’âviye ile sulh akdederken onun izni ile akdetmiştir…“Muhammed b. el-Hanefiyye öldükten sonra bir grup onun ölmediğini, gaybete çekildiğini ve geri geleceğini, o gelene kadar da hiç kimsenin imametinin söz konusu olamayacağını söyledi. Bunlar Ebû Kürb’e bağlı olan Kürbiyye’dir…“Bir fırka Muhammed b. el-Hanefiyye’nin hayatta olup ölmediğini iddia etti…“Harbiyye, Keysâniyye’den ayrılan bir fırkadır. İmametin Ali, Hasan,Hüseyin’den Muhammed b. el-Hanefiyye’ye geçtiğini iddia ettiler. Bunun anlamı onlara göre şudur: –Haşa– Allah Teâla’nın ruhu Hz.

Page 13: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Peygamber (s.a.v)’e geçmiştir. Ondan Ali’ye, ondan Hasan’a, ondan Hüseyin’e ve ondan da Muhammed b. el-Hanefiyye’ye, ondan da oğlu EbûHâşim’e intikal etmiştir. (…) Onlara göre Mehdi-i Mutazar (Beklenen Mehdi) Muhammed b. el-Hanefiyye’dir…“Muhammed b. el-Hanefiyye’nin oğlu Ebû Hâşim ölünce bu fırka gruplara ayrıldı. Onlardan bir grup, Ebû Hâşim’in, yerine kardeşi Ali b. Muhammed b. el-Hanefiyye’yi vasiyet ettiğini söyledi…”63

Liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Burada dikkatimizi çeken en önemli husus, İmâmiyye’nin “nass ve tayin” iddiasının bu grupların hiç biritarafından bilinmediği ve dile getirilmediği gerçeğidir. Nitekim İmâmiyye’nin kabul ettiği “imamlar silsilesi” içinde yer alan her bir imamın vefatıyla, istisnasız olarak –yukarıda özetle gördüğümüz türden– ihtilafların çıkmaya devam ettiğini görmek şaşırtıcı olmayacaktır.en-Nevbahtî ve el-Kummî’nin bıraktığı yerden devam edelim:

Hz. Hüseyin (r.a) şehid edildikten sonra kardeşi Muhammed b. el-Hanefiyye, yeğeni Ali Zeynülâbidîn’e, babasının, yerine kimseyi vasiyet etmediğini, bu durumda yaşının büyük olması ve tecrübesi dolayısıyla imametin kendisinde olması gerektiğini söyler. Zeynülâbidîn buna itirazla babasından sonra imametin kendisinde olduğunu belirtir, ancak elinde somut bir delil yoktur. Çareyi, Hacerü’l-Esved’e danışmakta bulurlar. Birlikte Hacerü’l-Esved’in yanına giderler. Bir süre, önce hangisinin durumu soracağında anlaşamazlar. Sonra Zeynülâbidîn söze girer ve Hacerü’l-Esved’e yemin verdirerek imametin kimde olduğunu sorar. Hacerü’l-Esved, yerinden çıkacak raddeye gelene kadar hareket ettikten sonra “apaçık bir Arapçayla” imametin, Hz. Hüseyin (r.a)’dan sonra Ali b. el-Hüseyin (rh.a)’de olduğunu söyler.64

Zeydiyye’den Cârudiyye, imametin, 145/762 yılında Abbâsî halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr’a karşı ayaklanıp şehid edilen –Hz. Hasan (r.a)’ın torununun oğlu– Muhammed b. Abdillah en-Nefsüzzekiyye’ye geçtiğini, onun ölmediğini, gaybete çekildiğini, geri dönüp yeryüzüne adalet getireceğini söylemiştir.65

İmâmî kaynaklar, İmam Ca’fer es-Sâdık (rh.a)’ın, en-Nefsüzzekiyye’yiyanına çağırarak hilafet davasından vazgeçirip kendisine itaate iknaetmeye çalıştığını, hatta hayli galiz konuştuğunu ve kendisini hapsettiğini, ancak onun buna yanaşmadığını yazar.66

Burada “İmametin Hasenî koldan değil de Hüseynî koldan devam etmesinin nasıl bir gerekçesi olabilir?” diye sormanın elbette bir anlamı yok. Zira cevabın, “Allah yaptıklarından sorulmaz”67 şeklinde verileceğini tahmin etmek zor değil!68

İmam Ali Zeynülâbidîn (rh.a) vefat edince, hayatta olan iki oğlu, İmam Muhammed el-Bâkır (rh.a) ve İmam Zeyd (rh.a)

Page 14: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

etrafında kümelenmeler olduğu malum ve müsellem bir husus. Dolayısıyla Râfıza’nın “Oniki İmam” teorisinin tarih içinde çoksonraları oluşmuş bir düşüncenin mahsulü olduğu daha bu noktadaayan-beyan ortadadır. Eğer Oniki İmam, Râfıza’nın iddia ettiği gibi nass ve tayin sonucu ise, İmam Zeyd’in ve taraftarlarının bu nass ve tayine karşı gelerek dinden çıktığını söylemek gerekecektir!! Zira İmam Zeyd (rh.a), ağabeyi İmam el-Bâkır (rh.a)’in vefatından (114/733) 6-7 sene sonra ayaklanmış ve şehid edilmiştir (122/739). Onun hayatı ve kıyamı bir bütün olarak, gerek ağabeyi İmam el-Bâkır (rh.a)’i, gerekse yeğeni İmam Ca’fer (rh.a)’i “itaati farz imam” olarak görmediğini haykırıyor. Aksi söz konusu olsa onlardan bağımsız hareket etmez, ayaklanmaz ve şehadet şerbetini içmezdi!

İmâmî kaynaklar şöyle naklediyor: “Tıpkı Muhammed b. el-Hanefiyye’nin, yeğeni Ali Zeynülâbidîn’den, imametine delalet eden mucizeleri69 görene kadar, kardeşi Hz. Hüseyin (r.a)’den sonra hilafete geçme arzusu taşıması gibi, Zeyd b. Ali b. el-Hüseyn de, (büyük) kardeşi el-Bâkır’ın, sonraki imam olarak kendisini vasiyet etmesini bekliyor, onun yerine geçmek istiyordu. Ta ki kardeşi el-Bâkır’dan ve yeğeni es-Sâdık’tan işittiğini işitip, gördüğünü görenekadar…”70

Burada kastedilen “mucize” şu olmalıdır: “Vefatı yaklaşınca Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali el-Bâkır, yerine tayin etmek üzere oğlu es-Sâdık’ı çağırdı. Orada bulunan kardeşi Zeyd şöyle dedi: “Hasan ile Hüseyin’i örnek aldığına göre71 uygunsuz bir iş yapmayacağını ummuştum.” Bunun üzerine el-Bâkır şöyle dedi: “Ey Ebu’l-Hasen! Emanet işi misallerle, sorumluluklar törenlerle yürümez. Bunlar, Allah Teâla’nın hüccetlerinden olarak hükmü geçip kesinleşmiş hususlardır…”72

Rivayetin devamında İmam el-Bâkır’ın, Câbir b. Abdillâh (r.a)’a hücceti anlatmasını söylediği, onun da Hz. Hasan (r.a) dünyaya geldiğinde Hz. Fâtıma (r.anha)’yı tebrik etmek için yanına gittiğinde elinde parlak inciden bir sayfa gördüğünü, ne olduğunu merak edip almak istediğinde vermediğini, ancak dokunmadan okuyabileceğini söylediğini, sayfayı okuduğunda 12 imamın isimlerinin annelerinin isimleriyle birlikte o sayfada yazılı olduğunu gördüğünü söylediği nakledilir.Şimdi soru şu: İmam Zeyd (rh.a) bu “hüccet”i gördükten sonra niçin yeğeni İmam es-Sâdık (rh.a)’e tabi olmak yerine ayrı bir dava güttü?İmâmî kaynaklardaki nakiller İmam Zeyd (rh.a)’in, ağabeyinin vefatından sonra da tutumunu değiştirmediğini gösteriyor: “Zürâre b.A’yen’in anlattığına göre kendisi İmam Ca’fer (rh.a)’in yanında bulunduğu bir sırada İmam Zeyd (rh.a) ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:- “Âli Muhammed’den bir adam senden yardım isterse ne yaparsın?”

Page 15: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

- “İtaat etmemizin farz olduğu birisiyse kendisine yardım ederim. Değilse, istersem yardım ederim, istersem etmem.” Rivayetin devamında Zürâre şöyle diyor: “Zeyd yanımızdan ayrılınca Ebû Abdillâh şöyle dedi: “Vallahi onu kıskıvrak yakaladın, kaçacak yer bırakmadın!”73

Tarihî gelişmeler, İmam el-Bâkır (rh.a)’den sonra oğlu İmam Ca’fer (rh.a) döneminde de “Oniki İmam” inancı diye bir vakıanın mevcut olmadığını ortaya koymaktadır. Zira o vefat edince (148/765) sonraki imamın kim olduğu konusunda 6 farklı görüş ortaya çıkmıştı. Bunlardan 5’i, İmam Ca’fer (rh.a)’in oğulları İsmail, Muhammed, Mûza el-Kâzım, Abdullah el-Eftâh ve İsmail’in oğlu Muhammed’in imametini savunurken 6. grup, imametin İmam Ca’fer (rh.a)’in vefatıyla sona erdiğini ileri sürdü. Bu sonuncu grup, İmam Ca’fer (rh.a)’in ölmediğini, gaybete çekildiğini ve geri geleceğini (rec’at) savundu. Bu görüşü savunan Nâvusiyye dışında İsmailiyye, Fethiyye… gibi gruplar bu süreçte ortaya çıkmıştır. Bu durum hem İmam Ca’fer (rh.a)’den, yerine kimin geçeceği konusunda net bir tutumun görülmemesinden, hem de oğullarının böyle bir bilgiye sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Bağlıları kime tabi olacaklarını düşünürken tabii olarak ilk önce hayattaki en büyük oğul olan Abdullah el-Eftah akla geldi. Ancak onun imamete layık olmadığı kanaati ağır basınca, kimliği belirsiz bir “şeyh-i fani”nin delaletiyle İmam Mûsa el-Kâzım etrafında toplandılar.74

İmam Mûsâ el-Kâzım’ın vefatından (183/799) sonra olanlar da farklı değildir: Onun ardından imam olarak kime tabi olunacağı konusunda yine bir fırkalaşma yaşanmış ve ondan sonra imametin Ali er-Rıdâ (rh.a)’e geçtiğini savunan Kat’ıyye, İmam Musa el-Kâzım’ın ölmediğini, geri geleceğini savunan Vâkıfa ve onun ölüp ölmediği konusunda tevakkuf edenler ortaya çıkmıştır.75

İmam Ali er-Rıdâ’nın vefatından (203/818) sonra imamete kimin geçeceği konusunda da elbette ihtilaflar yaşanacaktır. Onun bağlılarının bir kısmı, kardeşi Ahmed b. Mûsâ’yı imam olarak görürken bir diğer grup, yukarıda adı geçen Vâkıfa’ya katılmıştır. Bu fırkalaşmanın sebebi enteresandır: İmam Rıdâ vefat ettiğinde geriye sadece 7 yaşındaki Muhammed Takî (Cevad)’yi bırakmıştır. Bu yaştaki bir çocuğun imametinin söz konusu olamayacağını söyleyenler yukarıdaki gibi farklı yönelişlere girerken, bir üçüncü grup, babasının onun imametiniaçıkça vasiyet ettiğini ileri sürerek kendisini imam olarak tanımıştır. 1 yaşındaki bir imamın, 100 yaşındaki tecrübeli birâlimden bile daha alim olduğu söylenmiş, imamların büluğ çağının bir sınırının olmadığı ileri sürülmüş, bu arada durumu garantiye almak için efsaneler de üretilmemiş değildir. Bunlardan birine göre Muhammed Takî, babasının vefatının hemen akabinde imtihan edilmiş ve kendisine sorulan bütün sorulara

Page 16: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

doğru cevaplar vererek imtihanı başarıyla geçmiştir! 10 yaşına geldiğinde de kendisine sorulan 30.000 (otuz bin) soruya doğru cevap vermiştir!76

Muhammed et-Takî’nin kendisi gibi oğlunun durumu da “mesele” olmuştur. Zira kendisi 220/835 yılında vefat ettiğinde oğlu Alien-Nakî (el-Hâdî), 6 yaşındadır. Ve elbette bu durum da yeni ayrışmaların sebebi olacaktır.77

Ali en-Nakî 254/868 yılında vefat ettiğinde bağlıları 3 gruba ayrılmıştır. Bir grup, onun en büyük oğlu Muhammed’in imam olduğunu söylemiştir. Onun, babası hayattayken ölmüş olması elbette bir şeyi değiştirmeyecektir. Zira o aslında ölmemiş, “gaybete çekilmiş”tir, ve tabii ki geri gelecektir! Bir diğer grup, diğer oğul Ca’fer’in imametine inanmış ve nihayet üçüncü grup el-Hasen el-Askerî’nin imametine kail olmuştur. Ancak burada küçük bir problem vardır: el-Askerî, diğer gruplar tarafından ilmen yetersiz görülmektedir. Böyle yetersiz birininimametine kail oldukları için de taraftarlarına “Himâriyye” denmiştir!78

Peki 260/873 yılında vefat eden el-Hasen el-Askerî’den sonra neolmuştur? Burada iş daha da ilginç bir boyut kazanıyor.

Onun geriye bir erkek evlat bırakıp bırakmadığı meselesi o kadar muğlak kalmıştır ki, vefat ettikten sonra tam 7 yıl mirası taksim edilmemiştir. Nihayet bu sürenin sonunda geriye herhangi bir evlat bırakmadığına kani olunmuş ve mirası, kardeşi Ca’fer’e verilmiştir.Onun vefatından sonra iş o kadar karışmıştır ki, kimi kaynakların 11, kimilerinin ise 20’ye ulaştığını söylediği gruplar ortaya çıkmıştır. Kısaca ifade edecek olursak: el-Askerî’nin ölmediğini, geri geleceğini söyleyenler, öldüğünü ve yerine kardeşi Muhammed’in geçtiğini, öldüğünü ve yerine kardeşi Ca’fer’in geçtiğini söyleyenler ve onun bir erkek çocuğu olduğunu veya olacağını ileri sürenler…Bunlar içinde Muhammed’in imam olduğunu söyleyenler, bu zat daha el-Askerî hayattayken vefat ettiği için, “geri gelecek olan Mehdi”nin Muhammed olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ca’fer’in imametini savunanlara gelince; bunların bir kısmı esasen vaktiyle el-Hasen el-Askerî’nin imametine inanmanın yanlış olduğunu, imametin başından beri kardeşi Ca’fer’de olduğunun söylenmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı ise diğer kardeş Muhammed’in ölümü üzerine imametin Ca’fer’e intikal ettiğini söylemiş, nihayet üçüncü bir grupise imametin Cafer’e, el-Hasen el-Askerî’nin vefatıyla geçtiği fikrini benimsemiştir.Bir başka grup, imamet silsilesinin el-Hasen el-Askerî’de sona erdiğini söylemiş, bir diğeri de el-Askerî’den sonra onun bir erkek çocuğunun dünyaya geldiğini veya geleceğini söylemiştir. Bu sonuncu grup da kendi aralarında 5’e ayrılmıştır.79

Page 17: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

NeticeGörüldüğü gibi tarih içinde aşama aşama oluşturulmuş bir inançtan bahsediyoruz. Nihai şeklini el-Hasen el-Askerî’nin vefatından sonraki süreçte almış olan “Oniki İmam” ideolojisi, kendisini, üretilmiş bir yığın efsaneyle korumaya almayı da ihmal etmemiş ve –tarihte eşine az rastlanacak şekilde– bir “kurgu”, hakikat oluvermiştir. Tarihin kurgulanarak geriye doğru nasıl yeniden üretildiği, Râfıza’nın geçirdiği oluşum aşamaları adım adım izlenerek net bir şekilde görülebilir.Bu ideoloji öyle bir noktaya gelmiştir ki, Oniki İmam sadece “masum”ve “yanılmaz” değildir; onlar bütün peygamberlerin ilminin varisidir, geçmiş peygamberlere indirilmiş olan bütün kitapları kendi orijinal dilleriyle bilirler.80 Onlar geçmiş ve gelecek herşeyin bilgisine vakıftır.81 Onlar ne zaman öleceklerine kendileri karar verirler.82Efendimiz (s.a.v) onların imametini tahkim için gönderilmiştir.83 Ümmet’in amelleri onlara arz edilir.84 Onların AllahTeâla katında öyle bir makamları vardır ki, oraya ne mukarreb bir melek ne de gönderilmiş bir peygamber ulaşabilir.85

Oniki İmam ideolojisi adım adım oluşturulurken, bu arada Hasenî kol ne durumdadır? İmamet adına onların verdiği mücadele niçin sessiz sedasız geçiştirilmiştir? Ehl-i Beyt olarak onlar politbüro tarafından niçin fiilen “ikinci sınıf” muamelesine maruz bırakılmıştır? Bu hayatî sorular hiç şüphesiz müstakil çalışmalara konu yapılmalıdır…Bugün geldiğimiz noktada kendisini “Ehl-i Beyt’in mazlumiyetini müdafaa” noktasına konuşlandırmanın avantajlarını son derece ustaca kullanan Râfıza, aslında Hz. Hüseyin (r.a)’den sonra “imamlar listesi”nde yer alan isimlerin hiç birisinin siyasî iktidar talebinin olmadığı, bunun yerine ilim ve ibadetle iştigali tercih ettikleri gerçeğini gözlerden ustaca gizliyor. Aslında bir mazlumiyetten, iktidarlarla çatışmadan ve “kıyam”dan bahsedilecekse,Ehl-i Beyt’in “Hasenî” kolu bahis konusu yapılmalıdır! Hüseynî koldada “Zeydî” damar… Ancak geldiğimiz noktada Râfıza’nın ustaca yürüttüğü illüzyon bütün bu gerçeklerin üstünü örtmeye, özellikle deyanı başımızda Suriye’de, Irak’ta, İran’da… Ehl-i Sünnet’e karşı yürütülen sistemli kıyım politikalarını gözlerden kaçırmaya fazlasıyla yetmektedir.Lillâhi âkıbetu’l-umûr!…

Dipnotlar1     es-Saymerî, Ahbâru Ebî Hanîfe ve Ashâbih, 81-2.2   “Topraklarımız işgal edilmesin, itikadın önemi yok” şeklindeki bu hastalıklı algının bütünüyle “sanallık” üzerine bina edildiğini gösteren tablo düşündürücüdür: Genelde Batı’nın, özelde ABD’nin İslam Dünyası’da gerçekleştirdiği toprak işgalleri ve katlettiği

Page 18: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

milyonlarca insan karşısında, tecavüz ve işgallere çanak tutmaktan başka bir şey yapmadığı ayan beyan ortada olan İran’ın, genç kuşaklar nezdinde inandırıcılığını hâlâ koruyor olması, propaganda silahını nasıl güçlü biçimde kullandığının en açık göstergesidir.3    Bu düşünce, otomatik olarak karşıtını da beslemekte, İslam Dünyası’ndaki İran/Râfıza etkisine karşılık yelpazenin öteki taraftaVehhâbîlik ideolojisi yer almaktadır. Bilhassa genç kuşaklar, içine düşürüldüğü yabancılaşma psikolojisiyle öz aidiyetlerinden habersiz şekilde bu iki ideolojiden birine kolayca kapılabilmektedir.4     Bkz. el-Keşşî, İhtiyâru Ma’rifeti’r-Ricâl, 103; en-Nevbahtî/el-Kummî, Fıraku’ş-Şî’a, 32-3; Neşvân el-Hımyerî, el-Hûru’l-Iyn, 206,5     Lewis, Usûlu’l-İsmâ’îliyyîn ve’l-İsmâ’îliyye, 86-7.6     A.g.y.7     Friedlaender, Abdullâh b. Sebe’ ve’ş-Şî’a.8     Wellhausen, İslamın En Eski Tarihine Giriş, 121 vd.Ancak hemen belirtelim ki, bu müsteşriklerin, çağdaş rafızîlerin cansimidi gibi yapıştığı bu iddiası, bizzat başka müsteşrikler tarafından dikkate değer bulunmamış, mesela R.A. Nicholson (Târîhu’l-Arabi’l-Edebî fi’l-Câhiliyye ve Sadri’l-İslâm, 325) ve İslam Ansiklopedisi’ndeki “Abd Allah b. Saba” maddesinin (I, 40) yazarı M. Th. Houtsma bu tezidikkate değer bulmamış ve İbn Sebe’in tarihsel bir kişilik olarak varlığını onaylamışlardır.9     Meşhur haham Haim Nahum’un Mısır’da Mecma’u’l-Luğati’l-Arabiyye’ye üye olarak atanması, tamamı İslam’a karşı önyargılarıylatanınan akademisyen ve araştırmacıların Edebiyat Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak davet edilmesi gibi icraatların altında da onunimzasını görmek şaşırtıcı olmasa gerek!10   Bkz. Tâhâ Hüseyin, el-Fitnetu’l-Kübrâ Alî ve Benûh, 91-4.11   DİA, “Abdullah b. Sebe” maddesi, I, 133-4.12   Örnek olarak bkz. Sıddık Korkmaz, Tarihin Tahrifi-İbn Sebe Meselesi, 21 vd; Nejdet Akay, Hz. Osman Dönemi Fitne Olayları ve Temel Sebepleri, (yayımlanmamış YL Tezi), 161 vd.Bu ikinci çalışmada “Abdullah b. Sebe’in aslında Ammâr b. Yâsir (r.a) olabileceği, zira bu iki şahsiyetin fikirlerinin ilgi çekici biçimde örtüştüğü” gibi tam anlamıyla “akla ziyan” bir fikir savunulabilmiştir!13   Bu kitap ve makalelerin bir dökümü için bkz. Murtazâ el-Askerî, Abdullah b. Sebe’ ve Esâtîru Uhrâ, 58 vd.; Korkmaz, A.g.e., 20-1.14   Bkz. el-Askerî, A.g.e., II, 101 vd.el-Askerî’nin bu eseri, Abdülbakî Gölpınarlı tarafından Abdullah b. SabâMasalı-Bir Yalancının Düzmeleri adıyla dilimize de çevrilmiştir.

Page 19: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Abdullah b. Sebe’in tarihsel varlığını inkâr eden tek rafızî el-Askerî değildir. Onun dışında bu doğrultuda kalem oynatan rafızî müellifler arasında Muhammed Cevâd Mağniye, Ali el-Verdî, Kâmil eş-Şeybî, Abdullah Feyyâd, Tâlib er-Rıfâ’î… gibi isimler de bulunmaktadır. Bkz. Sa’dî el-Hâşimî, İbn Sebe’ Hakîkatun Lâ Hayâl, 16 vd.15   el-Askerî, A.g.e., II, 176 vd.16   Bu 4 eser (Kütüb-i Erba’a) şunlardır: el-Kuleynî’nin el-Kâfî’si, es-Sadûk’un Men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh’i ve et-Tûsî’nin et-Tehzîb ve el-İstibsâr’ı.17   el-Askerî, A.g.e., II,179.18   el-Askerî, A.g.e., II, 180 vd.19   Söz konusu rivayetler ve sened silsileleri için bkz. el-Keşşî, İhtiyâru Ma’rifeti’r-Ricâl, 101 vd.Bu kitabın aslı, el-Keşşî’nin Ma’rifetu’n-Nâkılîn ani’l-Eimmeti’s-Sâdıkîn isimli eseridir. Elde mevcut nüsha ise, et-Tûsî tarafından bu eserden seçmeler yapılarak oluşturulmuştur.20   el-Askerî, A.g.e., II, 180.21   et-Tûsî, el-Fihrist, 141.22   Bkz. Ricâlu’t-Tûsî, II, 440.23   en-Necâşî, Ricâlu’n-Necâşî, 356-7.24   Muhammed Takî el-Meclisî, Ravdatu’l-Müttakîn, XIV, 445.25   et-Tabersî’nin naklettiğine göre el-Hasen b. el-Cehm, İmam Ali er-Rıdâ (rh.a)’e, “Bazan güvenilir iki ravi bize ihtilaflı rivayetler naklediyor; hangisinin hak olduğunu bilemiyoruz (böyle durumlarda ne yapalım)?” diye sormuş, o da cevaben, “Hangisinin hak olduğunu bilmiyorsan, istediğin rivayeti almakta serbestsin.” Bkz. el-İhticâc, II, 95.Yine aynı eserde nakledildiğine göre Semâ’a b. Mihrân ile İmam Ca’fer (rh.a) ile arasında şöyle bir konuşma geçer:“Birisi bir konuda amel etmemizi emreden, diğeri amelden sakındıran iki hadise rastladığımızda ne yapalım?”“İmamınla bir araya gelip kendisine sormadıkça onlardan hiç biriyle amel etme.”“Eğer amel etmekten başka çarem yoksa?”“O zaman âmmenin (Ehl-i Sünnet) ameline aykırı düşenle amel et.” (A.g.e., II, 95-6)Ve nihayet aynı eserde “İmamlardan” şöyle dedikleri nakledilir: “Bizden gelen rivayetler arasında tearuz görürseniz, şiamızın üzerinde birleştiği rivayeti alın. Zira onda şüphe yoktur.” (A.g.e., II, 96)

Page 20: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Birçok alimin reddiyesine konu olan (ama her ne hikmetse sadece İbn Teymiyye’nin Minhâcu’s-Sünne’siyle anılır hale gelmiş bulunan!) Minhâcu’l-Kerâme adlı eserin sahibi İbnu’l-Mutahher el-Hıllî, Muhtelefu’ş-Şî’a fî Ahkâmi’ş-Şerî’a adlı eserini, İmâmîyye’nin kaynaklarında bulunan mütearız görüşleri ve bunların delillerini zikretmek ve aralarında tercihte bulunmak amacıyla yazmıştır. Keza İmâmîlerin “Ayetullah” dediği Abdullah Şübber, Mesâbîhu’l-Envâr adıını verdiği iki ciltlik eseri, kendi kaynaklarında bulunan mütearız ve müşkil rivayetlerin halli amacıyla kaleme almıştır.26   en-Nemâzî, Müstedreku Sefîneti’l-Bihâr, IX, 119.27   Bkz. İhtiyâru Ma’rifeti’r-Ricâl (muhakkıkın mukaddimesi), 9.İmâmî rivayet literatüründe böylesi temel bir yere sahip olan el-Keşşî’nin ölüm tarihinin böylesi bir muğlaklık içinde kaybolması, özelde İmâmî rivayet eserlerinin ve genelde bütünüyle İmâmî literatürün hayli muahhar bir tarihte oluşmaya başladığının en açık delilidir.28   283/896 yılında öldüğü konusunda neredeyse ittifak vardır.29   İbn Hilâl es-Sekafî, el-İstinfâr vel-Ğârât, 199.30   Bu uzun risalede dikkatimizi çeken birkaç nokta var:Hz. Ali (r.a), kendisine Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer (r.anhuma)’yı soranlara sitem yüklü bir tavır içinde cevap vermektedir.Bu risalede Efendimiz (s.a.v)’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.anhum)’un hilafete gelişlerinden bahsederken, hilafetin öncelikli olarak kendisinin ve Ehl-i Beyt’in hakkı olduğunu düşündüğünü ifade etmekte, ancak Rafızîlerin iddia ettiği gibi “nass” ve “tayin”den kesinlikle bahsetmemektedir.Hz. Ebû Bekr (r.a)’ın hilafetinde ona itaat ettiğini, onun da görevini layıkı veçhile yerine getirdiğini ifade etmektedir. Ondan sonra hilafetin kendisine tevdi edileceğini umduğunu, ancak kesin bir beklenti içinde de olmadığını belirtmektedir.Ondan sonra hilafete gelen Hz. Ömer (r.a)’ın idaresinden ve tutumundan razı olduğunu açık bir şekilde söylemektedir.Hz. Osman (r.a)’dan sonra halkın kendisine bey’at etmek için geldiğini, ancak kendisinin bunu arzu etmediğini yine açık bir şekilde ifade etmektedir…Bütün bu hususlar Rafızîlerin daha sonraki tarihlerde Hz. Ali (r.a) ve Âl-i Beyt etrafında oluşturduğu mitik anlatımlarla taban tabana zıtlık teşkil ettiği açıktır.31   Hz. Ali (r.a) kastediliyor.32   51/ez-Zâriyât, 22.33   es-Sadûk, Men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh, I, 229.34   Bkz. et-Tûsî, Tehzîbu’l-Ahkâm, II, 282.

Page 21: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

35   Zürâre b. A’yen: İmam Ca’fer es-Sâdık (rh.a)’in etrafında bulunan Hişâm b. Hakem, Hişâm b. Sâlim gibi birkaç isimle birlikte, Ehl-i Beyt imamlarının adını istismar ederek Râfızîlik inancını sistemleştirenlerdendir. İleride bunlarla ilgili bilgi verilecektir.36   es-Sadûk, İ’tikâdât, 100.37   Burada kast edilen, İbn Sebe’in Hz. Ali (r.a) hakkında aşırıya kaçmayan görüşlerini anlatan rivayetlerdir.38   Bunlar da el-Askerî’nin tezyif etmeye çalıştığı –İbn Sebe’in Hz. Ali (r.a) hakkında ilahlık iddia ettiğini anlatan– rivayetlerdir.39   Muhammed Takî el-Eyrevânî, el-Bahrânî’nin el-Hadâiku’n-Nâdıra’sına yazdığı ta’likler meyanında, VIII, 511 vd.40   Bkz. İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, IV, 259-60.41   el-Askerî, A.g.e., II, 173 vd.42   Sa’d b. Abdillah el-Eş’arî, el-Makâlât ve’l-Fırak, 20-1; en-Nevbahtî/el-Kummî, Fıraku’ş-Şî’a, 32 vd.43   İbn Hilâl es-Sekafî, el-İstinfâr ve’l-Ğârât, 199.44   Bkz. İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, XXIX, 7-9.45   Bkz. Süleymân el-Avde, el-İnkâz mi De’âva’l-İnkâz li’t-Târîh, 9 vd.46   Ebû Nu’aym, Hilyetu’l-Evliyâ, VIII, 253.47   Bkz. İmam el-Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, 15; İbn Hazm, el-Fısal, V, 36, 46…; el-Bağdâdî, el-Fark Beyne’l-Fırak, 18, 143-4; eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nıhel, I, 204 vd….48   Yemen Araplarının atası sayılan Sebe, 10 çocuğunu, elleri temsil eder şekilde 6’sını sağına, 4’ünü soluna yerleştirdikten sonra onların dağılıp gitmesine gönderme.49   er-Radiyy, Nehcu’l-Belâğa, 96 numaralı hutbe (İbn Ebi’l-Hadîd şerhi), VIII, 97-8.50   el-Meclisî, Bihâru’l-Envâr, XLIV, 23-4; Ebu’l-Ferec el-İsfehânî, Makâtilu’t-Tâlibiyyîn, 74 vd.51   Hz. Hasan (r.a) kast ediliyor.52   Müslim b. Akîl kast ediliyor.53   Muhammed Bâkır el-Meclisî, Bihâru’l-Envâr, XLIV, 382.54   Muhsin el-Emîn el-Âmilî, Levâ’icu’l-Eşcân, 152.55   el-Âmilî, A.g.e., 158.56   et-Tûsî, İhtiyâru Ma’rifeti’r-Ricâl, 125-6.57   Muhammed b. İbrâhîm en-Nu’mânî, Kitâbu’l-Ğaybe, 44.58   İbn Habîb, el-Muhabber, 483; Neşvân el-Himyerî, A.g.e., 237.

Page 22: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

Râfıza’nın bu hakikati inkâr etmek için çırpındığını görmek bizi şaşırtmıyor:el-Meclisî, İmlam el-Hasen el-Askerî ile ilgili bir anekdotta geçen “Râfıza” kelimesini açıklarken şunları söyler: “Râfıza: İmâmiyye. Resul (s.a.v)’den sonra imamete kimin geçeceği ve Sahabe’ye lanet konusunda insanların ekseriyetinden ayrıldıkları için böyle anılmışlardır. Kâmûs’ta şöyle denir: “Râfıza, Şia’dan bir fırkadır. Bunlar Zeyd b. Ali’ye tabi olmuşlardı. Sonra ondan, Şeyhayn’dan teberri etmesini istediler. Ancak bunu kabul etmedi ve “Onlar dedem (Hz. Peygamber -s.a.v-)’in yardımcılarıydı” dedi. Bunun üzerine kendisini terk ettiler (rafadûhu) ve başkalarını da terk ettirdiler…”“(Kâmûs sahibinin bu sözleri) Zeyd’e iftiradır. Veya Zeyd bu sözü “takiyye” olarak söylemiştir…” (Bkz. Mir’âtu’l-Ukûl, VI, 141)Burada, “İmam Zeyd’in böyle kritik bir anda kendi taraftarlarının etrafından dağılmasına yol açacak şekilde takiyye yapmasının nasıl bir mantığı olabilir?”, yahut “Sizin inancınızdaki takiyye bunun tamtersini yapmayı gerektirmez miydi?” gibi sorular sormanın çok anlamlı olmadığı açık…Muhammed el-Hüseyn et-Tehrânî, İmam Zeyd (rh.a)’e “nisbet edilen” busözün Ehl-i Beyt’in mezhebine açıkça aykırı olduğunu, Ehl-i Beyt medresesinde yetişmiş olan İmam Zeyd’in Ehl-i Beyt’e muhalefet etmesinin kesinlikle mümkün olmadığını” söyler. (Bkz. Ma’rifetu’l-İmâm, XV, 239.Keza Ca’fer Murtadâ el-Âmilî de el-Hayâtu’s-Siyâsiyye li’l-İmâm er-Rıdâ’da (205) bu rivayetin uydurma olduğunu iddia eder.Bütün bunlar, Râfıza’nın Ehl-i Sünnet kaynakları hakkındaki klasik redci tavrının yansımalarıdır. İlginçtir; ideolojilerine aykırı düşen herhangi bir nakil Sünnî kaynaklarda geçtiğinde hemen  “uydurma/iftira” edebiyatına sarılan Râfıza, aynı nakil Zeydî kaynaklarda geçtiğinde sus-pus oluvermektedir. Burada da aynı durumugörüyoruz.İmam Zeyd ile politbüro arasında geçen yukarıdaki konuşmayı Zeydiyye’nin çağdaş âlimlerinden Mecduddîn el-Müeyyedî, Mecma’u’l-Fevâid isimli eserinde (212) zikrettikten sonra şöyle der: “Ne var ki onlar (İmâmiyye), bu nakil bağlamında Zeydiyye’ye “Râfıza”  denemeyeceğini bildikleri için –her iki kesimi de (İmâmiyye ve Zeydiyye) anlatan bir muhtevaya kavuşturmak amacıyla– bu tabiri, “Hz. Ali (r.a)’ı diğer sahabîlerden üstün görenler” şeklinde anlamlandırdılar…”59   İmâmiyye’nin “imâmet” teorisinin nasıl ortaya çıkıp geliştiği ve yukarıdaki isimlerin bu noktadaki temel rolü konusunda doyurucu bir çalışma olarak bkz. Metin Bozan, İmâmiyye’nin İmâmet Nazariyyesinin Teşekkül Süreci, İSAM, İst-2009.

Page 23: Ehl-i Beyt ve Râfıza – Ebubekir Sifil (Tamamı)

60   Hz. Ali (r.a)’ın, Hz. Fâtıma (r.anha) validemizden sonra evlendiği kadınlardan birinden doğan Muhammed b. el-Hanefiyye.61   Cemel savaşı kast ediliyor.62   Hz. Hüseyin (r.a)’in intikamını alma bahanesiyle ayaklanan ve kendine mahsus sapık görüşleri olan el-Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî’ye nisbet edilen fırka.63   Fıraku’ş-Şî’a, 31 vd.64   el-Kuleynî, el-Kâfî, I, 215-6.65   Neşvân el-Himyerî, A.g.e., 208;66   Bkz. el-Hûyî, Mu’cemu Ricâli’l-Hadîs, XVII, 250.67   21/el-Enbiyâ, 23.68   es-Sadûk, Uyûnu Ahbâri’r-Rıdâ, II, 88.69   Burada kast edilen “mucizeler”in, Hacer-i Esved’in şahitliğine başvurulması olduğunu yukarıda nakletmiştik.70   et-Tabersî, el-İhticâc, II, 118-9.İmam Zeyd (rh.a)’in buna rağmen niçin ayrı bir baş çektiği merak konusudur?71   İmametin Hz. Hasan (r.a)’dan, kardeşi Hz. Hüseyin (r.a)’a geçmesine gönderme yapılıyor.72   et-Tabersî, A.g.e., II, 119; el-Meclisî, Bihâru’l-Envâr, XXXVI, 193.73   et-Tabersî, el-İhticâc, II, 120.74   el-Müfîd, el-İrşâd, II, 210.75   en-Nevbahtî/el-Kummî, A.g.e., 86 vd.76   el-Müfîd, el-İhtisâs, 107.77   en-Nevbahtî/el-Kummî, A.g.e., 92.78   en-Nevbahtî/el-Kummî, A.g.e., 96;79   Burada alabildiğine özetle aktardığım bütün bu süreçlerin detaylı anlatımı ve ilgili kaynaklar için bkz. Bozan, A.g.e., 106 vd.80   el-Kuleynî, el-Kâfî, I, 135.81   el-Kuleynî, A.g.e., I, 155.82   el-Kuleynî, A.g.e., a.y.83   Humeynî, el-Hukûmetu’l-İslâmiyye, 173, 177.84   el-Kuleynî, A.g.e., I, 130.85  Humeynî, el-Hukûmetu’l-İslâmiyye, 52.